#tüketim toplumu
Explore tagged Tumblr posts
memorymaker06 · 2 years ago
Text
artık tüketmiyoruz (ama nasıl?) vol.ı
farkında olmadan alışverişi günlük hayatımızın bir rutini haline getirmişiz. özellikle 2010'dan itibaren ülkecek haketmediğimiz bir ürün bolluğu içinde, paramızı ona buna saçarak yaşamamızın geri dönüşü tüm bunlar.
tüketmeme kampanyasının ilk adımı ne kadar tükettiğimizin farkına varıp daha az tüketmek olmalı biliyorum ama ne sıklıkla alışveriş yaptığımızı ve ne için yaptığımızı sorgulamak da sağlıklı bir yaklaşım. dümdüz evde otururken neden alışveriş yapma gereği duyar bir insan? yemin ediyorum çıkıp bir şeyler alasım geliyor ya da telefondan uygulamadan bakıyorum falan… hastalık derecesinde resmen. ve yalnız olmadığımı da biliyorum.
peki neden?
neden yılda 10 parça yeni giysi alan insanlar bir anda yılda en az 70 parça şey alır hale geldi? kolay ulaştığımız için mi, ucuz olduğu için mi? yoksa git gide büyüyen ve bizi yiyip bitiren bir alışveriş ihtiyacından mı kaynaklanıyor? bize bu ürünleri satan insanlar paraya doymayacaklar çünkü onlar da bizim gibi sürekli bir şeyler alıyorlar. üretim makinelerce yapıldığı ve kaynaklar tükenene kadar devam edeceği için bu para döngüsünün mümkün olduğunca hızlı ve uzun süreli devam ettirilmesi gerekiyor. bir kişi bu döngüye karşı durduğunda otomatik olarak garipseniyor ya da dışlanıyor. bu alışkanlık ya da döngüye nasıl kafa tutarız bilemiyorum. elimiz zorda kalmadıkça o güzel torbalara konacak ve eve gidince paketleri yeni açılacak ürünlere para vermeye olan isteğimiz devam edecek. ben senelerdir bu noktadayım ama hala almaya devam ediyorum. ekonomi de şükela, Tanrı yardımcımız olsun.
1 note · View note
depresif-baykus · 2 years ago
Text
Gösteri Toplumu ve Büyü
Büyü, gösteri toplumunun ilüzyonunu anlamak için bize bir motif sunar mı? Ekranlar, moda ve sosyal medya bizi her gecen gün daha güçlü şekilde büyülemiyor mu? Çünkü ekran bağımlılığı televizyondan cep telefonuna indirgendi ve hayatımızın her zerresine nüfuz eder hale geldi. Tüketim toplumu, gösteriyi insanları büyülemek için nasıl kullanır? Klasik dünyanın benzerlik büyüsü, bize gösteriyi…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
bir-devrin-tarihcisi · 9 months ago
Text
"Sahurda yeşillik, protein ve yağ ağırlıklı hazırlık yapın. Zeytinyağlı salata, yoğurt, yumurta gibi besinler sahur için uygundur. Bu besinler sindirilirken vücut su dengesini koruyacakları için hem sizi susuz bırakmazlar hem de kan şekerini ılımlı etkileyecekleri için uzun süre tok kalmanızı sağlarlar. Sahurda börek, tatlı, bol ekmek gibi karbonhidratlardan sakınmaya çalışın. Ne kadar karbonhidrat, o kadar susamak demektir. Karbonhidratlar sindirilirken vücuttan su tüketirler ve aynı zamanda kan şekerini hızlı yükselttikleri için insülini fazla uyarırlar. Bu da kan şekerini tekrar hızlıca düşürür ve kısa süre içinde tekrar sizi acıktırır.
"Sahurda ne kadar sulu şeyler tüketirsem ya da su içersem gün içinde o kadar suya ihtiyacım azalır" gibi bir düşünceniz varsa yanılıyorsunuz. Sahurda içtiğiniz bol su, sahurdan sonraki süreçte vücuttan hızla atılır. Böylece günün ilk saatlerini sürekli tuvalete gidip gelmekle geçireceğiniz gibi gün içinde de susamaya devam edersiniz.(Evet bu ben😕)
Gün içindeki acıkma tamamen beynin fizyolojik sinyalleri ile alakalıdır. Beyin, kendini kişinin beslenme rutinine göre ayarlar ve saati geldiğinde mideye uyarı yollayarak önceden asit salınımı ile hazır etmek ister. Her gün öğle yemeği yiyen birinin midesi o yüzden benzer saatte kazınır ve açlık hissi oluşur. Bu nedenle bedenini sık yemeye alıştıran, karbonhidratlara alışkın olan kişiler Ramazan'ın ilk günlerinde zorlanırlar. Ancak üç-beş gün içinde kazanacakları yeni rutini ve beynin bu yeni sağlıklı alışkanlığını korumak için çaba göstermeliler. Özellikle iftardan sonra çok dikkat etmeliler.
İftarda ağır beslenmek, karışık yemek, acele ile çiğnemeden yutmak, yemek sırasında gereğinden fazla su içmek, ekmek ve diğer karbonhidratlara aşırı derecede yüklenmek; gün içi kazanımlarımızı korumak yerine sindirim sistemimimizi ve özellikle karaciğerimizi oldukça yoracaktır.
Tüketim toplumu haline geldiğimiz için akşama kadar boş duran boğazlarımıza iftardan sonra yüklenme gereği hissediyoruz. Halbuki iftar bittiğinde beslenmeyi kesmek ve sindirim sistemimize sindirim için süre tanımamız gerekir. Hele ki dolu mide ile uyumak, sindirimin tamamlanamamasına ve besinlerin çürüyüp gaza dönüşmesine neden olur.
İftardan sonraki yanlış beslenme alışkanlıkları hem orucun detoks etkisini yok etmekte, hem ertesi günkü orucun rahat tutulmasına engel olmakta hem de birçok sağlık problemine neden olabilmektedir. Tabi ki sıvı gıdalar ve başta da su içimi iftardan sonra önemlidir ancak tatlı, abur cubur, kuruyemiş gibi gıdaları iftarla birlikte kesmek gerekmektedir.
Ramazan bir arınma ayıdır. Öncelikle ruhen sonra da bedenen arınmak bu ayın amaçları arasında olmalıdır. Ramazan sadece oruç ayı değildir, öncelikle Tevhid üzere Allah'a ﷻ yakınlaştıracak salih amellerin oldukça kıymetli olduğu bir aydır. Öncelikle mânen sonrasında ise bedenen en güzel şekilde hazırlıklarımızı tamamlayarak girebilmek duasıyla."🤲🏻
Dr. Bekir TOK
25 notes · View notes
derdiderun · 7 months ago
Text
Seçim
Seçimlerle dolu bir hayat yaşıyoruz. Anne ve babamızın birbirini seçmesi üzerine gelişen sebepler zincirinin sonucu olarak dünyaya geldik. Ancak anne babamızı, dünyaya geliş zamanımızı, cinsiyetimizi, ırkımızı, yaşayacağımız toplumu biz mi seçtik? Bu sorular cevaplarını belki de kaldıramayacağımızdan, gizli kalması daha hayırlı olan sırlı konularla ilgili.
Neticede nefes almaya devam ediyor ve seçimlerimize göre şekillenen bir hayat üzerine ömrümüzü tüketiyoruz. Akşam yatış, sabah kalkış saatimizi, kahvaltıda ne yiyeceğimizi, üzerimize hangi elbiseyi giyeceğimizi, evimizin boyasını, eşyasını, hangi doktora gideceğimizi, hangi filmi seyredeceğimizi v.b. kendimiz seçiyoruz. Seçenekler arttıkça kendimizi daha özgür hissetmeye başlıyor, hayatımızı kendimiz yönettiğimiz hissini yaşıyoruz.
Bu hislerle daha da “özgürleşebilmek” ve daha pahalı seçenekleri seçebilme konumuna erişebilmek için; yine daha çok para kazanacağı seçenekler aramaya başlıyor insan. Ama her seçim yeni bir seçenekler dizisini koyuyor önümüze. İçiçe geçmiş bulmaca zincirlerini çözmeye çalışır gibi kendimizi unutup kalan boşlukları doldurmaya kaptırmış bir yoğunlukla geçiyor vaktimiz, bitiyor sermayemiz. Seçeneklerle örülü bir kozanın içinde hapsolmuş gibi, nereye baksak bir seçenek çıkıyor karşımıza ve seçenek duvarlarının ötesindeki ufukları görmeyi perdeliyor kalbimizin gözlerine.
Ayrıca her seçim, diğer seçenekleri elemekle birlikte, kaybettiklerimizi andığımızda hayal kırıklıklarına, telafisi zor pişmanlıklara da sebep olabiliyor.
Yahut seçenekler başımızı döndürüp hiç seçmeme özgürlüğünü kaybettiriyor; bazen de gözümüzü korkutup seçmeme sorumsuzluğuna sürükleyebiliyor bizleri. Seçme iştahımıza esir olmakla israf etmek gibi, sermayeyi çarçur etmek gibi, sevdiklerimizi üzebilmek gibi pek çok yan etkilerine maruz kalabiliyoruz. Kanaat etmek gibi bir hazine, tüketime dayalı seçimlerimizin önüne geçerek, gerçek zenginliği ve sakinliği sunsa da, bu seçeneği tercih eden çok az nasipli kul var gibi.
Her şeyi kendimiz seçtiğimizi zannetme, böylece bütün kazanımları kendimizden bilme bahtsızlığına kapılma riskimizde ayrı bir tuzak bu imtihan hayatında. Karun gibi “ben kazandım” diyerek nimeti verenin Allah olduğunu unutma hatasından yine Allah'a sığınalım.
Seçimlerimizin çokluğu ve yükü ıstırap vermeye başlayınca “bir lokma, bir hırka” diyenlerin bahtiyarlığına özeniyor insan. Kariyer seçimlerinden, fırsat arayışlarından, imaj-prestij seçeneklerinden kurtulup sadece razı olunmuş bir kul olmayı seçmek istiyor.
“…Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim…” (Maide 3) ayetini tefekkür ederek, bizde bizim için seçilmiş İslamiyet'in dışında bütün seçenekleri silelim hayatımızdan. Bizi İslam'a yaklaştıracak, O'na kavuşmamıza sebep olacak ne varsa onu seçelim.
Sonuçta bu dünyada kalacak ve hiçbir işimize yaramayacak seçimlerimiz için ömür sermayesini tüketmek yerine; kendimizin de Allah tarafından özel olarak, insan olmak üzere seçildiğimizi ve diğer seçeneklerin hepsinden üstün olan bu dünyaya geliş amacımızı unutmayıp, Allah'ın adaletini yeryüzüne yayacak has kullarından olmak için seçimlerimizi doğru değerlendirelim.
Allah bizi seçmiş ve “Acaba kulumda Beni seçecek mi?” diye imtihan ediyorken, gözümüz daha ne diye masiva ile oyalanır durur…
| Emre Temizsoy
8 notes · View notes
onderkaracay · 6 months ago
Text
Tumblr media
🎯 HOLDİNG BANKALARINA DEVLET DERHAL EL KOYMALIDIR 🎯
Geleceklerini kimseye vermiyorlarmış. Hangi gelecekten bahsediyorsunuz? Zehir taciri ve tefecilik yaparak Türk ulusunu küresel şirk ortaklarınız ile sömürme geleceğinden mi? Atatürk ile bayramdan bayrama toplumu aldatarak mı?
Atatürk'ün gençlerine zulüm edeceksiniz Türk ulusunu soyup soğana çeviregeksiniz sonrada kalkıp biz yolumuza devam etmek istiyoruz diyeceksiniz! Hangi yüz ile bunu istiyorsunuz?
Toprak ağası, para ağası istemiyoruz.
Siz değil miydiniz? Kendinizi ülke notu ile yarıştıran. Bu holdingin banka notu Türk Cumhuriyeti notundan daha yüksekmiş. Notunuzu Türk Fırtınası verdi.
2002 yılında yazdığınız mektup duruyor elimde. Aynen şöyle yazıyor;
Ülke ekonomisinde çok önemli değişim olacak bizde buna uygun değişeceğiz. İktidar siz mi oldunuz? Yoksa iktidara istediğiniz şekilde bir düzen kurmak için talan mı başlatınız? Ben içinizde bunların kaydını tutuyordum. Boşuna mı tuttum? Yaşamım bu zulmü hak ettiği bir şekilde ortadan kalkmasıdır.
Tüsiad bir bakıyorsunuz gazetelere ilan veriyor hükümet düşürüyor Türk ulusunu tehdit ediyor.
Bir bakıyorsunuz tesev denen bir sivil toplum kuruluşu ile bize Anayasa yapmaya kalkıyor. Siz kimsiniz ya? Anayasa yapıyorsunuz?
Her darbede her ekonomik krizde ayrı bir vurgun vurdunuz.
12 Eylül serbest piyasa ekonomisi adı altında serbest ahlaksızlık adı ile faiz, döviz ve borsa saç ayağı ile servete servet katmadınız mı?
Her askeri veya sivil darbe nedense sadece size yaradı! Neden?
Karşımızda bizim silahların bize doğrultulmasını yani tankları ve soygun aracı tanklardan daha tehlikeli bank görmek istemiyoruz.
Darbeci general Kenan Evren'e Vehb Koç'un mektupla verdiği talimatlar ve son satır emrinize amadeyim ne demek?
