#ve bunu kabul edenler benim hayatımda
Explore tagged Tumblr posts
Text
kimseye erken cevap vermek zorunda olduğumu düşünmüyorum kimse de bana erken cevap vermek zorunda değil hele de annem babam çok yakın arkadaşım sevgilim değilse erken cevap vermenin önemli olduğunu düşünmüyorum ama BEN böyle düşünüyorum sen düşünmek zorunda değilsin git düşünen biriyle konuş çok önemli ölüm kalım meselesi olsa verilen tepkiyi haklı bulurum özrümü dilerim ama iki tane video izlemedim diye bana doğruyu yanlışı öğretmeye çalışan birini gram umursamam
#bu dediğim herkesin normali olmayabilir#ama zaten olsaydı robottan ne farkımız olurdu#ben bazen o kadar sıkılıyorum ki tüm uygulamalarımı siliyorum#duygu durumum biriyle konuşmaya uygun olmayabiliyor#hastayken misafir için temizlik yaparken#aynı zamanda da ders çalışırken kimsenin mesajı umrumda olamaz ya#o telefondan daha önemli işlerim var#evet dünya benim etrafımda dönmüyor#ama benim dünyam benim etrafımda dönüyor#ve bunu kabul edenler benim hayatımda#kabul etmiyorsan sktir git bana ahlak dersi vereceğine
3 notes
·
View notes
Text
din hayatta ne kadar kaplar?
mütedeyyin bir aile doğup büyüdüm. islam her zaman güzel kavramlarla zihnimde var olan bir dindi. güzel olan her davranışın kökeninde din var sanıyordum ve samimi bir inanış içindeydim. “işittik ve itaat ettik!” diyen bir kitap aynı zamanda “siz hiç düşünmüyor musunuz?” diyebiliyordu, “akıl etmiyor musunuz?” belli bir süre -ki bu 4-5 yaşları civarıdır- peygamber olabileceğimi bile düşündüm çünkü allah “koca sakalları ve bir saltanat tahtına benzer koltuğunda otururken” dünyadaki en iyi insanı seçip onu peygamberi yapıyordu. ben neden olamayayım ki?
sıkıntım şuydu; benim iyi olmam ve doğruları yapmamın bir manası olmuyor gibiydi. etrafıma baktığımda bir sürü kötü diyebileceğim insan vardı; üstelik iyilik karşımdaki insanlar için hep bir zayıflık gibi algılanıyordu. iyi biri olmak, dürüst olmak ve küfür etmemek hiç güzel şeylermiş gibi değildi. kim daha sert yumruk atarsa arkadaş grubunda bir dönem onun lafı geçiyordu. en afilli küfür eden kişi en delikanlı olandı. bu hayatta nasıl inanan biri olunabilirdi?
zaman lehime aktı, bir yerden sonra sorduğum sorulara cevap bulamamaya başlayan bir inançlı zihin ne yaptıysa onu yaptım. soru sormayı bıraktım. çünkü “sadece salih amel işleyenler ve birbirine hakkı tavsiye edenler müstesna” idi. başka bir şeye gerek yoktu. ölüm, bir korku olarak imanı güçlendiriyordu çünkü gözlerimizi son kez kapattığımda bir karanlığa gitmek ruhen beni yoran bir durumdu. ama inanmak, inancın sağladığı eminlik, allahın yanında olası rahatlatıyordu. hz. ali’nin dediği gibi “doğru değilse benim kaybım yok, ama doğruysa siz kaybedersiniz”
fakat hakikati aramak böyle bir şey miydi? doğrusa şanslıydık ama yanlışsa? bir ömür inandığımız her şey yanlışsa ve hayatımızı tamamen buna göre şekillendirdiysek? gerçekten bilmek isteyen bir ruh için bu cümle ikiyüzlü bir cümleydi.
