#totalitarizmi
Explore tagged Tumblr posts
discoursehub · 9 months ago
Text
Podcast 101
Robotlar, Yapay Yaşam ve Teknoloji: Antik Mitlerden Modern Gerçeklere
Bugün sizlere bridgingthegaps.ie web sitesinde keşfettiğim bir podcastten bahsetmek istiyorum. Konusu oldukça ilginç: robotlar, yapay yaşam ve teknoloji. Konuşmacı Adrienne Mayor, antik bilim ve insan merakı tarihçisi olarak tanınan Amerikalı bir yazar. Kendisi aynı zamanda Stanford Üniversitesi'nde araştırma bursu sahibi olan bir akademisyendir. Mayor'ın çalışmaları, antik çağlarda bilimsel düşüncenin ve teknolojinin kökenlerini araştırmakla bilinmekte ve ön-bilimsel mitlerde ve geleneklerde yer alan doğal bilgiyi incelemektedir.
Podcastte, Adrienne Mayor, "Tanrılar ve Robotlar: Mitler, Makineler ve Antik Teknoloji Rüyaları" adlı kitabında sunduğu etkileyici araştırmaları tartışıyor. Gerçek bilginin, gözlem ve rasyonel düşünme temelinde olduğunu ve genellikle mitolojik terimlerle ifade edilmesinden dolayı göz ardı edildiğini düşünüyor. Mitlerde ve geleneklerde yapay yaşamı, robotları ve kendi kendine hareket eden icatları hayal eden hikayelerden bahsediyor.
İlk mit, insan ve robottan oluşan bir melezin Krit Adası'nı yaklaşan gemilere karşı savunma göreviyle görevlendirilmesi hakkındadır. Vücudunu kıpkırmızı ısıtabilir ve kurbanı göğsüne sarabilir. İkinci mit, balmumu ile kuş kanatları yaparak hapishaneden kaçan bir baba ve oğul hakkındadır. Ve sonuncusu, kendi kendine giden dört tekerlekli bir arabadır. Bu mitlerde, yakın zamanda icat edilmiş olan buluşların tasvirlerini görmekteyiz.
Birkaç mit ve gelenekten bahsettikten sonra, Adrienne Mayor, modern bilim ve teknoloji çağından önce geliştirilmiş bazı gerçek makineler ve yeniliklerin hikayelerini sunar. Antik ve ön-modern kültürlerde bilimsel dürtünün ilk belirtilerini aramaktadır. Yazar, teknolojinin totalitarizmi desteklediğini düşünmektedir. Totalitarizm ile teknoloji arasındaki bu ilişkinin kökleri ne kadar derin? Yazar, antik çağlarda bile, sıklıkla vatandaşlarını işkence yapmak ve öldürmek için kullanılan makineleri işleten tiranlar olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla, şimdi insanların endişe duyduğu bu bağlantının kökleri çok eski bir geçmişe sahiptir.
İçgörü: Podcast boyunca Adrienne Mayor, antik mitlerin ve geleneklerin teknoloji ve yapay yaşam konularındaki derin izlerini keşfederken, günümüzün teknolojik gelişmelerinin etik ve sosyal sorumluluklarını sorgulamamıza da yol açıyor. Onun bakış açısı, mitlerin aslında antik çağlarda hayal edilen teknolojik yeniliklerin öncüllerini barındırdığını ortaya koyuyor ve bu da bize insanlığın teknolojiyle ilişkisinin köklü ve karmaşık bir tarihe sahip olduğunu hatırlatıyor.
Ancak asıl önemli olan soru şu: Yapay zekanın ve teknolojinin etik ve sosyal sorumluluğu kimin üzerindedir? Mayor'ın araştırmaları, bu sorunun cevabını aramamızı teşvik ediyor. Teknolojinin insanlık üzerindeki derin etkilerini anlamak ve bu teknolojileri nasıl yönetmemiz gerektiği konusunda rehberlik sağlıyor. Antik çağlardan günümüze, teknolojinin iktidar aracı olarak nasıl kullanıldığını görmek, günümüzdeki teknoloji endişelerimizin köklerini anlamamıza yardımcı olabilir.
Adrienne Mayor'ın çalışmaları, teknoloji ve yapay yaşam konularında insanlık tarihindeki ilginç kesişimleri ve bu kesişimlerin gelecekteki yönümüzü nasıl şekillendirebileceğini vurguluyor. Dolayısıyla, bu podcast sadece geçmişin teknoloji hayallerine bir yolculuk değil, aynı zamanda günümüzdeki ve gelecekteki teknolojik dönüşümleri anlama çabamızı da derinleştiriyor.
Bu bağlamda, dinleyicilere düşen önemli bir sorumluluk var: Teknolojinin hızla geliştiği bu çağda, yapay zeka ve diğer ileri teknolojilerin insanlık üzerindeki etkilerini anlamak ve bu teknolojilerin gelişimini yönlendirecek etik ilkeleri belirlemek için geçmişten dersler çıkarmak. Bu podcast, bu önemli konuları düşünmeye ve tartışmaya açıyor.
Podcasti buradan dinleyebilirsiniz: Robots, Artificial Life and Technology Imagined by the Ancients with Adrienne Mayor -> Podcast Link
Keyifli dinlemeler...
0 notes
peterjancic · 4 years ago
Text
O nacistični politični policiji in titoistični v SFRJ
O nacistični politični policiji in titoistični v SFRJ
Piše: Jože Dežman Strah v kosteh ali Pirjevec in Partizani v policijski državi Akad.prof.dr. in politikant Jože Pirjevec v Partizanih o obveščevalnih, protiobveščevalnih, politično-policijskih operacijah partizanskega gibanja ne piše kaj dosti. Pirjevec in tovariši imajo precej za povedati čez tiste, ki so preganjali pripadnike partizanskega gibanja in jih ovajali ali predajali okupatorjem.…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
epifizz · 4 years ago
Note
sence milliyetçilik kötü bir şey mi?
Arendt milliyetçiliğin mutlaka bir düşman/öteki algısı yarattığını, temel dayanağını buradan sağladığını ve böylelikle kendisinin saf kötülük diye ifade ettiği totalitarizmi beslediğini düşünür. Bu tarz bir “bizden” ve “bizden değil” algısı, insanı belirli kimliklere hapseder ve eyleme alanını kısar. Zoon politikon olan insan aynı zamanda zoon logon ekhon bir canlıdır da, politik bir kalıplaşma dilsel bir katılığı da doğurur ve bunun sonucunda insanı saracak olan suskunluk felsefi ölümün ta kendisidir.
23 notes · View notes
emeklemeler · 5 years ago
Text
seçme özgürlüğü*
Tumblr media
Bireyin toplumsallaştırılma süreci, özgürlüğün kuruyup gitmesiyle eş anlamlıdır. Toplum ve toplum yapısı, bireyin yaptığı seçimler sayesinde doğrulanır. Daha çocukluktan başlayarak, bireyin gelişimi kesintisiz bir seçme zorunluluğuna bağlanır. Bireyden seçim yapması istenir; seçmek suretiyle de birey tutsak olur ve özgürlüğünü yitirir. Aralarında seçim yapılması olanaksız şeyleri seçmeye zorlanarak özgürlüğümüzü yitirmeye başlarız. Bölünemeyen ya da birbirinden ayrılamayan şeyler arasında tercih yapmaya zorlanırız.
Seçmek, tüketim maddelerinin günlük tüketiminde durmadan yinelenen, takviye edilen bir eylemdir. Hayatta seçtiğimiz şeylerin çoğu bir alışveriş merkezinden satın aldıklarımızdır. Bir Kuzey Amerikalının bir alışveriş merkezinde bir saat içinde yaptığı seçim sayısı, bir Asyalı köylünün ömrü boyunca yaptığı seçim sayısından çok daha fazladır muhtemelen. Tüketime yönelik olarak koşullandırılmış seçim davranışı genelleşerek, kültür ve politikadan arkadaşlığa ve evliliğe kadar hayatın her alanında kendini tekrarlar. Süreçleri yaşamaktansa, seçimleri tüketmeyi yeğleriz.
Nispeten sınırlandırılmamış olan tüketicinin seçme eylemi dâhi, “seçme”nin eğer gerçekten bir anlamı ve kutsallığı varsa, onu yok eder. Amerikalı şair Robert Frost’un “Seçilmeyen Yol” (The Road Not Taken) üzerine düşündükleri gerçekten geçmişte kalmıştır artık. Seçme eylemi, bizzat onun üzerine kurulmuş olan demokrasi sisteminde bile artık önemini ve anlamını yitirmiştir. En tipik, en sık görülen seçim davranışı, insanı seçtiği şeyin sahibi olmaya götüren davranıştır. Sonunda sahipleneceğimiz şeyleri seçmek üzere koşullandırılırız. Sahip olmakla güçleniriz. Gerek satın alma eylemi, gerekse sahip olma durumu, insanı güçle donatır. Sahip olunan nesneyle sahibi arasındaki ilişki, o nesnenin özündeki gerçek değerden bağımsız olarak vardır. Seçme eylemine bir egemenlik duygusu eşlik eder: O sürece, seçilen şeye egemen olma duygusu. Bir güçlülük ve iktidar duygusudur bu: Herhangi bir karşılıklılık gerektirmeyen bir “Ben seçtim…” duygusu. Tek yanlı olmasına karşın, ilişki tamdır, eksiksizdir. “Ben” ki seçtim, ilişkinin tam olması için, karşılığında benim de seçilmem gerekmez. Kabul görmem gerekmez; yandaşı ya da karşıtı olduğum şey tarafından, sırası gelince bana meydan okunamaz. Ben cumhurbaşkanımı seçebilir, İsa’yı peygamberim olarak tanıyabilir, yeryüzünde dolaşmış ve dolaşan tüm güçlüleri ve büyükleri reddedebilir, kendimi, hepsi bir araya gelse, onların tümünden güçlü hissedebilirim. Bir şeyin lehinde ya da aleyhinde olmayı seçme gibi psikolojik ve zihinsel bir eylem, bizi en büyük yargıç düzeyine getirir. Kimse bize meydan okuyamaz.