Emeğin tüm haklarını bu darbe ile tırpanlandı.
12 Eylül 1980 sonrası siyasi parti kalmadı size hizmet eden kişilere teslim edildi.
2002 yılında iktidar olan ve siyasi partiler yasasını değiştireceğiz diyerek unutup yeri geldi Anayasa tanımadı yeri geldi bugün ki gibi Anayasa değişikliği yapmaya kalktı.
Sizin bizim Anayasamız ortak toplum sözleşmesi ile derdiniz nedir?
Siz değil misiniz?
İngiltere'de kelebek uçsa Filipinler de fırtına çıkar diyen.
Cumhuriyet bitmiştir diyen Abdullah Gül'e İngiliz kraliyet ailesi ödülünü ayarlayan Suzan Sabancı Dinçer değil mi?
2009 yılında bu İngiliz derin devlet yapısında ülkemiz aleyhine hangi faaliyetleri yapmak adına mütevelli heyetinde yer aldı.
Batı çetesi böyledir işte. Kullanır sonra servis eder.
Ben buna Mobbing Bank ile tepki gösterdikten sonra doğru bir iş yapıyorsanız neden istifa ettiniz?
Yerinize diğer holding gururla kurumsal desteği hangi amaçlarla bu derin devlet yapısına hizmet veriyor?
Tüpraş bu yüzden mi İngilizlerin oldu?
Sizin Amerikan ve İngiliz derin devlet yapıları içinde işiniz nedir?
Mobbing Bank sonrası neden ülkeden kaçarcasına Malta (MaltaSA) vatandaşlığı aldınız?
Yirmi yıldır tefeci bankalarınız ile banka çalışanlarına ve müşterilere yapmadığınız kötülük kalmadı.
Her ürün satarken daha doğrusu her kredi ve kredi kartı satışı sonrası bir bölge müdürünüz 'ÇANI ÇALIYORUZ' çalışanlara mesaj atarken amacınız neydi?
Yeni belgeli kitaplar yazmamı ister misiniz?
2007 yılında geleceğin liderleri eğitimine beni tanrılar okulu kitabının yazarı eylem filozofu dr d'anna ile banka, kredi, kredi kartı, borç, tüketim, müşteri vb araçlar birer tanrıdır önce siz tapacak sonra bankaya gelenlerin bu tanrılara tapmasını sağlayacaksınız demediniz mi?
Belgesini yayınlamamı ister misiniz?
2001 yılında merkez Bankası başkanı Bilderberg belgeli Gazi Erçel kur iki katına çıkacak diye size haber verdi bir gecede servetiniz kadar vurgun vurdunuz. 11 Eylül günü Amerika terör bahanesi ile bizlere savaş açarken siz aynı gün bu çetenin adamı merkez Bankası başkanı aracılığıyla kendi parasını da yabancı paraya çevirerek birlikte Türk ulusu dolandırılmadı mı? Bu krizde en güçlü çıkan banka biz olduk denediniz mi?
Bu para henüz Türk ulusuna geri iade edilmiş değil.
Mustafa Koç Amerikan derin devlet yapısı Bilderberg ile gazeteci, her siyasi parti içinde siyasetçi ve işadamı bu gizli toplantılara neden çağırıyordu?
Sizin bu küresel çeteler ile ne işiniz olabilir?
Bir kez daha söylüyorum. Devlet irade ortaya koysun bunu bir kez daha ihbar ediyorum bu bankalara derhal el koysun.
Türk devrimi sonunda eninde sonunda kamulaştırma ile tefecilik Anadolu da tarih olacak.
Utanmadan kalkıp bugün Atatürk ile toplumu aldatmaya kalkıyorsunuz.
Biz bu ülkede bu ülkenin yurttaşları olarak bize zulüm boyutunda eziyet ettiğiniz için ayrıcalıklı sınıf istemiyoruz.
Her mahallede birer milyoner değil birer tehdit oldunuz.
Hangi yüz ile geleceğinizi kimseye vermiyorsunuz?
Bu servetleri Amerika, İngiltere ve israil de mi yaptınız?
Kamulaştırma bedeli neyse alır bu ülkelerden birine gider orada aynısını yaparsınız.
Her ihanetin er ya da geç bir bedeli vardır.
Sizin ihanetinizde buraya kadarmış.
Önder Karaçay
2 notes · View notes
doriangray1789 · 1 year ago
Text
Teorik olarak incelendiğinde siyasi istikrar gelişmişlik demokrasi vb sosyal teknolojik alanda neler getirir
zamana ve şartlara göre bazen çok değişkenli bazen az sayıda değişkene sahip ve sağlanması en zor istikrar çeşididir. ekonomik istikrar bunun yanında çocuk oyuncağı kalır.
siyasi istikrar, ekonomik istikrarı kapsayabilen veya en azından onu doğrudan etkileyebilen bir unsurdur.
çok sayıda değişkene sahip siyasi istikrar : konuya balıklama girmeden önce şunu belirtmeliyiz ki burada siyasi istikrarın çok sayıda değişkene sahip olabilmesi için bir siyasi ortamın varlığını kabul etmekte, diğer bir kabul olarak da serbest piyasa ekonomisiyle işleyen demokrasiyi alırız
siyasi istikrarın düzeyinin belirlenmesinde en önemli unsur, o ülkenin siyasi geleneklerinin oturduğu düzlemdir. bahsedilen düzlem ülke vatandaşları tarafından anlaşılabilir, öngörülebilir, etkilenebilir ve akılcı yöntemlerle hukuk çerçevesinde değiştirilebilir ise siyasi istikrarın gereklerinden birisi yerine getirilmiş demektir. bu noktada ülkelerin gelişmişlikleri önem kazanmaktadır. çok kaba bir biçimde, vatandaşlarına siyasi düzlemle sıkı ilişki kurma şansı veya hakkı veren ülkeleri gelişmiş olarak nitelendirebiliriz (sadece konumuz açısından.. yoksa gelişmişlik düzeyini belirleyen daha birçok etmen vardır.). işte burda bahsetmeye çalıştığım çok değişkenli siyasi istikrar genellikle gelişmiş ülkelerde görülmektedir. gelelim diğer değişkenlere.. ilkini söyledik : siyasi düzlem. ikincisi ve üçüncüsü birbirine bağlı iki değişken : üretim-tüketim biçimleri ve buna bağlı hukukî düzen. marksist tarih çözümlemesine göre üretim biçimi alt yapıyı oluşturan ekonomik şekli ve üst yapıyı belirler. üst yapı dediğimiz fikrî, sanatsal ve kültürel üretimler ise bir süre sonra tekrar dönüp alt yapıyı biçimlendirir. diyalektik süreç başlamıştır ve bunun sarmal bir biçimde ilerlediğini söyleyebiliriz. biz burada üretim biçimine ek olarak tüketim biçimini de alt yapı içinde görme eğilimindeyiz, çünkü günümüzde ekonomi yönlendiricileri ekonomiyi tüketim merkezli görmektedirler (bu konuda özellikle türkiye'nin son 70 yıllık ekonomik bakışı incelenebilir.). üretim biçimi sanayi üretimi düzeyini bitirmiş/geçmiş ve bilgi toplumu olma yolunda ilerleyen ülkelerde siyasi istikrarın sürekliliğinden söz edilebilir. bu tip ülkelerde iletişim araçları amaçlarına uygun biçimde kullanılmakta, ihtiyaç doğduğunda yeni iletişim araçları üretebilmek için sürekli bilimsel faaliyetlere imkan tanınmakta, bilgi alışverişi üst düzeyde tutulduğundan ve öteki dünya amaçlı bilgilere bilimsel çalışmalar içinde yer verilmeyip sadece bu dünya ile ilgili bilimsel araştırmalar itibar gördüğünden sorunlara akılcı çözümler bulmakta herhangi bir zorluk çekilmemekte, kamusal sorunların çözümü için ortak karar almakta zorlanılmamaktadır. kamusal kararların hızlı, kesin ve yeterli çözümlere ulaşması siyasi istikrarsızlığı önlemektedir.
tüketim biçimine gelecek olursak görürüz ki diğer ülkelerle imzalanan ikili veya çok taraflı anlaşmalarda ülke içinde sıkıntısı çekilecek mal çeşidi en aza indirilmek istenmektedir. kısacası neredeyse her türlü malın temini mümkün olmakta, fayda/fiyat oranları her mal için eşit düzeye gelecek imkanlar yaratılmaktadır. gelişmiş ülkelerin avantajlarından en önemlisi belki de budur. eğer insanlar fayda/fiyat oranlarını her mal için birbirine yakın tutabilirlerse gelirleriyle elde edebilecekleri en büyük tatmine ulaşırlar. tatmin olmuş bir toplumda siyasi istikrarsızlığın baş göstermesi oldukça güçtür. tam da bu noktadan üst yapıya geçildiğini düşünüyorum. maddi açıdan tatmin olmuş bireyler kendilerini düşünsel, teknik, sanatsal alanlarda ifade edebilme zamanına ve isteğine kavuşurlar. üst yapıda hiçbir zaman tam bir bütünlük sağlanamaz.
SİYASİ İSTİKRAR İNCELENDİĞİNDE İLLA DA KARŞIMIZA TEK PARTİ YÖMETİMİ ÇIKMAZ AVRUPANIN PARLEMENTER REJİMLERİNİN ÇOĞU IZUN SÜRE KOALİSYONLARLA YÖNETİLDİ YÖNETİLİYOR ASIL MESELE YÖNETME İRADESİNİN DEMOKRASİYE İNSAN HAKLARINA HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNE LİYAKAT VB BAĞLI OLMASIDIR
bunlar olmazsa siyasi istikrar bir yönetimin idaresinde kalır ama geri kalan herşey istikrarsızlaşır
ekonomi
demokrasi
hukuk
eğitim
sosyal yaşam haklar vb istikrarsızlaşırsa yönetimin istikrarının pek bir önemi kalmaz burada ki istikrar kişiselleşmiştir
3 notes · View notes
antuan · 1 year ago
Text
Erkoların birrrr adet bile teorik metin okumamışken veganlıktan tutun cinsiyet kimliğine her şeyi "kapitalist bi düzende yaşıyoruzzzz tüketim toplumu abi bize dayatılıyor bunlar, zaten insan doğasında bla bla" diye açıklayarak yedi bin saat kafa açması
5 notes · View notes
korayaker · 2 years ago
Text
SİYASET Lenin Sol komünizm Lenin Nisan tezleri Lenin Proleter devrim dönek kuattscki Lenin devlet ve devrim Lenin Emperyalizm Lenin Burjuva demokrasisi ve proleterya diktatörlüğü Lenin Ne yapmalı Lenin Materyalizm ve Ampiryokritisizm Lenin Bir Adim Ileri Iki Adim Geri Lenin Din Üzerine Lenin Ssosyalizm ve Savaş Marx Engels Komünist manifesto Yahudi Sorunu Alman İdeolojisi Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı Ücretli Emek ve Sermaye Ailenin ve özel mülkiyetin kökeni Konut Sorunu Mao Zedong Çelişki Üzerine Uzatmalı Savaş Üzerine Seçme Eserler -ı-ıı-ııı Kızıl Kitap Josef Stalin Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm Marksizm, Ulusal Sorun Leninizmin İlkeleri Anarşizmi mi Sosyalizm mi Bolşevik parti Tarihi Muhalefet Üzerine Georgi Dimitrov Faşizme Karşı Birleşik Cephe Leo huberman Sosyalizmin alfabesi Politzer Felsefenin başlangıç ilkeleri Politzer Felsefenin Temel İlkeleri Nikitin Ekonomi politik Maksim Gorki Küçük burjuva ideolojisinin eleştirisi Kalinin Devrimci Eğitim Devrimci Ahlak Che Guevara Ekonomi ce sosyalist ahlak Paul lafargue Tembellik hakkı A.Şnurov Türkiye proleteryası John Reed Dünyayı Sarsan On Gün Ellen Meiksins Wood Sınıftan Kaçış İbrahim kaypakkaya Seçme eserler Mahir çayan Bütün Yazıları Hikmet kıvılcımlı Türkiyede kapitalizmin gelişimi Emrah cilasun - Mustafa suphi ve yoldaşlarını kim öldürdü Kapitalizm, Arzu ve Kölelik, Frederic Lordon Yeryüzünün Lanetlileri - Frantz Fanon Terry Eagleton Marx Neden Haklıydı Jhon Zerzan Gelecekteki ilkel Paulo Freire Ezilenlerin Pedagojisi Kropotkin- Ekmeğin Fethi Ivan Illich'in Okulsuz Toplum Hüseyin Can Sosvyetler ve Kürtler A.Kollontai Komünizm ve Aile N. kruspkaya Halk eğitimi Platon Socratesin Savunması Arthur Schopenhauer- Eristik Diyalektik
TOPLUMSAL CİNSİYET
Friedrich EngelsAilenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni Clara Zetkin Kadın Sorunun Üzerine – Clara Zetkin Lenin'in Bütün Dünya Kadınlarına Vasiyetleri Auguste Bebel Kadın ve Sosyalizm Alexandra Kollontai Marksizm ve Cinsel Devrim Alexandra Kollontai Komünizm ve Aile Alexandra Kollontai Bir çok hayat yaşadım Sibel Özbudun Marksizm ve Kadın Emek, Aşk, Aile Sibel Özbudun Küreselleşme , Kadın ve Yeni - Ataerki Ricardo Coler Kadın Krallığı Elisabeth Badinter Biri Ötekidir Shulamith Firestone Cinselliğin Diyalektiği Diana Gittins Aile Sorgulanıyor Simon de beauvoir ikinci cins Valeri solanes -Erkek doğrama cemiyeti Judith Butler- Cinsiyet Belası
