#tartışmaya kapalı soru:)
Explore tagged Tumblr posts
Text
Ülker'in sahibi bile Tadelle der 😁
74 notes
·
View notes
Note
merhaba,
ismet özel'in şiirlerini ziyadesiyle seven fakat kişiliğinden hoşnut olmayan, fazla kibirli bulan, özellikle türklük gibi konulardaki görüşlerine hiç katılmayan bir kesim var. entelektüel birikiminizden cesaret bularak sormak istediğim bir soru, sizin ismet özel hakkındaki düşünceleriniz nelerdir acaba?
merhaba, ismet özel ziyadesiyle iyi bir şair, bu tartışmaya kapalı bir konu gerçekten. hatta birçok kişi tarafından "yaşayan en büyük türk şairi" diye geçiyor. geçmişten beridir sert bir dile de sahip. bu müslüman olmasından öncesine ve sonrasına da yansıyor. kendisi dönemin gerekleri neyse onu savunduğunu söylüyor. düşünceleri hakkında katıldığım noktalar da var katılmadığım noktalar da. türklük konusundaki bakış açısı daha çok avrupa'nın türklere nasıl baktığıyla ilgili diye düşünüyorum. bosna savaşı bunun en önemli örneklerinden birisi. katledilen halk boşnak olmasına rağmen sırp kasabı diye anılan ratko mladić "türklerden öcümüzü aldık" diye bir cümle kuruyor. aslında burada kastettiği müslümanlar. avrupa'nın daha çok türk=müslüman gibi bir bakışı var ama ismet özel'in türk tarihini, islamiyet'in kabulünden sonra başlatmasına katılmıyorum.
3 notes
·
View notes
Text
Heavenly Blessing – 100. Bölüm
Mega // Drive
Bölüm 100: Çılgın Yüzleşme, Susmayan Gülünç Kahkahalar
Eğer Lan Chang ‘Beni öldüren sendin’ gibi bir şey söylese yine de bu kadar şaşırtan beklenmedik bir haber olmazdı.
Xie Lian onun yıldırımıyla çarpılıp kalmıştı. “BEN Mİ?!”
Tahtın üzerinde, Jun Wu’nun alnına yasladığı eli bile kaymıştı. Tüm cennet mensupları konuşmayacak kadar şaşkındı, ardından hemen hepsi ona döndüler ve Jun Wu elini tekrar düzeltti, eli başında tekrar ağırbaşlı haline bürünmüştü.
Bu neydi? Herkesin gözlerinin önünde üçüncü sürgün cezası mı geliyordu?!
Xie Lian tüm zihninin uyuştuğunu ve sallandığını hissetti, ve kendini neredeyse dilinin ucuna kadar gelen her zamanki ‘kaldıramıyorum’ bahanesini yutmaya zorladı.
Bu sadece gündelik bir bahaneydi, böyle bir durumda kullanılmaya uygun değildi. Ayrıca zaten savaş tanrıları ve onların kadınlara olan tutumları hakkında Üst Cennet gizli kapaklı konuşulan edepsiz söylentiler vardı: Feng Xin bir kadın gördüğünde saygıyla kaçardı; Lang Qian Qiu bir kadın gördüğü anda kızarırdı; Mu Qing çirkin kadın görmeyi reddediyordu; Pei Su bir kadın gördüğünde ifadesi değişmezdi ama kim bilir aklından neler geçerdi; Quan Yi Zhen kadınları düşünmüyordu bile; ve Pei Ming’in tek düşünebildiği kadınlardı. Eğer Xie Lian şimdi bu bahanesini kullanırsa isminin de kara listeye ekleneceğinden emindi.
Xie Lian dürüst bir şekilde konuştu. “Lan Chang hanım lütfen sakinleşin. Böyle bir ihtimal söz konusu değil.”
Lan Chang’ın gözleri çanlardan daha da iri oldu. “Evet söz konusu. Sensin, Xian Le’nin Veliaht Prensi!”
“…”
Her ne kadar bu kadının ölümü onun yükselişinden sonra olsa ve uygun görünse de, eğer onunla tanışmış olsa en iyi kendisi bilmez miydi? Etraftaki tüm fısıldaşmaların arasında Xie Lian ciddileşti ve ağır bir şekilde konuştu. “Hanımım, aziz olmaya bilirim ama yine de sadakati bilirim. Eğer kişiyi sevmiyorsam asla o kişiyle hiçbir çizgiyi aşmam. Aşsam da, eğer dilenmem ve çöp toplamam gerekse bile, ailemi beslemek için sokaklarda şarkı çalmam, oyunlar sergilemem gerekse bile, yine de asla o kişinin en ufak bir dert yaşamasına izin vermem. Şu anda İmparator’un Salonundasınız, yalan sözler konuşmayın.”
Shi Qing Xuan da konuşmaya başladı. “Eğer sahiden Ekselansları böyle bir şey yapmış olsaydı, neden kadın hayalet ablayı cennete herkesle yüzleşmeye getirirdi ki? Ve neden bu Lan Chang hanım onu sadece şimdi tanıdı? Düşününce hepsi saçma geliyor.”
Saçma olduğunu anlamak kolaydı. Ancak ortada böyle bir sahne varken kimse mantıklı olup olmadığını umursamıyordu. Kalabalık vakur bir hal takındı ve hatta bir cennet mensubu kör bir tahminde bulundu. “Belki de şöyle olmuştur: belki Ekselansları hafızasını kaybetmiştir ve bu nedenle geçmişte yaptıklarını hatırlamıyordur?”
“Bence aradan sekiz yüz yıl geçtiği için kimsenin onu tanımayacağını düşünmesi daha inanılır.”
Xie Lian’ın sanki dili tutulmuştu ve kalabalığı ikaz etti. “İmkansız bir şeyi kanıtlamak için daha da düşünülmez bir şey uydurmak tehlikeli bir yoldur.”
Kenardan Feng Xin konuşmak istermiş gibi görünüyordu, ama anki düşüncelerini toparlayamamış gibi durdu ve sessiz kaldı. Jun Wu boğazını temizledi ve konuştu. “Xian Le, geçmişte kaç tane Altın Kemerin vardı?”
Xian Le elini alnına götürdü. “…Çok. En az on kadar…”
Mu Qing düz bir şekilde konuştu. “Kırktan fazla, her birinin işlemesi ve deseni farklıydı.”
Ancak sözler ağzından çıktığı anda ne kadar uygunsuz olduğunu fark etmişti ve çenesini kapattı, çünkü insanların çoğu anında Mu Qing’in Xie Lian’ın kişisel hizmetçisi olduğunu ve günlük hayatında ona yardımcı olduğunu hatırlamışlardı, bu sayede böyle ayrıntıları hala hatırlıyordu. Pek çok cennet mensubu ise düşünmekten kendini alamadı sadece Altın Kemerler bile yeterliydi, ki kırk taneden fazlaydılar, bu Ekselansları Veliaht Prensin olağanüstü derecede lüks bir hayat yaşamışt��. Sadece diğerleri de değil, Xie Lian’ın kendisi bile şu an geçmişi düşününce utanmış hissetti. O zamanlar her gün farklı bir müsrif kıyafet giyerdi ve her seferinde kemeri de değişirdi, giydiği kıyafete uygun olanı takardı, şimdi ise koca bir senede sadece üç takım kıyafeti çevire çevire giyiyordu. O üç takımda bire bir aynıydı ve tek bir bakış bile insanların onun sadece tek bir kıyafet giyebilecek kadar fakir olduğunu düşünmesi için yeterliydi. Jun Wu sordu. “Ve şimdi neredeler, hatırlıyor musun?”
Xie Lian ve Feng Xin aynı anda sessizce ‘eh’ diye inlediler.
Xie Lian alnını ovaladı. “Ehem, pek sayılmaz. Sonuçta sekiz yüz sene önceden bahsediyoruz. Nereye gittiklerini uzun zaman önce unuttum.”
Sadece unuttukları için değildi, o zaman işler ne zaman sıkışsa o ve Feng Xin bir şeyleri rehin bırakırlardı. O kadar çok eşya böylece yitmişti ki, geride sahiden kemer kalmış mıydı hatırlayamazdı. Feng Xin’in de bu konuyu tartışmaya cesareti yoktu ama yine de konuştu. “Altın Kemere sahip olabilmenin tek yolu birisinin vermesi veya bir yerden almak.”
Jun Wu da aslında Xie Lian’ın hatırlamasını beklememişti ve devam etti. “Xian Le, kullandığın gelişim yönteminin beden saflığı gerektirdiğini, yoksa ruhani güçlerinin büyük bir zarar göreceğini hatırlıyorum.”
Xie Lian. “Doğru.”
Shi Qing Xuan tekrar atıldı. “Pekala. Ekselanslarına sadece bakarak bile böyle bir gelişim yöntemi seçtiğini söylemek için yeterli, yani doğru olmalı. Eğer öyleyse, birisini hamile bırakmayı geç, eminim kimsenin elini bile tutmamıştır.”
Xie Lian tam ‘evet öyle’ demek üzereydi ki, aniden aklına soluk beyaz, ince eller geldi; yeşim kadar soğuk, parlak kırmızı duvağından yansıyan ve üçüncü parmağında ince kırmızı bir ip olan eller. ‘Evet öyle’ sözleri boğazına takıldı, artık onları söyleyemezdi. Salondaki herkes dikkatle onu izliyordu ve onun kımıldanması açık bir şekilde ‘öyle değil’ demekti!
Ancak ‘hiç el ele tutuşmamış olmak’ çok düşük bir kriterdi ve el ele tutuşmuş olsa bile büyük bir olay sayılmazdı. Shi Qing Xuan hemen ekledi. “Eğer el ele tutuştuysa bile, daha önce kimseyi öpmemiştir bile.”
Xie Lian tekrar ‘evet öyle’ demek istedi, ama bu kez gözlerinin önüne oluk oluk yükselen kristalimsi hava kabarcıkları, dağılan şeffaf baloncuklar geldi. Ardından gözleri kapalı fevkalade yakışıklı bir yüz, düzgün şekilli alının üzerindeki v şeklindeki saç çizgisi, görülmeye değer bir güzellik...
Bu kez, tek kelime edemediği gibi tüm yüzü parlak bir kırmızıyla boyandı.
“…”
“…”
“…”
Anında salondaki tüm cennet mensupları anlamıştı ve kuru öksürükler her yerden yükseldi. Shi Qing Xuan söylediğine pişman olmuştu, bir kez yelpazesini kendi alnına vurdu ve özel iletişim rününden Xie Lian’a gizlice iletti. “Özür dilerim Ekselansları. Tek istediğim masumiyetini diğerlerine inandırmaktı, ama öyle olmadığını fark ettim. Demek böyle tecrübelerin oldu, sahiden hiç aklıma gelmezdi!”
Bu ‘hiç aklıma gelmedi’ sözü Xie Lian’ın iradesi parçaladı. Zorlukla öksürdü. “Artık konuşma. Aslında kazara olmuştu…”
Jun Wu’nun eli yumruk olmuş ve dudaklarına bastırılmıştı, yüksek sesle boğazını temizledi. “Çok iyi. Bu yıllarda bir ihlalde bulunmadın, doğru mu?”
Xie Lian en sonunda rahat bir nefes verdi. “Evet.”
