#sorduğu sorular o kadar güzel ki
Explore tagged Tumblr posts
Text
9 yaşındaki kuzenim Afrika'nın topraklarında altınlar olduğunu biliyor, Venediği çok seviyor, 1000 yıl sonra zaman makinesi icat edilir mi ya da 100 yıl sonra insanlar nasıl kıyafetler giyer diyor ve ilk insanın nasıl meydana geldiğini merak ediyor mükemmel bi zekası hayal gücü var ya
#sorduğu sorular o kadar güzel ki#9 yaşındaki çocuk normalde bunları asla bilmez#durdu durdu uzayda kaybolan insan var mı dedi#ya da ne bileyim#çok iyi sorular ya
2 notes
·
View notes
Text
Oyun Kartları | Omuz Omuza (2)
Hiiro: Size Tenshouin-senpai'nin benimle gül bahçesinden önce de konuştuğunu söylemiştim... değil mi?
Mayoi: Evet, arabayla geri dönerken bahsettin. Ajansta hayran mektupları okurken yanına gelmiş.
Hiiro: Sorular kafamı karıştırdı, hiçbir ipucu vermedi, ama o an bana bir şey sormaya çalıştığı belliydi.
Hiiro: Hayranlarımın beklentilerine nasıl ulaşırım? Tenshouin-senpai'nin benden istediğini nasıl yerine getiririm? İdol ne demek ki?
Hiiro: Bana düşünmemi söyledi, ben de hâlâ öyle yapıyorum.
Hiiro: Fakat ne kadar düşünürsem düşüneyim, kendi başıma bir cevap bulamıyorum. Tıpkı çocukluğumda olduğu gibi.
Tatsumi: Nasıl yani?
Hiiro: Eskiden abimin bana sorduğu ve üstünde çok düşündüğüm bir soru vardı.
Hiiro: Bir cevap bulmaya çok yaklaşırdım, ama...
Hiiro: Cevabımla abimi hayal kırıklığına uğratmak istemedim, bu yüzden düşünmeye devam ettim.
Hiiro: Eğer bir soruya düzgün bir cevap veremiyorsan, yanlış bir şey yapıyorsun demektir. Cevabın doğru değilse soruya cevap vermenin anlamı ne? Öyle değil mi?
Aira: Bekle, alt tarafı bir soru bu, çözmen gereken bir test değil.
Aira: Okulda olduğu gibi cevabına not vermeyecekler. Gerçek hayatta cevap bulmak çok daha zor, farkında mısın?
Aira: Ben şahsen sana bir soru sorduğumda, gerçek düşüncelerini duymak istiyorum.
Aira: Bazen her şeyi mükemmel şekilde yaptığını görünce sinirim bozuluyor.
Aira: Ama seni düşünceli veya endişeli görünce, senin de benim gibi bir insan olduğunu hatırlıyorum.
Hiiro: Hmm... Keşke ben de senin kadar açık fikirli olsaydım, Aira.
Hiiro: Bunca olaydan sonra, çocukluğumdan beri hiç değişmediğimi farkettim. Tüm düşüncelerimi kendime saklıyorum, hiç birini sesli olarak paylaşmıyorum.
Tatsumi: Bu utanmanı gerektiren bir şey değil.
Tatsumi: Tereddüt etmeden hareket etsen de, iyice düşündükten sonra kendi fikirlerini savunabiliyorsun.
Tatsumi: Yani bu düşünme gücün de çocukluğundan beri aynı kalmış olamaz mı?
Mayoi: Katılıyorum. Ayrıca, diğer yönlerden de gayet geliştin.
Mayoi: İlk tanıştığımız günden beri şarkı söyleme, dans, performans becerilerin o kadar iyileşti ki. Ama belki bana inanmayabilirsin.
Mayoi: İdoller hakkında hiçbir şey bilmeyen birine göre, yaz boyunca inanılmaz sonuçlar aldın.
Mayoi: Kendin öyle düşünmesen, kendini olgun görmesen bile sorun yok. Senin için buradayız, birlikte bir yol bulabiliriz...♪
Aira: Ne diyorsunuz? Annesi değilsiniz. Fazla büyük o.
Hiiro: Az önce haiku* mu yaptın? Yok, mevsimler hakkında değildi, haiku olamaz, ama yine de geleneksel düzene uygundu.
* ç.n. Toplam 17 heceden oluşan japon şiir türü. Bilerek Aira'nin diyaloğunu 5-7-5 hece kuralına uyarak yazdım.
Aira: Şiir yazmaya çalışmıyordum, Hiro.
Hiiro: Hehe. Benim için bu kadar uğraştığınız için teşekkür ederim.
Hiiro: Keşke cevabım hakkında da daha özgüvenli olabilseydim. ALKALOID için karar verebilecek kadar.
Hiiro: Böyle bir karmaşaya neden olduğumu öğrendikten sonra kendimi berbat hissettim ve zamanda geri dönüp her şeyi düzeltmek istedim.
Hiiro: Fakat arkamda arkadaşlarım olduğunu bilmek güzel bir his. Böylece bunun gibi kritik anlar ile daha iyi başa çıkabiliriz.
Mayoi: Tekrar gülümsediğini gördüğümüze sevindik♪
Tatsumi & Aira: ...♪
Hiiro: Dediğin gibi, Mayoi-senpai. Olabildiğince kendimi geliştirmeye çalışıyorum.
Hiiro: Şehirde kullanılan birçok yeni kelime duydum, idol olarak da bilmediğim şeyleri öğrendim. Artık eskisi kadar ihmalkar değilim.
Hiiro: Bundan sonra iyimser düşüneceğim. Hem Tenshouin-senpai'ye vereceğim cevap, hem de ALKALOID hakkında.
Tatsumi: Güzel. Ayrıca bunların hepsini tek başına halletmen gerekmiyor.
Tatsumi: Bütün olarak, ALKALOID'deki herkesten beklentileri var.
Tatsumi: Böyle bir soruyla karşılaşacağımız kaçınılmazdı.
Aira: Eğer bu konu benim yüzümden açılsaydı, Tenshouin-senpai beni o kadar zorlardı ki korkudan ölürdüm.
Aira: En azından sen düzgünce konuşabilmişsin, Hiro! Aferin♪ Kendini çok zorlama!
Hiiro: Bana iltifat ettiğini duymak biraz tuhaf geldi.
Aira: Pardon? Seni motive etmeye çalışıyorum burada, insan bir teşekkür eder!
Tatsumi: Hehe, Hiiro biraz utanmış olabilir.
Aira: Hıh~ Öyleyse açıkça söyle, Hiro.
Mayoi: ...
Hiiro: Neden bu kadar sessizsin, Mayoi-senpai?
Mayoi: Sadece konuşmanızı dinliyordum... Ve aklıma bir soru takıldı.
Mayoi: Şey, yani, ALKALOID ile beraber neler yapmak ve denemek istediğim hakkında.
Hiiro: Aklında bir şey var mı?
Mayoi: Hayır...
Mayoi: Hâlâ bir şey bulamıyorum, bu yüzden farklı bir bakış açısıyla düşünmeyi denedim. Mesela nasıl bir başarı elde edebiliriz gibi.
Mayoi: En basit cevap bir tür ödül kazanmak olurdu. Veya tüm programımızın iş istekleri ile dolmasını sağlamak.
Mayoi: Kısaca, idol olarak yüksek bir statüye sahip olmak—ki bu bizim çok takıntılı olduğumuz bir hedef değil.
Aira: Bence biz gayet gerçekçi düşünen bir grubuz. Ulaşamayacağımız hedefler ile fazla uğraşmıyoruz.
Aira: Yani, aramızdan ES'in Büyük Üçlüsüne girebileceğimize inanan var mı? Ben değil.
Tatsumi: Büyük Üçlü... Aslında L$ miktarına göre bakarsan ES'de saygıdeğer olmak için kolay bir yol.
Aira: Ama sadece sayılara bakarak olmaz, değil mi?
Aira: Bu "en iyi idol" denen kişiler için de geçerli, ortada bir kriter var mı ki?
Aira: Bence en iyi idoller, işini en iyi yapanlardır.
Aira: Ama konu satışlar, ün, yetenek ve paraya gelince... Bu sıralamalarda değişiklik oluyor.
Mayoi: Hmm... Bu kadar düşündükten sonra bile bir cevap bulamıyorsak, bu işe çözüm bulmak kolay olmayacak...
Tatsumi: Bir cevap bulmak için baya akıl yürüttük, değil mi? Hem ufak, hem de büyük hedeflerimiz için.
Hiiro: ...Aslında. Onun hakkında aklıma gelen bir şey var.
Aira: Ha? Şimdi mi?
Hiiro: Hedeften çok bir fikir, ama...
Hiiro: Dördümüz için bir iş olur, hemen de başlayabiliriz. Ayrıca deneyim de kazandırır.
Hiiro: Öyle küçük bir etkinlik değil, yani bizim için kazançlı bir sonuç olur...
Aira: Hadi artık, lafı uzatma da söyle!
Hiiro: —Tamam.
Hiiro: Bir konser verelim. ALKALOID olarak, "Harikalar Diyarı" denen bir etkinlikte.
← Önceki bölüm ◆ Sonraki bölüm →
#ensemble stars#enstars#ensemble stars music#enstars music#hiiro amagi#aira shiratori#tatsumi kazehaya#mayoi ayase
1 note
·
View note
Text
Ruh İşlemesi ! #17
Sanırım hayat daha da güzelleşmeye başlamıştı.
Artık aramızda adını koyamadığımız sıkı bir bağ kurmaya başlamıştık.
Hemen her gün bir vesile ile görüşüyor ve saatlerce sohbet ediyorduk.
Çok sevdiğim kardeşiyle ne kadar da tam bir bütünlük sağlamasakta geldiği her an çok güzel duygular hisseder, onun daha küçük zamanlarında sorduğu çocukça sorular aklıma gelirdi.
Gözümde bir türlü büyümese de onu sevmeyi de ihmal etmezdim.
O bu girdabın içerisinden çıkan piyango gibiydi.
Öylesine bütünleşmeye başlamıştık ki, insanlar artık bizi çok sık görmeye başladı.
Haliyle bizim istemediğimiz gibi düşünenler olsa da bu durum pek umurumuzda olmuyor, hatta sürekli fotoğraflar çekilip sosyal medya hesabından paylaşımlar yapıyorduk.
Her günüm onunla geçmeye başladı.
Sorunlarımın üstesinden gelmeyi dahi unuttuğum zamanlardı…
Bana bir defa insanlar arasında ki ilişkilerde samimiyetin arttıkça insanların birbirine karşı tutumlarının daha düşüncesiz olmasının çok terbiyesizce olduğunu söylemişti.
Düşündüm…
Çok haklıydı…
Sanırım hayatımın kilit cümlesi buydu.
Onunla güzel ama karmaşık bu ruh bütünlüğüm benim dünyama yansımasını görmeye başlamıştım.
İnsanlar samimileştikçe birbirlerine daha kötü davranma hakkını elde etmek yerine bundan korkmalıydı.
Artık herkese bu gözle bakmaya başladım.
Samimiyeti sonuna kadar yaşadıklarımın aslında en değerlilerim olduğunu bilincine vardım.
Ve sanırım artık, ruhuma işlemeye başlamıştı.
Onun söylediklerini kanun gibi görüyor olsam da samimiyetimi, öfkemi, sevgimi asla gizlemiyordum.
Kaba davranışlardan uzak durmaya çalışsam da bazen buna engel olamıyor ve ondan anlayış bekliyordum.
Nazik bir ruha sahip olmadığım gerçeğiyle içimde ona karşı tüm nezaket duvarlarının demirlerle çevrili olduğunu anlaması da çok uzun zaman almamıştı.
Çekildiğimiz fotoğraflar ilk çanların habercisi olmuş, bizlik serüvenin ilk sınavına tabi tutulmuştuk…
0 notes
Text
panzehir2
sigaramı yakıp kül tablasına koyup bir kadeh şarap doldurdum. bu aralar şaraba pek takığım. koltuğa geçip sigaramı aldım elime. elimi inceledim. sahi. en son ne zaman tutmuşlardı elimi. kendime cevabını bilmediğim sorular sormayı çok severim. cevabı bulana kadar ömür geçer zamana nah çekerim. ayrıca çokta güzel sigara içerim. siluetim o gece benden sabahımı çalmıştı. bir kadeh şarap eşliğinde sigaranın tütüşünü dinledim. cevap aradım sorduğu sorulara. ayrıca ne ara bu kadar büyümüştü. hem o anda kalıp nasıl bu zamanın hesabını sorabilirdi bana. haklı haksız değil. zaten haklıyı haksızı aramıyorum. ben pencerelere inanırım. ve tüm zamanın penceresi bambaşkadır. o pencerelerde beklediğin hisler hep ayrıdır. nasılını niyesini ne cüretle hesaba dökebilirsin? ben bunu henüz saçına günahlar dolanmamış 18 yaşında ki siluetime nasıl anlatabilirdim. insan kendini rüyasında dahi olsa izlemeye dayanamıyormuş. peş peşe yanarken sigaram hep bunu düşündüm. yalan yok. biraz da tedirgin oldum. tekrar uyumakta gelmedi içimden. kadehim bittiğinde şişeyi ve sigaramı aldım. aşağı inerken hafifte başım döndü. düşüyordum az kalsın merdivenden. o an aklıma rüyamda kanayan dizlerim geldi. istemsiz başımı dizime eğdim. hiç kan yoktu. odama geldiğimde yatağımda yatan adamı gördüm. içimden bir şey çekildi. evde tekim sanıyordum. oysa yanımda bir zamanlar ömrümü önüne sermekten çekinmediğim adam yatıyordu. beni görünce doğruldu yataktan. elini uzattı. tutup yanına oturdum. diğer elimde şarabım ve sigara paketim vardı. paketi alıp elimden bir sigara yaktı. bana uzattı. beni kendine çekip göğsüne bastı. sigaramı içene kadar sustu. sonra ellerini yüzüme alıp 'büyümek zorunda değilsin' dedi. 'korktuğunda bana sarılabilirsin. bazen ben bile kabus görüyorum.' tüm hikayeyi baştan anlatamazdım. dermansızdım. uzandım göğsüne. saçımı okşuyordu en son. uyumuşum. uyandığımda yanımda değildi. o an gayri ihtiyari döküldü dilimden; büyümek zorundayım.
1 note
·
View note
Text
Maviliğime mektup 55...
Maviliğim...
Aklımın demi, içimin açık çayı...
Nasılsın ?
İyisindir.
Beni sorma...
Kederli...
Saat 02:42 ,Tarih 30 Kasım 2020...
Yer Dağlıca...
Sırf sen sonuna dek okuma diye en uzun mektubum bu.
Çay içer misin ?
Maviliğim...
Hiç kederlendin mi ?
Oturup bir demir bardak içinde soğumayan çayın yanına , Ahmed Arif dinledin mi ?
Satır başım ...
Sayın Sevdiğim !
İçim içine düşse bir gün , "bu ne çok yeis" der misin ?
Deme ...
Yorgunum biliyor musun ?
Omuzlarım iki yanıma düşmüş.
Göz kapaklarımı değen uyku haricinde her şey kirpiklerimle döğüşüyor.
İçim , dışımda olan her şeye "Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem. Ocakta küllenmiş közüm" deme bilginliği dışında her türlü bıkmışlığın eşi , dostu ...
Maviliğim...
Yaşanılası mevsimim.
Bilirsin, ben sana alelusûl mektup yazmam.
Sana erişmek muhakkak vâye'dir.
Ki zaten postası, pulu keemlemyekûn'dür her mektubun.
Saçlarına mihman oluyorsa yanından koşarak geçen rüzgâr , anlarsın meyus sayılmam sana.
Maviliğim...
Layetezelzel gupse'm...
Saçların nasıl ?
Yastığını düzeltmeyi unutma...
Yorganın incedir , üşüme.
Hava kaç derece sıcak dibinde ?
Hava -5 derece fokurduyor; tabanın tavanıma değmediği içindir.
Kirpiklerimden düşen her damlaya şahit evren , içindir.
Maviliğim...
Mehlika'm...
Saat 03:11...
Tarih aynı.
Yer aynı.
Bir de ben ; aynı.
Hiç kederlendin mi demiştim ?
Biliyor musun , biz aslında seninle sevdaya yasaklı bir şiiriz belki de.Sözleri kuytu köşelerde avutulan, dokunamadan gözlerinin serin koylarına ,
ve esemeden gamzelerinin bahar kokulu yamaçlarında...
Oradan öyle gözlerini dikip bakma yüzüme; sebep oldugun olmayışın var yanımda, ayıp edersin ;
Avuçlarıma kadar keder doluyum...
Maviliğim...
Üşüyen elim, ısınan içim ; iyi Kadın...
Sana kızdığımı sanıyorsun ya hani ?
Sanma.
Ben herkese kızıyor gibiyim...
Sen başkasın pek tabii..
Maviliğim ...
Yanılmayan kararım, bitmeyen cümlem....
Biliyorsun "Yaş 35 yolun yarısı eder" diyen Cahit Sıtkı bunu söyledikten birkaç sene sonra göçtü.
Mona Rosa'ya sevdasını dile getirirken "Uzatma dünya sürgünümü benim" diyen Sezai Karakoç 87 yaşında ve halâ yaşıyor...
Bizi yolun yarısına yaş olarak yaklaştıran zaman , yolun yarısını çoktan geçiren kederlerimiz .
Ve biliyorsun ki ölümsüz aşklar var da ölmeyen aşık var mı ?
Güvenme gençliğine , ölenler hep ihtiyar mı ?
Maviliğim ...
Zihnim de balerinim...
Sen güzel gülersin...
Ben güzel severim...
İkimiz de ölünce çürümeyiz !
Saçında beyaz var mıdır bilemem ama bir beyaza sarılırız gözümüzü kapayınca.
Siyahı Beyazdan ayıran şeydir göz kamaşması.
Hiç kederlendin mi diye sormuştum...
Çay içer misin ?
Maviliğim ...
Muhabbeti güneşin sofrasına kuran kadın !
Saat 03:43 !
Tarih , az öncesi ile aynı rakamın tanığı.
Samimi bir şey diyeyim mi ?
Benim , benimle uyu , bana sarıl , benimle uyan , benimle gez , benimle film izle , benimle kahkaha at , benimla ağla , benimle mutlu ol , beni öp gibi dilek ve temennilerim yok aslında.
Bende yaşadığın gerçeğini inkâr etmeyelim müsadenle .
Biz seninle birlikte olmasak da olur, birlikte ölmesek de .
Ben sana varım , sen bana varırsın elbet.
Ölünce çürümezsin sen.
Ben de .
Varırız aynı ortak paydanın dibinde.
Maviliğim...
Sanatı , odanın duvarlarını boyayan parıltı mısın sen ?
Bir yazı da okumuştum , "kişinin zekâ seviyesi sorduğu sorudan bellidir." yazıyordu.
Şimdi ben çok ahmakça bir soru sormuş oldum değil mi ?
Öyle.
Maviliğim...
İçimin sulanası bahçesine kaynak olası kadın !
Az evvel Türk Sanat müziği dinlerken farkettim , şarkı da şöyle diyor ;
"Bana her şey seni hatırlatıyor"
Bunu yazan kişi aşık değil unutkandır.
Çok garip değil mi ?
Maksadım sana cevapsız sorular sormak değil aslında ama sözcüklerin tamamı senin kanıtına ihtiyaç duyuyorsa bu da benim suçum değil.
Soru formunun seninle tanışmaktan haz duyduğu zaman dilimlerini ben üretmiyorum hazreti neşem !
Kederlisindir...
Çünkü kadınlar ölüyor saçma sapan bisürü entrikalar ile.
Çocuklar ölüyor içine tükürdüğümün saatleri içinde.
Sabah 5'te , öğlen 1'de gece 2'de !
Kederlisindir evet.
Çay içmek , of- ah - iç çekmelerinin çare üretmediği tek yılgınlığındır kederlerin.
"Dışından içine çektiğin hava kadardır yaşam dediğin kaygı" diye belirtmişti yaşamayı , bir bilen...
Maviliğim...
Uyuyamıyorum patron.
Kederlenmenin en sancılı yani ne biliyor musun ?
Hiç söylemek istemediklerini bile söylüyorsun.
Ucuz bir şarap şişesinin üstüne köpek fotoğrafı yapıştıran tekel gibi oluyor insan , açık sözlü , cümlesini sakınmayan...
Maviliğim...
Mataramın son damlası , son nefes dilimim , ağzım acik bağlanıp , titrediğim , heyecanlandığım SAYE'm...
Biliyor musun dün öğrendim , "SAYE" gölge demek miş...
Senin sayende seni sevmek ne müthiş haz !
Diyalektik bilir misin patron ?
Un eleği gibidir diyalektik.
Noktaları, ünlemleri , soru işaretlerini elersin. Aşağı noktalar düşer , diğerleri elekte kalır...
Biraz da her şeyin zıttını doğurması hali'dir diyalektik.
"Olumlu bir şey oluyorsa, mutlaka olumsuz bir şey de olacaktır" der felsefi açıklamasında.
Bu kavramın en güzel örneğini Orhan Gencebay vermiş bir eserinde ; ‘’daha güzel, daha mutlu, daha adil sevgi dolu bir dünya için; barış için, insanlık için, batsın bu dünya..’’
Kederlenmek için bahane arıyoruz belki de biz.
Bilinen matematik formülü gibi geliyor bazen hayatta kalmak ile yaşamak arasında ki fark.
Sonuca ulaşmak için bedenin topraklaşmasını bilmek yetiyordur belki de.
Topraktan yaratıldım diyenin camurlaşması ,
Maymundan evrildim diyenin şebekleşmesi oluyor işte sevgisizlik, ilgisizlik , duyarsızlık , umursamazlık !
Birdolu çamur, bir dolu şebek sarsa da her cümlenin tamamını, ben sana soru formunda bir soru daha sorayım , sence biz kederlenmek için kaygılarımızı muhatap almakta ısrar mı ediyoruz ?
Aşık Reyhani'ye atfedilen bir beyit var...
Ne kadar onundur bilmiyorum fakat iç sızısına bire bir tanım ;
"Öyle ölüler vardır ki,
Ben onların öldüklerini düşününce ,
Vakit olur , Yaşadığımdan utanırım." diyor...
Çok konuştum değil mi ?
Çok ...
Maviliğim ...
Doğum günüm , gün ışığım , mihr'im !
Sen , bazı şeyleri sana yazdığımı düşünüyorsan yanılıyorsun.
Ben her şeyi sana yazıyorum.
Yardım et bana !
Yazabildiklerimden fazlasını anla.
Meselâ seni anlatırken , meselâ kederlenince, meselâ neşelenince fazlasını anla.
Maviliğim ...
Efûlim ... Mûtenâm ...
Biliyor musun , yüzünü avuçlarımın arasına alabilmek...
Bilmen gerek , bu öyle sıradan bir eylem değil.
Dünyanın en büyük jürisi elalemin ne dediği çok umrumda değil , ben çayı sadece seninleyken açık içerim.
Geri kalan tüm zaman dilimlerinde demli ve bidolu.
Huzurunda deme ihtiyaç olur mu sence ?
Olmaz.
Dem , Farsça bir kelimedir ve "nefes" anlamına gelir.
Birdaha sorayım , sence huzurunda çayın demine ihtiyaç var mıdır ?
Farkında mısın bilmem ama dünya da ki tüm canlıların parmak izi farklıdır.
Bu bilimsel ve sanatsal gerçek gösteriyor ki dünya da hiçbir canlı benim gibi dokunamaz sana.
Meselâ saçlarına.
Peki sence birlikte olmayı hak etmeyen milyonlarca insan bir aradayken , yan yanayken biz neden halâ ayrı noktalar da demleniyoruz ( nefes alıyoruz ) ?
Çok oldu şu gözlerim nemleneli , kalk bir çay koy da demlenelim .
1994'te Pistino çok müthiş bir söz etmiş eserinde ;
"Bir erkek bir kadına sözleri ile dokunmuşsa elleri de çok uzakta değildir."