bir gün, işid iki askerin canlı canlı yakıp videosunu internete koydu. gece 3, moraller bozuk, bağımlısı olmama rağmen canım deli gibi sigara çekiyor. gerçekten böyle bir şey yaşanıyor mu? videonun bir bölümünü izledikten sonra, ellerim ayaklarım bütün vücudum neredeyse, titremeye başlıyor. nefes alamıyorum. gönülden bağlı olduğum allah adına, bir adam diri diri bir insan yakıyor. gözünde kinden başka bir şey yok. din ve iyilik, güzellik, ahlak. din. allah’ın yanımda olması. din. yüzümü yıkıyorum kalbimin atışı durmuyor, sakinleşmiyorum. inandığım dinin herhangi bir yorumu bunu yapabilecek ruhsatı nereden bulabilir? nasıl olur? böyle bir şey gerçekten olabilir mi?
o gece ilk defa allahı yanımda hissetmiyorum. yine de namaz kılıyorum iki rekat. sabah belki karanlığa uyanırım diye hafiften bir korku. en sevdiğim şarkıyı açıp ancak öyle uyuyabiliyorum. diğer gün cuma, gitmem abi banane. bu işte bir gariplik var.
sonra yüzleşmediğim bütün sorularla yüzleşiyorum; islam’da hala cariye hukukunun olduğu, işid’in yezidi kadınlara tecavüz ederken ve haremler kurarken aslında fetihin sonunda kafirlerden aldığı ganimet olarak değerlendirilen bu kadınların hiçbir hakkı olmadığını, hatta bu kadınlarla nikah bile kıymadan cinsel ilişkiye girebildiklerini okuyorum. osmanlı’daki haremin de kökeninin bu ayetlere dayandırıldığını, hiçbir padişahın -süleyman hariç- haremden bir kadınla nikahlanmadığını okuyorum. hala islam dünyasının kadınlara vurulur mu vurulmaz mı tartışması yaşadığını ve kadınları ikinci sınıf bir durumda gördüklerini, kurandaki bütün ayetlerin tarihsel olduğunu yaşandığı döneme göre yazılan metinler olduğunu, israiliyat olmadan kuran’ın anlaşılamayacağını, diğer kutsal metinlerin de aslında bir kutsal metin olmaktan çok yaşanılan olayları belli başlı şekilde anlatan kitaplar olduğunu, İncil’in isa’nın hayatını anlatan birçok kişi tarafından yazılan ve sonrasında üç nüshayı kabul edilmesinden sonra bu hale gelmesini okuyorum. kuran’da geçen hayvan ve canlı isimlerinin sadece o topraklarda yaşayan hayvanlar olduğunu, imgelerin sadece arap edebiyatını bilenler tarafından algılanabileceğini öğreniyorum. Gazali’nin, Rabbani’nin ve diğerlerinin antik yunandan bir haberdar olan insanlar olduklarını, sadece kuran’a bakarak hayata bir yorum getirmeye çalıştıklarını ve içlerine bakıldığında çok iğrenç şeylerin bile var olduğunu görünce irkiliyorum. Mutezile’nin sadece biraz akıl kullandığı ve kuranı böyle yorumladığı için kılıçtan geçirildiğini görüyor ve biraz daha şaşıyorum.
sonrasında inancın hayatımda ne kadar yer kapladığına bakıyorum; uzun zaman uzak durduğum kadınlar, seks, dans; yani bir kadınla dans nasıl edilir bilmemek, bu heyecandan mahrum kalmak, hayata karşı büyük tabuların içinden saçma sapan yorumlar geliştirmek ve bilime karşı büyük bir ilgisizlik. nasıl da inandık onca şeye diyorum. bazen. hala biraz korku tabi ki, ama bilmenin verdiği o güzel his. ve felsefe.
içimden gelmese de tuttuğum oruca binaen.