“O zaman kolay olacak.” Jun Wu devam etti. “Bir kılıcımın ismi ‘Yan Zhen’ ve özel bir yetisi var. Eğer bir bakirenin kanı üzerine damlarsa, lekelenmez ve kan süzülürken daha da parlar. Bir damla kanını üzerine damlat ve gerçeği görelim.” *ÇN: Yan Zhen; Görkemli Fazilet olarak çevrilebilir.
Her ne kadar herkes Jun Wu’nun yıllardır hobi olarak nadir ve tuhaf kılıçlar topladığını bilse de, yine de tüm cennet mensuplarının aklında tek bir soru vardı, Neden lordumuzun elinde böyle saçma kılıçlar var? Böyle şeyleri toplamanın ne faydası olur…
Xie Lian’ın kendisi gelişen olaylar nedeniyle gittikçe daha da şaşkına dönüyordu ve tek dileği en kısa sürede tüm bunların sonlanmasıydı. Ling Wen hissi ‘Yan Zhen’ kılıcını getirdi ve elini anında kılıca değdirdi. Sayısız göz ilgiyle izliyordu ve Shi Qing Xuan alkışladı. “HARİKA. OLAY KAPANDI!”
Kan damlaları kılıcın üzerinde aktı, beklenildiği gibi artlarında tek bir iz dahi kalmamıştı. Kanıt dağlar kadar sağlamdı ve kalabalığın tek yapabileceği meseleyi kapatmaktı. “Ah, öyle mi.”, “O zaman kim olabilir?” sesleri son derece donuktu, adeta hayal kırıklığı damlıyordu.
Ling Wen nazik bir şekilde Lan Chang’a döndü. “Hanımefendi, lütfen bize dürüst bir şekilde hangi cennet mensubu olduğunu söyleyin. Karnınızdaki cenin ruhu zapt edilmez bir halde ve güçlü değilsiniz, bu yüzden sadece kendi kanından olan babası onu sakinleştirip eğitebilir. Bence…”
Beklenmedik bir şekilde daha o sözlerini bitiremeden Lan Chang Ling Wen’i işaret etti ve haykırdı. “SEN! BABASI SENSİN!”
“…”
Ling Wen: “???”
Ling Wen muhtemelen bu toplantıya katılmak için doğrudan tapınağından çıkıp gelmişti ve erkek formundaydı. Aniden Lan Chang’in çocuğunun babası olarak gösterilince, şaşırıp kalmıştı. Tüm cennet mensupları gülüverdi. Pei Ming kahkahayı bastı. “Soylu Jie, raporlarını bitirdin ve sonra hamile bırakacak bir kız bulmaya mı gittin? HAHAhahahahaha…”
Karma dedikleri bu olsa gerekti. Ling Wen başını iki yana salladı ve minnetle Shi Wu Du’nun tutkulu bir şekilde ‘canı yeğenine’ bayram harçlığı verme isteğini reddetti. İfadesi normale döndü ve konuştu. “Bitirmedim ve zamanım da yok.”
Böyle kaotik bir ortamın ardından, pek çok cennet mensubu zan altında bırakılmıştı, doğal olarak artık kimse Lan Chang’a inanmazdı. Feng Xin daha fazla izlemeye dayanamadı ve somurtkan bir halde konuştu. “Anlaşıldı. Bu kadın hayalet en başından beri deliymiş ve buraya sadece suç atmaya ve sorun çıkartmaya gelmiş.”
Lan Chang kıkırdadı, kulağa gittikçe daha deli gelmeye başlamıştı. Eğer böyle devam ederse kim bilir bir sonrakinde kimi suçlayacaktı ve bu nedenle tüm cennet mensupları geri adım attı. “Evet, kim bilir, belki Altın Kemer çalıntıdır…”
Ancak Lan Chang peşini bırakmayacaktı, ellerini kalçasına koydu ve haykırdı. “NE, KAÇABİLCEN Mİ SANDIN? ÇOK GEÇ! OLMAZ! SENSİN, SENSİN VEYA SENSİN!”
Bu noktada bariz bir şekilde rastgele birilerini işaret ediyordu ve sessizce köşede durmakta, dolu ağzındaki şeyleri çiğnemekle meşgul olan Mu Qing bile zorla bir kez baba olarak gösterilmişti. Büyük salonda tam bir kaos vardı ve herkes kaçışıyordu. “GÖTÜR ŞU KADINI, GÖTÜR!”, “DAHA FAZLA SAÇMALIK YAYMASINA İZİN VERME!”, “JIE JIE BENİM TİPİM BİLE DEĞİL İFTİRA ATMA!”, “NE YÜZSÜZLÜK!”
Jun Wu elini salladı ve bir cennet mensubu Lan Chang’i almak üzere geldi. Büyük salondan çıkartılırken bile çığlık atmaya ve kulak tırmalayıcı kahkahalarına devam etti. Salondakiler en sonunda sakinleşmişti ve yerlerine geri döndüler, başları ağrıyordu. İlk başta hepsi meselenin onları ilgilendirmediğini düşünmüşlerdi ve buraya sadece eğlenmek için gelmişlerdi, ama şimdi bok kovasının kimin başının üzerinde duracağı belli değildi, belki hatta kendilerinin ölümlü diyarda ürkünç makyajlı bir kadın hayalet ve binlercesini katletmiş hayalet bir oğulla yeni oyunları bile çıkardı. Tehlikeyi sezince, hepsi geri çekilircesine ellerini kaldırdılar. “BU MESELEYİ İNCELEMEYE İMKAN YOK!”
“Bence direk deli bu kadın. İncelemeye gerek yok, sadece zaman kaybı olur. Hapse atılsın yeter.”
“Hayalet diyarı bilerek olay çıkartmaya çalışıyor olabilir.”
Xie Lian ise katılmıyordu. “Yolda gelirken Lan Chang hanım oldukça bilinçliydi, o zaman neden salona girdiği anda bu hale geldi? Korkarım bu olanlar ‘deli’ diyerek geçiştirilemez.”
Bu nedenle salon ikiye bölündü, tartışıyor ve münazara ediyorlardı, ama en sonunda sonuç hiç değişmiyordu ‘Bekleyip görelim’. Görüşme sonlandırıldıktan sonra Xie Lian birkaç gün sonra onunla vakit geçirmek için ölümlü dünyaya inmeye söz veren Shi Qing Xuan’la vedalaştı ve büyük salondan çıktı, iç çekiyordu, Hepsi Ling Wen Sarayı verimli değil deyip duruyorlar, ama yapacak bir şey de yok. Buraya ne zaman bir şeyler tartışmak için toplansak, o kadar çok ses ve anlaşmazlık oluyor ki ve hiçbir zaman somut bir sonuca varılmıyor, bu durumda Ling Wen Sarayı herhangi bir şeyi nasıl yönetebilir?
Tam bu sırada arkasından birinin yaklaşmakta olduğunu fark etti ve arkasını döndüğünde Feng Xin olduğunu gördü. Hafifçe şaşırmıştı, Feng Xin sessizce ve aceleyle konuşmaya başlamadan onu selamlayamamıştı bile. “Mu Qing’e dikkat et.”
Xie Lian da sesini alçalttı. “Mu Qing mi?”
“O salona girdiği zaman kadın hayalet tuhaf bir tepki verdi, sanki ondan korkarmış gibiydi.” Feng Xin devam etti. “Başka insanların kişisel kaçamakları umurumda değil, ama her şekilde, kendine dikkat et.” Bunu söyledikten sonra hızla uzaklaştı. Xie Lian olduğu yerde kalakaldı ve Feng Xin uzaklaşana dek bekledi.
Her ne kadar çok belli bir ifade olmasa da, Xie Lian aslında çok dikkatli bir şekilde her cennet mensubunun ifadesini ve aynı zamanda Lan Chang’in tepkilerini izliyordu, doğal olarak Mu Qing’i de kaçırmamıştı.
Ancak cenin ruhunun babasının Mu Qing olduğunu düşünmüyordu. Xie Lian, Mu Qing’in böyle bir şey yaptığını hayal dahi edemezdi. Gerçekçi olmak gerekirse Mu Qing odaklanmış bir kişiydi ve aklı hep kendi gelişimindeydi, dövüş sanatlarına çalışır ve bölgesini genişletir, inananlarının sayısını artırırdı. Ayrıca, onunla aynı gelişim yöntemini kullanıyorlardı ve gücüne zarar gelmemesi için asla bir kadına dokunmazdı. Ancak Mu Qing Lan Chang’i tanıyordu; bu kesinlikle doğruydu. Ama böylesine küçük ipuçları… Xie Lian başını iki yana salladı ve Cennetten indi.
Her ne kadar cenin ruhu baskılanmış, Lang Ying ve Gu Zi de zengin tüccarın konutunda tok bir şekilde duruyor ve endişelenecek hiçbir şey olmasa da, yine de uzun süre uzaklaşması iyi bir şey değildi. Eğer oyalanırsa, onu göremeyince zengin tüccar muhtemelen söylenmeye başlardı. Bu nedenle Xie Lian indiği gibi doğrudan Puji şehrine gitti. Zengin tüccar onu gördüğü anda hemen ellerine yapıştı ve heyecanla haykırdı. “DAOZHANG! SAYGIDEĞER, MUHTEREM K��Şİ! Dün gece metresimin odasında uyudunuz ve kapılar kilitliydi, ancak bu sabah açtığımda gözlerine inanamadım! Gitmiştiniz! Güçlü! ÇOK GÜÇLÜSÜNÜZ! EE?! CANAVARI YAKALADINIZ MI?”
Xie Lian cevapladı. “Yakalandı, endişe etmeyin. Artık her şey yolunda. Yanımda getirdiğim iki çocuk nasıl?”
Zengin tüccar sanki tüm günahları bağışlanmış gibi sevinçten ağladı. “İyiler, çok iyiler! Çok bir şey yemiyorlar bile! Daozhang, QianDeng Tapınağınız nerede? Bağışta bulunacak ve minnettarlığımı göstereceğim! Bugünden sonra, tapınağınızın cemaatine benim adımda yazılacak ve kimse benimle boy ölçüşemeyecek!”
Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilmiyordu, ama sonuçta yeni bir inanan edinmişti ve bu kişi son derece zengindi, bu yüzden memnun olmuştu. Zengin tüccara erdem konusunda ders verdi ve dırdır etti, gelecekte uçkuruna düşmemesini salık verdi, eşine ve ailesine karşı gelecekte daha sadık ve sevgi dolu olmasını, bir gün Puji Manastırını ziyaret etmesini söyledi. Ardından Xie Lian yanında Lang Ying ve Gu Zi’yle birlikte ayrıldı.
Puji köyüne döndüler ve Puji Manastırının önüne geldiler. Xie Lian lütfen-bağışta-bulunun-ve-yenilenmemize-yardımcı-olun tabelasını aldı ve daha göze çarpan bir noktaya yerleştirdi, gizliden gizliye zengin tüccarın hemen görmesini istiyordu, ardından içeriye girmek için kapıları ittirdi. Ancak kapılar açıldığı anda mekanda bir tuhaflık olduğunu fark etti.