Tüketici tercihleri gibi, her türlü sadakat ve bağımlılık da dar ve tek yanlı ilişkilerin birer sonucudur. Seçimimizi yaparız, olur biter. Tek yanlı seçim, en mükemmel güç ilişkisidir. Egemenliğin doruk noktasıdır. Ama, aynı zamanda bir fantezidir bu. Çünkü, bizim oyumuzu ve desteğimizi kazanmak için siyasi partiler, tüketim malları satıcıları, eğlence sunucuları ve dinî mezhepler bize kur yaparken, sunmak, sınırlamak ve seçimlerimizi belirlemek suretiyle asıl onlar bizi denetlemektedirler. Seçmeye karar vermekle, bizi yönetmelerini kabul etmiş oluruz. Bizim desteğimiz sayesinde servet ve güç birikimi yapanlar onlardır.
Bu tek yanlı ilişkide, seçilen şey, hiçbir zaman bizim desteğimizi reddetmez. Anonim birey ile kurulu düzen arasındaki ilişki, ayrım gözetmez. Ender durumlar dışında hiçbir siyasi parti bir oyu, hiçbir din bir müridini, hiçbir kulüp üye olmak isteyen birini, hiçbir şirket bir müşteriyi geri çevirmez. Tam tersine, seçme ve bağlanma eğilimimiz yüzünden sömürülürüz.
Seçmek, düpedüz sağlıksız da olabilir. Özellikle zor bir seçim yapıyorsak, bu bizi strese ve fiziksel bir hastalığa kadar götürebilir. Tam da böyle bir durumdan kaynaklanan ülserler, ölümcül bile olabilir. Birçok nevroz, kararsızlıklar yüzünden şiddetlenebilir. Bu gibi hastalıklara neden olan streslerin şiddeti kişiden kişiye değişse de, bunların hepimizin başına gelebileceği kuşkusuzdur…
Çoğumuz, daha bir seçim bile yapmadan önce belli bir tarafın üyesi olup çıkarız. Daha doğrusu, önce birtakım kimlikleri benimseyip, sonra da bunları birer seçimmiş gibi rasyonalize ederiz. Daha doğuştan bize yafta gibi “yapıştırılan” adlarımızla yaşama başlarız. Din, ideoloji, takım taraftarlığı gibi şeyler de, içinde büyüdüğümüz ailenin, toplumsal ve fiziksel çevrenin bir fonksiyonu olarak yakamıza yapıştınlır.
Bir tarafı başka bir tarafa yeğlememiz ya da herhangi bir tarafı seçmemiz, doğuştan getirdiğimiz psikolojik bir mekanizmanın sonucu değildir. Bu, daha ziyade, içine doğduğumuz ve içinde yetiştiğimiz sosyal yapılara sorgusuz sualsiz uyum sağlama eğilimimiz yüzündendir. Seçim yapmak ve taraf tutmak toplumun yaşama biçiminin bir parçasıdır; ama aynı zamanda, sağlığımıza, mutluluğumuza ve yaşamı anlayış tarzımıza zararlıdır. Bir düşünce, bir insan ya da bir şeyle birlikte olmak, ille de onun lehinde ya da aleyhinde olmamızı gerektirmez. İlle de, muhalif taraflardan birine katılmamızı zorunlu kılmaz. Biz bir tarafa bilinçli olarak katılmasak bile, taraflar, var olmak, güçlü olmak ve destek bulmak için çaba gösterirler. Bu amaç uğruna misyonerleri kullanırlar, halkla ilişkiler personelini görevlendirirler, hatta bizi asker olarak kullanıp savaştırırlar.
Taraf seçmek, insanı gelişmekten, denemeler yapmaktan, iletişim kurmaktan alıkoyar. Taraf seçmekle, içine hevesle kendimizi hapsettiğimiz gettolar kurmuş oluruz. Öteki, yanlış taraftadır. O, bizlerden biri değildir. Biz üstünüz. Onlar bizden aşağıda. Bizim tarafla ilgili her şeyi ezbere biliriz. İnançlarımızı, görüşlerimizi, erdemlerimizi, gece gündüz, değişmeyen bir nakarat gibi yineleriz. Şüphe, moralimizi bozar. Takım ruhuna ters düşer. Her türlü kuşku aidiyet duygumuza gölge düşürür ve bizi kaybolmuşluğa doğru götürür. Seçmek, bir yere ait olmak demektir. Ait olmakla da dostluklar kazanırız. Aksi halde toplum dışına itilmiş oluruz.
Ama seçmekle ve ait olmakla da, kendimizi inceleme ve bir perspektif sahibi olma şansından yoksun kalırız. Ait olmak yüzünden, kendi portremizi yapma yeteneğimizi yitiririz. Seçtiklerimize kendimizi öyle kaptırırız ki, “ben” yani birey ile bir yere ait olan “biz” arasındaki ayrım giderek belirsizleşmeye başlar. Üstelik, o “ben” ile seçilen şey de giderek birbirine dolanır. Seçilen nesne ya da tarafla özdeşleşme, o nesne ya da tarafın algılanışını değiştirir. Her seçim, insanın kendisine ilişkin algılamasını değiştirdiği gibi, objeye ilişkin algılamasını da değiştirir.
Bireyin toplumsallaştırılma süreci, özgürlüğün kuruyup gitmesiyle eşanlamlıdır. Toplum ve toplum yapısı, bireyin yaptığı seçimler sayesinde doğrulanır. Daha çocukluktan başlayarak, bireyin gelişimi kesintisiz bir seçme zorunluluğuna bağlanır. Bireyden seçim yapması istenir; seçmek suretiyle de birey tutsak olur ve özgürlüğünü yitirir. Aralarında seçim yapılması olanaksız şeyleri seçmeye zorlanarak özgürlüğümüzü yitirmeye başlarız. Bölünemeyen ya da birbirinden ayrılamayan şeyler arasında tercih yapmaya zorlanırız. Bir çocuğun karşılaştığı en radikal zorunlu seçimlerden biri de sevgiye ilişkindir. Sevgi ne sayıya gelir, ne karşılıklı bir dışlamaya tabi tutulabilir. İnsan “şu kadar” ya da “bu kadar” sevemez. Ne de “şunu” sevmek, “bunu” sevmeyi dışarıda bırakır. Sevgi konusunda seçim yapmaya zorlanmanın ve bunu nicelleştirmenin totalitarizmi, sevgiyi hiyerarşik bir güç ilişkisinin bağlamı içine sokar. Bu durumda sevgi, her şeyi kucaklayan bir duygu olmaktan çıkar. Artık diğerkâm bir duygu değildir o.
Ana babalar genellikle, çocuğu totaliter bir seçimle karşı karşıya bırakan ilk kişilerdir. Bazen birlikte, bazen de birbirlerinden gizli olarak çocuğa sorarlar: «Anneyi mı daha çok seviyorsun, babayı mı?” Sormadıkları zaman da, çocuğun davranışlarından küçük ipuçları elde etmeye çalışırlar. «En çok kimi seviyorsun?” sorusu da yavrular tarafından benimsenir ve genelleştirilir. Çocuk da zihnen bu hiyerarşik yapıyı benimser ve anası ile babasının, kardeşlerinden hangisini daha çok sevdiğini düşünmeye başlar. Ana babaların çocuklarına sormaktan çok hoşlandığı bir başka soru da, “Beni ne kadar seviyorsun?” ya da “Göster bakalım beni ne kadar seviyorsun?”dur. Böylece, daha en küçük yaşlarında birey, sevginin bölünmesi ve metalaştınlmasıyla tanışmış olur. Sevgiyi vermek ya da esirgemek suretiyle, başkalarının, özellikle yakınlarımızın davranışlarını denetleyebileceğimizi de çabucak “keşfederiz”. Hatta, sevginin esirgenmesi, çocuğu disipline sokmak için çoğunlukla öğütlenen psikolojik bir yöntemdir. Böylece, sevgi bir denetim aracı haline gelir. “Sevgi seçimi” totalitarizmin “ilk günahı” gibidir. Oradan başlayarak seçimler birbirini izler. En iyi arkadaşımızı seçeriz. Sonraki yıllar boyunca daha birçok arkadaş seçer, en iyi arkadaşı bir başka en iyi arkadaşla değiştirmeyi sürdürürüz. Bir de en sevmediklerimiz vardır. Böylece, en üstte her zaman en iyi arkadaşımız olur, en altta da, en sevmediğimiz. Oyuncaklarımız arasında da seçim yapmamız öğretilir bize. Birini ötekine yeğleriz; bebeklerimiz de katı bir hiyerarşik düzene göre sıralanır. Sonra cinsel kimlik belirlemesi devreye girer. Cinselliğimiz genetik olarak belirlenmiştir gerçi, ama cinsel kimliğimizi psikolojik olarak da seçmemiz gerekir. Psikolojik özdeşleşme de yine totaliterdir çünkü bir cinsiyetin doğrulanması, diğerinin mahkûm edilmesi anlamına gelir. Bu farklılıklar, birbirini dışlayan kategoriler olarak tanımlanacak yerde, daha büyük bir bütünün, bir birliğin tamamlayıcıları olarak ele alınsalar, bizi totalitarizme götürmezlerdi.
Çocuklar, yaklaşık altı yaşlarında takım oyunları oynamaya başlarlar. Oyun bir çeşit tiyatrodur, bir eğlence biçimidir; iyi vakit geçirmek, eğlenmek için oynanır. Ancak, oyun oynamayı öğrenirken çocuklar aynı zamanda taraf seçmeyi de öğrenirler. En popüler oyunlar, içinde tarafların olduğu oyunlardır. Çocuklar çoğu zaman, taraf seçmeye, oyunun kendisinden daha büyük önem verirler. Hatta, oyunun, taraf seçilsin diye yaratıldığı bile söylenebilir. Kimin kimi seçtiği ve kimin kim tarafından seçilmediği, bir çocuğun yaşamında dramatik önem taşıyan olaylardır. Böyle seçimler kavgalara, kıskançlığa, saldırıya, hüsrana, uzlaşmacı davranışlara, acımaya yol açar. Tüm bu taraf seçme oyunları da, çocuğun toplumsallaşma sürecinin bir parçasıdır. Çocuk, daha yetişkin bile olmadan, totaliter toplumun çok önemli bir parçası ve temsilcisi haline gelir. Yetişkin olduğunda da bu oyunların konusu değişir sadece. “Onlara karşı biz” paradigması, sınıflar, ulusal devletler ve dinler boyunca devam eder.
