#zamana ihtiyaç duymak
Explore tagged Tumblr posts
Text
Sevgininde iyileşmeye ihtiyacı var😔
#alışmak#eskisi gibi olabilmek#yeni başlangıçlar#zamana ihtiyaç duymak#yeniden birlikteyiz#bitmek bilmeyen sorular#kendi içimde savaşıyorum#korku#bilinmezlik#overthink
6 notes
·
View notes
Text
özlemektup...
...bir müze olarak masumiyet, imzalanmamış suret, çaba sarfedilmeyen gayr-et, uyuştukça şişen-su alan-toplayan-biriken bir ayak gibi hasr-et, yol arsız(lığ)ı; gurb-et, ansızın bölünen uyku; hayr-et, karşı pencerenin gölgesi, bozulan mahremiy-et, yılların geçmesi, herkes için geçmesi, yalnızlığın ne çok çeşidi olduğunu anlamak, bize kalan geniş zamanlar, kendi yerinde-zamanında ağır olanlar; taş’a öykünmek, nedenini bilmeden ağladıklarımızın içimizden hiç gitmemesi, kuşku duyulmayan davranış, keder biçebilmek öte hayatlara, sığınılan kelimeler, insanın kendindeki muamma, bir salkım üzüm gibi salınan keder, bir türkünün bizi çıkardığı yollar-yolculuklar, ses cambazı bir büyü, hülyalı anlar, akla kazınan an’lar; bellek berraklığı, erken yaşta yitirilmiş sadakat duygusu, kendimize duyulan sadakat duygusu; pür sadakat, elde kalanların azlığı; hesapsızlık, kötü olmanın kolaylığı, kötü kalmanın zorluğu, için yoksulluğu, için acılaşması, acılığın leke gibi yayılması, taş kesilen iç; hınç, halkların kendi kederini tayin etme hakkı, karşılıksızlık, teklifsizlik, sade’ce ifade edilip geri çekilen düşünceler, iç deniz, bir yanı erken büyümüş çocuklar, büyümeyen yanlarını görmelerindeki zorluk, istemezlik, insanın bunu büyüyünce anlaması, başka biri için ne demek olduğunu geç anlaması insanın, su sızmayan aralar, dünyaya sığmayan yaralar, zamanında anlayamadıklarımıza karşı duyduğumuz pişmanlıklar, uzakları dinlemek, geçmişi, geleceği, hüznündeki zarafetten tanınan yüz, ağlamakla dışarı atılamayan-atılamayacak sızı, yerleşen, duran, kıpırtısız sızı, aşan bir derinlik olarak sızı, özlenen zaman, gençli��e dokunan, sıyıran, sıyırıp geçen, için yaşamasına izin veren, bir yanları birbirlerine çok benzeyenler, yaralarını anlayanlar, allayanlar, pul’layanlar, mektup’layanlar, ne güzel inen akşam, ne hüzünlü batan gün, gece-gündüz; keder yükü doğanın, göğün atlası, göğün atlasına dağılan renkler, içinde eridiğimiz manzara, kırların açıklığı, ufkun günbatımı-gözbatımı, zamanı içine çekmek, zamana nefes vermek, göz’den kaçırmak zamanı, hesaptan düşmek, zamanı anlamak için bile ihtiyaç duymak ona, deli buhran; bir garip buhran deli, sesi tütüne benzetmek, nemini tütüne basmak bir sesin; ıslatmak, anız yangını, her zaman sevince yuvarlanan sesler; karpuz, dişlerin kamaşması, kekrelik, ketum bir yüz, okunaksız ifade, duygusuzluk, hatırlarken içi ezilmek, onlara benzememeye çalışırken hiçbir şeye benze(ye)memek, bir yerde olmanın dünyayı haline koymaya yetmeyeceğine inanmak, inançsızlık, kör ışığı onun, kör bıçağı, ilk önce en keskin yerinden körelen bıçak, bağlamın yönü, yönsüzlük, tekinsizlik, kuntluk, her şeye küs bir yüz, bir rakam olarak yüz, için alacalaşması, içi alacalaştıran-ceylanlaştıran sular, bir kitap olarak; - sular ne güzelse -, tek başlarına yürek sızlatmaya yeten bazı kelimeler…
0 notes
Text
Bir gün birini çok seversin, hayatının merkezi olur ve sonra aniden çıkar hayatından, dünyan başına yıkılır. Zamanla anlarsın aslında hiç sevilmediğini. Bazen düşünürsün onun için sadece yarabandı mıydım ben? Zamanla anlarsın, artık üzüldüğün şeyin onun gitmesi olmadığını, üzgündün, ona ayırdığın zamana, onun için kendinden verdiğin ödünlere, gelicek hayellerinden onun için vazgeçtiğine göre, üzgündün sadece. Aslında üzüldüğün şey sadece yaşadığın hayal kırıklığının acısıydı. Onu hayatına, kalbine, ruhuna, bedenine bu kadar yakın tutmak, inanmak, güvenmek ve sonra onun gidişiyle yavaş yavaş gün yüzüne çıkan yalanları, anladığın gerçekler. Keşke her kes dediği gibi biri olsaydı, söylediği gibi seve bilseydi. Keşke bizim gibi hassas kalpli insanlar bu devrin yalanlarına bu kadar çabuk kanmasaydı…Hani en kötü anında onun sevgisine ihtiyaç duyarsın ya, bir “nasılsın?” kelimesini duymak istersin, beklersin. Ben olsam tırnağına taş değdi, canı yandı diye ona koşardım diye düşünürsün. Bak işte biz böyle olduğumuz için hep kaybettik, kaybediyoruz.
9 notes
·
View notes
Text
SANAL SEVGİLER
Sevmek bir dağın zirvesine tırmanmak gibidir. Hani çoğu zaman o zirvelere ulaşamayız da hızla yere çakılır ve düşeriz. Aslında düştüğümüz yerde yine o dağın yamacı değil midir? Yani sevgimiz sevdiğimizin ayakları altındadır. Öyle anlarda insan kendini nasıl bir psikoloji içinde hissedebilir. Bazen de o zirvelere ulaşsak bile sevdiğimizi test etmek adına, aşkımızın bize sahip çıkacağını düşünme ümidiyle kendimizi boşluğa bıraktığımız da olmuştur. Belki de yapılması en uzak ihtimali denemişizdir de havada kalamamışız dır. Bu dünyada hangi sevgi sizi bir dağın zirvesinden atlamanıza karşılık sizi hayatta bırakacak güce sahip ki? Bir mucize gerekli bunun için. Muzice peşinde koşmak mı sevmek? Bu kadar büyük zahmetler mi gerekli? Anlaşılmaz hale getiren neydi ve neden bu kadar karışık artık sevgiler?
Çağımızın büyük hastalığı sanal dünya bizim hayatımızın artık her noktasını işgal etmiş durumda. Maalesef sevgilerde bu dünyadan yeterince nasibini almış durumda. Hormonlu meyvelerin tadı olmadığı gibi sanal olan bir sevginin de tadı olmayacaktır. Görüntü var, ses var ama tat yok. Yine de sanal aşkların vazgeçilmezler arasında olması beni çok şaşırtıyor. Belki de imkan meselesi. İnternet’de bir siteye üye olarak orada herhangi bir insanla önce iletişime, sonra arkadaşlığa, sonra da aşka uzanan bir mesafe katetmeniz için öyle çok çaba harcamanız gerekmiyor. Bir adet bilgisayar, bir adet koltuk bunun için yeterlidir. Ayaklara bile ihtiyacınız yok bunun için. Oturun ve keyfinize bakın. Yaşayın yaşaya bildiğiniz kadar sevgileri.
Baktınız huyu huyunuza uygun, suyu suyunuza uygun, endam ve görüntü tam, karizma ortada, size hitaben yazılan kelimelerde aşkın ta kendisi. O zaman ne bekliyorsunuz. Hadi yaşayın bu sevginizi gerçek dünyada. Bakalım sizin için söylenen o kelimeler, o şiirler aynı şekilde gözlerde yaşanıyor mu? Bakın bakalım o gözlerden kalbe. O kelimeleri dolduruyor mu? Çoğu zaman hayal kırıklığına uğruyorsunuz değil mi? Gözler o kadar anlamlı gelmiyor size. Bakışlarda da o size yazılan kelimeleri ve şiirleri bulamıyorsunuz. Vazgeçiyorsunuz sevmekten. Ama yorgunluk var mı? Hayır. Yeniden deniyorsunuz sanalı yeni bir umut ve başlangıç adına. Merak etmeyin er ya da geç bulacaksınız gerçek sevgiyi. Herkes o kadar da olumsuz değildir. Kader sizin için bir yerlerde onu sizle karşılaştıracaktır. O kadar da olumsuz bakmıyorum ben sanal dünyaya. Ciddi bir ilişkiye başlamanın zamanı geldi galiba bu sefer diye düşünüp, varınızı yoğunuzu onun uğrunda harcamaya başlayacaksınız. Öyle ya. İnandınız bir kere sevgisine. İnsan inandığı bir şeyin peşinden koşmalı değil mi?
Artık yeni bir sevdaya adım atmış bulunuyorsunuz. Sanalda tanıştığınız bu insanla ilk yapacağınız şey telefonda görüşmek olacaktır. Çünkü sesini merak edeceksiniz. Konuşmalarını dinlemek isteyeceksiniz. O kelimelerin nasıl bir ses tonuyla yankılandığını ve bu yankılanmanın kalbinizde ne hissettirdiğini bilmek isteyeceksiniz. Ruha huzur veren bir ses tonu. Konuşmalar içinde siz kendinizi bu dünyanın tüm gerçeklerinden uzaklaşmış ve tamamen hayal dünyasında bir yerlerde olduğunuzu düşünerek bulmanız kaçınılmaz olabilir. Günlerce ve saatlerce konuşmalar birbirini kovalar. Artık ona olan sevginiz giderek bağlılığa dönüşmeye başlamıştır. Sesini duymak için gözünüz tüm gün telefondadır. Ayrıca onu sanal dünyanın içinde yaptıkları ile de takip altına almışsınızdır. Profiline girip, kimlerle arkadaş olmuş, duvarında ne paylaşmış, kim ona arkadaşlık teklifi göndermiş. Bunlarla kendinize sevginizi anlama ve takip etme adına bir izleme ve kontrol mekanizması kurarsınız.
Bir zaman sonra karşınızdaki kişi sizinle buluşmak ve görüşmek ister. İşte bu noktada durursunuz. Çünkü bu çokta alışkın olmadığınız bir durumdur. Siz o ana kadar sevgileri sanalda ve telefonda aradığınızdan gerçek dünyada bu sevgiler nasıl yaşanır konusunda kendinize olan güveniniz zayıftır. Birden güvensizlik kaplar içinizi. Telefonda her şeyinizi feda edebileceğiniz birine gerçek hayatta bir şey vermek ağır gelir size. Neden sanalda sevgi aradığınızı hatırlayın bakalım. Gerçek dünyada biri sizin dünyanızı yıkmıştır da ondan. Gerçek dünya acımasız davranmıştır size ve siz daha güvenli ortam olan sanal dünyada bu sevgileri yaşamaya kendinizi vermişsinizdir. O yüzden böylesi bir sanal aşkı gerçek aşka dönüştürme hususunda tereddütleriniz olacaktır. Biraz daha zamana ihtiyaç duyacaksınız. Onu tanımak ve emin olmak isteyeceksiniz. Bir kere daha aynı hataya düşüp, üzülmemek adına bunu isteyeceksiniz. Peki bu durum karşı tarafı ne kadar tatmin edebilir? Giderek sıkıcı hale gelebilir ilişkiler. Bütün bu korkularınız yüzünden de her şey bitebilir.
Gerçeklerden neden bu kadar kaçıyorsunuz. Önemli olan gerçekler değil midir? Size yazılan o yazılardan ve telefonda söylenen o kelimelerden sevginin şeklini ve boyutunu bulmanız imkansızdır. Çünkü kelimeler en mükemmel yerde bile kullanıldığında aciz kalan sembollerdir. Gözlerde yaşanır her şey. Gerçeklerin içinde bakın aşka ve sevgiye. Size baktığında ne hissediyor kalbiniz. Telefonda hissettirdiği gibi titretiyor mu kalbinizi? Sanalda yazdığı o güzel şiirler kadar anlamlı mı o gözler? Elinizi tuttuğunda ne hissediyorsunuz? Ya ona sarıldığında sevdiğinizin kalbinin hızla çarptığını duyuyor musunuz? Alın karşınıza onu ve bakın sevdiğinize. Sizin için duyduğu sevginin heyecanını görmeye çalışın. Bunlar sizin o telefondaki konuşmalara benzemez. Sanalda yazılan şiirsel aşk yazılarına benzemez. Bunun içinde sahtecilik yoktur. Yapmacık ve sanal değildir. Her şey şeffaf ve gözlerinizin önünde yaşanıyor. Yıllarca sanalda yazışmış sanız bile böyle bir güzelliğin yanında size bu kadar büyük mutluluk vermez.
Sanal dünya bir rüya ise, bu rüyanın ardından gerçeğe uyanışın olacağını unutmayın. Böyle bir uyanışın yanında siz rüyada kalmaya devam etmeyin. Sanalı ömrünüzün vazgeçilmezi olarak görmeyin. Rüyadan uyanışa vesile kılın. Tüm sevgiler ancak gerçek olursa mutluluk verir. Değilse her şey serap ve her şey hayal olarak kalır. Artık şimdi emek verme zamanıdır. Çünkü sevgi gerçek bir emek ister. Bunu da oturduğunuz yerden yapamazsınız. Artık ayağa kalkıp, ona koşma zamanı gelmiştir. O sevgiliye ulaşma adına tüm engelleri ve problemleri çözme zamanı gelmiştir.
Burada belirtmeden geçemeyeceğim ciddi bir hususta şudur. İnsanlar sanal dünyaya o kadar çok bağlı kalmışlar ki gerçek olan sevgilerini bile o dünyanın kuralları içinde yaşatmaya çalışmışlardır. Tüm dargınlıklar, kavgalar, anlaşmazlıklar ve iletişimsizlikler sanal dünyada yaşanmıştır. Gerçek hayatta sevdiğiniz birini sanal dünyadaki yaptığı işlerle yargılamaya başlamışsanız gittiğiniz yol gerçekten bir bitişten başka bir şey değildir. Sevgilerin büyüklüğünü belirleyen sanal dünya değildir. Ortada bir sorun veya problem varsa bu sorunu çözmenin en doğru yöntemi o kişiyi karşınıza alıp, konuşmak olacaktır. Bu sayede hem siz sorunu anlatırken hissettiğiniz ruh halinizi karşı tarafa göstermiş olursunuz hem de karşı tarafın bu sorun karşısında çözüme gitme azmini ve isteğini ruhunuzda ve kalbinizde anlamış olursunuz. Bu durumun başka izahı yoktur maalesef. Maalesef dememdeki sebep şudur. Bizler ilişkilerde problem yaşadığımızda ilk yaptığımız şey kendimizi o kişiden soyutlamak ve araya sınır koymak olacaktır. İyi ama bu sefer sorunu nasıl çözeceksiniz. Öyle ya konuşulmazsa hiç bir problem çözüme kavuşamaz. Bu konuda bulduğumuz çözüm sevdiğiniz insanın sizin probleminizi halletmesi için telefon veya sanala mecbur bırakılması gerçekten felaket senaryonuzun ilk anlarının başlangıcı olacaktır. O kişi sizinle yaşadığı bu problemi sanal dünyada veya telefonun ucunda ne kadar doğru çözebilir. Diyelim ki çözemedi bu durumda onu bitirecek misiniz? Bu ona haksızlık değil mi? Telefonda veya sanalda kendini savunmasını beklemek neye benzer bilir misiniz? Bir adam öldürmüş birini önce asıp, asmadan önce bir diyeceğin var mı diye ona söz verip, sonra yargılamaya benzer. Yani hiç bir sağlıklı ilişki de sorunlar böyle çözümlenmez. Saygı duyulan bir ilişki içinde sorunları aşmanın yöntemi için sanalı ve telefonu kullanmayın. Saygı duyulan diyorum çünkü aynı hatayı siz yapsanız belki de karşınızdaki insan size böyle davranmayacaktı. Yargılama ve ya ceza verirken kendi kurallarınızla değil, sizi seven kişinin aynı durumda size nasıl davranacağını düşünerek hareket edin.