İçeriye girince, sahiden de farklılık olduğunu gördü. Evin yerleri süpürülmüş, sunak masası ve sandalyeleri silinmiş, tozlar temizlenmiş ve hatta köşedeki çöp bile atılmıştı. Sanki Nehir Salyangozu Hanım uğramıştı; her yer tertemizdi. *ÇN: Nehir Salyangozu Hanım; Halk hikayelerinde bir karakter, bir balıkçı tarafından kurtarılır ve evine alınır. Balıkçı gündüz işe gittiğinde bir kıza dönüşür ve ev işlerini yapar. Balıkçı bunu öğrendikten sonra sonsuza dek mutlu yaşarlar.
Qi Rong bile yoktu!
Onun olmayışıyla sanki tüm mekan daha ferah ve parlak bir hal almıştı ve hatta havası bile daha tazeleyiciydi. Ancak Gu Zi’nin kollarında şehrinden özellikle getirdiği etli turtalar vardı ve içeriye bakıp kimseyi göremeyince endişelenmişti. “Ağabey, babam nerede?”
Xie Lian hemen arkasını döndü. Bir tehlike hissettiğinde daha kapıyı kapatmamıştı bile, saldırının ürpertici ışıltısı geldi ve anında karşılık vermek üzere Fang Xin’i çekti. ÇIN! Ürpertici ışığı yarı yolda savruldu, metrelerce öteye uçtu.
Kılıcı kınından yıldırım kadar hızlı çekmişti ve aynı hızla geri yerleştirmişti. Rahat bir nefes verdi ama hemen kafası karıştı, Hepsi bu mu? Neden başka saldırılar gelmiyor?
Ürpertici ışığa bakmak için döndü; onun saldırısının ardından uzaklarda bir yere düşmüştü, yamuk bir şekilde toprağa saplanmıştı. Uzaklardan bakarken, o kıvrılmış gümüş kemer gittikçe daha tanıdık gelmeye başlıyordu. Xie Lian iki çocuğu da alarak oraya gitti ve açık bir şekilde gördüğü anda hemen yere çömelerek haykırdı. “Bu… E-Ming? Sorun ne?”
Bir kılıca ‘sorun ne’ diye sormak son derece tuhaf bir manzaraydı. Geçmekte olan birkaç çiftçi Xie Lian’a tuhaf bakışlar attı ve birbirlerini dirseklediler. “Bak, şu adam, bir bıçakla konuşuyor…”, “Evet, gördüm. Amma tuhaf, uzaklaşalım buradan…” Ancak Xie Lian’ın sorması gerekiyordu çünkü kabzasındaki belirgin gümüş göz de dahil E-Ming’in tüm bedeni şiddetle titriyordu, sanki hastalık kapmış gibi, her an titremeleri artıyordu. Xie Lian elini uzattı ve endişeli bir şekilde sordu. “Canını mı yaktım?”
Çevirmen: Nynaeve
149 notes
·
View notes
Text
Olan Biten, Bitemeyen
İşte, başlayabilirim. Avm’ye girdim, kapıda yeterli doz radyasyon aldıktan sonra deneyimli bir CIA ajanı gibi emin ve umursamaz adımlarla tuvaletin yolunu tuttum. Bir kabinde ayaklarımı sıkan klasik ayakkabılarımı parlak beyaz spor ayakkabılarımla, açık mavi muavin gömleğimi ise beyaz ince kumaştan yapılmış tişörtümle değiştirdim. Pantolonum durabilir, çünkü o tamamlayıcı unsurlarına göre yeterince klasik veya yeterince spor görünüme bürünebiliyor. Şu “business casual” denenlerden. Sonra şu meşhur 2. nesil kahvecilerden en popüler olanına değil de bir küçüğüne oturdum ve random bir kahve istedim. Karşı karşıya olan bu rakip kahvecilerin birinde oturacak yer bile bulamıyorken diğerinde ise at koşturabiliyor olmak işime geldi açıkçası, dikkat çekmeden yaşamayı huy edindim uzun süredir.
Öncelikle belirtmeliyim ki birazdan anlatacağım şeyler yaşanmış bir hikayeden esinlenilerek yazılan birtakım umut-umutsuzluk-heyecan-koyverme-yeniden umut-nötralleşme gibi duygular döngüsünden dışarı çıkmama ihtimali olan cümleler bütünü olacak.
Hikayemiz bir yılın Ocak ayında başlıyor, Ocak Ankara’sının o karlı, ayazıyla sakinlerinin sabrını sınadığı günlere tekabül ediyor. Hikayenin öznesi olan çocuk nispeten rutine bindirebildiği, maddi veya manevi olarak çok da tatmin olmadığı ama hiç yoktan iyidir diye düşündüğü için çalışmaya devam ettiği işine devam ederken telefonu çalıyor. Son birkaç aydır olduğu gibi yine daha önceden anımsayamadığı bir sabit telefon numarası tarafından arandığını görünce arayanın o rastgele başvurduğu ve umarsızca mülakatlarına girip çıktığı, sonra da ya kabul etmediği ya da beklentilerini yüksek tuttuğu için kabul edilmediği orta ölçekli firmalardan biri olduğunu düşünerek telefona cevap veriyor. Ama yanıldığını anlaması uzun sürmüyor zira bu seferki farklı çünkü o hayalini kurduğu, ülkenin en prestijli, en kurumsal (en taş*klı) savunma sanayii firmalarından biriydi (ismi Savunma olsun) arayan ve görüşmek için çağırıyorlardı. Heyecanlanmıştı çünkü bu 6 aydan uzun süredir beklediği fırsattı ve sonunda onu keşfetmişlerdi işte. Bir başka bu ölçekte firmayla ise daha öncesinde görüşmüş ancak bu hayatında girdiği ilk iş mülakatlarından biri olduğu için eline yüzüne bulaştırması tesadüf olmamıştı. Artık güçlerini birleştirecek ve birlikte ateş edeceklerdi, tatatatata. Ya da başka bir deyişle çocuk daha çok şey öğreneceği, daha çok kazanımlar elde edeceği (halk arasındaki tabirle para), daha düzenli, daha kurumsal, daha çok bilinen, daha çok istediği, daha çok memur gibi takılabileceği ama öte yandan da yine kılık kıyafet konusunda çok katı olmayan bir ortamda çalışabileceği (ki her ne kadar alay konusu olsa da kılık kıyafet yönetmeliği onun için önemli bir kriterdi) bir yerde hayatının geri kalanında çalışabilecek ve o hayalini kurduğu oyuncakları alabilecek, fotoğraflarını gördükçe içinin eridiği yerlerde bulunabilecekti. Tüm bunların hayali ve hevesiyle mülakata girdi çocuk, sanıyordu ki hemen alacaklar ve ertesi gün işe başlatacaklar. Mülakat bitti ve sonucu beklemeye başladı. Burada beklemekten kastımız çalışmaya devam etmek, biraz önce bahsi geçen orta ölçekli firmalarla İK’cılık oynamaya devam etmek ve hatta iş falan değiştirmek, kısacası arka planda biraz önceki umutları beslemeye devam ederek hayatını hiçbir şey olmamışçasına idame ettirmek.
Hayat devam ediyordu ve günler günleri, haftalar haftaları kovalıyordu. Çocuk çalıştığı işinden sıkkınlık, bıkkınlık ve başka birtakım maddi/manevi sebepleri mazeret göstererek ayrılmış, bir yandan kafa dinliyor bir yandan da kendini fazla yormadan “daha iyisi” için bakınıyordu ki, çat! Bir telefon daha. O az önce bahsi geçen şirketlerin bir diğeri (ismi Defans olsun), görüşmeye çağırıyor ve çocuk yine aynı heyecanlı sahneleri yaşıyordu. Bu sefer prosedür de farklıydı, sadece eli kolu bağlı beklemek yerine kendini gösterme şansı da vardı zira işleyişe göre verilecek bir konuyla ilgili sunum yapması gerekiyordu. Nitekim sunumu yaptı, ama olaya beklenildiğinden farklı bir bakış açısıyla yaklaştığından çok da etkili olamadı. Lakin ondaki “ışığı” görmüş olsalar gerek ki bir ikinci bir şans verdiler, daha spesifize edilmiş bir konuda hem de. Bu ikinci şansı daha iyi değerlendirdiğini düşündü çocuk. Neticede daha açıklayıcı ve tartışmaya kapalı cümleler kurmuş, sorulara daha net cevaplar vermişti. Sonra tekrar beklemeye başladı…
Olayları anlatıp detayları atlamayayım derken duyguları kaçırdığımı fark ettim. Daha doğrusu şu yukarıda sıraladığım paragrafların herhangi birinde duyguları doğru düzgün iletemediğimi, ilkokul seviyesinde bir günlük yazar gibi sadece olanları en basit cümlelerle aktardığımı fark ettim ki sıçayım böyle yazacağım yazıya. Olanı biteni maddeleyeyim:
Defans şirketine yaptığı sunumdan hemen sonra başka bir işte çalışmaya başladı (ismi Kardeşler Enerji İnş. Tic. Taahhüt A.Ş. olsun - ama görünüşte global bir şirket olsun - bu amcalara da methiyeler dizmek için sayfalar gerekir, ama boşverdim o kısmı)
Yeni işinde birkaç haftadır çalışıyordu ki Savunma şirketi yeniden görüşmeye çağırdı ve umutlarını tazeledi, lakin görüşmeler en başa dönmüş, başka birimler için en baştan (“adın, soyadın” kısmından) başlamıştı görüşmeler.
Sonra yine umutları azalırken ve çalışmaya devam ederken, hatta şehir değiştirmişken Defans şirketinden gelen telefonla ve telefonda belirtilen “bir sonraki aşamaya geçildiği” bilgisiyle yeniden aklı başından gitti ve topukları kıçına vurarak görüşmeye yollandı.
Ve yine gördü ki B şirketinde de yeni bir birim için görüşmeye çağırılmıştı ve prosedür “yine” taaaa en başa dönmüştü, şu “adın-soyadın” kısmına ve sonrasında yeniden sunum yapmalı olan kısma.
Bu son maddeyi görüşmenin başında fark etmişti ki, o anda bir rahatlama geldi. Daha doğrusu biraz siktir etmişlik hali, biraz da ümitsizliğin verdiği koyvermişlik hali. Yani, neticede şu an halihazırda yarı-memnun olduğu bir işi vardı ve en başa dönmüştü. Kabul edilirse çok güzel bir dönüm noktası olacaktı hayatı için ama edilmezse de bu onu derinden etkilemeyecekti. Bu nedenle ipleri eline almaya karar verdi, arkasına yaslandı, suyundan bir yudum aldı ve çapraz sorguda gibi gelen soru salvolarını ustaca cevapladı. Arka arkaya gelen soruları sıraya dizmeyi ve sonra hepsine teker teker cevap vermeyi, cevabı verirken ilgili kişinin gözlerinin içine bakıp içinden “senin sorunun cevabını şimdi veriyorum madafaka” demeyi, ve hatta sorular arasında boşluklar oldukça (ki o gergin sessizlik anlarını bilirsiniz) o boşluklara kendiyle ilgili, işle ilgili veya karşısındaki beyaz yakalı niggalarla ilgili anekdotlar, sorular sıkıştırmayı becerdi. Mülakatın sonuna doğru herkesin yüzü gülüyordu. Çocuk “ya sıçtım batırdım ya da onları etkiledim, ortası yok” diye düşündüğünden gülüyordu, karşısındakiler de ya “ne dallama çocukmuş geldi gerzek gerzek konuştu vaktimizi çarçur etti” diye düşündüklerinden, ya da “bebe iyiymiş la, baksana biraz biliyor bu işleri” diye düşündüklerinden gülüyordu. Çocuk insanların duygularını yüzlerinden okuma konusunda henüz o kadar yetkin değildi, ama en azından ihtimalleri 2'ye (ama en uç noktadakilere) indirgemeyi başarabilecek kadar iyiydi.