Ben aksini iddia etmedim ki ...
Hep kirpiklerimdesin ve gözüm kamaşınca parmak uçlarımla ovuyorum ; bu bahaneyle parmak uçlarım saç uçlarında.
Kavga edebiliriz senle.
Saçma sapan meselelerden de olabilir ama yapabiliriz. Bence sorun yok. Herkes mutlu oluyorsa biz de tersini oluruz. Sana uymaz mı ?
Çünkü kavga , neşenin musikisidir patron !
Veya sen hep tebessüm et , hatta kahkaha at.
Bilimsel veridir; bir insan surat asmak için tam 43 yüz kasını kullanırken , gülmek için sadece 17 yüz kasına ihtiyaç duyar.
Benim derdim senin yüz kaslarının yorulmaması .
Meramım çok , ama ben hep devrik hissiyatlarımla cümleye döküyorum ne varsa içerimde , dışarımda.
Canım mı sağ olsun ?
Bence de ; sen sağ ol.
Maviliğim !...
Bilincim nasırlı ve sen benim bilinci nasırlı bahçıvan çaresizliğime muhatap bahçem ...
Ben "seninle mutlu olmalıyız" demiyorum.
"Yan yana olmalıyız" hiç demiyorum çünkü yan yana ayrı yazılır, sımsıkı olacaksak kabul...
Ama birlikte ölebiliriz.
Bu da iyi bir şey.
Ütopik geliyor ama söze dökünce çok lezzetli geliyor "Ben seninle" diye başlayan her cümle.
Ben seninle ...
Ben seninle, bir gün Van'daki bir kahvaltı salonunda ...
Ben seninle, sadece bilmek zorunda kalanların bildiği
bir yol üstü lokantasında...
Ben seninle, Ağrı dağına mistik ve demli bir çay kıvamında bakan
Doğubeyazıt'ın herhangi bir toprak damında ,
Ben seninle herhangi bir insan elinin
terli coğrafyasında ....
Ben seninle Ankara'nın Kızılay kaldırımlarında ...
Ben seninle Toroslar'ın sabahın beşinde açılan pastene önü poğaça taburelerinde ...
Ben seninle ...
Sence de çok ütopik değil mi ?
Değil mi ?
Kederli misin ?
Çay içer misin ?
Saat 05:27...
20 yıl öncesini yazayım mı sana ?
Bir simitçi çocuk...
Simitçi Anlatıyor ...
Karne günüydü.
Simitçi takdir belgesi kazanmıştı...
Aferindi ona.
Aferindi ama karne gününün diğer günlerden bir farkı yoktu simit satmak için.
Sabah Kantinci Fahriye teyzeye bıraktığı simit tablasını aldı , karnesini ve takdir belgesini simit tablasının içine koydu , simitlerini dizdi ve başladı simit satmaya...
Simit satarken elin de karnesi olan akranlarına rast geldi gün içinde hep..
Ellerin de ya dondurma,ya oyuncaklar,ya bir çikolata veya bir lunapark'ta oynuyorlar.
Simitçi'den simit alanlar , simit isterlerken o çocukların "simitçi" diye seslenip velilerine simit aldırmaları..
Hürriyet gazetesin de çalışırken rahatsızlanıp tazminatını alarak ayrılan ( o tazminatını da babasına kaptıran ) ve artık bir çay ocağın da çalışan ve yılların deviremediği ama kendi öz ailesinin yıktığı Babasının yanına gitti simit satarken.
Babasına Takdir aldığını söyleyip sadece onu mutlu etmekti amacı.
Babası gözlerinden öpüp "Afferin benim aslan oğluma.Afferin.Okuyup vatanına,devletine faydalı olacak benim aslanım" dedi..
Babası gazoz verdi , gazozu içti ve Babası dışarıdan ona döner ekmek aldı , onu da yedi.
Güzel yürekli Babasıyla ne kadar gurur duysa azdı , çünkü hep üzülüyordu inşaatlar da yaşayan ailesinin aslında büyük bir varlığın içindeyken bir anda zor koşullar da yaşamaya mecbur kalmasına.
Dedesi ve Amcaları sebepti..
Babası "Oğluma karne hediyesi ayakkabı alıcam yarın" dedi.
Simitçi bir yandan sevindi ama diğer yandan buruk...
Bir de oralet içip tekrar simit satmak üzere ayrıldı Babasının yanından.
Babasının yanına giderken simit tablasını simitleriyle beraber yakında ki bir berbere bırakmıştı.
Çünkü Babasının yanına simitleriyle giderse oraya gidip gelenler yanlış düşünür , Babasının onu çalıştırdığını vs düşünürdü.
Babası öyle bir adam değildi...
Hiç hak etmiyordu öyle bir düşünceyi.
Adam gibi adamdı o.
Kardeşleri ve öz Babası tarafından dolandırılıp yoksulluğa itilen bir yiğit yürekliydi o.
Simitçi akşama dek simit sattı.
Akşam oldu , simitler bitti nasıl olsa yarın okul yok diyip kaymak aldı kırathaneler de satmak için.
Saat gece 11-12 olmuş...
Yürüyerek gecekondu mahallesin de ki evine giderken mahallenin girişin de ki kavaklık o kadar çok karanlıktı ki , köpek sesleri ve zifiri karanlık her gece eve giderken tek korktuğu şeydi Simitçi'nin.
Eline taş aldı ve aynı anda da ezbere bildiği tek şarkı olan "Kızılcıklar oldu mu" türküsünü söyleye söyleye yürümeye başladı..
Biri geliyordu karanlığın içinden bisiklet ile.
Dedesi...
Durdu yanında...
"Nerden gelirsen la ambu saatde" diyip küfürlere başlayan dedesi..
Babası ek iş olsun diye sebze halin de sebze meyve kasası taşıyordu. Halk dilin de : HAMAL'dı.
Dünyanın en iyi kalpli hamalı.
Babası henüz işten gelmediği için Annesi yolun kenarına çıkmış onu beklemiş o saatte.
Dedesine karşılık verdi küfür edince.
Dedesi ne de olsa , ama neden küfür ediyordu ki ?
Ne yapmıştı ona henüz 12 yaşında bir çocuk ?
Ne yapmış olabilirdi ki ?
Ondan tokat yiyecek ne yapabilirdi ki...
Aslında birşey yapmış olmasına gerek de yoktu.
Onun için bütün parasını kandırarak aldığı öz oğlunun evladı olması yeterdi artardı bile simitçi'nin.
O öyle zulüm ederse belki mahalleyi terkederdi simitçi'nin ailesi.
Simit tablasını kırdı...
Elinde , simit sattığı bir kırtasiyecinin verdiği şeffat dosya vardı Karnesini ve Takdir belgesini koyması için , o dosyayı alıp karnesini,belgesini yırttı dedesi..
Annesi sesi duyup koşarak geldi..
İşte o lanet olası simit tablasını annesinin kafasına,sırtına vurarak daha çok kırdı.
Simit tablasının içine "BJK" ve "İnşallah birgün" yazmıştı...
Kırdı o simit tablasını...
Annesine her fırsatta zulm etmesi onu kahrediyordu ama lanet olsun ki gücü yetmiyordu.
Devam etti küfür etmeye..
Bir baktı ki yokuş aşağı topallayarak birisi koşuyor..
Babası...
Bu hayatta gördüğü en güzel yürekli o adamın oğlu olmanın ona verdiği gururu düşünsenize..
Annesi yerde ağlarken onun sıktığı dişleri ve dedesinin ona vurmayı kesmesi babasının bağırarak gelmesiyle son buldu.
Babası "Allah seni gahredecah baba.Sen ki bele zulm edirsen,Allah seni gahredecah." dedi...
Kendisi yüzünden bacağı engelli kalan öz evladını ittirdi..
Yere düştü Simitçi'nin Babası...
Simitçi ölecek kahrından.
Belki de sadece o an isyan etti Allaha.
Niye ben bunu engelleyecek güçte değilim ? isyanı ...
Sonra bindi bisikletine gitti..
Simitçi taş attı ama değdiremedi.
Annesiyle birlikte Babasını kaldırdı sonra yırtık karnesinin ve takdir belgesinin parçalarını karanlıkta bulabildiği kadarıyla topladı...
Gittiler eve...
Annesinin avuçlarının içi yere düşünce soyulmuş...
Babasının da diz kapağı soyulmuş çakıl taşlarından...
Allah rahmet eylesin Müjdat diye bir akrabları vardı sülalenin önde gelenlerinden...
O geldi ...
"Sabredin , Allah onun belasını er geç verecek" dedi ve birkaç söz etti..
Aslında bütün mahalle duymuş bağrışmayı.
Ama kimse cesaret edemez oraya gelmeye...
Çünkü Mustafa efendi sülalenin en büyüğü.
Onlara da vurur.
Onlara da küfür eder...
Babasının diz kapağını sardı ablaları , annesinin avuçlarına krem sürdüler.
Gelen akrabaları simitçinin dedesine beddualar ederek gittiler..
Simitçi'nin iki ufak kardeşi , iki ablası , abisi , kendisi...
Hiçbirinin gücü yetmezdi ona.
Hiçbiri gidip yakasına yapışıp Annesine,Babasına yaptığı bu zülümleri durduramazdı.
Annesini ağlarken Babasını da kendilerine karşı boynu bükük mahcup halde görmek onu o kadar çok kahretmişti ki ...
Dünyayı yerinden oynatmak istiyordu ama olmuyordu işte...
10 Simit zor taşıyan 12 yaşında bir çocuk ne yapabilirdi...
Olmuyordu.
İçin için kahrolmaktan başka hiçbir şey yapamıyordu.
Annesine ve Ablalarına henüz gösterememişti karnesini,takdir belgesini.
Annesinin gururla komşulara "Bakın oğlumun karnesi hep pekiyi,takdir almış" diyebilmeliydi.
Annesini gururlanırken görmekti aslında en çok istediği.
Para bandı istedi yan komşunun kızı Zeynep'ten.
Bant'ı alıp karnesinin ve takdir belgesinin parçalarını bırbırıne yapıştırmaya başladı...
Bazı kısımları yoktu. Olsun dedi , bantladı öylece...
Sonra gitti halen ağlayan Annesine gösterdi , çünkü susmuyordu Annesi.
Belki avuçlarının içi acıyordu belki de ciğeri acıyordu.
Ama ağlıyordu işte...
38 Yaşında bir kadının saçları ne kadar beyaz olabilirdi ki ?
Onun oldukça beyazdı..
Evlat acısı , varlık içinden yokluğa mecbur edilmiş ve çocuklarının kendi öz dedelerinden zulüm görmeleri...
En çok da eşinin , o adam gibi adam olan eşinin hiçbirşey yapamamayı kendine dert edinip içten içe kahrolması onu o ak saçların içine sokmuştu belki de.
Simitçi karnesini ve takdir belgesini güç bela yapıştırıp götürünce annesi ağlamayı bırakıp öptü yanaklarından, saçından ve gözlerinden ...
Yüzü ıslandı simitçi'nin..
Yüzü ıslandı Anneciğinin göz yaşları ile.
O yaşta içinden öyle çok isyan etti ki , içinde alevlenen o yangını söndürmenin hiçbir yolu yoktu.
Yoktu gerçekten.
Saat olmuş sabaha karşı...
Babasını abdest alırken gördü...
Namaz'ı oturarak kılamıyordu çünkü bir bacağını katlayamıyordu.
Sandalye de oturarak Namaz kılmaya başladı Babası.
Bütün aile bir odada uyuduğu için simitçi ve kardeşleri yataklarına girip uyumaya başladılar.
Duyuyordu , büyük ablası ağlıyordu yorganın altında.
Annesi camın kenarın da tesbih çekiyordu ve Babası da kapının kenarına sandalye üzerinde Namaz kılıyordu..
Hava aydınlandı ve simtçi halen uyanık...
Ve Babası halen Namaz kılıyor..
O kadar uzun Namaz kıldı ki , namaz sırasın da gözünden akan yaş hiç kurumadı.
O gece öz Babasının ailesine yaptıklarının ahı'nı mı ediyordu yoksa Allaha çıkar yol göstermesi için yalvarıyor muydu bilinmez...
Ama çok uzun sürmüştü Namaz...
Uyuya kalmış simitçi Babasını ve Annesini izlerken...
Öğlene yakın saatlerde Annesi uyandırdı.
Simitçi niye geç kaldırdın Anne dedi..
Annesi de "Simit tablan yok oğlum , kırdı ya deden.
Hem de yağmur yağıyor , bugün gitme evde kal" dedi..
Biraz sevindi , biraz da üzüldü.
Sevindi ,çünkü ayakkabılarının ucu yırtık diye su kaçacaktı yine ayaklarına.
Üzüldü , çünkü babasının alıcam dediği ayakkabıyı alamayacağını biliyordu ve sabahtan akşama kadar,hatta geceye kadar çok simit satıp kendisi toplamalıydı ayakkabı parasını.
Sonra Babasına gidip , "Bak baba birisi bana ayakkabı aldı" demeliydi.
Çok iyi yürekliydi Babası...
Yağmur o kadar çok yakıyor ki , ev buz gibi ama odun yok , kömür yok. Sobayı kurdu Anneciği Ablalarıyla beraber.
Nehrin kenarın da yıkılan ağaçlar olur kışın rüzgarda vs...
Annesi , simştçi ve kendisinden bir yaş büyük abisi bir pazar arabası ile nehrin kenarına gittiler başlarına poşet takıp...
Nehrin kenarın da bir ağaç yıkılmış , dallarını kırmaya başladılar...
Yüklediler getirdikleri pazar arabasına ..
Annesi baltayla ağacı kesmeye başladı...
Seneler önce bileği kırılmış buz da kayıp...
Meşhur "DEDE" hastaneye götürmeyip ilkel yöntemlerle kırık-çıkıkçıya götürmüşler .
Yanlış kaynamış bileği simitçinin Anneciğinin...
Baltayla ağaca her vurduğunda yüzünde ki acıyı görüyordu simitçi...
Annesine "sen dalları eve götür biz Muhammed'le beraber kıralım Anne" dedi ...
Boyundan büyük baltayla ağacı kesmeye çalışırken o baltayı her vuruşun da avuçlarının acıması baltayı bıraktırmak istiyordu , ama Annesi gelene kadar kesemezse eğer Anneciğinin yüzünde ki sancıyı tekrar görmek zorunda kalırdı.
Çünkü Annesi o yağmurun altında daha çok kalmamaları için baltayı alıp kendisi kesmek isteyecekti..
Hiç dinlenmeden , avuçlarının içi su toplayana kadar vurdu ve Annesi gelene kadar kesti ağacı...
Abisiyle beraber ağacın gövdesine ip bağladılar , birkaç parçaya ayırdıkları ağacı iple çekip suyun içinden çıkardıktan sonra taşımak için o arabaya yükleyeceklerdi...
Annesi geldi , üçü beraber o koca ağaçları kaldırıp arabanın üstüne atmaya çalışıyorlar ama zor kaldırıyorlar ve koyamadan düşürüyorlar...
En sonunda birini koydular,ikincisi,üçüncüsü,dördüncüsü derken sonuncusunu koyarlarken güçleri tükenmiş olsa gerek düşürdüler...
Annesinin ayağına düştü o ağaç...
Simitçi ölse de o anı yaşamasa...
Ölse de Annesinin o sızısını hiç görmese...
Ama gördü işte..
Lanet olsun ki gördü..
Çamurun içinde sancı çeken annesi...
Çaresiz iki küçük çocuk...
Yağan yağmur...
Annesini zar zor arabanın üzerine oturttular abisiyle birlikte...
Boylarınca arabayı ittirerek eve kadar geldiler...
Komşu geldi , ayağına patates haşlayıp bağladı , şişmiş ayağı balon gibi ...
Tomurcuk isimli İngilizce ve Matematik derslerine giren öğretmeninin evini biliyordu ve simitçi'yi de seviyordu öğretmeni.
Neye ihtiyacın olursa bana geleceksin söz mü ? diyerek söz de almıştı öğretmeni simitçi'den.
Simitçi'nin aklına öğretmeni geldi.
Koşarak evine gitti...
Çarşı da oturan öğretmenine hiç nefes almadan koşarak gitti..
En az 7-8 km'lik yol...
Koştu , öğretmeninin eşi açtı kapıyı...
"Tomurcuk öğretmenim evde mi efendim" dedi...
"Evde ufaklık , ne oldu , niye ağlıyorsun" ? dedi öğretmeninin eşi..
Öğretmenimin yardımı lazım dedi hıçkıra hıçkıra ağlayan simitçi...
Öğretmeni geldi...
Sarıldı simitçi'ye..
Simitçi'nin bugün halen görüştüğü , her 2-3 günde bir mutlaka aradığı o Dünya iyisi öğretmeni bir nevi ikinci annesiydi..
Eve aldı , ıslanan çoraplarını kapının önünde çıkarttı kendi eliyle öğretmeni...
Üzerinde ki kazağını da çıkarttı.
Banyo da ayaklarını yıkadı.
Kendi oğlunun kazaklarından , atlet , pantolon ve çoraplarından getirdi , giydirdi simitçi'ye...
"Şimdi anlat bakayım , ne oldu , neden ağlıyorsun"dedi...
Anlattı ağlaya ağlaya...
Öğretmeni'nin eşi , Dünya iyisi Aytekin amca simitçi'nin ağlamasına dayanamayıp kalktı salondan gitti , ama ağlıyordu.
Sonra geldi , "Tomurcuk , hadi hep beraber gidelim bu küçüğün annesini alıp hastaneye götürelim" dedi...
Gittiler eve hep birlikte , Annesini aldılar ve hastaneye götürdüler ...
Annesi hastane de pansuman yapılırken öğretmeni de yanların da bekledi..
Eşi Aytekin amca gitti bir yere , simitçi sordu "Aytekin Amca nerde öğretmenim" dedi..
"Gelicek birazdan canım , sizi eve götürücez " dedi..
Doktor film sonuçlarını bekleyeceklerini söyledi , kırık var mı diye bakacak mış...
Devlet hastanesine değil , özel hastaneye götürmüşlerdi Öğretmeni ve eşi..
Bir süre sonra eşi geldi , hazırdı simitçi annesi ve öğretmeni.
Kırık yoktu , ezilmişti ayağı sadece...
İlaç vermiş doktor...
Öğretmeninin eşi odun kömür almış , simitçi ile akran olan oğlunu yanında götürüp simitçiye göre kıyafetler almış birsürü..
Ayakkabılar,pantolonlar,kazaklar ve montlar...
Ablalarına ve kardeşlerine de almış...
Gittiler eve , öğretmeni ve eşi sobayı iyice kurdular...
Eksik soba borusu vardı , Aytekin amca gidip aldı..
Öğretmeni yemek yaptı marketten poşetler dolusu aldıkları yiyecek malzemeleriyle..
Aytekin amca bir poşet dolusu ilacı da almıştı..
Simitçiyi yanına çağırdı öğretmeni..
"Bidaha ağlamak yok,ne olursa olsun hemen bize geleceksin" tamam mı ? diyip söz istedi bir kez daha...
Hava karardı...
Öğretmeni,eşi ve oğlu kendi evlerine gitmek için hazırlanırken bahçede birinin onların nehir kenarından zorla toplayıp,kesip getirdikleri odunları almaya gelmiş...
Dedesi...
Simitçiyle büyük ablası koştu o arabanın bir ucundan tuttu bırakmadı..
Dedesi eline bir odun aldı , tam vuracakken simitçinin öğretmeni ve eşi geldi , tuttu onu ve bağırdılar.
Bidaha bu aileye birşey yaparsan seni polise , savcılığa veririz dediler...
Gitti küfür ederek...
Ama nasıl olsa yine gelecekti..
Öğretmeni eşine polis çağırır mısın dedi...
Ablası hayır öğretmenim çağırmayın.
Dedemiz o.
Polise söylersek bize daha kötü şeyler yapar dedi.
Aslında mesele o değildi..
Babalarının hakkında kimsenin "Babasını polise verdirtmiş" derlerdi , babası böyle bir itham'ı hak etmiyordu , aşağısı sakal yukarısı bıyıktı...
Öğretmeni ve ailesi gittiler size birşey yaparsa bidaha , hemen bize haber verdin diyerek...
Ertesi gün...
Sabah uyandılar...
Bahçede ki odunlar yok...
Simitçi en son uyanmış.
Bahçede ki su birikintisinin içinden koşarak yalınayak gitti arka sokakta ki Dedesinin evine...
Odunlar,ağaçlar Dedesinin evinin önünde ve dedesi elinde baltayla onları kesiyor ufak parçalara ayırıyor...
Eline birsürü taş aldı , başladı bütün camları kırmaya...
Bütün camları kırdı...
Dedesi yakaladı..
Kundura ayakkabısının tabanıyla kafasına vurdu defalarca ard arda...
Simitçi orda bayılmış başına yediği o sert darbelerden...
Mahallede ki bir pazarcı komşu kucağına alıp hastaneye götürmüş..
Simitçi gözünü açmış , annesi ağlıyor ve babası başını öne eğmiş kahroluyor...
2 Gün hastane de kalmış simitçi beyin kanaması ihtimaline karşı..
Mahalleye gelmişler Babasının patronunun arabasıyla.
Dedesinin evinin önünden geçerken babasının dedesine olan bakışlarına baktı simitçi...
O bakışlarda ki ah hiçbir bakışta olamazdı.
Yaz gelince kafasını 3 numara traşlayıp , kara lastik giyen simitçi daha fazla simit almak için büyük bir sepetle simit satıyordu...
Biraz daha büyüyordu boyu artık...
......................................
Şimdi büyüdü Simitçi , çok büyüdü , güçlenmek eğer ezilmemekse , çok güçlendi...
Güçlü olmak sence nedir Maviliğim ?
Pazu gücü mü ?
Öyle mi sence ?
Simitçinin Şimdi dedesi Kanser...
Aramışlar 30 Kasım 2020 00:57 de !
"Deden kötü durumda. İzin alıp gelsen iyi olur." demişler simitçi'ye.
Simitçi'nin çok ah'ını alan Dedesi , şimdi kanser...
Simitçi'den helallik istemiş.
Simitçi'nin ailesi yine helal etmişler haklarını Babalarının hatırına.
Ama Simitçi...
Helallik veremem demiş.
Dilim gitmiyor demiş..
Kapatmış telefonu.
İkinciye Babası aramış...
Açmamış simitçi telefonu.
Çünkü Babasını kıramaz.
Onun lafını yere düşüremez.
Telefonu açarsa hakkını helal etmek zorunda kalırım diye düşünmüş...
Babası mesaj atmış simitçiye ;
"Tamam oğlum , senden babam için helallik isteyemem.Bize yapmadığını bırakmadı.Sen de haklısın.Gözlerinden öpmüşüm.Allaha emanet ol." yazmış...
Simitçi de cevap yazmış...
"Babam... Atam... Devlet sevdasını,Aile sevgisini,saygısını öğretenim.Allah senden razı olsun. O Senin Babandır, helallik istemek hakkındır. Ben bana yaptıklarına değil,size yaptıklarıa kahırlıyım.Anneme,Sana,Elifim'e,Özlemim'e yaptıklarına kahırlıyım ben. Bağışla nolur aslanını , senin tırnağına kurban olurum. Ama ben ona hakkımı helal edemem. İnşallah böyle kolay ölmez. İnşallah. Seni düşürdüğü bu hallere düşmeden,yüremeye takati kalmadan ölmesin. Bağışla beni , ben hak helal edemem. Ellerinden ayaklarından öperim."
Herkesin , "Sen hakkını helal et yine de , kindar olma. Boşver Babanın hatırı var." demesini de duymak istemiyor ..
Çünkü en güzel mutluluklarını çalana,çocukluğunu çalana,zulümler edene "Hakkım helal olsun" diyemiyor...
"Sizden lunapark'ınızı,elma şekerinizi,bisiklet hayalinizi,topunuzu çalıp kışın eldiven yerine ellerinize çorap takmanıza sebep olana siz helal eder miydiniz hakkınızı ?" diyor hep...