Çocuk oyunlarının tarihsel evrimi, bu oyunların yüzyıllar boyunca fazla bir değişme göstermediğini gösteriyor. Toplum ister feodal, ister kapitalist, ister sosyalist olsun, kimilerini içine alma, kimilerini dışlama kavramı daima bu oyunların bir parçası olagelmiştir. Çocuk oyunlarındaki totaliter yapı her halükârda varlığını korur. Bu tür oyunlar toplumsal yapının bir yansımasıdır. Bir yere ait olmak isteyen bireylerin başkalarının seçimi aracılığıyla dışlanabildiği her toplum, üyelerine baskı uyguluyor demektir. Ayrıca taraf seçmek, bir karşılıklı dışlama biçimidir. Bir üstünlük-aşağılık kavramına dayandığından, daima kuvvete dayalı bir düzenin yansımasıdır.
Böylece, tüm psikolojik silahlar çocuğun zihnine, paradigmasına önceden yerleştirilmiş olur. İrk, sosyal sınıflar, zekâ vb. temeline dayalı ayrımların tümü, zorunlu seçim, karşılıklı dışlama, nicelleştirme ve kıyaslama temeli üzerine bina edilmiş olan algılama yapılan dizisine dayalıdır.
Gündüz Vassaf Cehenneme Övgü
6 notes · View notes
mantikutayr · 8 years ago
Photo
Tumblr media Tumblr media
burada
arka kapaktan
‘’totalitarizmi gündelik hayatında yeniden üreten bireyin açmazlarını cehenneme övgü'de tokat atarcasına sarsıcı biçimde anlatan gündüz vassaf bu kez modern zamanlarda, aslını yitirerek sahteleşen hayat tarzlarının iç yüzünü sergiliyor... cinsellik, ölüm, futbol, din, siyaset, reklam, turizm vb. temalara bakarak, ruhu kendisini terk ettiği için çırpınan gövdesini "özelleştirerek kurtarmaktan" başka bir çözüm üretemeyen modern zaman insanının "iktisadi akla" olan tutsaklığını anlatıyor. modern zaman insanının doymak bilmeyen tatminsizliğini gidermek için hayatın içeriğini boşaltarak her şeyi satın alacak basit bir "eğlencelik" düzeyine indirgemesinin, imajın hakikatin yerine geçmesinin, sahiciliğin anlamını yitirmesinin fotoğraflarını çekiyor vassaf. düşle gerçeğin birbirine karıştığı, "büyük yalanlar"ın inandırıcı olmaya başladığı, puslu bir havada çekilen fotoğraflar bunlar. ama aynı zamanda okura kendi fotoğraflarını çekme, kendi düşünü kurma, kendi sahteliğini fark etme imkânını veren metinler..’’ 
okuyalım bakalım
7 notes · View notes
ebookindiroku-blog · 7 years ago
Text
Totalitarizmin Kaynakları 3 / Totalitarizm Ebook
Totalitarizmin Kaynakları 3 / Totalitarizm Hannah Arendt’in kapsamlı eseri Totalitarizmin Kaynakları’nın Türkçe çevirisi, üçüncü cilt Totalitarizm ile tamamlanıyor. Arendt’in antisemitizm ve emperyalizm tartışmalarını ele aldığı iki cildin ardından, esere doğrudan adını veren bu ciltte totalitarist düşüncenin kökenleri, örgütlü hareket haline gelişi, kurumsallaşması, propaganda ve manipülasyon araçları etraflıca inceleniyor. Totalitarizmi sadece faşizmin çerçevesine sabitlenerek ve anti-semitizmin kıyıcılığı ekseninde ele almayı reddeden Arendt, bir yandan Nazi partisinin, kurumlarının ve yöntemlerinin totalitarist düşünceye dayanan biçimlenişini resmederken diğer yandan da Sovyetler Birliği ve Stalin üzerinden “Doğu despotizmi”nin bu totalitarist örneğini kapsamlı bir şekilde inceliyor. Arendt okuyucularını, özgür, yaratıcı ve gerçekten eşitliği benimseyen bir eleştirel anlayışla alt edebilecekleri totalitarizme karşı “dünya aşkıyla” biçimlenen bir politik sorumluluğa davet ediyor.
Totalitarizmin Kaynakları 3 / Totalitarizm Ebook
0 notes
guncelpdfindir-blog · 7 years ago
Text
Totalitarizmin Kaynakları 3 / Totalitarizm
Totalitarizmin Kaynakları 3 / Totalitarizm Hannah Arendt’in kapsamlı eseri Totalitarizmin Kaynakları’nın Türkçe çevirisi, üçüncü cilt Totalitarizm ile tamamlanıyor. Arendt’in antisemitizm ve emperyalizm tartışmalarını ele aldığı iki cildin ardından, esere doğrudan adını veren bu ciltte totalitarist düşüncenin kökenleri, örgütlü hareket haline gelişi, kurumsallaşması, propaganda ve manipülasyon araçları etraflıca inceleniyor. Totalitarizmi sadece faşizmin çerçevesine sabitlenerek ve anti-semitizmin kıyıcılığı ekseninde ele almayı reddeden Arendt, bir yandan Nazi partisinin, kurumlarının ve yöntemlerinin totalitarist düşünceye dayanan biçimlenişini resmederken diğer yandan da Sovyetler Birliği ve Stalin üzerinden “Doğu despotizmi”nin bu totalitarist örneğini kapsamlı bir şekilde inceliyor. Arendt okuyucularını, özgür, yaratıcı ve gerçekten eşitliği benimseyen bir eleştirel anlayışla alt edebilecekleri totalitarizme karşı “dünya aşkıyla” biçimlenen bir politik sorumluluğa davet ediyor.
Totalitarizmin Kaynakları 3 / Totalitarizm
0 notes
pdfindiroku-blog · 7 years ago
Text
Totalitarizmin Kaynakları 3 / Totalitarizm
Totalitarizmin Kaynakları 3 / Totalitarizm
Totalitarizmin Kaynakları 3 / Totalitarizm Hannah Arendt’in kapsamlı eseri Totalitarizmin Kaynakları’nın Türkçe çevirisi, üçüncü cilt Totalitarizm ile tamamlanıyor. Arendt’in antisemitizm ve emperyalizm tartışmalarını ele aldığı iki cildin ardından, esere doğrudan adını veren bu ciltte totalitarist düşüncenin kökenleri, örgütlü hareket haline gelişi, kurumsallaşması, propaganda ve manipülasyon araçları etraflıca inceleniyor. Totalitarizmi sadece faşizmin çerçevesine sabitlenerek ve anti-semitizmin kıyıcılığı ekseninde ele almayı reddeden Arendt, bir yandan Nazi partisinin, kurumlarının ve yöntemlerinin totalitarist düşünceye dayanan biçimlenişini resmederken diğer yandan da Sovyetler Birliği ve Stalin üzerinden “Doğu despotizmi”nin bu totalitarist örneğini kapsamlı bir şekilde inceliyor. Arendt okuyucularını, özgür, yaratıcı ve gerçekten eşitliği benimseyen bir eleştirel anlayışla alt edebilecekleri totalitarizme karşı “dünya aşkıyla” biçimlenen bir politik sorumluluğa davet ediyor.
Totalitarizmin Kaynakları 3 / Totalitarizm
0 notes
kitapindiroku · 7 years ago
Text
Batı Barbarlığı 2 & Machiavelli, Schopenhauer ve Engels Üzerine Kitabı pdf indir pdf indir
Batı Barbarlığı 2 & Machiavelli, Schopenhauer ve Engels Üzerine Günümüzde Batı uygarlığı, dünyanın en fazla tanınan ve en çok itibar edilen uygarlığıdır. Çünkü şimdiye kadar, gerek Batı toplumlarında gerekse de Türk toplumu gibi Doğu toplumlarında bilinçli bir şekilde Batı uygarlığının, genellikle, hep olumlu yönleri ön plana çıkartılmıştır. Oysa Batı uygarlığının iki yönü/çehresi vardır. Batı uygarlığının ilk çehresi, onun bilinen suratıdır. Daha açık bir deyişle, felsefeyi, bilimi, aklı, tekniği, teknolojiyi, ilerlemeyi ve gelişmeyi referans kabul etme; eleştiriye, sanata ve edebiyata değer verme, insanı önemseme, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü, özgürlüğü ve eşitliği esas alma, Batı uygarlığının bilinen/görünen çehresidir. Batı uygarlığının bu yüzünün yanı sıra bir de makineyi hayatın merkezine yerleştiren; sermayeyi ve parayı tanrılaştıran; insanın hırs ve arzularını çoğaltan; insanı doyurulamaz isteklere sahip vahşi bir varlık yapan; komploları, korkuyu ve hıncı yaygınlaştıran; köleliği, sömürüyü, yoksulluğu, eşitsizliği, kutuplaşmayı, yalnızlaşmayı, yabancılaşmayı, yozlaşmayı, sürüleşmeyi, ikiyüzlülüğü ve bencilliği referans alan; ırkçılığı, etnik temizliği, yabancı düşmanlığını, sömürgeciliği, despotizmi, totalitarizmi, sınıf mücadelesini, savaşı, şiddeti, saldırganlığı ve öldürmeyi kendisine şiar edinen; hayatı bir cehenneme ve trajediye dönüştüren barbar tarafı vardır. İşte, bu kitapta, birbirleriyle zıt felsefe/sosyoloji geleneği içinde yer alan düşünce ustalarından Niccoló Machiavelli’nin, Arthur Schopenhauer’ın ve Friedrich Engels’in ana eserleri ışığında, onların Batı uygarlığının barbarlığı içerdiğine ve Batı uygarlığının yeni türden bir barbarlık inşa ettiğine ilişkin temel fikirleri, kapsamlı bir inceleme sonucunda dünyada ilk kez detaylı bir biçimde tahlil edilmiştir. Machiavelli’nin, Schopenhauer’ın ve Engels’in temel tezleri doğrultusunda, Batı uygarlığının barbar yönlerini merak edenlere… İlerleme efsanesine dayanan ve kendi sonunu hazırlayan Batı uygarlığının makyajlı çirkin yüzünü görmek isteyenlere… Uygar Batı’yı değil, Barbar Batı’yı tanımayı arzulayanlara…
Batı Barbarlığı 2 & Machiavelli, Schopenhauer ve Engels Üzerine Kitabı pdf indir pdf indir oku
0 notes
sizekitap · 7 years ago
Text
Tutsak Edilmiş Akıl
Tutsak Edilmiş Akıl Czeslaw Milosz MonoKL
“Totalitarizmi anlama rehberi.”
devamı burada => https://goo.gl/DzcljR
0 notes
znamobaportal · 8 years ago
Photo
Tumblr media
http://www.znamo.ba/akademik-rusmir-mahmutcehajic-ivo-andric-je-izdajnik/
Akademik Rusmir Mahmutćehajić: Ivo Andrić je izdajnik
Književno pripovijedanje Ive Andrića kanoniziranoje u oba ideologijska vidika, i u strogom nacionalističkom i tvrdom komunističkom. Politizacija tog djela postala je moćna estetizacija nacionalističkih i komunističkih politika u njihovim odnosima prema Bosni, bosanstvu i bošnjaštvu, te učinjena instrumentom i agresivnih i mehkih, i otvorenih i pritajenih poricanja bosanske političke i kulturne pluralnosti, ističe u svom pismu akademik Rusmir Mahmutćehajić kojeg prenosimo u cjelosti.