PSİKOLOJİ
Sigmund Freud Totem ve tabu Sigmund Freud uygarlığın huzursuzluğu Sigmund Freud Düşlerin Yorumu Joel Kovel Tarih ve Tin Michel Foucault Deliliğin Tarihi Jean Twenge Ben nesli Rollo May Kendini Arayan İnsan Pascale Chapaux-Morelli İkili İlişkilerde Duygusal Manipülasyon Erich Fromm Sevme Sanatı Eric Fromm- Özgürlükten Kaçış Caren Horney Çağın Nevrotik kişiliği  POSTMODERN FELSEFE john zerzan- Gelecekteki ilkel Terry Eagleton Postmodernizmin Yanılsamaları Fredric Jameson, Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı Jean Baudrillard Simülakrlar ve Simülasyon Jean Baudrillard Tüketim Toplumu Jean Baudrillard Kötülüğün Şeffaflığı Jean Baudrillard baştan çıkarma üzerine Jean Baudrillard Neden herşey hala yok olup gitmedi Rainer Funk Ben ve Biz Postmodern İnsanın Psikanalizi - Zygmunt Bauman Akışkan Aşk / İnsan İlişkilerinin Kırılganlığına Dair Zygmunt Bauman  Akışkan Modernite Jean François Lyotard Postmodern Durum Michel Foucault Özne ve İktidar / Seçme Yazılar Michel Foucault Cinselliğin Tarihi Karakter Aşınması - Richard Sennett Kamusal insanın Çöküşü Richart Sennet Guy Debort- Gösteri toplumu
VAROLUŞÇU FELSEFE
Arthur Schopenhauer Cinsel Aşkın Metafiziği Arthur Schopenhauer ,Hayatın Anlamı Arthur Schopenhauer İsteme ve Tasarım Olarak Dünya Emil Michel Cioran Çürümenin Kitabı Terry Eagleton Hayatın anlamı Fernando Pessoa Huzursuzluğun Kitabı Ferdinand celine gecenin sonuna yolculuk Jean Paul Sartre Bunaltı Cesare Pavese Yaşama Uğraşı Franz Kafka Dönüşüm Samuel Beckett Godot'yu Beklerken Hermann Hesse Siddhartha Dostoyevski Yeraltından Notlar Dostoyevski Suç Ve ceza Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt Nietzsche Ecce homo Nietzsche Decal Candide - Voltaire Albert CamusYabancı Jhon fante toza zor Terry Eagleton Kötülük Üzerine Bir Deneme
ROMAN VE KLASİKLER
Maksim Gorki Ana Maksim Gorki Benim üniversitelerim Dimitır Dimov Tütün Kropotkin Ekmeğin Fethi Jack London’ Demir ökçe John Steinbeck Fareler ve İnsanlar Harper Lee Bülbülü Öldürmek Victor Hugo Sefiller Goethe Genç Werther'in Acıları Balzac vadideki zambak Dostoyevski Suç ve Ceza Dostoyevski Kumarbaz Dostoyevski Budala Dostoyevski Ev sahibem Dostoyevski Yeraltından notlar Stefan Zweig Satranç Stefan Zweig Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Irvin D. Yalom Nietzsche Ağladığında Lev Tolstoy Anna Karenina Vladimir Bartol Fedailerin Kalesi Alamut Amin Maalouf Doğunun Limanları Harper Lee Bülbülü Öldürmek George Orwel Hayvan Çiftliği Jhon Steinbeck Fareler ve İnsanlar
Türk Edebiyatı
Sabahattin Ali Kürk Mantolu Madonna Sabahattin Ali Kuyucaklı yusuf Sabahattin Ali İçimizdeki Şeytan Ahmet Hamdi Tanpınar Huzur Ahmet Hamdi Tanpınar Saatleri ayarlama enstitüsü Yaşar kemal İnce memed Recaizade Mahmut Ekrem Araba Sevdası Mehmet Rauf Eylül Peyami Safa Yanlızız Peyami Safa Fatih-Harbiye Peyami Safa Dokuzuncu Hariciye koğuşu Peyami Safa Bir teredüdün Romanı Namık Kemal İntibah Orhan Pamuk Orhan pamuk kırmızı saçlı kadın Yusuf atılgan Aylak adam Ahmet Ümit İstanbul Hatırası Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kiralık Konak
Yakup Kadri Karaosmanoğlu Yaban
Distopya-Ütopya
Aldous Huxley Cesur Yeni Dünya 1984 - George Orwell Ursula K. Le Guin Mülksüzler Damızlık Kızın Öyküsü
Din Tarih ve Antropoloji
Tanrı'nın Tarihi - Karen Armstrong
Ludwig Feuerbach-Hristiyanlığın Özü Marx Engels- Ailenin ve özel mülkiyetin kökeni Lewis Henry Morgan-Eski toplum Wilhelm Reich- Cinsel ahlakın boy göstermesi Freud totem ve tabu Claude Levi – Strauss  Yapısal Antropoloji Samuel NoahbKramer Tarih Sümerlerle Başlar Samuel noah Kramer Sümer mitolojisi M. İlin-İnsan Nasıl İnsan Oldu Darwin Türlerin kökeni Turan Dursun Din bu Dine Karşı Din - Ali Şerati Ataların Hikayesi Richard Dawkins Sibel özbudun -Antropoloji: Kuramlar, Kuramcilar Lenin Din Üzerine Karl -Marx Yahudilik Üzerine Hayvanlardan Tanrılara - Sapiens , Yuval Noah Harari Deccal - Friedrich Nietzsche Ahlakın Soykütüğü- Friedrich Nietzsche Peter Hopkirk İstanbulun Doğusunda Bitmeyen oyun Hans Lukaks kieser- Iskalanmış Barış
Martin Van Bruinessen Kürtlük Türklük Alevilik
Nuri Dersimi Kürdistan Tarihinde Dersim
Erdoğan Çınar Kayıp Bir Alevi efsanesi
Erdoğan Çınar Aleviliğin Kayıp Bin yılı
Ahmet Taşağıgil Gök Tengrinin Çocukları
Jena Paul Roux. Türklerin Tarihi
Tori Bir Kürt Düşüncesi Yezidilik
İrene Melikoff Uyur idik uyardılar
Hamza Aksüt Aleviler
Jean Hamilton Aanadoluda Heretik Hareketler
Faik Bulut Dersim Raporları
Mehmet Bayrak Dersim Koçgiri
Mehmet Bayrak Alevilik Kürdoloji Türkoloji Belge.
Hakkı Naşit Uluğ Dersim Medeniyete Açılıyor
4 notes · View notes
paravesiyaset · 2 months ago
Text
Tumblr media
Osmanlı'nın neden çöktüğü, biraz tarih bilgisi olanlar tarafından zaten bilinmektedir. Osmanlı'nın çöküş sebepleri nelerdi?  çoğunluğumuz, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oluyoruz ve Amigo gibi taraf tutuyoruz, ancak kaderimiz değişmiyor. Türkiye neden sürekli olarak engellere çarpıyor? Bu yazıyı okumak için birkaç dakikanızı ayırmanızı rica ediyorum.
Osmanlı nasıl battı batma sebepleri nelerdi:
Ekonomik ve siyasi çöküşümüzün kronolojisi nasıl mı oldu? Geriye dönüp baktığımızda, Osmanlı Devleti'nin son iki yüz yılı sürekli yenilgilerle geçti. Her yenilginin ardından "barış" adı altında bir anlaşma imzalanırdı. Bu anlaşmalar, toprak kayıplarını kabul etmek ve askeri, ekonomik ve politik alanda dayatmalara boyun eğmek zorunda kalmak anlamına geliyordu.
Her barış anlaşması aslında bir sonraki savaşın kaybını ve yeni tavizlerin verilmesini hazırlıyordu. Osmanlı'nın yenilgilerinin temel sebebi, bilim ve teknoloji alanında çağın gerisinde kalmasıydı. Bu alanda geri kalmak, verimli üretimden uzaklaşmaya ve uluslararası rekabette geride kalmaya, dolayısıyla dışa bağımlılığa yol açtı. Dış güçler de bu zafiyetimizden faydalanıyordu.
Osmanlı'da enflasyon, 16. yüzyıldan itibaren para değerinin düşmesi, fiyat artışları ve yüksek enflasyonla kendini gösterdi. Halk bu durumun yükünü omuzlarında hissetti ve devlet, para bulabilmek adına vergileri sürekli artırdı.
Osmanlının batma sebepleri bütçe açıkları:
Böylelikle, toplumu destekleyen köylüler ezilmeye başladı ve Osmanlı İmparatorluğu 17. yüzyılda büyük bütçe açıklarıyla karşı karşıya kaldı, bu açığı kapatmak için borç aramaya başladı. 1784'te Fas'tan, 1789'da ise Hollanda'dan borç talep ettiler, ancak bu çabalar sonuçsuz kaldı. Parasızlık, Osmanlı'yı diz çöktürdü. Borç bulamayınca, Osmanlı paradaki altın ve gümüş oranını azaltarak paranın değerini düşürdü; adeta para basıyordu ve gümüş miktarı azalan paralar o kadar inceydi ki, halk arasında "paraya pul oldu" tabiri ortaya çıktı. Nihayetinde, para sıkıntısı Osmanlı'yı Batı'ya karşı diz çökmeye zorladı.
1838'de İngiltere ile yapılan Baltalimanı Ticaret Anlaşması, Osmanlı'yı bir açık pazar haline getirdi. Açık pazara dönüşen Osmanlı, giderek üretimden uzaklaştı ve bir tüketim toplumuna dönüştü, bu da kötü gidişi daha da hızlandırdı.
Osmanlının batma sebepleri Galata bankerleri:
Sultanlar, çözümü Galata Bankerleri ve dünya çapında ünlü tefeci Rothschild ailesinden borç almakta buldular. Bankerler, büyük devletlerin garantisi ve denetimi olmaksızın yeni borç vermeye isteksizdiler; bu nedenle 1854'ten itibaren İngiltere ve Fransa gibi Avrupa devletleri sahneye çıktı. Her borç alışımızda yeni ödünler vermek zorunda kalıyorduk; 1856'da yabancı sermaye yatırımlarına izin verildi ve böylece yabancılar ülkede değerli ne varsa satın almaya başladılar. Bu da yetersiz kalınca, Osmanlı 1867'de yabancılara toprak satışına izin verdi. 1876'da II. Abdülhamit tahtta oturduğunda, devlet zaten iflas etmiş ve borç ödemelerini durdurmuştu.
Osmanlı batma nedenleri Duyun-u umumiye:
Abdülhamit'in tahttan indirilme veya ruhi çöküntü bahanesiyle hapsedilme endişesi, finansal kaynak bulunamazsa bu sonun kaçınılmaz olduğu düşüncesini doğurmuştu. Bu endişeyle "Ulu Hakan", Batı'ya boyun eğdi ve 20 Aralık 1881'de Avrupalı alacaklılarla Duyunu Umumiye İdaresi'ni oluşturan Muharrem Kararnamesi'ni imzaladı.
Doğu Rumeli'den elde edilen tuz, tütün, alkol, ipek, balıkçılık ve damga vergilerinin tahsilatı Duyunu Umumiye İdaresi'ne bırakıldı. Avrupalı devletler, Osmanlı'nın ana gelir kaynaklarını ele geçirdiklerinde, borç ödemelerini garanti altına alan bu denetim mekanizması sayesinde finansman musluklarını yeniden açtılar. Bu durum, II. Abdülhamit'in 1877'den 1908'e kadar olan dönemde tam 13 kez daha borç anlaşması imzalamasına yol açtı. Her yeni borç, devletin durumunu daha da kötüleştirdi ve "Ulu Hakan"ın 33 yıllık iktidarında Osmanlı Devleti, Tunus, Mısır, Kıbrıs, Sırbistan, Karadağ ve Romanya'yı içeren bugünkü Türkiye'nin iki katı büyüklüğünde toprak kaybetti.
Osmanlı'nın temel sorunu, bilim ve teknolojiyle bağını koparması ve bunun sonucunda yaşanan üretimsizlikti. Üretimsizlikten kaynaklanan dışa bağımlılık, kaybedilen savaşlar, artan vergiler, hayat pahalılığı ve enflasyon gibi sorunlar halkın omuzlarına yüklenmekteydi. Dayanılmaz şartlar altında, isyanlar patlak verir ve zaman zaman Yeniçeriler, halkın isyanlarına öncülük ederdi.
Osmanlı batma nedenleri, Osmanlı yönetim sistemi tek adam rejimiydi.
Meşrutiyet, yani meclisli yönetim denenmiş ancak başarısız olunca hızla tek adam rejimine geri dönülmüştü. Her ortaya çıkan krizde, halk doğal olarak sorumluluğu iktidardaki tek adama yüklüyordu. Tek adam, iktidarını korumak için zaman zaman bazı vezirlerini feda ederken, çoğu zaman tahtıyla birlikte hayatını kaybediyordu. Bu nedenle, özellikle II. Abdülhamit gibi padişahlar, ekonomik isyanları önlemek amacıyla sürekli borçlanmayı tercih etmişlerdi. İktidarda kalabilmek adına yapılan yeni borçlanmalar, krizi sadece ertelemekte ve borç yükü gelecek nesillere aktarılırken devlet giderek zayıflamaktaydı.