"Allahın Adaleti çok büyük...
Dedesi kanser olmasına rağmen kolay ölmeyecek..
Sürünerek ölecek.
Kendi pisliği içinde ölecek ...
Onun canını öyle kolay almayacak Allah.
Küçücük bir çocuk söz istedi Allah'tan ...
Nolursun kolay ölüm nasip etme ona dedi..
Ona kolay ölüm nasip olmamalı...
Yalvarmalı ölmek için...
Yalvarmalı...
Ağlamaya bile gücü kalmamalı..."
dedi Simitçi...
Pir'im der ki ;
"Yorulan yorulsun , ben yorulmazam.Dünya kadısından ben sorulmazam. Kalsın benim davam divana kalsın."
ALLAHIN ADALETİ ÇOK BÜYÜK.
KURBAN OLDUĞUM RABBİM , NEYLERSE GÜZEL EYLER...
Şükürler olsun...
Yani Maviliğim , Seni sevmek yüzümde tebessüm yerine bayağı kasımpatı ...
Seni sevmek , sıkılı bir yumruğa tebessümdür kaskatı ...
Seni sevmek , yıkılı bir huzura şahlandırır hayatı !
Seni sevmek iyidir , senin kadar iyidir ...
Seni sevmek Maviliğim ...
Seni sevmek bir çocuğun annesinin terliğinden korkup annesinin şefkatine sığınması kadar masum ve bir büyük adanmışlıktır.
Ve ben seni aleni Seviyorum.
Atilla İlhan bir şiirinde der ki ;
"Ben sana mecburum, bilemezsin."
Aşık Veysel sever misin çiçeğim...
Ben severim...
Şöyle der bir veciz eserinde :
"Güzelliğin on par etmez, bu bende ki aşk olmasa."
Naçizane bir isteğim var ;
Ben , bana gel demiyorum : ömrüme ömür kat da demiyorum.
Birlikte ölebilir miyiz diyorum.
Ya birlikte olalım , ya birlikte ölelim.
Her şey olacağına varıyorsa herkes de öleceğine varsın !
Sen benim içime bir yarsın , bırak saç uçların kirpiklerime kalsın.
Sen benim göğüme bir baharsın , bırak tebessümün gözlerime yağsın.
Bence gelmen gerek...
Gerek diyorsam da ihtiyaçtan değil mecburiyetten !
İhtiyar sana mecbur...
3 notes
·
View notes
Link
PART1:
İlk bölümde son yıllarda Almanya’da devam ettirdiği tiyatro hayatını ve Avrupa’daki tiyatro hayatının Türkiye’ye yansımasını konuştuk. İkinci bölümde ise cinsiyet kimliklerinin tiyatrodaki yeri, LGBTİQ+ ve kadın oyunlarını masaya yatırdık.
Gülin: Yaklaşık üç-dört senedir Almanya ile ilişki içerisindesin. Birkaç oyunun da sahnelendi hatta…
Ebru: Evet, Türkiye’deki ‘Benimle Gelir misin?’ oyunu orada ‘Last Park Standing’ olarak sahneleniyor şu anda.
Gülin: Almanya’ya, Berlin’e geçiş sürecin nasıl oldu?
Ebru: Gorki Theatre’ın bir projesiydi aslında ilk dahil olduğum. Dünya çapında dört ayrı ülkeden, sonra şehir dediler ona, hatta o tartışmalar da enteresan bir şekilde ilerledi. Türkiye’den Ebru yerine İstanbul’dan Ebru, İsrail’den Sivan yerine Tel Aviv’den Sivan gibi... O jargonların, tartışmaların içinde olmak da enteresan oluyor. Dolayısıyla dört oyun yazarı seçilmişti, Türkiye’den de beni davet etmişlerdi. Normalde böyle projelere biraz mesafeli bakıyorum. Çünkü ‘proje proje’ olan işler senin özgünlüğünden ziyade senden talep ettikleri üzerinden gidiyor. Yani ben de ilk başta mesafeliydim. ‘Nedir, ne değildir?’ diye düşündüm. Fakat projeyi çok güzel bir şekilde çerçevelendirmişlerdi. ‘Parça Parça Savaş’tı projenin adı. Dediler ki; “Savaş senin için neyse sen tanımlayacaksın.” Bana çok iyi geldi. Çünkü benim için savaş, o dönemde özellikle üzerine düşündüğüm şeylerden biri, bir bedenin nerede özgürce salınabildiği ve nerede özgürce salınamadığı üzerineydi. Ve benim için de şahsi savaşım, kendi bedenimin Türkiye’de nasıl bir mücadele içinde olduğunu düşünmek için iyi bir fırsat oldu. Hem bir kadın bedeni olarak hem de farklı bir cinsiyet kimliğine sahip biri olarak nasıl bakılıyor, o bakışlar nerede neye tekabül ediyor, günlük hayatta nasıl bir ‘savaş veriyorsun’, kendi kimliğini ortaya koyabilmek için… Bunun iyi bir fırsat olduğunu düşündüm. Öyle girdim projeye. Proje iki yıl sürdü. Belli aralıklarla Almanya’ya gidip bir araya geldik. Her seferinde oturup oyunu yazıyorduk. Dört oyun yazarı birbirimizin oyununu okuyup değerlendiriyorduk. Sonuçta da ‘Benimle Gelir misin?’ çıktı ortaya. Türkiye’de de prodüksiyonu yapıldı. Hala Toy İstanbul’da oynuyor. İlk okuması Berlin Gorki Theatre’da yapıldı. Hatta ilk okuması şu anda prodüksiyonu yapan Stuttgart Şehir Tiyatrosu’nda olmuştu. Orada çok güzel bir karşılık buldu oyun. Hem eleştirmenlerden hem seyircilerden çok iyi dönüşler aldı.
Gülin: Alman oyuncular ve Alman bir yönetmenle mi çalışıldı orada?
Ebru: Alman ne kadar Alman... Orada artık Alman demiyorlar. Her iki oyunun da Gorki’deki ve şu anda Stuttgat’ta oynayan oyunun yönetmenleri aslında Türkiye kökenli. Berlin’deki Hakan Savaş Mican’dı. Stuttgart’taki de Nuran David Çalış. Ancak Nuran David Çalış ile Türkçeden çok İngilizce konuşuyoruz. Nuran’ın Türkiye ile neredeyse hiç bağlantısı yok. Ama annesiyle eski Türkçe konuşuyoruz. Annesi Türkiyeli bir Ermeni. Daha geç Almanya’ya gitmiş, Nuran orada doğmuş. Oyuncular ise ağırlıklı olarak Almanya’da doğmuş, yaşayan ve çalışan oyuncular her iki oyunda da. Sonra oyun çok ilgi görünce diğer oyunlarımı da merak ettiler ve Fischer Verlag, Almanya’nın en önemli yayınevlerinden biri, onların dikkatini çekti ve dediler ki, “Biz bu oyun da dahil olmak üzere senin bütün oyunlarının temsilciliğini almak istiyoruz.” Ben de kabul ettim. Şu anda bütün haklarım Almanca konuşulan ülkelerde onlarda. Dolayısıyla oradaki yolculuk devam diyor. Bu sene Berlin’de yeni bir ‘Benimle Gelir misin?’ prodüksiyonu olur mu olmaz mı diye konuşuyoruz. Dolayısıyla Almanya serüveni böyle başladı ve devam ediyor.
Gülin: Orada olmakla burada olmak... Aynı metni farklı iki ülkede sahneliyorsunuz. Metin özelinde de konuşabiliriz ama onun dışında iki ülke arasında tiyatroya dair kültür farkı, eğitim farkı var mı, yok mu? Bu açılardan da derinleştirebilir miyiz?
Ebru: Şöyle bir şey var tabii ki, ‘Benimle Gelir misin?’ Almanya’dan bir kadınla Türkiye’den bir kadının aşkı ve arka planda Türkiye’nin beş yıllık serüveni var. Bunun çerçevesinde bir oyun. Sorduğu soruları gitmek mi kalmak mı ya da aşkın devrimi üzerinden de şekillendirebiliriz. Veya arkadaşa sadakat mi yoksa davaya sadakat mi? Tabii burayla orası arasında en büyük fark şu; burada, buranın içerisinden çıkan bir oyun olduğu için seyircinin kurduğu mesafe ve alaka farklı. Almanya’da bu oyuna ve bu konulara duyulan ilgi, bağlam farklı. Dolayısıyla sorular ve oyunla ilişkilenme biçimi farklı oluyor. Bu bir yazar olarak beni çok güçlendiren bir şey her şeyden önce. Çünkü farklı farklı tepkileri alıyorum. Fakat insanların hikâyeye, herhangi bir hikâyeye karşı gösterdiği ilgi çok benzer. Kim bu insanlar, niye böyleler, soruları çok merkezde. Ama biz burada o beş yılı yaşadığımız ve tecrübe ettiğimiz için seyirci çok güçlü bir duygusal bağ kuruyor. Almanya’daysa daha dışarıdan, ne olup bittiğini anlamaya çalışan bir ilgi alaka kuruluyor. Yönetmenlerin ele alış biçimleri de farklı. Nuran David’in ele aldığı yer daha, dışarıdan bakıyor gibi ama aynı zamanda anlamak için çok arzuluydu ne olup bittiğini. Her fırsatı değerlendirdi. Oynayacak oyuncu daha önce hiç Türkiye’ye gelmemesine rağmen tiyatro onu Türkiye’ye gönderdi. Çok daha derinleştiler bu konu üzerine. En basitinden şöyle bir fark var. Ben her şeyi sayılarla konuşmayı seviyorum. Bir şeyi ortaya koymak açısından önemli oluyor. Bu oyunun Almanya’daki prodüksiyonunda çalışan oyuncu sayısı otuz yedi. Türkiye’de çalışan kişi sayısı on altı, on yediyi geçmez. Sürekli kadrosuna baktığımızda da o kadar bir fark olacaktır. Sürekli kadrodan kastım da ışık, müzik vs. Çünkü tasarımı yapanla uygulayıcısı farklı vs. Dolayısıyla insan gücü anlamında bir fark oluyor. Perspektif de farklı. Türkiye’den bir yönetmenin ele alış biçimi ile Almanya’dan birinin ele alış biçimi farklı. Sami (Berat Marçalı) biraz daha aşk üzerine gitmek istedi. Nuran ise daha politik kondisyonlar üzerine…
Gülin: Burada bazı şeylere biraz doymuş olabilir miyiz? Onun da etkisi olabilir mi?
Ebru: Bilemiyorum. Politikanın çok içindeydik ve herkesin kendi hikâyesi var bu beş yıla dair.
Gülin: Sahnede izlediğimiz, senin yazdığın hikâyen de aslında kendi hikâyemiz gibi ya da yanımızdaki birinin hikâyesi gibi.
Ebru: Evet, bir yerinden mutlaka değiyor. Almanya için aynı şeyi söylemek çok mümkün değil. Yönetmenler için de geçerli bu bağlamda. Ama ben iki prodüksiyonun da birbirinden farklı olarak farklı etki alanları yarattığını düşünüyorum. Burada sağaltma etkisi var. Bir araya gelip, “biz ne yaşadık ya” diyerek üzerinden geçmek… Çünkü yaşadığımız süreçlerin hiçbirinde ne mutluluğun ne de yasın kendi olağan sürecini yaşama şansımız olmadı. Birey olarak yaşamış olabiliriz. Mutluluk anlarımız, yaslarımız kursağımızda kaldı. Tabii ki ateş düştüğü yeri yakıyor. İnsanların yaşadığı acılardan bağımsız söylüyorum. Ama mesela burada sağaltma etkisi yaşarken Almanya’da daha çok belgesel izleyicisi gibi bakıyor seyirci. Yabancı değiller ama Türkiye’de olan bitene. Farklı açılardan onlar da Türkiye’de olan biteni takip ediyorlar. Sadece basından değil, Türkiye’den kitaplar çok çevriliyor.
Gülin: Orada ilişkilendikleri Türkiyeli insan sayısının artmış olmasının da bir payı vardır belki.
Ebru: Hem kişi sayısı arttı hem de çeşitlilik farklılaştı. Altmışlarda giden işçilerle bugün giden beyaz yakalılar, akademisyenler, sanatçılar da bir çeşitlilik katıyor olan bitene. Dolayısıyla Türkiye’ye dair farklı perspektiflerden tartışabiliyorlar. Hatta şöyle söyleyeyim, biz burada kendi halimizi bu kadar farklı perspektiflerden tartışabiliyor muyuz emin değilim. Almanya’da farklı perspektiflerden Türkiye’ye bakışı çok duyuyorum. Orada şöyle bir handikap oluyor, artık dışarı çıkmış olduğumuz için burada gerçekten ne olduğunu çok iyi bilebiliyor muyuz emin değilim. Yazar olarak da bir ikilem yaşıyor insan. Almanya’da olup Türkiye ile ilgili yazmaktansa Türkiye’de olup Türkiye ile ilgili yazmanın beni bir yazar olarak gerçeğe daha sadık tuttuğunu, kendi gerçeğime daha sadık tuttuğunu düşünüyorum. Öbürü, biraz daha mesafeden bakmak da başka bir şeyler getirecektir.
Gülin: Bunda senin toplumsal gerçekçi oyunlar yazıyor olmanın da etkisi olsa gerek.
Ebru: Büyük ihtimalle. Ben yabancısı olduğum ve uzaktan baktığım şeylerin çok fazla tasvirini yapmaktan hoşlanan biri değilim. Babam, “Kızım sana sobaya gitme elini yakar diyoruz, gidip elini sobaya değdirip yakıyor baba diyorsun”, derdi. Biraz öyle bir tavrım var. Deneyimleyip deneyim içinden yazmak bana daha çok uyuyor.
Gülin: En başta bir jargondan bahsettin. Türkiye’deki tiyatroya dair jargonlarını da merak ediyorum. Nasıl bakıyorlar buraya? Bunu bizden çok fazla giden olması konusuna da bağlayabiliriz. Türkiye’de el üstünde tuttuğumuz bağımsız tiyatroların orada da adının duyulduğunu biliyoruz. Tüm bunları harmanladığımızda o jargon evrildi mi?
Ebru: Benim deneyimim üzerinden söyleyebilirim. Ben Stuttgart Şehir Tiyatrosu ile yaşıyorum bu deneyimi çok yakın zamanda. Stuttgartlılarla daha çok iletişim halindeyim. Orada bir çeşit eyalet sistemi var. Berlin ve Stuttgart deneyimi birbirinden çok farklı. Hem oyun bağlamında hem de yazar bağlamında. Jargon bağlamında da çok farklı. Berlin deneyiminde Türkiye’den o kadar farklı ses ve iş görebiliyorsunuz ki. Dolayısıyla Guernica’nın tablosu gibi. Savaşa farklı perspektiflerden bakabiliyorsunuz. Ama Stuttgart için aynı şeyi söylemem çok mümkün değil. Belki ikinci bölümde yapacağımız konuşmaya bir çengel atıp şöyle diyebilirim, toplumsal cinsiyet eşitliği veya çeşitlilik dediğimiz konular bu anlamda da çok önemli oluyor. Stuttgart’ta ikili bir sistem üzerinden bakıldığı için siyah-beyaz, iyi-kötü karşıtlar vs. üçüncü bir dil kurmaya çalıştığınızda, herkes Türkiye’nin belli bir acısının tekrarını bekliyor sizden. Çok acılar çektik, çok sıkıntılar yaşadık, şöyle şöyle şöyle...
Gülin: Acımak mı istiyorlar?
Ebru: Bize acımak istiyorlar vs... O acı hikâyesini devam ettiren yazarlardan biri olmanı bekliyorlar. Alternatif bir hikâye ortaya konulduğunda, senin de içinde olduğun bir örnekten bahsedeyim mesela, Moda’nın ortasında bir grup aile ‘Başka Bir Okul Mümkün’ diyerek bir okul projesini hayata geçirme iradesini gösteriyorlar. Bu hikâyeyi anlattığın zaman alıcısı yok. Çok enteresan.
Gülin: Umut hikâyelerini sevmiyorlar mı buraya dair?
Ebru: Duymak istemiyorlar bunu. Çünkü bu aynı zamanda o perspektiften baktığınızda inanılmaz bir propaganda. Hepimiz propaganda mağduruyuz. Almanya’da iş yapmanın benim hayatıma kazandırdığı en önemli şeylerden biri bu. Ben de propaganda mağduruyum oradaki seyirci de... Kimin propagandası güçlüyse birazcık o alandan kendini sıyırmaya çalıştığın ilk anda hemen seni düşman addediyorlar. Çünkü şöyle bir şey demeye başlıyorsun, yanlış hatırlamıyorsam Descartes’in sözüydü; “Hiç tavuk görmemiş birine tavuk çizdiremezsin.” Benim yapmaya çalıştığım bu. ‘Benimle Gelir misin?’ oyununda da yapmaya çalıştığım buydu. ‘Benimle Gelir misin?’ Türkiye’nin yaşadığı beş yılı inkâr eden bir oyun değil. Ama onların alışık olduğu dilden anlatan bir oyun da değil. Orada Türkiye’den bir kadın var bütün bu mücadelenin içerisinde kalıp yoluna devam etmeyi seçen biri. Bir taraftan baktığımızda da onların hikâyesine gedik açıyor. Aslında onların hikâyesinde o kadının Almanya’ya gelmesi, ‘özgür Avrupa’da kendisini ifade etmesi gerekli. Bir mücadele dili yaratmaya çalışıyor. Dolayısıyla Türkiye’den geldin bize akıl mı veriyorsun gibi bir durum var. Ne Türkiye’den gelmiş olmak ne de akıl vermek gibi bir niyet yok. Ben kendi hikâyeme sadakat gösteriyorum dediğim zaman da bu hikâye anlatılan bir hikâye değil; çeşitlilik 101’e hoş geldiniz, ne kadar çok hikâye duyarsak Türkiye’ye Almanya’ya dair o kadar iyi. Ben yaptığım röportajlardan birinde Schindler’in Listesi filminin benim için ne kadar önemli olduğunu söylemiştim. Yayınlamadılar bunu. Artı değer yaratan bir yerden söylemiştim. Ben hep şunu sorguluyordum; 2. Dünya Savaşı yaşanırken insanlar hiç mi yardım etmediler Yahudilere? Bu benim zihnimi çok kurcalıyordu. Çünkü iyilik ve kötülük tartışması anlamında önemli bir nokta. Schindler’in Listesi filmi bu insanların da var olduğunu gösteren önemli bir doküman. Birazcık Schindler’in listelerine alan açmamız lazım. ‘Benimle Gelir misin?’ de bu alanı açmaya niyetli oyunlardan biri. Anlatılan iki ana hikâye var. Taraftarlar ve karşıtlar çoklar. Ben bunları reddetmiyorum ama siz de benim hikâyemi reddetmeyin. Çünkü üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı yollar da var. O yüzden biraz zorlanıyorum ama olsun.
Gülin: Türkiye’den, kendilerine sahneleme adına alan bulamadığı için Avrupa’ya gitmeye çalışan ya da gitmiş kişiler var. Bunu biliyoruz. Şunu sormak istiyorum. Oranın varlığı burayı etkiliyor mu?
Ebru: Pozitif değer katıyor bence. Şu yüzden katıyor; bu sınırları da kendi deneyimimde kaldırmaya çalışıyorum. Orası burası diye bir yer yok. Olmaması da gerekiyor. İçinde yaşadığımız dünyada Putin’in, Trump’ın olduğu dünyada ben kendimi Alexander Cortes’le yan yana hissediyorum. ABD’de bir vali ile yan yana hissediyorum. Greta ile aynı nazardan dünyaya bakıyorum. Dolayısıyla kendi yaptığım işe de burada ya da oraya yapıyorum gözüyle bakmıyorum, hele ki söz konusu tiyatroysa.
Gülin: Hoş bir hatırlatma olmayacak belki ama vize alamadığın için gidemediğin zamanların da oluyor. O zamanlarda sınır yüzüne sert bir şekilde çarpıyor muhtemelen. Umut ettiğimiz tabii ki başka, sınırsız bir dünya.
Ebru: Çok sert çarpıyor tabii ki. Ama şunu demek istiyorum. Zihinsel olarak o bariyeri kaldırmak lazım. Sanatını eğer orada yapabiliyorsan, şimdi orada yapıyorsun ve yarın başka yerde yapacaksın diyerek üretmeye devam etmek gerektiğini düşünüyorum. Kültürel birikim böyle olur. Almanya’nın kültürel birikiminin büyük bir kısmı 2. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın içerisinde üretilmedi sonuçta.
Gülin: Diğer ekiplerle de bir araya geliyor musunuz? Mirza Metin, Ufuk Tan Altunkaya ilk aklıma gelenler.
Ebru: Birtakım projelerde karşılaşıyoruz. En son Yeşim Özsoy da vardı hatta. Ceren Özcan’ın oyunu Nürnberg’de oynuyor. Arkadaşlarımın isimlerini ve yaptıkları işleri duyuyorum tabii ki. Beraber bir iş üretemedik henüz, aynı anda orada olamadık. Ama bizi aynı projelere koydukları oluyor. Yan yana gelip fikir alışverişinde bulunuyoruz.
Gülin: Burası ya da orası konusunu kafayı takmış genç oyuncular için belki ufuk açıcı bir konuşma olmuştur. Çok teşekkürler.
(İlk bölümün sonu)
1 note
·
View note
Text
Çoğunluğun aksine, sınav beklediğimden kolaydı. Geçen seneye göre türkçe soruları daha kısa ve özdü. İlk 20 sorunun çoğu dil bilgisi olduğu için ve ben son iki aydır ders çalışmadığım için ufak kafa karışıkları yaşadım ve 3-5 boşum oldu. Oysa ki sorduğu sorular edat, bağlaç, belirtme hal eki vs. gibi temel kavramlardı ama çalışmayınca böyle oluyor. İbret alın, dil bilgisi önemlidir. Paragrafların bazılarında hiçbir şıkkı kendime yakın bulamasam da en yakınmış gibi duranı işaretlemeye çalıştım. Bana sorarsanız en zor bölüm türkçeydi.
Bir eşit ağırlıkçı olarak (tarihe gerçekten çok az çalıştım) sosyal kolaydı. Tarihte bilgi soruları vardı ama yorum soruları ağırlıklıydı. Coğrafyada haritada işaretli ülkeleri soran soruyu yanlış yaptım. Onun dışında coğrafya kolaydı. Genel kültür bile denebilir. Felsefede sadece bir soruda iki şık arasında kaldığımı hatırlıyorum. Soruları okuduğunu anlayan insanın rahatlıkla yapabileceği tarzdaydı. Dinde bir tane kavram sorusu vardı. Sadece onu boş bıraktım.
Matematik kolaydı. Kimse abartmasın arkadaşlar, paragraf çok yoktu. Geometri sorularında paragraf sanıp korktuğunuz satırlar size geometri formüllerini vermek için yazılmış. Çemberin çevresi, dairenin alanı, dikdörtgen prizmanın alanı nasıl bulunur diye size açık açık yazmışlar. Matematik problemleri kolaydı. Ufak bir mantıkla yapılabilirdi. İşlem açısından en uzun soru o mobilya sorusuydu, o da kolay bir soruydu. İlk sorular zaten çerezdi. Dört işlem yaptırıyor o kadar. Sadece dik yamuk sorusunda formülü hatırlamadığım için boş bıraktım. Karekök'ün Rutin Olmayan Problemler'ini çözmüş bir insan olarak söylüyorum ki, sınavdaki problemler kitaptaki sorulardan 5-10 kat daha kolaydı. Rutin Olmayan Problemler'e boşuna para verdiğimi düşünüyorum.
Ben tyt fen için iki yıldır kitabın kapağını dahi açmadığım için bana zor geldi. Fizik kolaydı. Sadece ışık sorusunu boş bıraktım. Denemelerde ışık ve dalga sık sık çıksa da dalga sorusu yoktu ve ışık sorusu bir taneydi. Kimyada element, derişim, london gibi kolay sorular vardı ama dediğim gibi, ben çalışmadığım ve kimyadan haz etmediğim için sadece 2 soruyu falan doldurdum. Biyoloji de aynı şekilde kolaydı ama ben hatırlamadım. Arı sorusu vardı. Çekinik gen sorusu vardı. Besin piramidiyle alakalı bir paragraf sorusu vardı. Diğerlerini hatırlamıyorum.