“U tekstu o savremenim tumačenjima pripovjedačkog djela Ive Andrića g. Nedžad Ibrahimović kaže: ‘Ja čak mislim da nije problem u tome koliko je Andrić zastupljen u školama u Bosni i Hercegovini, već u tome kako se Andrićevo književno djelo interpretira. A interpretira se na način koji je duboko suprotan elementarnim principima književne nauke. Ta interpretacija je hermetično zatvorena u prostore vlastitog nacionalnog, religijskog i etničkog ključa. U školama u Federaciji Bosne i Hercegovine Andrić se čita na način za koji su se zalagali mnogi iz bošnjačkog kulturnog i akademskog korpusa, čast izuzetcima. To ide dotle da se za čitanje Andrića daju upute nastavnicima i učiteljima kako treba interpretirati Andrića. A treba ga čitati onako kako ga čita, recimo, Rusmir Mahmutćehajić – profesor, akademik i inženjer elektrotehnike. To su čitanja koja čine zlo, prije svega, samom čitanju, a onda i književnosti. Čitanje kao duhovna disciplina ne može biti omeđeno nikakvim ideologijskim i etničkim okvirima. Ono je duboko subjektivno. Dok čita, čovjek ne treba ispred sebe da ima ni svoju naciju, ni svoju religiju već samog sebe sa svim svojim iskustvima, traumama i strahovima. A Ivo Andrić se danas tako ne čita u Bosni i Hercegovini.’
Taj iskaz, postavljen u bilo koji epistemološki okvir, nema i ne može imati nikakvo znanstveno utemeljenje. Subjektivan je, temeljno ideologijski, ali i najvjerovatnije posljedica manjka moralne odgovornosti autora prema onome što javno govori“, ističe akademik Rusmir Mahmutćehajić.
Pojmom ‘andrićevstvo’ označena su brojna ideologijska tumačenja književnog djela Ive Andrića u funkciji ideologija nacionalizma, komunizma, orijentalizma i tako dalje. Ta djela su u najstrožijim akademskim procedurama učinjena dostupnim svjetskoj javnosti: Rusmir Mahmutćehajić, “Andricism: An aesthetics for genocideˮ, East European Politics and Societies, 27/4 (2013): 619–667; Rusmir Mahmutćehajić, Andrićevstvo: Protiv etike sjećanja, Beograd: Clio, 2015.
„A kakve su tvrdnje g. Nedžada Ibrahimovića s obzirom na pitanje koje dotiču? Kaže da se Ivo Andrić (valjda njegovo pisano djelo?!) ‘tako ne čita u Bosni i Hercegovini’. Njegovo ‘tako’ jest vjerovatno postuliranje apsolutizacije ‘ja’ s kojim počinje svoju tvrdnju. Ko, izuzimajući Sveznajućeg, može znati kako se čita djelo Ive Andrića, ili bilo koje drugo u Bosni i Hercegovini? Ako neko misli da to zna, jasno je da se poziva na okultne razloge svog sveznanja, pa se tako sam isključuje iz raspravljanja o čitanju, koje je uvijek individualni čin, dostupan za raspravu ako je u odgovarajućoj diskurzivnoj zajednici predstavljen pismeno ili usmeno. Svoje ‘tako’, uspostavljeno za ideologijski konstruiranog homogenog subjekta, može po volji i strasti primjenjivati na svakog koji mu se za to učini prikladnim.“, ističe akademik Mahmutćehajić.
„Potom, g. Ibrahimović kaže da je čitanje duboko subjektivno, te da zato ‘ne može biti omeđeno nikakvim ideologijskim i etničkim okvirima’. Jasna je nelogičnost te tvrdnje sa samo dvije propozicije. Ako je čitanje subjektivno – da jest, mora bit očito svakome, pa je isticanje toga trivijalno – nikoga ne može ograničiti, ni u jednome smjeru ljudskih mogućnosti. Ali, eto, g. Ibrahimović zna da je to moguće, jer mu se čini da će se isključivanjem nekih predjela nečijih subjektivnosti dopasti nekome. A upravo djelo Ive Andrića uglavnom je čitano i tumačeno s tim ograničenjima, pa je istraživanje takvih čitanja jedan od bitnih uvjeta oslobođenja antiideologijskih ideologija, antistaljinističkih staljinizama, antirasističkih rasizama i tako dalje. I, što je još važnije, valja istaći da i to i svako drugo umjetničko djelo kompromitiraju promicanja ideologijskih subjektivnosti na razinu nadsubjektivnosti.
G. Ibrahimović, u dogmatiziranoj ideologiji antiideologijstva, tvrdi da se negdje i nekako daju upute nastavnicima i učiteljima. Njegova optužba nekim nepoznatim izvršiteljima nečeg, u čemu je on svojom nadsubjektivnošću unaprijed presudio, zapravo svjedoči o njemu kao ideologijski ostrašćenome u pretpostavljanju mogućnosti da on, zajedno s onima s kojima se slaže, mora biti čuvar tabuiziranih istina nekog njegovog u mašti konstruiranog znanja.
Potrebno je, bez ikakvog dvojenja, reći da u njegovoj tvrdnji o mojim znanstvenim bavljenjima savremenim estetizacijama politika i politizacijama estetika, korištenjem pripovjedačkog djela Ive Andrića, nema ničeg akademski opravdivog. Zato je lažna. A motive laganja valja tražiti u subjektivnim stanjima lašca. Njih u spomenutim akademskim djelima nema, pa ih nije moguće ni naći. Ako je, ipak, g. Ibrahimović iznio tvrdnju koja je lažna, slijedi njegovo samoisključivanje iz bilo kakve akademske rasprave u kojoj bi bile iznošene i preispitivane logičke propozicije u sistemu bilo kakve znanstvene usmjerenosti.
E sad, što se tiče tvrdnje g. Ibrahimovića o načinu interpretacije ‘koji je duboko suprotan elementarnim principima književne nauke’, valja se upitati: Ako postoje elementarni principi književne nauke, jesu li oni neko okultno područje za koji su odgovorni samo njegovi žreci, jer je dostupno samo njima? Kada bi bilo moguće nedvojbeno pokazati da postoje propozicijski sistemi ‘književne nauke’, o kojima su u epistemologijama modernog doba postignute opće saglasnosti, ostaje opakost tvrdnje da je to, ipak, privilegija jednih a ne i drugih. Time je pravo na subjektivnost, na što podsjeća g. Ibrahimović, ne samo porečeno već i zatvoreno, uz pretpostavku nepreispitivog nadznanja žreca takvog nauka. Ljudima takvih opredjeljenja se čini da znaju sve, pa im ni čitanja ni raspravljanja nisu potrebna. Evo ih posvuda s odmjeranjima i presuđivanjima. Povezuju se, u osjećanju da im nedostaju štitovi nepogrešivosti, a zapravo Centralni komiteti, tajne policije i preventivna hapšenja. Nije teško tih nekoliko bukača tipološki odrediti. Znaju unaprijed, i to uvijek s osudom onog što nije u skladu s njihovim okultnim krugom. Poriču transcendenciju, ali znaju čak i to šta je u dušama drugih. Predstavljaju se liberalnim, a zapravo su maskirani nasljednici onih doba kada su pisci i čitanja njihovih djela kanonizirani i uvođeni u cjelinu jezika, simbola i značenja, cjelinu one kulture koje je posljedica i bauk bosanstva s njegovim učincima u ponižavanjima, progonjenjima i ubijanjima.
Zgrožen sam tim nerijetkim biranjima nekoliko ostrašćenih samomrzitelja i otvaranjem medijske platforme Slobodne Evrope za njihove soft-nacionalizme i kulturne rasizme. Pri tome bi, kako se čini, njihova ideologijska presuđivanja, temeljno antiakademska, pravdale navodne uključenosti u akademske zajednice. Možda ćete reći da je to preoštra tvrdnja u vezi s g. Nedžadom Ibrahimovićem kao primjerom tog čime sam zgrožen. Ali doista nemam sumnje da su djelovanja poput tog g. Nedžada Ibrahimovića suštinski nacionalistička i kulturno rasistička. Ako postoji nekako odredljiv homogeni ‘bošnjački kulturni i akademski korpus’, kojim su određena govorenja njegovih pojedinaca, onda je on, taj korpus, ideologijski postavljen u vidik kulturnog rasizma. Kako bi neko djelo, predano znanstvenoj javnosti, moglo biti određeno kao dimenzija bošnjačkog kulturnog korpusa? Znači li to da bi – Bože sačuvaj! – svakom javnom govorenju u znanosti trebalo odrediti njegov ‘kulturni korpus’ kao jevrejski, romski, irski, pa bi tako i time bili procjenjivani i vrednovani znanstvene pretpostavke, promatranja i teorije?! To je figura kojom g. Nedžad Ibrahimović maskira svoj kulturni rasizam. Govori o interpretacijama nekog djela, ali ih a priori određuje ideologijskom imaginacijom nekog ‘kulturnog korpusa’, ugurujući u njeg kao u neku tvrđavu pojedince koje će potom denuncirati s uvjerenjem da će se tako predstaviti drugima kao onaj izvan svoje i njihove konstrukcije drugosti.
