#siyasi dinamikler
Explore tagged Tumblr posts
Text
Rusya'da AB InBev Efes'e Geçici Yönetim Atandı
New Post has been published on https://lefkosa.com.tr/rusyada-ab-inbev-efese-gecici-yonetim-atandi-30914/
Rusya'da AB InBev Efes'e Geçici Yönetim Atandı
![Tumblr media](https://64.media.tumblr.com/6c899c2451675b7223eec46874e9b08c/5b5d9b7c64616996-ad/s540x810/4d29a0526193a26af666589361980ac528ac9c7e.jpg)
Rusya’da AB InBev, Efes’e geçici yönetim atadı. Yeni yönetim, şirketin operasyonlarını güçlendirmeyi ve pazar payını artırmayı hedefliyor. Detaylar için haberimizi okuyun.
https://lefkosa.com.tr/rusyada-ab-inbev-efese-gecici-yonetim-atandi-30914/ --------
#AB InBev Efes#Anadolu Efes#Belçika#bira üreticileri#Carlsberg#Danone#ekonomi#geçici yönetim#GK Vmeste#Rusya#siyasi dinamikler#Vladimir Putin#Ekonomi
0 notes
Text
Ankara Travesti: Şehirdeki Yaşam ve Toplumsal Dinamikler
Ankara, Türkiye’nin başkenti olmasının yanı sıra, çok çeşitli kültürel ve sosyal yapıları içinde barındıran bir şehirdir. Bu çeşitlilik, Ankara’nın travesti bireyleri için de geçerlidir. Travesti kelimesi, bireylerin cinsiyet kimliklerini ifade etme biçimlerini ve toplumsal rollerini tanımlar. Ankara'daki travesti topluluğu, hem tarihsel olarak hem de günümüzde önemli bir yer tutmaktadır. Bu makalede, Ankara travesti yaşamını, karşılaştıkları zorlukları, toplumsal kabulü ve bu bireylerin şehirdeki yerlerini ele alacağız.
Ankara, siyasi ve bürokratik bir merkez olmasının yanı sıra, farklı yaşam tarzlarına ve kimliklere sahip bireylerin bir araya geldiği bir platformdur. Bu durum, travesti bireylerin de kendilerini ifade edebilecekleri bir alan yaratarak, sosyal etkileşime olanak sağlar. Ancak, travesti bireylerin yaşadığı zorluklar da göz ardı edilmemelidir. Toplumsal baskılar, ayrımcılık ve önyargılar, bu bireylerin yaşam kalitesini etkileyen faktörlerdendir.
Toplumda travesti kimliği, genellikle negatif bir şekilde algılanmaktadır. Bu durum, travesti bireylerin iş bulma, sağlık hizmetlerine erişim gibi temel haklarını kullanmalarını zorlaştırmaktadır. Özellikle Ankara gibi büyük şehirlerde, travesti bireylerin yaşadığı ayrımcılığın daha belirgin hale geldiği durumlar sıkça yaşanmaktadır. Ancak, bu bireyler, kendi aralarında oluşturdukları dayanışma ve destek ağları sayesinde daha güçlü bir konumda yer almayı başarmaktadır.
Ankara'daki travesti topluluğu, sadece sosyal yaşamda değil, aynı zamanda kültürel alanda da kendini göstermektedir. Sanat, müzik ve edebiyat gibi alanlarda varlık gösteren travesti bireyler, toplumsal normlara meydan okuyan eserler ortaya koymaktadır. Bu eserler, toplumsal cinsiyet kimlikleri üzerine düşünmeyi teşvik ederken, aynı zamanda toplumda farkındalık yaratma amacını gütmektedir.
Ankara'daki travesti bireylerin karşılaştığı zorluklardan biri de, sağlık hizmetlerine erişim konusudur. Cinsiyet kimliği nedeniyle ayrımcılığa uğrayarak sağlık hizmetlerinden yararlanamama durumu sıkça yaşanmaktadır. Bu durum, travesti bireylerin hem fiziksel hem de ruhsal sağlıkları üzerinde olumsuz etkilere yol açmaktadır. Sağlık alanında yapılan çalışmalar, travesti bireylerin ihtiyaçlarına yönelik politikaların geliştirilmesinin önemini vurgulamaktadır.
Buna karşın, son yıllarda Ankara’da travesti bireylerin daha görünür hale gelmesi ve hakları için yapılan mücadeleler, toplumsal kabulü artırma yönünde olumlu bir etki yaratmıştır. Sivil toplum kuruluşları ve aktivist gruplar, travesti bireylerin haklarını savunmakta ve toplumsal farkındalığı artırmaya yönelik projeler geliştirmektedir. Bu projeler, hem travesti bireylerin kendi aralarında dayanışmalarını güçlendirmekte hem de toplumun genelinde bir değişim yaratma potansiyeli taşımaktadır.
Ankara’daki travesti bireylerin yaşamlarına dair bir diğer önemli nokta da, sosyal medya ve dijital platformların sunduğu fırsatlardır. Bu platformlar, travesti bireylere kendilerini ifade etme ve toplumsal meseleler hakkında farkındalık yaratma imkanı sunmaktadır. Aynı zamanda, diğer bireylerle bağlantı kurarak deneyimlerini paylaşma olanağı da sağlamaktadır. Sosyal medya, travesti bireylerin seslerini duyurmasına yardımcı olmakta ve toplumsal değişim için bir araç haline gelmektedir.
Ankara'da yaşayan travesti bireyler, sadece kendi hakları için değil, tüm LGBTQ+ bireylerinin hakları için de mücadele etmektedir. Bu bağlamda gerçekleştirilen etkinlikler, yürüyüşler ve paneller, toplumda cinsiyet çeşitliliğinin kabulünü artırmayı hedeflemektedir. Toplumsal cinsiyet kimlikleri üzerine yapılan bu çalışmalar, bireylerin kimliklerini daha özgür bir şekilde ifade etmelerine olanak tanımakta ve sosyal normların sorgulanmasına katkıda bulunmaktadır.
Sonuç olarak, Ankara travesti topluluğu, kendi içinde dinamik bir yapıya sahip olmasının yanı sıra, toplumsal cinsiyet kimliklerine dair farkındalığın artmasına da katkıda bulunmaktadır. Bu
toplumsal dinamikler, travesti bireylerin karşılaştıkları zorlukların yanı sıra, toplumsal kabulün artması için verdikleri mücadelelerin de önemini vurgulamaktadır. Ankara’da yaşayan travesti bireyler, bu mücadeleleri ile sadece kendi haklarını değil, aynı zamanda daha geniş bir topluluğun haklarını da savunmaktadır. Bu bağlamda, toplumsal cinsiyet eşitliği ve insan hakları konusundaki tartışmalara katkıda bulunarak, toplumda daha kapsayıcı bir anlayışın oluşmasına yardımcı olmaktadırlar.
Ankara’da travesti bireylerin yaşamı, sadece kimlikleriyle sınırlı kalmayıp, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda da etkilerini göstermektedir. Eğitim, iş hayatı ve sosyal hizmetler gibi alanlarda yaşanan zorluklar, travesti bireylerin toplumsal hayatta daha görünür hale gelmelerini sağlarken, aynı zamanda toplumun bu bireyleri kabul etmesi için gerekli adımların atılmasını da zorunlu kılmaktadır.
Toplum olarak, travesti bireylerin haklarını tanımak ve desteklemek, sosyal adaletin sağlanması açısından kritik bir öneme sahiptir. Bu nedenle, eğitim kurumlarında cinsiyet kimlikleri üzerine yapılan çalışmalar ve farkındalık programları, gelecekte daha kapsayıcı bir topluma ulaşmamıza yardımcı olacaktır. Ayrıca, medya ve sanat alanında yapılan projeler, travesti bireylerin seslerini duyurmasına ve toplumda daha geniş bir anlayış oluşturmasına olanak tanımaktadır.
Sonuç olarak, Ankara travesti bireyleri, zorluklarla dolu bir yaşamın yanı sıra, toplumsal değişim için önemli bir potansiyele sahiptir. Kendi aralarında oluşturdukları dayanışma ve destek ağı, bu bireylerin güçlenmesine ve toplumsal kabulün artmasına yol açmaktadır. Gelecekte, bu mücadelelerin daha da görünür hale gelmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliği için atılacak adımlar, Ankara’nın ve Türkiye’nin daha kapsayıcı bir toplum haline gelmesine katkıda bulunacaktır.
Bu doğrultuda, toplumun tüm kesimlerine düşen görev, travesti bireylerin haklarını savunmak ve onlara destek olmaktır. Bu destek, sadece travesti bireylerin yaşam kalitesini artırmakla kalmayacak, aynı zamanda daha adil ve eşit bir toplumun inşa edilmesine katkıda bulunacaktır. Unutulmamalıdır ki, cinsiyet kimliği ne olursa olsun, her birey eşit haklara ve insan onuruna sahiptir.
Bu makale, Ankara'daki travesti bireylerin yaşamlarını, mücadelelerini ve toplumsal dinamiklerini anlamak için bir başlangıç noktasıdır. Toplumsal farkındalığın artması ve cinsiyet çeşitliliğinin kabulü için herkesin üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmesi gerekmektedir.
1 note
·
View note
Link
Dünya liderleri, Trump'a beklenmedik tebriklerle siyasi arenada çalkantılı bir dönem başlatıyor. Bu olay, uluslararası ilişkilerde yeni dinamikler ve sürpriz gelişmelerin habercisi olabilir. Detaylar için tıklayın!
0 notes
Text
AK Parti Buca 'da Yürütme Kurulu Tartışmaları Büyüyor
![Tumblr media](https://64.media.tumblr.com/ce2231b9f52d372200728df54f7f6f64/5e1b0d464cc13b0b-6d/s540x810/c5a0d5724b2c2fbed020f88454057ecedbde6200.jpg)
AK Parti Buca İlçe Yürütme Kurulu Tartışmaları AK Parti Buca İlçe Başkanlığı tarafından açıklanan yürütme kurulu listesi, parti içinde tartışmalara neden oldu. Özellikle İlçe Başkanı Cihangir Sağır’ın, yönetim kadrosuna Buca’da ikamet etmeyen isimleri atadığı iddiaları, teşkilatta rahatsızlık yarattı. İzmir’in en büyük ilçelerinden biri olan ve son seçimlerde 118 bin oy alınan Buca’da yeterli sayıda yerel yönetici bulunamaması partililerce sert eleştirildi. Parti İçinde Tepkiler - 22 Yıllık Tecrübeli İsimler Dışlandı: Parti teşkilatında uzun yıllar görev yapmış bazı isimlerin yeni yönetimde yer almaması, parti tabanında hoşnutsuzluk yarattı. - Yerel Dinamikler Göz Ardı Edildi: Yerel sorunları bilen ve ilçeye hakim olan kişilerin yerine Buca dışından isimlerin atanması, teşkilatın güç kaybedeceği endişesi ise büyüyor. - Yönetim Listesi Değişti mi? İlçe Başkanı Cihangir Sağır’ın oluşturduğu ilk yürütme kurulu listesinin, gelen tepkiler nedeniyle değiştirildiği iddia edildi. Ancak bu konuda henüz resmi bir açıklama yapılmadı. İl Başkanı Saygılı’nın Tavrı ise partide merakla bekleniyor AK Parti Buca 'nın Yürütme Kurulu Listesi değiştimi ? Açıklanan yürütme kurulunda yer alan isimler şu şekilde: - Cihangir Sağır – İlçe Başkanı - İlyas Gündüz – Siyasi ve Hukuki İşler Başkanı - Ender Doğan – Seçim İşleri Başkanı - Binnur Sarıata – Sosyal Politikalar Başkanı - Mehmet Kışla – Ekonomi İşleri Başkanı - M. Ali Derici – AR-GE Başkanı - Bülent Dalkıran – Mali ve İdari İşler Başkanı - Ekin Tatlı – Teşkilat Başkanı - Sonay Uygur – Tanıtım ve Medya Başkanı - Necati Özcan – Yerel Yönetimler Başkanı - Abdurrahim Ertaş – Dış İlişkiler Başkanı - Gülay Sakartepe – Sivil Toplum ve Halkla İlişkiler Başkanı - Mehmet Güneş – İlçe Sekreterlik Başkanı Teşkilatın Beklentileri Teşkilat üyeleri, yönetim listesinin yerel dinamiklere uygun şekilde yeniden düzenlenmesi ve partinin yerel güçlü isimlerle temsil edilmesi gerektiğini savunuyor. Parti içindeki bu tartışmaların, teşkilatın birlik ve beraberliğini etkileyip etkilemeyeceği merak konusu. AK Parti Buca İlçe Başkanı Cihangir Sağır 'ın konularla ilgili sessizliğini koruyor. İzmir’in en büyük ilçelerinden biri olan ve son seçimlerde 118 bin oy alınan ve Buca'da 60 bin üyesi olduğu AK Parti Buca ilçe yürütme kuruluna çok sayıda ilçe dışında oturan yöneticilerin atanması Buca’da yeterli sayıda yerel yönetici bulunamaması partililerce sert eleştirilirken. İlçe başkanı Cihangir Sağır ise sessizliğini koruyor.
