#yürümek de iyi geldi bugün
Explore tagged Tumblr posts
Text
Bir şeyler demek istiyorum ama ne diyeceğimi bilmiyorum
#dershane fena değildi#mehmetle uzun süredir bu kadar konuşmamıştık#konuşmak iyi geldi#yürümek de iyi geldi bugün#nisayla konuştuk#sorunumuzu hallettik#olsa da olur olmasa da gibi bi havan var dedi#biraz öyleydi açıkçası aile içinde onun benden başka kimsesi olmadığını biliyorum#ben çok fazla konuşan bi tip değilim ama o anlatmak ister ve maalesef ki bazı şeyleri en yakınım dediğin insana bile söylerken çekiniyorsun#bizi biz biliriz bu yüzden iyi oldu aradaki soğukluğun kalkması#AAAA#bir de şey#ben bugün kayınbabamı gördüm kajdkwjdkskxjd#o kadar nefret ettiğim bi kelime ki#beni sevmese aramız iyi olmasa bile sırf şu kelimeyi kullanmamak için baba derim
3 notes
·
View notes
Text
When he said “Artık Herkes Evine Dönmeli” and you really felt that.
● Hiçliğin ortasında bi Alman kasabasında mahsur kaldık alman trenleri yüzünden ve bir saat sonraki treni beklerken bunları yazıyorum. Eve ne zaman ulaşırız, bugün ulaşabilir miyiz bilmiyorum, tek istediğim Hollanda sınırından bi an önce geçmek.
● Bugünün rotası Almanya'nın 4. büyük şehri olan Köln'dü. Çok kalabalıktı ama yine de bu şehri sevdim sanırım. Özellikle akşamüstü serinliğinde Ren nehrinin kenarında yürümek çok geldi.
● Aslında Picasso'nun bazı eserlerinin olduğu bir sanat müzesi vardı, ama arkadaşım girmeyi pek istemedi. Müze dükkanında da Andy Varhol'u ve muzunu görünce fazla mı modern(?) sanat diye düşünüp ısrar edemedim.
● Katedral uzmanı olarak bu sefer Köln katedraliyle ilgili tüm önemli bilgileri bulmuştum. Etkileyici ve güzel bi yapıydı. Ama tamam artık, bu kadar katedral görmek yeter. Bu gezilere biraz ara vericem sanırım. Ben etkinlikli, eğitimli, projeli, kongreli gezileri seviyorum, bu kadar üst üste salt şehir gezisi bünyeme fazla geldi.
● Neyse Köln'e dönersek, şehrin 3/4'ü ikinci dünya savaşında yerle bir edilmiş ve her yeri yeniden yapmışlar. Sabah gelirken izlediğim görüntüler bana 6 Şubat depremlerini hatırlattı hep.😔 Biz iyi ki ikinci dünya savaşına falan girmemişiz diye de düşündüm, toparlanmak ne zor olurdu.
● Köln’de çok fazla Türk varmış, tecrübe ettim maalesef. Out of no where bir teyzeden vasiyetini dinleyince ve teyze size 20 dakika boyunca hayat hikayesini anlatınca durumun ciddiyetini anlıyorsunuzfkfllf. Teyzenin bana ne dediğini sorarsanız, "Sana vasiyetim olsun, Karadenizli erkeklerden uzak dur" dedi. evet.sadece.bankta.yanımızda.oturup.bir.anda.ssohbete.dahil.olan.random.bi.teyze
● Teyze yüzünden treni kaçırsak da tramvayla Brühl diye bir kasabaya geçtik sarayımsı bir binayı ve bahçelerini görmeye. İşte gezinin parlayan anı buydu. Çok güzel bir bina ve ondan bin kat daha güzel bahçeler... Her sabah bu bahçeye koşuya gelmek ve sonra işe Köln'e gitmek insanın küçük şehir ve büyük şehir beklentilerinin hepsini karşılar gibi geldi bana.
● Yazmayı planladığım çok şey vardı ama hem yazı çok bölündü, hem de çok yoruldum. Hollanda'ya da vardık sonunda. Köyüme de kavuşurum inşallah bir an önce.
● Kısaca Köln'e tekrar gelirim gibi aklımda olan ve yapamadığım şeyler kaldı, şu bahçelere ise tekrar gelmeyi ve sevdiğim insanları getirmeyi çok isterim 🌸
● Gezmek çok güzel ama artık herkes evine dönmeli gerçekten. (Dönebilirim bugün inşallah sdfkfkf)
17 Ağustos 2024
Köln - NRW
32 notes
·
View notes
Text
Oyun Kartları | Cevap Arayışları (1)
<Ertesi gün>
Hiiro: (Pekâlâ, sanırım yemekten önce ajansa uğrasam iyi olur.)
Hiiro: (Genelde Hold-hands ile iletişim kuruyoruz, ama yüz yüze soru sormak daha kolay.)
Hiiro: (Zaten bana bir şey yollamışlar. Bir yazı dosyasıydı galiba?)
Hiiro: Hm? Bu duygu...
Hiiro: (Sanırım biri tavanda geziniyor.)
Hiiro: (Öyle yerderde gezen birkaç tanıdığım var, ama emin olmam lazım...)
Hiiro: (...Evet. Kesinlikle o.)
Hiiro: Mayoi-senpai! Benim!
Mayoi: Ayy?! ...Hiiro?
Mayoi: Bir saniye bekle, aşağı ineceğim...
Hiiro: Tamam! Acele etmene gerek yok!
Mayoi: Oh. Üzgünüm, tahmin ettiğimden daha uzun sürdü.
Mayoi: Öyle bir anda aşağı da atlayabilirdim, ama deliklerle daha zahmetsiz oluyor...
Hiiro: Asıl koridorda normal şekilde yürümek daha zahmetsiz olmaz mı?
Mayoi: Ayyy, n'olur beni yargılama! Bugün tavanda gezmekten başka çarem yoktu!
Hiiro: Nasıl yani?
Mayoi: Şey... Duydum ki bugün ES'e bazı yabancılar gelmiş... Röportaj yapıp çekmek için geziyorlar.
Mayoi: Aşırı korkuyorum! Kimseye rastlamak istemiyorum! Ya kameralara yakalanırsam?!
Hiiro: Endişe etmen bana tuhaf geldi. Sen idolsün. Zaten daha önce televizyona çıktın.
Mayoi: Ahh, o masum gülümsemen ile saf düşüncelerini söylemen ne kadar da tatlı...
Hiiro: ?
Mayoi: ...Şey.
Mayoi: Her neyse, nereye gidiyorsun Hiiro?
Hiiro: Ajansa doğru, ondan sonra da yemek yemeğe gideceğim. Sen öğle yemeği yedin mi?
Mayoi: Daha yemedim...
Hiiro: İyi o zaman♪ Birlikte yemeye ne dersin?
Mayoi: Fufu, davet için teşekkürler. Bende ajansa uğrayacaktım, sana eşlik edeyim♪
────────────────────────────
Hiiro: Aslında. Son zamanlarda bu ajansta daha rahat hissetmeye başladım.
Mayoi: Anlıyorum. Aradan sadece birkaç ay geçti, ama çok zorluklar yaşadık...
Mayoi: Tüm bu zamanı Star Pro'nun altında çalışan ALKALOID olarak geçirdik.
Mayoi: Yazdan sonbahara kadar bu ajansı daha iyi tanıma şansımız oldu.
Hiiro: Evet. Grup olmadan önce de Star Pro'yla çalışıyorduk, ama...
Hiiro: Sanırım ALKALOID kurulduğundan beri ajans ile daha bağlantılıyız.
Hiiro: Artık buraya geldiğimde çalışanlara selam verebiliyorum, onlar da beni görünce "merhaba" diyor.
Mayoi: Evet, bana da çok iyi davranıyorlar. Hepsine minnettarım♪
Mayoi: Bu arada, ajansta bir işin mi vardı?
Hiiro: Pek sayılmaz. Sadece geçerken uğramak istedim, belki bana gönderilen bir şey vardır.
Hiiro: Ah! O çalışan! Seni gördüğüme sevindim!
Hiiro: Hm? Özellikle bir nedeni yok, ama geçen ki röportajımız için gelen mektuplar olduğunu duydum, öyle mi?
Mayoi: Grup olarak verdiğimiz röportaj mı?
Mayoi: Şu güzel kostümleri giydiğimiz? Çok heyecan vericiydi, ama eğlenmiştim♪
Hiiro: Öyleyse iyi ki ajansa uğramışım. Hayranlarımızın röportajı sevmesi beni çok mutlu etti!
Hiiro: Hayranların bıraktığı mektuplar da mı var...? Onları alsak sorun olur mu?
Hiiro: Hm, yani ALKALOID için bir yığın mektup var, ama daha hepsini ayırt edemediniz?
Mayoi: Onu biz halledebiliriz. Hepsini toparladığınız için teşekkürler.
Mayoi: Bu hafta başka bir röportajımız daha olacak, umarım hayranlarımız onu da beğenir.
Hiiro: Aynen. Elimizden geleni yapalım, Mayoi-senpai! Tabii Aira ve Tatsumi-senpai ile birlikte♪
Hiiro: Hayranların bıraktığı mektupları sonra tekrar kontrol ederim. Bakmak için sabırsızlanıyorum!
Hiiro: Hm...? "ALKALOID'in denemek istediği herhangi bir iş var mı?" Neden sordunuz?
Hiiro: Konusu açılmışken sormak mı istediniz? Hmm...
Hiiro: Aklıma pek bir şey gelmiyor. Belki Aira ve Tatsumi-senpai'nin bir fikri vardır, ama...
Hiiro: Ben daha yeni idol oldum sayılır. Dürüst olmam gerekirse hâlâ "idol" kelimesinin ne anlama geldiğini öğrenmeye çalışıyorum.
Hiiro: Şu anda özellikle istediğim bir şey yok.
Mayoi: Ben de öyle... Sanırım yapabileceğimiz en mantıklı şey bize verilen her işi düzgünce yapabilmek.
Mayoi: Ben hayatta bir iş isteyemem...
Mayoi: ...Ha, oh be. Sorun olmadığına sevindim. Sizden özür dilemem gerekeceğini sanmıştım.
Mayoi: Bundan sonra mı? Öğle yemeği için ES'in restoranına gideceğiz.
Hiiro: Kalabalık mı? Ah, haklısın. Çabuk olmazsak oturacak masa bulamayız.
Hiiro: Tavsiye için teşekkürler! Gidelim, Mayoi-senpai!
Mayoi: Aah, beni bekle, Hiiro!
← Önceki bölüm ◆ Sonraki bölüm →
1 note
·
View note
Text
Özgür Özel'den Cemil Tugay'a övgü
https://pazaryerigundem.com/haber/176138/ozgur-ozelden-cemil-tugaya-ovgu/
Özgür Özel'den Cemil Tugay'a övgü
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, İzmir programı kapsamında Ege Belediyeler Birliği’ni ziyaret etti. Özel, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Cemil Tugay ile Ege Belediyeler Birliği Başkanı ve Manisa Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek’in sinerjisine güvendiğini, her iki ismin de başarılı çalışmalar yapacağına yürekten inandığını söyledi.
İZMİR (İGFA) – CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Ege Belediyeler Birliği’nin İzmir Konak’taki binasını ziyaret etti. Özel’in Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı ve Ege Belediyeler Birliği Başkanı Ferdi Zeyrek’i ziyaretinde, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Cemil Tugay, CHP İzmir İl Başkanı Şenol Aslanoğlu, CHP Manisa İl Başkanı İlksen Özalper ile belediye başkanları ve milletvekilleri de yer aldı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Ferdi Zeyrek’in Ege Belediyeler Birliği Başkanı olarak seçilmesinin kendileri açısından onur verici olduğunu belirtti. Özel, “Yapılan seçimdeki mutabakat, tüm belediyelerin CHP’de, Ege’de olması hepimiz açısından mutluluk verici bir durum. CHP sadece kıyılara sıkışmış bir görüntüden, Ege’deki bütün belediyeleri kazanan, İç Anadolu’da çok sayıda belediye kazanan bir noktaya geldi. Hem Ege Belediyeler Birliği, hem Türkiye Belediyeler Birliği’nde, hem de Tarihi Kentler Belediyeler Birliği’nde CHP’li belediye başkanlarımız var” dedi. Özel, Dr. Cemil Tugay ile Ferdi Zeyrek’in sinerjisine güvendiğini, her iki ismin de başarılı çalışmalar yapacağına yürekten inandığını söyledi. “Çoğulculuktan yanayız” Türkiye Belediyeler Birliği seçimini, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun kazandığını anımsatan Özel, şunları söyledi: “Orada biz AK Parti ve MHP’nin yaşattığı geçmiş pratiklerden farklı olarak, kendilerine ‘Gelin herkes gücü oranında temsil edilsin’ dedik. Ama AKP ve MHP kendi listelerini çıkardı. Ama biz İYİ Parti, Yeniden Refah Partisi, Dem Parti ile kurduğumuz büyük ittifakla Belediyeler Birliği’nin yönetimini kazandık. Tek başımıza da alabilirdik ama çoğulculuktan yanayız.”
“216 eksik oy aldı” Türkiye Tarihi Kentler Belediyeler Birliği Başkanlığı’na Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ı aday gösterdiklerini de söyleyen Özgür Özel, “Orada CHP’nin çoğunluğu yoktu. Toplam delege sayımız 424 olmasına rağmen, Mansur bey 495 oy alarak başkan seçildi. Rakibi Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Öntürk de 221 oy aldı. AKP’nin Cumhur İttifakı adayı AKP-MHP-Büyük Birlik Partisi oylarından 216 eksik oy aldı” dedi.
“En adil şekilde yöneteceğiz” CHP Genel Başkanı Özgür Özel, açıklamasının devamında şunları söyledi: “Bu karşı taraftaki dağınıklığı ve bizim tarafta işlerin ne kadar yolunda gittiğini gösteriyor. Oysa biz burada da onlara ‘Gelin birlikte olalım’ dedik ama kabul etmediler. Orada da İYİ Parti, Yeniden Refah Partisi, Dem Partisi ile birlikteyiz. Çok sayıda belediyeye, Büyük Birlik Partisi, MHP, AKP’ye de teklifte bulunduk. Ama çok olan her şeyi alsın mantığında olanlar, bizim bu paylaşma teklifimizi algılayamadı. Çoğunluklarına güvendi ama bugün orada ortaya çıkan durum kendileri açısından son derece hazin. Biz en adil şekilde yöneteceğiz. Bizim yönettiğimiz kurumlar, kısa sürede Türkiye’nin en önemli yönetilen kurumlarına dönüşüyor.”
Erdoğan ile görüşmesinde gündeme getireceği konuları paylaştı Gelecek günlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşeceklerini de hatırlatan Özel, “Haziran ayının sonunda asgari ücrete zam yapmamayı düşünenler, bunu bir kez daha düşünsünler. Buna çok sert ve çok net tepki vereceğiz. Yarattığınız krizin yükünü emekçilere, emeklilere yükleyemezsiniz. Buğdayda 15 lira taban fiyat bekliyoruz. Çay taban fiyatının 25 lira olarak güncellenmesini bekliyoruz. Ve bu kararların bir an önce açıklanmasını bekliyoruz” dedi.
“El ele yürümek üzere yola çıktık” Ege Belediyeler Birliği Başkanı seçilen, Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek de “Seçimde delegasyonun takdiri ile şahsıma verdikleri oylar sayesinde birliğin başkanı oldum. Ege Belediyeler Birliği 127 belediyeden oluşuyor. Birliğimizde bütünlüğü sağlamak ve el ele, kol kola yürümek adına bir yola çıktık. Bu yolda bize destek veren tüm belediye başkanlarımıza teşekkür ediyorum. Bugün de bizi burada onurlandırdınız. Çok teşekkür ediyorum” dedi.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
11.04.2023
Evet, mart ayı itibariyle biraz Bostancı, biraz Ayvalık yapacağız. Kediler de uzun dönem neredeysek bizle olacaklar. İstanbul’da yeniden sahil hattında olmak hoşuma gitti. Çıkıp uzun uzun yürümek, ulaşımın mesele olmaması, insan kalabalığı(!), konser, sinema, sosyallik gibi şeyleri özlemişim. Tatlı konulara sonra devam edeceğim. Şimdilik sırayla gidelim.
İstanbul’a part time yeniden taşındık ve 15 gün sonra anneannem kalp krizi geçirdi. İyi ki taşınmışız. O süreçte hep annemlerleydim. Anneannemle de kaldım hastanede. Kalbine stent takıldı, eve geçti. Sonra evde git gide kötüledi ve ardından hastaneye yatırdık. Dönüşümlü yanında kaldık. Onu da babam ve babaannem gibi kaybedeceğime çok emindim. Hiç iyi değildi değerleri. Ama anneannem güçlü çıktı. 83 yaşına kadar düzgün beslenmesi, oranlı kilosu olması, hareketli bi hayat sürmesi hep artı oldu sanıyorum. Hayatta kalarak bana güzel sürpriz yaptı çiçeğim. Hayat garip. Babaannem kesin yaşayacak sandım öldü, anneannem ölecek sandım, yaşadı.
O kadar toparladı ki, bi hafta kadar görmeye gidemedim onu. Bir gün kapım çaldı evde çalışırken ve karşımda annem & anneannem! Ağladım sevinçten. En son gördüğümde tek başına tuvalete yürüyemiyordu. Gerçekten ucuz atlattık. Bana gelmiş, iki gün kaldılar. Hoşuna gitti evimiz, kedilerimi özlemiş. Ne dese yaptım, pervane oldum çevresinde. İzin almadım ama çok sıkı çalışıp anneanneme bol vakit ayırdım. Çok çok mutlu oldum.
Zamanla eve yerleştik ve iki ay kadar Ayvalık’a hiç gitmedik. Hem burada yeni düzen, hem de aylar sonra İstanbul’da rahatça uzun uzun kalabilmek, kedileri düşünmeden, birilerine emanet etmemiz gerekmeden.. Ne yalan diyeyim, bana ilaç gibi geldi. Konsere gittik, stand-upa gittik, çok kereler sinemaya gittik. CKM’ye yolumuzu sık sık düşürdük. Caddedeki kitapçıları tavaf ettik. Geceleri uzun yürüyüşler yaptım. Pilatese başladım, çok sevdim. Öğle aralarında kaçıp kaçıp gittim spora. Saatleri uydurabilirsem mayıstan sonra Ayvalık’ta da sürdürmek istiyorum. Sevdim bu aktifliği. Diyet yapmaya başladım, ne yediğime dikkat etmek de hoşuma gitti.
İşimi seviyorum, güzel geçiyor o kısım da. Beni sürekli challenge eden bir yerde bulunmak beni canlı tutuyor. İş arkadaşlarımı da seviyorum.
Geçen hafta Ayvalık’ta on gün kadar kaldık, oy vermek için gitmiştik. Her yeri çiçek basmış.. Mart sonu olmasına rağmen denize bile girdim. Kimsecikler yok henüz, çok güzel benim cennetim. İçim açılıyor orada geçen her saniyemde. Galiba artık böyle olacak. İstanbul’dayken Ayvalık, Ayvalık’tayken İstanbul özleyeceğiz.
Nisan sonu kedişlerimizle gideceğiz, ikametim yine uzun süreler oralar olacak.
Bu arada şu an İstanbul’daki evde bir bisiklet var. Uzun süredir sürmemiştim. Arkadaşımdan ödünç aldım, bi bakım yaptırıp kask edinip bir süre süreceğim. Bakalım katlanır bisiklet sevecek miyim. Belki Ayvalık’a bizimle gelir o da. Veya başka bir şey alırım. Çok heyecan yaptım, umarım anlaşırız.
**
Bugün babamsız ve babaannemsiz ilk bayramımızdı. Kalabalık ve onların yokluğunu hissederek, onları özleyerek geçti.
0 notes
Text
290321
Öğlen okul servisini beklerken yeni kitabıma başladım: “Doğmamış Çocuğa Mektup”. Daha ilk sayfalarında büyülenmeye başladığımı ve kitabın bana yön vereceğini hissettim.
Okulda çocuklar beni sevdiklerini söylediler. “Öğretmenim, iyi ki de siz bizim öğretmenimiz olmuşsunuz,” dediler. “Sizinle oyun oynamayı çok seviyoruz,” dediler. İlk zamanlarda sevdiğini söylemekten çekinen erkek öğrencilerim de koridorda farkında olmadan kollarını açarak koşuyorlar yanıma. Sonra çekingen bir tebessüm yeniden.��
Başka bir şey daha fark ettim bugün ilk dersime girerken. Sınıfa gülerek giriyorum. Gülümseme değil, tebessüm falan değil. Sırıtıyorum galiba. Hiç sebepsiz. Sonra baktım diğer üç sınıfta da aynı şey oluyor. Çok mutlu oldum. Eniştemin sesi çınladı kulağımda: “Bu kız da öğretmen olmak istemiyordu ha!” İstememiştim evet ama zamanında ettiğim, “Ne olacaksa hayırlısı olsun,” dilekleri kabul olmuş zahir şimdi bir sınıfta hayalet uçuruyorum, diğerinde kağıttan elbiseler giyiyorum. Çocuk kahkahası çınladı mı sınıfta tüy gibi oluyorum.