A da su tvrdnje g. Nedžada Ibrahimovića temeljno nacionalističke, dokaz je u njegovoj pretpostavci da on može znati u kojim ograničenjima svoje subjektivnosti postoje granice do kojih njegovu ur-interpretaciju treba držati. Ne zagovara li on tu svoju tako konstruiranu nadsubjektivnost kao mesijansku?! Ima li nekog zbiljnog mislioca u svijetu koji bi tvrdio da neko djelo, recimo Immanuela Kanta, može biti čitano na jednak način i prije i poslije velikih svjetskih ratova i holokausta?! A g. Nedžad Ibrahimović, zajedno s još nekim soft-nacionalistima i prikrivenim komunistima, smatra da ima književnog djela koje mora biti interpretirano izvan svega što je tok iskustva u stradanju, i to uvijek u skladu sa svojom ideologijskom nadsubjektivnošću. Ne kaže kako i zašto je književno pripovijedanje Ive Andrića kanonizirano u oba ideologijska vidika, i u strogom nacionalističkom i tvrdom komunističkom. Ne kaže kako i zašto se dogodilo da je politizacija tog djela postala moćna estetizacija nacionalističkih i komunističkih politika u njihovim odnosima prema Bosni, bosanstvu i bošnjaštvu, te učinjena instrumentom i agresivnih i mehkih, i otvorenih i pritajenih poricanja bosanske političke i kulturne pluralnosti. A upravo govorenjima kojima je to maskirano lažnim antinacionalizmom i antikomunizmom podržavani su totalitarizmi u kojima i s kojima nijedno umjetničko djelo ne može biti izvan njegovih zloupotreba. Prema tome, jasno je da g. Nedžad Ibrahimović zloupotrebljava pripovjedačko djelo Ive Andrića, promičući se na razinu njegovog navodnog branitelja, ali uvijek u vidiku onih koji su ga kanonizirali u svojim ideologijskim odnosima prema sebi i svijetu. Uz to, on očekuje da će se tako, igrajući ono što nije, isplativo dopadati onima pred kojima izigrava ono što jest. Kako li se on grozi, u svojoj čuvarskoj revnosti, nad stranicama romana Andrićeva lestvica užasa Svetislava Basare! Ali, tu mu se ne isplati pokazivati zgroženo lice. Valja mu glumiti ushićenost tim pripovijedanjem, iskazom ‘srpskog kulturnog korpusa’, kako bi on za to rekao u svom kulturnom rasizmu za koji misli da ga nije obuzeo i da nema onih koji kritički čitaju to što piše“, ističe akademik Mahmutćehajić uz zaključak da “predstavljanja spomenutih vulgarnih ideologijskih pojednostavljenja, a zapravo izrugivanja znanosti, premošćivanjem razlika među ljudima koji govore, ne mogu shvatiti kao dobru volju da se iz užasavajućih oblika ideologijskih antibosanstava i antibošnjaštava nađe izlaz u etici sjećanja.“
0 notes
peterjancic · 5 years ago
Text
Dan spomina na žrtve nacizma, fašizma in pri nas komunizma
Dan spomina na žrtve nacizma, fašizma in pri nas komunizma
Pred dvema desetletjema je Evropski parlament izglasoval »Resolucijo o evropski zavesti in totalitarizmu« in 23. avgust razglasil za vseevropski dan spomina na njihove žrtve. Izbrali so datum, ko sta se diktatorja Adolf Hitler in Josip Stalindogovorila, kako si bosta razdelila vzhod Evrope. To se je zgodilo 23 avgusta 1939, dogovor pa je po zunanjih ministrih obeh držav znan kot sporazum…
View On WordPress
0 notes
epifizz · 5 years ago
Note
Milliyetçilik ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Hannah Arendt, milliyetçiliği totalitarizmi besleyen temel bir kategori olarak görür çünkü milliyetçilik her zaman düşman imgesinin varlığına ihtiyaç duyar. Hep bir karşı tarafa ihtiyaç duyması onun bölücü ve kalıba sokucu dolayısı ile varoluşu kısıtlayıcı bir hale getirir. Milliyetçilik insanlık tasarımına dair her şeyi reddeder Arendt’a göre.
7 notes · View notes
sosyalmedyablog · 8 years ago
Text
New Post has been published on Edebiyat Kulübü
New Post has been published on http://edebiyatkulup.com/zorlama-zorlama-ve-zulmu-iyi-anlamak-isteyen-herkesin-mutlaka-okumasi-gereken-39-enfes-kitap/
Zorlama, Zorlama ve Zulmü Iyi Anlamak İsteyen Herkesin Mutlaka Okuması Gereken 39 Enfes Kitap
“Karanlık zamanlarda şarkı da söylenecek mi? Muhakkak, şarkı da söylenecek, karanlık zamanları anlatan.” Bertolt Brecht. 
Peki dostlar, karanlık zamanlarda kitap da okunacak mı? Kuşkusuz, kitap da okunacak, karanlık zamanları anlatan…
Not 1: Kitapların sıralaması ile değerlerinin herhangi bir ilintisi bulunmamaktadır. Kitapların özetlerinde tanıtım bültenlerinden yararlanılmıştır.
1. “Us Tutulması”, (1947) Max Horkheimer
Zihin Tutulması, Frankfurt Toplumsal Araştırma Enstitüsü’nün ve kurucusu Max Horkheimer’in (1895-1973) esas yapıtlarındandır. Kitap, yazarın ülkesini ayrılmak zorunda kaldığı İkinci Dünya Savaşı yıllarında, ABD’de, Avrupa felsefe geleneğine tanıdık olmayan Amerikalı okurların düzeyi göz önünde tutularak ve İngilizce olarak yazılmıştır. 
Ola Ki de bu yüzden, ‘zorluğuyla’ meşhur Frankfurt Okulu kuramcılarının en açık, en ‘kolay’ metinlerinden biridir. Horkheimer, Düşünce Tutulması’nda ABD kültürünün baskın felsefesi olan pragmatizmi ve onun temelinde yatan pozitivizmi eleştirirken, Frankfurt Okulu’nun asıl temalarını da gündeme getirmektedir. Kitapta, Batı düşüncesinde Us kavramının tarihi, önce hurafeye dönüşmesi tartışılmaktadır. 
Aydınlanmanın mitos içindeki kökenleri ve gitgide artarak yeni bir mitoloji haline gelişi, insanın doğa üzerindeki egemenliğinin tahripkar boyutu, Faşizmin Batı Aklının tarihi içindeki yeri, bireyciliğin sonucunda bireyin ölümü, emekçi hareketinin imkanları ve direnme gücü -bunlar, Horkheimer’in bir toptan yıkım döneminin getirdiği bakış açısı açısından gözden geçirdiği esas sorunlardır.
2. “Ruhlar Evi”, (1982) Isabel Allende
Şili’nin seçimle meslek başına gelen, askeri bir darbeyle devrilip öldürülen Marksist başkanı Salvador Allende’nin son saatleri nasıl geçti? Nobel ödüllü büyük şair Pablo Neruda’nın cenaze töreni, faşist diktatör Pinochet’nin onca baskısına rağmen, nasıl bir gösteriye dönüştü? 
Ruhlar Evi adlı bu birincil romanında, bir ailenin üç kuşağını, yetmiş yıllık bir işlem içinde yaşananları ustalıkla dile getiriyor.
3. “Barbarları Beklerken”, (1980) John Maxwell Coetzee
Nobel ödülü sahibi J. M. Coetzee, bu romanında hayalî bir imparatorlukta geçen olayları anlatıyor. Ancak, yazarın 1970’ler Güney Afrika’sına gönderme yaptığı rahatlıkla seziliyor.  
Geniş topraklara yayılmış bir imparatorluğun en ucundaki bölgede yaşamış Barbarlar, sözde, ayaklanmak, imparatorluğu tehdit etmek üzeredirler. 
Onları bastırmak bahanesiyle merkezden gönderilen Albay ve emrindekiler, harikulade bir gaddarlık ve kıyım başlatırlar. Bu olaylar, o bölgede görevli, senelerdir başkentin yüzünü görmemiş Sulh Yargıcı’nın ağzından aktarılır.
4. “Totalitarizmin Kaynakları 1/2/3”, (1951) Hannah Arendt
Hannah Arendt’in detaylı eseri Totalitarizmin Kaynakları’nda Arendt, totalitarizmi yalnızca faşizmin çerçevesine sabitlenerek ve anti-semitizmin kıyıcılığı ekseninde ele almayı reddediyor. Bir yana Nazi partisinin, kurumlarının ve yöntemlerinin totalitarist düşünceye dayanan biçimlenişini resmederken diğer yandan da Sovyetler Birliği ve Stalin üzerinden “Doğu despotizmi”nin bu totalitarist örneğini detaylı bir şekilde inceliyor. 
Arendt okuyucularını, serbest, marifetli ve gerçekten eşitliği benimseyen bir eleştirel hoşgörüyle alt edebilecekleri totalitarizme aleyhinde “dünya aşkıyla” biçimlenen bir politik sorumluluğa davet ediyor.
5. “Damızlık Kızın Öyküsü”, (1985) Margaret Atwood
“Damızlık Kızın Öyküsü” The Handmaid’s Tale, Margaret Atwood’un meşhur romanıdır.
Atwood romanında distopyanın güçlü feminist yönünü göstermiştir. Romanında bayan haklarının bugünkü hâlinin aksine döndüğünde çıkacak sonucu incelemiştir.
6. “Aydınlanmanın Diyalektiği”, (1947) Theodor W. Adorno – Max Horkheimer
Aydınlanma’nın Diyalektiği Frankfurt Okulunun en etkili olmuş yayınıdır. II. Dünya Savaşı sırasında yazılı ve bir zaman el altından çoğaltıldıktan sonradan 1947’de Hollanda’da kitap olarak basılmıştır. Yazarlar Önsözde niyetlerini şöyle açıklarlar: “Aslında amacımız, insanlığın doğrusu insani bir duruma gelmek yerine neden yeni bir nesil barbarlığa battığını anlamaktan fazlası değildi.” 
Fakat kitap tüm bunların da ötesine geçer. Batı tarihinin doğuşunu ve öznelliğin, mitlerde temsil edildiği üzere, doğaya karşı mücadelede kendisini tanımlamasını, günümüzün en korkutma edici deneyimleriyle bağlantılandırır. Pratik hayattan koparılmış bilim, biçimselleştirilmiş bir etik, ziyafet kültürünün güdümleyici doğası ve paranoit tutum yapısı, saldırgan bir antisem itizmin Aydınlanmanın sınırlarını belirlediğini bahis eder. 
Yazarlara göre bu öz-yıkımsal cereyan en yeniden beri aydınlanmada içkin olarak vardı; yani Nasyonal Sosyalist nefret modern tarihten bir sapma olmayıp, Batı uygarlığının en esas özelliklerinin ifadesiydi. Adorno-Horkheimer’e kadar Batı aklının bu öz-yıkımı, toplum ile doğaya dominant olmanın tarihsel diyalektiğinden kaynaklanmaktadır. Bu ayrımı ideoloji haline getiren Aydınlanmanın izini söylencesel kökenlerine değin sürerler.