![Tumblr media](https://64.media.tumblr.com/368a0af435d74d72cf546873b843abf4/5e1b0d464cc13b0b-cf/s540x810/a9f9644ebbce35eaad93779918fba2b12455e046.jpg)
Zülküf Atalay https://www.youtube.com/watch?v=WeCJulngbBQ&t=480s Read the full article
0 notes
Text
Ortadoğu'da 'İstikrarlı istikrarsızlaşma': Yirmiüç Yıllık Dinamikler
Milenyumun başlangıcından bu yana Ortadoğu, küresel siyasetin en çalkantılı ve karmaşık bölgelerinden biri olmaya devam ediyor. Bölge, uluslararası ilişkilerin kritik bir merkezi olarak, sürekli değişen dinamikleri ve stratejik önemiyle dünya gündeminin merkezinde yer alıyor. 11 Eylül 2001'de gerçekleşen terör saldırıları, sadece Amerika Birleşik Devletleri'ni değil, tüm dünya düzenini derinden ve kalıcı bir şekilde etkiledi. Bu olaylar, Ortadoğu'daki güç dengelerini yeniden şekillendirirken, bölgesel ve küresel güvenlik politikalarının da baştan yazılmasına neden oldu. Saldırılar sonrasında uluslararası terörizmle mücadele kavramı, dünya siyasetinin en öncelikli konularından biri haline geldi ve Ortadoğu'daki siyasi, ekonomik ve sosyal yapılanmaları doğrudan etkiledi.
2003'te başlayan Irak Savaşı, Ortadoğu'da yeni bir dönemin başlangıcını işaret eden kritik bir dönüm noktası oldu. Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesiyle başlayan ve sekiz yıl boyunca devam eden bu savaş, bölgenin siyasi, ekonomik ve toplumsal yapısını derinden etkiledi. 2011'de resmi olarak sona erdiğinde, geride etnik ve mezhepsel çatışmalarla parçalanmış, altyapısı büyük ölçüde tahrip olmuş, istikrarsız bir ülke ve gelecek nesilleri etkileyecek karmaşık bir siyasi miras bıraktı. Aynı yıl içinde, Tunus'ta başlayıp tüm Arap dünyasını etkisi altına alan "Arap Baharı" dalgasının bir uzantısı olarak Suriye'de patlak veren iç savaş, bölgeyi daha önce görülmemiş bir insani ve siyasi krize sürükledi.
Türkiye'nin bu süreçteki rolü ve pozisyonu, bölgesel dinamikleri şekillendiren önemli faktörlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. 2014 yılına gelindiğinde Türkiye, Suriye'deki iç savaşın yarattığı insani krizin en ağır yükünü üstlenerek, dünyada en fazla mülteci barındıran ülke konumuna geldi. Bu durum, ülkenin sosyal, ekonomik ve demografik yapısını derinden etkilerken, aynı zamanda uluslararası arenadaki konumunu da yeniden şekillendirdi. 2015 yılında gerçekleştirilen Şah Fırat Operasyonu, Türkiye'nin Suriye topraklarındaki ilk askeri müdahalesi olarak tarihe geçti ve bölgedeki askeri varlığının başlangıç noktasını oluşturdu. 2016 yılında yaşanan 15 Temmuz olayları ve bunun ardından orduda gerçekleştirilen kapsamlı tasfiyeler, Türkiye'nin Suriye politikasında köklü değişikliklere zemin hazırladı. Bu süreçten sonra Türkiye, Suriye topraklarında daha aktif bir askeri politika izlemeye başladı ve sınır ötesi operasyonlarını daha sistematik bir şekilde gerçekleştirme kapasitesine ulaştı.
2022'de Rusya'nın Ukrayna'yı ilhak etmesi, küresel güç dengelerinde ciddi bir sarsıntıya neden olurken, uluslararası toplumun dikkatinin Ortadoğu'dan Doğu Avrupa'ya kaymasına yol açtı. Bu gelişme, Suriye'deki durumu da beklenmedik bir şekilde etkileyerek, bölgedeki güç dengelerinin yeniden yapılanmasına zemin hazırladı. Rusya’nın dikkatinini Suriye'den Ukrayna’ya çevirmesi Suriye’deki çatışmaların dinamiğini değiştirdi. Küresel güçlerin değişen öncelikleri ve stratejik hesapları doğrultusunda Suriye, yeni bir evreye girdi.
2024'te Donald Trump'ın Amerika Birleşik Devletleri başkanlığına yeniden seçilmesi, Ortadoğu politikalarında köklü değişimlerin habercisi oldu. Bu gelişmeyle eş zamanlı olarak Suriye'deki muhalif grupların yeniden harekete geçmesi, bölgedeki siyasi ve askeri dengeleri değiştireciğinin işaretçisi oldu. Bu süreçte muhalif grupların artan aktivitesi ve yeni ittifak arayışları, bölgedeki güç dengelerini tekrar değiştirecek gibi gözüküyor.
Tel Rıfat'taki son gelişmeler, Türkiye'nin bölgedeki etkisinin ve askeri kapasitesinin somut bir göstergesi olarak özel bir önem taşıyor. Bu stratejik noktadaki gelişmeler, Türkiye'nin bölgesel politikalarındaki etkinliğini ve kararlılığını açıkça ortaya koyuyor. Özellikle Suriye'de Tel Rıfat'a giren cihatçı grupların, Türkiye'den temin ettikleri ABD üretimi M113 zırhlı personel taşıyıcılarla kenti ele geçirmeleri, bölgedeki askeri dengelerin değiştiğini gösteriyor.
Bu kronolojik akış, Ortadoğu'nun son yirmi üç yılda geçirdiği dönüşümü net bir şekilde gözler önüne seriyor. Bölge, küresel güçlerin çıkar çatışmalarının, yerel dinamiklerin ve değişen ittifakların karmaşık bir dokusuna sahne olmayı sürdürüyor. 2024 Kasım sonunda cihatçı grupların şehir, kasaba ve köyleri ele geçirmesi, gelecek yılların nasıl şekilleneceğine dair önemli ipuçları veriyor. Rusya’nın Ukrayna savaşı sebebiyle Suriye’de etkinliğini azaltması, Çin, İran ve Kuzey Kore gibi diğer aktörlerin Rusya ile birlikte Suriye’ye müdahele etmesine sebep olabilir. Diğer aktörlerin bölgeye müdahaleleri ve alacakları pozisyonlara bağlı olarak bölgede gerilim artabilir, hatta sınırlar değişebilir.
1 note
·
View note
Text
Bölgesel Siyasi Dinamikler
Günümüzde, dünya siyaseti giderek daha karmaşık bir hale gelmekte ve bölgeler arasındaki siyasi dinamikler, küresel düzeyde önemli etkilere yol açmaktadır. Bu blog yazısında, bölgesel siyasi dinamikleri derinlemesine inceleyeceğiz. Özellikle Orta Doğu, Avrupa ve Asya gibi stratejik bölgelerdeki gelişmelerin, uluslararası ilişkiler ve küresel siyaset üzerindeki etkilerine odaklanacağız. Bölüm 1:…
0 notes
Text
![Tumblr media](https://64.media.tumblr.com/5f0992e28874472c1ccd938875c7e8d6/b0ec55edfafe0adf-c6/s540x810/392c88e494651cd8b0fd526755fad706872f156b.webp)
Çözüm süreci, nedenleri gelişimi ve sonuçları:
2013-2015 yılları arasında Türkiye’de PKK ile yürütülen çözüm süreci, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt sorununun çözümü için barışçıl yöntemlerle PKK ile müzakere ettiği bir dönemdi. Sürecin neden başladığı, nasıl geliştiği ve neden sona erdiğini aşağıda detaylı şekilde inceleyelim.
Sürecin Başlangıcı ve Nedenleri
Çözüm süreci, çeşitli siyasal, toplumsal ve güvenlik gerekçeleriyle başlamıştır:
1. Kürt Sorunu ve PKK ile Mücadele: Türkiye'de Kürt sorununu şiddet yerine siyasal yollarla çözme arayışı yıllardır gündemdeydi. 1984’ten itibaren silahlı çatışmalar ciddi insan kayıplarına ve toplumsal maliyetlere neden olmuştu.
2. Siyasi İrade: Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti hükümeti, hem uluslararası kamuoyunun desteğini almak hem de iç siyasette Kürt seçmene hitap etmek amacıyla barış sürecine açık bir politika izledi.
3. PKK’nın ve Öcalan’ın Rolü: PKK lideri Abdullah Öcalan, 1999’dan beri İmralı’da cezaevindeydi. Öcalan, barış sürecine liderlik edebileceğini belirtmiş ve silahlı mücadelenin sona erdirilmesi için görüşmelere açık olduğunu ifade etmişti.
4. Uluslararası Dinamikler: Ortadoğu’daki değişimler (örneğin, Suriye İç Savaşı) ve Kürt hareketlerinin bölgesel etkisi, Türkiye'yi Kürt sorununun iç politikada büyümesini engellemek için bir çözüm arayışına itti.
Çözüm Sürecinin Gelişimi:
1. 2013 Nevruz Bildirisi: 21 Mart 2013’te Abdullah Öcalan’ın Diyarbakır’da okunan mektubu, silahlı mücadeleye son verilmesi ve müzakerelerle çözüm çağrısı içeriyordu. Bu, sürecin resmi başlangıcı olarak kabul edilir.
2. Silahların Bırakılması: PKK, Türkiye sınırları dışına çekileceğini duyurdu. 2013 yılı boyunca çatışmalar büyük ölçüde durdu.
3. Akil İnsanlar Heyeti: Toplumun farklı kesimlerini temsilen oluşturulan bu heyet, çözüm sürecine toplumsal destek kazandırmayı amaçladı ve Türkiye genelinde toplantılar yaptı.
4. Görüşmeler ve İmralı Süreci: Devlet yetkilileri, Öcalan ve HDP heyeti arasında İmralı Adası’nda görüşmeler yapıldı. Müzakerelerde, demokratik reformlar, anayasada Kürt haklarına yönelik düzenlemeler ve PKK’nın tamamen silah bırakması gibi konular ele alındı.
Çözüm Sürecinin Sona Ermesi
2015’te çözüm süreci başarısızlıkla sonuçlandı. Bunun başlıca nedenleri şunlardır:
1. Suriye ve Rojava’daki Durum: Suriye İç Savaşı’nda PKK’nın uzantısı olarak görülen PYD/YPG, Türkiye'nin güvenlik politikalarıyla çelişen bir şekilde güç kazandı. Türkiye, YPG'yi bir tehdit olarak görürken PKK, Rojava’daki kazanımlarını genişletmek için süreci kendi lehine kullanmaya çalıştı.
