Tumgik
veni-vidi-yedi · 4 years
Text
Son Bir Dansa Var Mısın?
Bütün dünyada siyasetin, ekonominin, sanatın, sporun, kısacası hayatın durduğu bu pandemi döneminde Majesteleri bir süper kahraman gibi çıkıp geldi ve yine en çok konuşulan isim oldu.
Günümüzün profesyonel sporlarında makine gibi işleyen düzenler sayesinde tekniğin, taktiğin, atletizmin ve istatistiğin sınırları zorlanır olsa da, kitleleri kendine çeken, işin ‘entertainment’ kısmı olan spor hikayeleri çağı maalesef sona ermişti. Last Dance bu çağın bir kısmına canlı tanıklık etmiş bizim kuşağın ve spor tarihinin en heyecan verici hikayelerinden birini anlatarak büyük bir eksikliği giderdi.
Tumblr media
Belgesel sırf kurgusuyla bile tarihin en iyi yapımları arasına girebilir. Hikayede anlatılanlar kronolojik sıraya göre direkt geçmişten başlayıp günümüze değil; zamanda geçmişe gitme, diğer ana karakterlerin kendi hikayelerine yer verilmesi, röportajlar, tekrar ileriye son dans sezonuna dönme, Jordan’ın konuşmaları, tekrar flashbackler şeklinde işlenmiş, hem son sezonun hem de genel kariyerin nasıl gelişip ilerlediği her ânıyla inanılmaz yaratıcı ve sürükleyici bir biçimde kurgulanmış.
Yani aslında Last Dance, herkesin görmek istediği o başarıları, final ânını hemen seyirciye vermiyor. Karakterleri tek tek tanıtıp, olan biteni yavaş yavaş ısıtıp seyircinin önüne koyuyor. Amaç “süper kahramanı mağlup edilebilir gösterip zafer anını daha da görkemli kılmak.”
Bu yazıda belgeselde anlatılanlar dışında Jordan’ın kariyerindeki önemli detaylardan da bahsettim. O yüzden okuması biraz zaman alabilir :)
Hikaye; ana kahraman Jordan’ın “Ben Michael Jordan… 13 yıl boyunca Chicago Bulls forması giydim…” diyerek onu eskiden beri bilen, takip edenlerin dışında, yeni jenerasyonlara da kendini anlatmaya ihtiyacı olduğunu göstererek başlıyor. MJ’in kendi içindeki o tutkuyu mimiklerinde görebiliyoruz zaten. Adeta “benim kazandıklarımı, başarılarımı ve rekorlarımı biliyosunuz. Bu hikayede yola kimlerle çıktığımı, bu yoldaki sürecin ne kadar zorlu olduğunu ve hangi engellere rağmen zafere ulaşıldığını göreceksiniz” mesajı veriyor.
Tumblr media
Kişiliği ve Rekabetçi Ruhu
Jordan, herkesin dile getirip zaman zaman eleştirdiği o rekabetçi kişiliğinin, çocukluğunda abisi Larry’le olan çekişmesi ve çok sevdiği babasının onu sürekli abisiyle kıyaslaması sebebiyle oluştuğunu anlatıyor.
“Michael istinasız her maça son maçıymış gibi çıkardı, çünkü seyirciler arasında onu hiç izlememiş birilerinin olduğunu bilir ve bundan güç alırdı.” Belgeselde kendisi hakkında söylenen bu söz gerçekten de Jordan’ın kazanma hırsı, rekabetçi ruhu, liderlik yönü ve çalışma azminin ne kadar yüksek olduğunun özeti gibi.
Başarıya ulaşmak, zirvede yer almak için en büyük motivasyon kaynağı kendisine rakip yaratıp, her şeyi kişisel mesele haline getirmesi. Rakip takımın koçu dışarıda selam vermedi diye maçta hırs yapıp o takıma 50 sayı atıyor mesela :) ’97’deki final serisi başlamadan önce “seni motive eden şey nedir?” sorusuna “Karl Malone’un MVP seçilmesi” cevabını veriyor :) Madem ben MVP seçilmedim, o halde finalde MVP Malone’u devirip şampiyon olurum diyor. Araç navigasyonlarındaki o “hedef belirlendi” sesi direkt insanın beyninin içinde yankılanıyor sanki :) 
Basketbola başladığından beri “tarihin en iyisi olmak” istiyor ve bunun için ne gerekirse çekinmeden yapacağını her fırsatta dile getiriyor. Belki birçoğumuz rekabetçiliği “hastalık” düzeyinde olan Jordan gibi bir karakterle aynı ortamda bile bulunmak istemeyiz. Ama adamın doğası bu. Açık açık söylüyor. Hayatın her alanında, kumarda, golfte ve hatta korumalarıyla oynadığı bozuk para atma yarışı gibi saçma sapan bir oyunda bile içindeki “kazanma” arzusunu tatmin etmek istiyor.
Tumblr media
Takım arkadaşlarının performansını yukarı çekmek için sürekli onlarla tartışıp, yeri geldiğinde yumruk yumruğa kavga etmesi, kazanılan şampiyonluklara bakıldığında işe yaramış gibi görünüyor :) Dolaylı olarak “sen benim yaptıklarımı çekemiyorsan, rakip takımın baskısını nasıl kaldıracaksın” diyor aslında. Böyle davranmasa Pippen ve Rodman’ın performansları bu kadar üst seviyeye çıkamayabilirdi.
Alfalık özelliğinin arkasını öyle bir dolduruyor ki, tüm bu olumsuz gibi görünen özellikleri antipatik gelmeyebiliyor. Tabii ki onu sevmeyenler de çok fazla. Artık şeytan tüyü mü dersiniz, aura mı dersiniz, ne derseniz diyin... Kendisi dışındaki başka karakterler onun yaptıklarını yapsa itici bulma olasılığınız yüksek. Belgesel esasında Jordan’ın kişiliğinin ne kadar kendine özgün ve istisnai olduğunu da gösteriyor bizlere.
Zaten böyle bir karaktere sahip olmasaydı basketbolun “gelmiş geçmiş en iyisi” olamazdı. Her şeyin bir bedeli var. Bu tip insanların “normal” olmasını beklemek hayalcilik olur.
Toplumu ilgilendiren konulardaki apolitik duruşuna da değinilmiş. Siyasetçiler hakkında “Tanımadığım birisinin reklamında oynayıp bol keseden atamam. Ben sporcuyum ve sadece işimde en iyisi olmaya odaklandım. Kimseye örnek olmak gibi bir amacım yok” gibi bir sözü var. Kısmen haklı olabilir bu dediğinde. Ancak ABD başkanlık yarışında siyahi aday için kendisinden destek istediklerinde “Sağcılar (Cumhuriyetçiler) da Air Jordan alabilir” demesi hoş değildi, ki Obama da röportajında bu sözü doğru bulmadığını söyledi :)
80’li yıllara kadar NBA sadece Amerika’da takip edilen yerel bir ligdi. O dönemdeki Larry Bird-Magic Johnson rekabeti sayesinde yavaş yavaş kıta dışına açılmaya başlayan organizasyon, Jordan’ın etkisiyle 90’ların başından itibaren önce Avrupa’ya, sonra bütün dünyaya yayılarak dev bir küresel marka haline geldi. Bunun sonucu olarak reklam, maç yayını ve sponsorluk gelirleri, oyuncuların maaşları (salary cap) her yıl katlanarak artmaya devam ediyor.
Ayrıca basketbol sayesinde Jordan aracılığıyla Amerikan kültürünün de tüm dünyaya ihraç edilişi belgeselde güzel vurgulanmış. Özellikle Nike ve McDonald’s gibi markaların pazarlanıp bir dönem piyasayı domine etmesi buna örnek.
NBA’deki İlk Yılları
Boyu yeterince uzun olmadığı için lise takımına seçilemeyince, o yaz basketbola yoğunlaşıp boyunu 11 cm uzatınca takıma giriyor. Üniversite yıllarında North Carolina ile NCAA şampiyonluğu yaşıyor. Chicago Bulls kariyerindeki maçlara çıkmadan önce ısınırken, uğur getirdiğine inandığı için North Carolina’da oynadığı dönemdeki şortunu giyerdi.
Bulls tarafından draft edilip NBA’ye adım attığında “Chicago Bulls’un da ileride Lakers ve Celtics gibi saygı görmesini istiyorum” diyerek daha ilk günden hedefini belirlemişti. Önünde onu bekleyen zorlukların üstesinden gelebilecek tutkuya ve hırsa fazlasıyla sahipti. 
Tumblr media
Çaylak sezonundayken takım arkadaşlarını otel odasında kokain partisi verirken gördüğünde, bu takımı ayağa kaldırma sorumluluğunun sadece kendisinde olduğuna inandı. Önceleri play-off’lara bile kalmakta zorlanan vasat bir takım olan Bulls, Jordan’ın gelişiyle her sene play-off’lara kalmaya başlıyor. 
Adidas’ı sevmesine rağmen, annesi tarafından Nike ile anlaşması için ikna edilmesi tebessüm ettirdi :) Ardından gelen smaç şampiyonluklarıyla “Air Jordan” unvanını boşuna almadığını ispatlayıp, bütün dünyada kendi moda akımını yarattı. Aynı zamanda NBA’deki uzun şort giyme akımını da Jordan’ın başlattığını ekleyelim.