İlişklerde en çok yapılan hatalardan birisi de sevdiğiniz insanı, yaptığı bir kötü hareketinde geçmişteki tüm güzelliklerini aklınızdan çıkarıp, ona saldırmanız olacaktır. Sizce bu ne kadar dengeli ve akla uygun bir hareket olabilir. Yani bir insan sizi hayatınızın sonuna kadar mutlu etse ama son nefesinizde size bir hata yapsa ölürken ona sen benim için artık hiç bir şeysin mi diyeceksiniz? Örneği uçuk vermemin sebebi bu olayın ehemmiyetini göstermek adınaydı. Sevdiğinizle yaşadığınız sorunların çözümünde yapmanız gereken ilk şey, onun masumiyetini ve suçsuzluğunu kabul ederek olayı tartışmaktan geçiyor. Yani yargılamadan, sadece iletişim kurallarını kullanarak konuşmaktan geçiyor. Kanun önünde bile herkes suçu tespit edilene kadar masumdur ve her kanun maddesinde bir hüküm verilse bile hakimin hafifletici sebeplerden inisiyatif kullanarak cezayı indirme veya ortadan kaldırma hakkı vardır. Bizde birbirimizle olan sorunların çözümünde en az o hakim kadar adaletli olmaya gayret gösterelim. Sonuçta ortada bir sevgi varsa sorunların çözümünde yapıcı davranma esastır. Bu sayede bir ömür boyu mutlu olabilmenin anahtarını elde edebilirsiniz. Bir kaşık suda fırtına kopartan insan bir denizle karşılaştığında “Nûh Tûfanı” olarak bilinen büyük bir musibete sebep olabilir.
#sanal#aşk#love#ilişki#çağ hastalığı#sanal dünya#sanal sevgili#kişiselgelişim#ilişki uzmanı#aşk acıtır#hayali aşk#sevgililer#hayatandanibarettir#benimgozumden#tumblr
12 notes
·
View notes
Video
tumblr
Bir gün birini çok seversin, hayatının merkezi olur ve sonra aniden çıkar hayatından, dünyan başına yıkılır. Zamanla anlarsın aslında hiç sevilmediğini. Bazen düşünürsün onun için sadece yarabandı mıydım ben? Zamanla anlarsın, artık üzüldüğün şeyin onun gitmesi olmadığını, üzgündün, ona ayırdığın zamana, onun için kendinden verdiğin ödünlere, gelicek hayellerinden onun için vazgeçtiğine göre, üzgündün sadece. Aslında üzüldüğün şey sadece yaşadığın hayal kırıklığının acısıydı. Onu hayatına, kalbine, ruhuna, bedenine bu kadar yakın tutmak, inanmak, güvenmek ve sonra onun gidişiyle yavaş yavaş gün yüzüne çıkan yalanları, anladığın gerçekler. Keşke her kes dediği gibi biri olsaydı, söylediği gibi seve bilseydi. Keşke bizim gibi hassas kalpli insanlar bu devrin yalanlarına bu kadar çabuk kanmasaydı…Hani en kötü anında onun sevgisine ihtiyaç duyarsın ya, bir “nasılsın?” kelimesini duymak istersin, beklersin. Ben olsam tırnağına taş değdi, canı yandı diye ona koşardım diye düşünürsün. Bak işte biz böyle olduğumuz için hep kaybettik, kaybediyoruz.
0 notes
Text
Tanrıya Dair Minik Bir Beyin Fırtınası
Ateistlerin dini eleştirdiğine sıkça şahit olmuşsunuzdur. Bu aslında ateizm değil, non-teizmdir. Ben dahil olmak üzere ateistlerin takındığı bun non-teist tavırlar, teistlerin dinler gibi basit hataları olan ve bu ilkel inançların rezilliğinden uyanmalarının ve ilk sorgularının oluşmasının Tanrı gibi dinler üstü bir varlığı sorgulamaktan daha kolay olacağından kaynaklanır. Şimdi sizlerle ateizmin temelinde yatan Tanrı üzerine bir sorgulama sürecine gireceğiz. Bu kendime sorular sorduğum ve cevapladığım bir yazı olacak, siz de kendi cevaplarınızı, hatta benim sormadığım sorularınızı üretebilirsiniz.
İlk olarak neye inanmadığımızı ya da inandığımızı bilelim.
Tanrı nedir/kimdir?
Ateist dahi olsanız herkesin kafasında bir tanrı modeli vardır. Bu unicorn gibidir olmadığını bilirsin, ama kafanda bir şeyler canlanır. Tabi, unicornu yada tanrı kavramını hiç duymamış biriyseniz durum başka.
Ben tabi ki benim kafamda ki Tanrıyı ele alarak cevap vereceğim ve buna göre sorgulayacağım.
İlk olarakTanrının maddesel olamayacağını biliyorum, çünkü Tanrı maddeler ile kısıtlanamaz ama kesinlikle bir bilince sahip olamlıdır. Maddeden bağımsız bir bilinç, bu durumda eleştirebileceğim tek şeyi bilincidir. Yaratıcı olması Tanrıyı Tanrı yapan bir şey midir ? Elbette hayır Tanrının yaratmaya ihtiyacı yoktur, ama mutlak bir güç tam Tanrıya göredir, değil mi ?
Mutlak gücü ve bilinci olan maddesel evrenden ayrı bir varlığımız var elimizde. O zaman sormamız gereken soru
Tanrı nasıl var oldu ?
O hep var mıydı? Bu olamaz, zamandan önce var olmuş yani zamansız bir varlık bir ana sıkışmış demektir sonsuz güçlü bir canlı bir ana sıkışamaz ne kadar üstün de olsa zamana ihtiyacı var. Çünkü zamansız bir tanrı demek bir ana sıkışmamış olsa bile düzenli bir akış halinde hareket edemeyen bir Tanrı demektir. Yani İbrahimi dinlerden örnek verecek olursak; Tanrı, ilk evreni yarattı, sonra İbrahim’i, sonra kıyamet koptu, Ademi yaratıp cennetten kovdu ve en sonunda şeytanı yarattı dememiz ne kadar tuhaf olsa da zamansız Tanrının yolu budur. Belli bir düzende gittiğini iddia edemezsin çünkü zamana bağlı değil, eğer zamanla paralel biçimde gidiyorsa kendi yarattığı zamana mahkum kalmış yani kendinden güçlü bir şey yaratmış demektir. Ayrıca neden Tanrı tüm faaliyetlerini zamandan sonra yapmıştır? Neyse tüm bunları es geçip -zamanın Tanrıdan üstün olması sorununu bile- biz şuan sadece başlangıcı olmak zorunda olduğunu ele alalım.
Tanrıyı başka bir Tanrı mı yarattı ? Bunu cevaplamaya gerek yok o zaman zaten Tanrı olamaz ve Tanrıların Tanrıları onunda Tanrıları derken bu iş sonsuza kadar gider :)
Kendi kendini mi var etti? Tanrı kendini var ettiyse var olmaya ihtiyaç duymuş demektir. Ama bu Tanrı, bir şeye ihtiyaç duyan bir varlık nasıl Tanrı olur? Bir şeye ihtiyaç duymak gibi mutlak gücü sınırlayacak bir sebep varsa Tanrı mutlak güç sahibi değildir demektir. Ama mutlak güç sahibi değilse o zaman da Tanrı olamaz...
En iyi seçenek Tanrının kendini var etmesi (o bile elde patlıyor ama), bunun üzerinden Tanrının var olmaya olan ihtiyacını ayrıca bir daha irdeleyelim.
Tanrının var olmaya ihtiyacı var mı ?
Tanrının kesinlikle var olmaya ihtiyacı var. İhtiyacı olmasa var olmazdı, ihtiyacı varsa da mutlak bir varlık diyemeyiz, hadi bunu da es geçelim (daha ne kadar Tanrıya tolerans göstereceğimi bilmiyorum).
İstemeden kendini var etmiş olabilir mi? Bilinci olan bir Tanrımız var, demek ki bu seçenek direk suya düşüyor, isteği dışındaysa tam bir bilinçten söz edemeyiz. Ya da yine kapımız Başka Tanrıya çıkıyor. Hep aynı paradokslar, hep...
Kendini isteyerek var etti diyelim. O zaman kendini var etmekte bir amacı olmalı. Sebepsiz yere var dersek, kendi varlığında bile sebepsiz olan bir varlığın yaptığı tüm icraatlerde sebep aramaya gerek yok, boş bir temel Tanrıya yakışmaz, Tanrı sebepsiz var olsa dahi varlığını sürdürmesi için sebep yok. Amacı olmalı ve gördüğüm kadarıyla amaç biziz. Evet Tanrı bizi sınav yapmak için var etmiş kendini. Yani biz Tanrıya değil, Tanrı bize muhtaç. İronik değil mi ? Bizi yaratmasının kötü bir oyun olduğundan başka bir açıklaması yok ki bizim varlığımızın da elle tutulur bir sebebi yok.
Gördüğünüz gibi ne sorsak elimizde patlıyor, olmayan bir şey hakkında soru sorarsak böyle olur.
Tanrının var olmasına en büyük engel mutlak kudret sahibi olması çok tuhaf değil mi? Bu kudretlerinden biri olan her şeyi bilmesi beni bir başka soruya yöneltiyor.
Tanrı kendi geleceğini bilebilir mi?
Her zaman ki gibi olumsuz olan seçenek ile başlayalım. Tanrı kendi geleceğini bilemez dersek kadir-i mutlak olamaz. Yine bu seçenek çöpe gidiyor
Tanrı kendi geleceğini bilebilir dersek bizi yine güzel bir paradoks karşılıyor. Tanrı yapacaklarını bile bile hareket ediyorsa; belli bir rutine uyan sistematik tavırlar sergileyen bir robottan farksızdır, iradesi yoktur. Yapacağını bildiği şeyin dışına çıktı ve yapmadı diyelim –yapmayacağını da biliyor olmalı ama neyse- o zaman elimizde yine geleceği bilmeyen ve Tanrı kavramına uymayan bir Tanrı oluyor...
Tanrıyı algılayabilir miyiz ?
Elbette hayır! Algılarsan tanrı olamaz, maddeler üstü bir varlık demiştik sonuçta. Algılayamadığım bir şeye de var diyemem. Bakın 5 duyu organımla tecrübe etmek değil algılama. İçinde hissettiğin o huşu bile Tanrıyı maddeye indirger Tanrı kavramını yıkar geçer.
Mucize
İşte zurnanın zırt dediği kısım, Tanrı ve dillerden düşmeyen mucizeleri. Tanrı üstün bir güç ve kudret sahibi değil mi? Öyle, o zaman neden mucizeler ile kendini kanıtlamaya çalışıyor ya da sen mucizelerle onu kanıtlamaya çalışıyorsun ? Tanrı yeterince kudret sahibi değil demektir bu. Mucize yaratan Tanrı kendini kanıtlama isteği duyuyor demektir istekler ve arzular çerçevesinde ilerleyen bir varlığa Tanrı denemez, kendini yetersiz görene hiç denmez. Mucize yaratan Tanrı mı olur? Güldürmeyin beni güç ve böbürlenmeye Tanrı ihtiyaç mı duyarmış ? Demek ki neymiş ? Gezegenler bir hizaya dizilip hep bir ağızdan “ben Tanrıyım” dese dahi boşmuş :D
Temel sorulardan bile geçemedi bu Tanrı... Sormaya devam ettikçe sadece cevapsız paradokslar artacak. Dediğim gibi, olmayan bir şey hakkında soru sorarsak böyle cevapsız kafa karışıklıkları kaçınılmazdır. Şimdi bazıları gelip “senin aklınla kavrayamayacağın bir şeydir Tanrı” diyecek. Onlara şimdiden yanıtımı veriyorum, madem kavrayamıyorum neye göre sınav oluyorum. Kavrayamadığım bir şeyi fıtratıma uygun olduğu şekilde kavrayamadım diye yanacak mıyım? Komik olma :)
Kendi varlığına en büyük engel kendisi olan bir varlığa inanmaktan daha saçma olanı, onu daha rezil hale sokan dinleri kabul ediyor oluşunuzdur. Bunu kendinize yapıyorsanız Tanrıya yapmayın bari, aşağılamayın adamcağızı(!)... İyi günler Tanrısızlar :D
224 notes
·
View notes
Text
Takviminizi Etkili Kullanmanın Yolları Nelerdir?

Çoğu iş insanı gibiyseniz, takviminiz sıkışıktır. Ancak bu etkili bir şekilde yönetildiği anlamına gelmez. Aslında, sadece sizi başarısızlık için ayarlayan dağınık bir karmaşa olabilir. Peki bu karmaşadan kurtulmak için takvimimizi nasıl yönetmeliyiz?
Sık sık her şeyin yapılması için yeterli zaman olmadığından şikayet ettiğinizi hatırlıyor musunuz? Aslında bu bir yalan. Yeterli zamanınız olmadığını söylemeyin. Her gün, Helen Keller, Pasteur, Michelangelo, Leonardo da Vinci, Thomas Jefferson ve Albert Einstein'a verilen saat sayısı sizinkiyle aynı.
Zaman denetimi bu yüzden önemlidir. Bunu nasıl yapacağınız herkes için farklıdır. Başlamak için ilk iş bir zaman planlaması yapmaktır. Örneğin, bir görevi tamamlamanızın ne kadar sürdüğünü ve bu zamanın aşırı veya az olduğundan emin olun. Bunun yanında, sosyal medyayı kontrol etmek gibi verimsiz etkinliklere çok fazla zaman harcadığınızı fark edebilirsiniz.
Her zaman geç kalan bir arkadaşım var. Bu durum şaka yaptığımız bir şey olsa da, meselenin gerçeği, gecikmenin hem kişisel hem de profesyonel olarak sahip olabileceğiniz en kötü alışkanlıklardan biri olmasıdır. Gecikme, kaba ve saygısız bir durumdur. Sonunda itibarınıza ve ikili ilişkilerinize zarar verir. Bir şeyden diğerine koşmanın ve acelenin stresli olması gerektiğinden bahsetmiyoruz bile.
Mevcut saatlerde hızlı bir zaman denetimi bu talihsiz eğilimi ortadan kaldırmanıza yardımcı olabilir. İşe gidip gelmek gibi günlük ritüeller hakkında daha iyi bilgi sunmanıza olanak sağlar. Ayrıca, randevular ve toplantılar arasında arabellek bırakma alışkanlığını kazanın ve zamanında bırakabilmeniz için seyahat süresini dikkate almaya başlayın.
Her akşam ve sabah ilk işinizin takviminize bakmak olduğunu zihninize kazımalısınız. Bu kulağa ilginç gelebilir, ancak hazırlık her zaman güven doğuracaktır. Böylelikle zamanında olmanız gereken yerde olmaya başlayacaksınız. Takvimime gün içinde bakmamın nedeni, her şeyin yolunda olduğundan emin olmaktır. Örneğin, ben uyurken bir müşteriyle konferans görüşmesi yeniden planlanmış olabilir. v.s.
Başka bir seçenek, renk kodlaması kullanmak olabilir. Bu, her rengin vücudun enerji noktaları ile ilişkili olduğu bir yöntemdir. Bu yaklaşımı kişisel olarak sık kullanmama rağmen, belirli renkler benim için bir şey ifade ediyor ve bunu takvimime taşımak beni motive ediyor.
Zaman talepleri söz konusu olduğunda seçici olmalısınız ve en doğal çözüm daha sık “hayır” demektir. Bunun bazı insanlar için garip olabileceğini biliyorum. Başkalarını hayal kırıklığına uğratmak istemiyorsunuz, ancak zamanınız en değerli kaynağınız. Her daveti kabul etmek veya başka birine yardımcı olmak için her seferinde yaptığınız işi durdurmak kendi öncelikleriniz için harcanan zamanı azaltacaktır. Yalnızca müsaitlik durumuna sahip olduğunuzda veya gerçekten heyecanlandığınız bir şey olduğunda “evet” deyin. Değilse, isteği kibarca geri çevirin.
Az önce bir arkadaşınızın doğum günü yemeğine davet edildiniz. Takviminize danışmadan daveti kabul ettiniz. Sonra, partiden bir gün önce, o gece bir müşteri toplantısı hakkında bir hatırlatma aldınız ve birini sonlandıracak bir son dakika kararı vermelisiniz.
Zamanlama çakışmaları kabul edilemez. Hayatınıza daha fazla stres ve endişe eklemek, ilişkilerinizi tehlikeye atmak dışında hiçbir işe yaramaz. Bir daveti kabul etmeden önce takviminizde başka bir şeyin olmadığından emin olun. Boş bir alanınız varsa, o zamana planlayın veya engelleyin. A noktasından B noktasına ulaşmak için bolca zaman bırakmanız, randevular arasındaki bu tamponlar içindir.
Kararsızlık, erteleme ve mükemmelliyetçilik ilk bakışta ilgisiz görünebilir, ancak her biri başarınızdaki engelleri ortaya çıkarabilir. Örneğin, A ve B seçenekleri arasında seçim yapmak için fazla zaman harcıyor musunuz? Belki de son dakikaya kadar bir görev üzerinde çalışmaya başladınız ve işinizin mükemmel olduğunu saplantı haline getiriyorsunuz.