2. Kobani Olayları (2014): Kobani’de IŞİD’e karşı YPG’nin verdiği mücadelede Türkiye’nin pasif tutumu, Kürt kamuoyunda büyük bir tepki doğurdu. Bu durum, çözüm sürecine olan güveni sarstı.
3. Çatışmaların Yeniden Başlaması (2015): 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra HDP’nin meclise güçlü bir şekilde girmesi ve AK Parti’nin tek başına hükümet kuramaması, siyasi dengeleri değiştirdi. Bu süreçte PKK’nın çeşitli saldırıları ve Türkiye’nin askeri operasyonları çatışmaları yeniden başlattı.
4. Dolmabahçe Mutabakatı: 2015 yılında taraflar arasında uzlaşmaya yönelik bir metin üzerinde anlaşılmış gibi görünse de, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu mutabakatı tanımadığını ilan etti. Bu açıklama, sürecin sonlandığını gösterdi.
5. Terör Olayları: 2015’te Suruç ve Ankara’daki terör saldırıları, Türkiye’de toplumsal güvenliği ve barış umutlarını ciddi şekilde zayıflattı.
Sonuç
Çözüm süreci, Türk siyasetinde önemli bir dönüm noktasıydı ancak hem taraflar arasındaki güvensizlik hem de bölgesel gelişmeler nedeniyle başarısız oldu. Sürecin sona ermesi, çatışmaların yeniden başlamasına ve toplumsal kutuplaşmanın artmasına yol açtı. Bugün hala bu dönemin etkileri tartışılmakta ve Kürt sorunu çözümsüz bir şekilde Türkiye gündemindeki yerini korumaktadır.
Çözüm sürecinde akil insanlar kimlerdi?
Türkiye’nin 2013 yılında başlattığı çözüm sürecinde, kamuoyunu bilgilendirmek ve sürece destek sağlamak amacıyla oluşturulan Akil İnsanlar Heyeti, farklı meslek gruplarından, siyasal görüşlerden ve toplumsal kesimlerden temsilciler içeriyordu. Heyet, 7 bölgesel gruba ayrılarak çalışmalarını yürütmüştü. İşte bu heyet ve üyelerinin listesi:
Çözüm sürecinde Akil İnsanlar Heyeti’nin Bölgeleri ve Üyeleri
1. Marmara Bölgesi
Başkan: Deniz Ülke Arıboğan (Akademisyen)
Üyeler:
Kadir İnanır (Sanatçı)
Hülya Koçyiğit (Sanatçı)
Erol Göka (Psikiyatr)
Mustafa Armağan (Yazar)
Levent Korkut (Hukukçu)
Mithat Sancar (Akademisyen, daha sonra HDP Milletvekili)
Yücel Sayman (Hukukçu)
2. Ege Bölgesi
Başkan: Tarhan Erdem (Araştırmacı, gazeteci)
Üyeler:
Baskın Oran (Akademisyen)
Avni Özgürel (Gazeteci)
Hasan Karakaya (Gazeteci, Yeni Akit)
Fadime Özkan (Akademisyen)
Ahmet Gündoğdu (Memur-Sen Başkanı)
Hüseyin Yayman (Akademisyen, gazeteci)
Fuat Keyman (Akademisyen)
3. Akdeniz Bölgesi
Başkan: Rifat Hisarcıklıoğlu (TOBB Başkanı)
Üyeler:
Nihal Bengisu Karaca (Gazeteci)
Hayrettin Karaman (İlahiyatçı)
Öztürk Türkdoğan (İnsan Hakları Derneği Başkanı)
Lale Mansur (Sanatçı)
Erkan Mumcu (Eski Bakan)
Mahmut Arslan (HAK-İŞ Başkanı)
4. İç Anadolu Bölgesi
Başkan: Ahmet Taşgetiren (Yazar)
Üyeler:
Cemal Uşşak (Gazeteci)
Mustafa Kumlu (Türk-İş Başkanı)
Hüseyin Yayman (Akademisyen)
Orhan Gencebay (Sanatçı)
Vahap Coşkun (Akademisyen)
Abdurrahman Kurt (Eski Milletvekili)
5. Karadeniz Bölgesi
Başkan: Yusuf Şevki Hakyemez (Akademisyen)
Üyeler:
Oral Çalışlar (Gazeteci)
Şemsi Bayraktar (Ziraat Odaları Başkanı)
Vedat Bilgin (Akademisyen, daha sonra Bakan)
Hilal Kaplan (Gazeteci)
Muhsin Kızılkaya (Yazar)
Fatma Benli (Avukat)
Yılmaz Ensaroğlu (Akademisyen)
6. Doğu Anadolu Bölgesi
Başkan: Can Paker (Gazeteci, TESEV Başkanı)
Üyeler:
Hayrettin Karaman (İlahiyatçı)
Ayhan Oğan (Sosyolog)
Abdurrahman Kurt (Eski Milletvekili)
Abdurrahim Boynukalın (Gazeteci)
Zeynep Tanbay (Sanatçı)
Cemalettin Başaran (Gazeteci)
7. Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Başkan: Yılmaz Ensarioğlu (Akademisyen, İnsan Hakları Uzmanı)
Üyeler:
Gültan Kışanak (Siyasetçi)
Mehmet Metiner (Gazeteci)
Yasin Aktay (Akademisyen)
Murat Belge (Gazeteci, akademisyen)
Cengiz Çandar (Gazeteci)
Ayla Akat Ata (HDP Milletvekili)
Akil adamlar Heyetinin Görevleri
1. Toplumsal desteği artırmak için Türkiye’nin farklı bölgelerinde halkla buluşmak.
2. Kürt sorununun çözümüne dair öneriler ve görüşler toplamak.
3. Sürece yönelik olası eleştirileri ve beklentileri raporlayarak hükümete sunmak.
Heyetin çalışmaları, süreçte toplumsal katılım ve şeffaflığı artırmayı amaçlasa da eleştirilere de maruz kalmıştır. Süreç sona erdikten sonra, bu heyetin etkisi ve sürece katkısı tartışılmaya devam etmiştir.
Dolmabahçe mutabakatının maddeleri:
Dolmabahçe Mutabakatı, Türkiye'deki çözüm süreci kapsamında 28 Şubat 2015'te Dolmabahçe Sarayı’nda açıklanan bir protokoldür. Bu mutabakat, dönemin hükümeti ile Halkların Demokratik Partisi (HDP) heyeti arasında yapılan görüşmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Mutabakatın amacı, Türkiye'de Kürt sorununun çözümü için demokratik adımlar atılması ve çatışmaların sona erdirilmesiydi.
Dolmabahçe Mutabakatı’nın 10 maddesi şu şekildeydi:
1. Demokratik siyaset tanımı ve içeriği: Demokratik siyasetin tanımının yapılması ve bu alandaki engellerin kaldırılması.
2. Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutları: Çözüm sürecinin hem ulusal hem de yerel düzeydeki etkilerinin ele alınması.
3. Özgür vatandaşlık tanımı ve içeriği: Vatandaşların hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi.
4. Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal ve demokratik güvencelere kavuşturulması: Kadın hakları, kültürel haklar ve çevre sorunlarının çözümüne yönelik düzenlemeler yapılması.
5. Kimlik kavramı, tanımı ve tanınmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi: Türkiye’deki farklı kimliklerin tanınması ve bu konuda çoğulcu bir yaklaşım benimsenmesi.
6. Demokratik cumhuriyet, ortak vatan ve milletin demokratik ölçütler çerçevesinde tanımlanması: Demokratik cumhuriyet ve ortak vatan anlayışının somutlaştırılması.
7. Bütün bu demokratik hamle ve dönüşümleri içselleştirmeyi hedefleyen yeni bir anayasa: Yeni bir anayasanın hazırlanmasıyla demokratik dönüşümün güvence altına alınması.
8. Çözüm sürecinin güvenlik ve özgürlük dengesini gözeterek ilerletilmesi: Çatışmasızlığın devamı ve güvenliğin sağlanması için gerekli düzenlemelerin yapılması.
9. Sosyal ve ekonomik boyutlarıyla yüzleşme ve hakikatleri araştırma komisyonlarının kurulması: Geçmişte yaşanan olayların araştırılması ve mağduriyetlerin giderilmesi.
10. Silahların bırakılması ve demokratik siyaset için uygun zemin oluşturulması: PKK’nin silah bırakması ve çözüm sürecinin demokratik temeller üzerinde ilerlemesi.
Ancak bu mutabakat, kısa süre sonra tartışmalı hale gelmiş ve uygulanamadan süreç sona ermiştir. 2015 yılının Temmuz ayında çatışmalar yeniden başlamış ve çözüm süreci tamamen sonlanmıştır. Dolmabahçe Mutabakatı, çözüm süreci açısından önemli bir dönüm noktası olarak hafızalarda kalmıştır.
Erdoğan'ın Dolmabahçe mutabakatını tanımama nedenleri nelerdir?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 28 Şubat 2015’te açıklanan Dolmabahçe Mutabakatı'nı tanımadığını Mart 2015’te açık bir şekilde ifade etti. Erdoğan'ın bu mutabakatı reddetmesinin ve sürecin sona ermesine yönelik tutumunun birkaç temel gerekçesi vardı:
1. "Devlet ile terör örgütü aynı masaya oturmaz" yaklaşımı
Erdoğan, mutabakatın kamuoyuna açıklanma şekline ve sembolik olarak hükümet temsilcilerinin HDP heyetiyle birlikte oturmasına tepki gösterdi. “Devletin terör örgütüyle aynı masaya oturması” imajının kamuoyunda yanlış algılara yol açabileceğini savundu. Erdoğan, bu sürecin sadece hükümetin kontrolünde ilerlemesi gerektiğini ve meşru devletin terörle eşit düzeyde gösterilmemesi gerektiğini belirtti.
2. Silah bırakma çağrısının yetersiz bulunması
Mutabakatın temel unsurlarından biri olan PKK’nin silah bırakma çağrısı konusunda somut adımlar atılmadığına inanıyordu. Erdoğan, silah bırakma çağrısının açık ve net bir şekilde yapılmadığını ve PKK’nin bu konuda güven vermediğini dile getirdi. Bu durum, sürecin ilerleyememesinin önemli bir nedeni olarak görüldü.
3. Milli iradeye vurgu
Erdoğan, mutabakatın kamuoyuna yansımasından sonra “Milli irade her şeyin üzerindedir” diyerek bu tür anlaşmaların halk tarafından tam destek alması gerektiğini ifade etti. HDP’nin bu süreçte kendini devletin eşit bir muhatabı olarak göstermesini eleştirdi ve mutabakatın içeriğini Türkiye’nin üniter yapısını tehdit edebilecek bir hamle olarak yorumladı.
4. Seçim sürecinin etkisi
2015 yılında, Haziran seçimleri yaklaşıyordu. HDP’nin çözüm sürecindeki rolü nedeniyle artan kamuoyu desteği, Erdoğan ve AK Parti için siyasi bir risk olarak değerlendirildi. Dolmabahçe Mutabakatı’nın bu dönemde HDP’nin lehine kullanılacağı düşünülerek eleştirildi. Bu durum, Erdoğan’ın çözüm sürecinden uzaklaşmasına ve milliyetçi tabanın desteğini kazanmaya yönelik adımlar atmasına yol açtı.
5. Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) etkisi
Erdoğan, çözüm sürecinde Dolmabahçe Mutabakatı’nın MGK’da tartışılmadığını ve bir devlet politikası olarak benimsenmediğini söyledi. Sürecin “millilikten uzaklaşarak” farklı noktalara taşındığını düşündüğünü belirtti. Ayrıca mutabakatın "devletin onayı olmadan" hükümetin bazı aktörleriyle yapılmış bir metin olduğu imasında bulundu.