Tumblr media
Air Jordan hikayesi ise şöyle gelişiyor: O dönem Converse, reklamlarında Bird ve Magic’i birlikte kullanarak Amerika’daki ve NBA’deki en popüler spor ayakkabısı haline geliyor. Nike ise piyasaya girmek için hava tabanlı ayakkabı üretmeye başlıyor. İlk başlarda bu girişim başarısız olsa da zamanla hedefine ulaşıyor. Artık bu ayakkabıyı pazarlamanın tek yolu kalıyor: O da geleceği parlak genç bir yıldızla anlaşmak. Bunun için üç aday belirliyorlar; Clyde Drexler, Patrick Ewing ve Michael Jordan. Ve ardından Jordan’da karar kılınıyor.
80’lerin sonuna gelindiğinde takıma Koç Phil Jackson ve Scottie Pippen’ın katılmasıyla, Detroit Pistons’ın nam-ı diğer “Bad Boys”un sert savunması karşısında adeta dayak yiyerek play-off’larda 3 kez üst üste eleniyor. O yıllarda NBA’deki oyun kuralları çok sert olduğu için her maçta kemik sesleri geliyor. Öyle ki, ikinci senesinde Jordan sol ayak bileğini kırıp çok az maça çıkabilmişti.
Detroit de göz yumulan bu sertlik abartılı olsa da sonuna kadar kullanan bir takımdı. Zayıf ve çelimsiz bir fiziğe sahip olduğu için Jordan, ağırlık verdiği kas güçlendirici antremanlarla birlikte nihayet 4. yıldaki eşleşmede Bad Boys’u deviriyor. Ardından Magic Johnson’lı Lakers’ı da finalde deviren Bulls, ilk şampiyonluk yüzüğünü takıyor. Bu arada Bad Boys gerçek bir anti-kahramanlık hikayesi. Mutlaka belgeseli veya filmi çekilmeli :)  
Tumblr media
Bulls Hanedanlığı Dönemi
Dream Team’le beraber katıldıkları ’92 olimpiyatlarındaki antremanlarda Magic Johnson’ın takımıyla kapışmaları çok tatlıydı. O antremanı tribünde canlı izlemek müthiş olurdu bee. Belalısı Isiah Thomas’ın Dream Team’e kendisi istemediği için çağrılmadığını da açıkça belli ediyor Majesteleri :) O kadrodaki birçok oyuncuyla sorun yaşadığı için olmaması daha iyiydi Isiah’ın.
MJ’in kumar sorunlarının gölgesinde oynanan ’93 finalleri Bulls’u en çok zorlayan finallerden biriydi. Ama Charles Barkley’nin normal sezon MVP’si seçilmesinin ardından, Jordan’ın hedefi de çoktan belli oldu. Barkley’li Phoenix’i finalde yenip şampiyon olmak :) Medyanın Jordan üzerindeki yoğun baskısına rağmen şampiyonluk sonrası ilk three-peat geldi.
Aynı yıl çocukluğundan beri düşkün olduğu babası, nedeni tam olarak anlaşılmayan bir cinayete kurban gidince psikolojik olarak dibi görüp basketbolu bırakma kararı alıyor. Böylece hakkında başlatılan soruşturma da geri çekiliyor. Bu kararı açıklarken yapılan basın toplantısında Michael Jordan, Başkan Jerry Reinsdorf, GM Jerry Krause, Phil Jackson, Jordan’ın menajeri David Falk ve NBA başkanı David Stern’ün yan yana olduğu o an, belgeselde de söylendiği gibi tam bir "İsa’nın Son Akşam Yemeği" tablosu gibiydi :)
Tumblr media
1,5 yıl boyunca babasının çok sevdiği spor olan beyzbolu oynadıktan sonra tekrar basketbola dönüyor. Space Jam filmi çekimleri sırasında NBA’deki diğer takımlardan gelen yıldız oyuncuların Jordan’a jest yapıp birlikte maç yapmaları ve MJ’in bunu aktarış biçimi harikaydı.
Majesteleri’yle üniversite yıllarından beri rakip olup karşılaştıkları maçlarda sürekli birbirlerine karşı laf dalaşına giren Patrick Ewing bile gelmiş maç yapmaya. O kadar çok sevmeyeni olduğu halde yine de rakipleri tarafından bu denli saygı görmesi sanırım herkese nasip olmaz.
Tumblr media
Belgeselde bir bölümün Kobe Bryant’a ithaf edilmesi duygulandırdı. Kobe’nin Jordan’ı abisi olarak gördüğünü söyleyip, basketbolda öğrenip sahada uyguladığı her şeyin kendisine Jordan’dan miras kaldığını belirtmesi ona yakışan erdemli bir duruştu. Buruk bir sevinç yarattı onu görmek.
’96 final serisi Jordan’ın babası öldürüldükten sonraki ilk finaliydi. Seattle’a karşı oynadıkları finalin son maçı, Babalar Günü’ne denk gelmesi ve Jordan’ın o gün şampiyonluğu kazandıktan sonra maç topunu alıp yere yatarak ağlaması en hüzünlü anlardan biriydi.
Tumblr media
Meşhur “Flu Game” öncesinde yaşananlar film gibiydi, keşke daha ayrıntılı anlatılabilseydi. Pizzadan kaynaklı olduğu gösterilen zehirlenme olayı benim de kafamda soru işareti bıraktı :) Ancak Utah’la oynanan final serisinin bu en kritik maçında ayakta durmakta bile zorlanırken 38 sayı atıp maçı kazandırmasına ne söylenebilir ki? Böyle bir şey olamaz.
1997-98 sezonu başlarken son 7 sezonda 5 şampiyonluk kazanan Chicago Bulls’ta başta Koç Phil Jackson ve Michael Jordan olmak üzere takımın iskeletini oluşturan oyuncuların sözleşmeleri sezon sonu bitecekti. Aynı bu oyuncular gibi biten sözleşmesi yenilenmeyecek olan Koç Phil Jackson sezon başında, madem öyle “son dans”ımızı kendimize yakışır şekilde yapalım, dediğinde sezonun ismi belirlenmişti bile… “The Last Dance”
Bütün oyuncular şık bir veda yapmak istiyordu. Son maçın son saniyelerinde Bulls 1 sayı gerideyken Jordan’ın, en büyük rakibi Karl Malone’un elinden topu çalıp hücuma gitmesi, beklemesi ve ligin en iyi savunmacılarından Russell’ı crossoverla yatırıp son şutunu soktuktan sonra elinin havada kalması…
Tumblr media
Bunları bir film senaryosu olarak yazsak, yapımcılar fazla ütopik bulup masadan kalkardı herhalde. Kumar soruşturması yüzünden medya ve kamuoyu her gün üzerinize yürüyor, hayatınızda en sevdiğiniz insanı, babanızı gizemli bir cinayet sonucu kaybediyorsunuz, en büyük tutkunuz basketbolu en verimli yaşınızda bırakma kararı alıyorsunuz. 
Ardından tekrar geri dönüp üst üste 3 şampiyonluk daha kazanıyorsunuz. Kıskanılacak derecede şiir gibi bir sonla Chicago Bulls kariyerini bitirmesi ve son saniyelerde yaşananlar hayatının özeti gibiydi. Onu canlı izlediğimiz için çok şanslıyız.
Hikayenin Diğer Ana Karakterleri
Kızılderili öğretilerine ve Zen felsefesine ilgi duyan Koç Phil Jackson’ın, bunları basketbola nasıl başarılı bir şekilde uyguladığına şahit olduk. Konulara sakinlikle yaklaşıp, oyuncuları analiz etme, maksimum potansiyellerini ortaya çıkararak doğru yer ve zamanda kullanma konusunda gerçekten de üstüne yok. Kendi içgüdülerine güvenmesi sayesinde oyuncularının kafasındaki oyun ritmine uyum sağlamaları zor olmadı.
Majesteleri’nin “sezon sonu Koç yoksa ben de yokum” dediği kadar önemli bir figür. Chicago Bulls ilk zamanlar Jordan’ın bireyselliğine dayalı bir oyun oynarken, bütün oyuncularıyla yakın bir ilişki kuran Phil Jackson’ın gelişiyle takım oyununu çok çabuk benimseyerek zafere ulaşıyor. Hayatta en çok sevdiği ve güvendiği insan olan babasını kaybettikten sonra Jordan’ın bir baba ya da abi figürüne ihtiyaç duyduğunu farkedip, ona daha yakın olmaya çalışıyor.
Tumblr media
Jordan, yaramaz çocuk Rodman ve kompleksli menajer Jerry Krause gibi zor karakterlerle birlikte uyum içerisinde çalışıp dengeyi kurmak kolay iş değil. Yardımcısı Tex Winter’ın mimarı olduğu “triangle offense” oyun planını Jordan gibi topla oynamayı seven birine bile kabul ettirmekle kalmayıp, kritik maçlar öncesi bile başına buyruk davranıp eğlenmeye giden Rodman’a izin vermesi ve sonraki maçlarda ondan istediği verimi alması oyuncu psikolojisinden ne kadar iyi anladığının göstergesi.