Eve gelince yemekten sonra hemen kitabı okumaya devam ettim. Bitirene kadar kalkamadım. Halbuki bitirmek istememiştim. Sonunu -inşallah yarın sabah yürüyüşe çıkarsam...- sahilde okurum demiştim.
Gizem’den mesajlar geldi. Video, fotoğraf atmış. Sanki hemen o an kalkıp İstanbul’a gidecekmişim gibi heyecanlandım. Pır etti yüreğim. Ne kalabalık geldi gözüme ilk defa. İzlerken yabancısı gibi hissettim kendimi. Belki birkaç gün önce buranın artık benim şehrim olduğunu kendime itiraf ettiğimden.
Canım şehrim. Yiğit, ilk gideceğim zaman “İstanbul’u yen Dilan!” demişti. Bense ona alıştıktan, kucağında yerimi bulduktan sonra, “Hayır,” demiştim. “Seni yenmeye değil sana yenilmeye geldim İstanbul. Senin yolların çok güzel.” En kısa zamanda en en en! Oradayım. Sadece yürümek istiyorum. Özellikle özlediğim yollarını. Denize inen yokuşlarını. Beni arkadaş sohbetlerine bağlayan vapur seferlerini.
Fotoğraflardan sonra Youtube’de bunu görmem de az buçuk düğümledi boğazımı:
https://www.youtube.com/watch?v=ROQaE_qT2r0&ab_channel=6.Vites
Oh. Of değil. Her bir şeylerle beraber; oh!
5 notes
·
View notes
Text
Bungou Stray Dogs BEAST Light Novel 1. Bölüm
-önceki bölüm
Bölüme başlamadan önce bir kaç şey söylemek istiyorum.
Öncelikle az sonra okuyacağınız bölüm normalde bugüne hayatta yetişmezdi. Tam olarak 40 sayfa tuttu ve gece gündüz buna odaklanmama rağmen bitmek bilmiyordu. Bu yüzden bu bölümü çevirmemde bana yardımcı olan @nabidan27re ye çoooook teşekkür ediyorum. Eğer o olmasaydı bu ayı bıraktım diğer aya bölümü zar zor yayımlayabilirdi. Lütfen kendisini takip edin.
Ayrıca sonunda birinci bölüm bittiğine göre bu ayın kalan programını düzenli bir şekilde devam ettirebilirim. Bu ay için manganın 23. bölümü ve Wan’dan iki bölümü çevirmeyi planlıyorum.
Sözü fazla uzatmadan İyi okumalar dilerim...
Dedektif Tanizaki Junichirou'nun başı dertteydi. Çünkü bir yanlış anlaşılma olmuştu. Önünde oturup gözlerini kısarak onu izleyen yeni ajans üyesi tek bir kelime konuşmuyordu. Donuk yüzünde çarpıcı bakışları vardı. "Özür dilerim!" Tanizaki üzgün olduğunu belirtecek şekilde kafasını öne eğdi ama bir cevap alamadı.
Sadece sessizlik vardı. Aydınlık bir kafede oturuyorlardı. Piyona müziğinin sesi zar zor duyulabiliyordu. Masada oturan dört kişinin dördü de Silahlı Dedektif Ajansı çalışanıydı. Her biri evlerine gitmeden önce yeni üye için mobilya seçmiş ve bu kafede dinlenmeye karar vermişlerdi. Başı hala eğikken önündeki yüze baktı. Tartışmasız nefret dolu, keskin ve korkunç bakışlardı. Cehennem kapısı bekçisi, Kerberos'un gözleri Tanizaki'yi delip geçti. Sadece bakışsalar bile asla onu affetmeyeceğini söylediğini anlayabiliyordu. Silahlı Dedektif Ajansının işleri pek çok tehlikeli insanlarla, suçlularla ilişkiliydi ancak hiçbirinin önünde duran gözler kadar korkutucu gözleri yoktu Bir gün önce Silahlı Dedektif Ajansına giriş sınavını geçmiş bu genç, yeni üyenin adı Akutagawa'ydı. "Umm..." Tanizaki ürkek sesiyle konuşmaya devam etti. "Dün olanlar için gerçekten üzgünüm. Ama giriş sınavında rolüm kendisini sahte bir bombayla riske atan kötü adamdı. Kızdın mı?" Akutagawa cevap vermedi. Önceki gün, Akutagawa giriş sınavına girmişti. Sınav ajans çalışanlarını sahte bombayı patlatmakla tehdit eden Tanizaki'den korumayı amaçlıyordu. Tanizaki rehin olarak bir kızı tutuyordu ve başkanla görüşmek için onu kullanıyordu ama Akutagawa saniyeler içinde durumu kontrol altına almıştı. "N-Naomi abisine oldukça bağlıdır." Yanında oturan kişi kardeşiydi. Dün rehine rolünü oynamıştı. "Hey, çaylak! Bir şeyler söylemeyi düşünmüyor musun?" dedi Kunikida. "Sınavı geçtin. Her şeyden önce Tanizaki'yle artık iş arkadaşısınız. Umarım bundan sonra da hayatımı huzur içinde devam ettirebilirim." Akutagawa sesinin güçlü olduğunu belirten adamı gözlemledi. "Um..." Kunikida'nın, istem dışı, tıpkı bir asker gibi sert bir sesi vardı. Herhangi normal bir çocuk onunla karşılaşsa kesin ağlardı. Tanizaki bakışlarıyla Kunikida'ya bir şey sormak istedi. "Kunikida-san, belli ki çaylak kızmış. Ne de olsa dün bomba ve rehineyle onu kandırdım. Şimdi bizi öldürecek mi, yoksa öldürmeyecek mi?" Kunikida Tanizaki'nin gözlerine taş gibi sert bakışlarıyla cevap verdi. "Aptal olma. Bomba ve rehine gösteriydi. Ajansa resmi olarak katılmadan önce sınavı geçmesi gerekiyordu ve geçti de. Bu bir kenera, eğer çaylak saldırmaya kalkarsa burada askeri eğitim almış iki dedektif var. Kafanda saçma şeyler kurma, olayları akışına bırak. Tanizaki bunu anlaması gereken ben değilim, sensin." "Ah, şimdi Kunikida-san başkasının korkusunu yenmesi için destek oldu, huh?" "Affedersiniz" dedi aniden çaylak. İki adam da şaşkınlıktan sandalyelerinden zıpladı. Tanizaki'nin beyni uyuşmuş ve donakalmıştı. Nasıl olur da... kendisini öldüreceğini düşünmüştü? "Rehine rolünü oynayan kız, gerçekten kardeşin miydi?" "Huh... Ah, um... Naomi benim küçük kardeşim." Akutagawa sessizliğini sürdürdü, bir bardak su içti ve konuştu: "Küçük kız kardeşleri değerlidir." Tanizaki denilenleri kafasında üç kez tekrar etti. Ve sonunda fark etti: "Eh? Ah, sanırım... Rehine olayında Naomi'ye kaba davrandım. Bu benim hatamdı, değil mi?" Akutagawa keskin bakışlarıyla kafasını salladı. "Bu muydu? Oh... bunun hakkında endişelenmene gerek yok, çaylak. Abim ve ben çok yakınızdır." Naomi abisine yaklaştı ve köprücük kemiklerini birbirlerine değmesini sağladı. "Tehdit eden abim olacaksa memnuniyetle gönüllü olurum." İkisinin arasındaki sevgi bağını gördükten sonra Akutagawa ifadesizce ağzını açtı. "Anlıyorum. Sanırım aceleyle saçma bir sonuca ulaşmışım." Dedi, yanlarından geçen garsona seslendi. "Shiruko ve Hochija alabilir miyim?" "Tabi~Hemen!" Kadın kafasını salladı ve gülümsemesiyle geri çekildi. Aynı gözlerle içeceğinden bir yudum daha aldı. Yoksa bu çaylak... Tanizaki, Kunikida'ya baktı ve gözleri buluştu. Tek bir bakışla aynı şeyden bahsettiklerini anladılar. O çaylak falan değildi... başında beri mi gözleri ölümcül bakıyordu? Ryuunosuke Akutagawa… Nehir kenarında bulunup ölümden dönmüş bir yetim. Silahlı Dedektif Ajansı, az da olsa, Akutagawa'nın kişiliğini bilse de neden açlıktan ölmek üzere olduğunu ya da nasıl bulunduğu hakkındaki detayları bilmiyordu. Kıyafetleri manipüle edebilen bir yeteneği olduğu ve bu birisini aramak için Dedektif Ajansına davet edilmesinin hikayesi bilinenler arasındaydı. "O adam gelecek mi?" Kunikida cep saatini çıkardı ve gergin bir şekilde parmaklarıyla vurdu. "Toplantı başlangıç zamanı geçti. Demek... Bir adam aniden nehir kenarında ölümün kıyısında bir yetim buluyor ve Dedektif Ajansı'na acemi olarak atıyor, huh..." "İnsanların davranışlarını tahmin edemediğimiz zamanlar vardır." dedi Tanizaki. "Ama onu aradığımızda beş dakika içinde geleceğini söylemişti. Biraz daha bekleyelim." "Ne de olsa beklemek zorundayız..." Kunikida Akutagawa'ya baktı. Akutagawa yüzünde hiçbir ifade taşımadan etrafı seyrediyordu. Gözlerinin derinliklerinde hala cehennemin azaplarını taşıyordu. Birden dedektiflerin oturduğu masa kafedeki en sessiz yer oldu. Acemilerin işlerini zorlaştırabilecek bir yerdi. "Umm... Akutagawa-san? dedi Tanizaki utangaç bir sesle. "Şey, umm... sipariş etmek istediğin başka bir şey var mı?" Keskin gözleriyle "Yok." diye cevapladı Akutagawa. Ve sessizlik... Tanizaki enerjisini müthiş bir hızla tüketiyormuş gibi hissetti. Konuşmayı sürdüremiyorlardı! Gelecekte ortağıyla anlaşabilecek miydi...? Kız kardeşi sessizliği sonlandırmak için sordu: "Bu arada, Akutagawa-san, Dedektif Ajansı'na katılmadan önce bir işiniz var mıydı?" Tanizaki tüm kalbiyle rahatladığını hissetti ve soruya gülümsedi. Kız kardeşi, Naomi'ye sonsuza kadar borçlu olacaktı. Akutagawa bir süre düşündükten sonra cevap verdi. "Geçmişimde ölüme yürüyen bir çocuktum. Kalacak bir yerim yoktu ve aynı zamanda üzerinde konuşabileceğim bir işim de yok. Bugüne kadar fakir bir kentte sürünmekten başka bir şey yapmadım. Kısaca hayır, yoktu." Hmm diye düşündü Tanizaki. Söyledikleri şaşırtıcıydı. "Ama böylesine ölümcül bir yeteneği olan birisi için iş bulmanın kolay olması gerekmez mi? Bekçilik ya da kişisel koruma gibi işlerden bahsediyorum... Seni çalıştırmak isteyen pek çok insan olmalı." Akutagawa soruya cevap vermedi ama bakışlarını indirdi. Demek ki cevap vermek istemiyordu. Tanizaki bir an düşündü ve sordu. "Peki... ilgilendiğin herhangi bir şey var mı?" "Özel bir şey yok." Tanizaki neredeyse kalp krizi geçirecekti ama kendini topladı ve kısık bir sesle tekrar sordu. "Öyleyse... Sevdiğin bir şey var mı?" "Sevdiğim bir şey mi?" Akutagawa düşünceli bir şekilde bakışlarını kaldırdı. "Ben... çay, incir ve shiriko severim. Ve sevmediğim şeyler de bezelye, mandalina ve... sokak köpekleri." "Huh, sokak köpekleri mi?" Tanizaki gülümsedi. Köpeklerden hoşlanmayan birisi alışagelmedik bir durumdu. "Anlıyorum, anlıyorum. Bazen buralarda da büyük ve korkunç bir sokak köpeği görünüyor. Havlaması bir yetişkini bile korkutacak kadar güçlü." "Doğru." dedi Akutagawa bardağına suyu doldururken. "Bir keresinde gecekondu mahallelerinin birisinin köşesinde uyurken bir sokak köpeği kolumu ısırmıştı. O şekilde uyandım ve hızlıca bir kaçış yolu aradım. O zamandan beri sokak köpeklerinden nefret ederim." Verdiği cevap beklenenden on kat daha kötüydü. Tanizaki'nin gözlerindeki parlaklık soldu. "Anlıyorum." Dedi. Tekrar yanlış bir anlaşmaya sebep olmamak için ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. Konuşmaya devam etti. "Zor olmuş olmalı..." ve birkaç kelime daha eklemeye çalıştı. "Olmadı. Yaşadığım mahallede nadir bir durum değildi. Birlikte yaşadığım bir arkadaşımı sokak köpekleri öldürmüştü ben de intikam almak için o bölgedeki tüm sokak köpeklerini öldürdüm." "A-Anladım." Anlaşılan acemi geçmişte ağır yükler kaldırmıştı. Onunla bir diyalog kurmak mayın tarlasında yürümek gibiydi. "Anlıyorum." Tanizaki'nin verebileceği otomatik bir cevap olmuştu. "Ben de bir şeyler sormak istiyorum." dedi Akutagawa aniden. "Nasıl bir geçmişiniz var? Ajansa katılmadan önce ne yapıyordunuz?" "Oh, güzel bir soru." Naomi gülümseyerek ellerini birleştirdi. "Gerçekten, klasik bir soru. Dedektif Ajansı'nın geçmişi hakkında önemsiz birkaç şey. Değil mi, abi?" "Ah... Ah, evet. Yeni birisi geldiği zaman yapılan bir gelenek. Şu ana kadar herkesi tahmin edebilen yok. Sanırım bahsin ödülü çoktan 70.000’i geçti ve şimdi sıra sende." O anda garson elinde bir tepsiyle yanlarına geldi. "Buyrun, beklettiğim için özür dilerim. Sıcak hochija ve shiroku." Cümleyi tamamlayamadı çünkü garson Akutagawa'nın ceketinin ucuna basmıştı. Refleks olarak ayağını çekse de bu çok doğru bir karar değildi. Ayakkabısının topuğu cekete takıldı ve kaymasına neden oldu. "Kya!" Kadın bağırdı ve duruşunu düzeltmeye çalışsa da Japon tarzı dikilmiş üniforması buna izin vermedi. Sonuç olarak büyük bir adım atıp yanındaki masaya dayanmayı düşündü. Çay tepsisi havada, tam Akutagawa'nın kafasının üzerindeydi. -! Dedektif refleks olarak kalksa da kafasına düşen sıcak sıvıdan kaçması mümkün değildi. Naomi küçük bir çığlık attı. Tanizaki ve Kunikida sandalyelerinden kalkıp gerilediler. Kunikida elini belindeki silaha götürdü. Eğer aptalca bir karar vermiş olsaydı, Akutagawa'yı vururdu. "Dikkat et." Dedi Akutagawa sesinde bir tonlama olmadan. "Yanabilirsin." Sıcak sıvı Akutagawa'nın kafasına o daha tepki gösteremeden dökülmüştü. Ses çıkarmadan ceketi biçimlendi ve müthiş bir hızla harekete geçti. Tanizaki Kunikida'ya baktı. Kunikida bilinçsizce tabancayı tuttu ve olanları seyretti. İki adamın da aniden harekete geçmesinin nedeni ne garsona yardım etmek ne de Akutagawa'nın yanığını incelemekti. Akutagawa'yı saldırmak amacıyla kalkmışlardı. Çünkü bir an için Akutagawa'nın gözlerindeki kana susamışlık ortaya çıkmıştı; onu engellemek için içgüdüsel olarak davranmışlardı. İkisi de Akutagawa'nın reflekslerinin garsonun kafasını kesmek için olduğunu sanmıştı. Akutagawa giriş sınavına girmiş ve kazanmıştı. Ajansta bir pozisyonu vardı. Bomba olayını hızlıca halledebilmişti. Ancak sorunu hızlıca çözebilmek, sınavı geçmek için yeterli değildir. Silahlı Dedektif Ajansı'nda dedektif olmak için özverili ve disiplinli olmanız, en zor koşullarda bile sakinliğinizi sürdürüp sivilleri koruyabilmeniz gerekir. Ajans patronu Fukuzawa'nın şartları bunlardı. Sınavı geçebilmek için bir kural daha vardır. Bu kural sınava girecek olanlara söylenmeyen bir kuraldır. Akutagawa gereken niteliklere sahip olduğunu Ajansın sınavında göstermişti, çünkü kargaşayı hızlı bir şekilde dizginleyebilmişti. Ama bu Ajanstaki yerinin devamlılığını sağlamayacaktı, gerçek sınavın sonucunu gelecekte yapacağı davranışlar belirleyecekti. Tanizaki ve Kunikida bu yüzden yanındaydı; Akutagawa’nın kalıcı olup olmadığına karar vermek için. Eğer Akutagawa Ajansa başkalarına zarar vermek amacıyla gelmişse onu vurma hakları vardı. Kunikida derin bir nefes aldı, gerginliğini üstünden attı ve parmaklarını silahından çekti. Çaylağın cesareti kırılmış gibi gözükmüyordu. Duygularını okumaya çalışmak imkansızdı. Yeteneğini kullanmıştı ama iyi mi yoksa kötü bir amaç için mi kullanmıştı? Neden böyle birisi Dedektif Ajansına katılmak isterdi ki? Tanizaki ve Kunikida bu soruları akıllarında paylaşıyordu. Neden bu adamı önermişlerdi? Sonra kapı açıldı ve içeriye bir adam girdi. Uzun boyluydu. Arkasından gelen ışık yüzünü gölgeliyor ve ifadesini görmeyi zorlaştırıyordu. “Ah.” Tanizaki arkasına döndü ve gelen kişiyi fark etti, sesini yükseltti. “Şükürler olsun. İyice geç oluyordu.” “Geç kaldın.” dedi ayrıca Kunikida, dönerek. “Getirdiğin şu aceminin tavırları hakkında küçük bir tartışma çıkacaktı.” Uzun adam kafasını kaşıdı ve ağzını açtı. “Ah… geciktim.” Uzun adam kafeye girdi ve yüzü aydınlandı. O adam… ********************************************************************************** Gece çöktüğünde, deniz kenarındaki depo dünyanın en tehlikeli yeri olurdu. Ne sokak lambalarının ne de ay ışığının erişemediği siyahtan daha karanlık. Burnunuzun ucunu göremeyeceğiniz kadar karanlık bir yer. Gecenin yuttuğu karanlıkta bir çığlık yankılandı. “Yardım edin!” “Aaaaaaaah! Yaklaşıyor!” “Y-yardım edin!” Çığlık sesleri savaş alanında birbirlerine girmiş bir müzikti. Kırılma, dövüşme ve yere yapışkan bir sıvının dökülme sesleri ise bu müziğin melodisine eşlik ediyordu. Ama hiçbir çığlık deponun sessizliğini bozamazdı. Her bir ses süngerin suyu emmesi gibi, yoğun karanlıkta emilip kayboluyordu. İthal deposunun bulunduğu alandaki başka büyük bir depoydu. Bir dizi raflara istiflenmiş kutu, deponun tavanına kadar yükseliyordu. Çatının en yüksek kısmından dolunayın karanlığı merhametsizce yayıldı. “Dur! Uzaklaş! Uzaklaş! Hayır, hayır, hayır, ölmek istemiyorum! Yardım edin!...” Ne olup bitiğini göstermeyen karanlıkta çığlıklar bir bir kayboluyordu. Zaman zaman otomatik silahlar karanlığı aydınlatır gibi oldu ve beyaz bir ışık karanlığı bozmaya çalıştı. Bu ışık depodaki insanların siluetlerini ortaya çıkarmıştı. Paralı askerlerin siluetlerini… Silahlı askerlerden oluşan bir ekip. Kargaşadan kaçmaya çalışan yirmiden fazla asker oradaydı. “Ateş etmeyin! Birbirimizi vuracağız!” diye bağırdı askerlerden biri. “Normal mermiler ona işlemiyor! Özel mermileri kullanın! Flaş bombalarıyla düşmanı gördüğünüzde ateş edin!” “Yapma! Eğer ortalığı aydınlatırsak düşman bizi görür!” “Biz de düşmanı görürüz! Eğer düşmanı yakalarsak imha edebiliriz!” Son sözü bu oldu. Sesi boğazıyla birlikte yok olmuştu. Bir tıss sesi etrafta yankılandı. Çığlıklar artık yoktu. Yeni bir bağırış sesi yükseldi ve herkes etrafına bakmaya başladı. Beyaz canavar buradaydı. Canavar askerlerin arasındandı. Beyaz canavarın büyüklüğü ufak bir araba kadardı. Keskin dişleri askerin boğazını kemiriyordu. “Bu o! V-vurun onu!” Herkes bakışlarını canavara yöneltti. Ama canavar kafasını iki yana sallayarak askerin boğazını