6. Terör örgütünün tutumuna duyulan güvensizlik
PKK’nın çatışmasızlık sürecinde şehir yapılanmalarını güçlendirdiği ve silahlı faaliyetlerine ara vermediği gerekçesiyle güven ortamı sarsıldı. Erdoğan, çözüm sürecinin samimiyetle yürütülemediğini ve mutabakatın uygulanabilir olmadığını düşündü.
Sonuç
Dolmabahçe Mutabakatı'nın ardından Erdoğan’ın bu açıklamalarıyla çözüm süreci resmen olmasa da fiilen sona erdi. Bu durum, 2015 yazında artan çatışmalar ve terör olaylarıyla birlikte çatışmasızlık sürecinin tamamen bitmesine yol açtı. Erdoğan'ın bu tutumu, hem uluslararası kamuoyunda hem de Türkiye'de çözüm sürecine dair farklı yorumlara neden oldu. Bazı kesimler bunu bir strateji değişikliği olarak görürken, diğerleri sürecin baştan itibaren kalıcı bir çözüm üretme kapasitesine sahip olmadığını savundu.
0 notes
Text
![Tumblr media](https://64.media.tumblr.com/16b4068b845a9a10175d95f42a0816da/2ff313ac9a4b59a3-11/s540x810/e5b06dcceb2bf709770229ff49e26a7ddcfc7c04.webp)
Tarihsel süreç içerisinde Kürt isyanları, Kürtlerin talepleri ve bu taleplerin sonuçları:
Geçtiğimiz yüzyıl içinde Kürdistan devleti kurma girişimleri, Kürt nüfusunun yoğun olarak yaşadığı bölgelerde siyasi, sosyal ve askeri birçok dinamikle şekillenmiştir. İşte bu süreçteki önemli gelişmeler ve sonuçlar:
Birinci Dünya Savaşı Sonrası (1918-1920):
Sevr Antlaşması (1920): Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılışı sonrası imzalanan antlaşmada, Kürtlere özerk bir devlet kurulması önerilmiştir. Ancak bu öneri, antlaşmanın uygulanamaması ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla birlikte hayata geçirilememiştir. Kürt Milli Hareketleri: 1920'lerde bazı Kürt liderler, bağımsızlık talep eden hareketler başlattı. Ancak bu çabalar genellikle başarılı olamadı.1922'de İngilizlerin teşviki ile Irak'ta isyan başlatan Kürtler, ardından Kürdistan Krallığı ilan eden ederler, Lozan sonrası İngiltere bölgeyi Petrol için işgal edince 22 aylık Kürt Krallığı da sona erer.
Türkiye Cumhuriyeti Dönemi (1923-1938):
Şeyh Said İsyanı (1925): Bu isyan, Kürtlerin bağımsızlık ve özerklik taleplerini dile getirdi. Şeyh Said İsyanı, 13 Şubat 1925 tarihinde Diyarbakır'ın Eğil ilçesinde başladı. İsyan kısa sürede yayılarak Bingöl, Muş, Bitlis, Elazığ ve Van illerini kapsadı. İsyancılar, devlet binalarını ele geçirerek, Türk memur ve askerlerini öldürdü. İsyanı bastırmak için hükümet, büyük bir askeri harekat başlattı. Hareketin komutanı, Atatürk'ün yakın arkadaşı olan İsmet İnönü'ydü. İnönü komutasındaki Türk ordusu, isyancıları kısa sürede mağlup etti. Şeyh Said İsyanı: Sonuçları Şeyh Said İsyanı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra yaşanan en büyük isyandır. İsyanın bastırılmasıyla birlikte, Kürt milliyetçiliği büyük bir darbe almıştır.
Dersim İsyanı (1937-1938): Dersim bölgesindeki Kürt ve Alevi nüfus, merkezi hükümete karşı ayaklandı. İsyan kanlı bir şekilde bastırıldı ve bölgedeki birçok hain öldürüldü veya yerinden edildi.
Irak Kürdistanı:
1920'ler ve 1930'lar: Irak'ın kurulmasından sonra Kürtler, çeşitli özerklik taleplerinde bulundu. 1930'larda, Irak hükümetiyle bazı anlaşmalar yapıldı, ancak bu anlaşmaların uygulanması genellikle yetersiz kaldı. 1946-1947: Mahabat Kürt Cumhuriyeti, İran’ın kuzeyinde kısa ömürlü bir bağımsızlık denemesi oldu. Ancak İran hükümeti tarafından hızla bastırıldı.
Irak ile Saddam döneminde tek istedikleri Özerklik ve Kürtçenin ikinci resmi dil olması imtiyazlarına kavuştular,
Kürtler elbette bununla yetinmediler, İran-Irak savaşı çıktığında yeniden isyan edip (Saddam'a karşı) İran'ın yanında yer aldılar. Saddam ise Halepçe'de Kürtlere kimyasal gaz kullanarak katliam yaptı. Körfez savaşı esnasında da Amerika'yı desteklediler.
PKK'nın kuruluşu 1970'ler ve 1980'ler:
Irak'ta Kürt Özerkliği: 1970'te Saddam Hüseyin, Kürtlere özerklik tanıyan bir anlaşma yaptı. Ancak 1980'lerde İran-Irak Savaşı sırasında bu özerklik kaybedildi ve Halepçe katliamı gibi olaylarla Kürtler ağır bedeller ödedi.
Ardından: PKK'nın Kuruluşu (1978): Türkiye'de, Kürt hareketini silahlı mücadeleye dönüştüren PKK, 1984’te silahlı eylemlere başladı.
Körfez Savaşı ve Sonrası (1991-2003):
1991 Körfez Savaşı: Irak’taki Kürtler, savaşın ardından, Saddam Hüseyin’in iktidarına karşı ayaklandılar ve Irak'ın kuzeyinde fiili bir özerklik kazandılar. Kürt Bölgesel Yönetimi (KBY): 2005’te Irak Anayasası ile Kürt bölgesi resmi olarak tanındı ve KBY kuruldu.
Suriye İç Savaşı (2011-günümüz):
Rojava'da Özerk Yönetim: Savaş sırasında, Suriye'nin kuzeyinde Kürtler, özerk Irak Kürdistan özerk bölgesinin ardından, PYD (Demokratik Birlik Partisi) liderliğinde, Rojava'da siyasi ve askeri yapı kurdu ve şimdide gözlerini kuzeye Türk topraklarına diktiler.
Kürtler dün de bu gün de Irak, Suriye, İran ve Türkiye topraklarının bir bölümünün Kürdistan Devleti olduğunu iddia eden bir ırkın fertleri,
Bin yıldır Türk devletlerinin hüküm sürdüğü coğrafyanın adını dahi kabul etmiyor ve hatta Kürt sorununun çözümü için tüm sistemin Türk adından, dilinden ve bayrağından arındırılmasını talep ediyorlar.
Türkiye Cumhuriyetinin Anadolu devleti adını almasını köşe yazılarında dile getiren kripto Kürtçülere de dikkat edilmesi gerek.
Kürtlere Son 25 yıldır eğitim, sağlık, yol, konut gibi her çeşit sayısız imkan sağlandı, Lakin gelinen noktada Türk düşmanı olarak yetişen yüz binlerce Kürt, genci ile, yaşlısı ile, kadını ile çocuğu ile, bugün Türkiye'nin istikbal ve istiklali için en büyük tehlike haline adım adım geldi yada getirildi, lakin anlaşılan o ki, hangi talebi karşılasan, ne versen de yeterli olmadı ve olmayacak.
Açıkça yazalım artık.
Doğudan gelen her vatandaş batı illerinde hatta ilçelerinde her türlü iş yapabiliyorken, batıdan giden bir vatandaş doğuda lokanta bile açamaz, bir sorun varsa da artık bu sorun Kürt sorunu değil Türk sorunudur.
Kürtlerin istedikleri ve Kürt sorunu dedikleri şey Türkiye'den toprak koparmaktır.
Daha azı hiç bir şekilde onları memnun etmeyecektir. Irak ve Suriye örneği ortadadır.
Özerklik ve Federasyon talepleri Sonuçları ve bir Değerlendirme:
Tarihsel süreç içerisinde Kürtlerin bağımsızlık ve özerklik talepleri, bölgedeki etnik, siyasi ve tarihsel dinamiklerle sürekli bir çatışma içinde olmuştur. Türkiye, Irak, İran ve Suriye’deki Kürt hareketleri, zamanla farklı stratejiler benimsemiş olsa da, bağımsız bir Kürt devleti kurma hayallerinden vaz geçmemişlerdir.
Irak ve Suriye'yi, ABD güdümünde bölen ve parçalayan Kürt hareketi, artık gözünü Türkiye cumhuriyetine dikmiştir.
ABD ve batının gerek doğu Akdeniz'deki enerji kaynakları ve gerekse Türkiye'deki Fırat ve Dicle'nin su kaynaklarına çökmek için uyguladıkları planda, ne yazık ki Kürtler vekalet savaşlarında batının paralı askeri olma rolüne, selden bir kütük kapma hevesi ile soyunmuş görünüyor.
Dolayısıyla artık bu sorun, ya kalıcı bir sulh ile ( Güçlendirilmiş mahalli idareler) çözülecek, Ya da pekte uzak olmayan bir zamanda, seçenek olarak tehciri de içeren kıyametin en beterini getirecektir.
Ahmet ATAM
1 note
·
View note
Text
Dışişleri: AB'nin haksız değerlendirmelerini reddediyoruz
Bakanlıktan yapılan yazılı açıklamada, AB Komisyonu’nun, 2024 yılı Genişleme Strateji Belgesi ile Türkiye dahil tüm aday ve potansiyel aday ülkeler için hazırlanan ülke raporlarını dün yayımladığı belirtilerek, “2024 yılı Türkiye Raporu’nda, AB’nin özellikle siyasi kriterler ve iç siyasi dinamikler konusundaki haksız değerlendirmelerini reddediyoruz. Raporda, makroekonomik politikalarda…
0 notes
Text
Türkiyede hangi il hangi partide
Türkiye’de Hangi İl Hangi Partide? Türkiye’de siyasi partilerin illere göre dağılımı oldukça çeşitlilik göstermektedir. Her ilde farklı siyasi partilerin güçlü olduğu veya öne çıktığı görülmektedir. Bu durum, Türk siyasetinin karmaşıklığını ve çeşitliliğini yansıtmaktadır. Seçmen profilleri, bölgesel dinamikler ve tarihsel faktörler gibi birçok etken, illerin hangi partiye daha yakın olduğunu…
0 notes
Text
türkiye'deki tepkisizliğin temel sebebi
Türkiye'deki tepkisizliğin temel sebebi, birden fazla sosyolojik, kültürel, tarihsel ve psikolojik etkenin birleşiminden kaynaklanmaktadır. Bu faktörleri birkaç başlık altında inceleyebiliriz:
Tarihsel ve Kültürel Dinamikler: Türkiye'de tarih boyunca merkeziyetçi ve otoriter yönetim anlayışları hâkim olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'ndan itibaren, halkın devlete bağlılığı ve itaatkârlığı teşvik edilmiştir. Bu, halkın devlete karşı sorgulayıcı bir tavır almaktan ziyade, daha çok kabullenici bir tutum geliştirmesine neden olmuştur.
Baskı ve Korku Kültürü: Türkiye’de zaman zaman yaşanan askeri darbeler, siyasi baskılar ve otoriter yönetim uygulamaları, halkın tepkisiz kalmasına neden olan bir korku kültürü oluşturmuştur. İnsanlar, tepki verdiklerinde karşılaşabilecekleri olumsuz sonuçlardan çekinerek sessiz kalmayı tercih edebilmektedir.
Eğitim Sistemi: Eğitim sisteminin, eleştirel düşünme ve sorgulama yeteneğini yeterince teşvik etmemesi de tepkisizliğin nedenlerinden biri olarak görülebilir. Öğrenciler, genellikle ezberci bir yaklaşımla yetiştirildiğinden, sorgulayıcı ve eleştirel düşünce geliştirme konusunda yetersiz kalabiliyorlar.