Sürenin yetmeyeceğinden çok endişe duyuyordum çünkü geçen sene en iyi yapanlar bile tytde yetiştiremediklerini yazmışlardı. Ben çok rahat bir şekilde yetiştirdim. Hatta boşlarıma defalarca dönüp bakma fırsatım oldu. Çevremde de süre sıkıntısı yaşayan görmedim.
Yks2019 için güzel başlangıç. Yarın umarım bunun bedelini ödetmezler jlcxlg
1 note
·
View note
Text
1 Günde Bağlama Büyüsü ve Etkileri
1 Günde Bağlama Büyüsü ve Etkileri
1 Günde Bağlama Büyüsü ve Etkileri 1 günde bağlama büyüsü ve etkileri nelerdir diye sıklıkla sorulduğunu görmekteyiz. Yapılan araştırmalarda medyumların ve ehil hocaların bu işte başarılı oldukları görülmektedir. 1 günde bağlama büyüsü nasıl yapılır sorusu bağlama büyüsü hakkında detaylı çalışma ve araştırma yapanların sıkça sorduğu sorulardan biridir. Bağlama büyüleri aşık olmak ve baştan başlamak için kullanılır. Medyumlar bu tür büyüleri yaparken kişiye özel bir eşyanın ait olmasını isterler. Farklı yöntem ve teknikler de vardır. Güvenilir ve iyi bir medyuma danışmak ve bağlama büyüsüne sahip olmak gerekir.1 günde bağlama büyüsü nasıl yapılır hakkında internette farklı ve yeni bilgiler var. Bağlama büyüleri tek tipte yapılmaz. Ayrıca birçok farklı türü ve çeşidi vardır. Ortak amaçları, bağlanma büyüsü yapan insanları geri döndürmek, duygularını değiştirmek ve tekrar aşık olmalarını sağlamaktır.
Bir Günde Bağlama Büyüsü Yapılışı
Soru 1 günde bağlama büyüsü ve etkileri nedir? Büyü yapmak isteyenlerin sıkça sorduğu sorulardan biridir. Büyülerin amacına ve yapılış şekline göre kişi üzerinde farklı etkileri vardır. İyi büyüler,beyaz büyüler arasındaki bağ büyüleri, çiftler arasındaki aşkı yeniden canlandırmak için kullanılır. Bağlılığın devamını sağlamak ve başka bir kadın veya erkekle iletişim kurmasını istememek için sıklıkla tercih edilen büyüden biridir. Bağlama büyüleri en etkili ve güçlü büyüler arasındadır. Ortama giden bir büyünün yapılması, büyünün doğru yöntemlerle yapılarak, büyünün kullanım süresinin oluşturulması açısından da önemlidir. 1 Günde Bağlama Büyüsü Nedir ve konusu büyü hakkında eksik ve yanlış bilgiye sahip kişilerin doğru bilgiye ulaşmak için sordukları sorular arasındadır. Büyü bağlamak için bir günde deneyimli ve yetenekli bir ortama gitmek gerekir. Güvenilir olmayan medyumlardan kaçınılmalı ve daha titiz araştırmalar yapılmalıdır. 1 günde etki eden yaşlıları bağlarken büyünün yapıldığı kişiden adet eşya getirmelisiniz. Ayrıca insanları medyumlara özel eşyalar getirme ve yaşlılarla yatma ihtiyacı hakkında bilgilendirir.
1 Günde Yapılan Büyü Etkileri
1 günde bağlama büyüsü ve etkileri üzerine yaptığımız araştırma gösteriyor ki bu büyünün oldukça ciddi etkileri vardır. Bir Gün Bağlama Büyüsü, birçok olumlu etkisi olan büyülerden biridir. Bu büyü yapıldıktan sonra yapılan kişide sadece olumlu duyguların arttığı gözlemlenmiştir. Büyülenen insanların büyücüye karşı hisleri olmasa bile, aniden güçlü hisler beslemeye başlayacaklardır. Bağlama büyüsü ve 1 gün içindeki etkileri şu şekildedir: - Alım yapılan kişi gece yarısı bağlama büyüsünün etkisiyle uykudan uyanmaya başlar. Rüyadan uyanan kişi, sihri yapan kişiyi düşündüğü ve özlediği için sıkıntılı bir rüya görür. - Büyülenen kişide çeşitli davranış ve duygu değişiklikleri ortaya çıkar. Büyü yaptıran ile daha önce tanıştıysanız, onunla geçirdiğiniz güzel zamanları unutamazsınız. Ve her zaman daha iyi anlara sahip olmanın hayalini kurmaya başlarsınız. - Büyülü kişi sık sık baş ağrılarından şikayet etmeye başlar. Bu şikayetler nedeniyle hasta hastaneye bile gidebilir. Ancak baş ağrınızın nedeni belirlenemez ve herhangi bir tedavi uygulanamaz. Bu baş ağrısı ancak büyücü orada olduğunda sona erer. Bu durum geçicidir. - Büyülü kişi, sihri yapan kişi dışında güzel birini bulamamaya başlar. Bu, büyüyü yapan kişiye sadakat Ve ilişkide aldatma olmamasını sağlar. - Evli çiftler bu büyüyü yaptığında eve bağlı olmayan kişi ev bağımlısı olur. Eviniz ve ailenizle daha fazla zaman geçirmeye başlayacaksınız. Ve dikkati sadece evi ve karısı üzerinde olacaktır. - Büyülü olan, dünyada hiçbir şeyden büyüyü yaptıranla yaşadığı kadar zevk - Büyü ilk yapıldığında, yapılan kişi genellikle çökmeye, kendini zayıf hissetmeye ve derin düşüncelere dalmaya başlar. Ama bu sadece kısa bir süre için olacak. Büyü yapan kişiden memnun kaldığınızda bu olumsuz durumlar ortadan kalkacaktır.
24 Saatte Tutan Bağlama Büyüsü
1 günde bağlama büyüsü ve etkileri o kadar etkilidir ki 24 saat içinde olumlu sonuçlar almaya başlayacaksınız. Tabi ki doğru ellerde yapılması gereken bu büyü için oldukça dikkatli olunmalıdır. İşin ehli hoca veya alimlerce yaptırılmayan büyülerin pek çok yan etkisi ortaya çıkabilir. Lütfen dikkatli tercihlerde bulunun.
Bağlama Büyüsü Nasıl Yapılır?
1 Günde Bağlama Büyüsü ve Etkileri Eğer büyü yapmak istiyorsanız kararınızın ardından mutlaka profesyonel bir mecra aramalısınız. Büyü yapmak isteyen uzman medyuma hangi niyetle büyü yapmak istediğini söyler. Basiretçi, bir büyünün kişinin amacına göre yapılıp yapılmayacağını anlar ve büyünün makul bir amacı varsa, hangi büyünün yapılacağını söyler. Büyü yapmak isteyen kişi hızlı hızlı bağlama büyüsü istiyorsa bu durumda bağlama büyüsünü bir günde kullanmak doğru büyüdür. Ortam, kişinin yıldız haritasını kullanarak, kasterin en yoğun enerjiye sahip olduğu zaman dilimini belirler. Büyünün hızlı çalışması için enerji yoğunluğu çok önemlidir. Büyüyü seçip büyünün tarihini belirledikten sonra medyum bilgi ve eşya ister. Bunlar alçı yapılacak ve büyülenecek kişinin ad ve soyadları, annelerinin adları, her iki kişinin de yakın zamanda çekilmiş bir fotoğrafı ve alçı yapılacak kişinin kişisel eşyalarıdır. Ortam, bu bilgileri ve öğeleri büyünün dökümü sırasında kullanır. Bubüyüsünün yapımında bazı tılsımlı kelimeler, dualar ve sadakat kullanılmıştır. Medyum, kişiye özel vefler hazırlar ve kısa bir ritüelde büyüyü yapar. Hazırlanan Vefklerin nasıl kullanıldığı, nerede tutuldukları ve ne kadar süre tutuldukları ile ilgili bilgiler büyüyü yapan kişiye medyumdan aktarılır. 1 günde bağlama büyüsü ve etkileri başarılı olmasını istiyorsanız mutlaka işinde başarılı olan bir medyum veya hoca ile çalışmalısınız. Büyünün hızlı ve düzgün çalışması için ortama aldanmamalı ve güvenilmelidir. Eğer niyet, ortama yanlış bir şekilde iletilirse, yanlış büyü seçimi istenilen sonucun dışında durumlara yol açabilir. Ayrıca, büyüyü yalnızca gerçek bir ortamın yapması gerektiği de unutulmamalıdır. Medyum olmayan kimseler hazırlanması gereken Vefleri hazırlayamadığı için okunması gereken duaları ve tılsımlı sözleri bilemezler. Bu adım atlanırsa büyü kalıcı olmaz. Bu bilgi, uzun araştırmalar ve birikmiş deneyimler sonucunda medyumlar tarafından bilinir hale geldi. Sıradan insanlar için kolay erişilebilir bilgi değildir. Bu nedenle büyü seçen kişilerin bir medyumla çalışması önemlidir. Cinlerden Kurtulmak için Esmaül Hüsna yazımızı da okuyabilirsiniz. Read the full article
0 notes
Text
İç ses
Günler günleri, aylar ayları kovalamaya da devam ediyorken buraya uzun zamandır yazmadığımı fark ettim.
Son yazım (yine) aileden sağlık sorunları ile ilgiliydi. Çok ama çok yıprandığım bir süreç oldu bu. Herkesin bana sorular sorduğu, herkesin benden çözümler üretmemi istediği, herkesin benden birşeyler yapmamı beklediği birkaç ay geçirdim.
Sonra bir gün çok sevdiğim dostum Selin ile konuşuyorken dedi ki bana, “ailelerimiz bizi istismar ediyor Didem. Kendine gel. Kendini duy. Kendini önemse. Başkalarından daha önce kendini dinle..”
Yoruldum, bunaldım çok sıkıldım evet ama onları duymazdan gelirsem onlar ne yapar diye sordum..
“Anne-baba arasındaki iletişimsizliğin açtığı sorunları çözmekten, ailenin büyüğü rolünü üstlenmekten bunalmış olman çok doğal bunun için utanma. Üzülme...” dedi bana Selin.
Durdum soluklandım, düşündüm. Ne kadar doğruydu söyledikleri. Kendi aralarında çözemedikleri tüm sorunları ben neden çözmeye uğraşıyordum ki? Ebeveyn olanlar kendileri. Ben -33 yaşında da olsam- onların çocuğuyum! Ben ÇOCUĞUM yahu neden bana yükleniyosunuz diye haykırmak istedim o an!
Bu farkındalıkla birkaç gün bocaladım. İnkar ettim. “Yok canım, olur mu hiç annem-babam bilerek bizi üzmek istemez” diye sayıklayıp durdum. Düşündüm, düşündüm o kadar çok düşündüm ki beynim beni terk edip gitti. İşlerimde bocaladım, dostlarımla bocaladım. O kadar karıştı ki kafam, allak bullak oldum...Ama çözdüm sayılır... Öncelikle onlarla yüzleştim. Yakın zamanda yanlarına gittiğimde konuştum ikisiyle de ayrı ayrı.. Yorgunum beni anlayın dedim.. Anlar gibi yaptılar. Daha fazla dert ile boğmayın beni dedim. Dinler gibi yaptılar.. Sonrası boşluk..Sonrası belirsiz çünkü çok az iletişim kurmaya başladım. Eskisi gibi sıklıkla konuşmuyoruz. Bana birbirlerini şikayet etmek için telefon açmıyorlar. Ama yine de haylazlıklarına devam ediyorlar tabii ki..Sadece ben duymuyorum. Bana anlatmıyorlar.. Ama olsun. Bu da bir gelişme sayılır!
Tüm bunlar olurken bir güzel gelişme de şu oldu: Bisiklet aldım! Evet, hayalim gerçek oldu. Aslında bunu bir süre daha ertlemiştim ama bu koca şehirde kendimle baş başa kalmak, rüzgara kapılmak, düşüncelerden uzaklaşmak için süreci hızlandırdım. Aniden oldu. Bir sabah uyandım ve bisikleti alıyorum dedim. Gittik, gezdik, bulduk ve aldık.. Netice süper ötesi bir rahatlık! Bununla ilgili ayrı postlarım olacak elbette. Şimdilik kendime yaptığım en güzel iyilik bu oldu. Bir de kendime sığınacak, 2 gün de olsa beni bağrına basacak bir dağ, bayır, bir ova arayışındayken karşıma çıkan bir mekan aldı götürdü beni. Bana gel dedi. Koynumda yat, ben seni dinlerim. Seni yormam. Zihnini akıt bana, sır da tutarım göz yaşı da silerim dedi.. Gidebilir miyim bilmiyorum. Bir yanım oraya doğru koşmak istiyor bir yanım üşeniyor.. Ama kendim için birşeyler yapma yoluna girmişken, beni bu şehirde de olsa başka şehirde de olsa boğmaya çalışan yaşlı büyücülerden kaçıp uzaklaşmak istiyorum ve bu adımı atmalıyım yoksa kendi kendimi yiyip bitireceğim diye korkuyorum.
Şimdi önümde 2 gün var kendime süre verdim. Düşünüp yol haritamı belirleyeceğim.
1 note
·
View note
Text
Muhteşem Bir Hikaye; "Geçmişin Gölgesi"
Muhteşem Bir Hikaye; "Geçmişin Gölgesi" Otuzunu geçtikten sonra doğum günü kutlamanın o eski heyecanı kalmıyor. Çoğu insan kendi doğum gününü dahi unutuyor. Ben ise bırakın doğum günümü hatırlamayı, kaç yaşımda olduğumu bile unutacak kadar meşgulüm. Son zamanlarda kendimi tamamen yeni kitabıma vermiş durumdayım. Yazım aşaması bir kaç yıldan beri devam ediyordu. Hazırlık aşaması ise kırk yıldır, yani doğduğum günden beri. Tüm sözlerimin bütünü, tamamen bana ait olan eser. Bırakın kendi doğum günümü, canımdan çok sevdiğim kızımın doğum gününü bile unutacak vaziyetteyim. Yeni yıla girdiğimizi bile atılan havai fişeklerden fark etmiştim. Hal böyleyken, kendi doğum günümü unutmamı normal görmelisiniz. İlk hediye, ben fark etmesem bile, zaman tarafından veriliyor. Her yıl olduğu gibi bu sene de yeni bir yaş hediye ediyor. Daha beşeri olanlar ise, karım ve arkadaşlarım tarafından, doğum günümün gecesinde bana hazırladıkları sürpriz partide veriliyor. Bir kaç kitap ve gömlek ve karımın zamanın farkına varmam için aldığı kol saati. Doğum günüm de bile, tüm gün yeni kitabımın basım işleri ile uğraşmıştım. Aslında tamamen angarya olarak gördüğüm, tasarım, yayım tarihi gibi işlerdi. Bu tip teknik detaylar ile şimdiye kadar hiç ilgilenmemiştim. Şimdi de anlamadığım konularda, anlayanlara saçma gelen sorular sormaktan başka bir şey yaptığım söylenemez. Elimde olsa kitapları okuyucuya tek tek elden verecek kadar uğraşmak istiyorum bu kitapla. Abartmıyorum, en son kızımın doğumundan önceki dakikalarda bu kadar heyecanlıydım. Eve geldiğimde, o filmlerden alışkın olduğumuz sürpriz doğum günü kutlaması ile karşılaşıyorum. Bir kaç yakın arkadaş, karım ve uyku saati çoktan geçmiş olan kızım “sürpriz” diye bağırıyorlar. Kızım uyumamak ve hediyesini hemen verebilmek için ufak bir yaygara koparmış. Kuru boya ile soyut çalışıldığı belli olan eserini babasına gurur ile verdikten, babasından karşılık olarak beklediği övgüleri aldıktan hemen sonra, uyumak için sallana sallana odasının yolunu tutuyor. Geri kalan bizler, oradan buradan ama en çok yeni çıkacak eserimden konuşarak bir süre daha oturuyoruz. Eve geç gelişim ile planlanandan çok daha geç başlayan parti, kısa süre sonra sona eriyor. Herkes gittikten sonra, geriye bıraktıkları dağınıklığın toplanmasında karıma yardım ediyorum. Bardaklar bulaşık makinesine, bir kaç parça süs eşyası bir sonraki doğum gününde yeniden ortaya çıkarılmak için yatak odasındaki dinlenme kolilerine yerleştiriliyor. Karımla birlikte yatak odamıza geçmeden önce kızımın odasına gidiyorum. Bir insan yavrusu, hatta bir şebek yavrusu bile böyle uyuyamaz. Sol kolu Viyana’da ise, sağ ayağı Yemen’de. Sanki bu ufacık vücut ile “en fazla ne kadar yer kaplayabilirim” diye düşünüp, öyle pozisyon almış da uyumuş gibi. Ne kadar olduğunu anlayamadığım kadar bir süre izliyorum onu uyurken. Eğilip, usulca yanaklarından öpüyorum. Bir kaç gündür kesmeyi unuttuğum sakallarım cildine değince eliyle yanaklarını kaşıyor. Ne olduğunu anlayamadığım bir şeyler mırıldanıyor. Girdiğim gibi sessizce çıkıyorum odasından. Yatak odasına gitmeden banyoya uğruyorum. Kızımı rahatsız etmiş sakallarımdan karımı da rahatsız etmemeleri için kurtuluyorum. Erkekler sabahları işe gitmeden önce değil de, gece yatağa girmeden önce tıraş olsalar dünya çok daha huzurlu bir yer olurdu. Yatak odamıza girdiğim zaman karımı da uyumuş buluyorum. Kızımızın gibi dağınık olmasa da, en az onun kadar derin uyuyor. Bu güzel gece için, kızımız için ve bana verdiği tüm diğer harikalar için ona edeceğim teşekkür başka bir geceye, gecelere kalıyor. Karım, güzel, akıllı ve sevecen karım. Onunla bir üniversitenin edebiyat sempozyumda tanıştık. Ben ilk romanı yayımlanmış genç yazar olarak oradaydım. O ise soru sormak yerine, sahnedeki konuşmacıyı yerin dibine sokmaya ant içmiş bir öğrenciydi. Henüz otuz yaşında olan, sadece bir romanı yayınlanmış olan ben, onun için ideal hedeftim. “Roman” kavramı üzerine sorduğu sorulara verdiğim cevapları sığ bularak bana yüklendi. Benim gibi yeni yetmelerin yeterli düzeye ulaşmadan roman yazdığımızdan, iyi bir reklam çalışması ile bir yerlere geldiğimizden bahsetti. Ya bireysel konular, ya da genel geçer toplumsal olaylar üzerine çalıştığımızı, asla evrensel konulara dokunamadığımız söyledi. O konuştukça sahnede boncuk boncuk terliyordum. Şimdiye kadar gittiğim her yerde övülmeye alışkındım, yerilemeye değil. Sesi o kadar güçlü, o kadar kendisinden emin çıkıyordu ki, ne söylesem benim sesim başka bir yerimden çıkacak gibiydi. Söylediklerine verebilecek tek bir mantıklı cevap gelmedi aklıma. Aklımın yetersiz kaldığı yerde, akılsızlığım yardımıma koştu. “Bir gün sizin de beğenebileceğiniz kadar iyi bir yazar olmayı çok isterim. Sizinle bir akşam yemeğine çıkmayı ise daha çok isterim” deyiverdim. Teklifim tüm salonu, hatta onu bile kahkahaya boğdu. Teklifimde ciddi olduğumu anlaması için sempozyumdan sonra onu bulmam gerekti. Teklifimi kabul etti, yemeğe çıktık, sonra bir yemeğe daha ve altı ay kadar sonra insanlara düğün yemeği verdik. Evet, çok hızlı olmuştu. Evleneceğim birinde ne arıyorsam onda vardı. Onun aradıkları da bende olmalı ki, evlendik. Doğru insanı bulduktan sonra, insan kaybedecek fazla zamanı olmadığını daha iyi anlıyor. Evlendikten sonra kızımızı kucağımıza aldık. İki yıl sonra eşim yüksek lisans programına geri döndü. Bu yılın sonunda doktora tezini vermiş olacak. Annelik ve öğrenciliğin yanına iş hayatını da ekledi. Dört yıldır bir gazetenin kütür sanat departmanında editörlük yapıyor. Onun hayatı da en az benimki kadar yoğun olmasına rağmen, ne kızını, ne de beni ihmal ediyor. Tam bir planlama mucizesi yaratarak her yere zamanını ve enerjisini yetiştiriyor. Ancak onun bile enerjisi sonsuz değil, o yüzden bu gece olduğu gibi bazen vakitsiz sızıyor. Ben de yorgun olsam da, uykunun çok uzağındayım. Eserim, karım, kızım… İçime öyle bir mutluluk doldurdular ki, insan bu kadar mutluyken uyuyamaz. Salona gidip televizyonu açıyorum. Kanallar arasında boş boş dolanıyorum. İlgimi çeken pek bir şey olmadığı için, akşam yayınlanan tartışma programının tekrarında bırakıyorum kanal değiştirmeyi. Bu tartışma programlarında konuşanlar başkalarından okudukları, öğrendikleri cümleleri doğru olarak kabul edip, karşılarındaki insanlarında bunu kabul etmelerini bekleyen insanlardır. Onları görmek bana garip bir zevk veriyor. Ben, onlar gibi başkalarının sözlerini kabul etmemiş, kendi sözlerimi yazmıştım. Doğru da benimdi, yanlış da. Bu yüzden benim hayat muhasebelerim de kısa sürer. Ve şimdi, kırk yaşımı doldurup geride bıraktığım bu gecede, hayatımda yapmak istediğim hemen hemen her şeyi yapmıştım. İstediğim işi yapıyorum, harika bir karım, canımdan daha çok sevdiğim bir kızım var. Neredeyse tamam olduğumu hissediyorum. Bence bir insanın hayatındaki en önemli yaş kırktır. Kırk yaşına geldiğinde kendini tamamlama süreci sona ermiş oluyor. Bundan sonrası yapılan birikimlerin olgun meyveler haline getirilmesi, en güzel eserlerin üretilmesi zamanı oluyor. Ta ki, yaşlılık gelip insanı tekrar çocukluğuna döndürene kadar. Benim için bu olgunluk çağı harika başladı. Şimdiye kadar yazdığım en önemli eser basım aşamasında, bir kaç haftaya okuyucuya sunulacak. Sonrası eserimle ilgili aktif bir dinlenme süresi ve daha iyi bir eser yazmak için çalışma zamanı. Şaka maka kırk oldum! Kırk yaşımdayım, bunun sanki bana bir şey anımsatması gerekiyor. Bir şeyleri atlamış gibi hissediyorum. Sanki evin ortasında bir ceset var ve ben onu göremiyorum. Ben onu fark ettiğimde çok geç olacak. Hafif ama rahatsız etmeye yetecek kadar güçlü bir his bu. Kırk? Kesinlikle bir şeyler hatırlatmalıydı bana. Ama ne? Kırk? Bir kaç gün boyunca angarya ile uğraşmaya devam ediyorum. Hiç bir angarya, İstanbul köprü trafiğinden daha büyük olmaz. Dur, kalk, iki santim ilerle, iki dakika dur. Sonra aynısını baştan yap. Biraz şarkı söyle, bolca küfür et. Telefonu karıştır, arabanın sağını solunu karıştır ve torpido gözünde bir mektup bul. Mektup? Ah bir kaç gün önce yayın evine benim adıma gönderilmişti. Yeni bir kitabım çıkacağı zamanlar tebrik mektupları gelmesi gayet normaldi. Gerçi bu mektuplar daha çok elektronik olarak gelirlerdi. Birisi biraz nostalji yapmak istemiş olsa gerek. Benimle hemen hemen yaşıt olmasına rağmen kendisini teyze sanan bir kadın hayran ya da ilgimi çekmek, destek istemek amacı güden genç bir yazardır