7 notes
·
View notes
Text
“Araba, delirmemek, bilgi, itiraz ve benzeri şeyler”
Arabasını koyduğu yerde bulamıyordu Özgür. Koca şehir birden uçsuz bucaksız bir ova olmuş ve yutmuştu arabayı. Sormadığı kimse kalmamıştı. Kimse görmemişti arabasını. Belli ki çalınmıştı ve asla bulunamayacaktı. Girdiği bazı sokaklarda aynı renk ve aynı model arabaları görüyor ve bir an için seviniyordu. Ama plakalarının farklı olduğunu görünce üzülüyordu. Şehrin en dış noktasına kadar yaya olarak yürümüştü. Yorulmuş, ter içinde kalmıştı. Bazen bir kaç arkadaşıyla yukarıdaki tepelere çıkarken bira aldığı tekel büfesinin önüne kadar geldi. Büfenin sahibine arabasının çalındığını ve görüp görmediğini sordu. Büfeci düşünürken tam o sırada “şu giden senin araba değil mi Özgür Ağabey?” dedi büfecinin çırağı. Özgür başını çevirdi ve caddenin öbür tarafındaki yoldan yukarı tepelere giden arabasını gördü. Plakaya bakmak için biraz ileri gitti ve “tamam bu benim arabam!” diyerek arkasından koşmaya başladı. Arabayı kovalarken bir yandan da büfeciye “hemen polisi ara!” dedi. Büfeci “arayamam, polisle aram iyi değildir, burada huzursuz ruhlar sattığımı görürlerse içeri atarlar beni” derken oturduğu yerden kımıldamadı bile. Özgür çalınan arabasının arkasından yaklaşık bin metre daha koştu ama araba gözden kaybolmuştu. Çevrede artık hiç evlerin olmadığı, kafa dağıtmak isteyen insanların içkilerini alıp geldiği, doğal meyhane olan bu tepelerin başladığı yerdeydi. Yolu izleyerek yukarılara çıkıp çıkmamakta kararsız kaldı. Biraz dinlendikten sonra yavaş yavaş yürümeye başladı. Üç kilometre daha yürümüştü. Sağlı sollu ağaçlarla örtülü bu yüksek yere geldiğinde etrafta park etmiş birçok arabanın olduğunu gördü. Gölgeye oturmuş insanların kimisinin elinde bira, kimisinin şarap, kimisinin de silgi vardı. Bira ve şarap yerine genellikle votka veya cin içen, tescilli alkolik Kudi’yi gördü ve soluklanmak için yanına gitti.
“Hoş geldin Özgür! Hayırdır ne yapıyorsun böyle, çok kötü görünüyorsun, yoksa arabanı mı arıyorsun?”
Özgür önce onun yüzüne hiçbir anlam ifade etmeyen bir bakış fırlattı ve karşısındakinin alaycı gülüşlerinin ne anlama geldiğini çözmeye çalıştı. Hâlâ nefes nefeseydi. Konuşmak için az daha zamana ve suya ihtiyacı vardı. Yanındakinden su istedi. Ama su yoktu. Cin vardı. Pet bardağa doldurulan cini tek dikişte içti.
“Nereden biliyorsun arabamı aradığımı?”
“Bütün şehir biliyor ama şanslısın, ben gördüm arabanı.”
“Nerede gördün, söyle hadi!”
“Yarım saat önce buradan geçti. Şu virajı geçip ilerideki gölge olan yere park ettiler sanırım.”
Özgür hiç vakit kaybetmeden oraya doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Yaklaşmıştı. Arabasını ve yanındaki üç delikanlıyı gördü. Kendinden geçmişlerdi. Biraz daha yaklaşınca esrar içtiklerini fark etti. Onları öldürmek geçiyordu içinden. Arabasına baktı, sağlam görünüyordu. Onlar da Özgür’ün geldiğini fark etmişlerdi.
“Arabamı çaldınız!”
“Evet, çaldık, ne var? Eğleniyoruz şurada. Buraya yaya gelecek halimiz yok herhalde amına koyayım!”
“Ve siz de benim arabamla buraya çıkmaya karar verdiniz!”
“He ya, şu manzaraya baksana, şehir nasıl da ufacık görünüyor. Bizi yutan, bizi ezen bu şehir buradan öyle zavallı görünüyor ki, işte bu zevki tatmak için araba çalmaya değer!”
“Tamam, eğlence bitti artık, zevki tattınız, şimdi arabamı geri verin bana!”