O umursamaz, dalga geçercesine gülümsemesiyle odadan çıktı, beklentilerini minimum seviyede tutarak yaşamaya ve o haberi beklemeye devam etti.
Bir şehrin daha az popüler olan Y kahvecisinde başlayan yazıyı başka bir şehrin daha popüler olan X kahvecisinde bitirebildim. Aynı avm’de karşılıklı konumlanan yine aynı rakiplerin farklı şehirlerdeki şubeleriydi tesadüfen. Bunun sebebini de birazdan elime alacağım yeni pilot kalemimle (keşke dolma kalemim de bana eşlik ediyor olsaydı) yeni siyah deri kapaklı eşantiyon ajandama aktaracağım, en azından parmaklarım uyuşana kadar. Ama bu sebepleri iki kelimeyle özetlemem gerekirse: Yeni Hayatım.
Daha da sonrasında, yaklaşık 1 yıl sonra bu yazıyı yayınlamadığımı fark edip bir kere daha elden geçirdim. Bu sefer ise kahvecide değil, evimde sıcak yatağımda bilumum grip çaylarımı yudumlarken. O siyah deri kapaklı defterime neler yazdığımı çok iyi hatırlıyorum. O yazdığım yazıyı da yarım bırakıp 2 veya 3 seferde bitirebildiğimi. O yeni hayatıma nasıl adapte olamadığımı, bu iş görüşmelerinin nasıl sonlandığını, o son mutlu haberi beklerken nasıl fiziksel ve ruhsal olarak çöküşe geçtiğimi, son günlerde artık saatleri bırakıp dakikaları saymaya başlayışımı.. Hepsini çok iyi hatırlıyorum ancak bu yazıyı daha fazla uzatmamak için burada noktalıyorum. Anlatırken bazen “acaba abartıyor muyum, en kötü durumda olan ben miyim gerçekten, benden çok daha kötü durumda olan binlerce insan yok mu dışarıda” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Ancak bugüne kadar yaşadıklarımı, hangi yollardan geçtiğimi, hangi amaçlarla neleri yapıp neleri feda ettiğimi en iyi ben bildiğimden, anlatırken abartı gibi görünen detayların bile benim için önemli olduğuna, önemli kazançlar veya önemli problemler olduğuna kanaat getirip “böyle oldu, ne eksik ne fazla” diyorum. Bu benim hayatım ve benim problemlerim, benim çözümlerim.
2 notes
·
View notes
Photo
KARANTİNA ... 066 ...&& . . IŞİD MİLİTANLARI KALDIKLARI hapishaneden kaçar ve Türkiye sınırları içerisine yayılım gösterirlerse ülkenin, dünya devletleri tarafından karantinaya alınma ihtimali var mıdır! . Dünya ülkeleri henüz bitirdiklerine inandıkları terörün bir alanda toplandığı, rahatça gezdiği bir alanda olduğunu bilirse, bu durum her TC vatandaşının gittiği her ülkede çok sıkı kontrol altında tutulacağı anlamına gelir, gelebilir. . Ülkeye geçişler zorlaştırılacak, bir çok kişi oturum belgesinin iptali ile karşılaşabilecek. Yeni vizeler almak isteyenlerin çoğuna vize verilmeyecek ve uluslararası alandaki hareket alanı gittikçe daralacak mı! . Bir ülkeye karantina uygulamak henüz tedavülde olan bir uygulama değildir. Çünkü bunun sağlık koşulları dışında henüz sosyal, güvenlik, siyasi, ekonomik nedenleri yoktu. Ancak kapalı kapılar ardında olan devasa bir örgütün kapıları açılır ve dünya yeni bir güvenlik problemi ile karşılaşırsa, bu uygulamanın ilk uygulanacağı ülke bizim ülke olabilir. Bununla gurur DUYMAK gerekir mi, tartışmaya açıktır. . Bunun yanında bazı olumlu sonuçlar verecek şüphelerimde yok değildir. Soru şudur, bir örgütün kökünü sonsuza kadar kazımak için bütün uluslararası güç odakları ve alanları ORTAK bir karar ile bu insanları serbest bırakıyoruz diye sahaya sürerek onların yok olmalarını mı planlamış bulunmaktadırlar. Böyle bir antlaşma var ise bu uluslararası güçlerin bir çok konuda muhalif olmalarına rağmen terör ve terörizm konusunda ittifak halinde hemde sıkı bir ittifak halinde olduğunu gösterir ki, sonuç insanlığın işine yarayacak bir sonuç olacaktır. Her ne kadar ölecek olanlar terörist olmalarına rağmen insan olsalar dahi ve ölüm hiçbir şekilde tasvip edilmese de ve istenen bir şey olmasa da sonuç insanlığın yeni bin yıla hep birlikte ayakta kalkacağının ispatı ve göstergesi olur. . Bu son durumda Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin şu anda yaptığı sınır ötesi operasyon kutsal bir görev olarak görülebilir, görülmelidir. . . HaNAR . . #thehanardevelopment #personalconstutionaltrials #hanargelisim #HaNARgelisim #hanargelisimtakvimi #theroad #birey #kişiselanayasadenemeleri #kişiselanayasa #God #bakışaçısı #tasarım #religionofnewworldpe (kurtderesi mahallesi) https://www.instagram.com/p/B3nVdokA6so/?igshid=bql21norx4xd
#thehanardevelopment#personalconstutionaltrials#hanargelisim#hanargelisimtakvimi#theroad#birey#kişiselanayasadenemeleri#kişiselanayasa#god#bakışaçısı#tasarım#religionofnewworldpe
0 notes
Text
Dini nikahlı eşinin boğazını kesen şahsın cezası, müebbette çevrildi
Son Dakika https://www.vatankocaeli.com/dini-nikahli-esinin-bogazini-kesen-sahsin-cezasi-muebbette-cevrildi-18602h.html
Dini nikahlı eşinin boğazını kesen şahsın cezası, müebbette çevrildi
‘nin ilçesinde 2014 yılında otobüs durağında dini nikahlı eşini otobüs durağında boğazını keserek öldüren şahsa verilen 25 yıl hapis cezası Yargıtay’ın bozma ilamı sonrası müebbette çevrildi.
Olay, 20 Nisan 2014 tarihinde Kocaeli’nin İzmit ilçesi Hacıhızır Mahallesi İnönü Caddesi’nde meydana geldi. Edinilen bilgilere göre, Ömer Akdoğan (52) isimli şahıs, otobüs durağında karşılaştığı dini nikahlı eşi Sevgi Zağlı (42) ile tartışmaya başladı. Tartışmanın büyümesi sonrasında Akdoğan, Zağlı’yı boğazından bıçakladı. Talihsiz kadın kanlar içinde yerde kalırken, Akdoğan Saraybahçe Polis Merkezi’ne giderek teslim oldu. Olayı gören çevredeki vatandaşların vermesi üzerine bölgeye polis ve sağlık ekipleri sevk edildi. Olay yerine gelen sağlık ekipleri tarafından ambulansa alınan Zağlı, Kocaeli Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Hastanede yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayan kadın hayatını kaybetti. Gözaltına alınan Akdoğan ise tutuklanarak cezaevine gönderildi.
25 yıl hapis cezasına çarptırılan şahıs tekrar hakim karşısına çıkartıldı
2014 yılı Aralık ayında hakim karşısına çıkartılan zanlı “Kasten Adam Öldürme” suçundan 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Aile, Çalışma ve Sosyal Politikalar Bakanlığı vekalet ücreti nedeniyle mahkemenin verdiği karara itiraz etti. İtiraz sonrası Yargıtay, mahkemenin kararını bozarak yeniden gönderdi. Kocaeli 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde söz konusu dava yeniden görüldü. Davaya Kartal H Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda tutuklu olarak bulunan Sanık Ömer Akdoğan SEGBİS aracılığıyla bağlanırken, taraf avukatları da davada hazır bulundu.
25 yıl hapis cezası müebbete çevrildi
Yaptığı savunmada 2014 yılından beri tutuklu olduğunu belirten Akdoğan, Yargıtay’ın bozma ilamını kabul etmediğini belirtti. Sanık avukatı ise sanığın tahliyesini talep etti. Mahkeme tarafından son sözü sorulan sanık Ömer Akdoğan, takdirin mahkemenin olduğunu ifade etti. Mahkeme heyeti verdiği kısa bir aradan sonra kararı açıkladı. Mahkeme heyeti, Sevgi Zağlı’nın öldürülmesine ilişkin olarak sanık hakkında daha önce verilen 25 yıl hapis cezasını müebbet hapis cezasına çevirdi.