diye düşünüp açmamıştım bile. Yayın evinden alıp arabanın torpidosuna atmıştım. Eh, bu trafikte yapacak daha iyi bir işim yok. Sadece oyalanmak niyetiyle zarfı açıyorum. Beklediğimden çok daha özensiz ve kısa bir yazı ile karşılaşıyorum. Açtığım zarfı ters çevirip gönderenin adına bakıyorum. Serkan Yılmaz Tanıdık geliyor sanki. Nereden tanıdığımı anlamak için bir kaç cümle okumam yeterli oluyor. “Sayın Oktay Çorbacı Büyük ihtimal ile beni hatırlamayacaksınız ama daha önceden tanışmıştık. Lise çağınızda ablam ile bir birlikteliğiniz olmuştu. Vereceğim kötü haber için özür dilerim. Ablamı sekiz yıl önce kanserden kaybettik. Ölmeden bir kaç gün önce, bana bir söz verdirtmişti. Eğer siz kırk yaşına geldiğiniz zaman sıradan bir hayatınız var ise, kafanıza bir odun ile vurmamı ve ablamdan selam söylememi istemişti. Siz nedenini anlarmışsınız. Öncelikle kafanıza vurmak zorunda kalmadığım için memnunum. Siz büyük bir acıdan, ben ise sonu karakolda bitecek bir olaydan kurtulmuş oldum. Size mektubu yazma nedenim, ablamın bunu fazlaca önemsemiş olması. Ne anlama geldiğini bilmiyorum ama önemli olduğunu düşünüyorum. Bilmeniz gerektiğini düşündüm. Saygılar” Korna sesleri, aynadan yansıyan selektör ışıkları, yanımdan geçen arabalardaki şoförlerin küfürleri ve garip bakışları… Hiç bir şey bu evrene ait değil sanki ya da ben çok farklı bir evrendeyim. Kanser? Ölüm? Sevin? Hiç bir şeyin anlamı yok gibi ama her bir harf hayatın anlamı. Sevin. Lisenin son yılıydı, bir yıl kadar birlikte olmuştuk. Çoğu ilki beraber yaşamıştık. Şimdi bakınca, karşı cinse nasıl yaklaşması gerektiğini öğrenen çocuklardık sadece. İlk defa aşık olmuştuk. Sadece sevgi üzerine kurulu bir ilişkimiz vardı. Elimizde bir ilişki yaşamak için başka neden de yoktu zaten. Ürkek dokunmalarla, cesur öpücüklerle yaşanan bir ilişki. Farklı şehirlerde kazanılan üniversiteler ilişkimiz için sonun başlangıcı olmuştu. Araya giren mesafe birbirimizi tüketmemize neden olmuştu. Sonra el birliği ile o temiz sevgimizi tükettik, geriye başka hiç bir şey kalmayana kadar. Yoluna konamayan ufak sorunlar büyüyüp sonunda sürekli kavgalara neden oldular. Belki ikimizden biri biraz daha olgun olsa, ilişkiyi bu kadar yara almadan bitirebilirdik. Arkadaş kalabilirdik ama yapamadık. Yürümeyen ilişkide, ikimizde bunu itiraf eden kişi olmak istemedik. Ne birbirimize, ne de kendimize… Şimdi o ayrılık sürecini düşündüğümde aklıma gelen tek şey ne kadar yorgun olduğum. Hiçbir şey yapmamak bazen en iyi dinlenme oluyor. Bir zamanlar sadece mutluluk hissettiren kişi artık derin bir acı veriyorsa, ondan kaçıyor insan. Yokmuş gibi, hiç olmamış gibi yaşamak istiyor. Adını duyduğunda tepki vermemek için taş kesiyor. Ölmeden toprağa veriyor, hatta mezarını bile hatırlamıyor. Mezar. Unutmak istiyor insan, unutulmak istiyor. Bunun bir hata olduğunu görüyorda, gene de yapıyor bunu. Daha doğrusu, doğruyu yapıp acısını kabullenmiyor. En derin yaraları böyle alıyor insan, acısını kabullenemeyip onu yok sayıyor. Acının kaynağını yok sanıyor. Canı acımasın diye kahkahaları, sevgileri, sevişmeleri, yaşanan tüm güzellikleri bile siliyor. Ne Köprü’nün trafiği rahatladı, ne kafamın trafiği. Yıllarca bir sandıkta sakladığım, varlığını bile unutmak istediğim, bugüne kadar da unutmayı başardığım anılar kafama hızlı bir hücum gerçekleştiriyorlar. Geleceğe dair fantastik tahminler ve istekler ile ilgili o oyunu hatırlıyorum. Bir keresinde uzaylıların beni kaçırıp bana tecavüz etmeleri halinde, onun cinsiyet değiştirip bana tecavüz eden uzaylıya tecavüz etmesini istemiştim. Sevin bunu kabul edince bunu çok ciddi bir şeymiş gibi, sanki bir senetmiş gibi bir deftere yazıp altını imzalamıştık. Karşılık olarak benden eğer o ABD başkanı olursa benim de Rusya başkanı olmamı istemişti. “Dünyayı bizim sevgimizin halleri yönetir, çok daha mutlu bir dünyada yaşarız” demişti. Kabul edildi, deftere yazıldı. Sık sık aklımıza bunlara benzer fanteziler gelirdi ve deftere yazardık. Defter sürekli onun çantasındaydı. Verdiğimiz hiç bir sözü kaçırmak istemezdi. Bir gece, beraber uyuduğumuz gecelerin birinde uykusundan irkilerek uyandı. Ne olduğunu sorduğumda sadece “kabus” dedi. Gördüğü kötü bir rüyadan dolayı ilk defa uyanmıyordu. Rüyalarından hep etkilenirdi. Sıkı sıkı sarıldım arkasından. “Ölmüştüm ve beni gömüyorlardı. Her şeyi dışarıdan izliyordum. Çok korkunçtu” dedi. Sonra yapmaması gereken bir şey yaptı. Kuralı bozdu, yapılması mümkün bir söz istedi. “Eğer senden önce ölürsem, beni hiç bir dine ait olmayan bir mezarlığa gömer misin? Çünkü insanlar ölüleri üzerinden bile ayrım yapıyorlar. Hayatta kalanlar, ölülerin vücutları üzerinden, o çürüyüp gidecek et parçalarından bile iğrenç ayrıma devam ediyorlar. Bu dünyaya nefret veren o kurallardan ölü bedenimiz bile kaçamıyor. Ben bunun bir parçası olmak istemiyorum.” Gözlerinden süzülen yaşlar kolumu ıslattı. Mümkünmüş gibi daha da sıkı sarıldım ona. Sanki içime sokabilecekmiş gibi sarıldım. Salak gibi de söz verdim, onu hiç bir dine ait olmayan bir mezara gömecektim. Biraz olsun rahatladı sanki. Sonra benden bir istekte bulunmamı istedi, onun gibi uzun vadeli olabilecek, yapılabilecek bir şey. Aklıma ilk geleni söyledim. Kırk yaşında sıradan bir hayatım, maaşlı bir işim ve anlaşamayıp gün aşırı kavga ettiğim bir karım olursa, kısaca herkes gibi olursam. kafama bir odun ile vurmasını, bana hayallerimi hatırlatmasını istedim. Beni evime getiren kafamın otomatik pilotu oluyor. Beynim, vücudun hareketlerini otomatik pilotuna emanet etmişti ve ben kazasız belasız eve varmayı başarmıştım Bir sıkıntım olduğunu anlamanız için psikiyatr olmanıza gerek yok. Karım olmanıza da gerek yok. Eve girdiğimde mektubu okuduktan sonraki ruh halimi bir arpa boyu düzeltebilmiş değilim. Karım suratıma bakıp “ne olduğunu anlatmak ister misin, yoksa gene kendine mi saklamak istersin?” diye soruyor. Sesi cevabı bildiği için umutsuz ve sitemkar. Beni ondan iyi tanıyan biri var mıdır acaba? Sevin olsa ne derdim olduğunu öğrenene kadar canımı çıkarırdı, diyorum içimden. Ne? Karıma cevap verme nezaketi bile gösteremiyorum. Yatak odamıza doğru ilerleyip kıyafetlerimi bile çıkarmadan yatağın üzerine atıyorum kendimi. Yastıklara ulaşmak için yatakta yukarı doğru çekiyorum kendimi. İki yastığı alıp kafamı tam aralarına gömüyorum. Odanın kapısının aralandığını hissediyorum. Karım “iyi misin?” diye sesleniyor, “en azından sorun ne onu söyle” diyor. “Ölmüş” diye mırıldanabiliyorum sadece. Daha fazla konuşmuyorum, konuşamıyorum. Hiç de konuşmak istemiyorum. Odanın kapısı aralandığı gibi usulca kapanıyor, odada yalnız kalıyorum. Kafam hala iki yastığın arasında. Artık bir şeyler hissediyorum. Göğüs kafesimin altında civa kadar ağır bir şeyler birikiyor. Diyaframımın üzerine sanki bir dev oturmuş gibi bir his bu. Gözlerim yaşarıyor ama kendimi bırakmıyorum. Ağlamıyorum. Ağlayamıyorum, ağlamak istemiyorum. Uyku beni almadan önce karımın beni anlayacağını düşünmek istiyorum. Bazen insan yalnız kalmak ister, sadece kendine anlatabileceği şeyler vardır. En azından benim için durum bu. Karım da bunu biliyor, daha önemlisi anlıyor. Anlıyor değil mi? “Dertlerini, sıkıntılarını ve en önemlisi öfkeni içinde tuttuğun sürece böyle olacaksın sen. Kendini olduğundan daha güçlü sanıyorsun. Hiç bir sorununu paylaşmıyorsun ve her şey birikiyor. Çözdüğünü sandığın dertlerini aslında sadece baskılıyorsun. Tüm bu öfke nöbetlerinin tek nedeni bu. Böyle devam edemezsin. Bir gün tüm bu öfke ve nefretin seni yok edecek. Seni ve sevdiğin her şeyi.” Eskinin masalı, sözleri… Yıllar önce duydum bunları, Sevin’in ağzından döküldü bu kelimeler. Sert bir kavganın ardından bile benim yerime beni düşünmek gibi gereksiz bir huyunun yansımaları. Ne demek istediğini hiç anlamamıştım. Sabah yattığım gibi uyanıyorum. Kafam iki yastığın arasına gömülü halde. Vücudumda adale namına ne varsa kasım kasım kasılmış. Karım yanıma yatmamış, hatta büyük ihtimal bir daha odaya bile girmemiş. Üzerime bir şey örtülmemiş olmasından anlıyorum bunu. Eğer benim karım beni bu halde bıraktıysa, bunun nedeni dün gece bana fazlasıyla kızmış olmasıdır. Siniri tepesine fırlamış ve hayatta olan kadın, bin tane ölü eski sevgiliden daha gerçekçi bir sorundur. Yataktan kalkıp banyoya gidiyorum. Hemen soyunup duşun altına giriyorum. Kasılmış etlerimin sıcak suya ihtiyacı var. Kaynamış kafamın ise su altında beklemeye. Duş almak, uzun mesafeli ve hiç bir yere varmayan yürüyüşler yapmak benim meditasyon yöntemlerimdir. Duş almak dediysem, su kafamdan aşağıya akarken öylece durmaktan bahsediyorum. Karımın gönlünü almalıyım. Beni anladığını biliyorum ama bu dün geceki kazmalığımı haklı çıkarmaz. Gönlünü almanın en iyi yolu, onu her şeyin normal olduğuna inandırmaktan geçiyor. Su hareketsiz bedenimden akarken, biraz sonra kuracağım cümleleri kafamda şekillendiriyorum. Her şeyi olduğu gibi anlatmak en doğrusu olacak. Bencillik yaptığımı itiraf etmek, kendimi biraz kötülemek, onun yüce gönüllü tutumunu övmek. Yumuşaması halinde üzerimi örtmemesi ile ilgili ufak bir şaka belki. “Bu yaptığın bencillikten başka bir şey değil. İhtiyacın olmayan bir suyu harcıyorsun, suyu israf ediyorsun. Dünyada o suya muhtaç milyonlar varken hem de. Yakında daha çok insan suya muhtaç olacak. Sen ve senin gibi benciller yüzünden olacak bu. Yapma bunu!” Ses kafamın içinde çınlıyor. O tanıdık ses, geçmişin gölgelerinden gelen fısıltı. Duştan sonra tıraş olup dişlerimi fırçalıyorum. Kafamın içinden bir yerlerden Sevin’in sesini duymak, yine ufak bir sarsıntı yaratıyor bünyede. Dün geceki halimle kıyaslanamayacak bir sarsıntı tabii ki. Sesleri sonra düşünürüm, şimdi asıl önemli olan şey dün geceki eşekliğimi toparlamak. Ketum kalabilenin en önemli şartı hatırı sayılır bir rol yeteneğinden geçer. Annenize dün sokakta misketlerinizi gasp edem Ömer’i ispiyonlamamak için hiç bir şey olmamış gibi davranmanız gerekir. Dersten aldığınız nottan memnuniyetsizliğinizi arkadaşlarınızla paylaşmamak için de, her şey yolunda gibi davranmanız gerekir. Sorunlarınızı başkalarının yanında küçük görmek, hatta sorunlarınız ile alay etmek size yönelecek “neyin var? ne oldu?” gibi istenmeyen sorulardan sizi korur. Karımı salonda kahve içip bir şeyler okurken buluyorum. Su altında beklemek benim için neyse, kahve içmek de onun için aynı işlevi görüyor. Oyun oynarken sahibini biraz fazla dişlemiş bir köpek gibiyim. Özür dilemek istiyorum, ama sanki uygun cümleleri bulamıyor gibiyim. Karımın bana bakan gözlerinde öfkeyi görebilirsiniz. Biraz daha derine bakarsanız, bu gözlerdeki şefkati ve endişeyi de görebilirsiniz. “Eski sevgilim, tee lisedeki, bir süre önce ölmüş” diye başlıyorum söze. Nasıl öğrendiğimi anlatıyorum, ne hissettiğimi, daha doğrusu nasıl hissizleştiğimi. Son aylarda duygusal bir çoşkunluk evresinden geçtiğimi, bunu zaten bildiğini, bu çoşkunluğun üzerine gelen kötü haberin normalde yapacağından daha fazla tepki yarattığını anlatıyorum. Söz vermek ile ilgili oyundan bahsediyorum. Dün gece için özür diyorum. Eşeklik yaptığımın farkındayım diyorum. Az önce bile Sevin’in sesini duyar gibi olduğumdan bahsetmiyorum. İnanmıyor, şüphe ediyor, inanıyor. Sonunda bizim için en hayırlısı neyse ona sarılıyor. Sonuna kadar dinleyip anlattıklarımın muhasebesini yapıyor kafasında. Söylemediğim bir şey olup olmadığını düşünüyor. Bana güveniyor, güvenmek istiyor. Hala bana bozuk olduğunu gizlemiyor. “Eeee, ne yapacaksın peki?” diye soruyor. Neyi ne yapacağım ki? Ne demek istediğini anlamıyorum. “Mezar konusunda ne yapacaksın? Nereye gömülü olduğunu biliyor musun? Söz vermişsin kadına” Bilmiyorum. Ne yapabilirim ki? Bu konuyu kendi kendime bile hiç düşünmediğimi fark ediyorum. Neredeyse on yıl önce ölüp giden bir bedenden geriye ne kalmıştır ki? Cevabı bilmiyorum. Karım da bilmiyor. Sadece “kadın ölüm döşeğindeyken bile verdiği sözü tutmaya çalışmış” diyor. “Ayrıca unutamadığın bir eski sevgilinin olması da, bilemiyorum, garip hissettiriyor.” Daha önce ona Sevin’den hiç bahsetmemişim. Hayatıma giren çıkan, hatta giremeden çıkan herkesten bahsetmişim de, bir Sevin’i atlamışım. Belki de tamamen unuttuğum içindir, diyorum. “O da aynı kapıya çıkar. En azından senin için, çünkü sen insanları öylece unutabilen biri değilsin.” Söz konusu kadın ölü dahi olsa, kadınlar için pek bir şey değiştiğini sanmıyorum. Sadece ona ait olduğumu ispatlamak ister gibi sokuluyorum ona. Boynunu, yanaklarını, dudaklarını öpüyorum. İlerleyen günlerde evde zaman geçiriyorum. Yarı yıl tatiline pek iyi bir karne ile giren kızım ile zaman geçiriyorum. Vizyona giren yeni çizgi filme gidiyoruz. Borling oynuyoruz. Şimdiden bir alış veriş canavarı olmuş, yeni kıyafetler alıyoruz. Boşta kalan zihnim her fırsatta Sevin’e kaçıyor. Kızımla sinemada film izlerken onunla izlediğimiz filmler geliyor aklıma. Borling oynamaya da gitmiştik değil mi? Bir cilt kremini almak için mağaza mağaza da dolaşmıştık. Kızımın ağzından onun sesi çıkıyor sanki bazen. Kimseye bir şey belli etmemeye çalışıyorum. Başarılı da oluyorum. Yıllar sonra hayatıma etki eden Sevin’i kafamın içindeki bir deprem olarak görmeye çalışıyorum. Deprem olana kadar yerin altındaki gerilimi hissetmeyiz bile. Sonra bütün o gerilim enerjiye dönüşür ve yeri sallar. Depremin şiddetine göre belli bir süre artçıları yaşanır. Artçıların şiddeti zamanla azalır ve sonunda hissedemeyeceğimiz kadar şiddetsiz olurlar. Zamanla! Anahtar kelime bu işte. Ayrıldığımız zaman nasıl her şeyi zamana bıraktıysam şimdi de öyle yapacağım. Bir süre sonra Sevin, geçmişten gelen bu gölge, geldiği gibi geri gidecek. Daha iyi olacağım. Tıpkı yıllar önce olduğu gibi. Her şeyi oluruna bırakmak, kendi hayatınızdan kendi iradenizi çıkarmak gibidir. Eğer şanslıysanız, hayat sizi daha iyi bir yere sürükler. Şansızsanız, daha beter duruma sokar. Her iki ihtimalde de, sonuç sizin olmaz. Bu yolla gelen bir mutsuzluk zaten sizin olmadığı için hep başkalarını suçlayabilirsiniz. Öyle ya, bizi yapmadıklarımız ile değil, yaptıklarımız ile yargılarlar. “Şöyle yaptın, böyle yaptın, iyi de neden öyle yaptın?” En azından bir şeyleri değiştirmeye çalışan, taşın altına elini koyanı eğer taşı eline düşürürse bir de biz yargılarız. Zaten canının ne kadar yandığına bakmadan. Bu yolla gelen bir mutluluğu sahiplenmek ise, sizin olmayan bir çocuğu sahiplenmek gibidir. Farkında olmasanız bile, çocuğun sizden olmadığı gerçeği her zaman aklınızın bir köşesinde, gizli bir düşman gibi durur. Kendi kafanızın içine, kendi ellerinizle bir Truva Atı sokmuş olursunuz. Yıllar önce yaptığım bir yanlışı tekrarlamak üzereyim. Zamanla hiç bir şey yoluna girmiyor. Sadece gömülüyor. Yaşamın en büyük mezarı zaman. İnsanları diri diri yutan bir çukur. En çok sevdiklerimizi gömdüğümüz ya da bizi sevenlerin bizi gömdüğü bir mezar. Bunu öylece zamana bırakamam. “En azından bunu yaptım lan” diyebileceğim bir şey olması gerek. Onun ne olduğunu da çok iyi biliyorum. Sadece mecazi olarak değil, gerçekten Sevin’i mezardan çıkarmalıyım. Arabamın torpidosunda duran mektubun zarfına bakıyorum. Gönderenin adresinin yazdığı yerde yazanları, arabamın küresel konumlama sistemine giriyorum. Götür beni araba, ufak bir ziyaret yapmam gerekli. Yıllar önce yaptığım bir hatayı düzeltmem gerek. Daha doğrusu daha uzun yıllar önce yapmadığım doğrunun yarattığı hatayı düzeltmem gerek. Kafam da en az son cümleler kadar karışık durumda. Adrese vardığımda arabayı apartmanın önündeki boşluğa park ediyorum. Ufak tefek farklılıklarına rağmen sokağı, apartmanı hatırlıyorum. Bir zamanlar her fırsatta ziyaret ettiğim yer burası. Nedense Serkan’ın ailesiyle oturuyor olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sadece Serkan olsaydı daha rahat olurdum. Genç yaşta kaybettikleri kızlarının lisedeki sevgilisini karşılarında görmek bu aileye ne hissettirir acaba? Zaten annesi benden pek haz etmezdi, uçarı olduğumu düşünüyor gibiydi. Sadece acılarını tazelemekle kalmayacağım, ayrıca onlardan alacağım yer bilgisiyle kızlarının mezarını soyacağım. Hazır mezarcılığa da başlamışken artık annesini babasını da Sevin’in yanına gömerim. Yok, olacak iş değil bu. Arabanın az önce durdurduğum motorunu tekrar çalıştırıyorum. Mezarı bulmanın başka yolları da vardır canım. Hem buraya gelmek baştan kötü bir fikirdi. Kapıyı çalıp ne diyeceğim? “Merhaba, siz hatırlamazsınız ama ben kızınızın lisedeki sevgilisiyim. İlk aşkıyım desek daha doğru olur. Bir süre önce ölüm haberini aldım, gelip size başınız sağ olsun demek istedim. Belki onun hakkında konuşuruz biraz. Hay Allah bak konuşmaya daldık asıl konuyu unuttum. Ben kızınıza eğer olur da ölürse, onu hiç bir dine ait olmayan bir mezara gömeceğime dair söz vermiştim. Siz bana mezarın yerini söyleseniz de, ben de kızınızı, daha doğrusu ondan kalanları mezarından çıkarıp başka bir yere gömsem. Buralarda öyle dine ait olmayan mezarlık falan da olmadığı için düpedüz bir arsaya gömerim artık kızınızı. Sonra da imar planları değişir, kızınızın mezarının üzerine alış veriş merkezi dikerler. Sonuçta şehitlik altından otoyol geçen şehir burası, hangi mezarlık güvenli ki…” Bu kadar saçmalamasam bile buna yakın şeyler olur herhalde. Saat de neredeyse on olmuş, yaşlı başlı insanlar yatmışlardır. Eve dönmek, daha usturuplu bir saatte gelmek ya da hiç gelmeden başka yollardan mezarın yerini öğrenmek en mantıklısı. Aslında en mantıklısı vazgeçmek. Sevdiğim bir karım, harika bir kızım var benim. Hayatım tam olmasını istediğim gibi gidiyor. Sevin olsa, o da şimdi mezarının açılmasını istemezdi canım. Ne gerek var şimdi bu hareketlere? Zaten sadece iki kişi arasında, daha doğrusu aşktan gözü kör olmuş iki ergen arasında saçma sapan bir oyundu bu. “Neden bilmiyorum ama ölürken aklımda kalan son şeyin sen olacağına inanıyorum. Belki şu anda hislerim çok yoğun olduğu için böyle düşünüyorumdur. Ben seninle doğdum, hayata gözlerimi seninle açtım. Sen de benimle açtın. Her hikaye başladığı yerde bitmeli, eğer illa bitecekse. O yüzden, dünyaya gözümü seninle açtığım için, seninle kapamalıyım.” Bunlar Sevin ile ayrılırken bana söylediği son sözlerdi. Ne ara o motoru kapattım, ne ara arabadan çıktım, ne ara kapının ziline bastım da apartmana girdim? Kafamın içinde yankılanan sözler sanki bir büyünün gizemli sözcükleriydi de, farkına bile varamadan beni ele geçirip hareket ettirdiler. Dairenin kapısına vardığımda Serkan olması gereken şey beni karşılıyor. Şey diyorum, çünkü karşımdakinin yıllar önceden hatırladığım bal rengi saçları olan neşeli veletle hiç alakası yok. Saç sakal en son ne zaman kesilmiş