Ekonomik Bağımlılık ve Gelecek Kaygısı: Ekonomik belirsizlikler, işsizlik ve gelecek kaygısı, insanların mevcut durumu kabullenmesine ve sistem içinde var olma mücadelesi vermesine yol açabiliyor. Geçim derdi ve sosyal statü kaygısı, bireylerin tepkisel davranışlarını baskılayabiliyor.
Toplumsal Bölünmüşlük ve Kutuplaşma: Türkiye’de toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesi, ortak bir tepki vermeyi zorlaştırıyor. Farklı ideolojik ve siyasi görüşlere sahip gruplar, kendi aralarında birlik oluşturmakta zorlanırken, bu durum genel tepkisizliğe katkı sağlıyor.
Medya ve Bilgi Kirliliği: Medyanın üzerindeki baskılar ve bilgi kirliliği, halkın doğru bilgilere ulaşmasını zorlaştırıyor. Bu durum, insanların olaylara duyarsız kalmasına veya doğru tepkiyi verememesine neden olabiliyor.
Toplumsal Yorgunluk ve Umutsuzluk: Sürekli yaşanan krizler, siyasi skandallar ve ekonomik sıkıntılar, toplumda bir yorgunluk ve umutsuzluk hissi yaratabiliyor. Bu durum, bireylerin “nasılsa bir şey değişmez” düşüncesine kapılmasına ve tepkisiz kalmasına neden olabiliyor.
Bu etkenlerin birleşimi, Türkiye’de zaman zaman görülen toplumsal tepkisizliğin temel nedenlerini oluşturuyor. Ancak bu durumun mutlak ve kalıcı olmadığını, toplumsal dinamiklerin değişmesiyle birlikte farklılaşabileceğini de unutmamak gerekir.
![Tumblr media](https://64.media.tumblr.com/5057db93332dd4434e96eece08227d6e/5306cb12e19098f8-ac/s540x810/b8213f2cc2cf16ca402350a3aa1fb11a2d2c2404.webp)
#studyblr#witchcraft#journaling#bookworm#poetrycommunity#fanart#aesthetic#cosplay#arttherapy#writingcommunity
0 notes
Text
![Tumblr media](https://64.media.tumblr.com/a84a4680ba5cbfac96798a132367b084/331df9ae08b18b21-07/s540x810/2bb6087257d56c25d0cbe4449b1ab59cca70d568.jpg)
Görgüsüzler Çağı Görgülülerin Tutsaklığı
✍🏻 Anıl Güven
https://www.gundemarsivi.com/gorgusuzler-cagi-gorgululerin-tutsakligi/
“… Liberalizmi doğuran yalnızca burjuva değil, toplum içindeki değişik sınıfların toplu çelişki ve dinamikleridir. Bu çelişki ve dinamikler ise temelde modernizasyonla birlikte ortaya çıkmıştır. (…) burjuva tek başına kendi çıkarları doğrultusunda farklı siyasi yapılarla uzlaşmaya gidebilir.“ (*)
Dünyanın Doğusunda, yaşam Tanrı ve Din algısı üzerinden tansıklarla iç içe geçmiş bir biçimde yaşanmaktayken; Batı ve Kuzeybatı Seküler çağın gereklerini olabildiğince uygulanmaya koymuştu.
Sömürgeci, işgalci güçlere karşı yeryüzü tarihinde ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı verip, devlet kurmuş olan atalarımız, süreç içerisinde çağdaşlaşma ve aydınlanma yolundaki, ivmesi olağanüstü olan gelişmelerle ulusumuzu dinin çöl karanlığından kurtarıp LAİKLİK ilkesi ile yapılandırılmıştı. Saygın uluslar topluluğu içinde bir HUKUK DEVLETİ olarak yerimizi almıştık.
Ulu Önderimiz Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk‘ün ölümünün ardından dünyada yeniden esen savaş rüzgarlarından dolayı bir biçimde etkilenen ülkemiz, Faşizme teslim olmamak için olağanüstü mücadele etti… II. Dünya Savaşı’nda halkın yaşadığı kısmi yoksulluk; siyasal yapı içerisindeki İslamcılar için büyük bir fırsatı da beraberinde getirdi.
İsmet İnönü’nün çok partili hayata geçme kararı uluslararası arenada alkışlarla karşılanırken, ağızları sulanan sömürgeci güçler LİBERALLER ile hemen yatağa girdi!…
“İnsan akıllı varlık değildir.” (**)
Siyasal erkin yeni iyesi SAYLAVLARI bir anda her türlü gücün varlığını kendilerinde görmeye başladılar. Ülke yararına olan, Yatırımları durdurdular. Yerli üretimi yoksayıp ABD’nin (tavşana bak, burada!) babacan önermelerine: ”Buyurun gelin. Ne isterseniz yaparız!“ söylemine dek uzanan süreçten sonra; sağ muhafazakâr kesimi acıya boğan, 1960 askeri darbesi İslamcı kesimin sömürgeci odaklarla geliştirdikleri ileriye dönük İslamcı Türkiye hayallerini kesintiye uğrattı!
Bir devleti, dolayısıyla toplumu bir arada tutan:
İktisadi sermaye
Kültürel sermaye
Sosyal sermaye
Simgesel sermaye (***) dir.
Türkiye Cumhuriyetini kuran yönetsel erk, bunların tamamının içini doldurabilecek nitelikteki insanlardan oluşuyordu. “Uzak Asya’dan gelip Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.” (****) Demesini bilen, soy bilincine erişmiş, çağının ‘kutsal’ insanlarıydı!
Okuma yazma oranının % 10’larda olduğunu saptayan yöneticiler daha Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başında EĞİTİM seferberliğine başlamıştı.
Toplumdaki bireylere ekinsel varlıklarını belletirken, sosyal gelişmelerinin önünü açarak kendi habituslarını kurmaları gerekliliğini öğreten bir eğitim sistemi kurulmuştu. (Köy Enstitüleri aracılığıyla yaşam kalitesi tabana yayılması istemlendi.)
Seküler yaşam biçiminden mutlu olmayan, inanç bağlamında yaşam alanlarını Tanrı-Din iç içeliğinde buluşturmak isteyen; özgür birey algısına iye olmamak üzere direnç gösteren İç Anadolu insanı tarikat ve cemaatler aracılığıyla hızlıca kul olma yoluna girdiler.
Günümüzdeki yönetsel siyasal erk 22 yıldır bu kitle tarafından ayakta tutulmakta. Halife ve hilafet özlemi son yerel seçimlerde belirgin bir biçimde inişe geçmiş olsa da bu topraklarda kişisel habitatını kuramamış % 20’lik bir kesim bütün bir ulusun kaderini iç savaşa doğru çekmekte olduğunun kısmen bilincinde!
Dinsel söylemlerini her geçen gün yoğunlaştıran bu yapı, liberallerle Ulus devletin varlığından hoşnut olmayanlarla, Türkçe resmi dilin dışında dillerle teslimiyeti isteyen USA-İngiltere-AB beslemesi ayrılıkçı odaklar el ele Türk varlığına ve onu bir arada tutan değerlere acımasızca saldırgan tutum ve eylemlerde bulunuyor…
Bağnazlaştıkça bağnazlaşan bu kesime karşı direnmenin hak olduğunu unutmadan direniş geliştirmeliyiz.
Anıl Güven
Atina
Kaynakça:
(*) Goeff Eley
(**) Pierre Bourdieu
(***) Pierre Bourdieu
(****) Nazım Hikmet
#Emperyalist #İslamPolitikaları #laiklik #Liberal #Muhafazakarlar #Sekülerlik #siyasalislam #Siyaset #toplum #TürkiyeSiyasetTarihi #TürkiyeninSiyasalSosyolojisi
0 notes
Link
Fransa'da siyasi sarsıntılar sürerken, yeni başbakan kim olacak? Olası adaylar, siyasi dinamikler ve halkın beklentilerini keşfedin. Bu kritik dönemde Fransa'nın geleceği hakkında bilgi edinin.
0 notes
Text
31 Mart Seçimleri: Türkiye'nin Siyasi Haritasını Yeniden Çiziyor
Türkiye, demokratik bir sürecin önemli bir parçası olarak 31 Mart seçimlerine doğru ilerliyor. Bu seçimler, ülkenin yerel yönetimlerinin belirlenmesinde kritik bir rol oynuyor ve genellikle siyasi arenada büyük bir öneme sahip oluyor. 31 Mart Seçimleri, Türkiye’nin siyasi atmosferinde çeşitli dinamiklerin bir yansıması olarak dikkate değerdir. Siyasi Dinamikler: Bu seçimlerde, Türkiye’nin farklı…
View On WordPress
0 notes
Text
31 Mart Seçimleri: Türkiye'nin Siyasi Haritasını Yeniden Çiziyor
Türkiye, demokratik bir sürecin önemli bir parçası olarak 31 Mart seçimlerine doğru ilerliyor. Bu seçimler, ülkenin yerel yönetimlerinin belirlenmesinde kritik bir rol oynuyor ve genellikle siyasi arenada büyük bir öneme sahip oluyor. 31 Mart Seçimleri, Türkiye’nin siyasi atmosferinde çeşitli dinamiklerin bir yansıması olarak dikkate değerdir. Siyasi Dinamikler: Bu seçimlerde, Türkiye’nin farklı…
View On WordPress
0 notes
Text
FETIHTEN YAGMAYA
Yağma Kültürü/Kirli İttifaklar/Yeni bir Kent
Oğuz Işık
22 Şubat 2023 Çarşamba
6 Şubat Kahramanmaraş merkezli deprem felaketi sonrasında çok kişi iyi niyetle ve şaşkınlıkla sordu: Deprem olacağı bilindiği halde bu binalara nasıl izin verildi, hiç mi denetim yapılmadı, göz göre göre nasıl sessiz kalındı? Daha bir yıl önce sel felaketlerinde dere yataklarına kurulan ve ilk selde yıkılabileceğini içinde yaşayanlar da dahil herkesin bildiği binalara ilişkin de sorulmuştu benzeri sorular. Şimdi anlıyoruz ki, inşaat ilminin yüz yıllardır bilinen birkaç temel ilkesine uyulmuş olsa, bu felaketler rahatlıkla önlenebilir, binlerce kişinin ölümünün önüne geçilebilirdi. Toplum, acısını hafifletebilmek adına suçlu arıyor ve suçlar zincirinin en görünür halkası olan müteahhitlere ve yöneticilere yöneltiyor öfkesini. Ancak sorunlar, birkaç kişinin cezalandırılması ile çözülebilecek türde basit “teknik” sorunlar değil. Burada daha temel soruları gündeme getirmek ve bu denli büyük bir acının ardından farklı bir gelecek kurabilmek için bu soruları enine boyuna tartışmak gerekiyor.
Sorun “teknik” bir sorun değil, hiçbir zaman da olmadı. Kentleri sadece çirkinleştirmekle kalmayan, birer ölüm tuzağına dönüştüren sorunların kaynağını Türkiye’nin kentleşme sürecinin ilk dönemlerinde yaptığı tercihlerde ve bu tercihler üzerine kurulan ittifakların bugün almış olduğu biçimde aramamız gerekiyor. Sorun, kentleşmenin yarattığı devasa sorunların üstesinden gelebilmek için Türkiye’nin bulduğu ve o koşullarda işe yarayan son derece basit çözümlerin ve bu çözümler üzerine kurulan güç birliklerinin, değişen koşulların etkisi ile yağma/talan işbirliğine dönüşmüş olmasında yatıyor. Bu ittifaklar sayesinde yerleşen kolay kazanç/ gasp kültürünün toplumun kılcal damarlarına işlemiş olması ve nihayet 2000’li yılların özel koşullarında bu zihniyeti ince ince işleyen AKP’nin yerleştirdiği dinamikler, deprem sonrasında görünür hale gelen tüm teknik sorunları anlamsız kılan bir güç birliği oluşturdu. İşte bu güç birliğinin kurduğu ilişkiler ağı, birbirine benzeyen kalitesiz kentler yaratmakla kalmadı, 2000’lerin kentleri yağmalanacak bir kazanç kapısı olarak gören birikim modelinin ve sınıf ittifaklarının temel taşlarından birini de oluşturdu. Bir dönemin “masum” ilişki ağları, yeni aktörlerin katılımı ile bambaşka bir niteliğe büründü ve bu süreci yönetebilecek tek aktör olan devlet, ‘80’li yıllarda ortaya çıkan sorunları çözmek yerine daha da kötüleştirecek müdahalelerde bulundu ve böylece de bugünkü akıl dışı duruma zemin hazırladı.