Kararsız olup olmadığınızı kendinize sorun. Erteleme ya da mükemmeliyetçilikten muzdarip olmanız gerekeni erteliyor musunuz? Bu belirtilerin her biri, tüm takvimi balina avından çıkarabilir. Bir şeyi halletmek için iki saat ayırmış olabilirsiniz, ancak daha fazla zamanınızı alır. Sonuç olarak, bu iki ekstra saat bir sonraki öğenize taşınır.
Bu kötü alışkanlıklardan kurtulmak için biraz pratik ve öz disiplin gerekiyor. Takviminizdeki belirli bir göreve verdiğiniz zamana bağlı kalmak bir başlangıçtır. Ve bir kez başladıktan sonra, beyniniz Zeigarnik Etkisi sayesinde işi bitmemiş olarak bırakmak istemez. Ayrıca, kullanılabilirliğiniz olduğunda her zaman geri dönüp çalışmanızı gözden geçirebilirsiniz.
Gecikme veya güvenilmezliğiniz nedeniyle kişisel ve mesleki ilişkilerinizin gerildiğini düşünüyor musunuz? Bu, takviminizi doğru bir şekilde yönetmediğinizin bir göstergesi olabilir. Örneğin, arka arkaya toplantılar planladığınız için fazladan çalışabilir, zamanlama çakışmalarına yol açabilir veya geç kalabilirsiniz. Takviminiz hazır olduğunda, bu rahatsızlıklarda hemen bir azalma göreceksiniz ve diğer insanların zamanına saygılı olduğunuzu göstermeye başlayacaksınız.
Randevuları planlamak için hala e-postalarınızı birincil aracınız olarak kullanıyorsanız, daha iyi bir alternatif bulma zamanı. Uzun e-posta konularına yanıt vermek yerine, diğerlerini yalnızca uygun olduğunuzda gösteren otomatik zamanlama yazılımını kullanın. Belirli bir saat önceden rezerve edilmişse, yazılım kimsenin sizinle randevu almasına izin vermez. Bunun gibi örnekleri çoğaltabiliriz.
Son olarak, ince ayarlanmış bir takvim sizi telaştan ve sıkışıklıktan koruyacaktır. Organize değilseniz, sağlığınızı tehlikeye atarak hedeflerinizi unutacağınız ve iş performansınızı azaltacağınız anlamına gelir. Takviminizi yönetmek tüm bu sorunları çözmezken, sıkışıklığı hafifletmenin etkili bir yoludur. Dengeli bir takvim hedefi üzerinde çalışmak isteyeceğiniz temel sebep, bu aracı kullanarak diğer tüm hedeflerin gerçekleştirilebilmesidir. Sağlıklı bir iş-yaşam dengesini koruyacak ve ihtiyaç duyduğunuzda mola vereceksiniz.
Günde 24 saat hepimiz için aynı. Eğer hala işlere yetişemiyorsanız, takviminizi etkili bir şekilde yönetmediğiniz anlamına gelir. Kısacası, mazeretlere dur deyin. Kimse onları duymak istemiyor. Bunun yerine, takviminizi sıraya alın ve elinizden gelenin en iyisini yapın.
0 notes
Text
E.3. #EvdeKal
Bu hafta ki yazım için bambaşka bir konu vardı aklımda, ama hepinizin malumu olduğu üzere bütün dünyanın tek bir ortak gündemi var şu an. Korona hakkındaki yazımı iki hafta evvel yayınladığımdan beridir epey bir olay oldu. Gerek geleneksel, gerekse sosyal medyada bir sürü kafa karışıklığı yaratan detay geziniyor ve konuştuğum pek çok insanın kafaları fazlasıyla karışık ve korku havası hakim belli bir kesime.
Öncelikle bu yazıdaki amacım kimseye akıl vermek falan değil, sadece bir amacım olacak neden evde kalmalısınız, bunu dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım. Sağlık Bakanı, İçişleri Bakanı ve hatta Cumhurbaşkanı evinizde kalın, ihtiyaç olmadıkça dışarı çıkmayın derken, bu uyarıyı sadece sizin sağlığınızı korumak için değil aynı zamanda toplumun sağlığını da korumak açısından dile getiriyorlar. Çünkü sevgili arkadaşım sen dışarı çıkarsan, öteki dışarı çıkarsa, beriki dışarı çıkarsa bu virüs kontrolsüzce yayılmaya devam edecek. Şimdi buraya kadar dediklerimi hafızanın bir kenarında tut. Hemen bundan Güney Kore’ye gidelim.
Güney Kore’de salgın ilk çıktığında tam dedektiflik yapar gibi hasta olduğu bilinen kişilerden alınan bilgiler kullanılarak, enfekte etmiş olabilecekleri kişiler isim isim tespit edilmiş ve bu kişiler test edilip karantinaya alınmış. Ve salgın bir süreliğine kontrol altına alınmış. Bu esnada bir tane potansiyel vakanın kontrolden kaçıp kendi tarikatının yılda bir kere düzenlediği (ve Güney Korenin her yerinden yüzlerce belki binlerce insanın katıldığı) etkinliğe gitmesi (ve bu esnada corona pozitif olması) sonrası bir anda binlerce kişiyi enfekte etti. Ve enfekte olan kişiler de farkına varmadan ülkenin dört bir yanına evlerine dağıldılar, ve aslında kontrol altına alınmış olan salgın bir anda öncekinden çok daha hızlı bir şekilde yayılmaya başladı. Şu an yine kontrol sağlanmış gibi görünüyor ama toplam vaka sayısı neredeyse 9 bini bulmuş durumda ve ölüler var bu kaçan kişinin istemeden sebep olduğu ikinci salgın dalgası kaynaklı.
Şimdi sevgili kardeşim, işte herbirimizin evimizde oturmamız bu yüzden bu kadar elzem. Sağlık Bakanlığı her ne kadar şu ana kadar harika bir iş çıkarmış olsa da senin veya bir başkasının sorumsuzca bir davranışı binlerce insanın enfekte olması ve onlarcasının ölmesine sebep olabilir, ve bu davranışın hoş görüleceği hiçbir etik, ahlaki yahut dini öğreti yok.
Şu an da yazıyı okurken belki de hiç ciddiye almıyorsun ve epey bir insanın kullandığı grip daha çok adam öldürüyor argümanını kullanıyorsun. Evet sayısal olarak doğru grip daha fazla adam öldürüyor, bir çok diğer hastalıkta aynı şekilde koronadan daha çok insanı öldürüyor. Bunlardan bir önce ki yazımda da bahsetmiştim. Korona’nın bunlardan farkı ise, hakkında çok sınırlı sayıda vakadan elde edilmiş çok daha sınırlı bilgimiz olması.
Virüs ilk çıktığında havalar ısınınca işi tamam, nemde halloluyormuş, ultraviyole ışık öldürüyormuş gibi onlarca teori vardı ortaya biliminsanları tarafından atılmış olan ve bunların tamamı bugün itibariyle yalanlanmış durumda Dünya Sağlık Örgütü tarafından. Peki hiçbir şey mi bilmiyoruz? Bazı öneriler yanlışlansa da halen yanlışlanamamış ve çalışıyor gibi görülen öneriler de mevcut. Ellerin düzenli olarak yıkanması, sosyal mesafe koyulması ve hatta kendimizi karantinaya almak (#EvdeKal).
İnsanlara evinizde kalın vaka sayısı kontrol altında olsun denilmesinin bir sebebi de aslında virüse karşı vakit kazanmak ve hakkında daha fazla bilgi edinip tedavi sürecini hızlandırmak. Sağlık kurumları ne kadar az hastayla uğraşmak zorunda kalırsa normla işlevlerine devam etmek ve araştırma geliştirme faaliyetlerine ayrılacak o kadar çok para, vakit ve personel olacaktır. Bencil olma arkadaşım, sen bir kaç saat güneşin tadını çıkaracaksın diye başkalarını hasta etme hakkın, devletin kaynaklarına ve hastanelerine ve sağlık personeline ekstra yük çıkartmaya hakkın yok. Diye bilirsin ki ben bunların hiç birini umursamıyorum. Ya da diyebilirsin ki bıyığına kurban olduğum bir şey olmaz. İhtimal dahilindedir olmayabilir, ama ya olursa? Bir kaç saat dışarıda gezmek birkaç hafta hastanede hakkında pek birşey bilinmeye bir virüse karşı ağır bir mücadele sürecinde kendini ve aileni arkadaşlarını perişan etmene değer mi? Gözünü seveyim arkadaşım biraz sorumluluk sahibi ol ve anlık değil uzun vadeli düşün.
Evinde sıkılıyor olabilirsin ama bu bir bahane değil, evde buzdolaplarının bile internete bağlandığı yıllarda yaşıyoruz. İnternet, elektrik ve su servislerinde hiçbir aksama olmadı. Bu da demek oluyor ki telefon veya bilgisayarını kullanarak işini yapabiliyorsun, dizi film izleyebilirsin, yeni bir dil öğrenmeye başlayabilirsin, yeni bir bilgisayar programı öğrenebilirsin, bütün gün Youtube’da komik kedi videoları izleyebilirsin (ya da panda)... Fırsat bu fırsat biraz elektronik detoksu yapayım diyip, kitap okuyabilirsin, günlük vs gibi yeni alışkanlıklar geliştirebilirsin. Bu liste daha uzar gider, bu kadar yapılabilecek şey varken, sıkıldım ya da bana bir şey olmaz diye evden çıkmak üç kelime ile sıfatlandırılabilir cehalet, vurdumduymazlık ve bencillik!!!
Neden evde kalman gerekiyor başka sebepler de duymak ister misin? Her ülkenin hastanelerinin sınırlı yatak kapasitesi var, toplumun enfekte olma sürecini ne kadar düşük hızda ve uzun zamana yayılı tutarsak, sağlık çalışanlarımız şu an İtalya’da yaşanan hangi hastanın yaşayacağına karar vermek gibi berbat bir durumda kalmazlar!!! Ya da solumun cihazlarının sayısının dünyanın her yerinde sınırlı sayıda olması sebebiyle cihaz sayısı eksikliğinden kimse ölmek zorunda kalmaz.
Şimdi neden evde kalmanız gerektiğini yeterince açıkladığımı düşünüyorum. Bu sebeple biraz farklı bir dalına atlayacağım bu salgın neden her yeri bu kadar alt üst etti. Sevgili dostlar, özellikle son 100-120 yıldır gerçek anlamda global bir virüs salgını olmamıştı. Ki erken tarihe baktığınızda ne salgınlar var. Ve hatta bu salgınlar kendilerini de tekrar edip belli periyotlarda tekrar yayılıyorlardı. Modern tıbbın gelişmesi ve bu salgınlara sebep olan şeylerin detaylı analiziyle bu süreçler uzunca bir süredir görülmez olmuştu bu ölçekte. Geçtiğimiz on yirmi yılda farklı salgınlar görüldü ama bu salgınların emareleri hastalarda hızlı bir şekilde ortaya çıktığı için dünyaya yayılamadan kontrol altına alınmışlardı.
Bu sefer ise hastalığın kuluçka süresinin uzunluğundan ötürü, bütün ülkeler çok geç farkına vardılar bu hastalığın. Ve yaklaşık 4 nesildir, bu boyutlarda bir salgınla karşılaşılmadığı için bireyler de, toplumlar da, devletler de salgına müdahale etme reflekslerini kaybetmişlerdi. Bu da çok ciddi bir kaosa sebep oldu. Bu nokta da bütün devletler başından beri bir takım hatalar yapılsa da ellerinden geldiğince işi kontrol altına ve minimum kayıpla halletmeye çalışıyorlar. Ve bunun için okul ve iş yerlerinin kapatılması belli bir yaşın üzerinin dışarı çıkmaması gibi önlemler alındı, ki bu salgın olabildiğince hızlı kontrol altına alınsın ve önümüze bakalım, çünkü ekonomistlerin tahmin etiği koronanın sağlıkta sebep olduğu krizden büyüğüne ekonomi de sebep olacağı düşünülüyor.
Ve tabii bütün bu sürecin sosyal, iş ve eğitim hayatlarına da yansımaları olacaktır. İnsanların belki bir araya gelince selamlaşma şekillerine veya bir araya gelme şekillerine sosyal hayatta etkisi olabilir. Eğer ki evden çalışma sistemi güzel bir şekilde çalışırsa, insanlar her gün işe gidip gelmek için neden saatlerce trafikte kalsınlar? Ya da şirketler plazalarda neden kira ödemek zorunda kalsınlar? Belki evden çalışma norm haline gelecek ve insanlar evlerinden çalışıp günde 2, 3 saat vakit kazanacaklar ve şirketler bina kirası ödemekten kurtulacaklar. Yarın itibariyle TC’de Milli Eğitim Bakanlığının dersleri TV’de yayınlamaya başlayacakmış. İlk, Orta ve Lise düzeyinde bu eğitim tarzı işe yararsa belki binalara ve yüz yüze eğitime gerek kalmayacak ve eğitim sistemi sıfırdan dizayn edilecek bütün dünyada. Ve hatta, üniversiteler için işe yararsa belki Açıköğretim gibi merkezi bir Üniversite sistemi kurulup iş alanları için kalifiye eleman yetiştiren online kurumlar ortaya çıkacak ve geleneksel üniversiteler sadece araştırma yapılan enstitüler halini alacak.
Bu tahminlerin hangileri olur hangileri olmaz zaman gösterecek bize, ama emin olduğum birşey var. İngilizce de ‘Era defining times’ diye bir kavram vardır. Türkçeye kabaca ‘Bir dönemin şekillendiği zamanlar’ diye çevirebiliriz. Şu an da ülkelerin ve dünyanın sosyal, ekonomik, eğitim vs yapılarının yeniden şekillenmesiyle sonlanacak bir sürecin içindeymişiz gibi geliyor.
Yazımı bitirmeden bir kez daha söylemek istiyorum, arkadaşım lütfen kendinin, ailenin, arkadaşlarının, mahallenin, şehrinin, ülkenin ve dünyanın iyiliği için #EvdeKal.
Haftaya umarım daha keyifli konuları konuşacağımız bir yazıda görüşmek üzere.
Kendinize iyi bakın, sağlıklı kalın.
~tmg
0 notes
Text

24 Ocak Cuma 2020 00.42
Yoruyor annem olsa ne yapardı fikri. Buna yanıt bulsam bile annem olsa ben ne yapardıma bir türlü cevap veremiyorum. Hayatta hala hep en güvendiğim yerlerden kırılıyorum. Zamanında öyle güzel öğrenmişim ki tek başına var olmayı. Zor olan bu değil zaten. Zor olan başkaları için var olmak. Onların gözünde olmam gereken kişiye doğru koşarken kendimden uzaklaşıyorum. Ne bir yerlere varabiliyorum ne de arkamı dönsem bana açılacak bir kapı var. Koşturuyorum yanlış da olsa bir şeylerin peşinde. Kalakalmanın omzuma yüklenemeyeceğim bir ağırlığı var. Her şeyi birbirine bağlayıp düğüm ediyorum. Kendime çözülebilecek problemler oluşturuyorum. Ki bunlarla uğraşırken asla iyileşmeyecek yaralarımı unutuyorum.
Abim ve babam bana çok kötü davranıyor. Bir pislikmişim gibi. Sanki hayatlarında sadece hırpalanmak için varım. Yemekten ve temizlikten anlayan boş zamanlarında istedikleri hakaretleri savurabilecekleri yangın anını geçtim yangından sonra bile bir kayıp olarak akla gelmeyecek olanım. Ne tebessümüm ne sevgim ne merhametim ne varlığım ne de yokluğum hiçbirinin bir anlamı yok onlar için. Ne yaparsam zaten yapmak zorundaymışım ve yetersizmişim hissi oluşuyor ruhumda. Bu his bir karadelik. Ne kadar güzellik varsa çekiyor içine, yok ediyor. Onlardan uzaklaşıp iyileştiriyorum kendimi. Ama artık ruhumda yara açılabilecek yer kalmadı biliyorum. Artık aldığım nefesin birileri için anlamı olsun istiyorum. Bağrılmaktan hor görülmekten kıymetsizleştirilmekten çok yoruldum. Annemin yokluğuna böylesine alıştıktan sonra geri kalana benim canım ailem diyemiyorum. Çünkü aynı dili konuşmuyoruz. Hala herhangi bir başarımda çok şaşırıyorlar ve desteklemiyorlar. Hep köstek oluyorlar.
Kulağımda birinin playlisti. Biri storylerime bakmış mı diye tetikteyim. Hayatımın içine tükürdüm. Hep başkaları mahvediyordu bu sefer ben kendi ellerimle mahvettim.
Kilolu olmaktan nefret ediyorum. Bu neden böyle bilmiyorum. Bu konuyla barışığım aslında ama yine de kendimi böyle sevmiyorum.