7. “Swastika Geceleri”, (1937) Katharine Burdekin
Ilk defa 1937 yılında yayımlanan yapıt, “Swastika Geceleri” Naziler bağlamında eril dil ve düşünceyi sorguladığı için edebiyatta feminist distopya diyebileceğimiz edebiyatında kendine özgü bir yer edinmiş durumda.
27. yüzyılda geçen romanda Adolf Hitler’in Nazi planları gerçekleşmiştir. Naziler bütün Avrupa’ya hâkimdir. Hristiyanlık yok elde etmek üzeredir. Minik gruplar haricen inanan kalmamıştır. dahası Nazi dinine inanan reşitlik vard��r ve Adolf Hitler, bu dinin ilahıdır..
8. “Kötülüğün Sıradanlığı” (1963) Hannah Arendt
Yahudi soykırımı nasıl oldu? Niçin oldu? Neden Yahudiler? Niçin Almanlar? Öteki devletlerin rolü neydi? Müttefikler bundan ne ölçüde sorumluydu? Yahudi liderler kendi insanlarının sonunu hazırlayanlarla işbirliği yapmaya nasıl yanaşmışlardı? Yahudiler neden kendi ayaklarıyla ölüme gitmişlerdi? Ülkemizde bilhassa totalitarizm üzerine çalışmalarıyla tanınan meşhur Alman filozof ve siyaset bilimci Hannah Arendt bu sorular doğrultusunda, Nazi Almanyası döneminde milyonlarca Yahudinin toplama kamplarına, ölüme gönderilmesinden sorumluluk sahibi SS yetkilisi Karl Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki adalet sürecini ele alıyor.
Yahudi soykırımının mimarı olarak sunulan Adolf Eichmann’ın sadist bir canavardan ziyade, alışılagelmiş, hatta korkutucu derecede normal bir insan olduğuna dikkat çeken Arendt, bilhassa düşünme ve mantıklı düşünme yetisinin kaybolmasıyla birlikte kötülüğün nasıl sıradanlaştığını vurguluyor. Eichmann duruşmasından yola çıkarak, insanlık tarihinin dönüm noktalarından birini ve bu dönemde yaşanan toptan ahlaki çöküşü gözler önüne seriyor.
9. “Karanlığın Yüreği”, (1899) Joseph Conrad
Görevli olduğu şirketin Belçika Kongosu’ndaki şubelerine seyahat eden Marlow, karanlığın çöktüğü bu coğrafyada ummadığı dehşetlerle karşılaşır. Marlow, Kurtz’a dürüst ilerlerken, medeniyete ve kendisine olan güveninin parçalandığını da ayrım eder. 
Joseph Conrad’ın “Karanlığın Yüreği” isimli eseri “uygarlık”i kavramının müphemliğini gözler önüne seriyor. 
Joseph Conrad’ın 19. yüzyılın son yılında yazdığı Karanlığın Yüreği, tarihin en kanlı asırlarından bir tanesi damgasını vuran savaşlar, çoğalan teknolojinin açtığı uçurumlar, modernliğin şaşkınlık içinde ettiği toplumlar gibi konulara giriş özelliğinde.
10. “Faşizmin Kitle Psikolojisi”, (1933) Wilhelm Reich
Wilhelm Reich’ın (1897 – 1957) Şahsiyet Analizi adlı yapıtı okuyucuya başta sunulduğunda, eleştirmenler kadar o belli başlı değin “psikoloji konusunda söylenmiş olanların en iyisi ve en köklü düşünülmüşü” olarak tanımlanmıştı. Kitap çok geçmeden Nazi Almanyası’nda yasaklandı. Kişilik Analizi ancak 1945’de, ABD’de tekrar basılabildi. O günden bugüne, bu başyapıt psikoterapinin gelişimine büyük katkı maddesi yapmıştır. Şansın Dönmesi yapılsa da, Reich’ın kitabında işlediği esas fikirler öyle çok terapi yönteminde benimsenmiştir.
Reich, Freud’un açıklama analizinin karşısına, vücut dilinden yola çıkarak, bastırmanın fazla değişik katmanlarına peyderpey ilerleyen tutum analizini koyar. Kas gerginliklerinin çözülmesinin cinsel enerjiyi hür bıraktığını, bunun da tutarsız davranışları ortadan kaldırdığını saptamış, buradan yola çıkarak vejetatif akımlar anlayışını geliştirmiştir. Bu anlama, Reich’ın sonradan geliştirdiği orgon terapisine yan biyopsikiyatrinin temelini oluşturmuştur.
11. “Dava”, (1925) Franz Kafka
Bir sabah birdenbire tutuklandığını; lakin adi yaşamına devam edebileceğini öğrenen Josef K., neyle suçlandığı bildirilmediği için önce bunu bir şaka sansa da, kısa sürede durumun ciddiyetini kavrar. Fakat ne mahkemeye çıkarılır ne de savcılarla görüşebilir. Çalıştığı bankada, kaldığı pansiyonda, gittiği yerlerde herkes, anlaşılmaz bir biçimde bu davadan haberdardır. Kaderin bir nesil oyunuyla sürüklenir durur, savunma gücü yoktur, bir hiçtir o.
Gerçekten apaçık hakiki bir dava da yoktur.Kafka’nın burada izah etmek istediği Bay K. zaten yaşam ya da dünya tarafından tutuklanmış; lakin bunun bilincine hiçbir süre varamamış olmasıdır.
Bütün modern edebiyatın en büyük isimlerinden biri olarak kabul edilen, eserlerini Almanca kaleme alan Çek yazan Franz Kafka’nın “Kafkaesk” olarak tanımlanan, kendine özgü tarzının en önde gelen örneklerinden olan “Dava”, bir distopya olarak da okunabilir. Kafka’nın kişiye özel kabuslarıyla, kabusa dönüşen bir bürokrasinin bileşimiyle oluşan bir distopya…
12. “Başkan Babamızın Sonbaharı”, (1975) Gabriel Garcia Marquez
“Başkan Babamızın Sonbaharı”, ölmek üzere olan, fakat bir türlü vefat etmek bilmeyen, yaşama tutunmak adına ne cinayetler işleyip ne kanlar döken bir diktatörün öyküsüdür. 
“Başkan Babamızın Sonbaharı”nı okurken, çağımızda da devamlı acıları, umutsuzlukları görür; ama gerçi umudu kovalamaya şahit oluruz…
13. “Gözü Kara Yeni Dünya”, (1932) Aldous Huxley
Zamyatin’den oldukça etkilenen Huxley’in romanı da 26. yüzyılda geçer. Kalıtımsal bilim ve üreme yolları vasıtasıyla ırk bir fazla yönden değiştirilmiştir. Ahali hastalıkları yenmiş; ırklar arasında eşitlik sağlanmış, dinç, zengin ve mutlu bir toplum oluşturulmuştur. 
Birincil etapta ütopya gibi görülecek bu koşul oysa bir çok insanî değerin yok edilmesiyle mümkün olmuştur…
14. “Görülmeyen Adam”, (1952) Ralph Ellison
“Görülmeyen Adam”, beyaz kültür içinde mücadele eden bir siyahın gözünden Amerika’nın en çarpıcı paradokslarını sergiliyor. Amerikan toplumunun her katmanına girip meydana çıkan roman kahramanı, Güney’in pahalı kolejlerinden Harlem’in tekinsiz sokaklarına, ayaklanmalardan kilise ayinlerine uzanıyor; siyahların ayakta kalma ve övünç mücadelesinde kullandığı her tür stratejiyi deniyor. 
Amerikan edebiyatının manâlı yapıtlarından kabul edilen “Görülmeyen Adam”, ırkçılık, denklik, bağımsızlık gibi kavramları hem toplumsal ayrıca de felsefî ve psikolojik boyutları ile alıyor.
15. “Sevilen”, (1987) Toni Morrison
Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Toni Morrison’un 1988 Pulitzer Edebiyat Ödülü’nü şampiyon bu büyük romanın konusu, Amerika’nın iç savaşını izleyen yıllarda Ohio’da geçiyor; ve esir Sethe’nin ve ailesinin çevresinde dönüyor. 
Roman, Sethe’nin kölelikten özgürlüğe içten yaptığı zorlu yolculuğu anlatırken, halk ayrımının olanca şiddetiyle hüküm sürdüğü günlerde geçen olayları olanca gerçekliğiyle anlatıyor.
16. “Schindler’in Listesi”, (1982) Thomas Keneally
Schindler; Musevi sorununa, II. Dünya Savaşı’nda kendisine ait Krakow’daki fabrikasına toplama kamplarından kaçırttığı tutsaklarla cevap vermiş bir Alman sanayicisidir. Soykırımda onun listesinde yer elde etmek demek esir bir Musevinin geleceği için en azından bir umut demekti…
17. “Ağla Sevgili Yurdum”, (1948) Alan Paton
Bütün yaşamı Güney Afrika’da geçen, önceleri varlıklı beyaz çocukların eğitmenliğini, sonraları kara çocukların kapatıldığı bir “ıslahevi”nin yöneticiliğini yapan Bölge Paton, “Ağla Sevgili Yurdum”da; siyah insanlarla beyazların çelişki ve çatışmalarının yaşandığı bir ortamı, bütün yalınlığıyla anlatıyor.
1930’lu yıllarda Güney Afrika’da birtakım yenilikler yapılmaya başlanmış; ama, alabildiğine ilkel koşullarda yaşayan, ezilen, sömürülen, hor görülen kara derili insanların bu değişime ayak uydurmaları son derece sancılı olmuştur.
Hem zorlu bir yaşamla keza de aynı ölçüde acımasız beyazlarla cebelleşen; lakin o ülkenin kendi ülkeleri olduğu ve sevgide, acıda, emekte dayanışma içinde olmaları gerektiği bilincini edindikçe kendilerini ispatlama savaşımına girişen bu insanların dramı, Ağla Sevgili Yurdum’da en doğal hâliyle kağıda dökülmüştür.
18. “Gazap Üzümleri”, (1939) John Steinbeck
John Steinbeck’in tartışmasız en büyük eseri olan ve ona Pulitzer ödülünü kazandıran “Gazap Üzümleri”, 1939’da ilk önce yayınlandığında büyük tartışmalara yol açmıştır. Bütün dünyayı etkileyen “Büyük Buhran” döneminde, tarımın kapitalistleşmesi ve krizler sebebiyle fakirleşen kitlerlerin ayakta kalma mücadelesinin anlatıldığı bu romanda Steinbeck, arzu, yokluk ve despotluk yüzünden evlerini terk edip yollara düşmek zorunda kalan binlerce emekçi ailesinden birine odaklanıyor. 