"Dış güçler den borç almak zorunda kalındığı için onlarla iyi ilişkiler kurmak ve dayatmalarına boyun eğmek gerekiyordu. Bu yüzden devlet, savaşmadan toprak kaybetmeye başlamıştı. Kötü gidişat, dönemin en eğitimli kişileri olan din alimleri tarafından dinden uzaklaşmaya bağlanmıştı. Herkes, Müslümanların refah içinde yaşadığı Asr-ı Saadet'e geri dönmeyi arzuluyordu. Bu amaçla, Peygamber döneminin örf ve adetleri ile hukuk ve devlet düzenine dönülmesi gerektiği düşünülüyordu.
"Allah'ımız var" düşüncesiyle, daha çok dua edilerek sorunların çözüleceği sanılıyordu. İnsanlar, kendi hatalarını dua yoluyla Allah'a havale edip çözümü O'ndan bekliyorlardı. İslam dininin bu yanlış yorumu, halkı taassuba sürükleyerek toplumun bilim, eğitim ve üretimden kopmasına neden olmuştu.
Bu durumda, "dış güçler"den alınan borçlar verimli bir şekilde kullanılamamıştı. Paranın büyük bir kısmı önceki borçları ödemek için harcanıyordu. Geri kalan para ise, üretim odaklı yatırımlara yönlendirilemiyordu. Çünkü padişah, tahtını koruyabilmek için etrafında kendisini destekleyecek yandaşları beslemek zorundaydı.
Osmanlı batma nedenleri rüşvet, yolsuzluk, komisyon, adam kayırma, israf:
Rüşvet, yolsuzluk, komisyonculuk, adam kayırma ve israf, Osmanlı Devleti'nde hızla yayılmıştı. Devletin görkemini sergilemek için borçlanılarak Boğaz'da saraylar inşa ediliyor ve para adeta betona gömülüyordu. Sonuç olarak, azaltılması gereken borçlar, yeni borçlarla sürekli artıyor ve Osmanlı, borçlarının faizlerini ödeyemez hale geldiğinde iflas etti. Osmanlı Devleti, 10 Ağustos 1920'de imzalanan Sevr Barış Antlaşması ile tarih sahnesinden çekildi. Sevr Barış Antlaşması'nda "Osmanlı Devleti" ifadesine yer verilmezken, tüm hükümlerde "Türkiye" ifadesi kullanılmıştır.
Genç Türkiye borç batağından nasıl çıktı:
Mustafa Kemal Atatürk'ün liderliğindeki bir grup kahraman, Anadolu halkının fedakarlıklarıyla Kurtuluş Savaşı'nı zaferle sonuçlandırarak, yıkılan Osmanlı İmparatorluğu'nun küllerinden yeni Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Lozan Antlaşması ile yabancılara tanınan imtiyazlardan ve kapitülasyonlardan kurtulduk. Gümrüklerimizi ve ticaretimizi kendi kontrolümüze aldık. Kalkınmamız için hayati öneme sahip olan bankaları ve demiryolları gibi stratejik kurumları millileştirdik. Tarımsal üretimi artırarak gıda güvenliğini sağladık ve aç halkımızı doyurduk. Olabildiğince az borçlanarak ve çocuklarımızın geleceğini ipotek altına almadan, Osmanlı'dan devraldığımız borçları ödemeye başladık. Yeni sanayi yatırımlarıyla yerli ve milli üretime geçiş yaptık. Ancak en önemli başarımız; "Tek adam" yönetiminden kurtulmaktı. "Tek adam" rejimi, dış güçlere karşı en zayıf yönetim biçimiydi; tek bir kişinin kişisel çıkarları için taviz vermesi, tüm bir ulusu zayıflatabilirdi.
Atatürk, çözümü mecliste buldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi, halkın tüm kesimlerini temsil ederek, dış baskılara karşı direnişimizin en güçlü dayanağı oldu. Ülke artık Cumhuriyet ile yönetiliyor, halk kendi kaderini belirleme hakkına sahipti. Atatürk'ün belirlediği ilkeler (6 Ok) etrafında kenetlenen halk, büyük bir azimle çalıştı. Hep birlikte toplumsal bir başarı elde ettik ve ülke, 15 yıl içinde yüz yıllık bir sıçrama yaptı. Fakat ne yazık ki bu parlak dönem, Atatürk'ün yaşamı ile sınırlı kaldı.
Menderes dönemi
Lord Curzon, Lozan görüşmeleri sırasında İsmet İnönü'ye, masada verdiklerini ekonomik zorluklar içindeyken geri alacaklarını söylemişti. Gerçekten de öyle oldu. İsmet İnönü, 1939'da İkinci Dünya Savaşı'nın başında güvenlik endişesiyle İngiltere ve Fransa ile üçlü ittifak anlaşması imzaladı ve savaş sonrasında Sovyet tehdidi altında ABD'ye yakınlaştı. 14 Şubat 1947'de Türkiye Dünya Bankası'na, 11 Mart 1947'de ise IMF'ye katıldı.
Truman Doktrini ve Marshall Planı kapsamında ABD ile yapılan ikili anlaşmalarla askeri, ekonomik ve eğitim alanlarında tavizler verilerek emperyalizme kapı aralandı ve Menderes Hükümetleri bu kapıdan hızla geçti.
Menderes döneminde Türkiye, ABD'nin sadık müttefiki olurken, aynı zamanda borç altında ezildi. 1956'da Rockefeller'ın ABD Başkanı Eisenhower'a yazdığı mektupta Türkiye'nin "oltada yakalanmış balık" olduğunu ve bu nedenle yem ihtiyacının olmadığını belirtmesiyle borç para akışı kesildi ve Türkiye, Osmanlı dönemindeki gibi yeniden para krizine sürüklendi. Menderes'in para bulmak için Sovyetlere yönelmesi, yaşanan ekonomik kriz ve otoriterleşmenin yarattığı memnuniyetsizlik, 1960 darbesiyle sonuçlandı.
Türkiye, Menderes'le birlikte emperyalizmin oltasına bir kez daha takıldıktan sonra bir daha kurtulamadı. Dünya devletler arasındaki ilişkiler, siyasi olduğu kadar ekonomik temelli çıkar çatışmaları üzerine kuruludur.
İkinci Dünya Savaşı da dahil olmak üzere, öncesinde devletler ekonomik çıkarları için silaha başvurabiliyordu. İkinci Dünya Savaşı'nın yarattığı yıkım, savaşı devletler arası mücadelenin dışına çıkardı. Ancak mücadele hiçbir zaman bitmedi, sadece boyut değiştirdi. 
Günümüzdeki mücadelede, savaşı kaybettiğinizi ve yenildiğinizi yaşanan ekonomik krizlerle anlıyorsunuz. Her ekonomik kriz sonrası galipler, Osmanlı'ya yapılanların benzeri olarak, ekonomik krizden çıkışın reçetesi altında bir barış anlaşmasını önünüze koyuyorlar. Bu reçeteyle sizden koparılanlar oluyor.
Türkiye de devletçiliğin sonu:
Türkiye, 1970'lerde sürekli ekonomik krizlerle mücadele etti. 1980 öncesinde bir ekonomik savaşı daha kaybettik ve galip taraf, 24 Ocak kararlarını önümüze koydu. Turgut Özal tarafından hazırlanan 24 Ocak kararları, ancak 12 Eylül 1980 Darbesi'nin yarattığı baskıcı ortamda uygulanabildi. Devlet korumasının (sübvansiyonların) tarım ve diğer stratejik sektörlerden çekilmesi ve yapılan devalüasyonla varlıklarımızın %32,7 oranında ucuzlaması, 'kapitalist sisteme entegrasyon' yalanıyla emperyalizme sunuldu.
Böylece, Cumhuriyet tarihinin devletçilik dönemi sona erdi. 1996 yılında, dönemin başbakanı Tansu Çiller, Avrupa Birliği'ne girmiş gibi Gümrük Birliği anlaşmasını imzaladı ve gümrük duvarlarımız delindi.
24 Ocak kararları ve Gümrük Birliği, 2001 yılında yaşanan ciddi ekonomik krizin temellerini oluşturdu. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Bülent Ecevit arasında yaşanan anayasa kitapçığı fırlatma olayı, Türkiye'nin 2001 yılında bir ekonomik savaşta daha yenildiğini kabul etmesine neden oldu. IMF adına Kemal Derviş geldi ve Türkiye'ye 15 adet yasa ile gönderildi:
- Uluslararası Tahkim Yasası - Merkez Bankası Yasası - Bankacılık Yasası - Telekom Yasası - Şeker Yasası - Tütün Yasası gibi;
Bu yasalar, vatandaşı ve üreticiyi dış güçler karşısında zayıflatırken, aynı zamanda onların önünü açtı. Ancak Atatürk'ün mirasının etkisiyle Türkiye'de hâlâ direniş gösteren odaklar vardı.
Emperyalizmin önünde iki engel Ecevit ve Erbakan:
Siyaset sahnesinde, o dönem Altı Ok'un temsilcisi olan Bülent Ecevit liderliğindeki Demokratik Sol Parti (DSP) ve Millî Görüş geleneğinden gelen Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi (RP), emperyalizme karşı siyasi engeller olarak görülüyordu. Bürokraside ise, özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri ve Yargı'da görev yapan vatansever personel, savunma alanında önemli bir direnç noktası oluşturuyordu. Savunmanın en son hattında ise Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) bulunuyordu.
Türkiye'de yapılan kamuoyu yoklamaları, milliyetçi-muhafazakâr eğilimdeki İslamcı oyların artışını gösteriyordu. Millî Görüş çizgisindeki bir hükümetin gelecekte tek başına iktidara gelme ihtimali, dış güçler için ciddi bir endişe kaynağıydı.
Erbakan'ın liderliğindeki Millî Görüş, sadece ABD'ye karşı değil, aynı zamanda Avrupa Birliği (AB), Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve küresel sermayeye de karşı çıkıyordu. Milli ekonomi yanlısı bir tutum sergiliyordu. Erbakan, siyasal İslam'ın etkisinde olmasına rağmen, Atatürk'ün talimatıyla yazılan Lise Tarih Kitabı'ndan eğitim almış, Osmanlı'nın çöküş nedenlerini ve Cumhuriyet'in nasıl kurulduğunu bilen bir liderdi. Böyle bir yönetimin yeniden iktidara gelmesi, dış güçlerin Türkiye'yi bir sonraki ekonomik savaşta yenilgiye uğratma planlarını zorlaştırabilirdi. Ayrıca, Erbakan'ın Gülen Hareketi'ni onaylamaması, FETÖ'nün Türkiye'deki faaliyetlerini sınırlayacaktı.
Amerikan istihbaratının önde gelen Ortadoğu, Türkiye ve İslam uzmanlarından Graham Fuller, 1990'ların başından itibaren "ılımlı İslam" projesi üzerinde çalışmaktaydı. Fuller, Ortadoğu'da anti-Amerikan radikal İslamcı hareketleri engellemenin ve geriletmenin yolunun, laik sistemleri desteklemek yerine, radikal İslamcı partileri küresel kapitalist sisteme entegre edecek ve onları dönüştürecek bir yaklaşım benimsemek olduğunu savunuyordu. Fuller ayrıca, 1990 yılında Kemalizm'in artık geçerliliğini yitirdiğini ve piyasacı-küreselleşmeci İslam'ın ön plana çıkması gerektiğini öne sürmüştü.
Ilımlı İslam tarih sahnesinde:
Türkiye'deki sol laik partiler Atatürkçülükten koparılıp Milliyetçi-muhafazakâr partiler ise Batı'ya uşak haline getirilip. Atatürkçülükten uzaklaştırılarak  emperyalizmin hizmetine sokulmaları amaçlanıyordu. Erbakan, bu niyeti "ılımlı Müslüman" kavramıyla açıklamaya çalışmıştı. Sonuç olarak, Erbakan liderliğindeki RP-DYP koalisyonu 28 Şubat darbesiyle, Ecevit liderliğindeki DSP-MHP-ANAP koalisyonu ise 2001 krizi sayesinde devrildi.
AKP Dönemi başlıyor: 
AKP, "dış güçlerle" uyumlu çalışacağına söz veren kadrolar tarafından, ılımlı İslam ekseninde, bir proje partisi olarak kuruldu ve iktidara getirildi. AKP, kendi önündeki engelleri yavaş yavaş ortadan kaldırmaya başladı. TSK, milli menfaatleri ve ülke güvenliğini gerekçe göstererek Hükümete sert muhalefet yapıyordu. AKP, FETÖ ile işbirliği yaparak TSK'daki ulusal güvenlik konusunda hassas duruş gösteren askerleri sistemden uzaklaştırdı. Benzer bir operasyon yargı kurumlarına da yapıldı. Böylece ülkede hükümeti denetleyebilecek bağımsız yargı ortadan kalkmış oldu.
Erdoğan'ın Seçimle gelen TBMM Darbesi:
Erdoğan, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM) yetkilerini elinden aldı. 24 Haziran seçimleriyle Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemine geçildi ve TBMM işlevsel açıdan tamamen etkisiz hale geldi. Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle ülkeyi tek başına yönetebiliyor. Böylece Osmanlı'nın "tek adam" sisteminin günümüz versiyonu hayata geçmiş oldu. Ülkede denge ve fren mekanizması kalmadı. Erdoğan, kendi önündeki engelleri kaldırdığını zannederken aslında emperyalizmin önündeki engelleri kaldırıyor.