Beni de sevmiyorlar zaten. Önceden insanların sevgisine ihtiyaç duymazdım. Sanırım artık duyuyorum. Sevilmek çok güzel. İnsanlar yaptıklarımı sevsin istiyorum, kıyafetlerimi, söylediklerimi... Sevmeseler de ben sevdiğimi yapmaya devam ediyorum. Ama yine de sevsinler istiyorum.
Kalbimi ve vicdanımı korumaya çalışıyorum. Bu çağda iyi bir insan olmak o kadar zor ki. Bazen kendimi fütursuzca yalan söylerken buluyorum. Kendime çimdik atıp acı biber sürmeye götürüyorum dilimi. Hala insanlardan ufak da olsa yardım isteyemiyorum ama biri yardım etmek isterse kabul etmeyi başarabildim birkaç kere.
Aç gözlüyüm sanırım. Biri beni seviyorsa ve bundan eminsem gidiyorum. İstiyorum ki başkaları da sevsin beni. Konuşuyorum konuşuyorum konuşuyorum. İstiyorum ki beni dinlerken bakışlarımdaki boşluğu fark etmesinler.
Önce duymak istediklerini söylüyorum. Sonra duymaktan korktukları şeyleri bildiğimi. İnsan neden yüzleşemeyeceği şeylerin peşinden koşar ki? Koşuyorlar. Ben de onları korkutuyorum. Düşüyorlar. Beni suçluyorlar. Bilmiyorlar ki ben kendime bu dünyada var olmuş ve var olacak tüm insanların birleşip bana karşı besleyecekleri kin ve nefretten daha fazla kötülük besliyorum içimde. İçimde yeşeren tek şey bu olabilir. Her gün daha fazla kaybediyorum kendimi. Yeryüzüne dağılıyorum. İnsanların benden bir şeyler alıp götürmesine izin veriyorum.
Ama nasıl gülüyorum,nasıl eğleniyorum. Dünyanın tüm neşesini içimde tutuyorum sanıyorlar. Geceleri dişlerimden çıkan gıcırtı seslerine uyanıyorum. Gündüzleri kafa sesimi bastırmak için kahkahalarla gülüyorum. Ağlamamak için gülüyorum.
İnsanlar çok nankörler. Ve utanmadan kedileri kötülerler. Ben de nankörüm ama en azından kedileri seviyorum.
Allah la aram kötü bayadır. Kalbimde onunla konuşuyorum hala tabi ki. Ama toplamaya ne kadar karar alsam da seval pointler uçuşup gidiyor.
Sahiden 1 yılda ne kadar çok şey değişiyor. Şeyhim yetişemiyorum hızına. Şeyhim bu dünya fazla hızlı dönüyor. Şeyhim nolur beni artık ölü olduğum bir zamana ışınla. Şeyhim ben bu dünya için fazla kötüyüm. Ve kalbim bu kötülüğü kaldıramıyor. Şeyhim nolur...
0 notes
Text
SOHBET HATLARI

Güven duygusu hayatımız adına en önemli duygulardan bir tanesidir ve her birimiz mutlaka ki güvenebileceğimiz insanlar isteriz hayat boyunca. Güvenmek çok geriye gidecek olursak ilk olarak ilk doğduğumuz andan itibaren annemize duyduğumuz güven duygusuyla başlar yani onun bizi koruması ve kollaması öylesine huzurludur ki ve ilk ozaman tat tığımız bu güveni hayat boyu da isteriz bir şekilde en büyük beklentimiz de bu olur hayat adına ,güvenip başımızı omuzuna yaslayabileceğimiz birini isteriz ve güvenebilmek kadar güzel de bir duygu yoktur insanlar arasında. Bir arkadaşımız olabilir bir dostumuz ve ya ailemizden birisi ya da sevip değer verdiğimiz yani eşimiz ya da sevgilimiz örneğin,bu insanlara fazlasıyla güven duymak isteriz ve aynı şekilde de güven vermek. Sonuçta siz güven vermezseniz güven de alamazsınız insanlardan. İnsanlarda neyi görmek istiyorsanız öncelikle siz onu vermelisiniz ki aynı şekilde alabilesiniz. Mesela sevgi,mesela değer,kıymet ve ya önem ya da güven,bunları ilk olarak siz verin ki onlardan da alabilesiniz. Siz nasıl olursanız insanlar da size karşı öyle olacaktır ve olabildiğince siz de bu anlamda elinizden geleni yaparsanız insanlardan güven,sevgi ve saygı adına ya da değer adına beklediklerinize cevap alabilirsiniz. Güven öncelikle karşılıklı iki kişi arasında zamanla oluşabilecek bir kavramdır ve hiç kimse ilk tanıdığı bi risine karşı güven duygusunu hissedemez ve güveniyorum derse de inanın ki yalandır. Tanımadan,bilmeden kimseye karşı ne güven,ne saygı ya da ne de sevgi ve ya değer gibi duygulara sahip olamayız.Bütün bunlar bazı yaşanmışlıklar neticesinde oluşabilecek değerlerdir ve kesinlikle de zamana ihtiyaç vardır. Bugün hepimiz sevilmek isteriz,hepimiz güvenilmek,saygı görmek ve değerli olmak,fakat bunları kazanmak adına da pek bir şey de yapmayız çok zaman ve sadece bekleriz biri leri gelse de bizi sevse ya da güvensek gibi. Bu hayatta emek ve çaba olmadan gerçekten de birşeylerin sahibi olamıyoruz mutlaka ki bizim de birşeyler yapmamız lazım. Sohbet hatları bazı değerlerin oluşmasında karşılıklı çabalar olması gerektiğine dair sohbetlerle sizlerin yanında herzaman...
0 notes
Text
Kur’an’da Kurban Ayetleri Haritası
En’am suresinde bu menfaat çarkının nasıl döndüğü uzun uzun anlatılır. Mesela bir yerde şöyle denir: Aşağıda Kur’an’da ‘kurban’ ile ilgili ayetlerin bir haritasını çıkardım. En çok bilinen meal (Diyanet) ile Kur’an’ın Arapçasını karşılaştırdım. Doğrular ve yanlışlar kendi araştırma ve bilgilerime göredir.
Bizim işimizin “gönüller fethetmek” değil; “zihinler açmak” olduğunu hatırlatırım. Malum bu işin bedeli ağır, sabrı zor ve fakat meyvesi tatlıdır.Bakın ortaya nasıl bir sonuç çıktı.
***

Abraham's Sacrifice Turkish 1583
YANLIŞ: “O hâlde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.” (Kevser; 5)
DOĞRU: “O halde Rabbine yönel/destek iste ve güçlüklere göğüs ger/diren” (Kevser;5).
Tefsiri: Sana “Böyle giderse her şeyden mahrum kalacak. Kendi kendini mahvediyor. Kendine yazık ediyor. Putları tanımamakla, Kureyş geleneklerine ve kurulu düzenine karşı çıkmakla toplumda bir yere gelemeyecek, sönüp gidecek.” diyorlar. Oysa yakında görecekler kimin sönüp gideceğini/ebter olacağını. Bunun için sen Allah’a yönel/destek iste (salât et) ve saldırılara göğsünü siper et/diren (nahr yap). O zaman göreceksin sönüp gitmek bir yana, destek ve nimet (kevser) asıl sana yağacak…
Görüldüğü gibi ayet namaz kılmak ve kurban kesmekle ilgili değil.
***
YANLIŞ: “Biz, (İbrahim’e) büyük bir kurbanlık vererek onu (İsmail’i) kurtardık.” (Saffat; 107)
DOĞRU: “Biz onu büyük bir kazaya uğramaktan kurtardık” (Saffat; 107).
Tefsiri: Hz. İbrahim bir rüyasında oğlunu boğazlıyor görmüştü. Durumu oğluna açınca o da ‘sana söyleneni yap’ dedi. Oğlunu kendi çağında çokça yapılanlar gibi ‘kurban’ etmek istedi fakat Allah ona seslenerek onu bu işten vazgeçirdi. Böylece kendisi büyük bir kaza yapmaktan, oğlu da büyük bir kazaya uğramaktan kurtarıldı. Veya ona büyük baş bir kurbanlık fidyesi verilerek kurtarıldı. Böylece insanlık tarihinde çok büyük bir adım atılmış oldu. İnsan kurbanları çağı kapandı.Ayette geçen “zibh” kelimesi Arapça’da kaze zede, kazaya uğramak (zebîha) anlamına da geliyor. Böyle bir tefsir de mümkündür. Bu durumda fidye kelimesi de kurtarmalık bedeli manasına geliyor. Burada fidye, İbrahim’in oğlunun canı oluyor.
***
YANLIŞ: “Gelsinler ki, kendilerine ait birtakım menfaatlere şahit olsunlar ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allah’ın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.” (Hac: 28)
DOĞRU: “Gelsinler ki, kendilerine ait birtakım yararlara tanık olsunlar ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini ansınlar. Onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.” (Hacc; 28)
Tefsiri: Eski çağlarda tapınak kamu alanı demekti. Tâ Sümerlerde bile vardır. İnsanlar ihtiyaç fazlası ne varsa (hayvan, buğday, un, elbise, altın, gümüş) tapınağa getirirdi. Hayvanların üzerine “Tanrı malı” diye isim yazılırdı. Mesela un torbası ise onun da üzerine bu isim yazılırdı ve o artık kamu malı olurdu. Hatta matematikteki rakamlar tapınağa getirilen ve kamu malı (tanrı malı) olduğu seçilsin diye hayvanların ve torbaların üzerine atılan çizik ve çeltiklerden doğmuştu.
İşte bunlar kamuya (Tanrı’ya) adanmış mallardı. Orada ihtiyaç sahiplerine dağıtmak için toplanmaktaydı. Oraya gelen ihtiyaç sahiplerine (yoksullar, garibanlar, kimsesizlere) eşit bir şekilde dağıtılırdı. Bu arada uzaktan gelenler olduğu için onlara ikram maksadıyla bazıları da kesilirdi. “Yiyin” denmesi de bundandır.
Görülüyor ki Kur’an eski çağlardan beri gelen ve tapınağı “kamu alanı” olarak gören anlayışı sürdürmekte ve Kabe civarını bir toplanma, kaynaşma, yakınlaşma ve paylaşma merkezi olarak değerlendirmektir.
Yukarıdaki ilk meallendirmede parantez içinde yazılan ‘kurbanlık’, ‘onları kurban ederken’ ifadeleri Kur’an’ın Arapça orijinalinde yok.
***
YANLIŞ: “Bu böyle. Her kim de Allah’ın nişanelerini (kurbanlıklarını) yüceltirse, şüphesiz ki bu kalplerin takvasından (Allah’a karşı gelmekten sakınmasından)dır. “ (Hac; 32)
DOĞRU: “Bu böyledir. Her kim Allah’ın sembollerine saygı gösterirse, kalbinde sakınma duygusu/Allah bilinci var demektir.” (Hac; 32).
Tefsiri: Burada da ilk meallendirmede geçen parantez içindeki ‘kurbanlıklarını’ ifadesi orijinal Arapça metinde yine yok. “Allah’ın şiarları” kavramı kurbanlıklar diye yorumlanarak metne dahil edilmiş. Oysa “şiar”ın ne olduğu tefsirde açıklanmalıydı. Biz açıklamışız: Şiar Sözlükte “fark etmek, hissetmek, duyumsamak” demektir. Fark etmek, hissetmek, duymak (şu’ûr), duyuru (iş’âr), bilinç altı (tahte’ş-şuûr), slogan, amblem, sembol, simge (şi’âr), şiarlar, semboller, simgeler (şeâir), mani, halk ezgisi (şi’run şa’biyyu), saç, kıl, tüy (ş’ar), duygu, şuur, bilinç, sansasyon (şuûr), duygu, his (meş’ar), şiir okumak (şi’ran) kelimeleri bu köktendir… Demek ki şiarlar, şuûrun (bilincin) yansımalarıdır. Bunlar bir yapıya, binaya, yeryüzüne dikilmiş bir anıta nispet edilince bir şuurun, bir bilincin, bir fark ediş, hissediş ve duyuşun sembollerine dönüşürler. Bu anlamda örneğin Kâbe, Allah’ın bir şiarı, sembolüdür. İman edenlerin kalbinde bu yapının çok farklı bir anlamı ve önemi vardır. Aynı şekilde Safa, Merve, Say, Tavaf, Meş’ari Haram, Mina, Müzdelife vs. bütün bunlar Allah’ın şiarlarıdır ve sembolik derin anlamları vardır. Her kim bunlara gereken saygıyı gösterir, bunların mana ve önemini kavrarsa kalbinde bir bilinç, bir şuur, bir duygu ve hissiyat taşıyor demektir. İşin şuurunda, bilincinde demektir. Başkaları için bunlar sıradan binalar, taşlar ve hareketler olarak görünebilir. Ama iman edenlerin kalplerinin derinliklerinde bir şuurun veya bilincin ifadesi olarak yaşarlar. Ayette kastedilen de budur.
***
YANLIŞ: “Sizin için onlarda belli bir zamana kadar birtakım yararlar vardır. Sonra da kurbanlık olarak varacakları yer Beyt-i Atik (Kâbe)’dir.” (Hacc; 33)
DOĞRU: “Sizin için onlarda belli bir süreye kadar faydalar vardır. Dahası onlar yeryüzünün en eski anıtının anlamını açıklarlar.” (Hacc; 33).
Tefsiri: Görüldüğü gibi bu seferde ayette geçen “mahill” ifadesi “kurbanlık” olarak çevirilmiş. Parantez içinde kurbanlık kelimesini sokuşturmak yetmiyormuş gibi “şiar”, “mahill”, ileride gelecek “nüsuk”, “hedy”, “behimetu’l-en’am” hepsi de dümdüz edilerek “kurbanlık” olmuş (!).
Bu ayette geçen “mahill” sözlükte “çözmek, açmak, indirmek” kökünden gelir. Ayette harfi harfine; “Sonra onun ‘mahilli’ ‘Beyt-i Atik’edir.” şeklinde geçmektedir. Çözmek, açmak, analiz etmek, tahlil etmek (tahlîl), yer tutmak, bir yere indirme yapmak, bir yeri istila etmek, işgal etmek (ihtilâl), meşru saymak, kendisine helal etmesini istemek (istihlâl), çöküntü, çözülme, dejenerasyon (inhilâl), formül, çözüm, çare (hall), çözülmüş, serbest kılınmış, meşru (helâl) işgal edilmiş, işgal altında (muhtell), yer, mekan (muhill), semt, bölge (mahalle), bölgesel, yöresel (mahallî) kelimeleri bu köktendir… Yukarıdaki ayette şeâirillah(Allah’ın şiarları) denmesi haccın tüm imge, simge ve sembolleri manasında kullanıldığını göstermektedir. Nitekim bazı müfessirler bu manada yorumlamışlardır (Razi). Bu durumda ayette geçenmahill kelimesi “Kurban kesme yeri” değil, “Açıklama, açıklığa kavuşturma yeri” anlamına gelir. Bu durumda mana; “İman edenlerin kalplerinde apayrı bir anlam ve önemi olan Allah’ın şiarları yani Kabe, Tavaf, Arafat, Safa, Merve, Müzdelife vb. haccın sembolik eylem ve nüsukları (ritüelleri), yeryüzündeki en eski beytin (beyt-i atik) ne anlama geldiğini, mana ve önemini açıklar” şeklinde olur.
***
YANLIŞ: “Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık. İşte sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Şu hâlde yalnız O’na teslim olun. Alçak gönüllüleri müjdele!” (Hacc: 34)
DOĞRU: “Biz her ümmet için imge/simge/ritüel belirledik (mensek). Ki rızık olarak verdiğimiz hayvanlar üzerine Allah’ın adını ansınlar. Hepinizin ilahı bir tek ilahtır. O’na teslimiyet gösterin. Kalbi temiz olanları müjdele” (Hacc: 34).
Tefsiri: Görüldüğü gibi bu ayette de “mensek” kelimesi ‘kurban kesmek’ olmuş. Halbuki menseknusukkökünden gelir ve menâsik olarak tüm hacc ritüel ve sembollerini ifade eder. Şu ayet daha açıklayıcıdır: “Biz her ümmet için sembolik hareketlerden oluşan ritüeller belirledik.” (menseken hum nâsikuhu). Buna diğer bazı mealler “ibadet tarzı”, “ibadet yolu” da demiş ki nispeten doğrudur. Bu durumda “Her ümmet için” diyerek genellendiği için sadece hacc menâsiki (tavaf, sa’y, arafatta vakfe, Safa, Merve, müzdelife) değil; dinin içindeki tüm tekrarlanan imgeleri/simgeleri/sembolik hareketleri kapsar: Kıyam, ruku, secde, oruç vb.