belirsiz. Otuzlu yaşlarının başında olmasına rağmen benden daha yaşlı görünebilecek kadar bakımsız. Sadece gözleri, o güzelim yeşil gözleri çok tandık bana. Beni görünce ne şaşırıyor, ne de başka bir tepki veriyor. Konuşmadan içeri davet ediyor beni. Sözler olmadan salona yönlendiriyor. Tıpkı, yıllar önce ablasının sözlere ihtiyaç duymadan beni yönetebilmesi gibi. Salona geçip oturuyorum. O ise mutfağa gidiyor. Ailesinin evde olmadığını, hatta bir süredir buralarda Serkan’dan başka birinin olmadığını hissediyorum. Oturduğum yerden etrafa bakınıyorum. Evet, burası Sevin’in bir zamanlar yaşadığı ev. Aslında sadece konum olarak… Salonun en son ne zaman bir temizlik gördüğü muamma. Duvarlar en son ne zaman temiz bir bez ile silindiklerini unutmuşlar. Kaldı ki badananın ne olduğu hatırlasınlar. Koltukların kılıflarının durumu da pek farklı değil. Halının üzerinde sadece dökülen yiyecek içeceğin izi yok, ayrıca mideden geri çıkan gıdaların da izleri var. Eşyaların dili olsa “kurtarın bizi buradan” diye yalvaracak gibiler. Ben etrafa bakınırken Serkan elinde yarısı boş bir viski şişesi ve iki bardakla geliyor. Alkol hayatımın hiç bir anında bu kadar büyük ihtiyaç haline gelmemişti herhalde. Tekli koltuklardan birini karşıma sürüklüyor. Aramıza da bir sehpa çekiyor, nevaleyi ve bardakları sehpaya koyuyor. İki bardağı da dolduruyor. İçip içmeyeceğimi sormuyor bile ama sanki bir şekilde içmeye ihtiyacım olduğunu biliyor. Sormuyor, konuşmuyor ama anlıyor. Tıpkı… Etrafı gözden geçirdiğimi fark ediyor. “Ha, dağınıklık için kusura bakma. Buralar bir süredir böyle. Ablam gittiğinden beri yani. Annem babam da ablamdan çok daha önce gittiler. Trafik kazası.” “Mektubu okumayacağını umuyordum” diyor. Konuşmaya başlama işini üzerine alması en az getirdiği viski kadar rahatlatıyor beni. “Sadece, ben sadece bunu yapmam gerektiğini düşünmüştüm. Açıkçası sonucu hakkında da pek düşünmedim. Buraya geleceğini ise hiç düşünemezdim zaten.” Rahatsızlık vermek istemediğimi, sadece bir başsağlığı ziyareti yapmam gerektiğini düşündüğümü, söylüyorum. “Rahatsızlık değil” diyor. “Acı veriyorsun. Yanlış anlama, seve seve kabul edebileceğim bir acı bu. Uzun zamandır ablam ile ilgili yeni bir şey yoktu hayatımda. Madem buraya kadar geldin, bana biraz onunla geçirdiğiniz zamanı anlatırsın. Ben o zamanlar neyin ne olduğunu anlayamayacak kadar küçüktüm.” Karşıma çektiği koltuğa gömülüyor. Bana bakıp bir şeyler dememi bekliyor. Gömüldüğü koltukta bu evdeki herhangi bir eşyadan farkı yok. Bir zamanlar “büyüyünce çok canlar yakar” dediğim, Sevin’in ona karşı olan sevgisini, şefkatini kıskandığım çocuk bu. Ondan geri kalanlar. Bir evin köşesindeki boş saksıdan pek bir farkı yok. “Başın sağ olsun” diyebiliyorum. Söyleyecek bir şey bulamıyorum. Çocukluğundan beri kıyamet çukurunda hayat sürmüş gibi duran bir adam var karşımda. Sanki suratı çektiği her acıyı kayıt etmiş. Ruhani bir yatalaklık içerisinde yaşıyor. En uç kurgularımda bile hayal edemeyeceğim kadar bitik, vazgeçmiş bir adam. Ben bir yerden başlayamayınca sabrı tükeniyor ve ablası hakkında sorular soruyor. Ne yapardınız, en çok nesi hoşuna giderdi gibi sorular. Başlarda kendimi bir sınavdan geçer gibi hissediyorum. Doğru cevabı bulmak için düşünüyorum. Cevap vermeden önce viskiden bir yudum alıyorum. Sonra, belki alkol etkisini gösteriyor, belki alışıyorum konuşmaya, tam olarak nasıl olduğunu anlamadan çok doğal bir şey gibi geliyor anlatmak. Sanki yıllardır buraya, bu eve gelip Serkan’a ablası hakkında masallar anlatmışım. Hafızamda hala yerleri olduğunun farkında bile olmadığım anıları anlatıyorum. Ablasının kaşının gözünün aldığı o garip ifadeleri anlatırken gülüyorum. İlk öpüşmemiz de ağzı kokuyordu, son paramızla sinemaya gitmiştik, yemek yemeye para kalmamıştı. Kavgalarımızı anlatıyorum, keyifli anlarımızı, kahkahalarımızı, saçmalıklarımızı... Beni dinlerken, ablası hakkında anlatılanları dinlerken gözlerine parlaklık geri dönüyor. Sanki yeniden genç bir adama dönüşüyor. Biz konuşurken bardaklar boşalıyor, tekrar dolmuyor. Artık konuşabilmek için buna ihtiyacımız yok. Zamandan ve mümkünmüş gibi bu mekandan soyutlanıyoruz. Sevin’den konuşmak bir solucan deliğine atlamak gibi. Evrenin herhangi bir yerine, sadece keyifle dolu bir yerine sıçramak gibi. Ancak ne kadar keyifli olsalar da, sözler biter. Sessizlik havayı ağırlaştırır. Solucan deliği sizi geri kusar, evrenin o mutlu noktası kaybolur. Buraya neden geldiğim aklıma gelir tekrar. Serkan’a mezarın yerini sormak için mantıklı bir cümle kurmak üzereyken, ablasının odasını görmek ister miyim diye soruyor. İster miyim? Cep telefonum titriyor, arayan karım. Saate bakıyorum, epey geç olmuş. Sevin’in odasını görmek ister miyim? Çok istiyorum. Başka hiç bir şeyin önemi kalmıyor aklımda. Meraktan deliye dönen bir eş ya da babasını özlemiş bir evlat. Hayır. Sevin’in odasına gitmek istiyorum. Ağzımı bile açmadan Serkan kalkıp odanın kapısına yürüyor. Takip ediyorum. Kapıyı açıyor, içeriye girmiyor. Evin geri kalanına tam anlamıyla tezat oluşturan odaya giriyorum. Her şey düzenli, en küçük biblonun dahi tozu alınmış. İçeri girdiğimde tüm ağırlığım evin diğer kısmında kalıyor. Oradaki ağır havadan, havasızlıktan burada eser yok. Bir ibadethane gibi korunmuş bu oda. Bazı şeyler değişmiş, bazıları değişmemiş. Bir kaç poster gitmiş, yatak örtüsü değişmemiş. Nelerin değiştiğinin ya da değişmediğinin bir önemi yok. Burası yıllar önce en mutlu anlarımın yaşandığı oda. Serkan kapıyı kapatıp gidiyor. Odada yalnız kalıyorum. Sanki kapı açılacak ve Sevin içeri girecek. Aradan geçen yıllar silinecek. İşim, arkadaşlarım, karım, kızım… Her şeyim hiç olmamış bir evrenin parçaları olacaklar. Bu oda yeni bir evren doğuracak. Her atom Sevin ve benden türeyecek. O an doluyor aklıma. Bu odada vermiştik, o tek, gerçekçi sözü. Burada olma nedenim olan sözü. Amacım sandığım, aslında araç olarak kullandığım sözü. Ayakta duracak gücü bulmakta zorlanıyorum. İstediğim buydu. Farkında bile olmadığım, yıllarca istediğim şey buydu. Sevin. “Sen yazmalısın, harika bir görüşün var… Topla şu cümleleri, ne özne yerinde ne yüklem... Sana inanıyorum… Bir bok olmayacak senden, tembel adamın teki olacaksın… Seni seviyorum” Ufak, çok ufak adımlarla yürüyorum yatağa. Soluk borumdan aşağıya sıcacık bir sıvı kayıyor sanki. İnsan önce içine ağlıyor, göz yaşları sonra geliyor. Yüz üstü uzanıyorum yatağa. Örtüyü sıyırıp kafamı yastığa gömüyorum. Ah, bu koku! Yıllar geçmiş üzerinden ama kokusu hala yastıkta. Belki de zihnim bana bir oyun oynuyor? Fark etmez, önce konusunu hissediyorum, sonra tenini. Dokunuşunu… Deliriyor muyum? Fark etmez. Bu kokuyu içime çekebildiğim sürece hiç bir şey fark etmez. Düşünemiyorum bile artık. Sadece hissedebiliyorum. Ağladığımı hissediyorum. Salya sümük ağlıyorum. İbadethanenin bir parçası gibi saklanmış yastığı batırıyorum. Olsun, batsın. Ne kadar özlemişim onu. Farkında bile değildim. Bir hainim ben. Unuttum, Ömrümü onu unutmuş olarak yaşıyordum. Unutulmaması gerekenleri unutarak. O ölmeden çok önce, ayrıldığımız zaman öldürmüştüm aslında onu. Bağırmak istiyorum. Özür dilemek, affedilmek istiyorum. Son bir defa seni seviyorum demek, ellerini tutmak, gözlerine bakmak istiyorum. Seni seviyorum diyen sesini duymak istiyorum. Hayali bile olsa bunları istiyorum. Bilincimi tamamen yitiriyorum. Kendime geldiğimde güneşin doğmuş olduğunu fark ediyorum. Yastık hala nemli ve benden çıkan salya sümük karışımı ile lekelenmiş halde. Bir süre pek sanatsal olmayan eserime bakıyorum. Aklının yarısından fazlası başında olmayan Serkan’ın buna ne tepki vereceğini düşünüyorum. Yataktan kalkıp, kendime gelmeye çalışıyorum. Odadan çıkmadan önce biraz etrafı kurcalamak istiyorum. Raflara, çekmecelere bakıyorum. Kitaplarının sayfalarına göz atıyorum. Bitirdiği kitapların en arkasında ki boş sayfalara ne hissettiğini yazardı. Okuyorum. Bazı kitapların arasından ona gönderilmiş ya da onun yazıp da göndermemiş olduğu notlar, mektuplar çıkıyor. Benden sonra da sevmiş. Kıskançlık mı bu? Hakkım olmasa da garip bir kıskançlık duyuyorum. Zaten aşk pek hak hukuk dinleyen bir şey değildir. Birlikte çektirdiğimiz tek fotoğrafı buluyorum. Annesi fotoğrafları çıkarttırana kadar çekildiğini bile unutmuş olduğumuz bir fotoğraf. Yanak yanağa vermiş, içtenlikle gülüyoruz. Çok yakından çekilmiş bir poz. Saf sevgi ile bakmışız makineye. Çerçevesinden çıkartıp arkasına bakıyorum. “Bizi seviyoruz” yazıyor. O sevginin hissi tekrar kalbime doluyor. Anlamsız gibi duran ama anlamın kendisinden bile ötede olan bir gülümseme yayılıyor dudaklarıma. Bulduğum her şeyde eski bir arkadaşlar yıllar sonra karşılaşmış olmanın tadını alıyorum. Ona ait her şeyden sessizce özür diliyorum. Sanki onlar da beni affettiklerini fısıldıyorlar. Huzurlu hissediyorum. Sanki kanserli hücrelerim temizlenmiş gibi. Kalmam gerektiği kadar kalıyorum o odada. Bir şekilde artık gitmem gerektiğini anlıyorum. Sessizce, salya sümükten daha fazla iz bırakarak çıkıyorum odadan. Serkan’ı salonda temizlik yapmaya çalışırken buluyorum. Koltuk kılıflarını sökmeye çalışırken ufak çaplı bir savaş veriyor gibi. Kış aylarında olmamıza rağmen, üzerinde kısa kollu bir tişört var. Evden önce kese ile kendisini temizlediğini cildindeki kızarıklıklardan anlıyorum. Ablasının teni de böyle hassastı. Ses etmeden gitsem mi? Yok olmaz, mezarın yerini öğrenmem gerek. Sahte bir öksürük sesi çıkarıyorum. Dönüp bana bakıyor. “Bunları sökmenin kolay bir yolu var mı?” diye soruyor. Saçını sakalını da kesmiş, gerçekten kendi yaşına geri dönmüş. Dün gece paralel evrene geçmiş olma olasılığımı düşünüyorum. Serkan bir gecede böyle dönüşmesinin en mantıklı açıklaması bu gibi geliyor. Koltuk kılıfı sökmeyi bilemediğimi söylerken kekeliyorum. “Hayırdır ne oldu sana” der gibi bakıyor olmalıyım. Ağzımla sormamış olsam da, o ne sorduğumu gene anlıyor. “Ailemizi kaybettikten sonra, ablam hayatını bana adamıştı. Bana ayırdığından geri kalan zamanda kendi hayatını yaşamaya çalışıyordu. İnsanlar ile ilişkisinde ben bir duvar gibiydim. Artık kardeşi değil, daha çok onun çocuğu olmuştum. Erkek arkadaşlarını bile bana ‘baba’ olabilecek insanlardan seçmeye başlamıştı. Böyle bir adamla neredeyse evleniyordu bile ama sanırsam gene benim yüzümden ondan ayrıldı. Adam benim onlarla yaşamamı istememiş mi ne, tam bilmiyorum. Bunları bana pek anlatmazdı. Tam ben kendi ayaklarımın üzerinde durmaya başlayacakken, bu sefer ablam hastalandı. Pankreas, pek olayı uzatmayan, hızlıca ölüme götüren bir kanser türü. Hastalanmasaydı belki kendi istediği gibi biriyle evlenirdi, kariyerine odaklanırdı yada ne bileyim, dünyayı falan gezerdi. Kendisi için bir şeyler yapardı. Olmadı. O öldükten sonra kendimi toparlayamadım. Kısa hayatının sorumlusu ben değildim ama, o kısacık hayatı bile yaşayamamasının sorumlusu bendim. Yani öyle hissettim uzun süre. Başlarda arkadaşları aradılar, artık bizim kardeşimizsin dediler. Bir zamanlar nişanlı olduğu o adamda sık sık geldi ilk günler ziyarete. Sonra herkes kendi işine döndü. Ablamın hatırası onlar için her geçen gün biraz daha soldu. Hani çok bilindik bir söz vardır. ‘İnsanlar aslında onu hatırlayan son kişi öldüğün de ölürler’ Ablamı hatırlayan bir ben vardım sanki artık. Nasıl o benim için hayatını yaşamadıysa, bende onun hatırasını diri tutmak için bu evde sadece onu anarak yaşadım. Ama dün gece sen geldin. O odada saatlerce kaldın. Biraz kalır çekip gidersin sanıyordum ama tüm gece oradaydın. Kapıya kulağımı dayayıp ne yaptığını çözmeye çalıştım. Saatlerce ağladın. Kusura bakma ama senin ağlaman beni uzun zaman sonra mutlu eden ilk olay oldu. Ablamın bir başkası için de hala yaşıyor olduğunu anladım. Yasım böylece sona erdi. Şimdi gördüğün gibi baya işim var.” Neşe ile uzun uzun konuşuyor. Onun adına mutluluk duyuyorum. Temizlik için yardım isteyip istemediğini soruyorum. “Yeterince yardım ettin” diyor. Zaten nezaketten sormuştum. Ablasının nerede gömülü olduğunu soruyorum. Bulmamı çok kolaylaştıracak detaylı bir tarif veriyor. İznini isteyip ayrılmak üzereyken ablasının odasına gidip bana bir mektup getiriyor. “Asıldan diğer mektup yerine bunu postalamamı istemişti ablam. Yani kafana vurmak durumunda kalmazsam bunu yollamalıydım. Ona ait bir şeyin bu evden çıkması fikrine katlanamadım. Onun yerine kendim bir mektup yazdım.” Peki, diyorum. Mektubu alıp evden ayrılıyorum. Cep telefonumda fazlaca cevapsız çağrı var, hepsi de karımdan gelen aramalar. Arabaya girdiğimde karımı aramadan önce Serkan’dan aldığım mektubu okuyorum. Bitirince ceketimin iç cebine koyuyorum. Sevin, nefes bile almamasına rağmen beni gene kendi istediği yola sevk etmeyi başarmış. Kendi istediğimi yapma kuralımı, ben farkına bile varmadan kırabilen kadın. Tüm hikayede başrol olduğumu sanıyordum ama bana bıraktığı mektubu okuyunca aslında yan rol olduğumu fark ediyorum. Ufak bir aldatılmışlık hissi var ama pek bir şey değiştirmiyor. Tebessümü suratımdan silmiyor, hatta bu durum beni daha da eğlendiriyor. Eve vardığımda canavarlaşmış bir kadın bekliyordum. Beklediğimden beterini buluyorum. Sadece hesap sormak isteyen bir yargıç gibi bakıyor bana. Her şeyi anlatıyorum. Nereye gittiğimi, neden gittiğimi… Geceyi ölmüş eski sevgilimin yatağında geçirdiğimi. Yaşayan bir fahişenin yatağında geçirseydim ilişkimize bu kadar zarar veremezdim. Kanserli hücreyi bünyeye yerleştiriyorum, canlı bomba olduğunu bildiğim yolcuyu uçağa alıyorum, radyasyon taşıyan madde ile oynuyorum. Kısacası ilişkimizin evlilik kısmını harcıyorum. “Mutlu ailelerin hepsi birbirine benzer. Mutsuz ailelerin her birinin mutsuzlukları da kendine göredir.” Tolstoy tek cümlede evliliğimin neden sona ereceğini açıklıyor bana. Bizim mutsuzluğumuz, ölü eski sevgilime aşık olmam oluyor. Söz konusu evlilik ise, bazen tek bir hata tüm doğruları götürüyor. Mutsuz bir evliliktense, mutlu bir ayrılık daha iyi oluyor. Karım ile yavaş yavaş kopuyoruz. Satranç oynar gibi her adımı doğru atmaya çalışıyorum. Çözülmemiş hiç bir sorun kalmasın ki, arkadaş gibi kalabilelim. Kızımız için bunu yapmaya mecburuz. Ve… Arkeolog bir arkadaşımdan kemik toplama sanatını öğreniyorum. İnternetten mezar kazmayı… Hazır konuya girmişken, hep istediğim gibi mitolojik temelli, fantastik bir roman yazmaya da başlıyorum. Asıl amacım ise Sevin’in geri kalan kemiklerini toplamak ve sözümü tutmak. Ayrıca yeni romanımdaki toprak tanrıçasına onun adını veriyorum. Fısıltı gazetesine Sevin’in gerçek kimliğini fısıldıyorum. İnternet bilgiyi yayıyor, onu bir şekilde ölümsüz kılıyor. Mezardan çıkardığım kemikleri Kilyos’ta denizi gören ağaçlık bir alana gömüyorum. Alışılmışın aksine, mezar taşını da mezara gömüyorum. Taşın üzerinde Frig dilinde Toprak Tanrıçası’nın mezarı yazıyor. Üzerine alış veriş merkezi dikenin lanetleneceği yazıyor. Günler, haftalar, aylar, yıllar geçiyor. Ömrüm geçiyor. İkinci defa evleniyorum, bir erkek çocuğum oluyor. Seviniyorum, üzülüyorum, şarkı söyleyip küfrediyorum… Sonunda herkesin hayatı gibi, benim hayatımda son anlarına geliyor. Hastanede yatarken, ölümün gelmek üzere olduğunu hissediyorum. Kızımdan evdeki çekmecemde duran bir mektubu getirmesini istiyorum. Sevin’in bana bıraktığı son mektup. “Senin kadar iyi bir yazar olmadığımı biliyorum. Hala benden iyi olduğun konularda delice övünür müsün, onu bilmiyorum. Övünürsün sen yaa, bazı şeyler asla değişmez. Asla değişmeyecek olanlardansın sen. Neyse, bari şu ölüm döşeğinde didişmeyeyim seninle. Hatırlar mısın bilmiyorum ama sana ölürken aklımda olan son şeyin sen olacağına inandığımı söylemiştim. Hikayenin başladığı yerde biteceğini söylemiştim. Benim hayatım pek uzun olmadı ama, sonu dediğim gibi oluyor. Ömürlerimiz farklı yollarda ilerlese de, bittiği yerde gene birleşiyor. En azından benim için… Umarım güzel bir hayatın olur ve Serkan kafanı kırmak zorunda kalmaz. Eli biraz ağırdır, odunu kafana geçirirse kafan kırılabilir. Bizim söz oyunumuz senin kafanı dağıtıp, Serkan’ı da hapislere düşürmez inşallah. Onu emanet edecek kimsem yok. Benden sonra ne hala gelir bilmiyorum. Kafanı da kırsa ona göz kulak ol. Bu mektubu aslında bu yüzden yazıyorum biraz da. Odunla vurmazsa mektubu sana yollayacak. Bu satırları okuyorsan, ona bir göz at. Kötü durumdaysa ona yardım et. Ne durumdadır bilmiyorum, nasıl yardım edebileceğini de bilmiyorum ama sana güveniyorum. Sen her zaman bir yolunu bulursun. Umarım bu mektubu okursun ve umarım Sevin’irsin. Yokluğunda seni kalbinde taşımış olan, SEVİN.” Okuduğum son şey onun mektubu oluyor. Ahmet Cenker YAMAN Read the full article
#AhmetCenkerYAMAN#arkeolog#AŞK#AşkHikayeleri#edebiyat#GeçmişinGölgesi#hediye#hikaye#hikayeoku#hikayeyaz#Kanser#KısaHikaye#masal#MEKTUP#mezar#MuhteşemBirHikaye#Roman#seçmehikayeler#Secmehikayeler.com#sevgi#UzunHikaye
1 note
·
View note
Photo
Alien:Covenant Üzerine Tespitler Prometheus'dan beri yana yakıla beklediğim devam filmini gösterime girdiği gün izlemiş olmanın tazeliği ile Alien:Covenant üzerine hafif spoilerlı birkaç kelamım olacak dostlar!
Bana göre son yılların en başarılı bilim kurgu filmlerinden biri olan Prometheus, sorduğu sorular ve vermeye
çalıştığı cevaplarla tipik bir alien filminden çok farklı noktadaydı. Alien'ın köklerine dönüş filmlerinin ilki olup takıntılı Alien fanlarını çok da tatmin etmeyince devam filmlerinde Alien'ı daha fazla görecek olmamız ise kaçınılmazdı. Sonuç olarak Covenant'ta öyle de oldu. Özellikle filmin ilk yarısında Alien'lar okadar hızlı türedi ki ancak David'i görünce rahat bir nefes alabildik. Filmin çıkış noktası ise son derece klasik tonda ilk Alien'ı düşününce. Bir uzay gemisi mürettebatının planda olmayan bir gezegene inişi ve başlarına gelen olaylar silsilesi kısaca. Aynı oyuncu tarafından canlandırılan biri eski biri de yeni versiyon androidin mücadelesi(David ve Walter) Alienlarla olan mücadele kadar keyifli. Şöyle ki David'in kendisini bir nevi ‘ilah’ olarak görmesi hikayenin asıl kilit noktası olmuş. Diğer oyuncular ise okadar pasif ve sinir bozucu ki, izleyicinin herhangi biriyle bağlantı kurması neredeyse imkansız.
Bir önceki filmden takıntımız olan Mühendisler ve onların 'Paradise’ olarak adlandırılan gezegenlerini göreceğimiz
son fragman-prologda belli olmuştu. Gelgelelim filmde o kısımlar çok kısa tutulmuş ve birçok sorunun cevabı yine yanıtsız kalmış. Yıllardır hikayenin Mühendislerle ilgili olarak ne yöne ve ne şekilde evrileceğini benim gibi merakla beklemiş olanlar haliyle bu kısımları yetersiz bulacaktır. Çünkü gelecekte Mühendisleri ne kadar görürüz şuanda o da ayrı bir muamma.