Bu öykü, küçük toprak mülkiyetinin hakim olduğu ve yeterli sermaye birikimi olmayan bir ülkenin kentleşme adını verdiğimiz muazzam dönüşüm sürecinin sorunları ile baş edebilmek için geliştirdiği ve birçok açıdan “dahice” diyebileceğimiz çözümlerin zaman içinde tıkanarak dönüşmesinin, daha sonra kirli bir siyasetin ve bambaşka sınıfsal ittifakların bir aracı haline gelmesinin öyküsü. Bu, üzerinde çok yazılmış, sadece ana hatları ile değil neredeyse tüm detayları ile bildiğimiz bir öykü. Dahası, tıpkı depremin gelmekte olduğunu haykıran bilim insanları gibi birçok kişinin de önceden uyarılarda bulunduğu bir öykü. Hızlıca öykünün başladığı 1960’lara bakmamız gerek, asıl büyük dönüşümün (ve yıkımın) yaşandığı 2000’leri anlayabilmemiz için.
2000’den önce
Türkiye köyden kente kitlesel göç olgusu ile 1950’lerde tanıştı. Kentleşme, sadece nüfusun yer değiştirmesi ile kısıtlı olmayan büyük çaplı bir dönüşüm süreci. Ülkenin iktisadi, toplumsal, siyasi yapısını altüst eden, yenilerinin kurulmasını gerektiren zorlu bir süreç. Bu zorlu sürece girdiğinde yeterli sermaye birikimi olmayan ve yetişmiş işgücü kısıtlı olan Türkiye, kentleşme sürecinin finansmanı için toplumun kendiliğinden geliştirdiği iki çözüme dayandı, büyük ölçüde başka seçeneği olmadığından: Hızla büyüyen kentli orta sınıfların konut sorununa yönelik yapsatçılık ve kente göçen, çoğunluğu yoksul kesimin ihtiyacına yönelik gecekondu.
Yapsatçılık, küçük imar parselleri üzerinde müteahhitin asgari kaynaklarla, makul kalitede bir konut üretmesini sağlayan bir sistem olarak ortaya çıktı. Yapımcının kat karşılığı inşaat sayesinde arsa sorununu çözdüğü, nakte ihtiyacı olduğunda ise tamamlanmamış daireleri satarak finanse ettiği bir yapım süreci yapsatçılığın en belirgin özelliği oldu. Aynı zamanda kente göçen niteliksiz iş gücüne bir sığınak sağlayan, süreçte yer alan tüm aktörlere kısa dönemli yararlar sağlayan bir işbirliği sistemi olageldi. Neredeyse sıfır nakit sermaye ile yürütülen bu sistem olgunluk çağına kat mülkiyetinin yasallaştığı 1960’larda ulaştı. Kente göçen yoksul kitleye yönelik gecekondu ise, kent çeperinde bol miktarda bulunan hazine arazilerinin işgal edilerek, müstakbel kullanıcılar tarafından çoğu kez imece usulu ile üretilmesine dayanan bir sistem oldu. İşgalci- yapımcı- kullanıcı özdeşliği sayesinde ilk kuşak gecekondular tümüyle kente göçen kitlenin barınma ihtiyacına yönelik, meta niteliği taşımayan ürünlerdi. Bu özdeşlik aynı zamanda kullanıcılara, apartmanlarda yaşayan orta sınıfın elde edemediği bir özgürlük tanıyor, konutlar zamanla hanenin ihtiyaçlarına göre genişletilebiliyordu.
Her ikisi de mevcut sermayenin konut üretimine ilgi duymadığı ve daha önemlisi gücünü toprak sahipliğinden alan bir sınıfın olmadığı, özellikle kentsel alanlarda toprak mülkiyetinin parçalı olduğu bir ortama son derece uygun çözümlerdi. Toplumun kendi içinden bulduğu bu basit -biraz abartayım “dahice”- çözümler, orta sınıfın ve yoksul kesimlerin kentte tutunmasının ve zaman içinde zenginleşmesinin önünü açtı. İçinde yer alan aktörlere kısa ve orta vadede yarar sağlayan gönüllü bir birliktelik olması anlamında her ikisini de ittifak olarak adlandırmak yanlış olmaz. Bu ittifakları kalıcı kılan, çıkarları ve beklentileri birbirinden farklı olan, farklı güdülerle kentsel arsa piyasasına giren gruplara maddi refah sağlaması ve bunu sürdürebilmesi becerisidir. Ayrıca hem yerel hem de merkezi yönetim eliyle devleti de bu ittifakların çoğu kez sessiz bir ortağı olarak da görmek mümkündür. İlk aşamalarda hazine arazilerinin işgal edilmesine sessiz kalan ve daha sonra da gecekondu alanlarına temel kentsel hizmetleri götüren devlet, bu ittifaklar sayesinde kentleşme sürecinin en zorlu aşamasını büyük ölçüde sorunsuz halledebilmiştir. Başka türlü harekete geçirilmesi mümkün olmayan kaynakları harekete geçiren bu iki ittifak, iç piyasa üzerinden bütünleşmeyi öngören ’80 öncesi Türkiye’nin kalkınma modelinde ve sınıfsal denklemlerinde önemli bir rol oynamıştır. 1980 öncesi sınıf ittifaklarının bir öğesi artan reel ücretler ise, ikincisi de kentsel rantların yapsat ve gecekondu üzerinden geniş toplum kesimlerine dağıtılması olmuştur. Zaten Türkiye’nin kentleşme tarihi, ilk dönemlerde kurulan geniş tabanlı ittifakların toplumsal tabanının daratılması, artan getirilerin ise daha az sayıda grup arasında paylaşılması sürecidir.
Ancak neresinden bakarsanız bakın gecekondu, eninde sonunda bir gasp eylemidir. Toplumun tümüne ait olan ve böyle değerlendirilmesi gereken bir değere -toprağa- belli bir grubun el koymasına göz yumulması demektir. Ama ilk dönem gecekondularının olgun dönemi diyebileceğimiz 60’lı ve 70’li yıllarda toplum ve devlet katında böyle görülmediğini, meşru bir eylem olarak görüldüğünü vurgulayalım. Bunun temel nedeni elbette ki, gecekonduların satılmak üzere değil de kullanılmak üzere üretiliyor olmasıdır. Toplum gözünde meşru görülmesi ayrıca siyasetin gecekonduya artan oranlarda müdahalede bulunmasına da zemin hazırladı. Bunun en net yansıması da imar afları yoluyla gecekondu alanlarına yasal statü sağlanması oldu.
Ancak ne olursa olsun, topluma ait bir kaynağın toplumca meşru görülen bir amaç için bile olsa gasp edilmesi, kendine ait olmayan bir değer üzerinden kolay kazanç elde etmenin zihinsel dünyasını açtığını, ileride bol bol örneğini göreceğimiz yağma kültürünün kapısını araladığını söylemek abartı olmaz. İlk dönem gecekondulaşma sürecinin üzerine kurulu olduğu hassas dengeler, gecekondunun “masum” bir eylem olmasına, değişim değil de kullanım için üretiliyor olması koşuluna sıkı sıkıya bağlıydı.
1970’lerin özellikle ikinci yarısından itibaren her iki ittifakın da koşulları değişmeye, kurulu dengeleri sarsılmaya başladı. İmarlı arsa stokunun kısıtlı olması nedeniyle arsa sahiplerinin giderek daha fazla pay istemesi sonucunda hem yapsat eliyle üretilen dairelerin fiyatları arttı hem de imar haklarının artmasına yönelik baskılar oluştu. Çoğu kez olumlu karşılık bulan bu baskılar sonucunda, ilk dönemlerin makul sayılabilecek kentsel çevrelerinde yoğunluk arttı ve çevre kalitesi hızla düştü. Gecekonduda ise bozulmayı yaratan kısaca ticarileşme adını verebileceğimiz bir süreç oldu. İlk önce inşaatın belli aşamalarında ücretli emek kullanılması, hazine arazilerini önceden işgal eden bazı grupların parselleyip satması sonucunda işgalin arsa elde etmenin tek yolu olmaktan çıkması (“hisseli tapu”), gecekondu bölgelerinde birden fazla konuta sahip kişilerin yaygınlaşması (“gecekondu ağaları”) ve sonuçta kiracılığın yaygınlaşması, bu sürecin ilk görülen unsurları oldu. 1960’ların “masum” gecekondularını tanımlayan konut sahibi-kullanıcı özdeşliği giderek ortadan kalktı ve gecekondular artan oranda alınıp satılan metalara dönüştü. İşte kentlerde asıl yağma kültürünü önü alınmaz hale getiren bu değişimler ve ardından gelen müdahaleler oldu.
1980’ler Türkiye’nin farklı bir büyüme modeline geçtiği yıllar oldu. Yeni model, çalışan sınıflarla kurulan mutabakatın yıkılarak siyasi denklemlerden dışlanmasına ve önceki dönemin tersine dışa açılmak adına reel ücretlerinin azaltılmasına dayanıyordu. İç piyasa etrafında bütünleşmeye dayalı önceki modelin kentlerdeki temel dayanağı olan yapsatçılık ve gecekondunun da tıkanması ve vaadlerini gerçekleştiremeyeceği bir noktaya gelmiş olması, ‘80’lerin en belirgin özellikleri arasında sayılabilir. Bu tıkanmayı aşan, yakın dönem Türkiye tarihinin belki de en “vizyoner” (!) siyasetçisi olan Özal oldu. Özal dönemimde çıkartılan 1984 tarihli 2981 sayılı af yasası, her anlamda bir “devrim” niteliğindedir. Önceki yasalar kaçak yapıların bağışlanarak hukuk dışı alanlar olmaktan çıkarılması ile kısıtlı iken, bu yasa yasallaştırma ile yetinmeyip mevcut kaçak konutların hazırlanacak islah imar planlarında öngörülen modele göre dönüşümüne zemin hazırladı. Özal’ın “binaları kanunlara değil, kanunları binalara uydurmak gerek” diyerek savunduğu model çok basitti: Gecekondulara bulundukları parsel üzerinde 4, bazı durumlarda 5 kata kadar yapılaşma izini veren bu yasa, gecekondunun yaşadığı değişimler nedeniyle aralanmış olan “cehennemin kapılarını” sonuna dek açtı. Hedef, gecekonduların, herhangi bir teşvik ve izne gerek kalmadan, diğer bir deyişle devlet açısından en az sorun yaratacak yolla, mevcut parseller üzerinde çok katlı yapılara dönüşebilmesini sağlamaktı. İmar afları ile tek katlı kaçak yapılardan çok katlılara dönüşüm sağlandı, daha önceleri istisna olan çok katlı kaçak yapılaşma kural haline geldi. Bu sayede 1970’li yılların sonlarına doğru tıkanma eğilimine girmiş bulunan yapsatçılık ile gecekondunun buluşması sağlandı ve kentler üzerinde kusursuz bir yağma kültürünün önü açıldı.