Rızık olarak verilen “hayvanların üzerine Allah’ın ismini anmak” ise yukarıda geçtiği gibidir. Bu tabir haccda geçtiğinde infak edilmek üzerine kamu alanına (Kabe’ye) getirilen canlı hayvanlar manasında, diğer yerlerde ise “Allah’ın etinin yenmesine izin verdiği hayvanlar” demek oluyor.
Kabe’ye ihtiyacı olanların alması için getirilen hayvanlar üzerlerine Allah’ın ismi anılmakla (yazılmakla, mühür vurulmakla) “Allah’ın malı” (kamu/herkese ait) oluyorlar ve illa kesilmeleri de gerekmiyor. Canlı canlı da infak edilebiliyor. Ve hatta bunun illa hayvan olması da gerekmiyor. Tarım ve hayvancılık toplumu; bir yoksul bir deveye sahip olmakla, iki çift öküz almakla icabında yoksulluktan bile kurtulabiliyor.
***
YANLIŞ: “Kurbanlık büyük baş hayvanları da sizin için Allah’ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken (kurban edeceğinizde) üzerlerine Allah’ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik.” (Hacc: 36)
DOĞRU: “Cüsseli hayvanları da sizin için Allah’ın şiarlarından kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf halinde yan yana dizildiklerinde üzerlerine Allah’ın adını anın. Nihayet onlardan yiyin, istemeyen yoksulu da istemek zorunda kalan yoksulu da doyurun. Böylece onları sizin hizmetinize verdik. Umulur ki şükredesiniz.” (Hacc: 36).
Tefsiri: Bu ayetler Kabe etrafında müşrikler tarafından kurulan, cüsseli (büyükbaş) hayvan, deve, koyun ve her tür ekin ürünlerinin “iç edilmesi” üzerine kurulu düzene karşı söyleniyor. Çünkü onlar Kabe’ye getirilen hediye (hedy) hayvanlarına ve ekin ürünlerine el koyuyor, yoksullara gitmesine engel oluyor ve ihtiyaç sahipleri arasında eşitçe dağıtılmasına yasaklar getiriyorlardı. Kur’an’daki tabirle “yerli yabancı herkesin eşit hakka sahip olduğu” Mescid-i haramdan insanları alıkoyuyorlardı. (Hacc: 25).
En’am suresinde bu menfaat çarkının nasıl döndüğü uzun uzun anlatılır. Mesela bir yerde şöyle denir:
“Tutup Allah’ın yarattığı ekin ve hayvanlardan ona bir pay ayırdılar ve kendi akıllarınca “Bu Allah için, bu da ortaklarımız için” dediler. Ortakların payı Allah’ın payına geçmez, ama Allah payı ortaklarına geçer; ne berbat bir iş bu!” (En’am; 136)
Görüldüğü gibi en’am “nimet olarak gelen sığırlar” manasında kullanılıyor. Çünkü rivayete göre cahiliye Arapları ekin ve sığırlardan el koydukları ürünleri putlar ve Allah arasında bölüştürürlerdi. “Şu Allah’ın payı şu da tanrılarımızın payı” derlerdi. Allah için ayırdıkları payı başkaları için harcarlar, putları için ayırdıkları payı zimmetlerine geçirirlerdi. Putların payından Allah’ın payına bir şey geçerse hemen geri alırlar, Allah’ın payından putlarının payına geçen bir şey olursa, sonuçta bu kendi ceplerine gireceğinden hiç ses etmezler “Allah zengindir putlar fakir, O’ndan bunlara bir şey geçmesinden bir şey olmaz” derlerdi (İbn Abbas). Demek ki cüsseli hayvanlar (el-budne) Kâbe etrafındaki ni’met (en’am) istismarına dayalı bu “hayvan döngüsünü” ifade ediyor.
En’am suresi 135-140 arasında bu döngünün nasıl işlediğini okuyabilirsiniz. Burada esas amaç kurban kesmek değildir. Kabe’ye getirilen hayvanların “çete” tarafından iç edilmesi ve aralarında üleşilmesine karşı onların kamunun / yoksulların hakkı olduğunun vurgulanmasıdır. Bu arada kesilenler varsa -ki bu örfen müstahaptı- onların da sadece etlerinden yenilebileceği (kendine ayırıp biriktirmek yok) gerisinin yine yoksullara dağıtılması gerektiğinin ısrarla vurgulanmasıdır.
Tabi bütün bunlar hacca gidenler için geçerli. Oradaki durum anlatılıyor. Hacca gitmeyenlerin kurban keseceğine dair Kur’an’da en küçük bir ima bile yok.
Kur’an’da sadece mazereti sebebiyle hacca gitmeye niyetlenip de gidemeyenlerin Kabe’ye bir hedy (adanmış hayvan) göndermesi istenir. (Bakara 196). Çünkü ihtiyaçtan fazla olanın oraya gönderilmesi ve orada ihtiyaç sahiplerinin eline ulaşması istenmektedir. Gönderilecek hayvanın illa kurban olarak kesilmesi gerekmiyor. Hedy hediye kökünden gelir ve canlı bir hayvanın veya bedelinin yoksula bağışlanması manasına gelir. Kabe’ye getirilen “kurbanlık hayvan” demek, “adanmış hayvan” demektir; Allah’a, Kabe’ye, yani kamuya, ihtiyaç sahiplerine adanmış, onlara verilmek üzere getirilmiş canlı hayvan, ekin ürünü vs. demektir. Bu dahi “hacca niyetlenip de gidemeyenler” için geçerlidir.
Sonra yukarıdaki ayetin devamında şöyle denilir: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız. Güzel ahlak sahiplerini müjdele.” (Hacc; 37)
“Asla” denilerek ulaşmayacağı söylenen et ve kan zaten Araplarca da kesilmekte olan kurbanlardı. Klasik zihin burada kurban kesen kişinin, kurbana bıçağı çalarken içinde taşıdığı takva duygusunun kastedildiği şeklinde anlıyor. Burada kurbana teşvik değil; sakındırma, yapmayın bunu artık, bir anlamı yok vurgusu var.
Ayetin sonundaki cümleden de anlaşılacağı gibi aslolan hayatın içinde güzel ahlak sahibi (muhsinin) olmaktır. Allah sizin kurbanlarına bakmaz, ete, kana, deriye, bağırsağa bakmaz. Bunlar için günahlarınızı affedecek de değildir. İçinizde Allah bilincinden kaynaklanan sakınma duygusu (takva) ile yaşayıp yaşamadığınıza ve ahlakınıza bakar. Açıkça diyor işte: “Asla ulaşmaz” Şu halde neden kesip duruyorsunuz, ulaşmayacak işte. Duymayacak o hayvanların sesini, kan kırmızısı boğazın görüntüsünü, duymayacak!
***
Üç yerde daha kurban ile ilgili ayet var. Onları da aktarıp bitiriyorum;
Bakara suresinde İsrailoğullarına “inek kesmeleri” istenir. Bundan maksat Mısır Firavun İmparatorluğu’nun sembolü İnek/Boğa (Bakara) dır. Onunla ilişkinizi tümüyle kesin denmek istenir. (Bakara 67).
Maide suresinde Adem’in iki oğlu kıssası (Kabil-Habil) anlatılır. Kabil haksız yere toprağa çit çevirip özel mülkiyetine geçirir. Onu başkasından saklar. Ondan gelen ürünü Allah kabul etmez. Ama Habil Allah’ın mülkü olarak olarak gördüğü ve kendi emeği ile ekip biçtiği topraktan ürün getirir. Onunki kabul edilir. Buradan Allah’ın mülkünü sahiplenmeyin, kendi emeğinizle geçinin, başkasının (kamunun) hakkını gasbetmeyin, kul hakkı yemekten sakının, Allah sakınanlarınkini (muttaki) kabul eder mesajı verilir. (Maide; 27)
Al-i İmran suresinde Yahudilerin, Hz. Peygamber’i “Kurbanı inkar etmekle” suçladıkları anlatılır. “Allah bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamızı emretti” (Ali-İmran; 183) demektedirler. Onlara göre peygamber kendi bildikleri ve anladıkları tarzda ateşte yanarak kesilen bir kurban (yakmalık sunu) getirmelidir. Muhammed bunu getirmediğine göre kurbanı inkar ediyor demektir. Üstelik bunu onlara Allah böyle söylemiştir. Yakmalık sunu kurbanı apaçık Allah’ın emridir!
Kur’an onlara şöyle cevap verir: “De ki: “Benden önce size nice peygamberler, açık belgeleri ve sizin dediğiniz şeyi getirdi. Eğer doğru söyleyenler iseniz, niçin onları öldürdünüz?” (Ali-İmran; 183).
Cevap çok manidardır.
***
İşte Kur’an’da “kurban” ile ilgili geçen ayetler bunlardır.
Acaba Kur’an’ın ‘kurban haritası’ görünen uygulamalara uyuyor mu? 4
Ölçün biçin, düşünün.
Benden gözler önüne sermesi…
İHSAN ELİAÇIK
15-KEVSER [BOL NİMET] SURESİ

İbrahim'in İsmail'i kurban sunması ve Nemrut tarafından ateşe atılması ile ilgili Osmanlı minyatürü, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, İstanbul, 1583
Kevser suresi Mekke’de 15. sırada inmiştir. Üç ayetten oluşmasına ve Kur’an’daki en kısa sure olmasına rağmen, işaret ettiği anlamlar bakımından zengin bir içeriğe sahiptir. Surenin iyi anlaşılabilmesi için Duha ve İnşirah surelerinin de iyi anlaşılması gerekir. Çünkü Duha, İnşirah ve Kevser sureleri, müşriklerin kötü davranışlarına maruz kalan peygamberimizi teskin ve teselli etmek, onu destekleyip güçlendirmek için indirilmiş surelerdir ve kendi aralarında bir bütünlük arz ederler. Bu sure de “ibare [sözcük]” anlamıyla “zata mahsus [kişiye özel]” olup “işaret” anlamıyla da peygamber misyonu üstlenenlerin nimetlere kavuşturulacağını, düşmanların faaliyetlerinin neticesiz kalacağını ve sonlarının olmayacağını, tebliğcilerin olumsuzluklara önem vermeden, Allah için gayret etmeleri gerektiğini ilân eder.
İniş Sebebi
Bize göre surenin iniş sebebi; peygamberimizi desteklemek, ona metanet kazandırmak ve onu ilerideki görevlerine hazırlamaktır.
Fatiha suresi diye adlandırılan yedi ayet ile tebliğe başlayan peygamberimiz, dinî ve tarihî kaynaklarda belirtildiği gibi, ilk günden itibaren müşriklerin kendisini hafife ve alaya almalarıyla, hazırladıkları hile ve tuzaklarla karşı karşıya kalmıştır. Peygamberimizin maruz kaldığı bu tür davranışlardan biri de soyunu devam ettiremeyeceği yönündeki alaycı hafifsemelerdi. Günümüzde bazı ilkel aileler tarafından da hâlâ sürdürüldüğü gibi, o zamanın Arap kültüründe de kız çocukları evlâttan sayılmaz, ailenin erkek çocuk tarafından devam ettirildiği kabul edilir ve erkek çocuğu olmayanlar horlanırdı. Peygamberimizin Hadice’den doğma oğulları Kasım ile Abdullah ölünce, başta As b. Vâil es-Sehmî, Ebucehil, Ebuleheb, Ukbe b. Ebi Mu’ayt gibi Kureyş’in ileri gelen müşrikleri olmak üzere peygamberimizin hasımları bu olayı malzeme yaparak onu horlamaya yeltenmişlerdi. Peygamberimiz tarafından ortaya atılan davanın onun ölümü ile biteceğini, çünkü oğulları öldüğüne göre davanın takipçisi kalmadığını düşünerek peygamberimiz hakkında “Bırakın onu, onun soyu kesik, zürriyetsiz, ölünce adı unutulur gider, biz de ondan kurtuluruz” diyor ve temennilerini haber yapıyorlardı. Bu durum peygamberimizi çok üzüyordu.
Yüce Allah bu sure ile hem peygamberimizi “ كوثر kevser” ile müjdelemiş, hem de köksüzlük ve soyu kesiklik kavramlarını peygamberinin düşmanları için takdir ettiğini bildirmiştir.
Peygamberimizin erkek evlâtlarının çocuk yaşlarda ölmeleri konusunda, Allah’ın Cebrail’i yollayarak peygamberimizi teselli ettiğini ileri süren bazı rivayetler uydurulduğu gibi, bu ölümlere bir takım hikmetler yakıştıran yorumlar da yapılmıştır.
“Kudsi Hadis” olarak meşhur olan ve “Levlâke… Levlâke… [Sen olmasaydın... Sen olmasaydın…]” ifadeleriyle kâinatın yaratılışını peygamberimizin varlığına bağlayan uydurma rivayet dışında, peygamberimizin erkek evlatlarının ölümlerini açıklamaya çalışan başlıca yorumlar şunlardır:
“Böylesine şanlı bir peygamberin evlâtları yaşasaydı, babalarının son peygamber olması sebebiyle kendilerine peygamberlik görevi verilmeyecek ve bu evlâtların şanlarında bir eksiklik oluşacaktı.”
“Peygamberin evlâtları yaşasaydı, onlar da peygamber yapılacaklar ve böylece Muhammed ‘peygamberlerin mührü/sonuncusu’ olamayacaktı.”
“Peygamberin evlâtları yaşasaydı, en azından ashap tarafından ‘imam’ yapılacaklar, böylece ‘imamlık’ ve ‘velilik’ de veraset yolu ile intikal eden bir makam hâline dönüşecekti.”
Bu yorumların hepsinde de peygamberimizin evlâtlarının ölmemesi hâlinde ortaya çıkacağı sanılan sakıncalar öne sürülmüş, dolayısıyla bütün yorumcular ölümlerde bir “hikmet” olduğu üzerinde birleşmiştir.
Ancak gerek Allah’ın Cebrail aracılığı ile peygamberimizi teselli ettiğini ileri süren hadis uydurucuları, gerekse ölümlerde “hikmet” gören yorumcular, her şeye gücü yeten Allah’ın, bu ölümlerle ortaya koyduğu “hikmet”i peygamberimize hiç evlât vermeyerek de ortaya koyabileceğini, böylece teselliye de gerek kalmayacağını düşünememişlerdir.
MEAL
RAHMAN RAHÎM ALLAH ADINA
1.Şüphesiz Biz sana bol nimet verdik.
2.Öyleyse Rabbin için salât et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek ol; toplumu aydınlatmaya çalış] ve karşılaşacağın zorlukları göğüsle!
3.Şüphesiz seni horlayan, sonu olmayanın; yaptıkları, işe yaramayanın ta kendisidir!
TAHLİL
1.Şüphesiz Biz sana bol nimet verdik.
Bazı sapkın zihniyet sahipleri, Kur’an’daki “إنّا, نحن Biz” ifadelerinden yola çıkarak Allah’ın bu ifadeyi kullanarak yaptığını söylediği işleri velîleri, dostları ile birlikte yaptığını ileri sürmüşler, böylece sadece Allah’a ait sıfat ve tasarrufların kendi uydurdukları “evliya” takımına da yakıştırılması için çaba göstermişlerdir.
Oysa Kur’an’daki “إنّا ,نحن Biz” sözcüğüyle azamet/ululuk kast edilmektedir. Bu ifade biçimi birçok dilde uygulanmaktadır. Nitekim krallar ve güçlü yöneticiler de tarihî fermanlarında kendilerinden “biz” diye söz etmektedirler. Modern bir ifade biçimi olarak karşımızdaki insana “siz” diye hitap etmek de buna benzer bir durumdur.
Kevser
a-*“كوثر Kevser” sözcüğü Arapça’da “فوعل fev’al” kalıbında bir kelime olup “ كثرة kesret [çokluk]” kökünden türemiştir. Anlamı “alabildiğine, aşırı derecede çok” demektir. Araplara göre sayısı, değeri, önemi çok olan her şey “kevser”dir. Meselâ, çıktığı geziden yakınlarına aldığı hediyelerle dönen bir kişinin getirdiği hediyelerin çokluğunu belirtmek için “kevser getirdi” tabiri kullanılır. “Kevser” sözcüğü Arapçada somut şeylerin çokluğu için kullanıldığı gibi, soyut kavramların çokluğu için de kullanılır. Bunun örneği büyük edip el-Kumeyt’in bir şiirinde görülmektedir:
b-“وانت كثير يا ابن مروان طيّب Ve ente kesirun ya ibne Mervane tayyibu! [Ey Mervan oğlu, sen ne çok ve hoşsun!]
c-“وكان ابوك ابن فضائل كوثرا Ve kâne ebûke ibnu Fedâili kevsera [Baban İbnu Fedail ise daha çoktu].[1]
Peygamberimize “kevser”i veren Allah olduğuna göre, ayette geçen “kevser” sözcüğü ile dünyada ve ahirette “çok, pek çok hayır ve güzel şeyler” kastedildiği söylenebilir. Ancak surede geçen “çok, pek çok hayır ve güzel şeyler”in neler olduğuna gelince, bu konuda birçok farklı görüş ileri sürülmüştür. Rivayet tefsirlerinde yer alan bu görüşlerden bazıları şöyledir:
“Kevser”
– İslâm dinidir.