Yer yer ilk Alien'a çok fazla atıfta bulunmakla beraber filmin geneline baktığımızda bariz mantık hataları olduğunu da söylememiz gerekiyor, zira yeni bir gezegene sırf bizimkine benzediği için paldır küldür uzay giysisiz inmek akıl tutulması olarak düşününebilir.
Özetle filmde olmayan prolog sahnelerle bir bütün olarak değerlendirdiğimizde doyurucu bir Alien filmi
diyebiliriz Alien:Covenant için. Genel olarak atmosfer ve aksiyonun yanı sıra Peter Weyland'lı açılış sahnesi, Mühendis ırkının kıyımı, doktor Shaw'ın can sıkan akibeti, çeşitlendirilen alien türleri ile ilgili detaylar-özellikle patojen form ile bulaşma-ve David'in kendi inindeki ilahlık aforizmaları bunda temel etken. Son olarak, final kısmı güzel bir twiste sahip olmasının yanında devam filmi için kapı aralar nitelikle. Bu noktadan sonra serinin yeni halkası olarak planlanan Alien’i beklemekten başka yapacağımız tek şey Ridley Scott'ın ölmeden seriyi kazasız belasız tamamlaması için dua etmek olacaktır sanırım… İyi seyirler. by dRmr
0 notes
Text
Çocuklara Ölüm Nasıl Anlatılmalı?
Ölüm; her insan için kabullenişi zor bir olgudur. Konu çocuklar olunca “ölüm” kavramını açıklamak yetişkinleri daha da zorlamaktadır. Çocuklara bu durum; uygun yaş aralığına göre, anlayabileceği en temel şekilde ve gerçeğe en uygun şekilde anlatılmalıdır. Ölüm çocuktan saklandığında, anlatılmadığında çocuk kafasındaki boşlukları kendi doldurmaya başlayacak ve endişesi artacaktır. Doğru bilgiyi yakınlarından öğrenirse durumu kabullenişi de kolay olacaktır.
0-6 Ay
Çocuk çevresinde bakım verenlerin üzüntülü olmalarını farkeder.
Kayıptan sonra oluşan strese bağlı yemek ve uyku düzeninde bozulmalar olabilir.
6Ay-2 Yaş
Çocuk ölümün kayıp olduğunu idrak edemez ve ölen kişi hakkında sorular sorar.
Ölen kişinin geri gelmemesine, kendisiyle oyun oynamamasına öfkelenebilir, kendisini terkettiğini, bıraktığını düşünebilir.
Bakım verenlerinden ayrılmak istemez, yanından giderse kendisini terkedeceğini düşünebilir.
2-6 Yaş
Ölen kişi hakkında sorular sorar.
Ölen kişinin gelmemesinden dolayı öfke oluşabilir.
Çizgi filmlerde, oyunlarda ölen karakterin yeniden canlanması gibi, ölen kişinin tekrardan geleceğine inanıp birlikte yapacaklarını anlatabilir.
Okul öncesi dönemde çocuklar sihirli düşüncelere sahiptir. “Ben böyle düşündüğüm için mi öldü?” diye kendilerini suçlayabilirler ya da dua ederek, dilek dileyerek ölen kişiyi geri getirebileceğine inanırlar. Mezarlığa hediye, oyuncak götürebilirler.
6-9 Yaş
Ölümün bir son olduğunu anlamaya başlarlar.
Öfke/kızgınlık gibi duygular oluşabilir.
Üzüntü/stresini yaşayabilmesine olanak tanınmalıdır.
Ergenlik
Ölümün bir son olduğu ve geri dönüşü olmadığını bilirler.
Ölümü yetişkinler gibi algılarlar.
“Hayat nedir?”, “Ben kimim”, “Ölüm nedir”, “Ölümden sonra neler oluyor” gibi felsefik sorulara yanıt ararlar.
Bana bir şey olmaz, ölüm diğer insanların başına gelir duygusu oluşabilir.
Çocuğa Ölümden Bahsederken Nelere Dikkat Etmeliyiz?
Genellikle yolunda gitmeyen bir şey olduğunu çocuk karşısındaki kişinin tutumundan anlayabilmektedir, bu durum sır olarak saklanırsa ve çocuğa açıklama yapılmazsa, olayı “saklanacak bir durum” olarak görebilir ve korkusu, kaygısı artabilir. Çocuklar televizyonda birçok kaza ve ölüm haberi görüyorlar, besledikleri evcil hayvanlarının ölmesine şahit olabiliyorlar ya da sokakta ölmüş bir kuş, kedi ile karşılaşabiliyor ve doğal karşılayıp kabullenebiliyorlar.
Çocuklar sözlerinizden çok hal ve tavrınızdan, ona sözsüz olarak aktardıklarınızı içselleştirir. Ölüm çocuğa anlatılırken, anlatan kişinin kaygısı yoğun olursa, kaygıyı çocuk içselleştirebilir. Genellikle aileler kendi ölüm ile ilgili korku şemalarını çocuklara yansıtabiliyor bunun sonucunda çocuğun kaygı ve korku şeması tetiklenebiliyor.
Uzm. Kl. Psk. Merve Kırna
Çocuk ölümle ilgili “Ben ölecek miyim?”, “Sen ölecek misin?”, “Ben yaramazlık yaptığım için mi öldü?” ya da “Ben dilediğim için mi öldü?” gibi sorular sorabilir. Soru sorması, duygularını ifade etmesi sağlıklı yas süreci için önemlidir. Sorduğu sorulara anlaşılır cevaplar bulması kaygısını azaltacaktır. Bunun yanı sıra ölüm haberinden sonra çocuk üzülebilir, ağlayabilir bu duygular çok normaldir, nasıl ki yetişkinler yas sürecinden geçiyorsa çocuklar da yakın birini kaybettikten sonra yas sürecinden geçer.
Ölüm haberi çocuğa verilirken ailenin inancına göre açıklama yapması kaygı ve korkuyu hafifletmektedir. “Bu dünya bitti, öbür dünya başlıyor, orada hayat devam ediyor, bu dünyada artık onu göremeyeceğiz” gibi açıklamalar çocukta kaygı oluşumunu azaltmaktadır. Kişi eğer öbür dünyaya inanmıyorsa, ölümün bir son olduğu, ölen kişinin artık görüp duyamayacağı, konuşamayacağı anlatılır.
Bazen çocuklar ölüm kavramını tam içselleştiremediği için ya da bu durumu inkar için anlatıklarınıza tepki vermez, oyunlarına kaldığı yerden devam eder, hiçbir şey yokmuş gibi davranabilir, bu durumda çocuğunuzun yaşadıklarını anlamaya çalışın.
Çocuğun yaşamında oda, ev, okul, şehir gibi ani değişimlerden sakınılmalı, eski düzenine devam etmelidir.
Çocuğa Ölüm Hakkında Söylenmemesi Gerekenler
“İnsanlar doğar, büyür, yaşlanır, ölür” söylemi çocuk için büyüme ve yaşlanıp ölme korkusuna neden olabilir, büyümemek için yemek yemeyi reddedebilir ya da büyükanne-dedesinin yaşlandığını düşünerek ölecekleri için üzülebilir.
Soyut dönemi tamamlamamış olan çocuğa ölüm ile ilgili “Allah öyle istedi”, “Allah sevdiği kullarını çabuk yanına alır” gibi söylemler, çocukta “Sevdiğim kişiyi Allah öldürdü”, “Ne yaptı ki neden yanına aldı”, “Allah beni de severse beni de, diğer sevdiklerimi de yanına alır, iyilik yapmayayım, yaramazlık yapayım ki Allah beni yanına almasın” gibi düşüncelere neden olabilir ve bu durum, çocuğun dine bakış açısını değişebilir.
Ölüm kavramı yerine kullanılan alternatif cümleler çocuğun kafasını daha çok karıştırmakta ve kaygı oluşumunu tetiklemektedir. “Cennete gitti, orası çok güzel, iyi insanlar cennete gider, o da şimdi cennette” gibi söylemler, cennet-cehennem kavramını bilmeyen bir çocuk için kafa karıştırıcı olabilmektedir. “Madem cennet bu kadar güzel biz de ölüp oraya gidelim” düşüncesi oluşabilir.
“O melek oldu, bulutlardan seni izliyor” gibi söylemler gözetlenme kaygısını tetikleyebilir.
“Hastalandı öldü”, “Hastalandı iyileşemedi” demek ise; çocukta “Hastalanırsam bende ölürüm” kaygısını pekiştirir bu yüzden her hastalığın ölümle sonuçlanmadığı, hafif hastalıklarda ilacımızı alıp tedavi olduktan sonra iyileşildiği aktarılmalıdır.
“Uzun bir yolculuğa çıktı” gibi söylemler de çocuk ölen kişiyi bekler ve “Neden gelmiyor?” , “Neden beni terketti?” diye ölen kişiye öfkelenebilir.
“Derin uykuda uyuyor”, “Sonsuz uykuda” gibi söylemler çocuklarda uyku bozukluğuna neden olabilmekte olup, kaygıyı pekiştirebilir.
source https://saglik.kocaali.com/cocuklara-olum-nasil-anlatilmali/
0 notes
Text
Resim Sanatı Hakkında Sıklıkla Sorulan Sorular
Resim sanatı; özlem, duygu ve düşüncelerin belli estetik kurallar çerçevesinde ifade edilmesini sağlayan bir sanat dalıdır. İlk atalarımızın mağaralara resim çizdiği dönemlerden bu yana resime büyük ilgi geliştiren insan ırkı duygularını, hayallerini ve ruh halini resim sanatı sayesinde dışavurabiliyor. Her dönem farklı akımların etkisi altında gelişimini sürdüren resim sanatı, günümüzde sadece mesleki anlamda değil; hobi olarak da icra ediliyor. Nitekim resim çizmek, çizim yeteneklerini bir hobi olarak geliştirmek isteyen farklı yaş gruplarından birçok insan bulunuyor. Yüzde Yüz Sanat olarak bu hafta hazırladığımız blog yazısı da tam bu kişilere göre! Resim sanatı hakkında sıklıkla sorulan soruları yanıtladığımız yazımızda, resim sanatına ilgi duyanlar konu ile ilgili merak ettiklerini bulabilirler.
Resim Sanatının Tarihçesi Ve Gelişimi Ile İlgili Sorular
Resim sanatı ile ilgili sıklıkla sorulan sorulara ilk olarak resmin tarihçesi ve gelişimi ile ilgili sorulan soruları ele alarak başlayabiliriz:
Resim Sanatının Doğuşu Ve Tarihsel Gelişimi Nasıl Olmuştur?
Resim sanatının tarihi, mağaralarda yapılan ilk resimlere kadar dayanmaktadır. İnsanlığın ilk var oluşundan bu yana gelişimini sürdüren resim, farklı dönemlerde farklı sanat akımlarının etkisi altında şekillenmiş ve çeşitlenmiştir. Ressamlar bir dönem yaratıcı bir sanatçıdan ziyade becerikli bir zanaatçı olarak görülürdü. Sonraları hem Uzakdoğu’da hem de Rönesans dönemindeki Avrupa’dan bağımsız sanatçılar çıkmaya başladı. Bu dönemdeki ressamlar yapıtlarının altına isimlerini yazıyor ve bu sayede belli konularda söz sahibi oluyordu. Rönesans döneminde ayrıca zengin aileler ressamları destekliyor ve resim sanatının gelişmesine katkıda bulunuyorlardı. 19. yüzyıla gelindiğinde ressamlara sürekli çalışma ortamı sağlayan işverenler yok olmaya başladı. Bu dönemde sanatçılar topluma galeriler ve müzeler aracılığıyla ulaşabilir hale geldi. Bu dönemde ressamlar yaşamlarını artık ödüllerle ya da aldıkları siparişlerle sürdürüyorlardı. Resim sanatının üretim alanındaki bu değişim, ressamların yeni ve alışılmadık biçim, malzeme ve teknikleri deneme özgürlüğüne kavuşmasını sağladı. Bu durum geleneksel kalıpların zorlanmasını ve farklı sanat akımları ve üslupların çıkmasını sağladı. 1960’lara ve 70’lere gelindiğinde ise hareketli, soyut, pop sanat, foto gerçekçilik pop sanat ve minimal sanat gibi akımlar ortaya çıkmıştı. 1970’lerde etkin olan kavramsal sanatın ardından neredeyse her ressam kendi başına bir akımın temsilcisi haline gelmeye başladı.
Resim Sanat Akımları Kronolojisi Nasıldır?
Resimde sanat akımları kronolojik olarak aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Rönesans (Klasisizm) – 15. ve 16. yüzyıl
Maniyerizm – 16. yüzyıl
Barok – 17. ve 18. yüzyıl
Rokoko – 19. yüzyıl
Neo Klasisizm – 18. ve 19. yüzyıl
Romantizm – 19. yüzyıl
Realizm – 19. yüzyılın ikinci yarısı
Empresyonizm (İzlenimcilik) – 19. yüzyıl sonu
Fovizm – 20. yüzyıl başı
Dadaizm – 20. yüzyıl (I. Dünya Savaşı Dönemi)
Ekspresyonizm – 20. yüzyılın ilk yarısı
Fütürizm – 20. yüzyıl başları
Pop Art – 1960’lı yıllar
Türklerde Resim Sanatı İlk Kez Ne Zaman Görülür?
Eski Türkler’de resim sanatının ilk izleri bozkır kültürünün başlangıç dönemine kadar dayanmaktadır. Proto-Türk devri ve Hun devrinde Türkler için resimden ve tasvir sanatından bahsedilebilmektedir. İslamiyet öncesi Türklere ait ilk resim örneklerine Göktürk çağındaki kurganlarda rastlanabilmektedir. Öte yandan Uygurlar döneminde de özellikle mabetlerde ve kurgan duvarlarında resim sanatının örnekleri bulunmaktadır.
İlk Türk Ressamları Ve Eserleri Nelerdir?
Profesyonel anlamda ilk Türk ressamları ve başlıca eserleri aşağıdaki gibi sıralanabilir:
Şeker Ahmet Paşa (1841-1907) – Karpuz Dilimli, Üzümlü Natürmort, Manzara
Osman Hamdi Bey (1842-1910) – İki Müzisyen Kız, Kaplumbağa Terbiyecisi, Feraceli Kadınlar
İbrahim Çallı (1882-1960) – Zeybekler, Mor Salkımlar
Hikmet Onat (1882-1977) – Siperde Mektup Okuyan Askerler, Topkapı Sarayı
Nazmi Ziya Güran (1881-1937) – Koç Kahvesi, Yelkenliler, Karacaahmet
Feyhaman Duran (1886-1970) – Ressamlar Grubu, İstanbul Limanı, Meyveler
Hüseyin Avni Lifij (1886-1927) – Peyzaj, İstanbul’da Sabah ve Kağnılı Yolculuk
Namık İsmail (1890-1935) – Lale Devri, Tifüs Girdabı, Harman
Cemal Tollu (1899-1968) – Koza Han, Kasaplar, Balerin, Toprak Ana
Nurullah Berk (1906-1981) – Testili Kadın, Teyyareciler, Dikiş Diken Kadınlar
Abidin Dino (1913-1993) – Savaş ve Barış, Dört Kent, Yörük Kadını, Dağ-Deniz
Cumhuriyet Dönemi Ressamları Kimlerdir?
Cumhuriyet dönemi ressamlarından başlıcaları aşağıdaki gibi sıralanabilir:
Süleyman Seyid
İbrahim Çallı
Namık İsmail
Malik Aksel
Eşref Üren
Nurullah Berk
Adnan Varınca
Nuri İyem
Sami Yetik
Hale Asaf
Bedri Rahmi Eyüboğlu
Cemal Tollu
Türkiye’de Günümüzün En İyi Ressamları Kimlerdir?
Çağdaş Türk ressamlarından başlıcaları aşağıdaki gibi sıralanabilir:
Mehmet Güleryüz
Muhsin Kut
Tülay Tura Börteçene
Adnan Çöker
Balkan Naci İslimyeli
Alaattin Aksoy
Selim Cebeci
Özdemir Altan
Cihat Aral
Devrim Erbil
İnci Eviner
Neş’e Erdok
Nedret Sekban
Yavuz Tanyeli
Ergin İnan
Resim Çizmek İstiyorum Diyenlerin Sıklıkla Sorduğu Sorular
Resim sanatına ilgili duyan ve bu doğrultuda bir resim kursuna giderek resim çizme yeteneklerini geliştirmek isteyenlerin sıklıkla sorduğu sorular ve yanıtları aşağıdaki gibidir:
Resim Çizmek Zor Mudur?
Resim çizmek kesinlikle zor değildir, hatta doğru teknikleri öğrenip aradaki bağlantı noktalarını yakaladıktan sonra oldukça eğlenceli ve kolaydır. Siz de resim kursu İzmir ile bu teknikleri ve detaylı uygulanışlarını öğrenebilir ve profesyonelleşme yolunda ilk adımlarınızı atabilirsiniz. Yukarıda belirtmiş olsak da yine de tekrar edelim, iyi resim çizmek düzenli çalışan herkes için mümkündür.
Resim Çizmek İçin Yetenek Şart Mı?
Hayır. Eğer ki Yüzde Yüz Sanat’ın resim kursu İzmir etkinliklerine katılmak istiyorsanız yalnızca bu işi yapmak istiyor olmanız yeterli olacaktır. Öğrenme süreci açısından elbette ki yatkınlık önemli bir konudur ancak daha önemli bir konu varsa o da çalışmanın getirdiği başarıdır. Yani ne kadar yetenekli olursanız olun resim öğrenmenizi asıl sağlayacak şey düzenli çalışmadır. Yaş, yetenek gibi ayrıntıları bir kenara bırakın ve gerçekten resim çalmak isteyip istemediğinizi sorgulayın. Eğer ki cevap çalmak istediğiniz yönündeyse yeteneğin minimal bir ayrıntıdan ibaret olduğunu unutmayın, hemen tam gaz çalışmaya başlayın ve başarıyı kendiniz deneyimleyin!
Resim Çizmenin Püf Noktaları Nelerdir?
Güzel resim yapmanın püf noktaları aşağıdaki gibi sıralanabilir:
Resim kağıdını dikkatli seçmek
Resim kalemleri hakkında bilgi edinmek ve doğru resim kalemi tercihi yapmak
Resim çizmeye başlamadan önce çalışma ortamının doğru ışıklandırılığından emin olmak
45 derecelik açıya sahip platformlar kullanmak
Sabırlı olmak ve düzenli çalışmak
Öncelikle taslağı çıkarmak ve ardından taslak üzerinden gölgelendirmeler yapmak
Resim çizmeye başlamadan önce ilk olarak resmi gözünüzde canlandırmak ve ardından gözünüzde canlandırdıklarınızı doğru tekniklerle kağıda dökmek
Resim Çizmenin İlk Aşamaları Nelerdir?
Resim yapmanın ilk aşamaları aşağıdaki gibi sıralanabilir:
Düz çizgileri doğru çizmeyi öğrenmek
Kişinin kendi stilini yaratması
Oranları ölçebilmek
Elleri kasmamak, serbest bırakmak
Neyin ne olduğunu ve neden olduğunu sormak
Resmin Öğeleri Nelerdir?
Resmin ana öğeleri arasında leke, doku, çizgi ve renk yer almaktadır.
Resimde Kompozisyon Nedir?
Resimde komposizyon kavramını kısaca resim içerisinde yer alan unsurların düzeni olarak tanımlayabiliriz. Eskiden resimde kompozisyon figür bulunan resimlere denilirdi. Ancak zamanla bu kavramın çerçevesi genişlemiş ve resimde yer alan tüm unsurların düzeni anlamına gelmiştir.
Resimde Kompozisyon Türleri Nelerdir?
Resimde kompozisyon çeşitleri aşağıdaki gibidir:
Dikey kompozisyon
Yatay kompozisyon
Üçgen kompozisyon
Çapraz kompozisyon
Kademeli kompozisyon
Diyagonal kompozisyon
Kavisli kompozisyon
Zıt-eğri kompozisyon
Helezonik kompozisyon
Dengeli kareli kompozisyon
Yıldız kompozisyon
Kaç Çeşit Resim Tekniği Vardır?
Başlıca resim teknikleri aşağıdaki gibi sıralanabilir:
Yağlı boya resim
Palet
Spatüla
Resim sehpaları
Boyalar
Fırçalar
Yağlar
Verik
Gode
Tuval
Resim Sanatının Türleri Nelerdir?
Resim sanatının türleri işlenen konuya göre portre, janr, peyzaj, enteriyör, afiş ve soyut resim gibi çeşitlere ayrılmaktadır. Resim sanatının kullanılan malzemeye göre türleri arasında ise tempera, fresko ve guaj gibi türler vardır.
Resime Kaç Yaşında Başlanır?
Çocukların 2,5 ve 3 yaşa girmeleri ile birlikte artık el kasları resim için yeterli seviyeye gelir. Dolayısıyla 2,5-3 yaş ile birlikte çocuklar resim kursuna yavaştan başlayabilirler.
Resim Yapmanın Çocuğa Faydaları Nelerdir?
Çocuklar için okul öncesinde resim yapmanın faydaları saymakla bitmez. Çocukların hayal dünyaları çok geniştir. Resim çizmek çocukların hayal güçlerini dışavurumları açısından son derece önemlidir. Çocukların resim çizmeleri onların göz ve el koordinasyonlarını geliştirmelerine, hayal dünyalarını zenginleştirmelerine, güvenlerini arttırmalarına, kendilerini daha iyi ifade etmelerine, bilinç altı dünyalarını yansıtmalarına yarar.
Resim Yapmanın Yetişkinlere Faydaları Nelerdir?
Resim yapmanın yetişkinlere faydaları aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Kişinin kendisini ifade etmesine yardımcı olur.
Göz ve el koordinasyonunu geliştirir.
Yetişkinler için deşarj olma aracıdır.
Duygularını dışavurmaya yardımcı olur.
Bir çeşit iletişim aracı olduğundan iç dünyasını yansıtır.
Bir şeyler başardığına dair bir özgüven oluşturur.
Duygusal zekayı geliştirir.
Resim Çizmek İçin Gerekli Malzemeler Ve Kalemler Nelerdir?
Resim yaparken gerekli araç ve gereçler aşağıdaki gibi sıralanabilir:
Resim kağıdı
Kurşun kalem
Silgi
Resim altlığı
Mürekkepler
Airbrush
Pistole
Boyama bıçakları
Cuttlebug
Gravür araçları
Linol
Kalıplar
Palet
Gode
Şövale
Varak
Tuval
Cetvel ve gönye
Resimde Kullanılan Boya Çeşitleri Nelerdir?
Resimde kullanılan boya türleri kuru boyalar, su bazlı boyalar, yağ bazlı boyalar ve diğerleri olarak 4 ana gruba ayrılabilir. Bu doğrultuda resimde kullanılan kuru boylar arasında kurşun kalem, kömür, kuru kalem, kuru pastel, yağlı pastel ve yağlı kurşun kalem olduğunu söyleyebiliriz. Resimde kullanılan su bazlı boyalardan ise başlıcaları arasında mürekkep, pilot kalem, sulu boya, akrilik ve guaj yer almaktadır. Resimde kullanılan yağlı ve diğer boyalar arasında ise yağlı boya, tempera, ebru boyası, parmak boyası ve sprey boya gösterilebilir.
Resimde Kullanılan Çizgi Çeşitleri Nelerdir?
Resimde kullanılan çizgiler temel olarak doğru çizgiler ve eğri çizgiler olarak 2 ana gruba ayrılmaktadır. Yüzde Yüz Sanat olarak resim sanatı hakkında merak edilenlere yönelik hazırladığımız blog yazısının sonuna geldik. Yazı boyunca resim sanatının tarihçesi ve gelişimi ile ilgili soruları yanıtlamamızın ardından, resim yapmaya başlamak isteyenler en merak ettiği soruların yanıtını bulduk. Siz de resim yapmaya başlamak istiyorsanız ve İzmir’de resim kursu arayışı içerisindeyseniz web sitemizi incelemeye devam edebilir; 0530 290 14 71 numaralı hat üzerinden bizlerle iletişime geçebilirsiniz.
kaynak:https://www.yuzdeyuzsanat.com/resim-sanati-hakkinda-siklikla-sorulan-sorular/
0 notes
Text
TYT Kitap Önerileri 2020 - Hangi Kitapları Çözmeliyiz?