kopardı. Zıpladı ve tekrar karanlıkta kayboldu. Kalan askerler canavarın olduğu yere kurşun yağdırmaya başladı. “S-söylenti… söylenti değilmiş.” Dedi askerlerden birisi, titreyen sesiyle. “Gerçek, beyaz canavar ‘Liman Mafyasının Beyaz Ölüm Meleği’ gerçek…” Çığlıklar ve çatırtı sesleri başka bir yerden duyuldu. Düşmanın nerede olduğunu bilmeden savunmalarını hangi tarafa doğru yapacaklarını bilemezlerdi. İki telsizde daha çığlık sesleri duyuldu ve sonra iletişim koptu. Bir savaş taktiği yapmak için artık çok geçti. Bir katliamdı, insanın “karanlıkta kendisiyle yüzleşmesi”nin doğal bir sonucuydu olanlar. “Yeniden! Düzeni yeniden oluşturun!” umutsuzca telsize bağırdı ekip lideri. “Eğer burada kaybedecek olursak Liman Mafyası’nı durduracak kimse kalmaz! Astlarınız ve arkadaşlarınız yorgun düşecek ve evlerine postalanacaklar!” Takım lideri flaş bombasının pinini çekerken bağırdı. “işaretimle birlikte, kalan birimler girişe doğru koşacak ve diğer birime desteğe gidecek!” ekip lideri flaş bombasını fırlattı. Kuvvetli bir ışık parladı, magnezyum oksijenle tepkimeye girdi ve depoyu öğlen ışığı kapladı. “Şimdi! Ateş edin!” Takım liderinin ümitsiz çığlığı duvarlarda yankılandı ve karanlık tarafından yutuldu. Başka silah sesi duyulmadı. “Ne oldu? Kalan ekipler de aynı anda ateş etti…” Ekip liderinin sesi siyah gölgelerde kayboluncaya kadar duyuldu. “Tam tersi…” önlerindeki karanlıkta, düşman lideri sakince duruyordu. Pençe sesi kesildi. Altınla yanmış bir öğrenci. Askerlerden birisinin dirseğini kanla kaplanmış çenesinde tutuyordu. Beyaz kürklü, etobur canavar önlerindeydi. Lider ortada ne silah sesinin ne de askerlerin yaşadığına dair bir işaret olmadığını fark etti. “Hepsi… ö… öldü mü?” “Evet, öldüler.” Diye cevap verdi beyaz canavar. Lider korkuyla silaha baktı. Artık önünde flaşı attığı zamanki canavar yoktu. Beyaz saçlı, kakülleri çaprazlama kesilmiş bir erkekti. Yüzünde hala masumiyeti taşıyordu. Rüzgarda dalgalanan siyah bir ceket boynuna kadar uzanıyordu. “Yani… doğruydu?” dedi lider korkuyla. “Yetenek kullanıcısı beyaz kaplan… Liman Mafyasının “Beyaz Ölüm Meleği”nin erkek bir çocuk olduğu…” Oğlan başını salladı. “Doğruydu” dedi sakince. “Liman Mafyasının liderini öldürmeyi planlamışlardı. Bu planın gizli kalması, operasyon başlayana kadar birimlerimizin haberi olmaması, paralı askerlerin gizli tutulması gerekiyordu.” Gözlerinde ne nefret ne de yapılan katliamın zevki vardı. Sadece bunaltıcı sessizlik zevk ve lanetle onu sarıyordu. “Ama şayet ki sizler profesyonel katillerseniz, bizim patronumuz da öldürülmekte profesyoneldir. Her gün liderin başını almak için suikastçılar mafya binasına sızıyor. Ama hiçbiri onu öldürmeyi başaramadı. Binanın ilk katında yenildiler. Tıpkı bugün sizin deneyimlediğiniz gibi…” “…çocuk” Takım lideri parmaklarına kadar titrediğini fark etti. Ne kadar savaşa girerse girsin, ne kadar büyük bir orduyla savaşırsa savaşsın daha önce bir çocuğun önünde soğuk terler dökmemişti. Oğlanın gözleri insanınkine benzemiyordu. Derinliklerinde nezaketle gelen bir ölüm yatıyordu. Tıpkı onu bekleyen gibi… “Durum buysa, bekliyorum, Ölüm.” Takım lideri eli büyüklüğünde telsizi cebinden çıkardı. “Kazanmamız imkansız. Ama ölüm, yenilenenin reddedemeyeceği bir gerçek.” Oğlan gözlerini kıstı. “Görüyor musun? Bu bir patlayıcı.” Lider parmağıyla aletin düğmesine bastı. “Sence bu depoyu hiç düşünmeden mi savaş yeri olarak seçtik? Bu bina patlayıcıların bulunduğu depo. Ve elimdeki patlayıcı tüm bombaları aynı anda patlatacak.” Oğlanın gözü koyu altın rengine döndü. Gözbebekleri bir kedininki gibi daraldı. “Ne…” “Oops, çok yaklaşma.” Adam basılı tuttuğu butonu gösterdi. “Bunu görüyor musun? Öldürebilir… Elimi düğmeden çektiğimde patlar, basılı tuttuğumda değil. Yani beni öldürürsen parmağım aletten çekilecek ve her şey buzla tuz olacak.” Eğer lideri öldürürse bina patlamadan çökecek ve herkes ölecekti. Eğer kaçmaya çalışırsa adam patlayıcıyı etkinleştirecek ve herkes ölecekti. Elindeki aleti çalsa bile parmağını çekecek ve yine herkes ölecekti. “Asker, asker gibi ölür.” Bir eliyle düğmeyi tutarken diğer eliyle silaha uzandı. “Takım arkadaşlarınla savaş alanında savaşmak ve ölmek… düşmanı yok etmediğin sürece yararsız bir ölüm olur.” “Ölümden korkmuyorum. Ona imreniyorum.” Dedi çocuk duygularını açığa çıkaran yumuşak ve hüzünlü bir sesle. “Ama ölmekten korkuyorum. Acıdan sakınıyorum. Vurulduğunda dökülen kandan ürküyorum. Bu yüzden ölümün tanrısı oldum. Çünkü eğer ölümle bir olursam, ölemezdim.” “Ölmekten mi korkuyorsun? Bu yüzden mi adamlarımı öldürdün?!” adamın gözleri kısıldı. “Elimi düğmeden çekmemden mi korkuyorsun? Öyleyse en iyi ödülün bu.” Takım lideri bağırdı ve parmağını çekti. “…” Hiçbir şey olmamıştı. Adam tekrar parmağına baktı. Elini çektiğine emindi ama parmağı hala butondaydı. Düğmeyi etkinleştirmek için kolunu yukarı kaldırdı ama patlayıcı ve parmağı onunla gelmedi. “Bu…” Beyaz bir kılıç parmaklarını nazikçe kesmişti. Refleks olarak diğer eliyle silaha uzandı ama bunu yapmak için parmağı yoktu. Tetikteki parmağı yere düştü. “Seni öldürmeli miyim?” Tiz bir ses duyuldu. Kendini karanlıkta kaplandan daha iyi saklayan birisi patlayıcıyı ve parmağı kibarca tutuyordu. “Onu öldürmene gerek yok, Kyouka-chan.” dedi erkek. Liderin ardında kalan karanlıktan beyaz bir el ve hançer gözüktü. Hançerin keskin ucu tam adamın boğazında duruyordu. Örtülü siyahlıkta hançer taşıyan geleneksel bir Japon kızı vardı. Uzun koyu saçlarının ardından kemik kadar beyaz teni görülebiliyordu. “Ama seni öldürmeye çalıştı.” dedi Kyouka adındaki kız, kar kadar yumuşak sesiyle. “Biliyorum” diye cevap verdi oğlan. “Ama birisini canlı bırakmalıyız, patron öyle emretti. Kıdemlimize diğer katillerin imha edildiğini bildirmeliyiz.” “Ama…!” Kız masum yüzüyle hançeri hafifçe geri çekerken karşı çıktı. Ucu adamın boynuna biraz değdi ve az bir kan aktı. “Sorun değil. Eğer yeterince parmak kesersem artık silah tutamaz. Geri dönse bile gelecekte yapacağı suikastlar hakkından endişelenmeme gerek kalmaz.” Kız adamın boynuna doğru eğildi. Koyu saçı yüzünü kaplıyordu. Yüzündeki ifade o kadar yumuşaktı ki eriyip havaya karışabilirdi. “Tehlikeli değilsin.” Dedi kız, dudaklarını oynatarak ve hançeri geri alarak. Deniz yaratıklarının suda süzülmesini anımsatan bir yürüyüşle sakince uzaklaştı. “Teşekkür ederim.” Kız yüzündeki ifadeyi değiştirmedi ve gözleriyle gülümsedi. “Buna… inanamıyorum.” Kalan birkaç parmağını ovuştururken takım lideri acıyla yüzünü buruşturarak sürünüyordu. “Katil kız, İzumi Kyouka? Otuz beş cinayetin sahibi olan…? Çok saçma… Liman Mafyasına ihanet edip kaçan ve otuz beş kişinin katili ile Liman Mafyasının Beyaz Ölüm Meleği yan yana mı…?” “Eh, bir zamanlar mafyaya ihanet etti.” Dedi oğlan. “Ama geri döndüm.” Kyouka çocuğun yanına sessizce gitti. “Her şeyi… onun için yaptım.” İkisi de sakindi. Sakinlikleri birbirleriyle konuştukça karanlıkta yayılıyordu. “Bay asker, ‘askerler asker gibi ölmelidir’ demiştiniz. Dediklerinize saygı duyuyorum. Eğer bizimle savaşmak isterseniz, bunu anlarım.” Dedi çocuk yüksek bir sesle. “Ama siz de anlamalısınız ki beni bu kadar korkutan ölümden kaçmak için hayatınızı sonlandıracağım.” Adam kanlanmış gözlerinin nefretiyle baktı ancak sonunda omuzlarını yenilgiyle düşürdü. Metalik bir ses depoda yankılandı. Adam silahını bırakmıştı. “Teşekkür ederim.” Çocuk selamlamak için başını eğdi ve çıkışa doğru yöneldi. Kyouka onu takip ediyordu. İkisi de adamın önünden ona bakmadan geçti ve deponun çıkışına doğru yürümeye devam ettiler. Adam döndü ve ikisinin uzaklaşmasını seyretti. Sanki arkalarında canlı bırakmamış gibi yürüyorlardı. “Çocuk… adın nedir?” diye sordu lider. Cevabını beklemediği bir soruydu ancak şaşırtıcı şekilde bir cevap geldi. “Atsushi Nakajima.” Lider söylenenleri aklına kazıdı. Bu andan itibaren, bu adı korkuyla hatırlayacaktı. Nerede karanlık görse, canavarı da içinde sanacaktı. Tekrar tekrar dönecek kan kokusu ve susamışlığı kabusu olacaktı. Asker daha fazla dayanamazdı. Hayatı burada bitmişti. Dizlerinin üstüne çöktü. Savaşın kızışması bitip sessizlik hakim olduğunda çocuk gibi şoka girmişti. Atsushi ve Kyouka depodan ayrılıp deniz yolundan yürüyordu. Birkaç dakika yürüdükten sonra sokak ışıkları soğuk yolu aydınlatmaya başladı. Atsushi biraz tökezledikten sonra sokakta diz çöktü. “Sen iyi misin?” Kyouka hızlıca yanına koştu. “İyiyim… Kyouka-chan.” Atsushi dizlerinin üzerine biraz daha eğildi. “’Dönüşüm’ bu sefer biraz uzun sürdü.” Kyouka hızlıca siyah ceketin fermuarlarını açtı ve uzun yakanın ardındaki boynu buldu. Büyük bir kolye Atsushi’nin boğazına dolanmıştı. Keskin dikenleri kolyenin içini ve dışını süslüyordu. Dikenler derisine girmiş ve onu kanatıyordu. “Hemen çıkarılması lazım.” Kyouka parmaklarıyla kolyeyi çıkarmaya çalıştı. “İyiyim.” Dedi Atsushi zorlukla. “ Kolyenin acısı olmadan… Kaplanın gücünü kontrol edemem. Eğer kaplan kaçarsa, seni incitebilir.”
“Ama…” “Senin için çıkaracağız, Atsushi-sama.” Siyahlar giyinmiş bir grup adam sokak lambasının erişemediği bir alanda duruyordu. “Hirotsu-san.” Atsushi kolyesini tutarken gülümsedi. “Ayrıca tüm Kara Kertenkele… Etrafı gözlemlediğiniz için teşekkür ederim.” Bir düzineden fazla adam eğildi. "Düşmanı yok etme planı tamamlandı. Mükemmel." diğer adamların lideri olan yaşlı adam başını hafifçe salladı. "Lütfen merkezden tıbbi yardım alın, sonra patrona raporunuzu iletirsiniz." "Anlaşıldı." Atsushi, kafasını salladı. "Her zamanki gibi... patronun stratejisi tam uygundu. Düşmanı karanlığa sürükledikten sonra yok ettik. Ve Kyouka-chan sayesinde de bombayı imha edebildik." Atsushi titreyen bacaklarının üstünde doğruldu. "Önemli bir görev için çağrılmışsam hemen üsse dönmeliyim." Önüne baktı ve konuşmaya devam etti. "O adam beni kurtardı. Beni cehennemden çıkarıp organizasyonunuza katılmamı sağladı. Verdiği emirlere karşı çıkamam." Ve gitti. Masum bir yüz karanlığı yüzünde taşıyordu. "Hemen patronu görmeliyim. Dazai-san'ı..." ******************************************************************************* Kafenin kapısı açıldı ve bir adam girdi. “Ah.” Tanizaki arkasına döndü ve gelen kişiyi fark etti, sesini yükseltti. “Şükürler olsun. İyice geç oluyordu.” “Geç kaldın.” Dedi ayrıca Kunikida, dönerek. “Getirdiğin şu aceminin tavırları hakkında küçük bir tartışma çıkacaktı.” Uzun adam kafasını kaşıdı ve ağzını açtı. “Ah… geciktim.” Adam temposuz adımlarla masaya yaklaştı. Yerleri temizleyen garsonun önünü kesti ve boğuk sesiyle konuştu: "Bir tabak köri, lütfen." Sonra Akutagawa'nın yanına oturdu. Bakır kırmızısı saçları, kum sarısı ceketi ve tıraşsız bir yüzü vardı. Bir şeye odaklanmadığı sürece ne hissettiğini anlamak imkansızdı ve şu anda hiçbir şey düşünmüyordu. "Neden geciktin, Oda?" diye sordu Kunikida. "İkinci caddenin oradaki sigara dükkanında bir bayan beni durdurdu ve sohbet etti." Oda tüm dürüstlüğüyle cevapladı. "Yine mi?" Kunikida kaşlarını çattı. "Yaşlı insanlarla uzun sohbetler yapmamalısın. Büyüklere saygı duymak bir sorun değil ama işe bu yüzden 3 saat geç kalmak bir sorun. Nasıl kaçıp gideceğin zamanı öğrenmen lazım." "Neyse ne... Ama neden bu kadar ciddisin?" Oda yüzünde garip bir ifadeyle sordu. "Söylediklerimin doğru olduğunu biliyorsun..." dedi Kunikida endişeli bir yüzle. "Yüzündeki ifade eve gitmek istediğini söylüyor." "İstiyorum ama kimse bunu önemsemiyor." "Gerçekten mi, o zaman bir test yapalım." Oda Kunikida'ya baktı ve sessizliğini sürdürdü. Kunikida birkaç saniye daha ona bakmaya devam etti ve sonra sordu. "Cidden mi?" "Şimdi gidiyorum." "Ah, neyse..." dedi yorgun bir sesle Kunikida. Tanizaki iki adamın tartışmasını izledi ve bitirdiklerinde devam etti. "Hey, Akutagawa-san. Sanırım onu zaten tanıyorsun ama resmi olarak sizi tanıştırmama izin ver. Oda Sakunosuke. İki yıl önce Dedektif Ajansı'na katıldı ve bugüne kadar da hala bir çalışan." "Tanıştığıma memnun oldum, Oda-senpai." Akutagawa başını dik bir şekilde eğdi. "Ben de." Oda yüzünde taşıdığı ifadesini değiştirmeden başını eğdi. "Artık yemeklerini güzelce yiyeceksin, değil mi?" "Evet." "İyi." Garson nazikçe köriyi Oda'nın önüne bıraktı. Oda kafasını salladı. "Eğer Oda-senpai beni nehir kenarında bulmasaydı, sefil bir halde ölmüş olurdum." Akutagawa usluca Oda'nın selamını izlerken, Kunikida konuştu. "Doğru, sonuçta Oda'nın gördüğü her yetimi toplamak gibi bir alışkanlığı var..." "Bunu yapmamın özel bir nedeni yok." Dedi Oda ve köriden bir kaşık yedi. "Yemek baharatlı değil, bu çocuklar için falan mı?" Sonra kafeye doğru döndü ve garsona seslendi. "Affedersiniz bayan, biraz daha baharat..." O sırada Akutagawa Oda'ya saldırdı. Kıyafetini bıçağa çevirdi ve kana susamışlığıyla Oda'yı hedef aldı. Oda görüş yeteneğinde bıçağın keskin ucunun tam kafasını hedef aldığını gördü. Eğer hedefi tuttursaydı başı hiçbir ses çıkmayacak kadar hızlı şekilde gövdesinden ayrılırdı. Oda kaşığını kullanarak onu durdurdu. Gözlerinin yönünü değiştirmeden tuttuğu kaşıkla bıçağın yönünü değiştirdi. Bıçak havayı keserek önüne düştü. Oda bakındı ve sorumlu kişiye seslendi. "Baharatlı bir köri getiri misiniz?" Kafede soruya olumlu bir cevap yükseldi. "Ne?" Yanlarında oturan dedektifler az önce gözleriyle gördükleri suikasta olan şaşkınlıklarını gizleyemediler. Kunikida gırtlağından gelen zoraki bir sesle sordu. "Az önce n’oldu?" Oda Kunikida'ya döndü ve soruyu cevapladı. "Köri yeterince baharatlı değildi." "Ondan bahsetmiyorum!" Diye bağırdı Kunikida. "Hey, çaylak! Ne yaptığını sanıyorsun?! Az önceki saldırıyla onun kafasını parçalayabilirdin!" "Hangi saldırıyla?" Dedi Akutagawa kıyafetinden iki yeni bıçak daha oluştururken. Bıçaklar aynı anda Oda'nın kalbini ve yüzünü hedef alsa da Oda kafasını ve bedenini eğerek saldırıdan kaçındı. Önceki ve sonraki saldırının ikisinde de gözleri bıçakların üzerinde değildi. "Hey!" "Onu nehir kıyısında bulduğumda aniden bana saldırdı." Dedi Oda her zamanki ifadesiyle. "Saldırılarını nasıl engellediğimi ve nasıl daha çok güçlü olacağını sordu. Ben de Dedektif Ajansı'na katılmak şartıyla ona fazlasını öğretebileceğimi söyledim. Şimdi de buradayız." Oda tek parmağıyla Akutagawa'yı gösteriyordu. Akutagawa ona baktı. "Ne şanslıyım. Bu kadar müthiş bir yetenekle daha önce hiç karşılaşmamıştım." Akutagawa başını eğdi ve bıçaklar kaybolana kadar onları giderdi. Oda gümüş kaşığına dönüp bakmayı sürdürdü. "Hayır... Hayır, hayır." Kunikida kafasını iki yana salladı. "Oda'nın yeteneği çok güçlü... yani kafenin içinde şiddet gösterilerine gerek yok! Artık yeter! Eğer çalışmak istiyorsanız en azından egzersiz odasına gidin!" "Düşman egzersiz odasında beklemez" Dedi Akutagawa sitemli gözleriyle. "Saldırıya uğrayacağın yer yol kenarıdır, bir kafedir, bir trendir... Her yerde saldırı deneyimin olmalıdır. Diğer türlü sadece egzersiz odasında çalışmak bir işe yaramaz." "Düşman mı...?" "Anlaşılan öldürmek istediği iki düşmanı var." Dedi Oda Akutagawa'ya bakarak. "Bu yüzden yeteneklerini güçlendirmek istiyor. "Birisinin yüzünün neye benzediğini ya da kimliğini bilmiyorum." Diye devam etti Akutagawa. "Ona 'Siyahlı Adam' diyorum. Kız kardeşimi kaçırdı. Onu öldürerek kız kardeşimi geri alacağım." "Birbirinizden ayrı mı düştünüz? Sen ve kız kardeşin..." Dedi Tanizaki Akutagawa'ya dönerek. "Oh... demek bu yüzden kız kardeşim hakkında konuşurken üzgün gözüküyordun?" Naomi Akutagwa'ya baktı. "Kız kardeşinin nerede olduğunu biliyor musun?" "Hiçbir fikrim yok. Yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyorum." Genelde hiçbir duygudan eser olmayan gözlerinde sönük bir ışık parıldadı. "Ama bulacağım." “Öyleyse ajansın sana Bu konuda yardım etmesini bekliyorsun.” Dedi Kunikida kollarını birbirine dolayarak. “Dedektif Ajansı kayıp insanları polisin yardımıyla kolayca bulabilir. Hem üsttekileri hem de yer altındakileri...”