Zen Master, 11 şampiyonluk yüzüğüyle NBA rekorunu elinde bulunduruyor. Ama bence yapımda da söylendiği gibi Jordan’ın ara verdiği ‘94 ve ‘95 sezonlarında şampiyon olamamalarına rağmen kariyerinin en iyi koçluk dönemini geçiriyor. Keşke belgeselde daha fazla konuşsaydı da onu daha yakından tanısaydık.
Jordan’ın “Batman” olduğu takımın “Robin”’i de Scottie Pippen olacaktı elbette :) Jordan'ın “insanlar benim şampiyonluklar kazandığımı konuşuyor, unutmuş oldukları ise Pippen'ın her zaman benimle birlikte orada olduğuydu” sözleri bile Pippen’ın bu başarılarda ne kadar önemli bir 2. adam rolü üstlendiğini ortaya koyuyor. Bulls’un efsanelerinden biri olmasına rağmen, belki de Jordan ile aynı takımda olduğu için hep geri planda kalmış ve içinde o hak ettiği değeri asla görememe hissiyle yaşayan bir adam. Üstüne bir de kendisini ısrarla takas etmeye çalışan bir yöneticiyle uğraşıyor.
Tumblr media
1993-94 sezonunda Jordan’sız mücadele eden Chicago Bulls’un, onun yokluğunda saha içi lideri olan Pippen’ın, New York Knicks’le oynanan Doğu Konferansı final serisinde 3. maçın son saniyelerinde Koç Phil Jackson’ın son topu Kukoç’a kullandırmak istemesinin ardından oyuna girmeyi reddedişi, hanesine kocaman bir eksi yazdı. İnanılır gibi değildi ya. Ben o sırada takımda olsam sanırım tekme tokat girişmiştim :)
Kalabalık ve fakir bir ailede büyüyen Scottie Pippen’in kendisi ve ailesini garanti altına almak istemesi adına biraz da menajerinin etkisiyle önüne konan 7 yıl için 18 milyon dolar kazanacağı sözleşmeyi kabul etmesi çok konuşuldu. Eğer bir sakatlık yaşarsa kısa süreli kontratla bir daha asla o paraları alamayacağını düşündüğü için bu imzayı attığını söylüyor ki, aslında kendince haklı. Bu arada Pippen’ın Bulls’tan ayrıldıktan sonra Houston Rockets ve Portland Trail Blazers formaları giydiğini ve 4 yıl için 78 milyon dolar kazandığını da hatırlatalım :)
Tumblr media
Gelelim über manyak Rodman’a :) öncelikle bu yazıyı okuyan yapımcılardan ricam; acilen bir Dennis Rodman belgeseli bekliyoruz. Hem de çok acil ! Ya babacım play-off’lar başlamış, senin antremanda olman lazım, sen gidip Hulk Hogan’la Amerikan güreşi yapıyorsun :) Bu nasıl bir saykoluk ya :) Finallerin ortasında Las Vegas’a gidip içki, seks, partileme için Phil Jackson’dan 48 saatliğine izin alıp 98 saat sonra MJ eşliğinde otel odalarından terliklerle dönüyor :) Zaten Jordan daha baştan söylüyor Phil’e 48 saatte dönmeyeceğini :) Jordan topu almış son şutu kullanacakken umursamadan karşı alana geçmesi ve sonrasında “MJ topu kimseye vermeyeceğini bildiğim için acele etme gereği duymadım” demesi, Carmen Electra’lar, Madonna’lar falan filan :)
Adam antremandan kaçıyor ama çalışıyor da :) Maçlardan önce pota altındaki rakiplerini analiz edip, topun geliş açısına göre potadan sektiğinde nerelerde durması gerektiğini not alacak kadar psikopat olması ve sahaya çıktığında yerlerde sürüklenip mücadeleyi elden bırakmaması gerçekten de gözleri yaşarttı :) Kafayı tamamen basketbola verse tarihin en iyi pivotu olabilirdi.
Tumblr media
Ve en çok tartışılan adam… Genel Menajer Jerry Krause. Bir defa en başta kendisinin hakkını teslim edelim. Oyunculuk döneminde uyuşturucu kullandığını belirttiği için uzunca bir süre NBA’de görev alamayan Koç Phil Jackson’a güvenip takımın başına getiriyor. Pippen’ı Seattle’dan takas yoluyla transfer ediyor. Detroit’te iki kez şampiyonluk yaşamış problemli karakter Rodman, Avrupa basketbolunun parlayan genç yıldızı Toni Kukoç, Horace Grant, Steve Kerr’i ve daha niceleri. Süper yıldız Jordan’ın etrafına doğru adamları seçip ligi domine eden bir takım kuruyor.
Fakat bunlara rağmen insanlarla iletişimi konusunda ciddi sıkıntıları var bu adamın. ‘Madem 6 şampiyonluk kazanmış takımı ben kurdum, o halde bu takımı dağıtmasını da bilirim’ gibi sırf kişisel meseleleri için profesyonellikten uzak kararlar vermesi, kendisini sevilmeyen adam konumuna getirdi. Başarıdaki en büyük pay bireylerden çok kurumlara aittir düşüncesi, adeta bir şirket yönetir gibi süreci yönetmesi akıl alır gibi değil. Tamam bir şirkette çalışan müdürün ve çalışanın hedefleri bireysel anlamda birbirinden farklı olabilir. Ama bu klasik “ben yaptım oldu, ben istiyorum böyle olacak” tavırları gereksizdi.
Tumblr media
Son sezona başlarken Pippen’ı NBA’de o yıl draft edilen Tracy McGrady’le takas etmek isteyen Krause, bunun yanında Phil Jackson’a “bütün maçlarını kazansan bile gelecek sene bu takımı çalıştırmayacaksın” demek yerine daha yapıcı bir çözüm getirebilirdi. 
Mesela nasıl ki Jordan, basketbola ara verdiği o iki sezonda kontratı devam ettiği için maaşını aldıysa, aynı şekilde bu takımın efsanelerinden biri olmuş Pippen’ın sözleşmesini düzeltmek için inisiyatif alabilirdi. Takımı bir arada tutup en az 2 şampiyonluk daha kazanılabilirdi. Chicago Bulls bu oyuncularla 90’larda yaşadığı altın çağını, tarihinde hiçbir zaman yaşamadı.
Anılarını anlattığı yarım kalan kitabını yakında ailesi piyasaya sürecekmiş. Neler yazdığını merak etmiyor değilim.
Antremanda Jordan’la yumruk yumruğa kavga eden Steve Kerr’e de ayrıca yer verip gönlünü almaları güzel bir jestti. Hikayesi ve babasının ölümünü anlattığı sahneler duygulandırdı. Ulan Jordan ne istedin şu nahif adamdan diyip sinirlendim :) ‘97’deki şampiyonluk kutlamalarında goygoyun dibine vurup, Jordan’ın “son topu Steve’e verelim, ben yapamam” dediğini iddia edip “eyvah yine Michael’ın paçasını ben kurtarıcam” demesi kopardı :)
Tumblr media
Belgeselde Olması Gereken Eksikler
Yapımda cevabını arayan sorular yok mu? Elbette çok var. Jordan’ın ‘93’te basketbola ara vermesinin asıl nedenini öğrenemedik mesela. Babasının halen gizemini koruyan ölümü sonrası psikolojik olarak çöktüğü için mi böyle bir karar aldı, yoksa kumar bağımlılığı nedeniyle açılan soruşturma yüzünden NBA başkanı David Stern mi istedi? Çünkü basketbola ara verdiğini açıkladığı basın toplantısında “Stern izin verirse belki yine NBA’e dönerim” diyor. Ya da bilmediğimiz başka bir sebep mi var?
Aile hayatı yine kocaman bir sır olarak kaldı. Boşandığı eski eşi Juanita Vanoy’ın vereceği röportaj önemliydi. Ama sanırım kendisi yer almak istememiş. Ya da MJ istemedi, bilemiyorum. Basketbola olan tutkusunun dışında eve girdiğinde nasıl bir Jordan vardı? Çocuklarıyla arası nasıldı, özellikle kaybettiği maçlardan sonra nasıl davranırdı bilmek isterdik.
Phil Jackson’ın yardımcıları “üçgen hücum” sisteminin mucidi Tex Winter ve o agresif savunma oyununu uygulayan “doberman savunması”nın mimarı Johnny Bach da hayatta olsalardı da onları da dinleyebilseydik. Pek fazla konuşulmuyor fakat kurdukları oyun sistemlerinin şampiyonluklarda çok büyük payı var. Ayrıca Bulls’un Jackson’dan önceki ve Jordan’la arası iyi olan koçu Doug Collins’e de yer verilebilirdi.
Tumblr media
Son üç şampiyonlukta önemli katkısı olan Toni Kukoc’tan çok az bahsedilmiş. Dream Team’le ilgili bölümde yer verildiği için mi es geçildi bilemiyorum. Ancak ikinci three-peat döneminde neredeyse sürekli ilk 5’te sahaya çıkan ve birçok maçta Pippen’dan bile daha fazla skora etki eden Kukoc fazla geri planda kalmış.
7. Şampiyonluk Hayal Miydi?