BOP Projesi Erdoğan ile start alıyor:
Türkiye, Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) eş başkanı olarak yanlış dış politikalar izlemeye başladı. 2003'te Irak'ın ABD tarafından işgaline ve parçalanmasına yardımcı oldu. Irak'ı kaybedince Musul-Kerkük petrollerinden faydalanmak için Barzani'ye sarıldı. Irak'da Barzani hükümeti: Barzani, referandumla bağımsızlığını ilan etti. Irak ve İran ile işbirliği sayesinde şimdilik zor bela bağımsız Barzanistan'ın önü kesilebildi. Benzer bir hatayı Libya'da yaptı. Kıbrıs Barış Harekatı'nda en büyük destekçimiz olan Kaddafi'ye ihanet ederek Libya'nın parçalanma operasyonu NATO'nun İzmir'deki karargahından idare edilmesine izin verdi. Libya ile olan tarihi bağlarımızı kopardı.
Tek adamın en büyük hatası Suriye:
Erdoğan'ın Suriye politikası ağır hatalarla dolu olmuştur. Suriye'nin parçalanmasına destek vermiş, PKK kantonlarının oluşmasına izin vermiş ve 10 milyona yakın mülteciyi ülkeye kabul etmek zorunda kalmıştır. Tüm bu hatalar Türk ekonomisine ağır yük bindirmiştir.
Erdoğan ve açılım süreci:
Erdoğan, PKK ile açılım sürecini başlatarak büyük bir hata yaptı. Bu süreçte PKK'nın şehirlerde güçlenmesine göz yumuldu. PKK, Suriye'nin kuzeyinde kantonlaşma sürecini Türkiye'de de başlatmak istedi ancak güvenlik güçlerinin çabasıyla bastırıldı. Erdoğan, iç ve dış politikada yaptığı hatalardan sonra Avrasya'ya yöneldi, ancak FETÖ tarafından 17-25 Aralık 2013'te "Yargı Darbesi" ve 15 Temmuz 2016'da askeri darbe girişimiyle karşı karşıya kaldı. Erdoğan, darbe girişimini savuşturarak kahraman oldu ve önceki hatalarının unutulmasını sağladı.
Türkiye'yi batma nokrasına götürecek olan Sıcak paraya bağımlılıktır.
Erdoğan'ın en büyük hatası ekonomi yönetimindeydi. Denetim mekanizmalarından kurtulurken, emperyalizmin önerdiği ultra-neo-liberal politikaları uygulamaya başladı. Özelleştirme adı altında kamu varlıkları yandaşlara ve yabancılara devredildi. Üretimden kopan ekonomi, tüketime dayalı hale geldi. Borçlanma ve inşaat sektörüne yönelindi. Ekonomi dış kaynaklı sıcak paraya bağımlı hale geldi ve her kriz döneminde kaçınılmaz oldu. Erdoğan'ın iktidarı da dışarıdan bulacağı paraya bağımlı hale geldi, ülkede her şey satılıktı.
Erdoğan iktidarında toprak satışı:
Atatürk, Osmanlı Devleti'nin Batı kaynaklı felaketlerinden ders alarak Türkiye Cumhuriyeti'nde yabancıya toprak satışını son derecede zorlaştırmıştı. 1924 yılında çıkarılan köy kanunu ile yabancıların köylerde arazi ve emlâk almaları yasaklanmıştı. Erdoğan ise 2005 yılında Tapu Kanunu'nda yaptığı değişiklikle yabancılara toprak satış limitini 2.5 hektardan 30 hektara (300 dönüm) çıkarmıştı.
2004 yılında yürürlüğe giren 5177 sayılı kanunla yabancıların maden çıkarması serbest bırakıldı. Artık yabancı gerçek kişiler ve yabancı ülkelerde kendi kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip yabancı şirketler de tapu sahibi olabiliyor. Yabancı şirketler, Tüpraş, Telekom, bankalar, maden alanları, limanlar, enerji tesisleri ve derelerin tapularını alabiliyorlar. Bugüne kadar yabancı şirketler, Türkiye'nin yüzölçümünün %17'sine tekabül eden 150 bin kilometrekarelik maden alanı işletme hakkına sahip oldu ve 2002-2011 yılları arasında yabancılara satılan toprak miktarı 18,4 milyon metrekareyi buldu
Arap sermayesine muhtaç bırakılan Türkiye:
Arap sermayesine bağımlı hale geldik, ülkemizin toprakları Araplar tarafından işgal edilmeye başlandı. Erdoğan'ın tarım politikaları nedeniyle Türkiye artık kendi kendine yeten bir ülke değil, temel gıda ürünlerini ithal etmek zorunda. Ekonomik kriz nedeniyle ülkenin dış borcu üç kat artarak 453,2 milyar dolara ulaştı, dolar 30 TL'yi geçti ve enflasyon kontrolden çıktı.
Erdoğan'ın dış güçler masalı: 
Erdoğan, ekonomik krizin dış güçlerin saldırısından kaynaklandığını iddia ederek sorumluluğu başkalarına yıkmaya çalışmaktadır. Ancak gerçekte Türkiye, üretimden koparak tüketim toplumuna dönüşmesi nedeniyle tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşamaktadır. Enflasyon, işsizlik, yoksullaşma ve ekonomik durgunluk gibi sorunlar hayatlarımızı olumsuz etkilemektedir. Erdoğan, yenilgisinin farkında değildir ve ekonomik krizin geçici kur dalgalanmalarından kaynaklandığını düşünmektedir.
Türkiye'de ekonomik kriz bitti mi?
Ülke ekonomisi sağlam temeller üzerine kurulmadığı için kriz derinleşerek devam edecek. Erdoğan, siyasi geleceğini kurtarmak için yeni borçlar bulmak zorunda kalacak ve bu borçları gelecek kuşaklara aktaracak. İktidarı kaybettiğinde ise geçmiş icraatları sorgulanacak. Türkiye, küresel sermayenin dayatmalarına boyun eğmek zorunda kalacak. Yabancı sermayenin istedikleri gibi reel sektöre yatırım yapmasına karşı değiliz, ancak ucuzlayan varlıklarımıza el koymaları ve iş adamlarımızın iflas etmesi, işçilerimizin ve köylülerimizin yabancı şirketlerde sömürülmesi kabul edilemez. Ülke olarak çok tehlikeli bir döneme girmiş bulunuyoruz.
Kriz sebebi ile daha da otokratikleşen Bir Erdoğan:
Bir kişinin kendi geleceği için taviz vermesi, bir ülkeyi dize getirebilir. Ekonomik krizle birlikte siyasi kriz de söz konusu. Ekonomik krizin yarattığı yokluk ve çaresizlik, toplumsal hareketleri tetikleyecektir. Bu süreçte Erdoğan'ın daha da otoriterleşme ihtimali yüksektir. Erdoğan, kendisine destek olmayanları "vatan hainliği" ile suçlayabilir. Ülke, bu gerilimli ortamda iç karışıklığa sürüklenebilir. Erdoğan'ın Türkiye'yi düze çıkarması mümkün gözükmemektedir. 22 yıllık icraatın sonunda bu noktaya gelinmişse, bundan sonra da bir şeylerin değişeceğini ummak akıllıca olmaz. Kişinin işi, sözlerine bakılmaz.
Erdoğan iktidarını nasıl koruyor.
Erdoğan'ın 13 seçim kazanmasının temel nedenleri; karizması, medya kontrolü, tarikat ve cemaatler ile muhalefet yokluğudur. Ekonomik krizlerden çıkış ve altyapı yatırımları dar gelirli seçmeni Erdoğan ile özdeşleştirmiştir. Erdoğan'ın yaptığı hatalar göz ardı edilmiş,  Her seçim zaferi iktidarın denetimden kopmasına yol açmıştır.
Türkiye'de medya kontrolü.
Erdoğan, medyayı kontrol altına alarak muhalif sesleri kıstı ve vatandaşların farklı görüşlere ulaşmasını engelledi. Ayrıca, diğer siyasetçilerin yapmadığı şekilde her gün en az bir yerde konuşma yaparak, hazırlanan konuşma metinlerini okuyarak, kalabalıkları büyüledi ve yenilmez bir kahraman imajı yarattı. Buna ek olarak, hakkında yazılan her şeye dava açması ve yazarları işten çıkartması, muhalif kesimin oto-sansür uygulamasına neden oldu.
Tarikat ve cemaatlerin katkısı.
Erdoğan, namaz kılan bir liderdi ve bu halkın hoşuna gitmişti. Tarikat ve cemaatler, Erdoğan'ın liderliğinde büyük bir hareket serbestisi yakaladılar. Artan imam hatip okulları sayesinde kadrolarını genişletiyorlardı. Tarikat ve cemaatlere göre Erdoğan, desteklenmesi gereken bir Osmanlı idi. Atatürk'ün şeriatı ve hilafeti kaldırması, tarikat ve cemaatlerin din anlayışına göre çok büyük bir hataydı. Dış güçler, Atatürk sembolüne saldırılmasını istismar ederek, Orta Asya kaynaklı bir Türk tarikatı Nakşibendiliğin içine sızmayı başarmıştı. Böylece Atatürk'ün emperyalizmle mücadelesi ve Batı'nın karşısında dimdik durması unutturuldu. Bu süreçte, Atatürk'ü karalayan kitaplar çıkmaya başladı. Cumhuriyet karşıtları aniden kahraman ilan edildi.
Sonuçta Atatürk'e "20'nci yüzyılın gördüğü en büyük şeytan" diyen öğretmenler ortaya çıktı. Bu zavallılar Atatürk'e küfür ettiklerini sanırken aslında kendi milletine, kendi devletine küfür ettiğinin, emperyalizmin uşağı olduğunun farkında bile değildi.
Televizyonlar Osmanlı dizileri ile Osmanlı'nın büyüklüğünü vurgulamaya başladı. Örneğin Payitaht dizisinde II. Abdülhamit'in büyük bir lider olarak gösterildiği ancak hatalarından hiç bahsedilmedi, Türkiye'nin 2 katı büyüklüğündeki toprağın nasıl kaybedildiği sorgulanmadı ve "Ulu Hakan"ın milletin topraklarını Yahudilere bile sattığı ifade edilmedi.
II. Abdülhamit, Bağdat-Berlin demiryolu yapımı için rayların geçtiği alanın sağ ve sol yanındaki toprakların mülkiyetini ve buralardan çıkan kaynakların işletim haklarını yabancılara vermişti. Ulu Hakan döneminde demiryolları, madenler, bankalar, su, hava gazı, elektrik, telefon, tramvay, tünel, sanayi kuruluşları, limanlar ve ticaretle ilgili her şey imtiyazlı yabancı şirketlere devredilmişti. Payitaht Dizisi bu hataları kamufle ediyor ve Erdoğan'ın yaptığı benzer hataların görülmesini engelliyordu.
Nakşibendiler Osmanlı'ya benzemeyi çok istiyordu ve sonunda buna kavuştular. Cumhuriyet bir anlamda ortadan kalktı, tek adam sistemine geri dönüldü ve ülkenin ekonomik durumu Osmanlı'nın son dönemlerini andırıyor.
Bu gün Türkiye'de muhalefet partisi yoktur.
Maalesef, bu süreçte en büyük destek muhalefet partilerinden geldi; umut vadeden bir politika veya yol gösterici bir lider ortaya çıkaramadılar. Devlet Bahçeli'nin, her zor durumda Erdoğan'a destek olan MHP'si üzerinde tartışmaya gerek yok. Bahçeli, "Cumhur İttifakı'na katılarak Erdoğan'ın tüm politik mirasını benimsemiş durumda. CHP'ye gelince, dönüşümü Cumhurbaşkanlığı vaadiyle Erdoğan'ın önünü açan Deniz Baykal başlattı. Ardından bir gladyo (FETÖ) operasyonuyla (kaset skandalı) Baykal'ın yerine Kemal Kılıçdaroğlu geçti.
Kılıçdaroğlu'nun liderliğinde partideki dönüşüm ivme kazandı. CHP, YENİ CHP projesi aracılığıyla Batı tipi bir sosyal demokrat partiye evrilirken, "6 OK" köklerinden uzaklaştı ve milliyetçi-muhafazakâr seçmenlerden oy kazanma çabası, bu oyların asıl sahibi olan AKP'ye kalmasına neden oldu. HDP'nin meclise girmesinin AKP'yi koalisyona zorlayacağı düşüncesi yanılgılıydı. PKK'nın etkisinden kurtulamayan bir partiye oy verilmesi teşvik edildiğinde, AKP'den ayrılması beklenen oylar ya yerinde kaldı ya da MHP'ye geçti.
Kılıçdaroğlu'nun liderliğinde, CHP'nin giderek bir kimlik partisine dönüştüğü düşüncesi halk arasında yaygınlaşmaya başladı. Kılıçdaroğlu'nun başlattığı YENİ CHP projesi başarısız oldu. Kılıçdaroğlu, dokuz yılda dokuz seçim kaybetmesine rağmen, bütün kongreleri kazanarak liderlik koltuğunu korumayı başardı.