Tanizaki karmaşık bir ifadeyle yere doğru baktı. “Bu kadar büyük bir şehirde tek başına aramak zor olmuş olmalı.”
“Fufufu. Siz neyden bahsediyorsunuz? Dedi Naomi gülümseyerek. “Akutagawa-san oldukça doğru bir karar vermişsin. Eğer kayıp kız kardeşini arıyorsan bu dünyada Dedektif Ajansından daha iyi bir organizasyon yoktur.” Naomi mutluluk saçan gözleriyle etrafına bakındı. “Yanlış mıyım, ne de olsa biz Dedektif Ajansıyız.”
“Ah.”
“Evet, doğru.”
“Haklısın.”
Herkes söylenenlere katılmıştı.
“Akutagawa-san, kız kardeşini bulacağız.” Naomi bir gülümseme daha verdi ve ayağa kalktı.
“Öyleyse aramayı başlatalım. Sana en iyi... Dedektif takdim edeceğim!”
*****************************************************************************
Liman mafyası merkez binası
Yokohoma'nın en seçkin yerinde yükselen siyah bir bina. Aşılmaz bir kale olmasına kıyasla oldukça normal görünen çok katlı bir binaydı. Tüm pencereler kurşun geçirmezdi ve patlamaya dayanıklıydı, ayrıca dış duvarlar özellikle tank atışlarında dayanıklı tasarlanmıştı. Bir ordu istihkamının savunma sistemine sahip bir binaydı.
Atsushi binaya girdi.
Silahlı ve sessiz meslektaşlarının arasından geçti ve kaderine doğru kraliyet ailelerine layık uzun halıda ilerledi. Koridorun sonuna gelince, iki sağlam kapının önünde durdu.
"Patron. Ben Atsushi. Beni çağırmışsınız."
Birkaç saniye sonra "İçeri gel." diyen ses duyuldu.
"İzninizle."
Geniş ofis eşsiz bir atmosfere sahipti. Merkezde konumlandırılan dekoratif lamba ve masa odadaki en iyi iki antikaydı. Oda ölümcül işaretlerle doluydu. Tavan da taban da siyahtı, aynı şekilde duvarlar da. Duvarlardan biri elektrikli komutla değişebiliyordu, değiştiğinde tüm Yokohama'nın görüldüğü var sayılıyordu, ama dört senedir bu özellik kullanılmamıştı.
Bunların hepsi yeni lideri, Dazai'yi tetikçilerden ve bombalardan korumak içindi.
"Düşman grubunun yüksek rütbeli komutanı," dedi odanın gerisinde bulunan yönetici. "liderleri, esir alındı."
Atsushi dizini saygıyla yere koydu ve başını eğdi.
" Özür dilerim. "
Odada iki kişi vardı. Biri odanın gerisinde duran takım elbiseli ve siyah şapkalı koruma bekçisiydi. Bir çocuğun fiziksel görünüşüne sahip olsa da kendisi Liman Mafyasındaki en güçlü kişiydi, onu en yüksek yönetici yapacak, tüm organizasyon içinde ikinci en güçlü yeteneğe sahipti. Diğeri merkezdeki masada oturuyordu.
"Önemli değil Chuuya... Bu zor bir işti. Atsushi-kun, tekrar hoş geldin."
Bu ses bir kralın asaletine ve şeytanın merhametine sahip olan bir sesti.
Çıkan ses yüce ve karanlık organizasyon liderine aitti, Dazai Osamu.
Kabanı ve siyah ayakkabıları o kadar görkemliydi ki, Avrupa'daki tüm krallar ve soylular onu kıskanırdı.
"Çok... Teşekkür ederim, Dazai-san." Dedi gergince Atsushi kafası eğerken.
Ardından, Chuuya'nın sesi onu kesti. "Huh? Ona patron diyerek seslen, çaylak. Ölmek mi istiyorsun?"
"Sakin ol Chuuya. Sorun yok, değil mi?" dedi Dazai, bacaklarını birbirine attı. "Onunla yalnız konuşmak istiyorum. Chuuya bir süreliğine dışarıda bekleyebilirsin."
"Ah?!" Chuuya ses tonunu öncekinden daha sert bir tona çevirdi ve söyledi "Özel konularda bile, yanında bir yönetici ya da bir sekreterle olmak zorunda."
"Neden? Atsushi-kun güvenilir bir ast."
"Ona güvenip güvenmemen bir şey değiştirmez. Bu çocuk bir yabancı tarafından manipüle edilmiş olsa ve yanında bombayı patlatırsa ne yapacaksın? Bu geçmişte olmuş bir şey. Girdiğin tüm toplantılarda iki kişi yanında olmalı."
Dazai gülümsedi ve Chuuya'ya baktı.
"Yetki mi? Yetki için sormuyorum. Sen bir yöneticisin ve ben patronum. Mafyada benim emirlerim kesindir. Hiyerarşinin direktiflerine saygı göstermek zorundasın."
Chuuya bir süreliğine yüzünde huysuz bir ifadeyle sessiz kaldı, daha sonra sabit hızla ofisten çıktı.
"Ah, iyi, öyle istiyorsan." Chuuya Atsushi'nin yanından geçerken kıkırdadı. Onu geçtikten sonra bir an durdu ve yüzüne bakmadan söyledi. "Patronu öldürürsen seni affetmem, çaylak. Çünkü bir gün onu öldürecek olan kişi ben olacağım."
Daha sonra kapıyı vahşice açtı ve odadan çıktı.
"İşte gidiyor. Chuuya'nın ikimiz tarafından dışlandığında rahatsız olduğunu görmek eğlenceli. Benim intihara eğilimim ve onun beni korumaya olan eğilimi... Bu ana kadar, hep abartı olduğunu düşündüm." Dazai iğneleyici bir şekilde güldü ve Atsushi ye döndü.
"Rahat ol, Atsushi-kun. "
Atsushi ayağa kalktı ve ellerini arkasında bağladı.
"Pekala... Operasyonun sonucunu duydum. Görünüşe göre düşman grubu yok edilmiş."
"Doğru."
"Düşman grubunun hayatta kalmasına izin verilen üyesi, yeraltı dünyasının kiralık askeri. Ama ayrıca özel kalem müdürlüğü onu arkasından çekiştiriyormuş.”dedi Dazai nazik bir şekilde, bacaklarını bir kez daha üst üste atarken. "Liman Mafya'sının liderini ortadan kaldırmak için dört senedir yapılan bir cinayet planı. Ne kadar da trajik bir hikaye... Bu başarısız saldırıyla ordunun başı baya ağrıyacak."
Hoşnut bir ifadeyle gözlerini kıstı.
Dazai lider olduğundan beri dört yıl geçmişti. Bu sürede Liman Mafyasının öncekine kıyaslanamayacak kadar hızla güçlenmişti. Yargı, ulaşım, bankacılık, kentsel dönüşüm. Yokohoma'da Liman Mafyasının etkisinin olmadığı bir kurum yoktu, ya da Kanto'nun diğer illerindeki bu güç son zamanlarda hükümetin kurumlarıyla kıyaslanabilirdi.
Tüm bu başarılar mafyanın yeni lideri, Dazai sayesindeydi.
Dört yıl önce önceki liderden, Mori'den liderliği devraldıktan sonra hiç uyumadığını dair dedikodular vardı.
"Pekala... Yeni görevin hakkında konuşalım. Akutagawa dedektiflik ajansına katıldığı için plan ikinci evreye geçti. Üçüncü evre için hazırlılıklara başlayacağız."
"Dedektiflik ajansı, üçüncü evre..." Atsushi kafasını eğdi. "Neden bahsediyorsunuz?"
"Muhteşem bir plan, Atsushi-kun. Motive olmuş hissediyor musun?" Dazai gülümsedi. "Bu yüzden görevde olman gerekiyor. Sana güveniyorum, Atsushi-kun. Yüz ifadeni değiştirmeden düşmanı yok et, Liman Mafyasının Beyaz Ölüm Meleğinin terörünü göster.
Atsushi bu sözleri odada yankılanan, ardından duvarlar ve tabanda kayboluncaya kadar yutulan korkunç bir ses olarak duydu. Daha sonra konuştu:
"Korkuyu bilmememe imkan yok." Savaş alanının kalıntılarını hatırlatan kuru bir sesi vardı. "Korkuyorum. Vurulmaktan ve kanımın akmasından korkuyorum."
"Ama raporda, tüm o askerleri yüz ifadeni bile değiştirmeden öldürdüğünü duydum."
"Evet... Savaş alanı ürkütücü olsa da titremiyorum ve vücudum bir damla bile terlemiyor. Hiç tepki yok, sakin bir gölmüşüm gibi. O zamandan beri."
Dazai gözlerini kıstı.
"Ne zamandan beri?" dedi Dazai. "Emirlerime aldırmadığın o günden beri mi?"
Duygular Atsushi’nin yüzüne uzaktı. Yüzündeki bir kaç ifade de yok olmuştu, geçersiz kılınmıştı.
"Ben..."
Sesi titriyordu
"Ben... Yani... o zaman..." Atsushi hafifçe çömeldi ve kendi vücuduna sarıldı. Parmakları, eklem yerleri beyazlaşıncaya kadar kollarını sıktı, tamamen titriyordu. Korkudan gelen bir titremeydi. Ruhundan gelen bir ağlamaydı, gerçek korkuydu, ölümden bile daha derinden gelen… "Hayır... Ben.. Ben.."
"Korktuğun doğru. Bir zamanlar düşmanın önünde olsan bile, korkakça kaçma yolu arayan bir çocuktun. Ama mafyada çalışmaya başladığın günden bu yana değiştin. Sebebini biliyor musun?
Atsushi titriyordu. Soğuk ter damlası kulağının arkasından tereddütsüzce indi.
"Savaşın korkusunu duyuyorsun. O günden beri dayanılmaz bir korku hissediyorsun ve o korku bir saniye bile durmuyor. Seni korkmaya iten şey bu. Herhangi bir silahla, düşman hiçbir zaman kalbinin derinliklerine ulaşamayacak, çünkü korkun çoktan orada bir canavar gibi oturmuş."
Dazai soğukça Atsushi ye baktı. Atsushi Dazai'nin sözcüklerini dinlemiyordu. Soğuk ter akmaya devam ediyordu ve dizlerinden ayakuçlarına kadar titriyordu. Önünde acınası bir şekilde yere düşecekmiş gibiydi.
"Hâlâ kaçamıyor musun?.. Ölüm korkusundan?
"Ben... Ben yapamıyorum... Korkuyorum... " Atsushi hafif kambur bir pozisyondaydı, titremeleri kontrol edemiyordu. "Emirleriniz, Dazai san... " Atsushi titreyen dişleri aracılığıyla sesini zorladı. "Şimdi. Bir daha asla emirlerinize karşı gelmeyeceğim. Asla. Asla. Asla."
"Sözüne güveniyorum." Dazai ona soğukça baktı. "Sekreter sana gerekli dosyayı verecek. Detaylarını gözden geçirmeni istiyorum."
Sekreter kapının arkasından sessizce belirdi. Neredeyse Atsushi'yle aynı yaşta bir kadındı. Cildine uyum sağlayan siyah bir takım elbise giyiyordu. Boynu hizasında bağlanmış siyah uzun saçları vardı. Boş gözleri etrafındaki tüm sesleri emiyormuş gibi görünüyordu.
"Gin-chan, harita ve mektup."
"Buyrun.”
Gin isimli sekreter Dazai'ye siyah bir zarf uzattı. Dazai zarfı aldı ve Atsushi'ye döndü.
"Atsushi-kun, sonraki hedefin, Dedektiflik Ajansı olacak."
****
Silahlı Dedektif Ajansı’nın ofisi dapdağınıktı.
Bulundukları yer bir binanın dördüncü katıydı. Ofis aletleri bir yana yığılmış, ortada müthiş bir hızla çalışan bir çalışan vardı.
Ajans dedektifler ve ofis çalışanları olarak ikiye ayrılmıştı. Ofistekiler, gelen belgelerden, para işlerinden, dış iletişimden ve muhasebeden, ayriyeten bilgi eminimden sorumluydu. Dedektifler ise vaka yerlerine gider, tehlikeli yerleri araştırır ve davaları çözerdi.
İşleri gereği her dedektifin doğaüstü bir yeteneği vardı.
Bir kişi dışında...
“Birisine mi baktın...? Nah, sıkıcı.” Dedi Edogowa Ranpo, ayakları masada şekerini yalarken.
“Ranpo-san... bunu dememelisin...”
Ranpo’nün etrafında toplanmış endişeli yüzler kafedekilerle aynıydı. Tanizaki, Oda, Kunikida, Akutagawa ve Naomi...
“Yeni üye Akutagawa’nın bir kız kardeşi varmış ama ayrılmışlar.” Dedi Tanizaki yumuşak bir ifadeyle. “Herhangi birisinin kız kardeşine bir şey olduğunda dayanamam... Kardeşi ‘siyahlı adam’ tarafından kaçırılmış”
Ranpo’nun yüzündeki ifade bir anda değişti.
Gözlerini tavandan ayırdı, yana çevirdi ve bir kez daha tekrarladı. Sonra sordu “Adı neydi ve nasıl gözüküyordu?”
“Bilmiyorum.” Dedi Akutagawa. “Ama sesini hatırlıyorum, eğer duyarsam tanıyabilirim.”
“Ahh...” Ranpo arkasına yaslandı ve yüksek sesle iç çekti “Neden her seferinde sorunlar cehalet veya yanlış anlaşılmadan ibaret oluyor?”
“Anlamadım...” dedi Akutagawa kaşlarını tehditkarca çatarken. “Söylediklerinden birisi olduğumu mu ima ediyorsun?”
“Sakin ol, sakın ol.” Tanizaki hemen Akutagawa’yı sakinleştirmeye çalıştı.
“Anlamadın mı? Ben anlatayım.” Dedi Ranpo vücudunu esneterek. “Ben dünyanın en iyi dedektifiyim. İlgimi çekmeyen davalarla uğraşmam. Yani bu senin problemin.”
“Soruşturma başlatmaya gerek yok.” Dedi Akutagawa rengi solmuş yüzüyle. “Kız kardeşim... Tek amacım Gin’i bulmak.”
Ranpo iç çekti, cebimden bir kağıt çıkardı ve masaya koydu. Akutagawa kağıt parçasına biraz baktıktan sonra Ranpo’ya döndü. “Bu nedir?”
“Bir ‘onay mektup’u” dedi Ranpo.
“...Ne mektubu?”
Ranpo ağırındaki şekeri çıkardı ve yumuşak bir sesle konuştu. “Kardeşini neden aradığını bir şekilde duydum. Bana geleceğin belliydi. Bu yüzden sen gelmeden önce biraz araştırma yaptım ve kardeşinin nerde olduğuna dair bir tahmin yürüttüm... O hayatta.”
“Ne!?” Akutagawa aniden doğruldu. “Nerede, Gin nerede!?”
“Mektupta yazıyor.”
Akutagawa kağıt parçasına bir kez daha göz attı. Eli büyüklüğündeki kağıt beyazdı ve siyah çizgilerle altı bölüme ayrılmıştı.
“Ajansa bulunduğun durumu anlatmak ve her üyenin imzalaması gerektiği ‘onay mührü’nü imzalatmak… Kardeşini araştırmanın koşulları bunlar. Başkan mührünü attı bile.”
Altı bölümden birisi çoktan “onay” yazan parlak kırmızı damgayla damgalanmıştı. Kalan beşi ise boştu.
“’onay mührü’nü imzalama şartları arkasında yazılı. Basitçe, senden bir çeşit bedel ya da yapman gereken bir şey isteniliyor ve ancak yazılanı tamamlarsan mühür sana veriliyor. Ne çeşit bir bedel isteniyor? Neyse ne, her bir üyenin onayını alman lazım.” Dedi Ranpo. Sonra ahşap mührü aldı ve önündeki masaya sürükledi.
“Yani… eğer herkes bana izin verirse, kardeşimin nerde olduğunu söyleyecek misin?” dedi Akutagawa düşünceli bir şekilde. “Ama neden başkan mührünü hemen bastı?”
“Çünkü ben saygın bir dedektifim.” Diye cevap verdi Ranpo şekerini yalarken. “Bilgin olsun, mektubu hazırlamamı isteyen kişi başkandı. Başkanla bizden istediğin ricanın avantajı hakkında konuştum. Ayrıca bana ‘çaylak’ın davasının kabul edilmesini de istedi. Sonuçta başkanın emirlerine karşı çıkamam.”
Akutagawa masadaki kağıda bakmaya devam etti. Sonra, aniden gelen bir azimle kağıdı elinde buruşturdu.
“Dört buçuk yıl. Tam dört buçuk yıl boyunca kardeşimi aradım. Binlerce bedeni kestim, kan akıttım… bunca şeyi bir kağıt parçasına mühür atabilmek için mi yaptım…?”
“Öyle gözüküyor.” Ranpo gülümsedi ve konuştu. “Sana şans dilerim, çaylak dedektif. Ne de olsa ihtiyacın olacak.”
Ranpo cümlesini bitirdi, yüzüne ciddi bir ifade yerleşti ve sakin bir sesle devam etti. “ Endişeleneceğin tek zaman mühürleri tamamladıktan sonra olmalı.”
Ve…
Herkesin onayını almak Akutagawa’nın dört haftasını aldı. Tanizaki mührü basan ilk kişiydi, kendisinden bir şey yapmasını istemedi. Mühür olayını duyduğu gibi Ranpo’nun gözleri önünde kağıdı damgaladı.
“Eğer senin yerinde olsaydım…” dedi Tanizaki bir gülümsemeyle. “Eğer Naomi kaçırılsaydı ve ben de ipucu arıyor olsaydım… Mektubu tamamlamayı beklemek ıstırap olurdu. Duyduğum ilk dakikadan itibaren nerede olduğunu öğrenmek isterdim, Ranpo-san’a vurmayı bile düşünürdüm. Akutagawa-san olayı oldukça sakin karşıladı, bu benim için yeterli.”
Akutagawa Tanizaki mührü kağıda ürkekçe basarken sakince seyretti ve Tanizaki’ye döndü. “Teşekkür ederim.”
“Önemli değil. Eğer dinleyebileceksen biraz tavsiye almanı isterim.” Tanizaki ciddi gözlerle baktı ve elindeki mektubu uzattı. “Eğer kardeşini bulacağın vakit gelirse ve ‘siyahlı adam’ araya girmeye çalışırsa… Onu affetme. Ajansın dedektifi olarak sahip olduğun sorumlulukları ve etik kurallarını unut. Eğer adam ölürse senin suçun olmaz. Bu dünyada kardeşinden daha adaletli bir kanun ya da kural yok.”
Kunikida surat astı. “Hey, hey!” dedi ama sözleri bu kadardı.
Akutagawa mektubu alırken konuştu. “Anladım. Kız kardeşimi bulur bulmaz ilk size söyleyeceğim, Tanizaki-san.”
Ve sonra sıra en genç dedektife geldi, Kenji Miyazawa.
“Ben de sana hemen mührü verebilirim.” Dedi Kenji gençlik dirililiğiyle. “Ranpo-san bazı isteklerde bulunabileceğimizi söylemişti, ama… Ah, küçücük bir işte yardım edebilirsin. Bayan Medea çiftlik işlerinde yardımımı istedi… Bana yardım eder misin? Ve endişelenmene gerek yok, nasıl yapılacağını ben sana gösteririm! Herkesin yapabileceği basit bir iş!”
Pirinç dikmekten bahsediyordu.