Boş Yere meydana çıkan umutların, hüzne dönüşen sevinçlerin arasında insanlığın direncini ve onurunu çarpıcı bir dille anlatan, kapitalizmi sonuna kadar eleştiren “Gazap Üzümleri”, 20. yüzyılın en manâlı eserlerinden biri olarak görülüyor.
19. “Ivan Denisoviç’in Bir Günü”, (1962) Aleksandr Soljenitsin
Yayımlandığında dünyada keza edebi ayrıca de siyasi yankı uyandıran İvan Denisoviç’in Bir Günü, Stalinist baskıyı edebiyata içeren birincil roman.
Aleksandr İsayeviç Soljenitsin, “İvan Denisoviç’in Bir Günü”nde, toplama kamplarındaki zalim yaşama ve çalışma koşulları karşısında onurunu ve haysiyetini korumaya çalışan insanları anlatıyor. Benekli, soğuk ve adaletsiz bir ortamda hayata tutunan mahkûmların, insanlık dışı düzene nasıl dayanıklılık gösterdiklerini resmediyor.
Soljenitsin’in kendi anılarından yola çıkarak yazdığı roman, 1962 yılında yayımlandığında Sovyetler Birliği’nde büyük akustik uyandırmış, kısa sürede toplatılmış ve yasaklanmıştı. Stalinist dönemin yazarlar üzerindeki siyasi baskısını bilmek için okunması gereken bir roman.
20. “Germinal”, (1885) Emile Zola
1860’larda, Fransa’nın kuzeyinde, bayağı bir gecede, genç ve işsiz bir adam olan Étienne, Montsou’ya yürümektedir. Burası, sömürüye, yoksulluğa ve ölüme terk edilmiş bir madenci kasabasıdır. Étienne, kasabanın geçim kaynağı olan maden ocağına inecektir. Fakat anapara sahiplerinin giderek ağırlaştırdığı egzersiz şartları, bütün kasaba halkını hür ve ekmek için karşısında konulamaz bir mücadeleye sürükleyecektir. 
Germinal, işçi sınıfı mücadelesini en yalın doğallığıyla anlatan bir yapıttır. Romanda, maden ocaklarındaki ağır ve güvenli olmayan çalışma koşulları, maden işçilerinin yoksulluğu, iç dünyaları, sevgileri ve mücadeleleri son derece gerçekçi bir anlatımla tarif edilir. 
Zola’nın uzun süreli gözlemlere dayanarak oluşturduğu eser, tarih sahnesinde etkili bir özne olarak kendini duyuran proletaryayı, roman kahramanı olarak bitmiş canlandırır.
21. “Gece Asıl”, (1961) Kurt Vonnegut
2. Dünya Savaşı’nda Almanya’da bir Amerikan casusunun hikâyesini anlatan “Gece Asıl” casusun Almanların ne değin kahraman bir ulus olduğunu anlattığı bir radyo programında fiilen Amerika’ya sıcacık şifreler yollamaktadır. Casus savaştan daha sonra yakalanır; fakat  Amerika adına çalıştığını kanıtlayamaz…
22. “Otomatik Portakal”, (1962) Anthony Burgess
Orijinal ismi “A Clockwork Orange” olan yapıt İngiliz edebiyatçı ve müzisyen Anthony Burgess kadar kaleme alınmıştır. Kitap, esas olarak insanın makineleştirilmesine karşın klasikleşmiş bir distopya ve kara mizah örneğidir. Yapıt, ressam yönetmen Stanley Kubrick kadar filme de alınmıştır ve en başarılı roman uyarlamalarından biri olarak kabul edilmektedir.
23. “Fahrenheit 451”, (1953) Ray Bradbur
Amerikalı yazan Bradbury’in romanı kitapların itfaiyeciler göre yakıldığı, kitap okuyan, düşünen insanların değil edildiği, insanların sadece beyin yıkayan, ziyafet amaçlı televizyon programları izlediği baskıcı bir toplum yapısını anlatır. Yapıt Fransız yönetmen François Truffaut tarafından beyaz perdeye de aktarılmıştır.
24. “Hayvan Çiftliği”, (1945) George Orwell
theorwellprize.co.uk
Kurgu ustası İngiliz yazan George Orwell’ın Sovyet totalitarizmine yönelik kinayeli, fabl tarzında bir eleştirisi ve distopya örneğidir. Kitap yayımlandığında büyük ses getirmiş ve olumlu eleştiriler almıştır. Fakat Sovyetlerle arasını karışıklığa itmek istemeyen İngiltere’de sansüre uğramıştır.
25. “Uçurtma Avcısı”, (2003) Halit Hüseyni
“Uçurtma Avcısı”, Afganistan doğumlu Amerikalı yazan Halit Hüseyni’nin (Khaled Hosseini) ilk romanı. 2003 yılında yayınlanan kitap bir Afgan kadar İngilizce yazılı ilk romandır. New York Times’ın en fazla satanlar listesinde bir numaraya dek yükselmiştir.
Bu kitap şu lahza yaşanmakta olan yeni sömürgecilik dönemi, küreselleşme, kültürler arası çatışma, dinî ikiyüzlülük, ırkçılık, iç savaş ve göç gibi konulara bakış açısı getirmektedir. Keza cinsiyet ilişkileri/rolleri gibi kavramlara da değinmektedir.
26. “1984”,(1949) George Orwell
Sırada bir diğer Orwell yapıtı var. Romanın distopik dünyasında totaliter bir merkezi tek partinin yönetiminde nefret edilen şey, propaganda ve beyin yıkama faaliyetleri ile halkın kesintisiz yönlendirilmesi ve baskı altında tutulması anlatılmaktadır. Kitap komünizm ve faşizm gibi totaliter rejimlerin sağlam bir eleştirisidir. 
Roman daha sonra çok ünlenecek olan “Büyük Birader” gibi kavramları da içermektedir. Sadece distopya örneklerinin yok, genel anlamda en başarılı roman örneklerinden de biridir…
27. “Yaralısın”, (1974) Erdal Öz
12 Mart 1971 sonrasında üç defa tutuklanan Erdal Öz’ün ödüllü romanı “Yaralısın”, 12 Mart’ta yapılan işkenceleri bütün çıplaklığıyla anlatıyor.
28. “Biyopolitika”, (2011) Thomas Lemke
Biyopolitika, 11 Eylül’den sonraki teröre karşısında savaş, neo-liberalizmin doğuşu, ırkçı ideolojiler ve soykırım politikaları, çevre meselelerinin idaresi, kök hücreli araştırmaları, insanı kopyalama ve insan genom projesi türünden biyotıbbi ve biyoteknolojik yenilikler gibi oldukça ayrı konular üstüne dikkate almak için bir araç oldu. 
Rolünü fazla da abartmadan biyopolitikanın öyle çok tartışmada iktidarın günümüzdeki biçimlerini tahlil etmek ve eleştirmekte –yaşam ile ölüme, ırk ile toplumsal cinsiyete, vücut ile doğaya ilişkin sorunların yanı sıra iktidarla tahakkümün daha geleneksel sorunlarına bağlanarak son derece yeni ve benzersiz– bir yorum anahtarı görevi gördüğü söylenebilir. Aslına bakılırsa tartışmanın yoğunluğu ve biyopolitikanın önemi, terimin çağımızda asli olan kimi konuları tam da kalbinden yakaladığını göstermektedir.
29. “Hapishanenin Doğuşu”, (1975) Michel Foucault
İktidarın gücünü gösterişten aldığı eski siyasal sistemden, mümkün olduğunca ve gitgide artarak gelişen bir şekilde görünmez ayla geldiği modern siyaset sistemine geçiş; bir yana, iktidarı kişileştiren hükümdarın yerine adsız kişiler göre kullanılan bir yönetim aygıtının yerleşmesiyle, diğer yanlamasına da kamuya açık cezalandırmadan kuytu cezalandırmaya geçişle belirlenmektedir.
Kendini öne çıkaran iktidar, bireyin oluşmasını en-gellemiştir; ama karanlıklara çekilen çağdaş iktidar herkesi bireyselleştirmek istemektedir; çünkü bireyselleştirmek, gözetim aşağı yakalamak ve cezalandırmak, yani dominant edinmek demektir.
Böylece modern iktidar, çocuğu okulla, hastayı hastaneyle, deliyi tımarhaneyle, askeri orduyla, suçluyu hapishaneyle kuşatarak bireyselleştirmiş, tescil altına almış, sayısal ışık halkası getirmiş, bu nedenle hakim olmuştur. Her birey bir yerde belirli ülkü gelince, herkes denetim aşağıda olacak, gözetim aşağıda tutulacaktır. Çağdaş iktidar büyük gözaltıdır.
30. “Tanrısal İnsan”, (1995) Giorgio Agamben
Tanrısal İnsan, İtalyan sitüasyonizminin önde gelen isimlerinden Giorgio Agamben’in siyaset felsefesi geleneğini radikal olarak bitmiş düşünmeyi gerektiren benzersiz analizlerine bir yenisini ekliyor. Yakın geçmişteki egzersiz-larında kimlik, tekillik, cemaat kavramları üzerinde yoğunlaşan ve totaliter olmayan ama “kişi”den de hareket etmeyen bir cemaatin olabilirlik koşullarını araştıran Agamben, bu kitabında da çıplak yaşam kavramından yola çıkarak eski Yunan’dan bugüne Batı siyasi düşüncesine hâkim olan iktidar anlayışının görünmeyen yüzünü ortaya çıkarıyor. 
Michel Foucault’nun biyolojik modernliğin eşiği olarak adlandırdığı ve insanın biyolojik varoluşunun taşıdığı bütün güçlerle birlikte direkt siyasetin nesnesi haline gelmesi olarak tanımladığı biyosiyaset kavramını çıkış noktası olarak alan Agamben, Foucault’nun tersine biyosiyasetin yalnızca modernliğe özgü olmadığını, bambaşka biçimlerde de olsa Aristoteles’ten Roma Hukuku’na, İnsan Hakları Beyannamesi’nden Carl Schmitt’e, Auschwitz’den günümüz toplama kamplarına değin siyasi düşünce ve pratikleri boydan badana katettiğini gösteriyor. İnsanın biyoloji ile ilgili varoluşunu “çıplak yaşam” olarak kavramsallaştıran Agamben’e göre bütün bu süreçte laf konusu olan, yaşamın siyasi düzenin içine dahil edilmesi, sahiden etken iktidarın kendisini de kuran kökensel bir edimle iktidarın çıplak yaşam üstünde bağımsızlık kurmasıdır. 