CHP, sıradan vatandaşlardan iş çevrelerine kadar geniş bir kesimin haklarını temsil ediyordu. CHP'nin kayıpları aslında bu geniş kesimin kaybıydı. CHP yöneticileri, İngiltere Muhafazakâr Partisi'nin benzer durumda yaptığı gibi Kılıçdaroğlu'na aynısını yapamadılar, ya da Kılıçdaroğlu, cömertçe koltuğunu başkasına bırakmadı. CHP'nin seçimleri kaybetmesiyle, seçmenin güveni ve kazanma inancı azaldı. Nihayetinde, seçmen duygusal olarak partiden uzaklaştı.
Taksiciler, berberler, esnaf ve çarşı pazar herkesle konuştuğunuzda aynı şeyleri işitiyorsunuz; "Abi kime oy verelim?" diye soruyorlar. Erdoğan'dan umutlarını kesmişler. Eğer bir umut ışığı görseler, ona sıkı sıkıya sarılacaklar. Hatta Erdoğan'ın yakın çevresi de durumun ciddiyetinin farkında. Hem dış hem de iç politikadaki hatalar ile ekonominin yanlış yönetilmesinin ülkeyi uçurumun kenarına getirdiği görülüyor. Ancak hiç kimsenin lider hakkında konuşmaya cesareti yok; herkes korkuyor.
Öte yandan, Erdoğan'ın çevresi yavaş yavaş boşalıyor ve kendisi de ciddi bir endişe içinde. Artık hiç kimseye güvenmiyor. Otoriter yönetimler zor zamanlarda genellikle aynı çözümlere başvurur. Osmanlı İmparatorluğu da son günlerinde güveni damatlara bırakmıştı. Acil çözümler gerekmektedir; Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en büyük krizle yüz yüze. Erdoğan, 20 yıllık yönetiminin en zayıf dönemini yaşıyor ve iktidarda kalmak için her yolu deneyebilir.
Bu dönemde daha ne tür tavizler verileceğini, nelerin satılacağını veya satılmayacağını hep birlikte göreceğiz. Aslında satılacak pek bir şey kalmadı. Yeni borçlar alarak krizi geçiştirmek, Osmanlı'da olduğu gibi devleti hasta adam pozisyonuna düşürebilir. Atatürk'ün belirlediği çözüm yolu olan 6 Ok'a geri dönüşten başka bir çare görünmüyor. Kendi kaynaklarımızla ayakta durmak zorundayız.
Bu nedenle, siyasi yelpazenin sol kanadında Yeni CHP'yi bir kenara bırakıp, YENİDEN CHP'yi kurmalıyız. Siyasi yelpazenin sağ kanadında ise, içinde ABD bağlantılı finansörlerin bulunmadığı, tamamen milli bir partiye ihtiyaç var.
Sonuç:
Erdoğan döneminin sona ermesi ve devletin temellerinin daha fazla zarar görmemesi gerekmektedir. Tek adam rejimi sonlandırılarak TBMM'nin yeniden işlevsel hale getirilmesi önemlidir. Cumhuriyetin yeniden kurulması için herkesin seçimlerde bu hedefi göz önünde bulundurarak oy vermesi gerekir. En önemlisi ise tarihten ders almaktır. Vatandaşın deyimiyle, tecrübe yenmiş kazıkların toplamıdır. Yediğimiz kazıkları iyi bilmediğimiz sürece daha çok kazık atan çıkabilir. Çözüm ise zaferleri değil, yenilgileri bilmekten geçmektedir.
0 notes
elazigsurmanset · 3 months ago
Text
Türkiye’de Borçlanma Sorunu Yaşanıyor..
Tumblr media
Türkiye'de son yıllarda gözlemlenen artan borçlanma sorunu oldukça ciddi bir hal almış durumda. Bu durumun hem bireysel hem de toplumsal düzeyde önemli etkileri bulunuyor.. Son yıllarda Türkiye'de ekonomik zorluklar nedeniyle birçok vatandaşın bankalardan kredi kullanma oranı arttı. Özellikle kredi kartı borçları ve tüketici kredileri gibi borçlanma türlerinde artış gözlemleniyor. Bu durum, pek çok insanın bankalara olan borçlarını ödemekte zorlanmasına ve gecikmeli ödemeler veya ödememe durumlarında ihtar ve arama gibi sorunlarla karşılaşmasına yol açtı. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) tarafından yapılan açıklamaya göre, batık kredilerin 238 milyar 385 milyon liraya ulaşması, bu durumun ciddiyetini ortaya koyuyor. Batık kredi, geri ödenemeyen veya ödenmesinde büyük zorluk yaşanan kredileri ifade eder ve bu miktarın bu denli yüksek olması, vatandaşların ekonomik açıdan zor bir dönemden geçtiğinin bir göstergesi. Bu durumun etkilerini hafifletmek için finansal eğitim, borç yönetimi ve devletin ekonomik destek programları gibi önlemler alınması gerekebilir. Ekonomik koşulların iyileştirilmesi ve vatandaşların borçlarını yönetme becerilerinin artırılması, bu sorunun çözülmesine yardımcı olabilir. Sorunun Kökündeki Nedenleri alt başlıkları ile sıralayabiliriz.. Ekonomik Zorluklar: Yüksek enflasyon, döviz kurundaki dalgalanmalar ve gelirlerin artmaması gibi ekonomik zorluklar, insanların harcamalarını karşılamak için kredi kullanmalarına neden olmuştur. Kredi Erişimi Kolaylığı: Bankaların kredi verme konusunda daha esnek davranması ve kredi kartlarının yaygınlaşması, insanların kolaylıkla borçlanmalarını sağlamıştır. Tüketim Toplumu: Toplumdaki tüketim alışkanlıklarının artması ve kredi kartlarının cazip ödeme koşullarıyla sunulması, borçlanmayı teşvik etmiştir. Finansal Okur-Yazarlığın Düşüklüğü: Vatandaşların büyük bir kısmının finansal konularda yeterli bilgiye sahip olmaması, borç yönetimi konusunda zorluk yaşanmasına yol açmıştır. Özel Haber: Serkan ŞENKAL   Read the full article
0 notes
memorymaker06 · 2 years ago
Text
tüketim çılgınlığı
ne kadar fazla “şeye” sahip olduğumuz en iyi taşınırken anlıyoruz.
son 15 senedir taşınmadığım için, en iyi Erasmus��a gittiğim zaman hissetmiştim bunu. 6 ay kadar kalacağım bir lokasyona ne götüreceğim ve nasıl götüreceğim benim için bir problem olmuştu. dolaptaki milyon giysiden birkaç tanesini seçip yanımda götürmem konu olduğunda gördüm ki gerçekten elimde bir sürü şey var ve hepsi aşırı yer kaplayan ağır şeyler. Sonuç olarak dolabımın 1/5'i bile etmeyecek kadar eşya götürüp orada 5 ay geçirebildim. Avrupa’da gezerken Portekiz’in 35 derece sıcağından tutun Hollanda’nın soğuk havasına kadar pek çok sezondan geçtim ve elimdekiler hepsine yetti. Ankara’daki kayar kapılı devasa dolabımdan oradaki 2 kapılı Ikea dolaba çok çok az eşya götürüp hayatta kalabilmiştim, gittiğimde paramız değer kaybettiğinden alışveriş yapmama alışkanlığı edinmiştim ve döndüğümde elimdekilerin değeri gözümde katlanmıştı, bu yüzden küçülme yoluna da gidemedim. halen daha AVM gezmeyi, arkadaşlarımla mağazalarda dolanmayı çok seviyordum ama hem paranın değersizleştiğini düşündükçe hem de evde ne kadar çok eşyam olduğunu düşündükçe içinden çıkamadığım bir ikileme düşüyordum.
eminim oralarda benim gibi olan onlarca insan vardır, özellikle de kadın. bakın benim bu durumum 2014–2017 arası olan üniversite yıllarımda biriktirdiğim eşyalardan dolayı… hani son 5 senedir gündemde olan Instagram ve Tiktok’un aşırı yükselişi, influencer çılgınlığı ve fahiş fiyatlar henüz devrede değilken. mağaza vitrininde ne gördüysem ondan influence olduğum, Gratis ve Watsonsların ülkede yeni yeni türediği dönemde öğrenci harçlığımla aldığım eşyalar. bu aralıkta çalışan kadınlar daha da fazla alım gücüne sahipti, şu anda da pek çoğu benden daha yüksek bir alım gücüne sahiptir.
2. el satış, içeriği kontrol ederek satın alma, düzenli olarak decluttering çözüm olmuyor artık elimdekilere. seneler sonra Ankara’dan İstanbul’a taşınmam söz konusu olduğunda aile evimdeki her şeyi taşımadığım halde 7 çanta eşyayla lojmana giriş yaptığımda dank ediyorum durumu. kendime her daim artık bir şey almamayı telkin etsem de önüne geçemiyorum ve bu tüketim çılgınlığından başka bir şey değil. tanrı hepimizi kapitalizmden korusun.
1 note · View note
dilperisanimmmm · 7 months ago
Text
Fight Club
Sizler işiniz değilsiniz, sizler paranız kadar değilsiniz, sizler bindiğiniz arabalarınız değilsiniz, kredi kartlarınızın limitleri değilsiniz, sizler iç çamaşırı değilsiniz. Sizler dünyanın dans edip şarkı söyleyen pisliklerisiniz!
Hiç sözünü esirgemeyen, neredeyse her repliği üzerine sayfalarca kompozisyon yazılabilecek bir film, “Fight Club”. Bu replikten de anladığımız üzere, 21. Yüzyıl kapitalizmini ve yarattığı toplumu, kültürü amansızca eleştiren bir kült eser. 1996 yılında Chuck Palahniuk tarafından kaleme alınmış olan “Fight Club” isimli roman, 1999 yılında aynı isimle beyaz perdeye uyarlandı. Yapımcılığını Dust Brothers’ın üstlendiği film David Fincher tarafından yönetildi. 90’ların yani 20. Yüzyılın sonunda çekilmiş olan film, kökleri daha gerilere dayanan 21. Yüzyıl kapitalizminin yarattığı topluma ve popüler kültüre sert tokatlar çarpmakta. Ancak sistemi eleştiren hemen hemen her Amerikan filminde olduğu gibi bu filmde de, biraz irdelediğimiz takdirde bazı samimiyetsizlikler ve ticaret kokan olaylar gözümüzden kaçmıyor. Film sistemden bunalmış olan izleyicilerini mastürbasyon etkisiyle rahatlatıyor, koltukları dolduruyor ve inanılmaz gişeler yapıyor. İçerik olarak sert eleştiriler içerse de teknik olarak egemen sistemin sinema kültürünü yeniden üretiyor. Bir nevi, kültürle endüstriyi birleştiriyor. Ayrıca film çok gişe yaptığından dolayı sonrasında hoş olmayan ticari adımlar atılıyor. Yazımızda filmin bu yönünü bir kenarda bırakmaya çalışıp daha çok içeriğiyle ilgileneceğiz ve sistem eleştirisi üzerine önemli noktaları ortaya çıkarmaya çalışacağız.
Filmde aynı zamanda anlatıcı konumunda olan Edward Norton’un canlandırdığı karakter, vahşi kapitalizmin içerisinde sıradan bir beyaz yakalıdır. Her şeyi vardır, güzel para kazanır, istediği şeylere sahip olabilir. Ya da ona dayatılan şeyler içerisinden bazılarını seçmekte özgürdür sadece. Tıpkı bizler gibi sahip olduğu malların kölesidir. Böyle bir hayatı olan karakterimiz, Marx’ın yabancılaşma kavramını hatırlatacak bir süreç içerisindedir. Filmin başında uykusuzluğa yakalandığını, yaptığı işten bir anlam çıkaramadığını, sıkıcı bir ofiste bilgisayar başında oturan ve fotokopi çeken insanların arasında olduğunu görürüz. Ayrıca tüketim kültürü galaksisinin bir numaralı yıldızları olan ürünleri birer gezegen gibi gösterip, aslında hepsinin birer çöp parçası olduğuna dair ayrıntıyı da gözden kaçıramayız. Dünyanın sahibinin artık devletler yerine şirketler olduğunu anlatan sahnede, yeni bulunacak olan gezegenlerin isimlerinin dahi artık şirketler tarafından belirleneceği söylenir. Bu noktada günümüz dünyasını aklımızdan geçirdiğimizde, artık üzerinde güneş batmayan imparatorluklar yerine üzerinde güneş batmayan şirketler olduğunu görürüz. Bir Apple devletinin başkenti ABD’dir, üretim bölgesi Asya, pazarı tüm dünya ve gelecekte yeni gezegenler…
DAVID FINCHER
Norton’un canlandırdığı karakter ilk katıldığı seans olan testis kanserlilerin toplantısında Bob’la tanışır. Bob günümüzün kendisiyle barışık olmayan, başkalarına güzel görünebilmek için her şeyi deneyen, steroid kullanan, kas şişiren, estetik yapan, yüzünü makyaj kutusuna batıran ama sonu hep hüsranla biten ve kendisi olma yoluna geri dönen bir bireyin temsilidir. Sistemin bize dayattığı farklı olmaya çalışma dürtüsü, bunun için dayatılan tüketme arzusu ve sonrasında aslında herkesle aynı olduğumuzun farkına varışının bir temsili.