1980’ler ve ‘90’larda gecekonduların apartmanlaşması furyası sayesinde Özal’ın istediklerini elde ettiği söylenebilir. İş gücü piyasasında yoksullaşma tehdidi altındaki toplumsal gruplar, bu kayıplarını bir ölçüde de olsa emlak piyasasındaki kazanımları ile telafi ettiler. Bu açıdan bakıldığında kentleşme sürecinin ilk aşamalarında kurulan büyüme koalisyonlarının biçim değiştirerek devam ettiği söylenebilir. Ancak bu, önceki döneme göre toplumsal tabanı büyük ölçüde daralmış ve getirilerin çok eşitsiz bir şekilde dağıldığı bir güç birliğidir. Özal affı ile gelen ıslah imar planları sayesinde gecekondu alanları hızla dönüştü. Gecekondu alanlarındaki apartmanlaşma, kent dokusundaki ayrışmayı ve gecekondu alanlarınin kendi içinde farklılaşmasını hızlandırdı. Kent merkezine yakın ya da başka bir nedenden dolayı değer kazanmış olanlar hızla dönüşür ve sahipleri zenginleşirken, diğerleri kaderine terk edildi. Bu apartmanlaşma kentin belli bir yöne değil, her yönde büyümesi yönünde de muazam baskı yarattı. Bu dönüşümün büyük ölçüde yapsatçılar tarafından yani küçük sermaye eliyle üstlenildiğini bir kez daha vurgulamak gerek.
Kent toprakları üzerindeki iştah açıcı imar rantlarına göz diken büyük sermaye grupları, apartmanlaşma dolayısıyla daha da ufalanmış olan toprak mülkiyetinin yarattığı sorunları aşamadığı için, büyük toprak parçaları elde edebildiği kent çeperinde orta üst ve üst gelir gruplarına yönelik projeler ile kazanç sağlama yolunu seçti. Bu döneme dair söylenmesi gereken en önemli şey, kentleşmenin ilk aşamalarında kendi kaynağını kendi yaratan ve geniş toplum kesimlerinin denklemlere dahil edilmesini garanti altına alan yapsatçılık ve gecekondunun artık bambaşka amaçlara hizmet ediyor oluşudur. Gecekondu masum bir barınma meselesi olmaktan çıkıp, hem kentte oluşan rantlara el koymanın hem de bu rantları arttırmanın bir aracı haline geldi. Barınma sorununa bir çözüm olabildiği ölçüde toplum katında meşruiyeti olan gecekondu, giderek kenti yağmalamanın aracı haline geldi. Kendi çıkarı peşinde koşan grupların yarattığı baskı ve elde edilen yüksek getiriler, kent yoksullarının içinde zenginleşen gruplar yarattı. Apartmanlaşan gecekondu kentte kolay kazanç kapısının, ilk kuşak gecekonducuların el koydukları bir kaynağın neredeyse hiç çabalamadan değerlenmesi sonucunda büyük kazançlar elde edebildiği bir araç haline geldi. Hazine arazilerine zamanında bir ev yapmış olmakla elde edilen kazançların büyüklüğü ve kolaylığı, bir yandan da Özal döneminin en belirgin özelliklerinden olan hazıra konma, başkasının hakkını gasp etme kültürüne ciddi katkılarda bulundu. Kolay arsa rantlarından beslenen mafyalaşma/ cemaatleşme olgusu, yerel ve ulusal siyaset ağlarına eklemlenerek hem toplum içindeki ayrışmaları destekledi hem de ne pahasına olursa olsun, kendisi bir bedel ödemeden ama topluma büyük bir bedel ödeterek kazanım elde etme hakkını kendinde gören bir kültürü besledi. Herkesin kuralları ihlal etme hakkını kendisine ve cemaatine tanıdığı, sadece kendisi ve cemaati için hak arayışına girdiği ve siyasete sızdığı bir kültür yarattı. Kendi çıkarları söz konusu olduğunda hiçbir yasa, yönetmelik dinlemeyen, mevzuatın boşluklarını arayan ve çoğu kez de bulan bir kültür bu. 2000’lerde daha belirgin bir şekilde izlediğimiz kamusal alanın parçalanmasını olgusunun ilk izlerini burada bulabileceğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayrıca, kentsel rantların kentte tutunma aracı olmaktan çıkıp kolay kazanç kapısı olarak görülmesinin, toplumda genel bir yozlaşmaya öncülük ettiğini, hatta giderek 2000’lerde örneklerini gördüğümüz anayasayı ihlal etme hakkını kendinde gören bir anlayışı beslediğini de söyleyebiliriz.
2000’ler- Bir cinnet hali
Ben de dahil Türkiye kentleşmesi üzerine bir şeyler yazıp çizen hiç kimse, 2000 sonrasında yaşananlara hazırlıklı değildi. Özal ile başlayan dönüşüm, kentler üzerinde etkileri bugün bile süren kalıcı izler bıraktı ve yağma kültürünün büyümesine katkıda bulundu. Ama 2000’lerde yaşananlar ‘80’ler ‘90’larda yaşananları bile masum gösterecek bir hız ve çeşitliliğe ulaştı. Evet Özal affı eski gecekondu sahiplerine hayal bile edemeyecekleri getiriler sağladı, yağma kültürünün yerleşmesine katkıda bulundu. Ama ne olursa olsun elde edilen getiriler kısıtlı idi, hele hele 2000 sonrasında göreceklerimize kıyasla- zira söz konusu olan tek tek parseller üzerinde bir yapılaşma idi. Eski Türkiye’nin yağması da küçüktü 2000’lerin Türkiyesi ile karşılaştırıldığında.
2002’de iktidara geldiğinde AKP, öncelikle 20 küsur yılda bir daha bulamadığı olumlu küresel koşulları hazır buldu ve iktidarının ilk 5 yılında bu koşulların keyfini alabildiğine çıkardı; bu ayrıca AKP’nin toplum ile iktidarının sonraki dönemi ile kıyaslandığında daha yumuşak ilişkiler kurduğu bir dönem oldu. AKP, 1999 depreminin de etkisiyle kentsel alanlarda değişime hazır bir toplum buldu. Böylelikle de sonraki dönemlere damgasını vuracak adımları atacak cesareti buldu ve bu adımlara toplumun rıza göstermesi konusunda ciddi bir zorlukla karşılaşmadı. Ayrıca AKP, imar yetkilerini merkezi yönetimden devralmış belediyelerin elinde hükmünü büyük ölçüde yitirmiş planlama kurumunu, yapı denetiminin keyfîliğini ve daha da çirkinleşmeye hazır kolay kazanma kültürünü miras aldı. Çoğu belediye kadrolarından gelen AKP yöneticileri, hem kentsel rantların yeniden dağıtımının siyasetteki öneminin hem de kentlerdeki sorunların neler olduğunun farkındaydı ilk günden itibaren.
Özal’ın “devrimci” girişimlerine rağmen kentsel alanlarda büyük çaplı bir yeniden yapılanmayı gerçekleştirmenin önündeki en büyük engel, küçük toprak mülkiyeti idi. Aflar yoluyla daha da küçülen kentsel toprak mülkiyeti, kent rantlarına göz diken ve kentlerde büyük çaplı projelere artık hazır olan büyük sermaye gruplarının önündeki neredeyse tek engel idi. En özet anlatımla 2000’li yıllarda AKP’nin yaptığı, parçalı toprak mülkiyetinin yarattığı engelleri ortadan kaldırarak büyük sermayenin kentsel rantlardan pay almasını sağlayacak koşulların yaratılmasıdır. Deprem bahane edilerek topluma sihirli bir çözüm gibi sunulan kentsel dönüşüm, özellikle kentin değerli bölgelerindeki birinci kuşak gecekonduların ve gecekondudan dönüşmüş apartmanların tasfiye edilmesi, oralarda yaşayanların kent dışına sürülmesi girişiminden başka bir şey değildir.
Yapılmış çok sayıda çalışma sayesinde neredeyse tüm ayrıntılarını bildiğimiz bu süreç, Türkiye kentleşmesini yarım yüzyıla yakın bir süre yönlendirmiş denklemlerin yeniden yazılması ve bu süreçte etkin olmuş ittifak ortaklıklarının yeniden tanımlanmasıdır. Şu ya da bu şekilde 2000’lere dek kentsel ittifakların bir aktörü olagelmiş kent yoksulları, artık denklem dışıdır. Önceki dönemlerde kendi başının çaresine bakabilen ve bazen devletin görmezden gelmesi, bazen de aktif desteği sayesinde emlak piyasasında kendine bir yer bulabilmiş ve rantlardan bir şekilde pay alabilmiş kent yoksulları, büyük sermaye gruplarının hakim olduğu bu yeni koalisyonun bir üyesi değildir. Bu anlamda, 2000’lerin kentsel gelişim süreci önceki dönemlerde önemli kazanımlar elde etmiş alt gelir gruplarının kentin çeperine sürülmesi sürecidir.
Kendinden önceki yapı stoğunun kalitesizliğini ve deprem riskini gerekçe göstererek hazırlanan yasalar (özellikle afet ve kentsel dönüşüm yasaları) ile AKP, kentlerde büyük çaplı dönüşümün altyapısı hazırlandı. Bu yasalarda en temel mülkiyet haklarını bile yok sayan hükümler, AKP’ye küçük mülkiyetin yarattığı sorunları çözme imkânı verdi. Kentsel dönüşüm yasasının gerçekten de deprem riskini azaltmak üzere yürütüldüğü örnek sayısı çok azdır- bu yasa, kent içinde değeri yüksek bölgelerde yaşayanları tasfiye etmek üzere kullanıldı. Aynı şekilde afet yasası da afet riski yüksek olan -İstanbul üzerinden konuşursak- Avcılar, Zeytinburnu gibi bölgelerde değil de Çubuklu, Armutlu gibi getirisi yüksek yerlerde uygulamaya kondu. Bu konuda çoğu kamuoyuna yansımış onlarca örnek var. Ayrıca özelleştirilen kurumların kent içindeki arsaları da AVM, prestijli konut alanları, iş merkezleri gibi büyük (pardon, “mega”) projelere tahsis edildi. Burada ilgili yasaların geniş bir alana değil de, tek başına afet bölgesi ilan edilen tek tek parseller üzerinde uygulanmasına dair çok sayıda örnek vardır. Sadece bu da değil, kamu ihale yasasından, imar mevzuatına, koruma kurullarının nasıl oluşturulacağından ÇED yönetmeliğine kadar el değmedik mevzuat kalmadı AKP döneminde. Yine bu dönemde olağanüstü yetkilerle donatılan TOKİ, hem konut hem de arsa piyasasının en temel aktörü haline geldi.
Bunun yanı sıra, planlama kurumuna neredeyse tümüyle son verildi. Özal döneminde belediyelere devredilmiş olan imar planları yapma yetkisi, büyük ölçüde merkezileştirildi. Ayrıca TOKİ de dahil olmak üzere çok sayıda kuruma kendilerine tahsis edilen alanlarda plan yapma yetkisi verildi. Böylece AKP proje geliştirmek istediği bir alanı, işine gelen bir devlet kurumuna tahsis ederek belediye de dahil başka hiçbir kurumun söz hakkının olmadığı “girilmez bölgeler” kurdu ve buralara özel imar hakları verdi. 2000’lerde planlama kurumunu devreden çıkaran bir diğer yöntem de kentin her yöne yayılmasının bilerek teşvik edilmesidir (“kentsel saçılma”). Bugün örneğin Ankara’da mevcut nüfusun en az 2-3 katına yetecek ölçüde imarlı arsa mevcuttur. Bu sayede birkaç şey aynı anda başarıldı: Kentin belli bir yöne gelişiminin teşvik edilmesi halinde zarar görecek arsa sahipleri korunmuş oldu, hem de kent arsalarının neredeyse tümünün spekülasyona konu olması sağlanmış oldu. Bugün Türkiye kentleri belediyeler eliyle dağıtılan özel imar hakları nedeniyle dileyenin, dilediğini dilediği yerde yapabileceği alanlara dönüşmüş durumdadır. Belediyelerin bu konudaki rolleri ve maharetlerini ne denli vurgulasak ve elbette ki bu işlerin piri olarak Melih Gökçek’i ne kadar ansak azdır.