– İlimdir.
– Güzel ahlâktır.
– Bu suredeki mucizevî özelliktir.
– Şefaat makamıdır.
– Cennette bir ırmağın adıdır.
– Cennette bir havuzdur.
– Peygamberliktir
– Peygamberlik şerefidir.
– Peygambere verilen bütün nimetlerdir.
– Peygamberin meziyetleridir.
– Peygamberin ünüdür.
– Peygamberin evlâtlarının çokluğudur.
– Peygamberin ümmetinin çokluğudur.
– Peygamberin ümmetinin âlimleridir.
“Kevser”in ne olduğu hakkında ileri sürülen görüşler bunlarla sınırlanamayacak kadar çoktur. Konu hakkındaki ifrat bu görüşlerin çokluğunda değil, her bir görüş için yapılmış olan yüzlerce açıklamanın içeriğindedir. Bu açıklamalar peygamberimizi bütün diğer peygamberlerin özelliklerini kendisinde toplayan ve hepsinin gösterdiği mucizeleri tek başına gösterebilen bir konuma getirmekte, âdeta ilâhlaştırmaktadır.
Bize göre peygamberimize verilen “Kevser”, Duha ve İnşirah sureleri ile Hicr suresinin 87. ayetinde bahsedilen lütuflardır:
6-8.O seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı? Seni dosdoğru yol dışında biri olarak bulup da dosdoğru yola kılavuzluk etmedi mi? Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi? (Duha/ 6 – 8)
Biz, senin için, senin göğsünü açmadık mı? Senden ağır yükün�� indirmedik mi? –Ki o, senin belini çatırdatmıştı.– Senin şanını da senin için yüceltmedik mi? (İnşirah/ 1 – 4)
87.Andolsun ki Biz sana katmerli katmerli nice nimetleri ve büyük Kur’ân’ı verdik. (Hicr/ 87)
Hicr suresinin 87. ayetindeki “سبعا من المثانى ikililerden yediyi” ifadesi için pek çok görüş ileri sürülmüştür. Bu ifade bize peygamberimizin hayatındaki yedi köklü değişikliği hatırlatmaktadır. Bu değişiklikler, peygamberimizin iradesi ve gayreti dışında, görünür bir sebep olmadan, Allah tarafından yapılan değişikliklerdir. “İkililer” ifadesinin bize düşündürdüğü ise; bu değişikliklerin meydana geldiği konuların olumlu ve olumsuz hâllerinin birlikteliği, yani varlık alanındaki zıtlıklardan oluşan ikililerdir. Bu ikililerden oluşan değişiklikleri peygamberimizin hayatındaki “eksiler” ve “artılar” olarak isimlendirip listelersek karşımıza aşağıdaki tablo çıkmakta, bu da bize “ikililerden yedi” ifadesi hakkında ışık tutmaktadır:
Eksiler Artılar :
Sıradan birisi idi Seçilip peygamber yapıldı
Yetim idi Barınağa kavuşturuldu
Şaşırmış idi Doğruya iletildi
Dar gelirli idi Zenginleştirildi
Sıkıntılıydı Göğsü açıldı, ferahlatıldı
Yükü ağırdı Ağır yükü hafifletildi
Adı unutulacaktı Adı, sanı ve şanı yüceltildi
İ’tâ [Vermek]
“İ’tâ” sözcüğü, bir şeyi emanet veya geçici olarak değil, temlik veya devir yoluyla temelli olarak verme anlamındadır. Bu anlam aynı zamanda bir lütuf olarak vermeyi de içeren bir anlamdır. “Îtâ” ise “i’tâ”yı da kapsayacak şekilde, daha geniş anlamda (yol açarak, engelleri aşarak; getirerek- götürerek vermek) kullanılır. Yani “îtâ” hem temlik ve lütuf olarak vermeyi, hem de bir görev olarak süreli, emanet vermeyi ifade etmektedir. Kevser suresinde “i’tâ” ifadesi kullanıldığı için peygamberimize verilenlerin ilahî bir lütuf olduğu, bir şeye karşılık verilmediği ve emanet olmadığı anlaşılmaktadır. Keza Sad suresinin 39. ayetinde, Süleyman peygambere verilenlerin de aynı özellikte olduğu bu sözcüğün bir başka kullanım şekli olan “عطاء Atâ” ile ifade edilmesinden anlaşılmaktadır. Hicr suresinin 87. ayetinde peygamberimize verildiği belirtilenler ise hem lütuf hem de peygamberlik göreviyle bağlantılı olduğundan “îtâ” kelimesi ile ifade edilmiştir.
2.Öyleyse Rabbin için salât et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek ol; toplumu aydınlatmaya çalış] ve karşılaşacağın zorlukları göğüsle!
Arap edebiyatının önemli sanatlarından biri olan ve daha önce Fatiha suresinde gördüğümüz “İltifat” sanatı bu ayette de hemen dikkati çekmektedir. Birinci ayette “إنّا Biz” zamiri kullanılmış ve ikinci ayette bu akışa uygun olarak “لنا Bizim için” denmesi gerekiyorken üçüncü tekil kişiye dönülerek “لربّك Rabbin için” denilmiştir.
“Biz” zamirinden “Rabb” ismine dönülmek suretiyle yapılan “İltifat” sayesinde hem ikinci ayet hükmünün etkinliği arttırılmış, hem de Alak suresinden bu yana hep ön plânda tutulmuş olan Allah’ın “Rabb” olma özelliği bu surede de ön plâna çıkarılmıştır. Çünkü dünyadaki ve ahiretteki yaşamımızın her anı, Allah’ın “Rabb”lığı, programcılığı ile tasarladığı üzere gerçekleşmekte ve insanların da bunu akıllarından hiçbir zaman çıkarmamaları gerekmektedir.
Ayette geçen “صلّ salli” sözcüğünün kökü ve türevlerinden Salat ile ilgili ayrıntılı bilgi Alak suresinde verilmiştir.
nahr“نحر Nahr” sözcüğü bir kaç kelime ile Türkçeye çevrilemeyeceği için aynen bırakılmış, açıklaması burada yapılmıştır.
Belirtmek gerekir ki, “nahr” sözcüğü klâsik eserlerde iyice irdelenmeden Türkçeye en uzak anlamı olan “kurban kes” şeklinde çevrilmiştir. Bu durum, “Ğalât-ı meşhur, fasih lisana yeğdir [meşhur olmuş hatalı sözcük, orijinaline tercih edilir]” kuralına tamı tamına denk düşen bir uygulamadır. Ne var ki, yapılan galâtın/ hatanın sürdürülmesi edebiyat alanında önemli bir sakınca doğurmayabilir ama dinin temel ilkelerinin ğalat bir anlamla yozlaşması, göze alınamayacak kadar büyük bir sakıncadır.
İsim olarak kullanıldığında “göğüs, gerdan” anlamına gelen “nahr” sözcüğü, mastar olarak kullanıldığında “eli göğse değdirmek, göğüslemek, devenin göğsüne bıçak saplayıp kesmek”[2] anlamlarına gelir. Türkçedeki “intihar” sözcüğünün aslı da buradan gelmektedir. Sözcük ayette “وانحر ve-nhar” emir kipiyle yer aldığına göre sözcüğün mastar hâlinin taşıdığı üç değişik anlamın da incelenmesi gerekir.
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki birinci anlamı “elini göğsüne değdir” emridir. İmam-ı Şafii “ve-nhar” emrini “kurban kes” ya da “deve kes” olarak değil, “ellerini göğsüne değdir” olarak anlamış ve namaz kılarken alınan ara tekbirlerde ellerin göğse değdirilmesine içtihat etmiştir. Bu nedenle Şafii mezhebine mensup olanlar namaz kılarken bu içtihada uyarlar.
Şii müfessir ve fakihler de, Ali ve ehlibeyt kaynaklı rivayetleri dikkate alarak bu emri namazda kıyamda iken ellerin göğse kaldırılması ve namazda tekbir getirirken ellerin boğaz çukurluğunun hizasına kadar kaldırılması olarak anlamış ve bu şekilde uygulamışlardır.
Kimileri de aynı emri namazda göğsün kıbleye döndürülmesi, kesinlikle başka yönlere yalpalanılmaması gerektiği şeklinde anlamışlardır.
Ebu Hanife’nin bu ayeti nasıl anladığına gelince; o günkü siyasal iktidarın söylemine aykırılıklar taşıması sebebiyle olsa gerek, eserleri zamanın idarecileri tarafından yok edilmiş, bu nedenle de konu hakkındaki yorumu bize kadar intikal edememiştir.
Ancak bütün bu anlayışların namaz esnasındaki bedensel hareketlere yönelik olarak ortaya konduğu dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Oysa ayette bu hareketin namazda olacağına dair hiçbir işaret, delâlet ya da karine [ipucu] yoktur.
Bize göre, namaza başlama tekbirinde ya da namazlardaki ara tekbirlerde dilimizle “Allahu Ekber [Allah her şeyden daha büyüktür]” derken ellerimizi göğsümüze kaldırmamız, aynı anda beden dilimizle de bu inanç ve anlayışımızı pekiştirdiğimiz anlamını taşımaktadır. Yaptığımız bu hareket, Allah’tan başka her şeyi arkaya attığımızı ifade eden sembolik bir davranıştır. Sure peygamberimize hitap ettiğine göre, Yüce Allah’ın bu emirle peygamberimizden istediği, “hakkında çıkarılan kin dolu söylentileri, kendisine yapılan kötü davranışları, düşmanlıkları, hileleri ve tuzakları arkaya atması, dikkate almaması, boş vermesi, elini sallayıp geçivermesi”dir.
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki ikinci anlamı “göğüslemek, göğüs göğse gelmek” demektir. Sözcüğün en fazla kullanılan anlamlarından biri olan bu anlam, Arap şairleri tarafından boğaz boğaza gelmeyi, göğüs göğse dövüşmeyi ifade etmek için kullanılmıştır. Ayrıca “evleri göğüs göğse [karşı karşıya]” deyiminde de bu anlamda kullanılmıştır.[3]
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki üçüncü anlamı ise “deveyi göğsünden hançerle kesmek” demektir. Dikkat edilirse bu anlam içinde “kurban” sözcüğü yer almamaktadır. Bu anlam esas alındığında, ayetten “kurban kes” veya “deveyi kurban kes” gibi anlamlar çıkmaz, sadece “deve kes” anlamı çıkar. Bu takdirde ayetin anlamı “Seni üzüyorlar, sana düşmanlık ediyorlar, sen de uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tağuta karşı çık, çok çalış, çok gayret et, destek ol, sosyal yardım yap ve deve kes!” olur. O günkü şartlar altında peygamberimize kasaplık yapmasının emredilmiş olması anlamsızdır. Çünkü bu sure indiğinde peygamberimiz hâlâ insanlara tebliğde zorlanmaktadır, yeterince taraftar edinememiştir. İşler henüz teori/iman boyutundadır. Tebliğin dışında herhangi bir eylem söz konusu değildir.
Kurban ile ilgili olarak Kütüb-ü Sitte’de [Altı Büyük Hadis Kitabı’nda] 26 rivayet mevcuttur. Ama bunların çoğu aynı rivayetin farklı kişiler tarafından nakledilmiş varyasyonlarıdır. Bu rivayetlerin hepsinde konu edilen kurban ve kurban ile ilgili bilgiler, hacda hacıların mükellef tutulduğu “هدى Hedy” kurbanına [Hacıların hediye olarak kestiği kurbana]” yöneliktir, yoksa bayram günlerinde hayvan kesmeye yönelik değildir. Rivayetlerin ve tarihî belgelerin hiçbirinde, ne Mekke’de bu surenin indiği dönemlerde, ne de Medine’de hacc farz oluncaya kadar herhangi bir kurban olayı anlatımı söz konusu değildir. Özetlemek gerekirse, bu ayetler indiği zaman Mekke’de ne peygamberimiz ne de o günkü Müslümanlar kurban kesme şeklinde bir ibadet yapmıştır.
Ragıb el İsfehânî de Müfredat adlı eserinde “nahr”ı hacc esnasında Mina’da kesilmesi gereken hediye olarak açıklar. Ancak Hedy’den bahseden Bakara suresinin 196. ayeti, Maide suresinin 2, 95 ve 97. ayetleri ve Feth suresinin 25. ayeti henüz inmemiştir, çünkü bu ayetler Medenî’dir. Dolayısıyla Kevser suresi indiği sırada hacc ile ilgili bir hüküm henüz ortada yoktur. Böyle olmasına rağmen Ragıb’a göre de “nahr” hacda kesilen hediyenin dışında bir şey değildir, kurban adı altında günümüzde yapılan kesimle bir ilgisi yoktur.
Bazıları kurban konusunu İbrahim peygambere bağlarlar ve onun oğlunu kurban edişini konu alan birçok Kur’an dışı kültürü kendilerine kaynak kabul ederek detaylara girerler. Oysa Saffat suresinin 83-113. ayetlerine baktığımızda, bu olayların kurbanla herhangi bir ilgisinin olmadığı görülmektedir. Bazıları da Maide suresinin 27-31. ayetlerindeki “iki âdemoğlu” kıssasından yola çıkarak kurbana kaynak aramaya çalışmışlardır. Ne var ki, ilgili pasajın da hayvan kurban etme gibi bir anlamı bulunmamaktadır.
Yukarıdaki açıklamaların ışığı altında Kevser suresinin 2. ayeti; “Madem Rabbin sana kevseri [bu kadar bol nimeti] verdi, öyleyse sen de Rabbin için çok çalış, çok gayret et, uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tağuta karşı çık, destek ol, sosyal yardım yap, gerisini boş ver, düşünme, önüne gelecek her zorluğu göğüsle, sabret!” anlamındadır.
3.Şüphesiz seni horlayan, sonu olmayanın; yaptıkları, işe yaramayanın ta kendisidir!
a-“ابتر Ebter” sözcüğü “بتر beter” sözcüğünden türemiştir. İlk anlamı “kuyruğu köküne kadar kesmek” demektir.[4] Kuyruğu olmayan eşeğe “حمار ابتر hımarun ebterü” denilirdi. Daha sonraları hayır hasenat yapmayan kimselere, zürriyeti olmayanlara, özellikle de erkek çocuğu olmayanlara denilir oldu. Bilindiği gibi, kız çocuğu şark kültüründe evlâttan sayılmazdı.
Bu sözcük Türkçeye de geçmiştir. Birisine beddua ederken “beter ol!” denir. Bunun anlamı “senin sonun olmasın, perişan ol!” demektir.
İlk andan itibaren bütün kâfirler peygamberimizi değişik sıfat ve yakıştırmalarla kötülemeye çalışmışlardır. Kâfirliği bir nitelik olarak aldığımızda, dünyada inkârcılar var oldukça peygamberimizi kötüleme ve gözden düşürme eylemlerinin de devam edeceği açıktır. Ne var ki, peygamberimize ve dolayısıyla İslâm’a o günlerde sataşanların eli boş kaldığı gibi, bundan sonra da boş kalacaktır. O günkülerin hem emekleri boşa çıkmış; düzenleri, inançları bitmiş, hem de nesepleri, soy ve sopları dünya sahnesinden silinip gitmiştir. Bu ayetlerden anlıyoruz ki, bu gün de yarın da yine aynı şekilde olacaktır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
[1](Lisanü’l Arab, “k s r” mad. )
[2](Lisanü’l Arab, “n h r” mad. )
[3](Lisanü’l Arab, “n h r” mad. )
[4] (Lisanü’l Arab, “b t r” mad. )
HAKKI YILMAZ
5 notes
·
View notes
Text
Bir Yokmuş!
Çok kaldırım gördüm bu şehirde. Çok yola düştüm. Konuşulacak, anlatacak çok şey vardı çünkü. Kimsenin olmadığı zamanlarda korkmanıza, gerek yok. Yollar, kaldırımlar her zaman dinler sizi ve kimseye de bir kelime etmezler. Ketumdurlar. Ne anlatırsanız aranızda kalır. Mükemmel bir tercihtir yollar, gerçekleşmeyecek konuşmaların içsel provaları için. Yolların da yetmediği zamanlar var ama. Yolların da sizi anlayamadığı zamanlar var. Sabaha kadar oturup düşünseniz de, şehrin bütün sokaklarını dolaşsanız da havanın ciğerlerinize dolduğunu hissetmediğiniz anlar var.