Tüm dedektifler konuşmayı bitirdiğinde Akutagawa muazzam genişlikteki pirinç tarlasına bakıyordu. Başta Akutagawa’nın yüzünde bir ifade olmasa da ‘karanlıktaki umutsuzluğunu’ daha fazla belli edememezlik yapamadı.
“Hadi, başlayalım!” dedi Kenji, pirinç dikmeye ve tarlasında çalışmaya uygun kıyafet ve ayakkabıları giymiş bir şekilde. “Endişelenmeni gerektirecek bir şey yok! Dedektif Ajansında güne nasıl başlıyorsan o şekilde başla, sabahın erken saatlerinde… İş tüm hafta sürer, biz de bitirmiş oluruz!”
Pirinç tarlaları bir ya da iki tane değildi. Pirinçlerin yetiştirildiği su dolu havzalar bir dağdan diğerine uzanıyordu, gözün görebileceği kadar genişlerdi.
Gerçekten sadece iki hafta sürer miydi? Akutagawa sessizce kendisine sordu. Ayrıca yardım da isteyemezdi.
“Pardon… pardon, ama sen iyi misin?” dedi Kenji özür dileyen bir sesle. “Kız kardeşin söz konusu… başka bir iş yapmak ister misin?”
Akutagawa zorlukla bir süre pirinç tarlalarına baktı. “Bedel ödeyen kişi ben olmalıyım. Büyüdüğüm yerde açlıktan ölüyordum… İşe koyulalım.”
Akutagawa pirinç tarlasına ayak bastı.
“Ah, o kıyafetler sana zorluk çıkartacaktır.” Dedi Kenji gülümseyerek. “Lütfen üzerindekileri uygun kıyafet ve botlarla değiştir. Ve kafana bir şapka geçir! Sana çok yakışacaktır!”
“…”
İlk gün Kenji ona neyin nasıl yapılacağını gösterdi, sadece pirinçleri diktiler. İkinci gün, alışık olmadığı bir sırt ağrısı oldu. Üçüncü ve dördüncü gün dinlendi. Beşinci günde farklı şekillerde pirinci dikmeyi öğrendi, beceriyle yapılan iş önemli ölçüde tamamlandı. Kenjii Akutagawa’yı övdü ve tebrik etti. İkisi el arabalarına pirinç bitkilerini doldurdu ve kimin önce bitireceği konusunda yarıştılar, ancak başlayan yağmur sele dönüşerek havzalardaki pirinçleri götürdü. Akutagawa sessizce çalışıyordu, yüzünde herhangi bir bıkkınlığın ifadesi yoktu. Pirinç tarlalarına bakarken, konuşmaya başladı:
“Bir keresinde gecekondularda yaşarken yatağımın arkasına patates tarlası yapmıştım.”
Onuncu gün yeni bir sorun vardı.
Tıpkı patates tarlasında olduğu gibi, alanın yarısındaki bitkiler solmuş ve çürümüştü. Biraz incelikten sonra Kenji bunların muhtemelen su yüzünden olduğunu söyledi. Beraber su kanalını inceledikten sonra kanal kenarındaki fabrikadan endüstriyel atıkların yasa dışı şekilde suya karıştığını keşfettiler.
Bir sonraki araştırmada Dedektif Ajansı atıkları atanın kim olduğunu öğrendi. Bir ilaç firmasına ait büyük bir fabrikadan geliyordu. Pirinçlerin yarısı bu yüzden çürümüştü. Ne yazık ki dikilen pirinçlerin sadece iki tanesi çürümemişti.
Kenjii “Yapacak başka bir şey olmadığına göre, pirinçleri kanaldan uzak bir yere dikelim.” Dedi.
Ama Akutagawa ikna olmamıştı.
Ertesi gün Akutagawa ilaç firması binasına yalnız girdi. Güvenliği yeteneğiyle etkisiz hale getirdi, sonra yönetici ofisine doğru yöneldi. Sanayi atıklardan sorumlu yöneticinin ofisine giderse yasa dışı atıkların suya atılmasından sorumlu kişiyi bulabilirdi. Suçluyu yakalarsa illegal atıkların salımını emreden kişiyi de yakalamış olurdu. Olayın arkasındaki kişiyi bulana kadar aklındaki plan buydu. Ama Akutagawa ofis kapısını açtığında arkasında bir ses duydu.
Kenjii, Tanizaki ve Oda ordaydı.
“Hadi eve gidelim.” dedi Kanjii.
“Bu trajedi baya sevimliydi.” dedi Kenjii eve giderken Akutagawa’ya. “Doğal afetlerin en iğrenci ve beklenilmeziydi. Böceklere zarar vermek, sele, kuraklığa, dona neden olmak… Normalde oluşu yıllar süren olaylar bir gecede gerçekleşiyor. Ama bu sefer engelleyebildik. Ayrıca, Dedektif Ajansı illegal atıkların suçunu kanıtlarsa hükümet zararın yarısını karşılayabilir. Böceklerden ya da güneşten tazminat alamazsın sonuçta. Yani endişelenecek bir şey yok.”
“Anlamıyorum.” Akutagawa Kenjii’ye baktı. “Tazminat nedir? Para verirlerse bu kötü davranışlarını sürdürülmesine izin verilecek mi? O zaman zengin ve şöhretliler her günahtan bağışlanacak mı? Öyleyse bu dünyada kötülüğü durdurmak için öldürmekten başka çare yok. Düşman liderinin yaptıkları kamuya açıklanmalı. Suçları ve terörünün cezasını çekmeli. Kendini korumanın başka yolu yok… hem de hiç yok.”
Biraz düşündükten sonra Kenjii konuştu “Üzgünüm ama belki vardır.”
Bir süre kimse bir şey söylemedi. Pirinç tarlasında sessizce yürüdüler. Güneşin batan kırmızı ışıkları pirinçlere yansıdı. Dağın sırtına geldiklerinde gecenin ilk işaretleri ortaya çıkmaya başlamıştı.
“Gece bitiyor, yarın yaklaşıyor.” Dedi Kenjii tarlalara bakarak. “İlkbahar yaklaşıyor, sonbahar geliyor. Her şey iki yarıma bölünmüş. Çimler büyürken ağaçlar ölüyor. Hayvanlar doğuruyor ve ölüyor…. Dünyada yeterince yaşadığında, doğanın zıt kutuplardan oluştuğunu fark ediyorsun. Bazı şeyler kötü tabi… Sel veya fırtınayla karşılaşıyorsun, böyle kötü şeylerin uzun süre devam edeceğini hissediyorum ama aslında her şey iyi ve kötü, doğa bu… Köyde yaşamanın bana kazandırdıkları bunlar…”
“Hala anlamıyorum.” Dedi Akutagawa manzarayı izlemeye devam ederken.” İyinin ve kötünün eşit yarımlar olduğunu söylüyorsun. Bunu sokaklarda ölen arkadaşlarıma da söyleyebilir misin?”
“Bu da senin yarımın, Akutagawa-san.” Kenjii Akutagawa’ya baktı. “Hayatta kaldın. Oldukça da güçlüsün. Herkesin iyi olduğu bir yarımı vardır, hm?”
Kenjii konuşmasına ara verdi ve gözlerindeki günışığıyla gülümsedi.
“Eminim ki kız kardeşine kavuşacaksın. Şimdiden itibaren iyi olan yarımdan olmak için beklemekten fazlasını yapmalısın. Çünkü doğal olan şey bu.” Akutagawa Kenjii’nin sözlerini bir süre kavramaya çalıştı ama sonra günbatımına tekrar döndü.
“Anladım.” Dedi Akutagawa ölçülü bir sesle. “Yani ölen arkadaşlarım bana iyi tarafımı verdi?”
Dağların tepesi gecenin mor ışıklarını almaya başladı. İkisi de tek kelime etmedi.
İkisi pirinç dikme görevlerini dört gün içinde bitirdi. Son gün, Kunikida tarlaların durumunu görmek için yanlarına geldi, çamur içindeki ikisini konuşurken yakaladı.
“Eğer ekimin güzel gidiyorsa bulduğun böcekleri yemek kadar keyifli bir şey yoktur! Verimli tarlalardaki kaynamış böcekler kadar lezzetlisi yoktur.”
“Anlıyorum. Param yokken, böcek bulmak için toprağı kazardım. El değmemiş dağlardaki böcek larvaları yapay ormanlardaki ve tarım alanlarındakinden daha lezzetlidir.”
“Bir dahaki sefere tuzla beraber sana ızgara yapacağım!”
“Sabırsızlıkla bekliyorum.”
Kunikida onları derin bir sohbette konuşurken görünce etkilendi. “…İyi anlaşıyorlar.”
Pirinç dikme işi bitince Akutagawa Kenjii’nin mührünü de aldı. Kenjii Dedektif Ajansı’nın koridorunda yürürken güldü. “Pirinçler büyüdüğünde bir kısmını alacağız. Bu yüzden uyanık olmalısın!” Akutagawa’ya gelecekte açlık çekmeyeceğini söyledi. Tam o sırada Kunikida yanlarından geçti. Akutagawa yasadışı atık soruşturmasını Kunikida’ya danıştı. Kunikida cevapladı:
“Muhtemel her şey yakında çözülür.” Sonra Akutagawa’ya yakından baktı ve sordu, “Güneş… güneş yanığın mı var?”
“O gölge.” Dedi Akutagawa.
“Değil, boynundaki deride derin siyah bir çizgi var.”
“Gölge.” Diye cevap verdi Akutagawa tarif edilemeyecek bir ifadeyle.
“Öyle mi? Neyse… yasa dışı atıklar küçük bir olay. Hemen çözülür. Firmanın atık araçları hemen durduruldu. Gereken tek şey şirketi tutuklamamız için gereken izin.”
“İlginç bir durum… ama firma sahibi nasıl bu kadar hızlı itiraf etti? Genelde büyük şirketler yaptıkları suçları saklamak için rüşvete başvurmaz mı?”
Kunikida biraz güldü. “Tabii itiraf edeceklerdi. Bu şehirdeki hiç kimse Kenjii’yi kızdırmak istemez.”
Mührünü verme sırası Kunikida’daydı.
Kunikida Ranpo’nun ‘onay mührü’nü duyduğu andan itibaren Akutagawa’dan ne isteyeceğini düşünüyordu. Aklındaki bir yıldan beri kurduğu bir şey vardı. Bu yüzden ‘bedel sistemi’ne herkes gibi ikna olmuştu… Ah, eğer Kunikida’nın isteyebileceği bir iş varsa o da…
Silahlı Dedektif Ajansının üyeler için hazırladığı evde sabahın erken saatleriydi, saat yaklaşık altı buçuktu.
“Hey, çaylak! İşe gitme vakti geldi! Kalk da hazırlan!”
Kunikida’nın sinirli sesi boş evde yankılandı. “Kalkma zamanı bir dakika otuz saniye önceydi! Bugünden itibaren iki hafta boyunca benim günlük planımıma uyacaksın! Boş boş aylaklık yapan Ajans üyelerine örnek olman gerekiyor!”
Kunikida kol saatini işaret ederken bağırıyordu.
“Kalk’ kahvaltı 22 dakika içinde, hazırlanmak 8 dakika sürüyor, işe gitmek ise 16 dakika 30 saniye, ofisteki işlere hazırlanmak 6 dakika 30 saniye sürecek! Plan şikayet edilemeyecek kadar güzel! Anladıysan kalk da işe koyul!”
“Ayaktayım, efendim.”
Kunikida’nın arkasından bir ses geldi. Akutagawa yatak odalarının tavanından gündoğumunu seyrediyordu. Sabah meltemi gri ceketini dalgalandırıyordu. Akutagawa göz kırpmıyordu, gün ışığının renklendirdiği sabahı çatıdan izliyordu. Bu haliyle bir kalede savaşı izleyen bekçilere benziyordu.
“Sen… uyanmışsın.”
“Uykum hafiftir,” dedi Akutagawa manzaraya bakmaya devam ederken. “Sabahın erken saatlerinde şehri izlemeyi sevmemin nedeni bu. Sorunlar ve çatışmalar ilk işaretlerini sabah gösterir. Araba motorunun sesi duyulur, benzin kokusu etrafa yayılır, yük gemilerinin dumanı gökyüzüne karışır…”
Sözleri kesintiye uğradı ve gözlerini yatak odasının önünde duran Kunikida’ya çevirdi. “İşe gitme vakti, hadi.” Dedi ve ayağa kalktı yere inmek için yeteneğini kullanırken.
“Ah… kahvaltı yaptın mı?” diye sordu Kunikida Akutagawa’ya.
“Gerek yok.”
“Ne?! Doğru değil. Kahvaltı günün altın öğünüdür. Kahvaltı yapmazsan pankreas öğle ve akşam yemeği için gerekli olan kan şekerini kontrol edemez. Günde sadece tek bir öğün yersen performansın bozulur. Anlayacağın kahvaltı işini ideal yapmak için zorunlu bir şarttır.”
Akutagawa ifadesini değiştirmedi ve Kunikida’nın vaazlarını arkasında bıraktı.
“Bekle, Akutagawa! Üssün konuşurken bitene kadar dinle!”
Keşke tek sorun Kunikida’nın aklındakini ifade etme biçimleri olsaydı. Ajansın dedektifleri liberal olmaktan çok uzaktı.
Kunikida’nın işlerini katı şekilde planlayışı, çoğu Ajans dedektifine baş ağrısı oluyordu. Tanizaki kardeşler iş yerinde sık sık flörtleşiyordu, Oda her zaman yakınlarda yaşayan bir yaşlı kadınla konuştuğu için geç kalıyordu, Yosano hastalarını tedavi etmek için onları üç ya da dört kere parçalıyordu, Kenjii bir ineği doğurtmaya gitmek için aniden ortadan kayboluyordu ve Ranpo zor davaları çözebilen ünlü bir dedektifti. Ayrıca başkan da onların bu aylaklıklarını devam ettirmesine izin veriyordu, bu yüzden Kunikida bir şey söyleyemiyordu. Bugüne kadar hep sessiz kalmıştı.
Ama…
İlk olarak Kunikida’nın favori sözü “Ne olursa olsun programa uy”du, en sevmediği ise “iyi olacak”tı. Hayalini kurduğu organizasyon soruşturmalarda idealdi ve mükemmel olana kadar da durmuyordu.
Ve Dedektif Ajansı için hayalini kurduğu ideal şu anki duruma hiç de uymuyordu.
“Akutagawa, seni genel ahlak kuruluna atıyorum!”
Doğru, Kunikida bunu beyan etmişti.
Özellikle yeni gelenler için ahlak kurulunda olmak acı vericiydi, bir işte yapılanların etikçe doğru olup olmadığına karar veriyordun. Ve Akutagawa’nın karakterinden dolayı, hiçbir astı onu suçlamaya ya da kınamaya kalkışmazdı. ‘Onay Mührü’nün mucizesi buydu.
Ama…
“Aferin, Akutagawa. Tabii ki ajansın bir üyesi olarak kurulun iş standartlarına uygun olmalısın. Özellikle, işini programına uygun olarak tamamlamalısın. İşi aldığın gün rapor işlerini halletmelisin. Bir gözünü yeni davalar üzerinde tut ve zamanında çözdüğüne de emin olmalısın. Planın gününe uygun olmalı. Neyin ne zaman yapılacağını doğru düşün ve ideal sonuçları elde et…”
“Ofis ve kağıt işlerini sevmem.”
“Sevmez misin?”
“Düşman nerde? Acınası belgelerle uğraşmak yerine, sorumluluğum Dedektif Ajansı’nın düşmanlarını yok etmek. Karşı gelen herkesi öldürmek.”
“Olmaz, işler o şekilde yürümüyor.”
“Dosyaları çöpe atsam…”
“Yeter!”
YA DA…
“Sorun değil. Bugünkü işi sana göstereceğim. Bu davada çocuk kaçırmada uzmanlaşmış bir organizasyonu tespit edeceğiz. Ama ondan önce, birkaç soru sormak için neredeyse kaçırılacak olan bazı çocuk tanıkları Ajans’a getirdim, kolay iş. Ancak on iki yaşındaki bir çocuğun hafızasına çok güvenemeyiz. Soruları ona göre sor.”
“Selam, velet. Bana suçlunun nasıl gözüktüğünü anlat. Doğru hatırlasan iyi edersin yoksa seni dördüncü kattan aşağı atarım.”
“Hey, ah, a-ahm, uhm…”
“Onu tehdit etme! Hey Akutagawa, sen beni dinledin mi? Şikayet edileceksin ve hakkında soruşturma başlatılacak.”
“Eğer hatırlamazsan seni beşinci kattan atarım. Bu da işe yaramazsa altıncı kattan. Verdiğin bilgi gereksizse de yedinci kattan yeri boylarsın.”
“Eğer öleceksem beşinci katı tercih ederim!”
“Anlaşıldı. Öyleyse seni üçüncü kattan atacağım.”
“Beni dinliyor musun?”
“Dikkat et. Elimizdeki bilgiyle verdiğin bilgilerin birbirine yakın olması gerekiyor.”
“Bir plan yapmadan önce, sana sosyal olmayı öğretmeliyim.”
YA DA…
Çalışma prosedürünü ihmal eder. İşini angaryaya alır. Kaçamaklar yapar. Kurbanlara, müşterilere ya da suçlulara saygı duymaz ve yeteneğiyle kuralları değiştirmeye çalışır. Bunlar Akutagawa’nın yaşadıklarından dolayı yapacaklarına daha çok uyuyordu. Akutagawa Kenjii ile çalışırkenki kadar dürüst olmadığını söyleyen Kunikida’ya doğru baktı. Büyüdüğü yer ve koşullar gereği tarım yapmasının verdiği onur vücudunda kök salmıştı. Ne yazık ki tek bir kağıt işiyle dahi ilgilenmiyordu. Birkaç kez denese de hala bu işi sevememişti.
‘Genel ahlak komitesi’ planı bir hafta içinde bozuldu.
“Akutagawa? Hey, Akutagawa, nereye gittin?!”
Kunikida dedektif ajansına doğru yürüdü.
“Kunikida-san nasılsın?” Tanizaki çalıştığı masadan sordu.
“Akutagawa kağıt işinden kaçtı! Elleri ve ayaklarını bağlamak için kelepçe kullanmıştım ama yeteneğiyle onlardan kurtulmuş…” Kunikida’nın yumruğu titriyordu. “Bundan kaçamazsın! Başkana söylemekten başka çarem yok… Bir bekçi köpeği grubu Akutagawa’yı uyduğu için ‘genel ahlak komitesi’ne yerleştirmiş!”
“Bu durumun sürekli tekrar edeceği hakkında içimde bir his var…” dedi Tanizaki yüzündeki sıkıntılı ifadeyle. “Ama Akutagawa-san burada.”
“Ne! Nerede?”
“Burada, bak.”
Tanizaki müşterileri kabul için kullanılan resepsiyon masasını gösterdi. Hiç kimse… orada oturmuyordu.
Masanın altında Akutagawa vardı. Tetikteki gözlerle etrafı seyrediyor, masanın altında saklanarak karanlığa karışıyordu.
“Ne… Ne yapıyorsun?” Kunikida masanın altına göz attı.
“Doktor Yosano’dan saklanıyorum.” dedi Akutagawa duygusuz yüzüyle.
“Eh?”
“Yosano-san’nın ‘onay mührü’nü verme şartı kırk kere kendisini iyileştirmesini kabul etmesiydi.” Dedi Tanizaki sempatik bir yüzle. “Akutagawa-san bir sorun olmadığını söyledi, ne de olsa sadece iyileştirilmeydi… Sonra Yosano-san balta ve elektrikli testereyi getirdi.”
“Oh, anladım. Yeterli.” Kunikida gözlerini kapattı ve başını salladı. “Bunun olacağını tahmin etmem gerekirdi.”
“Dört kere dayandım.” Karanlıkta Akutagawa’nın gözleri parladı. “Ama sonra… Birisinin aşamayacağı sınırlar vardır. Eğer kırk kereden kurtulsam bile ruhum hayatta kalamayacağım kadar karanlık olurdu.”
“Akutagawa bile katlanamıyorsa…” Kunikida iç çekti. “Neyse, durum buysa ben de kaçacağım. Ama iş iştir. Benle yaptığın anlaşmayı unuttun mu? Bu hafta içinde çocukları kaçıran organizasyonu bulman gerekiyor. Planların tek kişilik çalışmaya meyilli. Bu hafta içinde işi bitir. Ne-“
��“Suçlu organizasyon diğer odada.”
“Ne?”