12. sınıflar, mezunlar ya da sınava hazırlanan diğer kişilerin sınav zamanı en çok sorduğu sorulardan biri de "TYT kitap önerileri, Hangi TYT Kitaplarını çözmeliyiz, En iyi TYT kitapları nelerdir?" oluyor. Sınava hazırlanan kişilerin en çok zorlandığı konulardan biri kitap seçimi oluyor. Sizin için TYT kitap önerileri yazımızda en çok tavsiye edilen TYT kitaplarını derledik. Yeni sınav sistemi olan Yükseköğretim Kurumları Sınavı yani kısa ismi ile YKS üç oturumdan oluşmaktadır. Birinci oturum TYT - Temel Yeterlilik Testi, ikinci oturum AYT - Alan Yeterlilik Testi, üçüncü oturum ise YDT - Yabancı Dil Testi olmaktadır. TYT sınavı eski sınav sisteminde YGS'nin yerine geçmektedir. YGS ile TYT'nin konuları hemen hemen aynıdır. Ancak TYT'de sorulan sorular ile YGS'de sorulan sorular birbirinden farklıdır. Eski sınav sisteminde soru olduğu gibi verilirken, yeni sınav sisteminde soruyu gerçek hayatla bağdaştırıp hikaye şeklinde size verir ve sizden hikayeden soruyu çıkarmanızı ister. Bu nedenle TYT'ye hazırlanırken eski YGS kitaplarını tercih etmek yerine Yeni Nesil Sorular içeren TYT kitaplarını tercih etmenizi tavsiye ediyoruz. YGS kitapları işime yaramaz mı? diye sorarsanız tabii ki işinize yarayacaktır. Konuyu öğrenme de pratik yapma da eski sistem sorular çözmeniz de gerekecektir. Ancak TYT sınavına hazırlanırken Yeni Nesil Sorular çözmeniz sizi sınava çok daha iyi şekilde hazırlayacaktır. Sizler için her dersten kolay, orta ve zor seviyelerinde kitapları derledik. Seviyenize göre kitaplardan birini seçerek çözmeye başlayabilirsiniz. TYT sınavında çıkacak konuları bilmiyorsanız aşağıdaki bağlantıya tıklayarak gidebilirsiniz. TYT Kitap Önerileri ve Kaynak Tavsiyeleri Türkçe, matematik, geometri, tarih, coğrafya, fizik, kimya ve biyoloji TYT kitap önerileri için aşağıdaki linklere tıklayabilirsiniz. 2020 TYT TÜRKÇE KİTAP ÖNERİLERİ 2020 TYT PARAGRAF KİTAP ÖNERİLERİ 2020 TYT MATEMATİK KİTAP ÖNERİLERİ 2020 TYT GEOMETRİ KİTAP ÖNERİLERİ 2020 TYT PROBLEM KİTAP ÖNERİLERİ 2020 TYT TARİH KİTAP ÖNERİLERİ 2020 TYT COĞRAFYA KİTAP ÖNERİLERİ 2020 TYT FİZİK KİTAP ÖNERİLERİ 2020 TYT KİMYA KİTAP ÖNERİLERİ 2020 TYT BİYOLOJİ KİTAP ÖNERİLERİ Yukarıdaki bağlantılara tıklayarak ulaşabileceğiniz kitap önerileri daha önceden bu kitapları çözmüş olan öğrenci ve öğretmenlere sorularak hazırlanmıştır. Sizin beğenerek çözdüğünüz fakat listede olmayan TYT kitapları varsa aşağıdaki yorum kısmından belirtebilirsiniz.
Hangi Kitapları Çözmeliyiz?
Bildiğiniz üzere sınav sistemi 2017 - 2018 eğitim öğretim yılında değişmişti. Yeni sınav sistemi olan Yükseköğretim Kurumları Sınavı yani YKS sınavının gelmesiyle birlikte kafalarda bazı sorularda oluştu. TYT Kitap Önerileri başlıklı yazımızda sizlerin Hangi Kitapları Çözmeliyiz gibi sorularınızın cevabını da vermeye çalıştık. Eğer aşağıda cevabını bulamadığınız bir sorunuz varsa aşağıda yorumlar bölümünden bize sormayı unutmayın. YGS Kitaplarını Çözebilir Miyim? YKS sınavından önceki sınav sisteminde TYT oturumunun yerini YGS sınavı alıyordu. YGS sınavında sorulan sorular ile TYT sınavında sorulan sorular arasında çok büyük farklar olmasa da yine de yeni nesil sorular adı verilen yeni soru tipleri TYT oturumunda karşımıza çıkıyor. Paragraf, dil bilgisi ya da bilgiye dayalı sorular için bilginizi arttırmak, öğrendiklerinizi pekiştirmek için YGS kitaplarını çözebilirsiniz. Ancak örnek verecek olursak matematik testinde geometri sorularının tamamı yeni nesil sorulardan oluşmaktadır. YGS kitaplarında yeni nesil geometri soruları bulamayabilirsiniz. Bu nedenle YGS kitaplarının yanında mutlaka TYT kitapları da çözüp, yeni nesil sorularla karşılaşmalısınız. Kitap Alırken Nelere Dikkat Etmeliyim? Gelişen teknoloji ile birlikte piyasada olan kitap sayısı arttıkça artıyor. Bu da öğrencilerin kafasında haliyle şu soruyu oluşturuyor: hangi kitabı almalıyım? Fakat piyasada satılan o kadar kitap var ki öğrencilerin kafası karışıyor. Birbirinden güzel tasarımlara sahip olan bu kitapların içeriğindeki sorular kalitesiz olabiliyor. Tabi bu durumun tam tersi olarak tasarımı kötü de olsa içindeki sorular çok kaliteli olan sorularda olabiliyor. Haliyle öğrenciler de hangi kitabı alacağı konusunda kararsız kalıyor. Bunun için sizlere özel bir rehberlik yazısı yazmıştık. Aşağıdaki bağlantıya tıklayarak bu yazımıza ulaşabilirsiniz. Tavsiye Yazı: Kitap Alırken Dikkat Edilmesi Gerekenler Kendi seviyenize uygun kitaplar çözmelisiniz Üniversite sınavına hazırlanan öğrencilerin büyük bir çoğunluğunun yaptığı hata kesinlikle kendi seviyesinde olmayan kitapları çözmektir. Sırf bir kitap çok iyi, çok kaliteli diye bir an önce onu çözmenize gerek yok. Örnek verirsek, X Matematik kitabı oldukça başarılı bir kitap olsun ve içindeki sorular orta ve zor seviyede olsun. Siz ise matematiğe yeni başlamış en fazla 5 net yapan bir öğrencisiniz. Bu kitabı çözmeye başladığınızda size faydadan çok zarar verecektir. Çünkü içinde çözemeyeceğiniz onlarca soru olacaktır. Bu soruları her çözemediğinizde motivasyonunuzu düşüreceksiniz ve ders çalışma isteğinizi azaltacaksınız. Ancak kendi seviyenize uygun bir kitap çözerseniz soruları hızlı hızlı çözüp bir an önce netlerinizi arttırmaya başlayabileceksiniz. Kitaplar hakkında yorumlara dikkat edin Gerek sitemizden, gerek YouTube'dan alacağınız kitaplar hakkındaki yorumlara dikkat etmenizi tavsiye deriz. Elbet o kitabı daha önce çözen ve kitap hakkında düşüncelerini belirten kişiler olmuştur. Bu kişiler hangi seviyedeyken bu kitabı çözmüş, kitap hakkında nasıl düşünceleri var, kitaptaki sorular kaliteli mi, kitabın tasarımı nasıl gibi aklınızdaki birçok sorunun cevabını öğrenin. Böylece kitabı satın aldıktan sonra pişman olmazsınız. Kitaplar çok pahalı Kırtasiyeden, sahaftan ya da kitabevlerinden satın aldığınız kitaplar pahalı olabilir. Ekonomik sıkıntılar nedeniyle birçok üniversite adayı aynı sorundan şikayet etmektedir. Bunun için internetten güvenilir sitelerden alışveriş yapabilirsiniz. Güvenilir siteleri bulmak için facebook ya da instagram gruplarında daha önce internetten kitap satın almış kişilere soru sorabilir ve bilgi alabilirsiniz. Mağdur olmamak için siteler hakkında başkalarına danışmayı unutmayın. Kitabın benim seviyemde olduğunu nasıl anlarım? Her kitabın kendine göre bir seviyesi vardır. Bazı kitaplarda kolay sorular, bazılarında orta seviye sorular ve bazılarında ise zor seviye sorular bulunmaktadır. Kitabın sizin seviyenizde olup olmadığını anlamak için ilk önce kendi seviyenizi belirlemelisiniz. Bunun için hangi dersten seviyenizi tespit etmek istiyorsanız o dersten bir deneme çözmenizi tavsiye ederiz. Daha sonra bu denemenin sonuçlarında soruların sadece yüzde 15'ini yapabiliyorsanız kolay seviye bir kitap almalısınız. Soru sayısının yüzde 30-40 arası net yapıyorsanız orta seviye, soru sayısının yüzde 70-80 arası net yapıyorsanız zor seviye kitaplar almanızı tavsiye ederiz. Herkes alıyor diye bir kitabı almanıza gerek yok Bir kitabı sınıfınızdaki ya da dershanenizdeki herkes alıyor diye sizinde almanıza gerek yok. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi o kitap sizin seviyenize uygun olmayabilir. Evet belki o kitaptaki sorular gerçekten kalitelidir ve çözen kişiler netlerini arttırmayı başarabiliyor olabilirler fakat siz o seviyeden daha üst ya da daha alt seviyede olabilirsiniz bu durumda o kitabı çözmenizin size hiçbir katkısı olmayacaktır. Kaç kitap çözmeliyim? Bunun için tam bir sayı verilmesi doğru değildir. Bir kitapta çözebilirsiniz, iki kitapta, hatta üç kitap bile çözebilirsiniz. Önemli olan konuları ne derecede öğrenip öğrenemediğinizdir. Mesela AYT Matematik dersini öğrenmek için iki farklı kaynaktan sorular çözdünüz fakat hala denemelerde soru kaçırıyorsunuz. Bunun için bir kaynak daha çözebilirsiniz. Tabii daha ikinci kaynağa bile geçmeden denemelerde hiç soru kaçırmıyor da olabilirsiniz. Bu şekilde sadece denemeler ile de ilerleyebilirsiniz. TYT Kitap Önerileri 2020 - Hangi Kitapları Çözmeliyiz hakkında aklınıza takılan herhangi bir konu ya da cevabını bulamadığınız herhangi bir soru varsa lütfen alt kısımda yorumlar bölümünden bize bildirmeyi unutmayın. Umarız yardımcı olabilmişizdir. Read the full article
0 notes
Text
Anlamak Çözmeye Yetmez
Hayır, yanılıyorsunuz! Matematikte söylenmiş en güzel sözü söyleyen adam bir matematikçi değil. (En azından bildiğimiz kadarıyla.)
Fakat, evet, onu yakından tanıyorsunuz! En güzel şarkılarından birinin içine gizledi bu sözü Bülent Ortaçgil: “Anlamak çözmeye yetmez!”
Anlamak çözmeye yetmez, anlamak çözmeye yetmez, anlamak çözmeye…
Ama neden?
Geçtiğimiz yüzyılın başında matematiğin başına bir felaket geldi. Matematik gerçeğin anahtarını kaybetti. Ünlü matematikçi Morris Kline “Matematik: Kesinliğin Kaybı” kitabında bu durumu şöyle açıklıyor:
“19. yüzyılın başlarındaki keşifler, tuhaf geometriler ve tuhaf cebirler, matematikçileri istemeye istemeye matematiğin gerçek olmadığını ve matematiksel bilim yasalarının doğru olmadığını anlamaya zorladı. Örneğin birbirinden farklı birçok geometrinin uzaysal deneyime aynı ölçüde denk düştüğünü buldular. Hepsi doğru olamazdı. Görünüşe göre matematiksel tasarım doğaya içsel değildi, ya da öyleyse bile insanoğlunun matematiği bu tasarımın zorunlu açıklanışı değildi. Gerçeğin anahtarı kaybedilmişti. Bunun fark edilişi matematiğin başına gelen felaketlerin ilkiydi.”
Bunlar hiç şüphesiz büyük cümleler ve sözlerin sahibi de hiç küçümsenmeyecek bir matematikçi…
Peki felaket derken tam olarak neyi kastediyor?
Ve bunun konumuzla ilişkisi ne?
Sanırım bunu açıklamak için matematik adını verdiğimiz “organizmanın” 4-5 bin yıllık gelişimi boyunca öncelikle yaşadığımız dünyayı onun yasalarını bilhassa örüntülerini ortaya koymak için kullanıldığını hatırlamalıyım. Matematik bu rolün hakkını sonuna kadar verdi ve insanlar matematiği kullanarak takvimleri oluşturdu, piramitler yaptı, kuralları birbiriyle çelişmeyen geometriler ortaya koydu.
Matematiğin ortaya çıktığı bütün toplumlar birbirinden farklı kültürler ve hatta birbirinden farklı inançlar ve dinler matematiğin bu yönüne ve gücüne saygı duydular.
Ve hatta bir noktada pek çok kültür matematiğe bir “Tanrısallık” atfetti.
Sonuçları kesin olan, kesin net ve tartışma götürmez rakamlarla konuşan bir disiplin halini aldı matematik.
Doğru soruları sorduğunuz müddetçe bu gerçekten de böyleydi. Yanlış sorular ise sevgili dostlar, en başından beri vardı.
Kline’ın felaket dediği şey işte bu pek çok yanlış sorunun artık gizlenemez hale gelmesinden başka bir şey değildi. Sanırım bu noktada meseleyi daha açık bir hale getirmeliyim;
Gelin yanlış sorulardan birinin peşine düşelim ve matematiğin bu yeni kriz karşısında takındığı tavrı inceleyelim.
2’den büyük ama 2’ye en yakın sayı kaçtır?
Yalnızca doğal sayılardan bahsediyorsak bu pek de yanlış bir soru sayılmaz. Cevabı bulmak da zor değil… Doğru bildiniz, yanıtımız 3!
Fakat, eğer rasyonel sayılardan ya da daha kötüsü reel sayılardan bahsediyorsak? O zaman yanıtımız ne olmalı? 2,1 mi? 2,01 olamaz mı? 2,001 daha da yakın olmaz mıydı? Sıkı durun… 2.00000000000000000000000000001 ‘e ne dersiniz?
Sanırım sıkıntıyı yaratan durumu sezinlediniz.
Siz hangi sayıyı söylerseniz söyleyin daha yakınını bulmak mümkündür.
Peki 2’den küçük ama 2’ye en yakın olan sayıyı bulmak istersek…
1,9 1,99 1,999 1,9999999999999….
Durum değişmez. Bir
Reel sayıları bir kez kabul ettiyseniz, doğal Sayıların o güvenli zemininden ayaklarınız kayar. Yanlış sorulardan biri buydu ve Pisagor’un öğrencilerinden Hippasus’un bu soruya çok benzer bir soruyu sorduğu, bir irrasyonel sayı bularak bunu gizlemeyi reddettiği için bizzat Pisagor’un emriyle boğdurulduğunu pek çoğumuz bilir. Bilmeyenler buraya göz atabilir.
Cantor’un ezeli düşmanı Kronocker’in “Yalnızca doğal sayılar Tanrı’nın eseridir, geri kalan her şeyi insanlar uydurdu” diyerek bu sayıları lanetlemesinin sebebi budur.
Reel sayı doğrusu, yani o masum düz çizgi, biraz derinlemesine incelendiğinde ulaşmaya çalıştığınız her noktayla aranıza sonsuz uçurumlar koyan dipsiz bir kuyu yaratır. Uzayın uçsuz bucaksız derinliklerinde araığımız sonsuzluğu kağıdımızın üzerine kalemimizle koyduğumuz bir küçük noktanın etrafında karşımıza çıkarır. İnsanın en temel özelliği bu tip sorunları çözümsüz bırakmamasıdır. Başlangıçta matematiğin bu sorun için ortaya koyduğu en temel çözüm “görmezden gelmek” oldu.
Adını kitaplarda okuduğumuz yüzlerce büyük matematikçi bu sorunu tüm yönleriyle hissetti fakat bu durumla yüzleşmekten kaçındı ve ya ortaya koyduğu çözümden tatmin olmayarak açıklamaktan kaçındı.
Zira, anlamak çözmeye yetmezdi.
İşte yine matematiğin muamma kısmına geldik.(Bakınız.) Mevcut yaklaşım önümüzü tıkıyor ve netice alamıyoruz ama birşeyler yapmalıyız.
Özdemir Asaf bir aforizmasında şöyle der;
“mutluluk ya peşinden koştuğunuz şeydir, asla ulaşamadığınız ya da elinizden kaçırdığınız şeydir, artık geri alamadığınız”
Matematiğin olgunluk çağına geldiğinde yıllarca çözümsüz bıraktığı bu meseleyi açıklamak için ortaya koyacağı kavramın tanımı da Özdemir Asaf’ın mutluluk tanımından farklı değildi…
“Bir değişkenin ardışık değerleri sabit bir sayıya olabildiğince çok yaklaştığında elde edilen(elde edileceği farz edilen) son noktaya limit denir”
Limit!
Sürekli yaklaşsak da asla ulaşamadığımız, sürekli uzaklaşsak da asla yeterince uzaklaşamadığımız o değer.
Gerçek hayatta mutluluğun ya da pekala aşkın da tanımı olabilecek bu ifade matematikte yukarıda bahsettiğimiz problemi de makul ölçülerde çözüme kavuşturan limitin tanımıdır.
Ve 18. yüzyılın başında ünlü matematikçi Cauchy tarafından tam anlamıyla tanımlanmış ve eski matematiğin içine özenle yerleştirilmiştir.
Bu yeni yapı Zenon tarafından ortaya konan pek çok paradoksu da nihai sonuca ulaştırarak çözmüştür. (Bakınız)
Cauchy bir bakıma Leibniz ve Newton’un temellerini attığı Calculus’u ayakları üzerine oturmuştur. Ve matematik gerçek anlamda eksiklikleriyle yüzleşerek doğanın dilini anlamamıza yardımcı olmuş ve pek çok fiziksel olayın matematiksel yasaları bu sayede ortaya konabilmiştir.
Hatta sıfırın anlaşılmaz doğası gereği tanımsız olan sıfıra bölme işi bile belli ölçüde sorun olmaktan çıkabilmiştir. (Ki bu apayrı bir yazının konusudur)
Ama ne pahasına?
Şaşırtıcı gelebilir ama matematik bunca başarıyı kesinliğinden belli ölçüde taviz vererek ve “tanrısallık” vasfından tamamen vazgeçerek yapabilmiştir.
Ve kim bilir belki de bu yeni alanı açarken yaptığı tanımla biz diğer ölümlüler için aşkı tanımlamıştır.
Olamaz mı? Olabilir…
Anlamak çözmeye yetmez.
Hasan Hüseyin Akis
Matematiksel
1) Matematik: Kesinliğin Kaybı – Morris Kline 2) Calculus- T. Finney 3) Analiz 1 – Ali Nesin 4) Matematik Dünyası – Yıl 2001- Sayı 4
0 notes
Text
MODELLEMEYE EN GÜZEL ÖRNEK
New York'ta bir sosyal bilimler fakültesinde bir doçent, öğrencisine bitirme tezi olarak, kenar mahallede bir okul adı söyleyip, o okulun birinci sınıflarından birine idareden ve sınıf öğretmeninden izin alıp girmesini, öğrencileri her alanla ilgili olarak “Ekonomik, kültürel, sosyal, eğitim…” geniş şekilde araştırmasını, öğrencilerin geleceğini bu rapora göre yorumlamasını ister. Öğrenci uzun bir araştırma sonucunda şöyle bir rapor hazırlayarak hocaya teslim eder: “Bu öğrenci ailelerinin tamamı en alt tabakadan. Hepsi fakir ve zenci insanlardan oluşuyor. Her ailenin emniyette kayıtları bulunmakta, suç islemeyen bir aile yok gibi. Esrar, eroin gibi kötü alışkanlıklar normal karşılanmaya başlamış. Bu ortamda bir çocuğun sağlıklı yetişmesi mümkün görünmüyor. İleride bu çocuklar Amerika'nın baş belası olacak insanlardır.”
Hoca bu dosyayı alır, inceler ve arşive gönderir. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra başka bir öğretim görevlisi arşivden bu dosyayı çıkarıp bir öğrencisine vererek şöyle der: “Bu adı yazılı 30 öğrencinin adresleri burada var. Kim ölmüş, kim kalmış. Her birini tek tek araştıracaksın, statülerini, ekonomik durumlarını, eğitim durumlarını, adli durumlarını rapor halinde bana sunacaksın.
Öğrenci, rast gele bir öğrencinin evine gidip kapıyı çalar. İhtiyar zenci bir kadın kapıyı açar. Öğrenci kendini tanıttıktan sonra oğlunun yaşayıp yaşamadığını sorar. Kadın gururla yaşadığını, hem de avukatlık yaptığını söyler. Öğrenci avukatın cep telefonunu alır. Hemen arayarak kendisini tanıttıktan sonra görüşmek için randevu ister. Avukat başkasını aramamasını söyler. Bir hafta sonra bir kafede buluşmak için anlaşırlar.
Öğrenci bir hafta sonra o saatte kafeye girdiğinde şaşırır; karşısında 28 zenci insan kendisine gülümseyerek bakmaktadır. Direkt avukatı bulur ve tanışır. Avukat da geri kalan 27 kişiyi tek tek öğrenciyle tanıştırır. Bir kısmının özel işyeri açtığını, bir kısmının doktor, hakim, öğretmen olarak çalıştığını, bir kısmının da Amerika'nın saygın şirketlerinde görev aldığını öğrenince şaşırır. Raporun tam tersiyle karşılaşınca iyice şaşırır. Bunun nasıl böyle olduğunu sorunca, avukat şöyle der: “Evet hayal meyal hatırlıyorum. Bir öğrenci gelip bize bazı sorular sormuştu. Hatta evimize kadar gelmişti. Bizim zenci, bayan bir öğretmenimiz vardı. Bizi devamlı motive ederdi. Bize örnek alacağımız insanların yaşadığı zorlukları anlatırdı. Her sabah bize cesaret, azim, gayret veren sözleri tahtaya yazar, biz de defterimize yazarak ertesi güne ezberlerdik. Bu sözlerin bize verdiği azimle ve öğretmenimizin sevgisiyle yıllarca çok çalıştık. Kötü alışkanlıklara bulaşmadan bu hale geldik. Sadece iki arkadaş o çevrenin kurbanı oldular ve okuyamadılar. Görüldüğü gibi, bırakın bizim okulu diğer okullarda böyle başarı yokken bizim sınıf tıpkı bir kolon gibi yükselip gitti.”
Bunları dinleyen öğrenci “O sözler nasıl sözler ki insanların hayatlarını bu kadar değiştirebiliyor. Bu sözlerden aklınızda kalanlar var mı?” diye sorar. Avukat “Çoğunu unuttum, arkadaşlardan hatırlayanlar olabilir. Öğretmenimiz en çok şu sözü söylerdi: “DÜNYADA BİR İNSAN BİR İŞİ BAŞARMIŞ İSE, HER İNSAN O İŞİ BAŞARABİLİR.” diye cevap verir.” Öğrenci hepsine birer kağıt dağıtıp sorduğu soruları yazmalarını ister. Uzun uğraş gerektiren ödevini, hemen yapmış olmanın sevinciyle oradan ayrılır.
0 notes