Düşmek sayın okur ama dibi hiç bulamamak, her şeyden kötü aslında. Sonsuzluğun içinde ne zaman dibe vuracağınızı bilmeden, yüzünüze değen rüzgarın verdiği üşüme duygusu ve her tutunmaya çalıştığınız yerden elinizde kalan hayat kırıntıları size sonun geldiğinin haberini veriyor. Dibe vurmak, işte tam o serbest düşüş anında dünyanın en cazip şeyi oluyor. Artık bitsin istiyorsunuz ama hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor.
İşte böyle bir zamanda insan duymak istemese de duyması gerekenleri söyleyecek birine ihtiyaç duyar. Vicdanının sesi yeterli olmadığında senin yolunda tutacak biri. Yürüyemediğin, ayakta duramadığın anlarda “Ayakta kal"manı sağlayacak biri. Hayatımın en kötü zamanları bağıra çağıra geliyorum dediğinde girdi işte hayatıma böyle biri. Daha doğrusu hayatımdaydı ama o zaman gösterdi kendini. Dostluk sayın okur, ayakta kalmanız için ihtiyacınız olan tek şey. Ya da tekrar ayağa kalkabilmek için.
Çok uğraştım sayın okur. Hem dibe vurabilmek için hem de ayağa kalkabilmek için. Tek başıma yapamıyordum artık. Gücüm yetmiyordu. Omuzlarım düşmüş, ciğerleri parçalanmıştı. Yükü daha fazla kaldıramıyordum. Yardım için, başa dönebilmek için her şeyi, herkesi silmeye hazırdım. Sadece bu yükten kurtulabilmek için. Ve başa döndüm sayın okur.
Bir yandan eski hayatımı geri getirmeye çalışırken bir yandan yenisini kazanmaya çalışıyordum. Her seferinde en kötüsünü yaşadığımı zannederken daha kötüsüne sürükleniyordum. Artık ne olduğumu, ne olmak istediğimi ya da ne olmam gerektiğini bilmiyordum. Alt üst olmuş dünyamda iki arada bir derede kalmıştım. Bütün umutlarımı yitirdiğim o an anladım. Başa dönmek hiç bir şeyi değiştirmiyor sayın okur. Hangi zamana geri döndüğünüz fark etmez. Hayatınız geçmişe dönüp düzeltebileceğiniz bir şey değil. Devam etmeniz gerek. Bir yolunu bulmanız gerek. Olmazlara yanarak geçmişinizi düzeltemezsiniz.
İşte bütün umutlarımı yitirdiğim ve geçmişten vazgeçtiğim o an içimde yeniden hayatı hissettim. Bir insan nasıl değiştirebilir ruhunuzu baştan aşağıya? Nasıl umut ve aşk aynı anda doğar dünyanıza? Nasıl gidebilirsiniz her zaman beklediğiniz geldiğinde hayatınıza?
Devam edecek...
2 notes
·
View notes
Text
Kararsız madde - ...yanlış yazılmış kelimelerden ve tamamlanamayan cümlelerden yapılmış gibiyim -

Bakın doktor… Doktor demem hoşunuza gidiyor mu? Bana öğrencilerim ilk kez hocam dediklerinde yüzümde aptal bir gülümseme oluşmuştu. Uzun süredir ilk kez duyuyorsanız diye söyledim. Sıfatların, özellikle unvan olanların, bizi olduğumuzdan başka biri gösteren bir yanı var. Tıpkı, giysiler, aksesuarlar ve dostlar gibi. Kendimiz olmayı pek sevmiyoruz gibi. Her neyse…
Bir düğümü açmanın birçok yolu vardır. Ya da kapı diyelim. Kimisinin o kapıya uyan anahtarı olur. Bazı ender kişiliklerin ise her kapıya uyan bir anahtarı ya da düzeneği çözecek yeteneği. Belirli bir düşünüş biçimine sahip olmanın önemi burada beliriyor. Kapıların önünde durup ona saatlerce baktıktan sonra (daha tokmağına bile dokunmadan) arkayı dönüp gitmek hiçbir düğümü çözmüyor.
Bu yüzden diğerlerinin o kapıyı nasıl açtığını merak ediyorsunuz. Herkesin bir anahtarı ve evi var iken sizin birçok evinizin olması, hiç anahtarınız olmadığında bir önem taşımaz. Durup düzeneği anlamak, elinizde onu açacak bir şey yokken sadece anlamaya yarar doktor. Bir süre sonunda çaresizlik sizi soyut düşüncenin soğuk hapsine mahkûm eder. Duvarlarınıza sürtünür, çıkışları unutursunuz. Herkesin kapıları nasıl araladığını, bir şeylerin ardına nasıl geçtiklerini şaşkınlıkla izler merak eder ve onlardan bunu nasıl yaptıklarını duymak istersiniz. Anlattıklarına göre o kadar kolaydır ki hepsi bunu pisuara işemenin nasıl yapıldığını anlatırcasına, şaşkınlıklarını bakışlarında dile getirerek küçümseyici bir tarzda anlatır. Bir süre sonunda herkesin basitçe ve genel geçer bir yöntemle bunu nasıl yaptığını kolaylıkla anlatması hiçbir şeyi yine değişmez kılar. Aynı şeyleri dinlemekten sıkılırsınız. Bu sefer kendinizi dinlemeye itilirsiniz yani soyutlanmış düşüncelere doğru bir yaklaşmadır bu. Bu da bir yerden sonra kendinizin içinde kaybolarak başkalarına göre başka başka insanlar olmanıza sebep olacaktır. Bir yerden sonra bakarsınız; o mavi kimliğin üzerindeki isim kaybolur. Siz kayıpsınızdır. Kapıyı açacak, düğümü çözecek, şu kelimeleri dizecek bir yolunuz yoktur bundan böyle. Birçok yol vardır, ancak doğru yol da yoktur.
“Ben nasıl mı konuşuyormuşum peki?”
Vaziyetimin imkanı dâhilinde, tarihsiz bir yaratık olarak. Bu güne değin yıkılmasından korkarak inşa etmediğim doğruların eksikliğini hissetmeye başladım. Bu doğrular büyük ebeveynlerin sözleri gibidir. Düştüğünüzde sizi kaldırır. Kafanız karıştığında onlara başvurursunuz, birden ona vurduğunuz kafanız sert bir gerçeğin acısını duyumsar sonrasında kendine gelir ve kaldığı yerden devam eder. Kaldığım yerden devam edemediğimi fark ettim. Doğru ve anlaşılır şekilde konuşmak, sözlerimi eylemlerimde vurgulayabilmek istiyorum. Fakat durumun bana gösterdiği o ki yıkmaktan başka bir eyleme tabi olamıyorum.
Yapıcı bir insandım inan bana. Elimde kum olmasa da, biri bir avuç kum getirdiğinde onu biraz su ile bulamaç edip kumdan kalelerini kendiminkiymişçesine gel-gitlerden uzağa bir yere yapmasında yardım ederdim. İnan bana çünkü karşında oturup buna inanmanı istemekten başka bir şey dilemiyorum. Şeytan değilim ben. Bir keresinde çocukluğumda yalnız başıma oynarken bir sopanın ucuna poşet parçası dolamak suretiyle bir karınca yuvasını büyük bir zevkle bertaraf ettim. O günü hiç unutmam. Çünkü o günden bu güne karıncalar geceleri üzerimde gezinip göbek deliğimden yuvalarına giriyorlar. Nasıl anlatayım kendimi oyuna kaptırmıştım. Etrafımdan birileri gelip geçiyor, gökyüzünde kuşlar başka kuşlarla dans ediyor biraz uzaktaki parkta diğer çocuklar gayet keyifli oyunlar oynuyordu. Ben hepsini görmezden gelecek kadar eğleniyordum o gün. Yalnızdım doktor. Başka bir arkadaşım olsa saklambaç oynardım onunla, beraber gülüşür ve yorulurduk. Evden su isterdik. Anneme arkadaşımın adını söylerdim. O da fazla koşmayın terlersiniz falan derdi. Biz yine de koşardık.
Tanrım vicdanı pişman olmamız için bize bahşettiğinden şükürler olsun. Hep şükürler olsundu. Sonra da hep şükürler oldu. Sürekli düşünüyorum. Düşünce aklımın kendini imha planı. Bense yanlış yazılmış kelimelerden ve tamamlanamayan cümlelerden yapılmış gibiyim. Evden dışarı adımımı atarken kendimi gideceğim yerde bunalacağım düşüncesinde buluyorum, henüz asansör çağırma düğmesine basmamışım oysa. Gittiğim yerde devamlı dönmek isteği ile doluyorum. Döndüğüm yerden devamlı gitmek. Bu böyle sürüp gidiyor ya da sürüp geliyor. Size gerçekten arafın bir tanımını vermek isterdim. Yarım kalmış bir cümle olmasaydım…
Seçecek ve anlatacak o kadar çok sözcük varken ancak en basitlerini kullanarak uzun cümleler kurmaya alıştığımdan beni mazur görün. Birazda bu yüzden yarım kalıyorum. Yani size göre. İnsanların beni anlayamamasına alışmışım işin kıssası. Başkalarının da başkalarını anlayamadığını gördüğümden anlama çabası kendini aynamın karşısında tavana astı. Arada tavana bakıp halen onu anlamaya çalışırım.
“Neden bu türlü bir düşünce içindeymişim”
Bir zaman önce yani daha kendi kıymetimi kıymetsiz buluyorken, kendimi kendime esirgemez, Tanrısına içten bağlı bir mümincesine iyilik olarak saydığım her şeyi beklentisiz yapardım. Yaptıklarımın karşılığını beklemek gibi bir niyetim hiç olmazdı. Taptıklarıma ise en alçaktan bakar böylece onları en yüksekte görürdüm. Sonra bir gün silindim. Hani bir tablo düşünün her tarafı capcanlı rengârenk boyanmış. Lakin bir renk kalitesiz bir fabrikadan çıkar o paletin içerisine girer, sonra resme girer. İlkin parlaktır. Sonrasında zaman yüzeyleri kazırken en kalitesiz olan söner gider ya. Silinir işte. Zamanla. Bende kendimi öyle değersiz hissettim. Başkası görmüyordu olsun Tanrı görüyordu ya. Öyle diyorlardı beni görmeden. Sonra ben aynada kendimi göremezken tanrı beni bir yerlerde görüyordu.
Ne yiyip-içmeye ne gezip tozmaya ne ihtiyacımın dışında olan bir eşyaya ne cinsel münasebetlere karşı bir tek nefis kırıntısı kadar ihtiyaç duymamışım, kafası sonradan geliyor. Tanrıyla yek vücut gibi. İsteksiz ve hayatta ne tür aşırılıklarla karşılaşırsam karşılaşayım, hepsine olağan gibi davranacak çelik gibi görülen, alüminyum folyoya sarılı bir irade ile.
Çeliktenim sanıyordum. Sonra sevdiğim bir insan hastalandı, öldü. Sonra sevdiğim bir insan hastalandı, yaralandı. Ben yine de çocukça kızıp imanca şükrettim. Birini çok sevdim ( ben genelde birini çok severim, işte bunlar hep bundan ).Sonrasının tahmini bile kolay değil mi. Söylesenize ya da söylemeyin cevabı hepimiz biliyoruz.
Demek ki silik olmak dedim hoş bir şeymiş. Ve silinmek için insanın varlığına en mukaddes emarelerden birisi olarak tesis edilen sevgiyi bile başkalarından esirgemeniz gerekiyormuş.
Kimsenin görmediği bir insan olarak yaşamak güzeldi, biri beni görene dek. O an sanki varlığımın ve insan oluşumun yeni bir doğumunu yaşadım. O zamana dek dünyaya baktığım gözler gitmiş yerine yenileri gelmişti. Ve ben bu doğuşu tüm duyularımda hissederken, hissiyatımın derinlerinde, kelimelerin tarifsizliğini ve aciziyetini, tüm şairlerle birlikte teyit ettim.
Zamanınım ondan bir başkası ile geçmesi ya da onun varlığından ayrı geçtiğinin düşünülmesi dahi ziyankârlıktı.
Bilirsiniz evrendeki her şey bozulmaya tabidir. Onun derisi de öyle, benimki de sizinki de. Dışarda ne görürseniz, elinize ne alabilir midenize ne götürebilirseniz bu böyledir. Benim onda elime alıp tutamadığım ya da hiçbir vaziyetle somutlaştıramadığım şeyler (adları henüz sözlüklere yazılmamış, zihinlerde imlenmemiş “şeyler” [bilinmezlikler işte]) keşfedişim, evrenin bu temel yasasının üzerinde idi.
Bozulmayan, yerinde duran hep orada olan ve kendini öz-zamansallığında, farklı tarzlarda sonsuzca tecdid-i temaşa eden bir tözdü o. Aynı zamanda yeni doğuşumun başlangıç ilkesi olarak Arkhem. Elinizde artık bir arkhe varsa tüm evreni onun üzerine kurmakta ne zorlanırsınız ne de zaman kaybedersiniz. Bende durumun şerefine, evrenin temel yasasına aykırı keşfimin de hakikate olan düşkünlüğüne binaen tüm bir yaratılışı onunla tekrar inşaya kalkıştım.
Kutsal kitaptan attığım ilk söz, ilk söz olan, önce söz vardı, sözüydü. Yerine “önce o vardı”yı koyduktan sonra tüm bir sistematik kendini baştan yarattı. İnşalar onun üzerine kendiliğinden kuruldular. Bundan böyle, O tanrıydı ve o aramızda dolaşıp yatağıma giriyordu. İnanın doktor bilinçli olarak yaptığım tek şey buydu.
“Bana yalnızlığa itilişimin nedenini mi sordunuz?”
Çoğu parçalanmak diyor. Yani –bir- parçadan daha fazlası olmak. Yerde yeksan, zeminde muntazam bir bütünken yerin çekiminden çekip alınmak münasebetiyle yükseltilerek tekrar yerin çekimine bırakılıp yerle yeksan edilmek. Zeminle tekrar kuvvetli bir teması, zemine olan uzaklığınızla doğru orantılı olacak bir ivme ile hızla gerçekleştirmek. Böylece önceki durumunuza göre azalarak çoğalmak gibi bir şey yani öylemi. Sonra küçük parçalar halinde oraya buraya savrularak bir araya gelmesi tahayyül dahi edilemez bir çoklukta, bütünlük inancını kaybetmek.
Ben kendi durumum için başka bir fiil seçtim. Anlamı bakımında açıklayıcı, doğruluğu bakımından her zaman olduğu gibi muğlak yine de geçerliliğini gözlerimin içine bakarak test edebileceğiniz bir fiil. Mastar ekini attığınızda tek kelimelik bir emir cümlesine dönüşür. Argoda günlük kullanımı yoğun olan bir küfrü çağrıştırır. Buharlaşmak Tamamen buharlaştım. Nedenler sıralamasında geriye gitmek gibi bir takıntınız varsa biraz açımlayayım. Neden çünkü öncesinde eriyik hale geçmiş, sıvılaşmıştım. “O”ndan öncesini sorsanız kaskatı bir yaratıktım. Gülümsemez, önemsemez, fevkalade nötr. Düşüncemin kendisinden dahi arınık; pozitif ile negatiflik kavramları arasında kesim ayrımları olmayan gri bir renk, önemsiz bir dışsallıktım. Öyle ki içim dışım bir idi ve hakikatimi asla saklayamazdım. İçim katı, dışım katı, görenin ikinci kez bakmasına merak uyandırmadığı sıradan ve tek işlevli bir eşya. Örneğin çatalla aramdaki 7 farkı bulana mutfak robotu seti hediye edilebilirdi.
Neyse. Olur ya. Bir gün biri çıkagelir. Artık tam kendinizi ve her şeyinizi tükettiğiniz anda. Aslında tam değil de genel olarak bittiğiniz ve bittiğinizin farkındalığına varıp ötesinin de aynı standartında devam edeceği düşüncesinin sizi rahatsız etmediği, durağanlıkta, bilmukabele kabul edilmiş hayatınızın düz çizgisinde, geliverir. Ellerinde yepyeni bir anlam ve gözlerinin içinde matematiğin çözümlemeye dahi kalkışmadığı sonsuzluktan yapılma bir sözlükle. Sizi sonsuzlukla baş başa bırakarak, çizgiyi eğer büker.