Burada büyük kentler ile küçük ve orta büyüklükteki kentler arasındaki farklara da dikkat çekmek gerek. Başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerde Türkiye’nin daha önce örneğini görmediği türde büyük projeler gerçekleştirilirken, orta boy ve küçük kentlerde nispeten daha küçük projelere girişildi ve bunlar büyük ölçüde yerel sermaye tarafından üstlenildi. Böylelikle ulusal düzeyde büyük sermayenin palazlanması sağlanırken, küçük kentlerde de yerel sermayenin boy gösterebileceği bir alan açılmış oldu. 2000’ler Türkiye’sinde kentsel arsa rantları öylesine büyük ve kolay bir kazanç kapısı sundu ki, büyük sermaye gruplarının hemen hepsi bu kârlı alana girdi, zira başka bir alanda yapılacak yatırımın getirisinden çok daha fazlasını ciddi bir risk olmadan buradan elde etmek mümkündü. Kentlere dair bu söylenenlere örneklerini bildiğimiz kamu ihalelerini, HES projelerini, turizm tahsislerini, otoyol, köprü inşaatlarını vb eklerseniz, AKP döneminde ne kadar büyük bir kaynağın kontrol edildiğini ve inşaatlar üzerinden dağıtıldığını anlayabiliriz. Bu anlamda AKP dönemi tam bir inşaat çılgınlığı dönemidir. 2000’li yıllarda AKP öncülüğünde kentsel rantların yaratılması ve el konması üzerine oluşturulan bu güç birliği, getirilerinin eskiye göre çok daha yüksek olduğu ve kimin dahil olabileceğinin devlet tarafından sıkı sıkıya denetlendiği bir ittifaktır- kelimenin tam anlamıyla devlet eliyle zenginleşme sürecidir.
6 Şubat depremleri sonrasında AKP ve taraftarlarınca dile getirilen depremin siyaset üstü kalması gerektiği söylemi, 2000’lerin inşaat çılgınlığı için büyük ölçüde geçerli olmuştur. Ana akım siyaset içinde yer alan partiler, birkaç cılız örnek dışında bu talana sessiz kalmış, yükselen az sayıda itiraz ise bu yağmadan kendilerine de pay verilmediğine yönelik olmuştur. Belediye meclis üyeleri arasında açık ara en çok temsil edilen meslek grubunun müteahhitler olması elbette ki raslantı olamaz. İnşaat temelli bu büyüme uğraşına tek ciddi ve kalıcı karşı çıkış, meslek odaları ve STK’lardan geldi. Ve onlar da bu karşı çıkışın bedelini, kendilerine yönelen ağır bir baskı ile ödemek durumunda kaldılar. Ancak bu büyüme tarzına en sert çıkış, 2013 yılında Gezi direnişi ile geldi- sadece bu zihniyete değil bu anlayışın dayattığı kent anlayışına direnen ve yeni bir kentin mümkün olabileceğini gösteren bir karşı çıkış idi bu.
2000’lerde kent üzerinden kolay kazanç elde etmek üzerine kurulan bu güç birliği, tam bir büyüme koalisyonudur- büyümek zorunda olan, büyümezse yok olması kaçınılmaz olan bir koalisyon. Deprem olacağı bilindiği halde 2000’de 10 milyon olan İstanbul’un nüfusunun 16 milyona dayanmasının, bununla da yetinmeyip Kanal projesi ile daha da nüfus yığmaya çalışmanın başka bir açıklaması olabilir mi? Ve unutmayın İstanbul sadece İstanbul’dan ibaret değil- doğuda Sakarya’dan batıda Tekirdağ’a, güneyde Bursa’ya dek uzanan devasa bir sistem. Bu sistemde yer alan yerleşimler, en hızlı büyüyen yerleşimler ve istisnasız tümü deprem kuşağında. Bu denli büyük bir nüfusun bu kadar küçük bir alana yığmanın “teknik” ilkelerle açıklanabilecek hiçbir yanı yok. Sadece bu da değil ki- Son 20 yıldır Türkiye nüfusunun, kıyı bölgelerine akmakta oluşu da bu kolay büyüme stratejisinin bir sonucu. Büyümek, her ne pahasına olursa olsun büyümek, bu güç birliği için olmazsa olmaz önemde. Hızlı büyümeyen kentlerde, büyüyormuş gibi görünmek, kentin gelişimini yönlendirmemek, nüfusun kat kat üstünde arsa stokunu hazırda tutmak bu stratejinin öğeleri arasında. Bunların yetmediği durumlarda yabancılara satış yapmak, emlak satışı üzerinden vatandaşlık vermek, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından bile konut fiyatlarının artışı yönünde fırsat çıkarmak, ne pahasına olursa olsun büyümek zorunda olan bu koalisyonun sonuçları arasında. İmar afları, bu ittifakların sürmesi i��in gerekli etmenlerden sadece biri. Bu gözü karalık, bu kolay kazanma kültürü önünde, hepimizin deprem sonrasında şikayet ettiği mevzuat hükümlerinin, yapı denetim ilkelerinin durması elbette ki imkânsız. Evet birkaç başarılı öykü var örnek gösterebileceğimiz, ama hepsi bireysel kahramanlık öyküsü- 6 Şubat’ta Hatay, Erzin’in her tür baskıya direnen belediye başkanı, ya da 17 Ağustos’da Tavşancıl yerleşiminin öyküsü. Yine çok sayıda örnekte olduğu gibi burada da yaşadığımız öykü, toplumsal bir soruna bireysel çözüm aramak zorunda kalışımız ve bu olmayınca azar yiyişimizin öyküsü.
Özellikle 2008 krizinden sonra Türkiye’nin büyümesinin iki temel kaynağı var- ucuz ve giderek daha da ucuzlayan emeğin artan sömürüsü ve kent rantları üzerinden büyümek, daha doğrusu gerçekte olmayan bir değer üzerinden büyüyormuş gibi görünmek. Tıpkı depremin birçok yerde deniz üzerinde yapılmış dolgu alanlarını geri alması gibi bunun da sürekli olması imkânsız. Ama hakkını verelim bu son derece kolay, ucuz ve hızlı bir büyüme stratejisi. Üstelik alternatif büyüme senaryolarına göre daha risksiz, daha garantili. Sürece kimlerin dahil olacağını denetleyebildiğin ölçüde gelir dağılımını da değiştirebilmenin mümkün olduğu, basit bir büyüme stratejisi: Toplumsal tabanı iyice daraltılmış, kazanımları yapay yollarla şişirilmiş bir büyüme koalisyonu sayesinde büyümek, daha doğrusu büyüyormuş gibi görünmek. İşte 6 Subat depremi sonrasında yaşadıklarımız bu ucuz büyümenin kaçınılmaz bir sonucu.
Başka bir kent mümkün mü?
Konut ve konutun üzerine kurulu olduğu arsa elbette ki piyasada alınıp satılabilen, üreticisine/ satıcısına bir kazanç getirmesi beklenen bir metadır. Ancak bir dizi öğe onu diğer metalardan ayırır. Bir yandan da temel bir ihtiyaç olan konut ve barınma, anayasada tanınmış ve güvence altına alınmış bir insan hakkıdır. Bundan dolayı konut ve arsa politikaları konutun hem meta hem de temel bir hak olduğunu dikkate alacak şekilde tasarlanmalıdır. Konutun ihtiyaç özelliği öne çıkarılır ve sadece vatandaşlık hakkı olarak gören katı politikalar izlenirse, bu kez kâr güdüsüyle konut üretecek müteahhitler ve ellerindeki arsaları üzerinde konut yapılmak üzere bu müteahhitlerle sözleşme yapacak arsa sahipleri bulmak mümkün olmayacak, bu durumda devletin piyasaya çok sert müdahalelerde bulunması gerekecektir. Ya da diğer uca gidip, konutu sadece bir meta olarak görür ve vatandaşlık hakkı olduğunu unutup üretimi tümüyle piyasaya bırakırsanız bu kez de, asıl ihtiyaç sahiplerinin konuta erişemediği bir piyasa yaratmış olursunuz. Bundan dolayı konut politikalarını belirlerken devlet, bu ikisi arasında dengeyi gözetecek şekilde piyasaya müdahale etmek durumundadır. Bu müdahaleler, üretim sürecinin denetlenmesi, imar rantlarının vergilendirilmesi, kira düzenlemeleri ve kiralık konut arzını sağlamak üzere sosyal konut üretimine yönelmek şeklinde olabilir; bunların tümü konutun bir spekülasyon aracı olmasını önlemeye yöneliktir. Çoğu Avrupa ülkesinde izlenen yol da budur. Türkiye’de devletin konut üretimine müdahalesinin bırakın bu dengeyi kurmak, tam tersine konut yapımcılarının ve arsa sahiplerinin kazançlarını en çoğa çıkarmak şeklinde olduğunu söylemeye gerek bile yok sanırım. 2000’ler boyunca Türkiye çoğu Avrupa ülkesinin üzerinde konut üretimi gerçekleştirdi. Ama bu konutu bir barınma hakkı anayasal bir hak olarak gören bir üretim değil. Tersine konut üzerinden devlet denetiminde ve güvencesinde kâr ve rant elde eden, nüfusun büyük çoğunluğunu dışarıda bırakan bir sistem. Sağlıklı bir konut piyasasında mevcut konutların %4-5 kadarının boş olması makul, hatta gerekli karşılanırken, bugün Türkiye’de çoğu yerde konutların %10-15’inin bilerek boş tutulması da bunun kanıtı.
Türkiye en başından bu yana bilerek, isteyerek kent toprakları üzerinde oluşan (çoğu durumda yapay olarak yaratılan ve şişirilen) rantı, vergilendirmeme yolunu seçti. Yapay olarak yaratılan bu rantın toplumda nasıl paylaşıldığı, en temel paylaşım sorunlarından biri olageldi. İlk başlarda bu rantın geniş toplum kesimlerine dağıtılması ile finanse edildi kentleşme süreci. Ancak daha sonra devletin kendisi, giderek büyüyen ve büyümesine de katkıda bulunduğu bu rantı daha dar bir kesime paylaştırmayı tercih etti. Ve AKP tarafından seçilmiş küçük bir grubun büyük kazanımlar elde ettiği bu yağma kültürünün bizi getirdiği nokta ortada.
Şimdi hepimizin sorması gereken- gerçekten de başka bir kent mümkün mü? Bu yağma sonucunda öylesine çirkin ve birbirine benzeyen bir kent dokusu kuruldu ki, yeni bir kenti bugünden yarına değil gerçekleştirebilmek, tasavvur edebilmek bile kolay değil. Bunun ilk adımı elbette ki konutu sadece bir yatırım aracı olarak gören zihniyeti acilen terk etmek ve gerektiğinde konut mülkiyetine kısıtlamalar da koyarak konutun barınma hakkı olduğunu gözeten bir zihniyete geçmek. Bu da elbette 2000 sonrasında inşaata ve ucuz emeğe dayalı kalkınma stratejisinin terk etmek, daha kapsayıcı, kalıcı bir stratejiye geçmek demek. Bunun için “bana bir yıl verin çözeyim” diyen zihniyetten kurtulmamız gerek acilen.
Unutmayalım Türkiye bu açgözlü büyüme koalisyonlarının varlığını devam ettirmesi için çok büyük bedeller ödedi. Kendi çıkarını kollayan, gerisini umursamayan kabilelerden oluşan bir topluluk yerine yeniden bir toplum olabilmenin yollarını aramamız gerek. 6 Şubat depremi sonrasında toplumun gösterdiği koşulsuz dayanışma, bu konuda çok şey öğretti hepimize. Sabırla, konuşarak, dayanışma içinde mevcut birikimi değerlendirmek, yeni bir çıkış yolu aramak durumundayız ve bu, hepimize düşen bir sorumluluk.
0 notes