“Çoktan yakalandılar.” Dedi Akutagawa yüzünü değiştirmeden. “Eğer çocuk kaçırıyorsan kar etmenin iki yolu vardır: değiş tokuş yaparsın ya da fidye istersin. Takas için fakir bir çocuğu yakalarsın, fidye için zengini. Seçecekleri çocuk fidye için olsaydı avantaj onların olurdu ama ilk saldırıyı ben yaptım. Bir grup için fakir çocuğu satmanın daha zor olduğunu biliyorum, ne de olsa pek işe yaramıyorlar. Bu yüzden ikinci yöntemi seçtim. Gecekondu mahallelerine giden yolları tek tek kapattım ve suçluları iş üstündeyken tespit ettim. Adamların birisini takip ederek bir mağaraya girdim ve yeteneğimi kullanarak onları etkisiz hale getirdim. Bazılarını ayağını kaçmasınlar diye kestim.”
Kunikida hızlıca yandaki resepsiyon odasına gidip olanları gördü. Kapıyı açtığında beş adamı bağlı ve susturulmuş halde, yerde yuvarlanırken buldu. Adamlar Kunikida’yı fark ettiğinde çığlık atmaya çalıştı ve ağladı.
“…Bunlar.”
Suçluların sayısı, fiziksel görünüşleri… her şey o hafta topladıkları bilgilere uyuyordu.
“Kahretsin… genel ahlak komitesindesin. Plandaki gibi görevi tamamladıysan bunu bildirmen gerekir.” Kunikida alaycı şekilde güldü. “Programı bir hafta devam ettirecek adam nerede…?
************************************************************************
Oda ve Akutagawa Yokohama’nın lağımlarında koşuyordu. Oda karanlıktaki lağımda koştu, Akutagawa’nın tel bıçağının üstünden atladı, bir boruya bastı ve iki adım öne geçti. Rüzgar gibi hareket ediyordu ve gelen saldırılardan kolayca kaçıyordu. Bir kıyafet kendisini takip ediyordu. Aynı kıyafet parçasından yapılan bir çarşaf şekillendi ve Oda’nın ayağını kavradı. Bıçaktan kaçınmak için yana atladı, tavandaki borudan emekledi ve bedenini sarkaç gibi hareket ettirdi. Bir kıyafet yığını boruyu ağaç dalıymış gibi kesmişti ama Oda çoktan eliyle diğer tarafa zıplayarak başka bir boruya tutunmuştu.
“Bekle!” Arkasındaki canavar bağırdı.
“Beklemeyeceğim.” Dedi Oda sakince, hızlı nefes alıp verişleri konuşmasını zorlaştırıyordu.
Arkasında, Akutagawa’nın yeteneği büyük bir enerjiyle ortaya çıktı. Oda kafasını eğdi, bedenini kavislendirdi ve gelen kurşunun yönünü değiştirdi. Saldırılar Oda’ya işlemiyordu, sanki görünmez bir duvar vardı.
“Ciddi ol. Şu an düşmanın kaçtığı bir andasın. İşi ciddiye al.” Dedi Oda ve koştu. “Yeteneğin güçlü, ama vücudun zayıf. Bu durumdayken Ranpo’nun mühür fikri nafile olur.”
“Ha…Haha!” arkasından koşan Akutagawa nefes almadan güldü. “Bu yüzden öğretmenimsin! Ama…”
Oda aniden durdu, şaşkın şekilde bakındı.
“Bu…”
Taş duvarlarla çevrilen bir odaya gelmişlerdi. Ne çıkış yolu ne de kaçmasına ya da korunmasına yardım edecek bir cisim vardı.
“Yer altı su kanalları benim emrimdedir. Seni buraya yönlendirdim böylece ölüme koştun… eğer kıyafetimden saldırıya uğrarsan, kaçmanın hiçbir yolu yok.”
Oda etrafına baktı.
“Aferin, sen kazandın.” Akutagawa’nın ayaklarını işaret etti. “Yalnız, ayaklarına dikkat et.”
“Ne?”
Akutagawa şüpheyle tek ayağını kaldırdı ve yere baktı. Yerde kurşun izleri vardı. Altı mermi izi Akutagawa’nın tek ayağının bastığı yerdeydi. Akutagawa bir adım gerilediğinde, diğer ayağının altında da kurşun izleri olduğunu far etti.
“Buraya gelmeden önce yere ateş etmiştim. Mermiler sektiler ve yerde iz bıraktılar… Ya durduğum sırada ateş etme fırsatım olsaydı, n’olurdu?”
“Kafam mermi delikleriyle dolu olurdu…” dedi Akutagawa yüzünde acı bir ifadeyle.
“Aynen öyle. Ancak yeteneğini manipüle ederek yaptığın saldırılar gayet iyiydi. Hadi, ödül olarak Udon yiyelim.”
Akutagawa biraz düşündükten sonra sordu: “Udon mu? Neden?”
“Yemek kadar güzel başka bir ödül yoktur.” Diye cevap verdi Oda her zamanki ifadesiyle.
Akutagawa Oda’ya baktı. “Eğer bir ödül vereceksen mührünü vermeni tercih ederim. Sadece seninki ve Doktor Yosano’nunki elimde değil.”
“Yosano-san’ın isteği neydi?”
“Sorma… Yarın bana bir şey olacak.” Akutagawa gözlerini kibarca kapattı.
“Hmph. Mührü basmam için bir anlaşma yapmamız gerekiyor.” Dedi Oda. “Seninle konuşmam gereken bir iş olduğunu hatırladım. Basit bir şey, çocuklar bile yapabilir.”
Akutagawa sert bir şekilde baktı:
“Nedir?”
“Yarın, kısa bir iş gezisi için şehirden ayrılıyorum. O sırada gözünü lokantada tutman gerek.”
“Lokanta mı?”
“Bir doğu lokantası.” Dedi Oda. “Dedektif Ajansı’nda çalışmadan önce ortak olduğum bir yerdi. Problem şu ki, iş gezisinde olduğum sırada lokantadaki işlere yardım edeceğime söz vermiştim. Benim yerime geçmeni istiyorum.”
Oda şüpheli konuşmuştu. “Lokantadaki iş nedir?” Oda omuz silkti. “Bittiğinde çocuklarla oynuyor olacaksın.”
****************************************************************************************
"Oda Sakunosuke'nin planı..."
Beş ya da altı çocuk Akutagawa nın üzerine atladı.
"Uwaah!" "Kyaa!" "Kaymacaa! "
Sürekli bağırarak Akutagawa'nın sırtından kayıyorlardı. Hepsi on yaşından küçüktü, arka planda üç yaşlarında birkaç çocuk büyük olanları kıskançlıkla izliyorlardı.
"Çok kötü, çocuk." Kapının girişinde sarı önlük giyen restoran müdürü güldü. "Oda-chan iş gezisinde olduğu için, herkesin yalnız olacağından korkmuştum. Ama bununla, iyi olacaklarını görebiliyorum. Pekala, benim restorana gitmem gerek, saygılarımla."
"Bekle, " yardım istemek için açılan ağzı, kafasındaki çocuğun kalçasıyla kapanmıştı.
Batı tarzı restorana bitişik olan bir evin odasındaydılar. Akutagawa yeteneğini kendini bir örtünün altında korumak için kullandı, sonra telefonunu çıkardı ve Oda'nın numarasını tuşladı.
"Hm, Akutagawa." Oda'nın düz sesini hoparlörden duyabiliyordu. "Ne oldu?
"Hain. Neden? " Akutagawa ölmek üzere olan sesiyle söyledi. " 'Çocuklarla oynarsan yakında bitecek' de neydi? Asıl sebebi bu muydu? Burada... Kaç taneler? Ordu kurmak mı istiyorsun?"
Dedektif olarak çalışırken Oda gidecek hiçbir yeri olmayan yetimlere ilgileniyordu. Önceden restoranın ikinci katını kiralıyordu, ama bugünlerde çok meşguldü o yüzden yandaki eve taşınmışlardı. Şimdi müthiş alanları vardı.
"Sadece 15 tane. Ve özellikle bir ordu kurmakla ilgilenmiyorum."
"Bu... Sorunun esas noktası değildi." Akutagawa mağlup bir yüz ifadesiyle söyledi. "Ancak, dedektif maaşıyla bu yetimlere nasıl bakıyorsun? Parayı nasıl kazanıyorsun?"
"Bu bir sır." Telefonun öbür ucundan kahkaha duyuldu. "İş gezisinin üç günü boyunca benim yerimi doldurman için görevlerin listesi restoran müdüründe. Rica ediyorum Akutagawa. En büyükleri olarak onlara iyi bak."
"Yerine geçmek mi? Başka bir şey vardı..." Şikayet eden Akutagawa birden anladı. "Bekle... En büyükleri mi? Nehir kıyısında beni koruduğun ve bana yemek ısmarladığın için mi beni en büyükleri olarak düşünüyorsun?"
"Bu yüzden sana sormuştum."
"Bekle!" çağrı kesildiği için Akutagawa'nın bağırması faydasızdı. Böylece üç günlük cehennem başladı
İlk gün.
Akutagawa ya verilen ilk görev 'takım olarak oynamak'tı. Asma köprü, makaralar, salıncaklar. Trambolinler ve kızaklar. Aynı zamanda, hiç görmediği birkaç şey de vardı. Çocukların hayalleri ve umutları için çeşitli oyuncaklar o değişken ceketle üretiliyordu. Doğal olarak çocuklar kendilerinden geçmişlerdi, etrafta asılı olan ve zıplayan, Akutagawa tarafından yaratılan oyuncaklara sarılıyorlardı.
"Woah! Harika!" kumaş zevkle bağıran varlığın etrafına dolandı ve tavandan asıldı.
"Tekrar! Tekrar!" yaratık havada sekip döndü ve Akutagawa’yı salladı.
"Kyahahahha! Çok hızlı." Çocuklar yüksek sesle güldüler, bir ejderha formunda havada yüksek hızla dans eden kumaşa yapışmışlardı.
Saat 9'da başladılar ve 15'te öğle yemeği için ara verdiler. Çocuklar biraz uyuduktan sonra, Akutagawa akşam yemeğine kadar devam etti. Akutagawa onlarca çocuğa dayanabilecek mekanizmayla donatılmış tek kişiydi.
Herkes akşam yemeği için toplandığında Akutagawa yerde ölü bir adam gibi yatıyordu.
"Hepsini öldür... Tek seferde..." Bir parmağını bile oynatmadan ve özenle nefesini tutarken Akutagawa yerçekimine direnecek gücünü kaybetmiş ve yerle bir olmuştu.
"Çocuk, çok teşekkürler. Akşam yemeği ister misin?" Restorant müdürü düşmüş olan Akutagawa'nın yanına gitti.
"Gerek yok." Akutagawa kalpsiz bir yüzle cevapladı. "Eğer şimdi pilav yersem boğazımda kalır ve ölürüm."
İkinci gün
Yetimlerden biri için okulda veli toplantısına katıl.
Yer eski ve kehribardı. Hiragana yazı tabelaları duvardaydı. Beden eğitimi öğretmeninin sesi oyun alanında eko yapıyordu. Okul binasının duvarları daha yeni beyaza boyanmıştı. Ve veliler odanın gerisindeydiler, huzursuz görünüyorlardı. Yarısı çocuklarının sınıftaki problemleri hakkında endişeliydi. Ve Diğer yarısıysa...
"Sonraki çocuğun babası... Kim?" "Öğretmenin azarlamasından korkuyorum" "Bu iyi olacak mı? Bir katil gibi görünüyor."
Akutagawa ifadesizdi, ve yanındaki veliler huzursuzca hareket etti. Ancak, Akutagawa hiç de endişeli görünmüyordu. Duruyordu, özel olarak hiçbir şeye bakmıyordu ve sınıfa odaklanmıştı.
"Pekala, bu kanjiyi okuyabilen biri var mı?" Öğretmen tahtada yazılı olan 'ev' kelimesini gösterirken öğrencilere sordu. Ama kimse elini kaldırmadı. Öğretmen endişeli bir ifadeyle kafasını eğdi. "Hiç kimse mi?"
Oda'nın ilgilendiği kızlardan biti etrafına baktı, sonra direk Akutagawa'ya baktı. Elini kaldırması gerekip gerekmediğini merak etti. Kimse elini kaldırmadığından, cevap vermek cazipti. Akutagawa diliyle ince bir ses çıkardı, hemen ardından kızın eli yükselmeye başladı. Şaşırdı, kız hala hareket eden eline baktı. Gri bir kumaş bileğine dolanmıştı.
"Ah, Sakura-chan. Cevabı biliyor musun?"
"Ah... Eh, şey... Evet, uh... 'Ev' "
"Evet, aferin."
Velilerden hayranlık sesleri yükseldi. Kız cevap verir vermez bileğini tutan kumaşı çözüldü, yerde kaydı ve Akutagawa'nın ceketine döndü. Yüzünde rahatlamış bir ifade vardı.
Üçüncü gün.
Büyük çocuklardan birinin ricası olarak, bir savaş provası.
"Abim, Oda gibi, ben de kesinlikle güçlüyüm. Daha güçlü olmaya devam edeceğim ve bir gün, ben de dedektiflik ajansına gireceğim. Tabii ki!"
Kousuke, 'Kara Anlaşmazlık' olarak bilinen eski bir sosyal ihtilafta yetim kalan ve Oda tarafından alınan 14 yaşındaki bir çocuktu. Şimdi tüm çocukları toplayan bir büyük abi gibiydi. Restoranda para kazanmak için çalışacağını söylemişti.
"Ayrıca bir silah bile aldım. Bu doğru." Kousuke restoranın bar masasına bir silah koydu. 9mmlik bir silahtı, Oda nın kullandığıyla aynı tipti. "Kendim aldım."
"Uhm."
Liman bölgesinde çok fazla kaçakçı vardı, ve paran olduğu sürece herhangi bir şeyi almak mümkündü. Birçok suçlu gerçek silah satıyordu, çocuklara bile.
Akutagawa ifadesizce silaha baktı ve söyledi.
"Fu, öyleyse hadi pratik yapalım, istediğin gibi."
Kousuke tepetaklak döndü ve tel ağıyla vurdu. Ağ bozuldu ve çocuğu yere bıraktı.
"Ne oldu? Bu sadece yumuşak bir okşamaydı."
"Kahretsin..!" Kousuke zayıf dizeleriyle ayağa kalktı.
Kumaş Akutagawa'dan ayrıldı ve kaçmaya çalışırken yere düşen Kousuke'nin boynunu kavradı.
Kousuke'nin akciğerleri kısıtlandı ve yumuşak bir şekilde bağırdı. İkisi restorana çok yakın bir açıklıkta çalışıyorlardı.
"Beni yenemiyorsan, Oda'nın ancak ayağını çekebilirsin. Amacın genç kardeşlerinin cenazeni hazırlamasıysa, buna aldırış etmem."
"Bu..." Kousuke sallanan hareketlerle ayağa kalktı. Gözlerinde hâlâ azim ateşi vardı.
"Cesaretin hâlâ kırılmadı mı? Harika, o zaman bir kere daha saldırmama izin ver. Beni öldüremezsen, başka birini öldürmen çok zor olacak."
"Ben... Ben yapacağım... Aaaaaahh!"
Kousuke acele etti. Saldırmak için savunma pozisyonunu kırdı, ve Akutagawa'ya çarpmadan hemen önce yörüngesi değişti. Yana yuvarlandı ve toplayabildiği tüm gücüyle yerden bir tekme attı. Hedefi Akutagawa nın çenesinin arkasıydı, oraya vurup beyninin sallanması niyetindeydi. Topuğunu düzgünce tekmelerse ona vurabilirdi, ama sonunda sadece çenesinin ucundaki deriye vurmayı başardı.
"Boş alan" Akutagawa ifadesizce söyledi.
Kumaştan yapılmış büyük bir el karşı atağı yuttu ve Kousuke nin bedenini yakaladı. Kousuke bir araba tarafından çarpılmış ve sonra yerde zıplamış ve yuvarlanmış gibi nefes aldı.
"Zayıflardan nefret ederim. Zayıf olan hayallerinin peşinden gidemez. Zayıf olan hayallerini yerine getiremez. Zayıfsın, bu yüzden Oda'nın adımlarını takip edemezsin ve kimse olamazsın. Kendi hayatını bitireceksin."
Yerde yuvarlanmış bulanık yaralarıyla kaplı Kousuke dişlerinin arasından sızladı.
"Yapma! Hayır hayır hayır! Ben... Abim gibi olacağım! “
Akutagawa'nın ceketi hareket etti ve bir silah çıkardı. Bu az önce Kousuke'nin ona restoranda gösterdiği 9mm'lik silahtı. Şansı yakaladığında onu çalmıştı.
"O... " Kousuke silahının çalınmış olduğunu gördü ve solgunlaştı.
"Silahlardan da nefret ediyorum. Kendi için konuşamayan bir adam silahlar için hevesleniyor ve umursamaz oluyor. Ama gerçek şu ki..."
Akutagawa silahı aldı, kendi başına dayadı ve tüm mermileri sıktı.
"Dur!"
Silah Akutagawa'nın kulağına ateşlenmişti, ama tüm mermiler derisi tarafından görülmeyen bir bariyerler engellenmiş ve yere düşmüştü.
"Bizim dünyamızda mermilerin gücü yok," Akutagawa ifadesini değiştirmeden söyledi. "buna rağmen fakir mahallelerdeki insanlar, silahla ile uyum içinde büyüyen insanlar tarafından öldürüldü. Bu yüzden silahtan nefret ediyorum."
Akutagawa silahı attı, aynı anda kumaş bıçak ses hızında fırladı ve silahı havada birkaç metal parçasına döndürdü. Siyah metal parçaları sersemlemiş olan Kousuke'nin gözleri önünde dağıldı.
"Kousuke. Zayıf olanın kendi yollarına karar vermeye hakkı yoktur. Yine de, bir daha silah alır ve karşıma geçersen, gerçekten öldürüleceksin." Akutagawa sessizce titreyen Kousuke'ye sırtını döndü ve yürüyerek uzaklaştı.
Boş alan görünmeyecek kadar yürüdü ve köşeyi döndüğünde Oda oradaydı.
"Devamını ben hallederim." dedi Oda düşük ses tonuyla.
"Bir daha bunu asla yapma." dedi Akutagawa, yüzü üzüntünün gölgesini gösteriyordu. "Çocukların hayallerini yıkmak istiyorsan kendin yap. O sorunlara yeteneğin var."
"Zor kullandığımda, Kousuke'nin isteği sadece güçleniyor." Oda rahatsızlıkla yanağını kaşıdı. "Kötü adam rolünü devretmek hataydı."
Oda'nın onu görevlendirdiği son konu 'Kousuke'yi bu dünyaya girmek istemesinden vazgeçirmekti.
"O çocuk batı yemekleri aşçısı olarak yeteneğe sahip." dedi Akutagawa Oda' ya bakmadan. "Mutfak kavga etmekten çok daha iyi."
"Anlıyorum. Kousuke kavga etmeye uygun değil mi?"
"Evet. Kardeşlerini korumak için kendi hayatını feda etmeye hazır, bu yüzden böyle bir dünyada er ya da geç ölecektir. Hayatta kalmak sadece amaçlarının peşinde öfkesini terk edenlerin ve mantıklı hareket edenlerin hakkıdır."
Bunu söyledikten sonra Akutagawa yürümeye başladı.
"Bu doğru." dedi Oda Akutagawa'nın yürüyerek uzaklayışını izlerken. "Duyguların olduğu yer insanların kalbindedir. Ama dünya duyguları umursamaz. Dünyanın merkezinde hiçbir şey yoktur... Yani, duygularını kovalama Akutagawa. Ayaklarının üzerinde dur, kimseye tutunma, sakin ve dayanıklı ol. Diğer türlü hayatta kalamazsın."
İkincisini duyduktan sonra Akutagawa durdu.
"...İmkansız" Akutagawa dönüp Oda'ya baktı. "Son sözlerim... 'Sadece öfkesini terk edenler ve mantıklı davrananlar hayatta kalır'... Bu yüzden mi bu saçmalığı düzenledin? 'siyahlar içindeki adam'a karşı intikamımı kontrol etmek amacıyla mı?"
"Hayır. Ben bir insan terbiyecisi değilim." Oda omzunu silkti.
Akutagawa bir süre sessizdi, ardından Oda'ya bakıp söyledi.
"Ben o küçük çocuktan farklıyım."
"öyle umuyorum."
Akutagawa reddetmek için ağzını açtı, ama hiçbir şey söyleyemedi. Kelimeler kaybolana dek Oda'nın kuru bakışları tarafından yutuldu. Akutagawa söylemek istediklerinden vazgeçti, döndü ve yürümeye başladı.