Gençlerden biri “tabii babalık, olur, bir saniye arabanızı geri vereyim, ama önce içinden zulamızı alalım,” dedi ve arabanın içinden az sonra ikinci partide sarmayı düşündükleri yedek esrarı aldıktan sonra çekilik olan el frenini indirdi. İtmesiyle birlikte hareket kazanan araba uçuruma doğru yuvarlanırken arabayı tutmaya çalışan Özgür’ün çabaları sonuçsuz kaldı ve uçurumdan içli bir şarkı gibi aşağıya süzülen arabasının arkasından çaresizce bakakaldı. Esrarın da etkisiyle kahkaha atan ve baygın baygın bakan gençlere yönelen Özgür “keşke bana babalık demeseydiniz!” diyerek üçünü de birer basket topu gibi aşağıdaki dev potaya gönderdi.
Geldiği yoldan geri dönen Özgür tescilli alkolik Kudi’yle yeniden karşılaştı. Kudi “ne yaptın, kurtarabildin mi arabayı?” diye sordu.
“Hayır, maalesef kurtaramadım Kudi, arabayı uçuruma ittiler!”
“Hadi ya, kötü olmuş, sen ne yaptın peki?”
“Ben de arabanın ardından üçünü de aşağı attım! Arabayı onlara bağışladım, bir daha çalmalarına gerek kalmayacak.”
Sabahın dördüydü uyandığımda. Kötü bir rüyayı getirip başucuma koymuşlardı. Arabam olmamasına rağmen rüyamda sıklıkla arabamın çalındığını ve hiçbirinde bulamadığımı görüyorum. Ama ilk defa çalanların kim olduğunu buluyor ve onları öldürüyordum. Bunu yaparken o kadar soğukkanlıydım ki kendimden korktum. O gençlerin yanına gelen kişi bendim ama ondan sonraki konuşmalar ve eylemler başka birine aitti, bir psikopata. İnsanın kendinde henüz keşfedemediği kim bilir daha neler var; kazıdıkça ortaya çıkan.
“Artık kendi kendine mi konuşmaya başladın?”
İlk anda irkilmesine rağmen ses tanıdık geldiği için korkmadı ve hemen lambayı yaktı. Kanepenin üzerinde oturan Plotia’yı gördü. Sevinmişti. Sarıldı. Sarılırken duvara tosladı. Kendi kendine konuştuğunun farkında bile olmadığını, adeta bir kâbus olan rüyanın etkisinde kaldığını söyledi. Baştan sona en ince detaylarına kadar anlattı rüyayı. Plotia da hiç sözünü kesmeden dinledi onu.
“Hoş geldin!”
“Hoş bulduk, seni bıraktığım gibisin hâlâ! Böyle devam edersen iyileşemezsin.”
“Benimle ilgili çok kötümsersin. İnan ki hayatımda hep karışık şeyler yok. İyi şeyler de var. Ama bir konuda haklısın, benim iyileşme şansım yok. Aslında hasta değilim, sadece deliyim, evet evet deliyim ben, bunu kabul ediyorum. Deliler hasta sayılmaz. Asıl delirmeyenler hastadır. Delirmeyen ve bu dünyanın affedilemez çirkinlikleri karşısında bulantı hissine kapılmayanlar gerçek hastalardır. Senin asıl konuşman gereken onlar.”
“Benim öyle bir misyonum yok. Sen çağırdığın için buradayım. Onlar çağırmıyor beni. Yaşamlarından gayet memnunlar. Boyun eğenler, itaat edenler kimseyi çağırmaz iç dünyasına. Çünkü onların iç dünyası silinişlerle doludur. Boyun eğenlerin iç dünyasında bilgi yoktur, bilginin ayak izleri vardır sadece. Uğrayıp geçmiş bilginin ayak izleri. Bilgi yoksa üzüntü de yoktur. Bilgi yoksa reddediş de yoktur. Ezene karşı itiraz da yoktur. İç dünyasında bilgi olmayan insanın geleceği başkalarınca satın alınmıştır. Onlar en düşük politikacıların bile oy-uncağıdır.”
5 notes
·
View notes