Sanıktan mahkeme başkanına şoke eden soru
Öte yandan, Ömer Akdoğan hakkında mahkeme heyeti herhangi bir indirime gidilmeyeceğini belirtirken, Aile, Çalışma ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın lehine vekalet ücreti talebini reddetti. Sanık Ömer Akdoğan mahkeme başkanına sorduğu “Vicdanınız rahat mı” sorusuna mahkeme başkanı “Benim rahat, asıl senin rahat mı” şeklinde cevap verdi. – KOCAELİ
0 notes
Text
CHP'nin kapalı grup toplantısından Kılıçdaroğlu'na 'tam yetki' çıktı
Tüm haber ve son dakika gelişmelerini Haber İhbar Hattı ile anlık takip edin! Haber için önce http://www.haberihbarhatti.com/2018/chpnin-kapali-grup-toplantisindan-kilicdarogluna-tam-yetki-cikti/4803/
CHP'nin kapalı grup toplantısından Kılıçdaroğlu'na 'tam yetki' çıktı
İttifak görüşmeleri sürerken toplanan Cumhuriyet Halk Partisi kapalı grup toplantısında, Kılıçdaroğlu’na Cumhurbaşkanı adayınının belirlenmesi ve ittifak çalışmalarında tam yetki verildi.CHP’nin kapalı grup toplantısında, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’na ittifak çalışmaları için tam yetki verildi. Kılıçdaroğlu başkanlığında parti genel merkezinde gerçekleşen toplantı, yaklaşık 3 saat 40 dakika sürdü. Toplantıda, CHP Grubu’nun Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’na, cumhurbaşkanı adayının belirlenmesi ve ittifak çalışmalarında tam yetki verdiği bildirildi. 42 MİLLETVEKİLİ SÖZ ALDI CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu başkanlığında parti genel merkezinde gerçekleştirilen kapalı grup toplantısının ardından açıklamada bulundu. Grup Toplantısı’na Maltepe Cezaevi’nde tutuklu bulunan İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu, uzun bir süredir tedavi gören Adana Milletvekili Aydın Uslupehlivan ve yurt dışında görevli heyetler dışında bütün milletvekillerinin katıldığını aktaran Özel, 42 milletvekilinin söz alarak görüş bildirdiğini kaydetti. KILIÇDAROĞLU SÜRECİ BİZZAT YÜRÜTECEK Özel, toplantının başında Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir açılış konuşması ve Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan’ın da sunum yaptığını, ardından Genel Başkan Kılıçdaroğlu’na ittifak sürecinin yürütülmesi ve CHP’nin cumhurbaşkanı adayının belirlenmesi konusunda oy birliğiyle yetki verildiğini bildirdi. Bundan sonraki süreçte, Kılıçdaroğlu’nun partiler arası temasları, ya bizzat ya da görevlendirdiği yöneticiler aracılığıyla sürdüreceğini vurgulayan Özel, CHP’nin cumhurbaşkanı adayını tamamen belirginleştikten sonra kamuoyuyla paylaşılacağını belirtti. Özel, açıklamalarının ardından basın mensuplarının sorularını yanıtladı. GÜL GÜNDEMDEN ÇIKTI MI? “Kılıçdaroğlu’na bu yetki verilirken, Abdullah Gül olmasın şartı gündeme geldi mi?” şeklindeki soru üzerine Özel, bu konuda çok spekülasyon yapıldığını, kendisinin ve Tezcan’ın yapmış olduğu açıklamadan sonra böyle bir tartışmanın partinin gündeminde olmadığının açıklık kazandığını, bu konuda herhangi bir tartışmanın bulunmadığını bildirdi. “Abdullah Gül, CHP’nin gündeminden çıkmıştır diyebilir miyiz?” sorusunu Özgür Özel, şöyle yanıtladı: “CHP’nin adayı konusunda daha önce çokça tanımlamalar yapmıştık. Açıklandığında tüm CHP’lilerin büyük bir memnuniyetle kabul edeceği, hiçbirinin itiraz etmeyeceği bir adayımız olacağını söylemiştik. Bu anlamda zaten CHP’nin gündeminde böyle bir tartışma yoktu. Burada bir yanlış anlaşılma olmaması gerekir. İlkelerin ve geleceğe bakış açısının ifade edilmesi gerektiği bir süreçte sunni olarak bir ismin tartışmaya açılması sonucunda… Kimseyi de rencide etmek istemiyoruz. Örneğin, Saadet Partisi’nin adayı olabilecek Sayın Abdullah Gül’ün ismiyle ilgili bizim bir tartışma yürütmemiz mümkün değil. Bir kez daha tekrar etmemiz gerekirse, Sayın Abdullah Gül’ün CHP’nin adayı olması geçmişte de bugün de gündemimizde yok.” “CHP’nin cumhurbaşkanı adayının ne zaman açıklanacağının” sorulması üzerine Özel, “Bu konuda tüm yetki Sayın Genel Başkan’da. Elimizde bir seçim takvimi taslağı var. Bu takvim doğrultusunda en uygun zamanda CHP’nin adayı açıklanacak.” dedi. TAM MUTABAKAT “Cumhurbaşkanı adaylığı konusunda sürpriz bir isimin olup olmayacağı”na dair soruya karşılık Özel, şunları kaydetti: “Bu kadar herkesin birbirini tamamladığı, üzerinde tam bir mutabakatın olduğu, bu kadar morallerin yüksek olduğu, gelecekle ilgili kaygıların bu kadar az, umutların bu kadar fazla dillendirildiği kapalı grup toplantısına ilk kez şahitlik ediyorum. Bugün bu kadar coşkulu, heyecanlı… Pazar günü büyük bir kumpası bozmanın verdiği özgüven, bunun toplumda yarattığı tepki ve bunun ortaya çıkardığı büyük bir dalga ve bu anlamda toplumun tüm kesimlerinden CHP’ye yönelik olarak yapılan olumlu değerlendirmelerin morali bugün grup toplantısına yansıdı. Birbirini tamamlayan, birbirine katkı sunan, geleceğe ait umutları pekiştirerek artıran ve kendi kendine umudun yükseldiği bir toplantı oldu. Bugünkü toplantıyı nasıl özetlerseniz derseniz, yüksek bir umut ve tam bir mutabakat.” VEKİLLERDEN DÖRT ÖNERİ Toplantıda, bazı milletvekillerinin, cumhurbaşkanı adayı olarak Grup Başkanvekili Özgür Özel’i, Yalova Milletvekili Muharrem İnce’yi, İstanbul Milletvekili İlhan Kesici’yi ve Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’i önerdiği belirtildi. Milletvekillerini dinledikten sonra konuşan Kılıçdaroğlu’nun, “Türkiye’nin ekonomisinin kötüye gittiğini” vurgulayarak, ekonomiden anlayan, ekonomi konusunda başarılı çalışmaları olmuş bir cumhurbaşkanı adayının belirlenmesinin önemine işaret ettiği öğrenildi.
kaynak: CHP’nin kapalı grup toplantısından Kılıçdaroğlu’na ‘tam yetki’ çıktı
Anadolu Ajansı, DHA, İHA tarafından geçilen tüm yerel haberler bölümünde Haberihbarhatti.com editörlerinin hiçbir editoryal müdahalesi olmadan otomatik olarak ajans kanallarından geldiği şekliyle yer almaktadır. Bu alanda yer alan haberlerin hepsinin hukuki muhatabı haberi geçen websiteleri ve ajanslardır.
Görüş, öneri ya da şikayetiniz paylaşmak isterseniz, İletişim Formunu doldurarak bize ulaştırabilirsiniz. En kısa sürede değerlendirip size geri döneceğiz.
Tüm gelişmelerden haberdar olmak için Facebook sayfamızı takip edin!
Kaynak: http://www.haberihbarhatti.com/2018/chpnin-kapali-grup-toplantisindan-kilicdarogluna-tam-yetki-cikti/4803/
#CHPnin#çıktı#Grup#kapalı#Kılıçdaroğluna#tam#toplantısından#yetki#Adana#Aydın#Dünya#Eskişehir#Güncel#Istanbul#Yalova
0 notes
Text
Gümüs Saçlı Adam’dan Taranta Babu’ya;20ŞUBAT18.
Sen bir hayalsin ki bu, sana benimkine kıyasla daha geniş bir hayal gücü, daha keskin bir hayat algısı kazandırıyor Taranta Babu. Söylesene, insan neresi ile sever? Beyni, kalbi, gözleri, burnu veya dokungaçları ile mi? Beyin, kafatasının içindeki bulaşık süngeri. Kalp, göğüs kafesinde çırpınan, kilitli, heyecanlı kuş. Diğerleri, bedenin sensörleri, duyan gören koklayan ve hisseden. Onların hiçbiri, teker teker çaktıkları kıvılcımlara rağmen bir yangın çıkaramazlar. Onlara güvenerek, alevlerin tatlı sızısı, yakan öpücüklerini tadamaz yanmaya razı olan. Ruh’a ne dersin, ruh mudur sevmek eylemini gerçekleştiren avadan? Nerede saklar insan ruhunu, acıması için, ne şiddetle, vücudunun hangi bölgesini, nerelere çarpmalıdır ademoğlu? Eskiler daha mı mahirdi bu eylemlerde ve zaman içerisinde evrilirken neresi küçüldü de kaybetti bu maharetini? Bu değişim, gelişim mi, yoksa geri gidim mi? Var mı bu sorulardan her hangi birine makul bir yanıtın?
Cevabının olmadığının farkındayım. Benim de yok. Biliyorum ki, sevmek, mükemmel iş. Özellikle de güzel, korkunç, kudretli ve iyi kafanda, yıldızlı karanlıklar varsa. Somutlar içerisinde iyi-kötü bir fikrimiz var, değil mi? Soyutlar üzerine tartışalım biraz; ruh mesela. Bir ruhun var mı senin? Nereden edindin onu? Yaradılışında kırmızı kurdeleli bir kutuda mı sunuldu sana? Paketin içinden bir kullanım kılavuzu çıktı mı? Okudun mu onu, yoksa Anadolu usulü “kullanırken öğrenirim” mi dedin. Kutudan başka neler çıktı? İçerik bilgisi, kurulum talimatı, güvenlik uyarıları, saklama koşulları, optimum kullanım amacı ve süresi? Dedim ya; çarparak mı öğrendin bunları yoksa? Çarptığında canın çok yandı mı? Kelimeler, darbeler, bakışlar, dudak kenarında beliren küçümseyen kıvrımlar, tavır ve davranışlar, hangisi daha çok acıtır? Ruhunun hassas yönlerini de deneme-yanılma metodu ile öğrenmeye kalktığında korkmadın mı geri dönülmez hasarlar vermeye ruhuna? Kutudan garanti belgesi çıkmadığını biliyorum. Sosyal medyanın abuk anketlerine benzedi mektup; çok fazla mükerrer soru var ve ilk sorunun, “Bir ruhun var mı senin?” sorusunun cevabı hayır ise, geri kalan tüm sorular çöp.
Biliyorsun Taranta Babu, ben hep çarparak öğrendim. Henüz bir delikanlıyken, sorun değildi çarpmak; ne kadar sert olursa olsun vurduğum granit blok, kalkmayı, takla atıp savuşturmayı becerdim. O bloğu oraya koyana küfrettim önceleri. Sonraki çarpışmalarda, granit bloğun üzerinde kalın kafamın bıraktığı tanıdık göçüklerden fark ettim, önünde yeniden ayaklarım üzerine dikilmeyi zafer sandığım, takla atarak savuşturdum dediğim bütün engellerin aynı blok olduğunu; bunu geç fark ettiğim ve buna rağmen kafamı vurmaktan vazgeçmediğim için kendime sövdüm. Savaşı ancak, döğüşmeyi bıraktığında kaybedersin. Akıllanmayacağım Taranta Babu, ben yine vuracağım, tekrar vuracağım; doktorlar bir “acı eşiği”nden bahsediyorlar, ona ulaştıktan sonra vurup vurmamak bir şey değiştirmeyecek, acımayacak nasıl olsa.
Uzun kolları geniş omuzlarından sarkan sarsak yürüyüşlü adamın yaşında, 15’imde iken aşkı çoktan tanımlamış, hatta eski tanımları güncelleyip, geçerliliğini yitiren tanımların üzerini birkaç kere çizmiştim. İşin doğası gereği, güncelleme sayısı, tanımlama sayısından daima bir eksik. Her yeni tanımda, öncekilerin üzerini bir kez daha çizmenden olacak; 15’lik delikanlının yaptığı tanım, okunacak gibi değil. Her yeni tanımı yaparken daha eksik bir heyecan yaşıyorum artık ve sanırım aynı noktalardan, eski tanımları okuyamadığım için, defalarca geçtim. Çölde, yolunu göz kararı bulmaya çalışan tek gözlü bedevi gibiyim; kutup ayılarını da ardımdan çekerek, ufkumu ne kadar geniş tutsam, o kadar büyük yarıçaplı daireler çiziyorum.