6 şampiyonluğun ardından Koç Phil Jackson ve oyuncuların kontratları 1 yıl daha uzatılabilir miydi? Bana kalırsa bu işi çözüp, herkesi ikna edebilecek tek kişi Michael Jordan’dı. Eğer Majesteleri; başkan Reinsdorf’a “bak müdür ben sana 7. şampiyonluğu şimdiden garanti ediyorum, ama sen de koç dahil bütün oyuncuları 1 sene daha takımda tut ve takımın bütçe dengesine göre (salary cap) maaşlarına zam yap. Ben kendi maaşımda indirime gitmeye razıyım” diyip sorumluluk alsaydı bu iş rahatlıkla halledilirdi. Paralel evrende belki de 10. şampiyonluğu bile kutluyorlardır, kim bilir :)
Tumblr media
Hey Gidi 90’lar
Last Dance sayesinde 90’ları deli gibi özlediğimi bir kez daha anladım. O dönem 56k modemle internete bağlanıp şansa açabildiğimiz 1-2 web sitesindeki yazıları okumak dışında; basketbol haberlerini Fast Break dergisi, haftalık yayınlanan Fanatik Basket gazetesi ve Murat Murathanoğlu ile İsmet Badem’in sundukları Asist programından takip ederdik :)
NBA maçları Kanal D’de yayınlanırdı. Gece saat 3’e 4’e alarmı kurarak tarihi anlara tanıklık eder, sabah da kan çanağına dönmüş gözlerle okula gidip teneffüslerde maç kritiği yapardık. 90’lı yılların ikonları Jerry Seinfeld, Leonardo Di Caprio, Bill Clinton, Hulk Hogan ve o çuval gibi olan cool takım elbiseleri hatırlamak tebessüm ettirdi. Peki belgesel bittikten sonra Space Jam’i açıp tekrar izleyen kaç kişiyiz? :)
Tumblr media
O dönemde benim gibi ergen olup da basketbolla ilgilenen, oynayan herkesin ezbere bildiği takımın soyunma odasına girip orada dönen muhabbetleri, goygoyları izleyip görmek güzeldi. Son sezondaki saha içi çekimleri, Flu Game öncesinde yaşananlara tanık olmak, Jordan’ın takım arkadaşlarına takılmaları, kendisi hakkındaki yorumları tabletten izlerken verdiği tepkileri, Krause’a yaptığı o berbat esprileri, otel odasında koltuğa uzanmış puro içerkenki halleri Last Dance’i keyifli yapan diğer unsurlardı.
Güzeldi ve Bitti…
Belgesel bittiğinde birlikte izlediğim sevdiceğime sarıldım. “Yaa ağladın mı sen?” dedi… Evet, ağlattılar… Çünkü çok güzel, dokunaklı ve gerçeğin ta kendisiydi… Dansın devamı olmayacağını bilmek, Phil Jackson’ın bütün takımı toplayıp herkesin anılarını kağıtlara yazdırması ve ardından o kağıtların yakılması beni tam anlamıyla bitirdi, tarif edilemez.
Tumblr media
Velhasıl, sporun hayatla ne kadar iç içe olduğunu anlatan muhteşem bir belgeseldi. Yüzlerce belgesel izledim. Fakat bu; kurgusundan müziklerine, hikayesinden karakterlerine kadar bambaşkaydı. Arşive eklenip, yıllar boyu tekrar tekrar izlenecek. Majesteleri spordan sonra sanatta da çıtayı yukarılara koydu. Emeği geçen herkese teşekkürler.
5 notes · View notes
veni-vidi-yedi · 4 years
Text
Rica etsem yukarı kaydırır mısınız?
Hepimiz birer bağımlıyız. Biz bağımlıyız. Hepimiz bir şeyleri kanıtlama bağımlısı, beyan etme bağımlısı, önce ben gördüm bağımlısı, ben de oradaydım gördünüz mü bağımlısıyız.
Aslında her şey tanıdığımız ve tanımadığımız insanlar tarafından takip edilmemizle başladı ve bu sayede hepimiz birer yayın istasyonuna dönüştük. Hepimizin her konuda bir fikri var. Herkes uzman, herkes içerikçi, herkes kişisel gelişimci, herkes... bir şey. Dünyada herkesin bu kadar vasıfla dolu olduğu başka bir zaman dilimi yok.
Tumblr media
Teknoloji bizi anlık mutluluklarla tatmin ediyor. Bir şey olacaksa hemen şimdi olsun, hemen şimdi mutlu olalım, ne kazanacaksak hemen şimdi kazanalım istiyoruz. Kimseye karşı sabrımız veya tahammülümüz yok. Sadece bizim söylediklerimiz ve yaptıklarımız doğru.
İnsanları dinlemiyoruz. Karşımızda oturup konuşan kişiyi dinlermiş gibi yapmamızın nedeni, konuşma sırasının bir an önce kendimize gelmesini beklemek. Tabi o sırada gözümüz masadaki telefonumuzda, çünkü aklımız son koyduğumuz fotoğrafa gelen beğeni sayısında. Biriyle konuşurken bile bunu düşünüyoruz.
Tumblr media
Birkaç saatliğine bile telefonsuz kalsak panik atak geçiriyoruz. Gece story’lere bakmadan uyumuyor, ben uyurken neler dönmüş diyip telefonu kurcalamadan sabah yataktan kalkmıyoruz. Uyandığımızda telefonumuzda göreceğimiz “1 bildirim” bile bizi heyecanlandırıyor. Hiçbir bildirim gelmemesi güne mutsuz başlama sebebi...
WhatsApp’ı ve Instagram’ı silsek dünyada tanıdığımız herkes bizi unutacak zannediyoruz. Hatta bazen bu iki uygulama çöktüğünde sevinenlerimiz bile oluyor; umarım bu sefer kalıcıdır diye :) Sosyal medyada hiçbir paylaşım yapmıyorsak aslında yaşamaya değer bir hayatımız yok olarak algılanıyor. Çünkü yaşanabilir bir hayatın olduğunu ve yaptıklarını mutlaka duyurman gerek.
Tumblr media
“Hayatta olan biten ne varsa haberim olmuyor, her şeyi kaçırıyorum” hissiyle yaşıyoruz her saniye. Çoğunluk hangi film veya diziyi izliyorsa onu izliyor, ne yiyip içiyorsa onu yiyip içiyor, nereleri geziyorsa oraya gidiyor, ne yapmak istiyorsa onu yapmak istiyoruz. Ama bir yandan da herkesten “farklı” olmak, görünmek istiyoruz. Ne kadar ironik değil mi?
Başkalarıyla sürekli bir “rekabet” halindeyiz. O bunu yaptıysa ben de yapmalıyım, hatta daha iyisini yapmalıyım, onlar buraya gittiyse ben de gitmeliyim, hatta daha iyi bir yere gitmeliyim. Yeter ki eksik kalmayayım... Bir şeyi gerçekten istediğimiz için mi yapıyoruz, yoksa birilerine göstermek için mi yapıyoruz? Biz bile ne yaptığımızdan emin değiliz.
Tumblr media
Aslında kötü bir gün geçirirken, o “anlık” gülümseyip selfie çekiyor ve Instagram’a koyuyoruz ki, ileride baktığımızda o günkü mutsuzluğumuzu değil, mutlu olduğumuz o an’ı hatırlayalım. Kendimize büyük bir illüzyon yarattık. Günlük hayatta konuşmadığımız, sevmediğimiz ve hatta nefret ettiğimiz insanları takip etmekten, beğenmekten, stalk’lamaktan vazgeçmiyoruz. 
İşte toplumdaki psikolojik rahatsızlıkların, anksiyetenin ve huzursuzluğun artmasının en büyük nedenlerinden biri de bu, ne yaptığını bilmeme, yetersizlik ve olmamışlık duygusu.
Artık kendi kişisel beğenilerimiz ve tercihlerimiz yok. O an popüler olan şey her ne ise anında onu tüketiyor, sistem bize ne veriyorsa onunla yetiniyoruz. Son dönemde bunun en güzel örneği ise Netflix... Birisine film veya dizi tavsiyesi verdiğimizde ilk sorusu “Netflix’te var mı?” oluyor. Çünkü kaliteli yapım sayısı sınırlı olan bu platform bizlere öyle bir rahatlık sundu ki, dışarıda kalan ve belki de hayatımıza yön verecek milyonlarca filmi, diziyi, belgeseli araştırıp bulmak gözümüzde büyüyor. 
Popüler kültürün dışına çıkmak işimize gelmiyor. Belki de etrafımızdaki çoğu kişiyle konuşacak bir sohbet konusu bulamıyoruz ve onlarla aynı dili konuşabilmek için hala takip ediyoruzdur bu platformu.
Tumblr media
Küçük Prens’in de söylediği gibi “sayılar”a karşı takıntımız var. (Bu arada bu kitabı çocuk kitabı diye hala okumayanlar varsa fena halde yanılıyorlar onu söyleyim :)  
“Büyükler sayılardan hoşlanır. Onlara yeni bir dostunuzdan söz açtınız mı, hiçbir zaman size önemli şeyler sormazlar. Hiçbir zaman: ” Sesi nasıl? Hangi oyunu sever? Kelebek toplar mı?” diye sormazlar. “Kaç yaşındadır? Kaç kardeşi var? Babası kaç para kazanır?” diye sorarlar.”