Orada mekân tasviri katı, sıvı, gaz diye yapılmıyor doktor. Orada mekan tutmak zor. Hacminizin olduğunu iddiaya kalkışmak ise varlığınızı inkâra düşer. Yine de bu dünyada sıvılaşmaya başladım, çözüldüm. Basit bir buz parçası olsanız da çözülürdünüz, demir madeni kadar kararlı olsanız da o örsün üzerinde dövülürdünüz. Bende sıvı hale, benim dışımda karşı koyamadığım bir iradeden dolayı geçmiş bulundum. Aktığımı hissediyordum. Gariptir; dışarı akıyor, gittiğim yolların sonlarında hep aynı okyanusa dökülüyordum. Geceleri geç soğuyup kıyılara sıcak bir esinti oluyor, gündüzleri sahillere serinlik katıyordum. Onun ruhunda dalgalanarak tüm bayrakları fethettiğimi sanırken cumhuriyetlerin bir bir düşüp dünyamın global bir monarşiye terk edileceği düşüncesi zihnime zerk edildi. Ben ona aktım, o da bana aktı. Ama gözlerinin içine baktığımda bir tek ben fethedilmişim gibi geliyordu. Ne zaman diktatörlük düşüncesi aklıma gelse; azınlık gibi önemsenmeyecek bir kalabalık olacağımı da düşündüm. Gözleriyle tepeden baktığında sabun fabrikalarının ocaklarından dumanlar çıkıyordu bile. Bende buharlaşmaya başladım böylece. Denizler çekilmekte, gezegenin mavisi tükenmekteydi.
Korku isyanı başlattı. İsyan başka ateşler yaktı. Ateş buharlaştırdıkça buharlaştırdı. Aklımın odalarında 6 milyon nefes kesildi.
Bilmiyorum, doktor. Birçok şeyi bilmiyorum. Bildiğimi varsayarak yaşıyorum. Tek yaptığım yıkıntılarımın üzerine dizip dizip devirdiğim üç beş taş parçası ile oyalanmak. Umutsuz da bekleniyor. Yazılıyor çiziliyor hayal ediliyor. Oyalanmak oluyor adı.
Umutsuzluğun tarifsiz acısını hissettiğim anlarda sadece gırtlaktan ibaret olduğumu sanıyorum, gözlerimin çukurlarında ağırlaştığımda iğnenin ucundaki ucuz bir ölüm, sabah kahvaltısı niyetine yanıp etrafa dağılan bir sigara dumanı. Birçok şeyle birlikte birçok şey oluyorum. Ama onunla, asla bir şey olamıyorum.
Buharlaşıp aynı çölün üzerinde yoğunlaştıkça bulutlaşıyorum. Ancak bir türlü damlalaşıp düşemiyorum. Üzerinde radyoaktif partiküller taşıyan ümitsiz bir bulut parçası gibi dolaştım dünyayı. Birçok sefer, yarattığım çölün üzerinde duraklaştım. Yağsam, boşansam gökyüzünden, parça parça olsam ama tek bir nefes verebilsem toprağa. Yok olup aksam tekrardan dikenli bir kaktüs içerisine. Sorgusuzca durulsam ölüme karşı doğuşlarda.
Tekrar katılaşmak için
II.ED
4 notes
·
View notes
Text
Duydun mu atmaya başlamış kalbi Taksim’in?
“Nasıl kâinat söndürülmezse iman-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde olan İslâmî şeâir, dinî minarat, ilâhî maâbid, şer'î maâlim itfâ olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an. Herbir mâbed bir muallim olmuş. Tab'ıyla tabâyie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur. Onun lisan-ı hâli eder telkin-i dinî; hatasız, hem bînisyan.”
Lemeat’tan.
Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Sezgiden aklın sonradan haberi olur. Yani ‘sezgi’ aklî uyanışlarından öncesidir. Zeminidir. Evet. Aynen. Yine bir farkediştir ama sırf akılla değildir sanki. Ondan ziyade şuura bakar. İsimsiz esintiler gibidir bu biliş akıl için. Görecek gözleri yoktur onu. Tutacak elleri yoktur onu. “Hava gibi, su gibi, nur gibi…” Bilinenin kendisi yoktur âdeta. Lakin tesiri vardır. Karşı konulamaz bir tekrarla dokunmaktadır. Bu farkındalık işte 'sezgi'dir. Şuurun farkındalığını aklın uyanışlarından ayıran şeyse, bir bilinç olarak değil, daha çok bir sızı/ferahlık olarak yaşanmasıdır. Vicdan azabı dediğimiz şey pek de akıl işi sayılmaz öyle değil mi? Hatta çoğu zaman akla bir ölçüde doğru gelmiş şeylerin yapılmasından dolayı yaşanır bu azap. Mürşidim de der: "Ve akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülasasıdır."
Şimdi bana "Vicdanla şuurun ne alakası var yahu?" diye sorabilirsin arkadaşım. Haklısın. Orayı biraz daha açmam lazım. Mürşidimin ayak izlerini öperek başlayayım yola o zaman: Bediüzzaman'ın ifadesiyle vicdan da bir fıtrat-ı zişuurdur. Fıtrat ne demek? Böyle söylemek çok kapitalistçe gelse de kolay anlaşıldığından istimal edeceğim: Fabrika ayarlarımızdır fıtrat. Yaratılış özümüzdür. Temiz kalıbımızdır. Hayır üzere varlığımızdır. Sahibimizin nakşındaki muradıdır. İnsan neyin üzerine yarat��lmışsa onu yapmak ister. Hikmetinin dışındaki eylemler kulağına söylenen kötü sözler gibidir. Fıtrat bundan rahatsız olur. Bunun için yaratılmadığını sızılarıyla hissettirmeye çalışır. Köy yolunda kullanılan bir Ferrari gibi. Nasıl? Aracın ses çıkarabilen her yeri size bu yol için varolmadığını haykırır. “Beni burada sürme! Ben burada gitmek için yaratılmadım! Beni burada süründürme!” Fıtratınız da size vicdanın sesinden rahatsızlığını haykırır. Kendinize kaldığınız her yerde darlığını fısıldar. Kulağınız ondaysa elbette.
Hele şu söyleyeceğime dikkat buyur arkadaşım: Bu etkileşim aslında her an yaşanıyor. Fıtratımız bizimle konuşuyor. Sesi yüksek değil belki. Ama devamlı. Israrlı. Tekrarlı. Bu yüzden gafil insan yalnızlığı sevmiyor. Uyandırıcılardan hoşlanmıyor. Sessizlik zayıf sesleri de duyulur yapıyor. Uyandırıcılar içindeki uykucunun da yüzüne su serpiyor. Yine mürşidim Mesnevî-i Nuriye’sinde diyor ki: “Herşeyi Allah’tan bilip böylece iz’an ettikten sonra, sürur veren şeye de, zarar veren şeye de razı olman gerekir. Razı olmazsan mecburen gaflete düşersin. İşte bu sebebdendir ki zâhirî esbab vaz’ edilmiş ve gözleri gaflet perdesiyle örtmüştür.” Esbab sahte bir kurtuluş olmuş yani gafile. Arkalarına saklanarak korumuştur yaşatmak istediği uykuyu.
Hem şu da önemli: Sadece bizimle değil birbirleriyle de konuşuyorlar. Evet. Tanışıklığımızdan itibaren sevdiğimiz/sevmediğimiz insanlar da bize bir mesaj veriyorlar. Nasıl? Sanki kendilerinde tecelli eden esma üzerinden, başkalarına dair okumalar yapabiliyorlar fıtratlar. Hangi ismin gölgesini seviyoruz? Bunu net bir şekilde bilemiyoruz. Ama, ne tuhaftır, sevdiğimiz insanların özellikleri de az-çok birbirini tutuyor. Sevmediklerimizin de öyle. En önemlisi de şu arkadaşım: Sahibinin saflığını korumaya çalıştığı bir fıtrat korunmamıştan rahatsız oluyor. Aynı ortamda bulunmayı bile istemiyor. Canı sıkılıyor. Bunalıyor. Belki de fıtratındaki çığlıkları duyuyor. Sesten olmayan sesleri işitiyor. Tıpkı keşfe’l-kubur velilerin gafil mezarından geçmeye çekindikleri gibi. Göreceklerinden üzüldükleri-gerildikleri gibi. Kimbilir?
Tersinde de benzeri bir durum yaşanıyor bence arkadaşım. Nasıl? Açayım: Bence gafilin rahatsızlığı da müttakinin huzurudur. Onun çağrıştırdıklarıdır. Ezan sesidir. Minaredir. İbadettir. Zikirdir. Gürültü, duymak istemediğiniz şeylere engel oluyorsa, elbette ondan değil, yokluğundan rahatsız olursunuz. Disko telaşı istersiniz. Kalabalıkta kaybolmayı arzularsınız. Gözlerinizi kaparsınız. Kendinize bırakılmaktan uçurum gibi korkarsınız. Bundan daha doğal ne var? Çünkü sessiz ortam gürültülerin sıkletinden kurtarıcıdır. Gafil de vicdanını duymamak için gafilane gürültüyü arzular. Uyanıklıktan çekinir. İstemediği manaları çağrıştıranlardan rahatsız olur.
Bu sesler hayatın her yanında arkadaşım. Sezgi dediğimiz şey bu seslere daha duyarlılarımızın yaşadığı düşük yoğunluklu farkındalık. Doğru. Ahirzaman dikkatimizi dağıtacak pekçok ‘geçici olan’ karşımıza çıkardı. Aklımızı başımızdan aldığı gibi sezgimizi de fıtratımızdan aldı. Hayretimizi tırtıklayan birçok “Aaa duydun mu?” var artık hayatımızda. Belki de kalbimize güvenimizi yitirdik. Belki kalbimizi de. Hem sezgi de daha fazla dikkat istiyor. Dönüp dönüp kendisiyle ilgilenilsin istiyor. Beş vakit namaz istiyor. Ezanı istiyor. Minare istiyor. Hem sesi zayıf hem kurduğu cümleler uzun. Zamana ihtiyacı var. Ve bir de cümlesi bitene kadar kalacak bir dikkate. Kalp gibi atması lazım böylesi bir dikkatin. Bunu da şöyle bir parça açabilirim belki:
Akıl dinamik farkındalıkların alanı. Ve bu dinamizm farkındalığın şiddetinin de yüksek olmasını gerektiriyor. Şuur ise statik farkındalıkların alanı. Daha düşük tesirlerden de haberdar. Lakin bu tesirlerden dolayı fiillere teşebbüs etmesi 'bardağı taşıran son damlalar'la mümkün. Evet. Şuurla yapacaksanız bardağı sezgilerle doldurmak zorundasınız. Doğru çağrışımlar hayatınızın her yanından akmalı. Birikmeli. Kuşatmalı. Hamlıklarınız kısık ateşte pişmek zorunda. Minare minare görmek zorunda. Ezan ezan işitmek zorunda. Bu yavaş fakat kaliteli bir farkındalık olacak. Ağır ama isabetli kararlar alacaksınız. Yok, yaşadığınız farkındalık tokat gibi birşeyse, o zaman bardakla uğraşmaya da ihtiyaç yok. Akıl farkındalığının hakkını verecek. Farkındalığın şiddeti eylemeyi hızlandırır. Yalnız şu var arkadaşım: Şuurla yapan sanki yaptığında daha salabetli oluyor. Daha dik duruyor. Terkini daha imkansız görüyor. Allahu’l-a’lem. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Kendi çağrışımlarından koparmasın. Âmin.
0 notes
Text
her taşın altına da elimi sokmayayım. skerler sonra belki. aslında niyetim her şeyin tartışılabilir olduğu bir dünyaya hizmet etmek. abv. bazı insanlar o kadar cahiller ki beni korkutuyorlar.
"Ülke dış politikası hakkındaki riskli ama gerekli olduğunu düşündüğüm gelişmelerden memnunum." diyenler; Like "Ülke dış politikasında bu kadar kısa sürede bu denli sert tavırlar almanın dayanağı nedir? anlamıyorum.." diyenler; Kalp "Ülke dış politikasında risk almaya uygun bir ortam olduğunu düşünmek sakıncalı bir akıl yürütmedir." diyenler; Üzücük "Dış işlerinde iki çoğunluk partisinden yetkin ve yüksek ihtisaslı ([ciddiyetsiz iki yüzlü yalakalar hariç] kuralı bile yeterli olur, gerçi..) siyasilerin birlikte güç birliği içinde çalışması taraftarıyım. Zira dış işleri mevzuları sidik yarışı değildir, ortak çalışmanın bir yolu bulunmak zorundadır ve parti fanatizminin zayıflamasıyla vatandaşlık duygusunun kapsayıcılığı tekrar gün yüzüne çıkabilir, zira bu dönemde ihtiyaç duyduğumuz en kritik şey birlik olmanın gücünü hatırlamak olabilir. Olası savaş dönemlerinde rakip ülkeleri ya da tehditleri caydırmak yalnızca teknolojiyle değil vatandaşların birlik duygusunun canlanmasıyla mümkün olabilir" diyenler; Kahkaha "Ülkemle her ne kadar gurur duymak istiyor olsam da son iktidar partisinin bu zamana kadar iç politikada vatandaşa yaşattığı kriz dönemlerini unutup dış politikada takdir edilmesi gerekse bile olumlu bir eleştiride bulunmak hatta kendilerini cümle içinde kullanmak bile bu topluma ihanet etmektir, çok öfkeliyim." diyenler; Kızgıncık "Uluslararası politik, siyasi ve sosyolojik ilişkiler hakkında yeterince analiz yapabilecek bilgi-birikim sahibi değilim veya ilgi alanıma girmiyor" diyenler; Yorumcuk "Bu popülizm akımını andıran algı yumuşatma maksatlı görünen yaklaşımlarla hele de dünyada büyük bir belirsizlik oluşmuşken herhangi bir konuda ne sorumluluk almak isterim ne de görüş bildirmek isterim. İzleyip göreceğim." diyenler; Şaşkıncık "Yeni bir açı katmak, tartışma başlatmak, itiraz etmek veya hayal kurmak istiyorum" diyenler; "EK YAPIYORUM" yazdıktan sonra; Yorumcuk
0 notes
Text
Cep Telefonu Tamiri ve Ekran, Cam Değişimi - Cep Hastanesi
Ekran Değişimi, Bu tür sorunların yaşanmasında en büyük faktör kötüye kullanımdır. Cihaz şarj olurken veya şarj cihazından çıkarıldığında kararsız kuvvet uygulanırsa cihazın soket dişleri veya ayakları kırılabilir. Pil değiştirme için hizmetimize gelen xiaomi telefonları orijinal olmayan veya kalitesiz şarj cihazları tarafından sıklıkla kullanılır. Bunun dışında telefonunuzu arabada şarj etmek pil ömrünün kısalmasına ve şarjınızın erken tükenmesine neden olur. Pil seviyesi %90 iken şarjınız aniden %50 ye düşerse xiaomi pilinizin değiştirilmesi gerekir. Xiaomi nin ön kamera değişikliği yapmak için maksimum 20 dakikaya ihtiyacı var. En kısa sürede hizmetimize varmak gibi telefon kayıt işlemi gerçekleşir ve cihazınız bir ön kamera değişimi için işlem sırasında alınır.
Cep Telefonu Tamiri, Fotoğraf makineniz Uzaman ekibimiz tarafından incelenir eğer bir değişiklik yapmanız gerekiyorsa ön kamera değiştirilir. Xiaomi nin açma kapama güç düğmesini onarmak veya değiştirmek için biraz zamana ihtiyacı olabilir. Xiaomi açma kapama güç düğmesi arızasının ana nedeni güç düğmesine ıslak elle dokunmaktır. Islak elle düğmeye basarak su damlacıkları düğmeye girer. Bu su damlacıkları düğmenin çalışmamasına veya gelgitlerin oluşmasına neden olur. Güç düğmesi oksidasyon sonucu çalışmaz. Sorunu düzeltmek için oksidin temizlenmesi gerekir. Temizlenmiş oksitten sonra onarım işlemi anahtar değişim işlemine gerek kalmadan gerçekleştirilebilir. Xiaomi açma kapama güç düğmeniz onarım işleminin bir sonucu olarak çalışmazsa anahtarı değiştirmeniz gerekecektir.
Cam Değişimi, ekran değişikliği gibi bir durum sırasında değil çalışma bir parmak izi cep Hastanesi.com.tr kendi içinde kesinlikle yaşanmaz. Bugün telefonların maliyetlerinin çok yüksek seviyelere çıkabileceği yerlerde ekran değişikliklerine ihtiyaç duyulmadan önce önlem almak gerekiyor. LG kullanıcıları ekran değişikliklerine tekrar ihtiyaç duymak istemiyorlarsa tüm koruyucu malzemeleri düzenli olarak kullanmalıdır. Bu durumda değil firmamız tarafından sunulan ekran değişim hizmeti gereklidir. Sony Xperia Xa1 Plus ekran değiştirme fiyatı £ 349. Kadıköy Cep Hastanesi ekran değiştirme işlemi 6 ay boyunca yedek parça ve işçilik garantisi altındadır. Sony Xperia Xa1 Plus ekran değiştirme £ 349 Sony Xperia xa1 Plus ekran değiştirme fiyatı iç ekran tamamen dokunmatik.
0 notes