Sigorta şirketinde çalışan karakterimiz bu sebeple sık sık seyahat etmekte ve kaza olan yerlere gitmekte. Bu anlar içerisinde gösterilen uçak yolculuklarında, kalınan otellerde, havaalanlarında karakter tek kullanımlılığa takmış. Otellerdeki şampuanlar, diş fırçaları, macunlar, uçakta dağıtılan şeyler vs. Ve hatta bu esnada kurulan dostluklar. Bunların hepsinin tek kullanımlık olduğunu söylüyor karakter. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Sistem bize tüketmeyi öyle dayatmış ki, bir giydiğimizi bir daha giymez, senede bir telefonumuzu değiştirir, yenisi çıkan şeylerin eskisini çöpe atar duruma gelmişiz. Hatta içi boş aşkla tutuştuğumuz sevgililerimizi tüketince yenisini arar, son kullanma tarihi biten dostlarımızı değiştirir noktaya gelmişiz. Tüketim kültürü kaçınılmaz olarak ilişkilerimizi de etkiler duruma gelmiştir. Vahşi kapitalizmin toplumdaki sonuçlarından birisidir bu.
Karakterimizin Tyler’la tanıştığı uçak sahnesinde, Tyler uçaklara oksijen maskelerinin neden koyulduğu hakkında konuşur. Sanıldığının aksine havasız kalındığında nefes almak için değil, panik anlarında kafa yapıp insanları rahatlattığı için var olduğunu söyler. Yani uçak düşerken insanlar endişeye kapılmak yerine oksijen maskelerini taktıklarında, uçağın düşmesi pek umurlarında olmayacaktır. Bizim de bugün izlediğimiz Tv programları, satın aldığımız tüketim malları vs. tıpkı bu oksijen maskelerinin görevini görmüyor mu? Film bu yaklaşımı ile sistemin sömürdüğü, geçimini zor sağlayan bireylere işaret ediyor , kendileri için yaklaşan kıyametin farkına varmamalarına değinerek , oksijen maskelerini takıp televizyonda lüks hayatları izliyip, kendilerine taksitle son model bir cep telefonu alıp rahatladıklarını ve bir nevi uyuştukları durumuna gönderme yapıyor.
Karakterin evinin yandıktan sonra Tyler’la bira içtiği sahnede geçen diyalog, neredeyse filmin genelinde verilmek istenenin bir özeti. Karakterimiz neredeyse her şeyinin var olduğunu ama hepsinin yanıp gittiğini söyler. Bunun için üzülse de aslında biraz rahatlama yaşamaktadır. Çünkü ona hükmeden şeylerden kurtulmuştur. Tyler burada tüketim toplumuna göndermelerde bulunur. Cinayet, suç, fakirlik umrumuzda değil, tek düşündüğümüz magazin dergileri, beş yüz kanallı televizyonlar, iç çamaşırlarında kimin adının yazdığı. İşte tüketim toplumundaki insanın genel bir özeti.
Tyler’la karakterin dövüşmeye başladığı ilk sahnelerde, çevreye toplanan ve dövüşe katılan adamların içinden birisi, “Ben de dövüşebilir miyim?” der. Bu adam takım elbiseli, kravatlıdır. Ve Tyler ona, “Tamam, kravatını çıkar.” der. Burada toplumun orta sınıfı diyebileceğimiz, rahat yaşamlara sahip oldukları düşünülen beyaz yakalıların aslında ne kadar sıkıldıkları, onlara sahip olan mallardan kurtulmak için fırsat aradıklarını, onların da sömürünün bir parçası olduklarını görürüz. Aslında ana karakterin durumu da bundan farklı değildir. Tıpkı Gezi olaylarında, mesaiden sonra kravatlarını açıp sokağa dökülen birçok beyaz yakalı gibi, onlar da saatlerce mesai yapıp hiçbir sosyal faaliyete vakit kalmamasından, tek yapabileceklerinin bir malı satın alarak rahatlığa kavuşmak olmasından kurtulmak istemektedir.
Sahneler ilerledikçe dövüş kulübünün gittikçe büyüdüğünü ve yeni üyelerin katıldığını görüyoruz. Garsonlar, beyaz yakalılar, hastalıklılar vs. Toplumun alt kademesinde bulunan, ezilen, derdi olan ve boşalma ihtiyacı hisseden tüm bireyler soluğu dövüş kulübünde almaya başlıyor ve bu iş gittikçe toplumsal bir hareket haline dönüşüyor. 21.Yüzyıl tüketim toplumunda olan birçok toplumsal hareket gibi bu hareket de sınıfsal bir kavram üzerinden ortaya çıkmıyor. Tyler’ın kulüpteki adamlara konuşma yaptığı sahnede, günümüz toplumundaki insanın bir özetini daha görüyoruz. Bütün bir neslin benzin pompaladığını, beyaz yakalı köleler olduğunu, reklamlara kanıp arabalar kovaladığını, nefret ettikleri işlerde çalıştıklarını söyleyen Tyler büyük buhranı yaşamamış, savaş görmemiş gençlerin tek savaşının içlerindeki savaş olduğunu söyler ve en büyük bunalımlarının hayatları olduğuna değinir. 21. Yüzyıl kapitalizminin insanı getirdiği son nokta gerçekten budur. Bugün tüm toplum huzursuz ve bir şeyden şikayetçi, ancak neden şikayetçi olduklarının tam olarak farkında değil. Sorunun kaynağı olan sınıfsal çelişkileri irdelemek yerine etnik, cinsiyet gibi daha bireysele indirgenebilecek dertlere sahip olan toplum, tıpkı filmde derdi ayrı olan her insanın temel hedef için birleştiği gibi birleşmektedir. Artık 21. Yüzyılın toplumsal hareketleri sınıfsal değil daha bireysel dertler üzerinedir.
Filmin sonunda tüm dertlerin ortak çıkışı olan “ekonomi”ye, kapitalizmin merkezlerine, saldırılar düzenleniyor ve tüm binaları yok ediliyor. Tyler’ın aslında kendisi olduğunu öğrenen karakterimiz yaşadığı karmaşadan sonra çözüme ulaşıyor. İçeriğinde söyleyecek sözü olan, post-modern unsurlar da taşıyan “Fight Club”, tam bir 21. Yüzyıl kapitalizmi ve onun yarattığı tüketim toplumu eleştirisi. Ancak yazının başında da söylediğimiz gibi, film egemen sistemi eleştirirken bir yandan da, yaptığı gişenin memnuniyetiyle bundan yararlanmak istiyor. Verdiği mesajlarla ve yansıttığı içerikle tamamen tezat olarak filmin bilgisayar oyununu çıkartılıyor. Film bir yandan tüketim kültürünü eleştirirken bir yandan da bu kültürden yararlanıyor.
1 note · View note
seslimeram · 10 months ago
Text
Heder Edilen Hayat
Tumblr media
Her şey alabildiğince çarçabuk heder ediliyor artık. Bir tüketim toplumu olmaktan ötesine geçememiş, varılamamış bir menzilde, bir günde birkaç yıllık gündem yutuluyor. Ezilerek ve yok sayılarak nicesi gündem dahi edilmiyor. Hepsi bir, hep beraberce bir kere daha işte bu ülkedeki sıradan olanların derdi / tasası / yaşamlarına düşürülen gölgeler mevzubahis dahi olunmadan geçip gidiliyor. Gündem tortusunun arasında ezilip / biçilerek o yaraların şu ülkenin hakikatinden birer kesitin söz konusu tartışılmasının önü alınıyor. Tüketilip bir yirmi dört saatin ancak yarısında mesel edilebilen hallerle / vaka / olgu / etmenlerin tam da paralelinde bütünüyle o cürümle bütünleşik olagelen menzil konuşulmasın isteniyor ne eksik ne fazla. Ne yoksunluk mevzu, ne yoksulluğun bunca can yakıcı hallerinin dört bir yanı kuşatması sorgu sual olunan. Her şey aleni bir tüketme halinin ortasına rehin kılınıp dururken bir yandan da mevzuların üstü örtülerek / perdelenerek hakikatin yansısı / ülkeyi asıl gösteren hallerin temsili / sorgusu imkansız kılınıyor. Bildiğimiz, yaşatıldığımız iş bu güncellik dahilinde normatif yıkıma terk olunurken bunlara da alışırsınız buyruluyor sahi alışılırmış gibi!
Tümüyle kalıcı bir nobranlık içerisinde akla seza her ne varsa bunun gerçek kılındığı saha ve yerde o tükettirme hali daimi bir yıkımı imgeliyor. Yaralarıyla bir başına konulanların tüm yalanlara inanıp / biat edip / yoluna devam gündelik yıkımdan payına düşmesini salık veriyor muktedir. Erk, muktedir, iktidar ve payandası olagelen temsillerin sunduklarıyla bir ve beraberce bütün o sebat ettirme hali bir direnç olarak var ediliyor artık. Tükenişi en kestirmeden tüketimi tetikleyerek, sonsuz bir oburlukla hemhal kılarak, aralıksız öneriler hanesinin en başına demirbaş ilan ederek bir ülkenin yeni yüzyılı, geçmişinin karanlığına demirliyor bir kez daha. Ülke tahayyülünün zehir zemberek bir hale konulmasının tüm bu afaki yarılmalar, eksiksiz çürütme ve bitimsiz tükettirme hallerinden mülhem olduğu bir kere daha kendiliğinden ortaya çıkar. İsmi isme, cismi cisme, noktası virgülüne dokunma ihtiyacı hissetmeden varılan ülkenin nasıl bir gam toplamından mürekkep olduğu hazırda her bir sıradan yurttaşın güncesinde kendiliğinden karşılığını bulandır. Türk kimliğinden gayrısını bilmeyen / görmeyen bir zevatın dahi yurttaşını ayrıştırmaya devam olmasının da meselidir o tüketme hali, kesin bilgi.
Yakın Plan’ın X Hesabından aktaralım: “3 yaşında ırkçılığa maruz kalan Kürt öğrenciye, yurtdışına çıkış yasağı verildi!
Gazeteci Cansel Tan'ın paylaşımına göre, İstanbul'da 13 yaşındaki Kürt öğrenci, isminden dolayı bir sınıf arkadaşının, 'Sen Kürtsün, teröristsin. PKK'lısın' şeklindeki ırkçı sözlerine maruz kaldı.
Okul müdürü, gelen şikayetler üzerine çocuklarla görüşüp, konuyu 'barıştılar' diyerek kapatmak istese de Kürt öğrenciye yönelik ırkçılık devam edince ailesinin ifadesine göre çocuk içine kapanıklaşarak Kürtçe konuşmaktan bile çekinir hale geliyor.
Aynı sınıf arkadaşı, resmi bir bayram günü cama asılan Türk bayrağını işaret ederek ''Bu bizim bayrağımız, sizin değil!'' şeklinde söylemlerde bulununca Kürt öğrenci, bayrağı çekiştirerek yırtılmasına sebep oluyor.
Okul müdürü, tahrik eden çocuğun velisini arayıp çocuklarının 'okuldan uzaklaştırma cezası' aldığını bildiriyor.
Veli okula gelip ''Benim çocuğumu nasıl okuldan uzaklaştırırsınız'' deyip Kürt öğrenciyi tehdit ediyor.
Bu olaylar yaşanırken velinin bağırmasıyla korkan Kürt öğrenciye su ikram eden müdüre de, ''PKK'lı çocuğa nasıl su verirsin'' cümlesini kuran veli, okula polis çağırıyor.
Çocuk, 4 polis arabası eşliğinde çocuk şubeye götürülüyor.
Savcı öğrenciye, 'Sen Türk değil misin", "Bu ülkenin suyunu içiyorsun, bedava yaşıyorsunuz daha ne istiyorsun?" şeklinde sorular yönelterek hakkında 'yurtdışına çıkış yasağı' ve 'her ayın ilk günü karakola giderek imza atmak' şeklinde iki ayrı adli kontrol isteminde bulunuyor.
Hakim kararıyla 13 yaşındaki Kürt öğrenciye 'yurtdışına çıkış yasağı' ve 'her ayın ilk günü karakola giderek imza atmak' şeklindeki adli konrol tedbirlerinin uygulanmasına karar veriliyor.”
Akla seza bir tüketme hali var ediliyor. Gündelik yaşam nasıl yerle yeksan ediliyorsa onu ileriye taşıyacak olan çocukların da hakkından gelemeye çabalıyor bir ülke, bu sahne. O hayatları kuşatıp, tükenişine meyil ettirirken duraksamadan imal edilen nefret, ayrımcılık, kin gütme hali bir kere daha bir çocuğu, seçimde bulunamayacağı bir kimlikten olduğu için hedef kılıyor. Cerahatin nasılsa öyle ya da böyle diyerek savunulduğu bir zeminde ekranlardan oluk oluk kan akıtmalı, vurdulu kırdılı mesajlar nakledilirken bir yanda da sokağın karıştırılması, etle tırnak gibi olunanla da yolların ayrıştırılmasına devam olunuyor. Bu hallerin yekununda bir kere daha bedeli ya kadınlar, ya çocuklar ödüyor. Bir kereliğine değil artık sistematik bir bilinçle memleket sathında, zamanının deccal titrini birebir var eden adolf hitler’e övgüler dizilen bir zeminde hakikat yalın bir saldırganlık ile var ediliyor. Kötülerin koalisyonunda kötülük aksı, her anlamda var edilen öteki nefretine tutunarak güncelleniyor. Zorbalığa uğrayan çocuğun başına getirilen o x’ten olma halinin her nasıl kapkaranlık bir imgelemle birlikte can yakıcı bir sınamaya dönüştüğünü takdirinize sunalım. Bu kadar aymazlıkla birlikte insanların canlarına kast edince, onları iyice sınırlandırınca Kürd sorunu çözülmüş olur mu? 13 yaşındaki bir çocuğa, bu ülkenin ekmeğini yiyorsun, suyunu içiyorsun, bedava yaşıyorsun diyebilmek neyin cüretidir, kimin hakkıdır. Yol, yordam, anlam tüketiliyor. Geriye saydam bir karanlık kalıyor. Ufku sınırsız, kapsayıcılığı belirsiz bir mahvetme retoriği ile bir ülke paramparça olunuyor. Öyle işte...