Birileri tarafından her daim yönlendirilmeye ihtiyaç duyduğumuz için gerçek hayatta olduğu kadar dijital hayatta da “sayılar” bizim için çok önemli. Beğeni sayısı, izlenme sayısı, takipçi sayısı, imdb puanı... İnsanları, sahip oldukları bu sayılara göre zihnimizde sınıflandırıyoruz.
Kalitesiz ve vasat şeylerin günümüzde “trend” olmasının nedeni de işte bu sayılar. İhtiyacımız olmayan ürünlere bile sırf sosyal medyada yüz binlerce takipçisi olan kişiler reklamını yapıyor diye bizler de sahip olmak istiyoruz. Sadece “yukarı kaydır”mak yeterli :) Çünkü bize sürekli bir şeyler pazarlanmalı ve satılmalı. İnsanlık var olduğundan beri buna programlandık.
Tanımadığımız insanların bize hiçbir faydası olmayan “sıradan” hayatlarını sırf çok fazla izlendiği için biz de izlemeye bayılıyoruz. Imdb puanı 7’nin altında olan filmleri izlemek vakit kaybı gibi geliyor. Halbuki o filmler arasında hayatımıza dokunacak filmler olabileceğini düşünemiyoruz mesela.
Dijital dünya sayesinde artık hepimiz her şey hakkında sınırsız sayıda bilgiye ulaşabiliyoruz. Ancak bir yandan da gerçek hayatla ilgili deneyimlerimiz azalıyor. Eskisi kadar anı biriktiremiyoruz. Sevdiklerimizle olan yaşanmışlıklarımızın yerini yukarıda bahsettiğim “bağımlılık” ve bu durumun getirdiği “yalnızlık” aldı.
Sahiden biz ne yapıyoruz? Amacımız tam olarak ne? Yaptığımız şeylerin farkında mıyız? Kendimiz olmayı, hayatta her şeye yetişemeyeceğimizi ve bu durumu kabullenmeyi ne zaman öğreneceğiz? 
Bundan sonra bir şeyler değişecek mi? Elbette hayır. 
Teknoloji ve dijitalleşmeyle beraber dünya artık eskisinden çok farklı. Haliyle biz de değiştik, değişiyoruz.
Tumblr media
Dünya üzerinde bugüne kadar 110 milyar insan yaşamış ve ölmüş. Yüz on milyar... Hayata kalıcı bir eser bırakmadıysak %99'umuz hiç yaşamamış gibi sadece istatistik olarak kalacak. Hayat biz olmadan da aynen devam edecek. İnsanlar doğacak, büyüyecek, kendi anılarını yaşayacak, gülecek, ağlayacak, aşık olacak, sevişecek, gezip tozacak...
Bir şeylere fazla anlam yüklemeden yaşarsak, kendimizi daha “özgür” hissetmemiz kaçınılmaz. Evet, bunu yapabiliriz! :)
3 notes · View notes
veni-vidi-yedi · 4 years
Text
Karantinanızı nasıl alırdınız?
“Son Covid-19 hastasının da iyileşmesiyle, dünyada artık koronalı hasta kalmadı. Günaydın yeni dünya!”
Hep kıyamet temalı veya savaş filmlerinden aşina olduğumuz radyodaki o meşhur sabah anonslarından hayal ettim bir an.
Tumblr media
21.yüzyılda kendimizi bir pandeminin ortasında bulduğumuza, Çinlilerin yarasa aşerme sevdası yüzünden dünyanın diğer ucundaki dedelerin, ninelerin nefessiz kalarak öldüklerine hâlâ inanamıyoruz. Geçmiş dönemlerdeki salgınlarda ölen ve mezarı bile olmayan kuşakların torunları Instagram’da #washyourhands, #evdekal gibi etiketleri kullanarak herkese çağrıda bulunuyor, 2020 yılında zaman makinesiyle yolculuk hayalleri kurarken, marketten eve sipariş edilen cips paketleri bile çamaşır sulu bezle siliniyor, umreciler karantinadan kaçıyor, tuvalet kağıdı almak için insanlar birbirlerini tartaklıyor... Kara mizah filmlerinde bile görmediğimiz olan bitenleri gerçekten aklımız almıyor.
“Sana söz yine baharlar gelecek” şarkısında adı geçen ‘bahar’ın bu yıla ait bir mevsim olmadığına artık eminiz, çünkü harikulade başlayan ve öyle devam eden bir yıl(!) olan 2020’nin baharını çöpe attık dersek yeridir. Hatta görünen o ki aşı bulunmadan, bağışıklık kazanmadan veya bu virüs mutasyona uğramadan bu muhteşem yılı komple hafızamızdan çıkaracağız. Bilinmezlik ve belirsizlik kavramları bir kez daha biz insanları çaresiz bıraktı.
Tumblr media
Bugün tüm insanlığı tehdit eden, anlamakta ve korunmakta zorlandığımız bu salgından önce hayatlarımızı nerede “pause” ettik? Yakın arkadaşlarımızla veya ailemizle en son nereye seyahat ettik, neler yapıyorduk, hayatımızda nelerden şikayetçiydik? Bu saydıklarımın çoğunun cevabını şu an belki de hatırlamıyoruz bile. Çünkü artık bambaşka bir dönemdeyiz ve önceliklerimiz tamamen değişti. Evde deterjan var mı yok mu, elimizdeki sebze meyve bizi kaç gün idare eder gibi sorunlarımız var. Tarih öncesi ilkel toplumlardaki atalarımız gibi avcı-toplayıcı sorumlulukları tekrar üstlenip sadece temel ihtiyaçlarımız için yaşam alanlarımızdan çıkıyoruz.
Günlerin birbirine karıştığı, bugünle yarın arasında önemli bir fark olmayan bu dönemde kendi gönüllü karantinamızı yarattık. Her birimiz zamanı farklı tecrübe ediyoruz. Evinde sıkılan, kendini bir şeylerle oyalama kabiliyeti olmayanlar için ağır aksak ilerleyen, yavaş akan bir zaman söz konusu.
“Sürekli bir şeyler yapmak zorundayım; yaşam, daima hareket halinde olmaktır” düşüncesi, şimdiye kadar hayatı sadece tüketilecek anlardan ibaret olarak görmek bizi can sıkıntısına doğru sürüklüyor. Yavaşlamayı ve durmayı zaman kaybı gibi hissediyoruz.
Tumblr media
İşte tam da bu durum, fabrika ayarlarımıza geri dönmemiz ve üretkenliğimizi artırmamız adına bizlere bir fırsat verdi. Tek başımıza ya da arkadaşlarımızla sevdiğimiz konularla ilgili podcastler oluşturmak, eğlenceli videolar çekmek, blog açıp bir şeyler yazmak, izlemeyi ertelediğimiz belgeselleri, filmleri, nostaljik dizileri ve hatta YouTube’a yüklenen tiyatro oyunlarını izlemek, spor veya yoga yapmak, bir dans türü ya da bir müzik enstrümanı çalmayı öğrenmek, modern hayatlarımızla beraber artık pek zaman geçirmediğimiz balkonlarımızda oturup sohbet etmek, kitap okumak gibi... Bizler zamanında balkon demirini yalamış bir nesiliz, unutmayın :)
Yazdıklarımın bir kısmı klişe gelebilir anlıyorum, ancak söylemek istediğim şey; bir insan, elinin altında bir sürü imkân varken kendi evinde sıkılmamalı. Hepimizin bir ilgi alanı vardır illa ki, yoksa da olmalı. Dolayısıyla ertelediğiniz, vakit bulamamaktan şikayet ettiğiniz ne varsa izin verin, yetenekleriniz öne çıksın. Bakın mesela çoğumuz bu süreçte semt fırını açacak kadar ekmek ve pide yapabilecek kapasitede olduğumuzu gördük di mi? :)
Tumblr media
Koronavirüs doğanın bizden aldığı bir intikam şekli mi?
Bu konuyla ilgili birçok yazıya eminim denk gelmişsinizdir. Şu bir gerçek ki, kendi türüne bile faydasından çok zararı olan insanoğlu, gezegenin sıradan sakinlerinden birisi olmaktan çıkıp doğaya kendi çıkarları için zarar verdi. Dünyanın tek sahibinin kendisi olduğunu zannedip, diğer canlı türlerinin ekosistemini altüst etti ve doğada her şeyin bir ‘denge’ üzerine kurulu olduğunu unutup tüm insanlığın iyiliğini istemek yerine hep kendini düşündü evet.  
Ancak tüm bu kötülüklere rağmen tabiatta insan dışında hiçbir canlı intikam duyacak kadar kibirli değil. Yediğimiz yemekten, dinlediğimiz müziğe, giydiğimiz kıyafetlerden, izlediğimiz filmlere kadar neyimiz varsa şekillendiren doğayı, “intikam” gibi bir kelimeyle yan yana kullanmak bencilce değil mi?