Fakat hayatın siyasi düzene dahil edilmesi paradoksal bir biçimde ama belirli anlamlarda dışlanmasıyla gerçekleşir. Bu paradoksal durumu tarihsel olarak en iyi ifade eden figür ise Roma Hukuku’nda karşımıza çıkan Homo Sacer, yani “kutsal insan” figürüdür. Öldürülebilen fakat kurban edilemeyen bir kategori olarak kutsal insanın taşıdığı yaşam bununla birlikte egemenliğin alanını da belirler. 
Kendi çıplak hayatını kendi seçtiği bir biçimde siyasetin nesnesi haline getiren fakat bunu yaparken de “kutsal” olan hayatından vazgeçmeyi göze alan insanları “hayata döndürmek” üzere öldürebilen iktidar uygulamaları bu analizler ışığında daha kavranabilir ayla geliyor. Tanrısal İnsan, siyaset felsefesindeki yerleşik düşünme kalıpları ve tanımlardan vazgeçerek okunması gereken ve Debord’un Gösteri Toplumu’ndan Negri ve Hardt’ın İmparatorluk’una giden özel çizgiyi izleyen bir kitap.
31. “Körleşme”, (1935) Elias Canetti
Dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olduğu tartışmasız kabul edilen Körleşme, Almanya’da edebiyatın, politikanın lekeli gölgeleri aşağıda yitip gitmeye yüz tuttuğu bir dönemde yazılmıştır. Oysa, Elias Canetti kurguladığı vakit ve mekân, kullandığı dil ve üslup, karakterlerindeki soyutlamanın isabetliliği ve bunları aktarmadaki başarısı sayesinde sınırları aşmış, evrenselliğin en üst boyutlarına ulaşmıştır. 
Çoktandır kendi fildişi kulesine çekilmiş bir aydının trajedisinde cisimleşen Körleşme, insanoğlunun kendi eliyle kurduğu, daha sonra da kendisine yabancılaşmış, düşman kesilmiş bulduğu dış çevreyi, son derece eşsiz bir biçimde ve en uçta sayılabilecek araçlarla tanım etmeyi başarıyor. 
İnsanın hakikat karşı ne ölçüde körleşebileceğini, her dönemde ve her toplumda rastlanabilen “aymaz” aydınlatılmış karakterinde ustalıkla yansıtan Canetti, düşünce ile gerçeklik arasındaki kopuşun hikâyesini anlatırken yarattığı korku atmosferiyle okuru içten sarsıyor.
32. “Siyasal Kavramı”, (1932) Carl Schmitt
1932 tarihli bir herzamanki olan Siyasal Kavramı, Alman düşünür ve hukukçu Carl Schmitt´in yapıtları içinde kayda değer bir yere sahiptir: Siyasal kavramına ilişkin asli ölçütünü, yani dost-düşman ayrımını kurguladığı yapıtıdır. 
Kitabın temelindeki ilgi, devleti içinde bulunduğu kriz halinden çıkarmanın yollarını ortaya düzenlemek. Siyaset ile devletin ayrılığını ısrarla vurgulamasına rağmen Schmitt, aslında devletin neden toplumdan farklı ve toplumun üstünde olması gerektiğini tartışmıştır.
33. “İnce Memed 1”, (1955) Yaşar Kemal
Yakın zaman önce kaybettiğimiz usta yazan Yaşar Kemal’in “destansı” romanı “İnce Memed 1” koskocaman Türkçesi ve insanda ayaklanma ve çoşku duyguları uyandıran hikâyesi ile her an okurun zihninde fazla özel bir yere sahip.
Çukurova köylüsünün ağalığa ve onun getirdiği zulme karşısında mücadelesini anlatır.
34. “Veba”, (1947) Albert Camus
“Veba” Albert Camus’nün 1947 yılında yayınlanan en kayda değer romanlarından biridir. Camus, romanda, Cezayir’deki Oran şehrinde yaşanan veba salgınını çeşitli satırarası okumaları ile anlamlandırılacak şekilde anlatmıştır. 
Kitapta yapılan analojilerin en önemlisi bütün Avrupa’ya az kalsın kara bir veba gibi yayılan Naziler’in Fransa’yı işgalidir. 
Camus, varoluşun saçmalığına karşı, yine de ümit verici olmayı, uğraş etmeyi ve hayata manâ katmayı önerir.
35. “Biz”, (1924) Yevgeniy İvanoviç Zamyatin
Herkesin numaralarla adlandırıldığı ve her lahza dinlenip gözetlendiği bir ülkede, Tek Devlet’in komşu gezegenlere dağılmak için yaptırdığı uzay gemisinin çalışmalarına katılan bir mühendis günlük tutmaktadır. 
Herkesin devlete yardımsever ve iyi olmasının övgüsüyle başlayan jurnal, yavaşça mühendisin devletin başındaki İyilikçi’nin matematiksel, kusursuz düzeninin sorgulanmasına dönüşür.
36. “Kuyucaklı Yusuf”, (1937) Sabahattin Ali
Sabahattin Ali’nin romanında kasaba ve köy gerçekliği; bir bireyin iç dünyası, yalnızlığı ve değerleri üzerinden anlatılmaktadır. Kasaba hayatında eşraf ve bürokrasinin kurduğu adaletsiz düzene yönelik eleştiriler getirilir. 
Romanın sonunda Yusuf un kasabadaki eşraf ve bürokrat temsilcilerini öldürerek atını dağlara dürüst sürmesi nedeniyle eser, Türk edebiyatındaki başkaldırı ve eşkıya romanlarının öncüsü kabul edilmektedir. Eser bir üçlemenin parçası olarak düşünülse de yazarın erken ölümü nedeniyle maalesef gerçekleşmemiştir…
37. “Sineklerin Tanrısı”, (1954) William Golding
“Sineklerin Tanrısı”, günümüzde bir atom savaşı esnasında, ıssız bir adaya düşen bir avuç okul çocuğunun, geldikleri dünyanın tüm uygar törelerinden uzaklaşarak, insan yaradılışının temelindeki dehşet bir gerçeği ortaya koymalarını dile getirir. 
Konusu, R. M. Ballantyne’ın Mercan Adası gibi benzersiz bir mercan adasının cenneti hatırlatan ortamında başlayan bu roman, modern toplumlardaki çöküntünün, insan yaradılışındaki köklerini gözönüne sermek nedeniyle Mercan Adası’ndaki duygusal iyimserlikten apayrı bir yönde gelişir…
38. “Anne Frank’ın Anı Defteri”, (1947) Anne Frank
Anne Frank Bergen Belsen kampında 1945 yılının Mart ayında 15 yaşında öldü. Aileden hayatta kalan tek kişi olan Otto Frank onun tuttuğu günlüğünü yayınladı. Anne Frank’ın Anı Defteri o zamandan beri dünyada en fazla okunan kitaplardan biri oldu. Otuzun üstünde dile çevrildi ve 16 milyon adet satıldı.
39. “Körlük”, (1995) Jose Saramago
‘Körlük’, 1998 yılı ‘Nobel Edebiyat Ödülü’ sahibi Portekizli yazan Jose Saramago’nun yazdığı şayet de en güzel kitap. Otomobil kullanmakta olan bir adam, yeşil ışığın yanmasını beklerken birden körleşiyor. Körlüğü, başvurduğu doktora da bulaşır. 
Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün kente yayılır; öldürücü olmasa da tüm ahlâki değerleri değil etmeyi başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere şahit olur. Ayakta kalabilenler ancak kuvvetli olanlardır…
Anekdot 2: Her kitap listesi gibi bu liste de yetersiz ve kusurlu; bu sebeple yorumlarda beceriksiz olduğunu düşündüğünüz kitapları paylaşırsanız, hoşnut oluruz!
Onedio IQ’yu Facebook’tan peşine düşüp takip etmeyi unutmayın!
0 notes
epifizz · 5 years ago
Note
Hitler hakkında ne düşünüyorsun ? Faşizmi,sanatı..
Arendt totalitarizmi saf kötülük olarak tanımlar, bu noktada Hitler’in faşizminin konumu aşikar. Ancak Hitler’in faşizmin kurucusu gibi görülmesi hatalı, kendisi bu akımın, bu dönemin güce kavuşmuş bir çocuğudur. Özellikle Avrupa genelinde Hitler’e kadar faşizm katlanarak ve güçlenerek artmıştır ve ancak gücü ele geçirdiğinde ne kadar rezil bir şey olduğu görülmüştür. Bilim bile o dönemlerde faşizmi destekleyecek adımlar atmıştır ( her ne kadar temelde emperyalist tavrı meşrulaştırma gayesi gütse de). Kötülüğe tanıklıktan sonra bile bazı insanlar kendilerini üstün görmenin verdiği hazzı sevdiğinden bu günahı hala terkedememiştir maalesef. Hitler totalitarizminin temelinde kaybolan altın çağın vadi yatmaktadır, bu konuda bu vaatlerin tekrar duyulması da tedirgin edici ve dikkat edilmesi gereken bir noktadır diye düşünüyorum.
Hitler’in sanatıysa tam anlamıyla vasat. Anın katı donukluğu içerisine hapsedilmiş ve maddi kaygıların bolca hissedildiği eserler. Bir öykünmeyle -esrimeyle değil- atılan fırçalar onu ancak mimari olarak övülebilir kılıyor, akademi de kendisine zaten bu konuda ilerlemesini tavsiye etmişti.
4 notes · View notes
epifizz · 5 years ago
Note
Sizce, pek çok insanın onun yaratıcılığı sayesinde hayatını sürdürebildiği yaratıcı sınıf bir gün çalışmaktan vazgeçerse ne olur?
Avangart üretim sağlayan kişi olarak ele alırsak yaratıcıyı ve bunlar bir gün yok olsalar ya da işi bıraksalar, hayat sürmeye devam eder. Tek sorun hayat ilerlemez, yerinde sayar. Yerinde sayan anın mutlaklığı yapısı itibariyle bir şekilde totalitarizmi doğurur; totalitarizm insanları tek tipleştirerek varoluşlarını yok eder, kişinin düşüncesi efendinin düşüncesinin bir tezahürü olur, yozlaşma başlar ve yerinde sayan zaman geriye akmaya başlar. Kişilikten herkesliğe, herkeslikten yığınlığa gerileyen insan [ki bu noktada yığını insanlar bütünü olarak nitelemek artık anlamsızdır çünkü yığının içindekiler artık bir şey bile değillerdir] en sonunda toprağa karışır gider.
3 notes · View notes