Bütün kadınlarımı hatırlıyorum Taranta Babu; ilkinden, sonuncusuna kadar tamamını hatırlıyorum. İlk aşkım, ilk makas aldığım, ilk tuttuğum el, ilk öptüğüm yanak, dudak vesaire, ilk tenimi paylaştığım, ilk terimi paylaştığım. Onların beni hatırladığından daha iyi hatırlıyorum onları. Bir kağıt alsam önüme, yukarıdan aşağıya bir çizgi ile ikiye bölsem. Sol tarafa iyi, sağ tarafa kötü yanlarını yazsam o kadınların. Hadi, hayal edelim, yapıyorum dediğimi; sol taraf iyi, sağ taraf kötü. Sakın yanılma, sol tarafta gördüğün bazı şeyler sana iyi, sağ tarafta gördüğün bazıları da kötü gelmeyebilir. Sınıflandırmayı sadece benim algım belirliyor ve bu, tartışmaya kapalı. İyi dediğimin iyi, kötü dediğimin kötü olduğunu bilmen için son 25 yıllık arayı kapatmalı, benim yaşadıklarımı yaşamalısın. Kağıt dolunca mı ne yapacağım? Almayacağım ikinci bir kağıt, harfler arasında kalan boşluklara rastgele dağıtacağım kelimeleri. Orta çizgiyi sınır alıp, sağ tarafı koparıp atacağım; kötülük de kötü de istemiyorum artık hayatımda, sol tarafı karşıma koyup seyredeceğim, senin portren olacak o. Sonra portreyi katlayıp cebime koyacağım. Sadece bakmayı bilen gözler görecek güzelliğini, sadece ben göreceğim. Bir çok kadından geldi o görüntü, ve klasik, etten kemikten bir kadın olsaydın, bu durum feci rahatsız ederdi seni. Bence hiç sorun değil, kızmıyorum onların hiçbirine. Onların bazıları parçalanmış cesedim üzerinde dans etmek isteyebilirler, canları sağ olsun. Hem ben onlardan çok şey öğrendim, hem de bazı özellikleri senin varoluşuna katkı yaptı. Hırsızlama değil o bahsettiğim özellikler Taranta Babu, hiçbir şey karşılıksız olmadı; aldığımdan fazla verdim genellikle. Babamın oğluyum ben, telaffuz ettiğim en iyi yüzlerce cümleden birisidir “üstü kalsın”
Kendi beynin, kalbin, kelimelerin ve dilin olmadığı için çok şanslısın. Baksana, bir soru sağanağı altında kaldın. Bu kadar soru sorup yanıt alamayınca öfkelenirim normalde ya, şimdi sadece kulaklarımı dikip gaipten sesler duymaya çalışıyorum, sokak dinlemesine dönüşüyor. Onlarca şey doluyor kulaklarıma, duymak istemediğim, ihtiyacım olmayan bir yığın gereksiz ses; tanımadığım birilerinin ahlaka mugayir hal ve hareketleri, tuhaf yemek tarifleri, son çıkan online oyunun incelikleri, altı boş özgüven bildirgeleri vs. benim sorularıma yanıt yok. Biliyor gaip; ses verse, seni soracağım.
0 notes
Text
Atonal Müzik Bağlamında İkinci Yeni ve Behçet Necatigil Şiiri - Gökhan TUNÇ
İkinci Yeni’nin farklı söylemini anlamlandırma konusunda Ece Ayhan ve Hüseyin Cöntürk tarafından atonal müzik kavramına başvurulur. Bunun yanı sıra Hilmi Yavuz, Behçet Necatigil’in Kareler kitabının atonal bir karaktere sahip olduğunu iddia eder. Sözü edilen şair ve yazarların bahsedilen vasıflandırmaları, Türk şiirinde atonal müzik karakteri gösteren şiirlerin tartışılması ge- rektiğini düşündürür. Bu makalede, İkinci Yeni ve Behçet Necatigil’in şiirleri merkeze alınarak Türk şiirinde atonal müzik yapısını kullanan şair ya da bu yapıya sahip şiirle- rin tartışma konusu yapılması amaçlanmaktadır. Klasik Batı müziğinin 19. ve erken 20. yüzyılda yaşadığı ton krizi, atonal müzik diye adlandırılan bir müzik tarzının ortaya çıkmasına yol açar. Her ne kadar kavramın içeriği konusunda tam bir uzlaşım olmasa da klasik Batı müziğindeki besteci, dinleyici ve bestenin konumunu değiştiren bu müzik tarzı, Batı dünyasında büyük ses getirmiştir. Sözü edilen yeni müzik tarzı, Türk şiirinin, ileride daha ayrıntılı ele alınacağı gibi, yeni ürünlerinin niteliğini açıklamak için birtakım eleştirmenlerce kullanılmıştır. Fakat makalenin kapsamı bakımından atonal müziğin bizi daha çok ilgilendiren yönü, Türk şiirinin hangi şairinin ya da şairlerinin bu kavramla ilişkilendirilebileceği konusudur. Örneğin Hüseyin Cöntürk ve Ece Ayhan, İkinci Yeni şiirine atonal bir özellik atfetmelerine karşılık, Hilmi Yavuz atonal müzikle ilişkilendirilebilecek şiiri, Behçet Necatigil’in Kareler kitabıyla yazdığını belirtir. Fakat Hilmi Yavuz, İkinci Yeni’nin atonal müzik olup olmadığına ilişkin bir tartışma yürütmez. Bahsedilen bütün bu karşıt düşünceler, bizim Türk şiirinde atonal müziği kimin ya da kimlerin temsil ettiği konusunda düşünmemize neden olur. Çünkü İkinci Yeni’nin yazdığı şiirle Necatigil şiiri aynı karakteristiğe sahip değildir. Bu nedenle ifade edilen kişilerin yazıları bağlamında atonal müziğin Türk şiirindeki temsili tartışılabilir. Sözü edilen tartışmaya geçmeden önce atonal müzik tartışmalarına kaynaklık eden şiirde anlam sorunu ele alınacak, daha sonra Hüseyin Cöntürk ve Umberto Eco’nun atonal müzik tanımları merkezinde Türk şiirinde atonal müzikle ilişkilendirilebilecek şair ya da şairlerin kimler olduğu sorusu cevaplandırılacaktır. İkinci Yeni’nin isim babası olan Muzaffer İlhan Erdost, İkinci Yeni’nin getirdiği farklı söylem tarzını şiirde anlam soru- nuyla ele almış ve bu konuda Pazar Postası adlı gazetede şunları söylemiştir: ‚Bu şiir *İkinci Yeni+ bir şey söylerse, söylediği rastlantısaldır. Yani ozan bir düşünceyi, bir duyguyu, bir olayıanlatmak için mısra kurmaya gitmez. Kelimeleri alır, onlardan mısrasını kurar.‛ ‚Kelimelerle gelen kavramlar rastlantısal ol- duğu gibi, bu mısraların kurulmasıyla ortaya çıkacak olan an- lam da rastlantısaldır.‛. ‚Çünkü bu şiirin amacı bir şey söyle- mek değil, kendisini kurmaktır.‛ ‚Salt geometrik biçimlerle, renklerle kurulmuş bir desen, bir nakış gibi.‛ ‚İkinci Yeni bir şey anlatmaz, bir şey söylemez.‛ (Erdost Pazar Postası 23 Aralık 1956). Görüldüğü gibi Erdost, İkinci Yeni’nin anlam poetikasını somutlayabilmek için desen ve nakış örneğini kullanır. Desen ve nakış, gibi İkinci Yeni şiirinin de bir şey söylemek için değil, kendisini kurmak için yazıldığını iddia eder. Erdost’un bahse- dilen düşünceleri, modern şiirin iletişim işlevinin ötesinde bir görevi olduğuna ilişkin kanıyla paraleldir, bu anlamda Erdost’un İkinci Yeni’nin amacının bir şey söylemek değil, ken- disini kurmak olduğunu söylemesi Jakobson gibi modern ku- ramcıların düşünceleriyle örtüşür. Fakat desen ve nakış örnek- lerinin İkinci Yeni şiirinin anlam meselesini çözümlemekten uzak olduğunu görürüz. Erdost’un İkinci Yeni’nin anlamsız olduğuna ilişkin düşüncelerini temel alarak birçok eleştirmen Erdost’un tavrından farklı olarak İkinci Yeni’yi eleştirmiştir. Örneğin Asım Bezirci İkinci Yeni Olayı adlı kitabında, İkinci Yeni’nin kuramcısı ve yayımcısı olarak nitelendirdiği Erdost’un İkinci Yeni’nin anlamsız olduğuna ilişkin yargısından yola çı- karak İkinci Yeni şiirinin sözü edilen anlamsızlık boyutuyla şiirle ilgili okurların çoğunun yitirilmesine neden olduğunu söyler (Bezirci 1974: 113). Asım Bezirci’nin bahsedilen görüşleri, onun şiirin iletişim işlevini öncülediğini gösterir. Bu şekilde Bezirci için okurun yazılan ürünleri anlaması başat bir özellik taşır. Öte yandan Erdost’un da birçok tartışma yaratan daha önceki düşüncelerini ileriki yıllarda değiştirdiğini görürüz. Erdost, ‚İkinci Yeni Üzerine Konuşma‛ adlı mülakatında, İkinci Yeni’deki anlam sorunu üzerine şunları söyler: ‚Özünde kar- maşık ve güncel olan ve tarihsel derinliği olan anlam, karmaşık ve biçimsel derinliği olan yeni anlatım biçimiyle, ilk bakışta daha güç, ama anlatım yönünden daha zengin, duyarlık yö- nünden daha etkin bir teknikle sunulabilir. İkinci yeni, anlam- sızlığı ilke olarak savunmadı, şiirin anlamsız olarak suçlanmasına karşı çıktı, şiirin anlamsız da olabileceğini vurgulayarak, ona tam bir serbestlik tanıdı. Anlamın, şiirin yeni biçiminden dolayı anlaşılmamış olması da bir gerçekti; yeni biçime yabancı olan için, bu şiirde anlam bulmak olanaksızdı da.‛ (Erdost 1984: 169). Görüldüğü gibi Erdost, aradan geçen uzun bir zamandan sonra İkinci Yeni’yi daha derli toplu değerlendirme imkânı bulmuş ve bu değerlendirmenin sonucunda ‚şiirin söz yapısın- daki alt üst‛ oluşun anlamsızlık olduğu yargısına varmıştır. Bu bağlamda Erdost, İkinci Yeni’deki anlam ve anlatım farklılığını somutlamak için her ne kadar desen, nakış benzetmesinden vazgeçse de, anlam ve anlatımı açıklamak için nakış gibi yeni bir ilişki düzlemi getirme gereği duymaz. Sözü edilen ilişkiyi Hüseyin Cöntürk atonal müzikle İkinci Yeni şiirini ilişkilendire- rek kurar. Bu noktada konumuz için esas önemde olan Hüseyin Cöntürk’ün İkinci Yeni için kullandığı atonal müzik benzetmesi tartışma konusu yapılabilir. İkinci Yeni şairleri arasında sayılan Ece Ayhan da Hüseyin Cöntürk gibi kendi şiirleriyle atonal müziği bağdaştırır ve ‚Ayağa Kalkarak ‘İkinci Yeni’ Akımı‛ adlı yazısında, İkinci Yeni’nin atonal bir özelliğe sahip olduğunu söyler; fakat dü- şüncelerini geliştirmez (Ayhan 1999: 59-60). Bu nedenle İkinci Yeni’nin atonal bir niteliğe sahip olduğunu söyleyen ve bu sa- vını temellendirmeye çalışan Hüseyin Cöntürk’ü esas kabul etmek ve tartışmak gerekir. Hüseyin Cöntürk, ‚Yeni Şiir ve Yeni Müzik‛ adlı yazısında atonal müziğin şu özelliklerine de- ğinir: ‚Atonal müzikte beklenmedik bir şekilde hava değiş- tirme, birden askıda kalma, bir yola alışmadan başka bir yola atılma vardır (<) Böyle bir müzik karşısında duyulan duygu ise, çokluk, onun ‘anlamsız’ olduğudur. İşte bazı yeni şiirler karşısındaki duygusal durumumuz da böyledir.‛ (Cöntürk 1960: 75). Cöntürk, alıntılanan cümlelerde görüldüğü gibi İkinci Yeni’nin anlamsız bulunmasını, atonal müzikle kurduğu yapı benzerliği ile anlatır. Bu yapı benzerliğinin temel özelliğini ise yadırgatma olarak belirler: ‚Alıştığımız müzikte bir şartlanma vardır. Bu biraz bizim tabiatımız icabıdır. Bir parçayı dinlemeye başlayınca ilk notalar bizi şartlar, bizi öyle bir havaya alıştırır, öyle bir yola sokar ki parçanın arkasını ancak o yolun içinde bulursak seviniriz. Beğenme bir soy alışma, alışılanı bulma de- mektir.‛ (Cöntürk 1960: 75). Cöntürk, bu ifadelerle tonal müzi- ğin alışmaya dayandığına değinir. Öte yandan atonal müziğin ise beklenmedik bir şekilde hava değiştirmeye, birden askıda kalmaya, bir yola alışmadan başka bir yola atlamaya dayandı- ğını dile getirir (Cöntürk 1960: 75). Bahsedilen kavramsallaştır- malar, Rus Biçimcilerinden olan Viktor Şklovski’nin otomatik- leşme ve farklılaştırma (yabancılaştırma / ostranenie) kavramla- rıyla ifade ettikleri anlama denk düşer.