Doğa sadece “dünyanın hakimi benim, ben ne istersem o olur” der gibi hareket eden insanın kibirli duruşu karşısında söz alıp “kendini hatırlatma” gereği duydu ve insanı kendi yaptıkları üzerine düşünmeye çağırdı. Eğer bir intikamdan bahsedeceksek; virüs denilen gözle görülmeyen bir varlığın, kendisini yaratan kapitalizmden -üstelik bilinçsizce- aldığı vahşi bir intikamdan söz edebiliriz.
Tumblr media
Bu da geçer, neler geçmedi ki? Ama...
Bu zor günler eninde sonunda geçecek. Peki sonrasında hayatımızda ne gibi değişiklikler olacak? Bana kalırsa salgından daha trajik olan bir şey varsa, o da bugünlerden ders çıkarmadan, değişmeden çıkmak olacak. Kanat çırpan kelebeğin, dünyanın başka bir yerinde yarattığı kasırgayı tanımlayan o meşhur teoride bahsedildiği gibi; yaşadığımız gezegenin herhangi bir yerinde olup biten her felaket, eninde sonunda bize de etki edecek. Bu kaçınılmaz, ki bu salgında da bunu tecrübe ettik.
Mesela en basitinden “Ben başkaları için neyi daha iyi yapabilirim ve nasıl yararlı bir insan olabilirim” sorularının cevaplarını verebilmemiz adına; toplumlar arasındaki bilinç, iletişim ve empatiyi paranın önüne koymak için bundan daha iyi bir dönüm noktası olamaz. “Bir şeyleri değiştirme" fikri korona sayesinde artık sadece teoride kalmayıp, pratiğe de dökülmesi gereken büyük bir fırsat.
Tumblr media
Şüphesiz ki dünyada her alanda değişimler olacaktır. Önümüzdeki dönemde çalışma hayatının bir kısmı home office’e evrilebilir, sağlık sistemleri yeniden düzenlenebilir, boşanmalar artabilir, e-ticaret sitelerinin önemi kavranabilir, hayatımızın her alanında dijitalleşme daha da yaygınlaşabilir ve tüketim alışkanlıklarımız değişebilir vs. 
Kapitalizmin uzun vadede nasıl etkileneceği biraz uzun ve karmaşık bir konu. Belki başka bir yazıda bunu ele alabilirim. Bir de unutmadan, kadınların kuaför özleminden mevzu açılırken, erkeklerin de berberlerine olan sadakatlerinin artacağını es geçmeyelim :)
Son olarak biraz ters köşe gibi olacak, fakat açıkçası ben bundan sonrası için pek iyimser değilim. İnsan maalesef her şeyi çabuk unutan, bencil ve ikiyüzlü bir canlı olduğu için yaşanılanlardan pek ders almayacak ve bu berbat döngüsel düzen devam edecektir diye düşünüyorum. Umarım zaman beni haksız çıkarır ve bu karantina dönemindeki kendimizle yüzleştiğimiz günleri bile arar hale gelmeyiz.
3 notes · View notes
veni-vidi-yedi · 6 years
Text
Cosmos a space-time odyssey
Tumblr media
yeryüzündeki aklı başında olan bütün insanların daha iyisi yapılana kadar mutlaka izlemesi gereken olağanüstü başyapıt. 
evrenin varoluşundan günümüze neler olup bittiğini, kainattaki birçok şeyin göründüğü gibi olmadığını sade bir dille bilal'e anlatır gibi anlatıyor. o saçma sapan yerli dizileri, yıllarca süren bilmem kaçıncı sezon bilmem kaçıncı episode'lu yabancı dizileri izleyip vakit öldürmeyin. tabi ki istediğiniz dizileri izleyeceksiniz, demek istediğim dizilere körü körüne bağlanmayın çünkü dizilerin sonu yok. bitmiyorlar. böyle değerli yapımları ihmal etmeyin. sabah akşam whatsapp, facebook, twitter, instagram, sözlük derken biraz soluklanın, açın da neyiz, nerdeyiz, bizim dışında neler olup bitiyor-bitmiş bi öğrenin, aralarda notlar alın, başa alıp tekrar izleyin.  çocuklarınız, yeğenleriniz, torunlarınız ellerinde tabletle oyun oynayacağına arada böyle faydalı şeyler izlesinler. bizler şanslı sayılmayız çünkü böylesine altın değerindeki bilgilerle çok geç tanıştık bari onlar teknolojinin nimetlerinden faydalanmaya küçük yaşlarda başlasınlar. (bkz: neil degrasse tyson'ın askerleriyiz)
0 notes
veni-vidi-yedi · 6 years
Text
Raketimi kaptım: Az bilinen gerçekler
Tumblr media
eğer spor haberlerini takip eden biriyseniz özellikle tenisle ilgili avustralya açık tenis turnuvası, amerika açık, fransa açık....vs. gibi kelimeleri çok sık duyarsınız.
burada "açık" olarak belirtilen, turnuvaların oynandığı kortların üstlerinin açık olması değil. örneğin amerika açık tenis turnuvası derken adı üzerinde amerika'da yapılan ancak turnuvanın sadece amerikalı sporculara değil dünyadaki bütün ülkelerin sporcularına "açık", uluslararası bir turnuva olduğu belirtilir. mesela amerika açık'ın başladığı ilk zamanlar turnuvaya sadece abd tenis federasyonunun üyesi olan kulüplere ait sporcular katılabiliyordu. keza aynı şekilde avustralya açık ilk zamanlar "the australian championships" olarak oynanıyordu. yani bir turnuva hangi ülkede düzenleniyorsa sadece o ülkenin sporcuları katılabiliyorken, 1960'ların sonlarından itibaren bütün turnuvalar uluslararası oldu ve isimlerine "open" eklendi. üstü kapalı salon kortlarda oynanan bazı turnuvalar genelde "indoors" olarak belirtilir.
1 note · View note
veni-vidi-yedi · 6 years
Photo
Tumblr media
0 notes
veni-vidi-yedi · 6 years
Text
Ben Bond, James Bond... Peki neden 007?
Tumblr media
İngiliz ajan James Bond'un isminin başında yer alan 007'deki "00" kodu bir ajana tanınmış olan "öldürme yetkisi"ni (license to kill) ifade eder. "7" de Bond’un kişisel numarasıdır. Bond filmlerini izleyenler bilir. Bond'un bağlı olduğu İngiltere'nin gizli haber alma teşkilatı MI6'nın 006, 005 . . . kodlu ajanları da vardır ancak numarasından ötürü en yüksek yetki Bond'tadır.
Bu hayali karakterin yaratıcısı Ian Fleming, kafasında yarattığı bu kahramana bir isim ararken bir gün eline Birds of The West Indies adında kuşlarla ilgili bir kitap geçiyor ve kitabın yazarı ornitolog James Bond olunca, böylece yazarın ismini, kahramanın adı olarak belirliyor. Bond’un kodunu “7” olarak belirlemesine ise daha baştan 7 adet ayrı macerayı içeren bir seriye niyetle ve herkesi şaşırtmak için de bu serilere sondan başa doğru numaralandırarak yazmaya karar verdiğini söylemiştir. Bu nedenle ilk kitabını “007 James Bond” olarak numaralandırmış, ancak kitabın beklenmedik şekilde tutması ve okuyucunun bunun ajanın ismine ait olduğunu sanmasıyla ortaya çıkıveren havayı bozmamak adına sonradan bu fikrinden vazgeçip tüm kitapları “007” olarak değiştirmiştir.
0 notes
veni-vidi-yedi · 6 years
Text
Down Cafe
şişli'de down sendromlu bir çocuğu olan saruhan singen'in çabalarıyla açılan, yaşları 18 ila 35 arasında değişen down sendromlu gençlerin çalıştığı anlamlı bir kafe. 5 genç dönüşümlü olarak anneleriyle birlikte buraya gelerek sizlere kapılarını açıyorlar. anneleri yemekleri hazırlıyor, onlar da genelde sipariş, servis ve temizlik işlerini yapıyorlar. yediğiniz içtiğiniz şeylerin, lezzetlerin hiçbir önemi yok. onların yüzlerindeki o hayat enerjisini, neşeyi gördükçe bambaşka diyarlara gidiyorsunuz zaten. sadece down sendromlu değil, otistik ve mental bozukluğu olan gençler de var ve hepsi birbirinden sevimli. 
amaçları para kazanmaktan öte, gençlerin evde kalmak yerine çeşitli aktiviteler ve misafirler sayesinde sosyalleşmelerini, yeteneklerini açığa çıkarabilmelerini sağlamak. sosyal olma konusunda birçok insandan çok çok ilerdeler. çoğumuz iki adımlık yere gitmeye üşenirken onlar okula gidiyor, çalışıyor, yoga yapıyor, resim çiziyor, perküsyon çalıyor, işaret dili öğreniyor . . . vs. farkındalık duygusu, hayatta bazı şeyler illa başımıza gelince mi oluşmalı? kanser hastalarının duygularını, görme ve işitme engelli insanların yaşadığı zorlukları, zihinsel engelli çocuğu olan bir annenin geleceğe dair korkularını....vs. başımıza gelince mi fark edeceğiz? neden -ben dahil- çoğumuz bir gün olsun kalkıp da lösev’e, kimsesizler yurdu’na, huzurevlerine, bedensel-zihinsel engelliler derneği'ne gitmiyoruz? kimsenin kötü niyetli olmadığına eminim. ama kabul edelim; ya çekiniyoruz, ya üşeniyoruz ya da umursamıyoruz böyle şeyleri. burayı okuyan herkesten ricam, şu hayata gelişimizin bir amacı olsun, ihtiyacı olan insanlara bir faydamız dokunsun, lütfen. lise ve üniversite öğrencileri toplanıp gidin. plazaların ve işyerlerinin yoğun olduğu bu bölgede beyaz yakalılar bir gün de yemeğe buraya gelsin. öğretmenler, hemşireler, avukatlar, doktorlar, mühendisler, bankacılar, müdürler sizler de bir uğrayın. teyzeler bir altın gününüzü burada düzenleyin. bir doğumgününüzü burada kutlayın. bir bahane bulup burada bir organizasyon yapmak size hiçbir şey kaybettirmez. şu an için bildiğim kadarıyla istanbul, ankara, izmir ve konya'da halen aktif olan bu kafelerin diğer belediyelere de örnek olması ve her ilçede açılması en büyük dileğimiz. bağışlarla destek olmak isteyenler için bilgiler; alder bağış hesap no : iş bankası mecidiyeköy şubesi şube kodu: 1089 / hesap no: 944601 adres: gülbağ mahallesi, cemal sururi sok no:1 mecidiyeköy / ist. telefon: 0212 216 66 64 unutmayın, onlar da bizim gibiler. +1 farkla.