**************************************************************** ÇN: Kerberos, Yunan mitolojisinde Hades'in yönettiği ölülerin bulunduğu yeraltının kapısında bekçilik yapan üç başlı köpek. Kuyruğu bir yılan olan ve sırtında sayısız yılanbaşı bulunan, ısırıkları zehirli bu köpek Herakles'in 12 görevi arasında yer alır. Kerberos Yunanca 'çukur iblisi' demektir. Shiruko ve Hochija geleneksel japon tatlısı ve çayıdır.
#bsd#bungou stray dogs#bungo stray dogs#bungou stray dogs beast#bungou stray dogs beast light novel 1. bölüm#bungou syray dogs beast 1. bölüm
76 notes
·
View notes
Text
MERHABA HAYAT 💙
16 MART YENİDEN DOĞMAK...
Her yıl 16 Martta eve kapanır hiç dışarıya çıkmam. Bunu kimseye farkettirmeden yaparım. Ama nedense bu sene artık bunun nedenini anlatmak istedim. Bilmiyorum belki bir gün insanlar beni, hayata bakışımı, ruhumu, duygularımı, bedenimle olan barışıklığımı daha iyi anlar ve beni sevmeye çalışır diye heralde sanırım...
Siz hiç ölümden döndünüz mü? Ben ölümden döndüm.. Hayata geri dönüşüm işte o gün bugün…
Üniversiteye başladığım ilk seneydi. Bir sabah evden çıkmış otobüse binmek için durağa giderken, güzel sanatlar okuyanlar bilir elimde kocaman bir resim dosyasıyla, tabi ki yayalara yeşil ışık yanarken karşıdan karşıya geçiyormuşum. Araçlara kırmızı yanarken arabasıyla hızla geçeceğini sanan biri o hızla bana çarpmış. Minyon biri olduğum için o zaman da zayıftım tabiki :) araba beni dosyamla birlikte havaya fırlatmış yere düştüğümde kafamı kaldırıma çarpmışım. Etraftakiler beni hemen hastaneye götürmüşler. Kafa tramvası ve hafıza kaybı geçirdiğim için evden çıktığım gün dahil hastanedeki 3. güne kadar hiçbir şey hatırlamıyorum. Vücudumun kolum, bacağım ve birçok yeri komple kırılmıştı. Alçılarla mumya gibiydim. Yoğun bakımda iki hafta yattım. Doktorlar yaşamamın mucize olduğunu söylüyordu. Ayağa kalktığıma inanamadılar. Aynı bir bebek gibi tekrar yürümeye çalışıyordum. İnanın bana çok zordu. Ama inat ettim canım acısa da fizik tedaviye sonuna kadar devam ettim. Çünkü topuklu ayakkabılarımla tekrar yürümeyi çok istiyordum. Hastanedeyken ilk istediğim şey neydi dersiniz “makyaj malzemelerim”.. 😊 Kolumda alçılar, serumlar, kafam mumya gibi sarılı ama ben tek elimle kaşlarımı düzeltip far sürüyordum. Hafızam gel gitli olsa bile sanırım bilinç altım sağlamdı. Şuan herşey yerli yerinde ve sapasağlamım çok şükür.. 🙏🏼 Nefes aldığım, yürüdüğüm her gün için Allah'a şükrediyorum.
Aradan yıllar geçti ancak hala karşıdan karşıya geçmekten korkuyorum. Araba kullanmaya heves etsem de inanın ehliyet sınavını geçtiğim halde gidip almadım. Trafik, araba kullanmak benim fobim haline geldi. Ama dizayn olarak arabaları seviyorum. Formula1'e bayılıyorum. Bu da benim tezat yanlarım...
Hayata diğer insanlardan başka türlü bakıyorum sanırım. Belkide buyüzden anlaşılmakta bazen zorlanıyorum. Onlar gibi olamıyorum.
Şuan birçok insan görsellikleriyle, vücutla, seksüellikle, maddi imkanlarıyla saçma sapan övünme peşindeler... Çıkar ilişkileri üzerine oturttukları yalan dolan hayatları, göstermelik arkadaşlıklarıyla, kendilerini türlü hale sokuyorlar. Ben onlardan olamadım olamıyorum malesef...
Bazıları bana "Araba kullanmayı bilmiyor musun diye dalga geçebiliyor yada "Niye araban yok" diye küçük dünyalarıyla beni küçümsemeye kalkıyorlar. Hayatımda bu tarz insanlara asla yer yok olamazda...
Bazıları neden sürekli topuklu ayakkabı ve mini giydiğimi kendince eleştirebiliyor. Yürümek için ayakta durabilmek için mücadele vermemiş insanların beni anlamasını tabiki beklemiyorum.
Bazı fotolarımı eleştirenlerde olabilir ama ben kendimle, vücudumla barışığım ve iyi hissettiğim her andan mutluyum. Bazen pasaklı halimden bile.. Kendini sevmeyen başka insanları sevemez diye düşünüyorum ve kendimi seviyorum.. Beni olduğum gibi sevenleri en uzaktan hissedebiliyorum. Benim en büyük motivasyonum sevildiğimi hissedebilmek.. 🙏🏼
İçten içe beni kıskananların, bana zarar vermeye çalışanların, her halini görüp yaşamış biri olarak kötü kalpliler benden uzak dursun diyorum.. Onları zaten Allah'a havale ettim...
Umarım şimdi beni daha iyi anlıyorsunuzdur...
Yarına inanan biri değilim. En önemlisi unutmayın kimsenin ayrıcalığı yok bu hayatta ve her an herkese herşey olabilir ve belki yarın hiç olmayabilir. Yarın uyandığınızda kimin ne kazanacağını, kimin neleri kaybedeceğini kimse bilemez. Bunu bilip böyle yaşamalı herşeyi... İnsanları tüketmeyin, üzmeyin..
"Hayat, şımaracak kadar uzun değil.." AD
Bu dünyanın türlü zorlukları var. Hergün başka sıkıntılarla uğraşıyoruz. Kimi zaman pes etme noktasına geliyoruz ama gösterdiğimiz direnç bizi hayata bağlıyor. Yaşamayı sevenler inatla hayatta kalır. Direnin ve mücadele edin. Hayatı sevin ki o da sizi sevsin...
Ey Hayat;
Mücadele gücüme ve sonunda kazanmama sende hayransın bence... İnadına hayat...
Hoşgeldin yeni hayat.." AD
Sevgiler...
Ayşenur Demirkan
16.03.2021
1 note
·
View note
Text
EYLÜL…
Her gören gözün, her hisseden yüreğin meşrebine göre bir güzelliği vardır.
İnsan genellikle önce görür, sonra hisseder.
Ardından idrak gelir.
Sabah uyanıştır mesela, doğumdur, öğle meşakkat, akşam yorgunluk gece sessizlik, ölüm ve şükürdür…
Bunlar için çaba harcamayız, tabiatın ya da Tanrı’nın, “alın ve kulanın ama değerini bilin, sakın ihanet etmeyin” diye bahşettiği iyilik ve güzelliklerdir…
Ama insanoğlu…
Dün sabah yürüyüşü için erkenden kalkıp yollara düştüm. Henüz güneş doğmamıştı. Etraf sessizdi. Ne köpek, ne horoz sesi, ne balkonlarda asılı çamaşırlar, ne saksılarda çiçekler… Yazlıkçılar ufak ufak terk edip gitmişlerdi. Hava serindi. Yazın kavurucu sıcağından eser yoktu. Gökyüzüne baktım. Doğu’da küçük pamuk balyalar halinde asılı bulutları saymazsak cam gibiydi.
Yürüdüm.
Ağaçlar yaprak döküyordu, rüzgârın yolun kenarlarına yığıp biriktirdiği gazellere basmadan yürüdüm. Yeşillik yerini sarıya, kahverengiye bırakmıştı. Kimi bahçelerde, budanmayı bekleyen, boyunları bükük güller vardı, o kırmızı, mor canım begonviller can çekişiyordu. Sarı sarı ayvalar, kızarmış narlar…
“İşte Eylül!” dedim…
Önümde elindeki metal bastonuna abanmış yaşlıca bir kadın yürüyordu. Buna yürümek denmezdi. Kuvvetini tek ayağına vermiş adeta vücudunu sürüklüyordu. Tıpkı hac’ca giden kablumbağa gibi yavaş ve kendinden emin… Menzil o kadar uzaktı ki…
Kim bilir ne zaman varacaktı?
Acaba varacak mıydı?
Ayrıca menzil neresiydi…
Önüne geçtim. Başında mavi patiskadan bir yazma, üzerinde rengi atmış çiçekli uzun bir entari vardı. Entarinin üzerine kolsuz koyu renkli bir hırka giymişti. Siyah rengi griye dönmüş, yıpranmış ayakkabısının ökçeleri aşınmış, sağlam ayağı yan basıyordu…
“İşte yaşama azmi” dedim içimden.
Sabah çok erken kalkıp yürüyüşe çıkmıştı.
Niçin uyku tutmamıştı acaba?
İnsan kaç yaşında olursa olsun hayata tutunmaya çalışır. Ölüm zaman zaman akla gelse bile hayatın üzerine toz kondurmaz.
Bu yaşama sevincidir…
Misal annem.
90 yaşında. Dün telefonda benden balık yağı istedi. Dizlerinin ağrısına iyi geliyormuş. Arkadaşlarından yaşlı bir kadın vermiş. “Oğlum gönderdi İstanbul’dan ağrılara çok iyi geliyor, al azıcık da sen sür” demiş. O da sürmüş.
“Çok iyi geldi” dedi. “Önceleri biraz yaktı ama bayağı ferahladım…”
Ne desem…
Sipariş verdim. Haftaya elinde olur.
İnsandaki bu yaşama sevincinin kaynağı nedir? Hayatın güzelliği, zevki, sefası mı? Yoksa tabiatın bize bahşettiği, üremek, çoğalmak, geriye bir şeyler bırakmak arzusu mu?
Bunu hep merak etmişimdir.
Belki biri, belki de her ikisi.
Belki de daha fazlası…
Nihayet deniz…
Bir banka oturdum.
Deniz açık mavi bir çarşaf gibi, sessiz, sakin ve sonsuz… Uzaklarda birkaç balıkçı teknesi… Karşı kıyılar hayal meyal… Boylu boyunca yatsam denize/ Dünyadan uzak/ Karşı kıyıda muhayyel bir sevgilim var…
Madra koca bir dev gibi heybetli… Ufuk çizgisi kıpkırmızı… Az sonra bütün haşmetiyle altın bir tabakta doğacak güneş, dağlar ışığa, deniz pırıltıya doyacak… Yer-gök, karınca, kuş… Cümle mahlûkat selama duracak.
Yeni bir gün başlayacak.
Yeni ümitler, yeni hayaller, yeni meşakkatler…
Nasıl demiş Şair:
“…Sevgilim, işte Eylül
Ve işte senin usul usul seğiren yüzün.
Zaman ki sonsuzdur
Bitmemiş şiirler gibidir.
Bazı hüzünleri
Bazı nehirleri tutup anlatmak gibidir…”
Anlatmak…
Eylül hüzündür.
Evet.
Anlamak.
Evet.
Ya anlatmak…
Bana göre Eylül bunlardan fazlasıdır.
Size kısa bir Eylül hikâyesi anlatayım.
Yıllar önce, 12 Eylül günlerinde. İstanbul Laleli de avukat bir arkadaşımın bürosuna uğradım. Aranıyordum. Avukatın karşısında orta yaşlı, takım elbiseli bir adam oturuyordu. Kederli bir hali vardı. Omuzları çökmüş, dünyadan vazgeçmişti…
Emekli bir albaymış.
O anlattı:
“Beni yanına götürdüler. Elleri kelepçeliydi. Yaralıydı. Sargıları kan içindeydi. Kollarından asmışlardı. Çok gençti, delikanlıydı.
Bir sivil polis bana:
-İyi bak dedi. Tanıyor musun?
Kafası önüne düşmüştü delikanlının.
Polislerden biri kafasını kaldırdı. Göz göze geldik. Oydu. O benim damadımdı.
-Evet dedim tanıyorum.
-Adı ne?
Mehmet Fatih Öktülmüş…
Birden gözlerinde bir ışık parladı.”Hayır” dedi. “Benim adım Dilaver… Sizi tanımıyorum…”
Nasıl tok, kararlı bir sesti…
Vurularak yakalandığında üzerinden Dilaver Yanar adına düzenlenmiş sahte bir kimlik çıkan M. Fatih Öktülmüş 3 ay gözaltında kalır. Yapılan bütün işkencelere rağmen bırakın “konuşmayı” gerçek adını bile kabul etmez.
Duruşmaya çıkar.
Hâkim:
-Adını sorar.
Dilaver cevap verir:
-M.Fatih Öktülmüş…
Yıllar sonra “Adressiz Sorgular” kitabını okuduğumda bu tavrın ne anlama geldiğini anlayacaktım.
1984 yılında ölüm orucunda can verir M. Fatih Öktülmüş…
Bir hikâye daha var.
Çok uzun yıllar önce Sivas’ta bir arkadaş tanımıştım.
Arkadaşımdı.
İyi arkadaşımdı.
Bir erkek için “güzellik” ne demekse hepsi onda vardı. Boy, pos, endam, yakışıklılık, yeşil gözler, sevecen bakışlar… İyi bir devrimcide olması gereken tüm özellikler de onda toplanmıştı; tevazu, kararlılık, sadakat, çalışkanlık ve merhamet…
Adı Abdullah Meral’dı.
Sıradan bir devlet memuruydu.
O da tıpkı M. Fatih gibi ölüm orucunda can verdi.
Ya başkaları…
17 yaşındaki Erdal Eren, dövülerek öldürülen İlhan Erdost.
Yüzlerce…
M. Ali Kılıç vardı yakın arkadaşım. Ankara Dal’dan cansız bedeni çıktı.
40 yıl geçti aradan.
Bugün 12 Eylül.
40 yıl sonra şimdi, burada, denizin kenarında bankta oturmuş, uzaklara bakıp düşünüyorum:
Nereden nereye…
Şanslı olan kim?
Biz hayatta kalanlar mı, yoksa onlar, toprağa verdiklerimiz mi?
Güneş doğdu.
Dağlar ışıktan elbiselerini giydi. Denizde milyonlarca parıltı, kuş, balık, kedi, köpek ve insan… Cümle mahlûkat ayakta…
Ya 12 Eylül öncesi ve sonrası ölen, öldüren, işkence eden, ihanete uğrayan, ihanet eden, asan, astıran onlar nerede…
Gören göz, hisseden yürek ve idrak eden akıl için:
Tarihin kalbinde…
İyi bir hayat uğruna; barış, kardeşlik ve hürriyet mücadelesinde kaybettiklerimizin aziz hatıralarına saygı ve minnetle…
İyi Pazarlar…
Mirza ARABACI 🖌️🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷
1 note
·
View note
Text
Haziran’19
#Sabah gitmem gereken görüşme için saate bakarken tarih yazan noktaya çarptı gözüm. Bugün 1 temmuz.
#Dün yapılan mezuniyet töreninden sonra sırf devrimde cübbe ile yürümek için mezun olmayı istemekle, ömür boyu öğrenciliğe devam etmek arasında bir noktadayım. İkisini de yapmak istiyorum.
#Ballı çöreğim, canım arkadaşım mezun oldu. Pankartıyla geçerken onu çekmeye çalıştım. Oldukça duygulandım. O benim devrimden yürüyüp geçerken, hazırlıkta yürüdüğümüz yollar, yaptığımız sohbetler dahası ince ince işlediğimiz çiçek dostluğumuz da benim gözümün önünden geçti. Hep yanımda ol ballı süt.
#Bu ay neler yaşadım diye yine ajandaya göz attım. yine bir bağdemcik rahatsızlığı geçirdiğimi hatırladım. Bunun hakkında biraz yazmak istiyorum. 2019 benim için boğaz ağrısı demekti. Ocak ve mart ayını sayamadım fakat nisandan hazirana kadar 7 defa bağdemcik ağrısı nedeniyle ilaç kullanmak zorunda kalmışım. İlk defa geçenlerde dondurma yedim korkarak ve ertesi gün konuşmama engel olacak kadar ağrılı ve büyük iki bağdemcik ile uyandım. Belli ki kronikleşti. Bir defa daha rahatsızlanırsam galiba onlara elveda demek zorunda kalacağım.
#Bu yıl yaz okulu için ders alamadım. sdjdjhsa. 10 bölümün alması gereken ders için toplamda 40 kişilik iki section açmak biraz şovdu. Ben de şovu değerlendirdim. Biraz boşlukta hissediyorum kendimi. Herkes okulda, ben evde uyuyormuşum gibi bir his. Aslında iyi ki almamışım diyebilirim. Yaz tatilinde yapılacaklar listesi yaptım ve bir ders kaldıracak dahi boşluk yok planda. Tatil de yok. Adı yaz sadece.
#Bu ay çoğunlukla comfort zonedan çıkmamı gerektiren bir ay oldu. Tam sayıyı hatırlamamakla birlikte yaklaşık üç-dört gece aşırı kaygıdan uyuyamadım. Fakat üzerine gidip ‘’seni yeneceğim’’ tavrımdan sonrası kafamda büyüttüklerimin aslında gerçekte o kadar büyük olmadığını fark ettim. Bazen panikten midem gerçek manada ağzıma geldiğinde elime kalem alıp o an aklımdan geçenleri ne yazdığıma bakmadan kağıda dökmek müthiş iyi geldi mesela. Ya da karanlıkta yatakta bağdaş kurmuş vaziyette oturup karanlığı izlerken ben ne yaşadım da böyle oldu diye düşünmek. İçsel olarak yaşadığım her sıkıntıdan sonra bir anne ya da öğretmen olarak çocuk yetiştirmek gözümde daha büyük bir sınav olmaya başlıyor.
Okuduklarım:
Evrenden Torpilim Var/Aykut Oğut
Bir Ömür Nasıl Yaşanır? / İlber Ortaylı
Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor/ Alain Bosquet
Yaprak Dökümü / Reşat Nuri Güntekin
İzlediklerim:
Kaşıkçılar
Akide Şekeri
Godot’yu Beklerken’i Beklerken
33 notes
·
View notes
Text
Yüzümüzde gevşek tebessümlerin yeşerdiği mevsimler gelmiş.
Şeyda,
Ramazan Ayı teşrif etmiş.
Şeyda,
Belli bi dozu var onun üzerinde tedirginlik yapıyor. Allah iyi ki her şeyin maliki. Iyi ki bizi aciz kılmış.
Şeyda,
Böyle umid ediyorsun, mutlu oluyorsun oluyorsun oluyorsun sonra bir gerginlik tedirginlik kaplıyor. Muvaffak olabilir miyim diye.
Şeyda,
Yaşamak Annesi dikişlerini aldırmak için muayene masasına uzandığında "Anne biz geldik korkma" diye teselli veren çocuklar aşkına savaşmaktır.
Şeyda,
Geçerken uzun geldi ya aslında kısa ama bir yoğunluktu ki garip. Peş peşe nöbetler tuttum da önümüzdeki günleri rahatlattım. Planlanan bir şey değildi lakin nasip diye bir şey var. Bugün 4. gün baba evinde uyuyacağım yine. Yine nöbetçi değilim. Grubu sessize alıyorum mesai bitince çok garip. Oysa o gruba yazılan iki şeyden biri beni ilgilendirecek bir şey olacaktı, değil mi değil Şeyda. Değil.
Asistan olunca ilk seneleri yaşamamak üzerinden mi hesap etmeli? Çünkü yaşadım denmez. Hane halkımdan birini başımdaki gevşek duran eşarbı çekiştirip "yüzünü göremiyoruz yüzünü" derken gördüm. Hamd olsun :)
Bir vesile geçip gidiyor işte. Geçip gidince yine yaşayan kimse olacak mıyız?
Ilk Cuma'sını eda etmek nasip olunca üzerine incecik yağmur serpilirken göklerden hastaneye yürümeyi bahane ettim. Dönmesem de olurdu ama bahanem kalmazdı yürümek için. Geliyorum dedim hastaneye döndüm yağmurların hatrına.
Şeyda,
Fitrelerimizi toplayıp alışverişe çıkalım dedik. Biz az dedik O çok verdi. InsaAllah sonuna da muvaffak olabiliriz. Allah yerine ulaştırsın. Seni seviyorum. Amin.
3 notes
·
View notes
Text
Ramazan
Çok şükür bugünüme
Ramazanın huzuru mutluluğu sağlığı ne güzel
Dün eşimle ilk başbaşa iftarımızı yapabildik
Sonra eşim süpriz olarak magnum store götürdü ilk kez gittim tadı damağımda kaldı
Ne iyi geldi caddede yürümek bide üstüne o güzel dondurma 😍
Çok şükür bugünümüze
Rabbim ağız tadıyla yaşamayı nasip etsin hep ramazanmış gibi
Ramazan geldi geleli çok şükür davetler iftarlardan bi kendimize zaman ayıramadık
Dün bugün çok iyi geldi ikimize de
Bugün aynı çift ayakkabı aldık ilk defa ikimizde de aynı ayakkabı oldu 🥰
Seviyorum..