Bilindiği gibi, Şklovski, ‚Teknik Olarak Sanat‛ adlı ma- kalesinde algılamaların genel yasaları incelendiğinde, eylemle- rin alışkanlık hâline gelir gelmez otomatikleştiğini söyler. Ona göre böylece bütün alışkanlıklarımız bilinçdışı ve otomatik bir ortama kayar (Todorov 2005: 76). Tam bu noktada, Şklovski, günlük yaşamımızdaki otomatikleşmiş algılarımızı farklılaştır- manın yolunun sanattan geçtiğini söyler. Nesneler kişilere ya- bancılaştırılacak, biçimi anlamsız kılınacak, algılamanın güç- lüğü ve süresi artırılacaktır. Sözü edilen durumu Şklovski şöyle dile getirir: ‚İşte, yaşam duygusunu vermek, nesneleri hisset- tirmek, taşın taştan olduğunu duyurmak için, sanat dediğimiz şey vardır. Sanatın amacı, nesne duygusunu, görünen şey ola- rak vermektir, tanınan, bilinen olarak değil; sanatın tekniği nesneleri farklılaştırma (yabacılaştırma), biçimi anlaşılmaz kılma, algılamanın güçlüğünü ve süresini artırma tekniğidir. Sanatta algılama edimi, kendi başına bir erektir ve uzatılması gerekir; sanat, nesnenin oluşunu hissetme aracıdır; daha önce ‘olmuş’ olanın sanat için bir önemi yoktur.‛ (Todorov 2005: 78).
Şklovski’nin kavramlarıyla Cöntürk’ün atonal müzik tanımını şöyle yorumlayabiliriz: Dinleyicilerin alışılmış, oto- matikleşmiş müzik algısını atonal müzik, beklenmedik bir şe- kilde hava değiştirme, bir yola alışmadan başka bir yola atla- mayla farklılaştırır. Bu anlamda atonal müziğin temel özelliğini Cöntürk’ün farklılaştırma ya da yabancılaştırma duygusuyla somutlaması dikkat çekicidir. Umberto Eco ise Açık Yapıt adlı kitabında, tonal özelliğe sahip olan klasik müzik yapıtlarıyla atonal müzik ürünleri arasındaki farkı şöyle anlatır: Bir klasik müzik yapıtı, örneğin Bach’ın bir fügü, Aida ya da İlkbahar Ayini, bestecinin kapalı, tanımlı olarak ses birimlerini bir araya getirip dinleyiciye sunmasından oluşur. Bu tür ürünlerde, bestecinin parçanın çalınmasını arzuladığı formatı yaratabilmesine yardımcı olacak geleneksel simgeler parçanın yorumcusuna aktarılır ve yönlendirir. Eco’ya göre atonal müzik ürünleri ise, tersine tanımlı ve sonlu iletilerden, tek sesli olarak düzenlenmiş formlardan oluşmamaktadır. Eco, atonal yapıtların, önceden belirlenmiş yapısal doğrultularda belirli tekrarlar sunan tamamlanmış yapıtlar olmadıklarını, ögelerin dağılımıyla formel olanakları çoğalttıklarını, yorumcunun kendi inisiyatifine bırakılmış bir dizi düzenleme olanakları sunduklarını, yorumcunun sonuca ulaştırdığı, estetik bir planda yorumcunun gerçekleştirdiği birer açık yapıt olduklarını söyler (Eco 2001: 9). Görüldüğü gibi Eco, tonal müzikte dinleyicinin alıştığı formların hâkim olduğunu söyler ve bu bakımdan Cöntürk’le örtüşen bir görüştedir. Fakat atonal müziğin niteliği bakımından ön planda tuttuğu konu, atonal müzik yapıtlarının çoğul yapıda ve farklı düzenlemelere açık oluşlarıdır. Bu bakımdan Cöntürk’ün atonal müzikte temel aldığı farklılaştırma (yadırgatma) duygusuna karşılık, farklı- laştırma (yadırgatma) kavramının Eco’da farklı düzenleme olanaklarına imkân tanıyan açık yapıta dönüştüğünü görürüz. Bir başka ifadeyle Cöntürk için atonal müzikte temel olan un- sur, metnin okurda yadırgatma duygusu uyandırmasıdır. Öte yandan Eco’ya göre atonal müziğin temel vasfı, okura farklı okuma olanakları sunmasıdır. Bu bağlamda merkezî yapının yok oluşuyla tanımlanan atonal müziğin Eco’nun tanımıyla paralel özellikler taşıdığı söylenebilir. Eco, atonal müzikte mer- kezî yapının olmadığını, ögelerin dağılımıyla formel olanakları çoğalttıklarını somutlamak için Webern’in Hildegard Jone’e yazdığı mektubu örnek olarak gösterir. Webern, kendi içlerinde zaten içsel ilişkileri olan bir dizi (yani on iki nota) bulduğunu söyler (Eco 2001: 85) ve bu diziyi şöyle gösterir: Weber, bu yapının bir kez yatay, sonra dikey; yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya doğru okunabileceğini söyler (Eco 2001: 85). Üstte gösterilen yapı, atonal müziği tanımlayanlarca vurgulanan hiçbir ögenin baskın olmadığı yapıya da işaret eder. Sözü edilen yapıyı Eco şöyle tanımlar: ‚Sonuç daha önce de söylendiği gibi, artık kurumsallaşmış bir olasılıklar sistemiyle, katışıksız bir düzensizlik arasındaki sarkaçvari salınımdır‛ (Eco 2001: 85). Eco, daha önce söylendiği gibi atonal müzikteki olasılık sistemini öne çıkarır ve ‚bu yeni müziğin başlıca amacı*nın+ her türlü olası sonuca açık yeni söylem yapılarının yaratımı‛ (Eco 2001: 84) olduğunu ifade eder. Eco, klasik müziğin özelliklerini ise şöyle özetler: ‚Klasik sonat, temaların üst birliğinin ve ardışıklığının kolaylıkla ön görülebileceği bir olasılıklar sistemini temsil etmektedir.‛ (Eco 2001: 84). Bu noktada, atonal müziğin sözü edilen iki yorumu bağlamında İkinci Yeni ve Behçet Necatigil şiirleri tartışma ko- nusu yapılabilir. İkinci Yeni’den temsilî olarak İlhan Berk’in ‚Galile Denizi‛ ve Ece Ayhan’ın ‚Bakışsız Bir Kedi Kara‛ adlı şiirleri; Behçet Necatigil’de ise Kareler kitabı temel alınacaktır. İlhan Berk’in ‚Galile Denizi‛ adlı şiirinin konumuzu ilgilendi- ren bölümü şöyledir: O kadın Yunanlıydı ama Fenike soyundandı o gece ilk geliyordu ilk görüyorduk daha Geçmiş ne korkunç bir onları anlattı durdu bütün gece bütün sabahlara ‚Beato Angellico’yu siz hiç görmediniz, Sanisiata Anuziata Kilisesini hele hiç Beato’nun bir yedi ekmeği birkaç balığı hep bir on yirmi ba- lıkları vardı Benimleyken bu gördüğünüz resimleri bütün resimleri ışıtacağını bilirdi er geç Deri tüyü giyer çekirge yaban balı yerdi bir bu ikisini yerdi işte hep nedense Gördüm o da benim gibi Elam’dan geliyordu İzmir’e benim gibi onunla saat altıydı Onu ben kapıda bıraktım bakın on altılar yirmiler ne zamandır ba- kın kapıda artık Bakın denizin üstüne bu 16’ları 26’ları bu göğü o getirdi kodu düz rakı şimdi hepsi Siz onun Allah’ın sağına oturduğunu duydunuz bütün bildiğiniz duyduğunuz da bu işte‛ Böyle bütün gece konuştu bütün gece f bütün gece bindi on bindi yüz bindi baktık Sanki çok suların sanki Yunanlı değil sanki Asur Truva İzmir’di sanki sesi Bunları dedi çıkıp gitti neden gelmişti neden çıkıp gitmişti sonra belli değildi Birçok soğuklara koyverdi ama bizi o birçok soğukları bilmem niye sevdik Pencereleri açıp oturduk biz pencereleri tutup kapattı tutup her şeyi bir şey etti Yeniden Beato’nun resimlerini açtı o en çok çiçekleri gösterdi en çok güldük Beytelhem ya da Erden Irmağıydı ya da hiçbiri değildi biz bile değildik akıyordu Petrus denilen Simon, herhalde Petrus denilen Simon denize ağ atıyordu çünkü balıkçıydı İsa türlü hastalığı iyi ederek Beytelhem’de yahut Medicede galiba türlü dolaşıyordu Sonra büyük bir T çizdi be güzel çizdi büyük bir T büyük kuşlar geçiyordu Maltanın vergi topladığı kentlerde belli dolaşmış belli bizi sevme- mişti Abtcde hgklmop nbşjklmnb csw neryZ Bir sıkıntıydı bunlar onun yazdığı o geceye kadar hani hiçbirimi- zin bilmediği Daha çok o Kudüs’lerden geç vakit getirdiği bir sıkıntı aşağı yukarı sonu Z. (Berk 1982: 64-65). İlhan Berk’in ‚Galile Denizi‛ adlı şiiri, Cöntürk’ün atonal müzik tanımıyla uyumludur. Hatırlanacağı gibi Cöntürk, tonal müzikte ilk notaların bizi şartlandırdığını, beklendik notalardan sonra gelen beklenmeyen notaların bizde yadırgatma duygusu uyandırdığını ifade eder. Benzer durum, İlhan Berk’in alıntılanan şiirinde de yer alır. Şiir, bilindik notalarla koşut olarak, bilindik bir öykü anlatma çerçevesiyle başlar. Aslen Fenike soyundan olan Yunanlı bir yaşlı kadının ilk kez kendisini gören anlatıcının bulunduğu ortamda anlattığı öykü, şiire konu edinilir. Fakat bu öyküde atonal müzikte yer alan beklenmedik notalar gibi, beklenmedik ifadeler yer alır: ‚Böyle bütün gece konuştu bütün gece f bütün gece bindi on bindi yüz bindi baktık‛, ‚Sonra büyük bir T çizdi ne güzel çizdi büyük bir T büyük kuşlar geçiyordu‛. Okur, ‚f‛ ve ‚T‛ harflerinin şiirdeki işlevini ve anlamını sorgularken birden bire harflerden oluşmuş bir dizeyle karşılaşır: ‚Abtcde hgklmop nbşjklmnb csw neryZ‛. Alfabetik sıraya uygun olmayan bir düzene sahip bu mısra, kadının ve anlatımın yadırgatıcılığıyla koşut olarak