0 notes
veni-vidi-yedi · 6 years
Text
Biraz da futbol: Diego Pablo Simeone
Tumblr media
başarı ölçütünün sadece kupalarla değerlendirildiği futbolda, hakettiği değeri çok fazla görmediğini düşündüğüm arjantinli efsane teknik adam. 4 yıl önce göreve geldiği atletico madrid ile ilk sezon uefa avrupa ligi ve uefa süper kupasını kazanmış, barcelona ve real madrid gibi hem bütçeleriyle, hem de kadrosundaki yıldızlarla dünya futbolunu domine eden iki kulübün olduğu ligde şampiyonluk yaşamış, kurduğu müthiş takım savunmasıyla -geçen sezon hariç- la liga'daki her sezonunda en az gol yiyen takım yaratmış, şampiyonlar ligi finalinde bitime 2 dakika kala kupayı elinden kaçırmış.
ve bu başarıların altına imzasını atarken her sezon takımdaki önemli yıldızları elinde tutamamış, 'artık atletico'nun işi zor' derken bir bakmışsın üstüne katarak daha iyi bir kadro oluşturup istikrarı bozmamış, takım savunmasını kusursuza yakın yapıp az gol atıp az gol yiyip, buna rağmen sıkıcı futbolun aksine gayet disiplinli ve güzel futbol oynatmıştır. 4 senede real madrid ve barcelona'yla oynadığı maçlarda birçok kez rakiplerine üstünlük sağlayıp, her sezon ligin sonlarına kadar şampiyonluğu kovalamıştır. açıklamalarına bakılırsa sanırım bir süre daha atletico'da kalacak gibi gözüküyor. eğer kalacaksa mutlaka atletico yönetimi, takıma daha iyi takviyeler yaparak daha fazla güçlendirip, diego'yu ve bizleri daha çok sevindirmeli. kariyeri nasıl seyreder bilemem ama bence sırf şu 4 senede yaptıklarıyla bile tarihte adı bela gutmann, brian clough, bill shankly gibi dehalarla beraber anılmalı. bizim türk teknik adamların kendisinden öğrenmesi, alması gereken o kadar çok şey var ki. ben kendisini 2018 dünya kupası'nda arjantin milli takımının başında görmeyi çok isterim. sadece milli takımı çalıştırmaz tabi ki. hem atletico hem milli takımı birarada götürmek ister mi bilemiyorum. lakin messi ve simeone ikilisini aynı takımda görmenin hayali bile güzel. dünya kupasını kaldırmak herkesten çok onlara yakışır.
0 notes
veni-vidi-yedi · 6 years
Photo
Tumblr media
0 notes
veni-vidi-yedi · 6 years
Text
Ne kadar enteresan
Hareket halindeki bir araçtayken kitap, gazete veya telefonda bir şey okuduğumuzda midemiz neden bulanır?
Bir insanın bulunduğu yeri belirlemesi için beynin görme, dokunma duyusu, iç kulak ve kendi tahminleri gibi farklı kaynaklardan gelen bilgileri birleştirmesi gerekir. iç kulak özellikle önemlidir, çünkü iç kulakta hem açısal hem de doğrusal hareketi algılamayı sağlayan duyular bulunur. 
çoğu durumda bu kaynakların sağladığı bilgiler birbirlerini doğrular. hareketin yarattığı mide bulantısı, bu bilgilerin birbirlerini doğrulamadığı durumlarda söz konusudur. zihindeki mekan kavramı karışır, mide bulantısı ve kusma oluşur. hareket halindeki bir arabanın arka koltuğunda oturmuş kitap okuduğunuzu düşünün. yerinizde sabit oturuyorsunuz, gözleriniz kitaba dikilmiş, görüş alanınız arabanın içi ile sınırlı. ancak, araba tümseklerin üzerinden geçip, virajlara girip hızını arttırdıkça ya da azalttıkça kulaklarınız gözlerinizle anlaşmazlık içine düşer. böyle bir durumda mide bulantısı oluşmasının nedeni de budur. eğer mideniz bulanırsa, okumayı bırakıp, camdan dışarı bakın. bu durumda, midesi bulanacak en son kişi arabanın şoförüdür. o sadece işitme, görme ve dokunma duyularının sağladığı doğru bilgiye sahip olmakla kalmaz, ayrıca arabayı kullanan kendisi olduğu için, dönüşleri, hız artış ya da azalışlarını önceden bilebilir. şoför, konumu itibariyle hareket tahminlerini arabanın gerçek hareketine göre ayarlayabilir.
0 notes
veni-vidi-yedi · 6 years
Text
Ne kadar enteresan: Bal petekleri
bal peteklerini hepimiz biliriz. altıgen şeklinde muazzam bir dizilime sahiptirler. peki neden üçgen, kare, daire, beşgen, sekizgen filan değil de altıgen biçimindedirler? 
Tumblr media
eğer daire, beşgen ve sekizgen gibi şekillerde dizilselerdi, muhakkak boşluk kalırdı. kare ve üçgende ise aynı hacmi doldurmak için gereken duvar çevresi daha fazla olacağından en az malzeme ile bir alanı optimum şekilde bölmek için altıgen en ideal olan şekil tipidir. çünkü; belirli bir alanın maksimum kullanımı için en verimli depolama şekli altıgene daha uygundur. altıgen hücre, en çok miktarda bal depolarken, inşası için en az bal mumu gerektiren şekildir. yani arı, olabilecek en uygun şekli kullanmaktadır. arılar petek inşaatına iki-üç ayrı yerden başlarlar ve aynı anda iki-üç dizi şeklinde peteği örerler çok sayıda arı değişik yerlerden başlayarak aynı ölçülerde altıgenler yapıp, bunları birbirine ekleyerek peteği örer ve en sonunda ortada buluşurlar. ve bu altıgenlerin birleşme yerleri o kadar ustaca yapılmıştır ki görünürde sonradan eklendiklerine dair hiçbir iz yoktur.
0 notes
veni-vidi-yedi · 6 years
Text
Raketimi kaptım: Novak Djokovic
Tumblr media
kort dışında inanılmaz eğlenceli, komik ve hayatı yaşamasını bilen biri djoker. tenisi veya sporu takip edenler sosyal hayatındaki birçok videosunu izlemiştir. sabaha kadar içip makara goygoy yaparsın bu adamla. bu özelliğinin yanında kortta da bir o kadar antipatik, sevimsiz ve çirkef bir oyuncuya dönüşüyor maalesef. genelde oyun olarak gerideyken sürekli hakemle diyaloğa girmesi, bağırarak bir şeyler söylemesi, ellerini iki yana açıp seyirciyi etki altına almaya çalışması, seyirci rakibini desteklerken jest ve mimiklerle seyirciye serzenişte bulunması, sık sık taktik icabı tuvalet molalarına başvurup oyunu soğutması vs. bunlar oyunun içerisinde var olan psikolojik mücadele diyebilirsiniz ama novak bu yöntemlere fazlasıyla başvuruyor.
nole'nin özellikle son 3-4 yılda erkek tenisini domine ettiği aşikar. lakin fedex'in yaş itibariyle eski formundan uzak olması, nadal'ın bir türlü sakatlıktan tam anlamıyla kurtulamaması ve şu anki dönemde kendisini zorlayacak winner bir oyuncunun olmaması da kendisinin en büyük şansı olduğunu da kabul edelim. 29 yaşında 12 grand slam kazandı ve ciddi bir sakatlık yaşamayıp, karşısında ciddi bir rakip bulamazsa, fedex'in 17 grand slam'lik rekorunu kıracak gibi görünüyor.  bu adam hakkında burda yazılanları okuyunca şu kanıya bir kez daha vardım. gerçekten adamakıllı destekleyen fanlarını geçtim, kim güçlüyse onun taraftarı olayımcılar var. mesela 90 sonrası doğan nesile şu an sorsanız stephen curryciler, messiciler, ronaldocular, beyonceciler çoğunluktadır. onlar jordan'a kobe'ye zidane'a maradona'ya michael jackson'a filan her daim bok atarlar. bir anda djokovic fanı olanların federer'e nadal'a sampras'a ve onların taraftarlarına filan bok atması gibi. djoker büyük tenisçi evet. lakin antipatikliği yüzünden benim gözümde hiçbir zaman efsane olamayacak.