Çok seviyorum..
1 note
·
View note
Photo
Bu t-shirt'ümü çok iyi hatırlıyorum; terletmediği için severdim onu. Kolumdaki kocaman saati de iyi anımsıyorum; nadiren çalışırdı, o yüzden güvenemezdim gösterdiği zamana. Deniz'in saçlarını annem banyoda tabureye oturtup dümdüz keserdi. Benimkini öyle kesmesin diye ortadan ayırırdım ama nafile, sonuç gördüğünüz gibi. Izmir'deydik o yıllar, ikinci kordon denen mahallede. Evden çıkıp denize yürümek 2dk, rüzgârlı havalarda kordon kenarına çarpan dalgalardan ıslanmak hem adet hem eğlence. Annem sürekli fotoğraf çeker, evde kendi kurduğu karanlık odasında özel kağıtlara basar sonra onları kurusun diye iplere asardı. Odanın girişinde kırmızı lamba yanınca girmek yasak, yanmazsa serbest; öyle disiplinli bir durum. Ne çok şey hatırladım bir anda? Ve elime aldığım tek bir foto ile oldu. Şimdilerde ise fotoları ele almak diye bir olay yok; yüzler değil binlercesi bilgisayarlarımızın artık hiç bakmadığımız klasörlerinde ya da telefonlarımızın derinliği bilinemeyen galerilerinde. En fazla 36 kare çekerdi tipik bir fotoğraf makinesi. Şimdi binlerce çekiyoruz. Aza değer vermek yerine tüketmeye odaklandık. Daha çok büyük, gösterişli ve yenisi için eskilerin yerini bile unuttuk: Bu fotoğrafa hiç rastlamayabilirdim bile. Ve kim bilir rastlamadığım daha nicesi var. Ama rastlayacak bir hayat pratiğim kalmış en azından. O da iyi. Bazen arada kalmış bir nesiliz diye düşünüyorum; teknoloji ve her gün daha da bulanıklaşan anılar arasında kalmış bir nesil. Bursa'dan dönüyordum bugün, trafik sıkışınca yemek için durdum. Annesi yemek alırken bekleyen çocuk gözlerini bir an bile ayırmadı iki eliyle yüzüne 15 cm mesafede tuttuğu cep telefonundan. Yemeğimi alıp oturdum, bir dilenci çocuk geldi, açım abi dedi. Bir şey demedim. Ön masaya oturup cebinden iphone telefonunu çıkarıp o da oynamaya başladı. Üzüldüm. Telefona bakmasına ya da bana açım diye yalan söylemiş olmasına değil. Aradan on yıllar geçtikten sonra eline çocukluk fotoğrafını alıp geçmişini hatırlayamayacak olmasına üzüldüm. Hayatımı küçültmeye çalıştığım bu ara nedense sık sık oluyor bana böyle anlık üzümeler. Çokluğun içinde yokluk yaşıyoruz. Bense yokluğun içinde çokluk yaşayabilmenin özlemindeyim. http://bit.ly/2WPYxig
3 notes
·
View notes
Photo
Kâfirlerin İslâm’a ve Müslümanlara karşı mücadeleleri ve düşmanlıkları Kur’ani bir gerçektir. Tarih boyunca İslam’ın yok olması uğrunda mallarını ve imkânlarını sarf etmekten hiç geri durmadılar. Bu düşmanlığın yansımaları bazen Bedir gibi savaş meydanlarında alenen; bazen de sinsice tertiplenen, içten içe tahrip etme özelliğine sahip milliyetçilik ve ayrılık fitnesi gibi menfur üsluplarla görülmüştür. Her ne kadar kâfirlere pahalıya mal olsa da yıllar sonra Müslümanları meydanlarda yenemeyeceklerini anlamışlar; bununla birlikte meşum üslup vesilelerine tevessül etmişlerdir. Yakın tarih mercek altına alındığında Osmanlı Hilâfet Devleti’nin yıkılmasıyla sonuçlanan bu süreçte içten tahrip maksatlı üretilen fitne üsluplarının fazlaca olduğu kolaylıkla görülecektir. Demem o ki tarih boyunca meydanlarda kâfirlere asla yenilmeyen ve boyun bükmeyen Müslümanlar, bağrında fitne ateşi yakılarak ayrışmaya/ihtilafa dolaysıyla beraberinde de yenilgiye mahkûm olmuşlardır.
Müslümanların bağrında fitne ateşi yakmak ve ayrılık tohumları ekmek dün kâfirlerin vazgeçilmez silahları arasındaydı, bugün de öyle… Çünkü çok iyi biliyorlar ki Müslümanlar didiştikçe, ayrıldıkça ve bölündükçe Müslümanların gücü azalacak ve sahip oldukları ihtişamı kaybedecekler. Didişmenin parçalanmaya sevk ettiği, çekişmenin güç zafiyetine zemin hazırladığı gerçeğine Allah Azze ve Celle şu kavliyle dikkat çekmiştir:
وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ ر۪يحُكُمْ وَاصْبِرُواۜ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَۚ
“Allah’a ve Rasulü’ne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin, sonra içinize korku düşer de (size heybet veren) rüzgârınız (siyasi kuvvetiniz) gider. O hâlde sabredin! Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” [Enfal 46]
Müslümanlar kendilerini bir arada tutan siyasi kuvvet Hilafet Devleti yıkıldıktan sonra paramparça oldular ve aralarında suni sınırları bulunan onlarca devletçiğe bölündüler. Müslümanların bu bölünmüşlüğünden fazlasıyla hoşnut olan kâfirler durumu istismar etmesini de yine pekâlâ bilmişlerdir.
Bölünmüşlüğüne son verip yeniden vahdet şuuru içerisinde tek bir siyasi kuvvetin çatısı altında yaşamak için âdeta gün sayan Müslümanların, vahdeti zedeleyecek her türlü menfur planı devreye sokmaktan kâfirlerin hiçbir zaman geri durmayacakları gerçeğini asla akıllarından çıkarmamaları gerekmektedir. Daha da önemlisi, kâfirlerin sinsice tasarladıkları fitne tuzaklarına düşmemelilerdir.
Rand Corporation’ın “Ilımlı Müslüman Ağlar Oluşturmak” adlı 2007 tarihinde yayımladığı raporunda Müslümanları bölüp parçalamak bağlamında şu ifadeler yer alır: “İslami grupların nasıl tahrik edileceği, aralarında nasıl ihtilaflar çıkarılacağı, hangi yollarla kuşatılacağı…” İslam’ın siyasi sahneye çıkmasının önünü almayı hedeflediğini açıkça ifade eden rapor bunu Müslüman cemaat, cemiyet ve topluluklar arasında ihtilafları kaşıyarak yapmanın gereğine vurgu yapmaktadır.
Raporda açıkça “İttifaklara izin verme!”, “Aralarındaki ihtilafları körükle!” biçiminde net çalışma sloganlarına yer verilmektedir.
İşte tam da burada durmak istiyorum. Bizim ayrışmamız ancak şeytanı ve avanelerini sevindirecektir. Tali meselelerde ayrışmanın ve farklı düşünmenin doğallığını hangi akıl sahibi inkâr edebilir ki? Henüz Rasulullah hayattayken bile sahabeler arasında nasları farklı anlamadan kaynaklı ihtilafları zuhur etmiştir. Bunun asrımızda olması da doğaldır. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta şurasıdır: Zuhur eden ihtilafların biz Müslümanlar camiasını asıl hedefe birlikte yürümekten ve asıl hedef için omuz omuza mücadele etmekten alıkoymamalıdır. Eğer tali ve fıkhi meselelerde zuhur eden farklılık ve tartışmalar İslami camianın kâfirlere ve beşerî nizamlarına karşı mücadelede tek vücut olmasına engel oluyorsa bu tali meselelerdeki ihtilaf ancak Allah düşmanlarını sevindirecektir. Dolaysıyla arzu ettikleri o fitne tohumları da semeresini vermiş olacaktır. Yine İslami camianın tali meselelerdeki nizaları büyür de bu niza, Müslümanları İslam nizamının tatbikiyle ikinci asrısaadet hayatına kavuşturacak Hilafet Devleti’nin ikamesi için çalışmak gibi ölüm-kalım meselesinde omuz omuza mücadele etmelerinden alıkoyarsa bu da ancak kâfirleri ve avanelerini hoşnut edecektir.
Şeri nasların ışığında meseleleri farklı değerlendirebilir ve o görüşün savunuculuğunu da yapabiliriz. Ancak üzerinde ihtilaf ettiğimiz meseleler asıl mesele olan İslâm’ın yeryüzüne hâkimiyeti konusunu asla gölgelememelidir. İnanın o hale geldik ki fıkhi konulardan her hangi birisini tartışmaktan asıl konuyu gündemimize bir türlü getiremedik. Saatler, günler hatta yıllar boyunca “mezarlığa düşen kayısının yenip yenmeyeceğini” konuştuk/tartıştık ancak nedense bir türlü Müslümanların yeniden hayat sahnesinde var olmalarını sağlayacak siyasi kuvvet olan İslami Devlet’in ikamesini konuş(a)madık. “Öncelikler fıkhı” prensibinden hareketle değerlendirildiğinde sırlamada önceliği olmayan meseleler asıl hedefe yürümekten alıkoyan koca koca engeller olarak karşımızda boy gösterdiler. Hâlbuki fıkhi ayrılığa rağmen kat edilmesi gereken yollar birlikte kat edilebilir ve istenilen asıl hedefe birlikte varılabilir. Öyle de olmalıdır zaten… Çünkü bugün öncelikler fıkhı prensibinden hareketle önceliğimiz, İslam’ın, yeryüzünün tamamına Hilafet Devleti ile hâkim olmasıdır. Çok daha az ehemmiyete sahip detay konular asıl hedefe birlikte yürümeye engel teşkil etmemelidir. Bunu, Beni Kurayza Seferi sırasında sahabelerin sergiledikleri tutumdan görebiliyoruz. Kısaca hatırlayacak olursak Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Hendek savaşı sonrası İslam’a ve değerlerine ihanet eden Yahudi kabilelerinden Beni Kurayza üzerine sefer düzenlenmesi emrini verdi. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem konunun ehemmiyetini ise şu sözleriyle ifade etti:
لَا يُصَلِّيَنَّ أَحَدٌ الْعَصْرَ إِلَّا فِي بَنِي قُرَيْظَةَ
“Sizden hiç biriniz ikindi namazını beni Kurayza dışında başka bir yerde kılmasın.” [İbn Hişam]
Ne var ki yolda sahabeler ikindi namazının tehir edilip edilmemesi konusunda farklı düşünmüşler ve buna dair de kendi görüşleriyle amel etmişlerdir. Sonrasında yaşadıkları bu ihtilafı Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e arz ettiklerinde SallAllahu Aleyhi ve Sellem iki tarafın uygulamasına da onay vermiştir. Özetle aktardığım bu rivayette asıl vurgulamak istediğim sahabe fıkhi bir konuda farklı düşünse ve de amel etse dahi asıl yürümek üzere çıktıkları yoldan bu fıkhi meselenin onlara engel olmamış olmasıdır. İşte bizim de sergilememiz gereken tavır aynen böyle olmalıdır. Yani tali ve fıkhi konularda farklı düşünüyor ve amel ediyor olabiliriz. Ancak bu farklılıklarımız İslam’ın hayata hâkimiyeti ve küffara karşı mücadelemizde bizlerin birlikteliğine zeval getirmemeli bilakis vahdet şuuru ile hareket edebilen bir ümmetin zenginliği olmalıdır.
Yine o tali meselelerde farklı düşünüyor olmamız maalesef kardeşliğimizi zedeler oldu. Fıkhi konulardaki farklılığımız yeri geldi muhabbetimizi zedeledi bazen de öfkeye ve nefrete dönüştü. Bu da asıl itibariyle kâfirleri sevindiren bir durumdur. Fıkhi farklılıklarımız olmalı ama vahdeti zedelemeden… Detaylarda başkaca düşünebiliriz ancak kardeşliğimize zarar vermeden… Kâfirleri sevindirmeden… Kâfirleri ümitlendirmeden… Gücümüzü zayıflatacak çekişmelerden Allah razı gelmez. Kâfirlere yol verecek tartışmalar ancak Allah düşmanlarını sevindirecektir. Öyleyse kâfirlerin iştahını kabartacak ayrışmalara asla izin vermemeliyiz. Tıpkı Hazreti Muaviye’nin Bizans İmparatoru Heraklius’a bu fırsatı vermediği gibi… Hazreti Muaviye ile Hazreti Ali RadiyAllahu Anhum arasında meydana gelen çekişmeyi fırsat bilen Bizans İmparatoru Heraklius büyük bir ordu hazırlayıp Müslümanların üzerine hücum etmek için hazırlık yapmıştır. Çünkü Müslümanlar birbirleriyle çekişmektedir ve İmparator penceresinden bakıldığında bu, bulunmaz bir fırsattır… İmparator’un Müslümanların arasındaki çekişmenin yol açtığı zafiyetten faydalanmak istediğini öğrenen Hazreti Muaviye şöyle bir mektup kaleme alır:
“Ey Bizans İmparatoru! Eğer Müslümanların üzerine bir savaş ilan edersen sahibimle (Hazreti Ali ile) bir olur ve onun başkanlığı altında, onun ordu kumandanı olarak senin üzerine ben gelirim. Kerim olan Allah’a yemin ederim ki başşehrin olan sisli-dumanlı Konstantiniye (İstanbul) şehrini yıkıp yakıp kömür ederim. Havucu yerden çıkardıkları gibi seni memleketinden çıkarırım ve dağlarda domuz çobanı yaparım.”
Bağrımızda fitne tohumları ekerek kardeşliğimize zeval getirmeye çalışanlara inat, kardeşliğimize zarar getirecek her türlü davranıştan uzak durmalı ve kâfirlerin beklentilerini kursaklarına dizmeliyiz. Onlar bağrımızda ayrılık tohumları ekmek için gayret ededursunlar, korktukları başına gelecek ve biz vahdet biçeceğiz Allah’ın izniyle.
1 note
·
View note
Text
anlatsana bugün okulda neler oldu?
özel insanlar geldi ve bize nasıl yaşadıklarını öğretmeye çalıştılar. ama çocuk değillerdi, büyüktüler.
nasıl yaşıyorlarmış?
tekerlekli sandalyede, bastonla, bir arkadaşının yardımıyla falan. biz onların getirdiği eşyaları kullandık. tekerlekli sandalyede bizden iyiler. gözümüzü kapatıp yürüdük. ama yanımıza bir arkadaşımız da geldi, .çünkü göz kapalıyken tek başına sadece bastonla yürümek çok zor. o yüzden onları alkışladık. sonra hareket edince ses çıkaran bir top var onunla da top oynadık.
çok şey öğrenmişsiniz.
büttünn gün bunları yaptık, düşünsene kolların yok ve ayağınla ipe düğüm atman gerek. yapabilir misin?
sanmıyorum, çok uğraşırsam belki.
hah ama ben yaptım.
vay be, aferin sana.
ha bir de üstümüze ağırlıklar giyip koştuk
neden?
çünkü hasta oldukları için çok şişman olanlar varya onların hayatını da bilmemiz gerek.
yahu sen bugün hayatın en zor şeylerini öğrenmişsin.
daha da bitmedi yarın da var. bak sana ne göstericem. konuşamayanlar elleriyle konuşuyor ya işte bak şimdi bu benim ismim.
ay bana da öğret.
ama iyice öğrenip benimle sessizce konuşmaya çalışmayacaksın.
:))))) iyi be tamam.
7 notes
·
View notes
Text
13may 2021
selammm bugün bayramın ilk günü sevgili kendim, ben evdeyim bu seferde babam yok Çünkü amcam korona oldu yoğun bakımda aile baya üzgün ben niye üzgün değilim anlamadım ben bencil biri olmuşum sanırım ne yazık, bazı insanlık duygularımı mı kaybettim diye sorguluyorum gerçekte allah inş şifa verir. Ben de tam kapanma öncesinde zorla avukatımdan izin aldım eve gelebilmek için ev o kadar huzurlu bir yer ki allah daim etsin gerçekten çok iyi geldi bana, buralar küçük yer olmasa güzel aslında.
hiç hayal ettiğim gibi bir yıl olmadı sanki boşa para harcadığım boş yere uzakta durduğum va bir yıl oldu, hiç de mutlu olmadım büroda nefret ediyorum bana o büroyu zehreden kişiden azıcık zamanımız var nedir yami güzel anılar oluşturmak yerine böyle kıskanç davranmak çekememezlik ay düşünmicem bile mal karı ya.
ha yemi telefon aldım bir de Allah’a çok şükür son model hep istediğimden, şimdi me fotoğraflar çekerim ben var ya inş yani
bu arada Atakan da hala yazmadı ve ben neden hala düşünü bilmiyorum. Mal olduğumdan çabuk bağlanmışım sanırım, bir de bundan sonra her güzel söz söyleyene, her aşkını ilan edene inanma. bak AN. Sana bir şey diyim mi sen onu seçmedin o seni seçti ve sen en başından beri onun sana göre biri olmadığını biliyordunnnn, kendine gel kızım. yazmasını bekleme ya da vazgeçilmez biri olarak görme. o çocuk seni beğendi evet ama tipini falan beğendi zor geldin çekmek istemedi ama sen zaten bunların hepsini öngörmüştün onun sana göre fazla naif olacağını öngördün, tip olarak uymadığınızı öngördün, enerjilerinizin tutmadığını öngördün BUNLARI BİLİYORDUN kendine gel şimdi bu ne depresiflik ya abi karşına sadece o çıktı ama sana göre biri değil uyumlu değildiniz anladın mı? senin istediğin ne biliyor musun evet bir sevgili, bir elmanın iki yarısı olacak kişi, sarılınca dünya duracak olan kişi, senin hayat partnerin olacak kişi, birlikte zorlukları başaracağın kişi, biz olmak istediğin, güvendiğin, birlikte aynı yolda yürümek istediğin, sevdiğin sevildiğin kişiyi istiyorsun biliyorum bitanem. ama o kişi Atakan değil bunu sen de biliyorsun. istediğin kadar ss lere bak, oldurmaya çalış olmayacak, sana sevgisini sunan oydu sonra alıp giden de o olduğun yerdesin sen ama nasıl davranacağını biliyorsun artık. Abi bir de o etkisiz elemandı ya hani senin yanında baya sönük kalacak biriydi perfect couple falan değildiniz, biliyorsun bunu da zaten ilişki boyunca kendine inandıramadığından bunca sorun çıktı kafamda oturtamadın çocuğa suç atma, içten içe istemiyordun onu, başbaşayız burada sevgili AN. İtiraf et kendine ve siktir et. Kızım genciz güzeliz avukatız hallederiz.
şimdi ne yapalım biliyor musun empati, o ne düşünüyor empati yapalım çünkü aşırı merak ediyorum bunu. Ben Atakan olsam ne düşünürdüm. Derdim ki bu kız beni darlıyor baya baya darlıyor bunun bi nedeni olmalı bu noktada bu kız sorunlu diye düşünecek yani işte geçmişten yara almış falan ama asıl sorun şu ki kafasında seni kendine uygun olarak kodlamak çalışıyor ama aq sen o kadar uygun değilsin ki yapamıyor( belki ufak ama bi poşeti taşımak, bir jest yapmak, küçük sürprizlerle bir kadının gönlünü çalarsın aq neyse) ama bu kızın mutsuz olmasının, böyle davranmasının nedeni var kimse buna bakmıyor bu kız beklediği davranışları göremiyor bu beyden, bu kızın kafasında oturmamış ya hiçbir şey valla bak Oturtmaya çalışıyor çocuk daha büyümemiş davranışları evet abi davranışları çok sönük baskın değil evet ondan hoşlandım evet onunla mutluydum ama come on girllll o senlik değildi biliyorsun bunu. neyse konudan sapmayalım o da ne düşündü sana dedikleri neydi sorumluluklarım var iş ev hayatı vs ve sen ona yardımcı değildin hayatı zorlaştırıyorsun (çünkü istediğin gibi biri değildi ona aşık da değildin ) abi ama ben yine de bir kıza hayatımdaki yapbozun eksik parçasısın sen demişsem gitmem yani o zaman sevmemiş AN. cim sorry not sorry gittiyse sevmemiş gerçek değilmiş yalanmış kızım sözler her zamanki gibi yalanmış. bence çözdğk her şeyi iyi geceler balım
seni seviyorum biliyorsun
0 notes