okuru yadırgatır. Üstelik İkinci Yeni’nin, anlamı şiirde ön planda tutan, gündelik konuşma dilini önceleyen ve çoğunluğa hitap etmeyi amaçlayan Garip Şiiri’nden sonra güç kazandığı düşünülürse, sözü edilen unsurların okurun yadırgama düzeyini artırabileceği dile getirilebilir. Berk’in benzer bir yöntemi ‚Denizimi gördüm öbür denizlere bakıyordu / eee Taa uu SSe C nnn EEE eee‛ mısralarında uyguladığını görürüz. Sözcüklerden oluşan şiirde, harflerin anlamsız bir şekilde ardı ardına sıralanması yine okuru yadırgatacaktır. İkinci mısradaki ifadeler, gündelik hayatta hiçbir şeye karşılık gelmez. Bu anlamda Cöntürk’ün belirttiği atonal müzik tanımına uygun bir şiirdir; fakat Eco’nun atonal müzikle kastettiği anlam bu mısrada yer almaz. Çünkü hatırlanacağı gibi Eco, atonal müzikle okuru (müzikte dinle- yici), farklı anlam bulmaya iten, onu şiiri yeniden yaratmaya götüren bitmemiş yapıları kasteder. Bu yapı, merkezsiz ve farklı okuma olanaklarını dışlamayan bir özellikte olmalıdır. Hâlbuki Berk’in şiiri okura farklı okuma olanakları sunmaz, sadece onu alışılmış yapının dışına çıkararak yadırgatan bir özelliğe sahiptir. Bu yadırgamada ise genellikle okur aktif bir konumda değildir. Benzer bir tartışma İkinci Yeni’nin atonal bir karaktere sahip olduğunu iddia eden Ece Ayhan’ın şiiri üzerinden de yürütülebilir. Bu tartışmada ise onun ön plandaki şiirlerinden biri olan ‚Bakışsız Bir Kedi Kara‛ adlı şiiri merkeze alınacaktır. Şiir şöyledir: Gelir bir dalgın cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lâmbayı. Uzanır ağladığım yanıma. Danyal yalvaç için. Aşağıda bir kör kadın. Hısım. Sayıklar bir dilde bilmediğim. Göğsünde ağır bir kelebek. İçinde kırık çekmeceler. İçer içki Üzünç Teyze tavanarasında. İşler gergef. İnsancıl okullardan kovgun. Geçer sokaktan bakışsız bir Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış. Bağırır Eskici Dede. Bir korsan gemisi! girmiş körfeze. (Ayhan 1965: 15). Alıntılanan şiir, yapı olarak okuru, sentaksının düzenlenişiyle yadırgatır. Örneğin başlıkta, ‚Bakışsız Kara Bir Kedi‛ denileceği yerde, ‚Bakışsız Bir Kedi Kara‛ denmiştir. Tabii şiirde, kara bir kedinin çuvalında yeni ölmüş bir çocuğu taşıdığına ilişkin özgün imajlar yer alsa da, şiirin yapısı itibariyle atonal müzik tartışmasında bizi ilgilendiren özelliği şiirin sentaksındaki farklılıktır. Şiirin sentaksıyla ilgili özellikleri müziğe taşırsak şunlar söyleyebiliriz: Bir bestede notaların yerleri değiştirilir ve dinleyici notaların karışıklığından kaynaklanan yapıyı yadırgar. Bu yadırgama Cöntürk’ün atonal müzikle kastettiği anlamla örtüşür, fakat atonal müziğin merkezsizlikten kaynaklanan çoğul anlamlandırmaya açık yapısı olduğu göz önünde tutulduğunda Ece Ayhan’ın şiiri bu kapsamın dışında kalır. Öte yandan Hilmi Yavuz’a göre atonal müziğinin karakteristik yapısının özelliklerini gösteren Behçet Necatigil’in Kareler adlı kitabındaki şiirleri inceleyebiliriz. Bu bağlamda Necatigil’in ‚Karışık Tarife‛ adlı şiiri tartışma konusu yapılabi- lir: Kaç yönde trenler istasyon nerde yukardan aşağı aşağdan yukarı hangisi sağa sola hangi saatlerde doğru yolcu katarları. Kızları oğulları yaşlılar hastalar alır mı hangisi aktarmalarda kayıp kendi derdinde herkes cetvelleri karışık kime nasıl sormalı neyi nasıl bulmalı. Haftanın hangi günleri nereye kadar gider iç içe kompartımanlar yükleri nereye vermeli
nerde bağlantı yerleri peronlar tüneller boş öğrenci trenleri neyi nasıl bulmalı. Şimdi siz söyleyin gideceğiniz yeri ne zaman ve nasıl nerelerde olmalı kolay mı görmek yönleri aynı anda önce bâzı şeyleri okumasını bilmeli.
(Necatigil 1975: 14-15) Alıntılanan şiirde dikkat çekici yön, mısralarda bir merkezin olmayışı ve şiirin farklı düzenlemelere, okumalara açık bir yapısının bulunmasıdır. İlk mısra hem yanındaki mısraların hem de altındaki mısraların her biri ile okunabilmektedir. Örneğin şiir, soldan sağa: ‚Kaç yönde trenler / istasyon nerede / yukarıdan aşağı / aşağdan yukarı / hangisi / sağa sola / hangi saatlerde / doğru yolcu katarları‛; sağdan sola: ‚İstasyon nerde / kaç yönde trenler / aşağdan yukarı / yukardan aşağı / sağa sola / hangisi / doğru yolcu katarları / hangi saatlerde‛; yakarıdan aşağıya: ‚Kaç yönde trenler / yukardan aşağı / hangisi / hangi saatlerde / istasyon nerede / aşağdan yukarı / sağa sola / doğru yolcu katarları‛, aşağıdan yukarı: ‚hangi saatlerde / hangisi / yukardan aşağı / kaç yönde trenler / doğru yolcu katarları / sağa sola / aşağdan yukarı / istasyon nerde‛ şeklinde okunmaya açıktır. Ayrıca alıntılanan parçada trenle kastedilen okuma yönüdür. Tenler, yukardan aşağı, aşağdan yukarı, sağa sola gidebilir, aynı şekilde biz de şiiri yukardan aşağı, aşağdan yukarı, sağa sola trenlerin gidebildiği yönlerde okuyabiliriz. Şiirde ‚istasyon nerede‛ denerek şiirin merkezinin yokluğu ima edilmiştir. Bu bağlamda şiirin merkezinin ve anahtarının olmadığı, farklı okuma olasılıklarına açık olduğu söyleyebilir. Şiirin bahsedilen özelliği ise, onun Eco’nun ve atonal müziğin kuramcılarının söylediği anlamda atonal özelliklere sahip olduğunu gösterir. Ayrıca bahsedilen şiirin sadece ilk mısrasının büyük harfle başlaması ve son mısrasında nokta bulunması, bütün mısraların tek bir mısra olarak da farklı sentakslarla okunabileceğini gösterir. Okur, ilk mısradan sonra farklı mısraları önce veya sonra getirme olanağına sahiptir ve bu şekilde okur farklı okuma olasılıklarıyla şiirden farklı anlamlar çıkarabilir. Örne- ğin ‚Kaç yönde trenler / aşağdan yukarı / yukardan aşağı / is- tasyon nerede / hangisi / hangi saatlerde / sağa sola / doğru yolcu katarları.‛ gibi düzenlenebileceği gibi, ‚Kaç yönde trenler / sağa sola / aşağdan yukarı / yukardan aşağı / istasyon nerede / hangisi / hangi saatlerde / doğru yolcu katarları‛ şeklinde de düzenlenebilir. Her ne kadar okuma düzlemlerinin sayısı artı- rılabilecek olsa da vurgulanmaya çalışılan nokta, şiirin merkezinin olmayışının okurun şiiri farklı okuma düzlemleriyle okumasına olanak sağlamasıdır. Her okuma şiiri çoğaltır ve şiirin zenginleşmesini sağlar. Sözü edilen yapı, daha önce Eco’nun Webern’den alıntıyla vurguladığı ögelerin dağılımının formel olanakları çoğalttığına ilişkin yargıyla daha iyi anlaşıla- bilir. Hatırlanacağı gibi Webern’in bahsettiği dizi şöyleydi: S A T O R A R E P O T E N E T O P E R A R O T A S Alıntılanan dize nasıl sağdan sola; soldan sağa; yukarıdan aşağı okunabiliyorsa, Necatigil’in alıntılanan şiiri de benzer okuma olasılıklarını okura verir. Bu yapılar, Eco’nun deyimiyle okurun kendi inisiyatifine bırakılmış düzenleme olanağı sunmasına karşılık, yine Eco’nun ifadesiyle bütün bu düzenlemelerin hiçbir kesinliği yoktur. Necatigil’in, sözü edilen düzenleme olasılıklarını bilinçli yapması da önemlidir. Necatigil bu konuda şunları söyler: ‚Sözcüklerin aralarını açtım, sözcüklerden değişik kombinezonlarda başka başka anlam dizeleri çıkarmayı denedim‛ (Necatigil 1982: 12). Üstelik Necatigil’in şiirinin bahsedilen özelliği aynı zamanda şiirinin yadırgatma gücüne de sahip olmasını sağlar. Fakat okur, bu şiirde sadece yadırgamakla kalmaz; aynı zamanda aktif bir şekilde anlamlandırma sürecine de katılır. Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Ece Ayhan ve Hüseyin Cöntürk’ün İkinci Yeni’nin atonal özelliklere sahip olduğunu iddia etmelerine karşılık, Hilmi Yavuz, Behçet Necatigil’i atonal müziğin Türk şiirindeki temsilcisi olarak gösterir. Birbirinden farklı özelliklerde olan bu şiir tarzlarından hangisinin gerçekten atonal müziğin karakteristiğini taşıdığı makalede tartışıldı. Bu tartışmadan çıkan sonuç şöyledir: Cöntürk, atonal müziğin temel özelliği olarak yadırgatmayı ön plana alır ve bu anlamda İkinci Yeni şiirinin bahsedilen özelliği taşıdığı görülür. Fakat gerek atonal müzik kuramcılarının gerekse Eco’nun atonal müzikte ön plana çıkardıkları özellik, bir merkezin yokluğuyla eserin farklı okuma olasılıklarını barındıran bir yapıya sahip olmasıdır. Bu bağlamda, Türk şiirinde Necatigil’in atonal müzikle eşdeğer şiiri yazdığını söylemek gerekir.
0 notes