0 notes
veni-vidi-yedi · 6 years
Photo
Tumblr media
0 notes
veni-vidi-yedi · 6 years
Text
Evet Çocuklaaaar... Fight Club!
Tumblr media
Fight Club... bir filmden çok daha fazlası. İçinde bulunduğumuz kirli düzeni, tüketim kültürünü, hırs ve üstünlük duygusunu, güzellik idealini ve iş dünyasını karanlık bir mizahla yoğurup ortaya harika bir iş çıkaran Chuck Palahniuk ve David Fincher. Bu yazıda sizlere kitap ve film arasındaki farklılıklardan bahsedeceğim.
Öncelikle kitabın biz okuyuculara aktarılma biçimini kısaca irdeleyelim. Chuck Palahniuk reyiz kızmasın ama bence kitapta konudan konuya atlanan bir anlatım söz konusu. Örneğin, bir bölümde Tyler'dan bahsedilirken, daha bir cümle geçmeden Marla'ya, oradan patronuna geçiş yapılıyor. Anlatıcının uyku problemi, gerçeği ve rüyayı karıştırma olasılığı, psikolojik olarak çökmesi gibi sebeplerden dolayı bu anlatım tarzının kitabın doğasına uygun olduğuna karar verdim. Zaten bana göre bu tarz anlatımdaki amaç; okuyucunun kafasını karıştırmak, Tyler ve anlatıcının bağlantısını olabildiğince saklamak, okuyucunun farketmesini geciktirmek diye düşünüyorum. Kitaptan edebi anlamda da bir şey beklemeyin. Zaten edebiyat olsun diye yapılmış bir eser değil bu. Yazarın amacı başından beri belli. Kendi içindeki isyanı anlatıcıdan Tyler'a, oradan da bize aktarmaya çalışmış. 
Tumblr media
Neyse, gelelim kitapla film arasındaki farklılıklara: - Kitapta ana karakterimizin bir ismi yok, sadece anlatıcı olarak geçiyor. Filmde ise ana karakterin ismi “Jack”. - Kitapta anlatıcı Tyler Durden’la uyumak üzereyken bir sahilde tanışıyor. Filmde ise Tyler ve anlatıcı bir uçakta tanışıyor ve aynı çantaya sahip olduklarını farkediyorlar. - Kitapta anlatıcı apartmanı havaya uçtuktan sonra Tyler’a lobiden telefon ediyor. Filmde ise Jack önce Marla’yı arıyor ama o henüz cevap vermeden telefonu kapatıyor. Daha sonra ona cevap vermeyen Tyler’ı arıyor ama Tyler ona geri dönüyor. - Kitapta anlatıcı doğrudan bir bara gidip, Tyler’a bir süre onda kalmasının mümkün olup olmadığını soruyor. Filmde ise Jack bu soruyu sormaktan bir hayli çekiniyor ve Tyler sonunda onunla kalmak istiyorsa söylemesinin yeterli olduğunu belirtiyor. - Kitaptaki diyaloglardaki Tyler ve filmdeki Tyler’ı kıyaslarsak filmdeki Tyler açık ara daha karizmatik. Fincher bu küçük oynamayı yaparken seyircinin Tyler’ı sevmesini istediğini ama ortalıklarda yokken de onu özlememesini temenni ettiğini söylüyor zaten. - Filmde Tyler kimseyi öldürmüyor. Oysa kitapta belediye başkanının temsilcisini öldürüyor ve hatta filmde kimseyi öldürmek gibi bir niyeti de yok. Romandaki Tyler, insanların kurban edilmesini istiyor. Ayrıca kitapta anlatıcının patronunu dinamitle öldürdüğünü de es geçmemeli. - Kitapta anlatıcı Tyler’ın ilk kez boynuna yumruk atıyor. Filmde ise Jack Tyler’ın kulağına vuruyor. - Kitapta Tyler Marla’nın intihar girişimi telefonunu cevaplar ve anlatıcı bunu sonradan öğrenirken, filmde Jack telefonu açıp sonra hiç olaylara dahil olmadan telefonu açık bırakıyor. Tyler sonradan gelip onu dinliyor. - Filmde tıbbi atık konteynırlarında buldukları yağlarla sabun yapılırken, kitapta sabun yapımında Marla’nın annesinin liposuctionla aldırıp yolladığı yağlar kullanılıyor. - Marla hakkında film bize çok fazla ipucu vermiyor. Kendisinin daha önceden neler yaptığına dair en ufak bir fikrimiz bile yok. Kitapta ise Marla’nın geçmişine dair birkaç şey öğreniyoruz. - Jack’in Marla’nın göğsüne kanser kontrolü yaptığı sahnenin kitap versiyonu anlatıcının Marla’ya kendisi hakkında küçük düşürücü bir hikayeyi anlatmasını da içeriyor. Filmde ise bu sahne çok daha yüzeysel. - Anlatıcı, kitapta grup toplantısındayken; Marla “onun kanseri yok” diye bağırıyor, ama bu sahne filmde yer almıyor. - Kitapta Tyler ve anlatıcı Project Mayhem’i beraber başlatıyor. Filmde Jack hem projeyi başlatmıyor, hem de aslında ne denli ileri gidildiğini çok sonradan farkediyor. - Kitapta anlatıcı Marla’ya ufak bir karakter değişimi sıkıntısı yaşadığından bahsediyor. Filmde ise Marla’ya bundan bahsetmektense tehlikeden uzaklaşması için onu bir otobüse bindirmeyi tercih ediyor. - Kitabın ve filmin sonu farklı. Filmin sonunda Jack kendi ağzına kurşunu Tyler’ın önünde bir binada sıkıyor ve Marla sonradan geliyor. Kitapta ise bir dayanışma grubunun ve Marla’nın önünde kendi ağzına silah dayayıp ateş ediyor. - Kitapta planlanan eylem en uzun binayı yerle bir etmek ve Tyler da bu esnada binada ölüp şehit düşmeyi planlıyor. Bir şekilde plan iptal oluyor ve bina patlamıyor. Filmde ise plan, tek bir bina değil bütün kredi kartı binalarını patlatmak ve Tyler bunu izlemeyi yeğliyor. - Jack kendini vurup Tyler’dan kurtularak Marla’yla bir hayat kurmayı başarabileceği bir yola giriyor. Kitapta ise onu Tyler’dan kurtaran şey Marla’ya değer vermesi oluyor. - Filmde hikayeye Marla ve anlatıcının el ele tutuşup da binaların patlamasıyla veda ediyorduk. Kitapta ise anlatıcı kendisinin cennet sandığı, bizim ise bir akıl hastanesi olduğunu anladığımız bir yerde uyanıyor. Öylesine Fight Club bağımlısıyım ki, elimde tişört, sabun, bardak altlığı, kitap, anahtarlık ve duvar saatinden oluşan bir koleksiyonu mevcut filmin. Anahtarlığı kaybettiğim ve saati de kırdığım için kalanlarla yetiniyorum :)
1 note · View note
veni-vidi-yedi · 6 years
Text
Keşkek nedir?
Tumblr media
eğer iyi bir damak tadınız varsa mutlaka seveceğiniz, sağlık için gayet faydalı ve besleyici yöresel lezzet. genelde çoğu bölgede farklı yapılış tarifi vardır. bana sorarsanız ideali ve en lezzetlisi dana etiyle yapılandır. çünkü kuzu eti ağır gelebilir veya tavuk keşkeğin tadını bozabilir. bizim memlekette (orta karadeniz) genelde dana etiyle yapılır. her bayram sabahı veya bazen düğünlerde afiyetle yenir. siz burda kötülenmesine aldanmayın. içlerinde tadına bakmayıp sadece görüntüsünden dolayı tiksinen de var. bir de menemenle kıyaslanmış. madem çok tercih ediliyor neden hiçbir restoranın menüsünde yok denmiş. yöresel bir yemeği menemenle kıyaslamak da büyük zeka gerektirir.  istanbul'da iyi keşkek yapan birkaç yer var. tadını merak edip denemek isteyenler varsa mekan konusunda yardımcı olabilirim.
0 notes
veni-vidi-yedi · 6 years
Text
O bunu okusa...
hep evlenip hem de eğlenebileceğimiz , birbirimizden asla sıkılmayacağımız bir hayatımız, geleceğimiz olacaktı seninle. sen miss piggy'din, ben de senin kurbağa kermit'in. nasıl bu hale geldik, düşündükçe içim içimi yiyor. ama artık düşünmüyorum. hata benim biliyorum. seni suçlamıyorum. sana gitme deseydim belki şu an bambaşka bir hayatımız olacaktı. ama diyemedikçe diyemezsin ya hani.. işte öyle. uzun uzun günlerce, haftalarca hiç uyumadan yazasım var. ama bunu okuyup, beni bulursun diye çok korkuyorum..
0 notes