Sinan Şahin’in Artı Gerçek’te yayınlanan haberidir: “Antep'te 9 Ocak günü Şahinbey ilçesi İstiklal Mahallesi'nde 15 yaşındaki Suriyeli A.Z., mahallerindeki okulun bahçesinde oyun oynadığı arkadaşıyla tartıştı. Arkadaşları, tartışmayı yakınlarına anlattı. Çocukların yakınları, A.Z.’ye fiziksel ve cinsel işkence yaptıktan sonra Çocuk Hastanesi yakınlarındaki boş bir araziye bıraktı.
İki Zanlı Tutuklandı
Antep Valiliği olayla ilgili gözaltına alınan H.Ö ve M.F.K'nin tutuklanarak cezaevine gönderildiğini, H.Ö.'nün 'taksirle yaralama' suçundan üç ayrı suç kaydının bulunduğunu açıkladı.
A.Z.'nin Hayati Tehlikesi Devam Ediyor
A.Z, kaldırıldığı hastanede yaşam savaşı veriyor. Yoğun bakım servisinde entübe edildiği belirten A.Z.'nin durumu ciddiyetini koruyor.
‘Can Güvenliğimiz Konusunda Endişeliyiz'
Artı Gerçek’e konuşan A.Z.'nin ailesi, can güvenlikleri konusunda endişeleri olduğunu belirtti. Tercüman aracılığıyla konuşan aile bireyleri "Çocuğa işkence yapmışlar, eziyet etmişler. Durumu iyi değil. Dua ediyoruz. Elimizden bir şey gelmiyor. Can güvenliğimiz de yok. Olayda iki kişinin daha olduğunu biliyoruz. Ama onlar hâlâ dışarıda. Can güvenliğimiz konusunda endişelerimiz var" diye konuştu.
'Annesi Suriye Savaşında Öldü'
A.Z’nin kendisinin yanında çalıştığını söyleyen amcası H.Z., "Annesi Suriye savaşında öldü. Burada benim yanımda çalışıyordu. Kimseyle kavga eden bir çocuk değildi. Acımadan işkence etmişler. Hâlâ olayın şokundayız" dedi.
'Canice Gerçekleştirilmiş Bir Eylem'
Artı Gerçek'e konuşan Yeryüzü Çocukları Derneği üyesi avukat Betül Zağlı Topal, "Eylemin gerçekleştirilme şekli ve çocuğun mevcut durumuna bakıldığında, canice gerçekleştirilmiş. Öldürmeye teşebbüs eylemi var, cinsel istismar var. Çocuğa karşı gerçekleştirilmiş bir eylem bu. Dosyanın içeriğine ve şüphelilerin ifadelerine eriştiğimiz zaman çok daha net bir şekilde konuşabiliriz. Olayın kaç kişi tarafından gerçekleştirildiği bilgisine şu an için vakıf değiliz. Valilik makamı da iki kişinin tutuklandığını açıkladı ancak olayın tüm boyutlarıyla detaylı bir şekilde araştırılması taraftarıyız. Dernek olarak sürecin takipçisi olacağız" diye konuştu.
'Ailenin Tehdit Altında Olduğunu Gözlemledik'
Aileyi hastanede ziyaret İnsan Hakları Derneği (İHD) Antep Şubesi Eşbaşkanı Bahri Oğuz da Artı Gerçek’e yaptığı açıklamada, olayla ilgili hukuki sürecin takipçisi olacaklarını söyledi. Oğuz, "15 yaşında Suriyeli bir çocuğa yapılan ağır bir işkenceden bahsediyoruz ve çocuğun durumunun halen çok ciddi olduğu söyleniyor. Bununla birlikte, mağdur ailenin kendisini tehdit altında hissettiğini gözlemledik. Kendilerine yönelik saldırının devam edeceğinden endişe duyuyorlar" diye konuştu.
Siyasetteki nefret ve şiddet dilinin topluma şiddet olarak yansıdığını vurgulayan Oğuz, "Bu olayın sıradan, basit ve münferit bir hadise olarak kabul edilmesi mümkün değil. Bunun sığınmacılara yönelik şiddet zincirinin bir parçası olarak görülmesi gerekir. Medya ve bir kısım siyasetçilerin söylemleriyle toplumda kışkırtılan mülteci nefretinin sonucunda nefret suçlarının arttığını görüyoruz. Nefret suçlarına ilişkin etkin, adil ve tarafsız soruşturmalar sonucunda yapılan yargılamalarla, caydırıcı cezalarla mücadele edilmeli. Toplumu ayrıştıran söylemlerden vazgeçilmeli. Sığınmacılara, insanca yaşam koşulları sağlanmalı" dedi”
Tükeniş tam gaz sürüyor bir menzilde. İstanbul’da Kürd çocuğuna denk gelen ayrımcılık, Antep’te bir Suriyeli çocuğun hayatına kastı, cinsel tacizden, işkence pratiklerine hepsini hep birlikte kapsayan bir tahayyülü beraberinde sunuyor. Olan biten her neydiyse bunu bir fırsat olarak görüp, olmayacak şeyleri olmuş addederek bir kere daha bir insanın canı yakılıyor. Eziyetin bir dibi, buralarda yazılamayacak şiddetin boyutu normalleştiriliyor. Bir kerecik olsun gündem kılınamıyor o kötülük. Bir kere olsun bir çocuğun hakkı amasız / fakat şerhine ihtiyaç duymaksızın savunulamıyor. Sıradan, basit, münferit diye muktedir kolluğu / makamları eliyle geçiştirilmek istenen on beş yaşındaki bir çocuğun canhıraş bir halde yaşam savaşı vermesi oluyor. Bu kadar kolayca böyle bariz bir halde kendi içinde yaşama düşman / ötekisini neden üretip, üretmeye hacet bile duymadan sırf gönlü öylesini istediği için işkence ederek can pazarları kurabilen insanların elinde bir yurdun her neresi yaşatandır. Bu kadar afaki cürmün ardını toplayan bir devletli, hukuk mekanizmaları söz konusuyken, sosyal medyadan var edilen itiraz sesleri ile iki kişi tutuklanırken, o yıkımı, şu işkenceyi oluşturan, bu vahim yaşam savaşının müsebbibi olarak çıka gelenlerin hesabı ne olacaktır, nasıl!
Bir biçimde yıkımını var ediyor ülke. Bir biçimde kendisinden saymadığı, saymayacak olduğu öteki bildirdiği / saydığına yaşamı dar etmekte bir beis görmüyor bu sahne. Ülke bir çukura dönüşüyor. Bir girdap halini alan, kapkaranlık bir dehlizden mülhem yerde ol nefret, şu ırkçılık, bu tahammülsüzlük ile birlikte yaşam aksi tüketiliyor. Birbiri ardına çıka gelen nefret söyleminin vardığı eşiği göstermesi açısından İstanbul’da, Gaziantep’de cereyan eden vakalar da alarm sesini imliyor. Yol, yordam, izan, izahata eşik kapatıldıkça cerahatin önü açılıp, bununla bir gelecek tahayyülüne girişmeye devam olundukça daha da ağır vakalar, yıkımlar bu sahnedeki yerini alacak, bu kesin bilgi. Yinelemekte fayda var. “Her şey aleni bir tüketme halinin ortasına rehin kılınıp dururken bir yandan da mevzuların üstü örtülerek / perdelenerek hakikatin yansısı / ülkeyi asıl gösteren hallerin temsili / sorgusu imkansız kılınıyor.” Bunca çürüten / yutan / yok eden / ezen ve biçen bir tahayyüller toplamında yaşamın biricikliği ne olacaktır. Söze ne ara sıra gelecektir sahi ama sahiden? O kırılmaların, bunca afaki nefret, bu kadar yalın şiddet pratiklerinin ortasında bir memleket imgesi kapkaranlık kılınıyor. Milenyumun yirmi dördüncü yılında halen temel insan hakları konusunda kendisini geliştirmeyen bir sahnede yarın neyi getirir onca yalanla, riyayla, tekinsizliklere gebe kalarak, hayat un ufak edilirken, düşünür müsünüz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Spontaneity – Maxime MANGA – Behance
1 note · View note
sektorellfirmalar · 11 months ago
Link
0 notes
onderkaracay · 1 year ago
Text
Tumblr media
🗣️ Ekonomik Bağımsızlığa Düşmanlık
Mustafa Kemal Atatürk kurtuluş savaşı sonrası ilk iş İzmir İktisat Kongresini toplamak olmuştur.
Çünkü Osmanlı imparatorluğu ekonomik bağımsızlığını o günkü tefecilere kaybettiği için sonu gelen bir imparatorluktu.
Türk ulusunun küresel şirketler ve onların yerli işbirlikçilerine güven duymama sebebi bu tecrübeye dayanır.
Son yirmi yıldır ülkemizi yöneten iktidarın affedilmez hatası özelleştirmelerdir.
Tam bağımsızlık özelleştirmeler sebebiyle dışa bağımlı, ithal mal pazarı haline geldiği için de yaşam pahalılığı altında toplum adeta ezilmektedir.
Emperyalizm ve yerli işbirlikçi sermaye tam bağımsız ekonomiyi asla istemezler.
Bu sebeple 2001 yılında bir kriz üreterek 2002 yılında istediklerini sorunsuz gerçekleştiren bir iktidarı iş başına gelmesini 28 Şubat darbesine destek vererek önünü açtılar.
Mustafa Kemal Atatürk, emperyalizmin altyapı ve ekonomik bağımsızlığa musallat olduğu tespitini yapmıştır.
Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti'nin kalkınmasını kamu sektörü öncülüğünde bağımsız sanayileşmeye bağlamıştır.
Her toplumu savaşa ekonomik nedenler ve düşünceler sürükler.
Bağımsızlığın önemini anlatan konuşmasını şu sözleriyle tamamlar;
✓ Bu ulus ekonomik egemenliğini sağlarsa öylesine güçlü bir temel üzerine yerleşmiş ve gelişmeye başlamış olacak ki artık onu yerinden oynatmak mümkün olmayacaktır. Düşmanlarımızın rıza göstermedikleri budur.
1938 sonrası her mahallede bir milyoner olmak için hemen harekete geçerek 2002 sonrası en önemli kurumları çok ucuz fiyata ele geçirdiler.
Atatürk ile aldatmaktan utanmadılar onun tam bağımsızlığın şartı kamu ekonomisini darbeler, krizler, siyasi hilelerle yok ettiler.
Bugün ise artık devlet yok şirketler var diyerek bizi tehdit ediyorlar.
Atatürk demiryollarından deniz yollarına, tekstilden şekere, enerji sektöründen, bankacılık sektörüne, maden işletmelerinden ilk sanayi hamlelerine kadar her alanda kamu iktisadi teşebbüsleri ile kendi kendine yeter tam bağımsız bir ülke kurmuştu.
Hangi yollarla elimizden aldılar ise o şekilde de geri alacağız.
Ekonomide tam bağımsız bir ülke olmadan siyasi ve jeopolitik bağımsızlık mümkün değildir.
Her insanımıza özelleştirme işgal projesini ve kamulaştırma ile kamu ekonomisini anlatarak tam bağımsız bir ülke yeniden olana kadar direneceğiz ve çok çalışarak başaracağız.
Bu noktaya gelmeden önce siyasi partilerden ve batı sömürgesinin işbirlikçi zihniyetlerin tamamından kurtulmak bir zihniyet devrimi ile bilinçli bir toplum olmanın önünü açmalıyız.
Sürdürülebilir sömürge düzenini devam ettirmek yana olan siyasi partiler devri kapanmalıdır.
Türk ulusu küresel ve yerli işbirlikçi tefecilerin elinde borçla inim inim inletilmeye layık bir ulus olmadığını gösterecektir.
Kamulaştırma olmadan, üretim olmadan, ithalat, borç ve tüketim ekonomisi son bulmadan bu mümkün değildir.
Bu iradeyi daha önce göstermiş Türk ulusu Atatürk'ün yarım kalan insanlık devrimini tamamlamak yoluyla yeniden gerçekleştirecektir.
Cumhuriyetin ikinci yüz yılı kamulaştırma görevi ve dersi ile başlayacak.
] Önder KARAÇAY [
12 notes · View notes
7hanife · 2 years ago
Text
Sürekli dert yanan bir profil olmak istemezdim sürekli şikayet sürekli dırdır ama ne yazık ki tam da buyum tezcanlılık beraberinde pat pat söylemeyi de getiriyor
Bu ara zaten tahammül eşiklerimiz oldukça düşük bu aradan kastım Ramazan değil genel anlamda tahammülsüzlük bunda bireyin ihtiyaçlarının kendiliğinden karşılanması tüketim toplumu olmamız geliyor sanırım
Beklenti ve eşikler mizaç ve meşrebler, birbiri içine geçmiş sarmallar gibi kendini iyi tanıyamadığında bu sarmalda sonsuz bir kayboluş başlayabilir.
0 notes