Tumgik
#seferin kızı
turqlands · 3 days
Text
İNSANIN DEĞERİ
Kanu Harada. 17 yaşında bir lise öğrencisi. Hokkaido Engaru Lisesi’nde okuyor.
Hokkaido Japonya’nın en kuzeyinde bir ada. Ulaşımın zor olduğu dağlık bir bölge. Burada bir tren istasyonu var. Adı, Kami-Şirataki. Ama artık pek işlek değil. Çünkü ada halkı yaşlanmış, merkezle pek işleri kalmamış. Merkezle ada arasında pek işlek bir yol da yok. Yük taşıyan trenler ise artık buraya uğramıyor. Adı, “Keşfedilmemiş İstasyon”a çıkmış
Japonya Demiryolları sürekli zarar eden, trenlerin boş gidip, boş geldiği bu istasyonu kapatmaya karar veriyor. Ama bir de bakıyorlar ki, Kanu Harada’nın okuluna zamanından gitmesi, evine zamanında dönmesi için tek vasıta bu tren. Ve karar veriyorlar Kanu mezun oluncaya kadar istasyonu açık tutmaya. Ve trenin gidiş dönüş saatlerini, Kanu’nun okul saatlerine göre ayarlıyorlar.
Zaman çabuk geçti. Tren, 26 Mart 2016’da, saat 07:16’da son seferine çıkıyordu. Temizlendi, süslendi, üzerine “Tebrikler”, “Hoş Geldiniz” gibi yazılar yazıldı. İlçenin son öğrencileri ve bölge sakinleri trene el sallamak ve treni son yolculuğuna uğurlamak için istasyonu doldurmuştu. Herkes hüzünlü bir mutluluk içindeydi. Kuşkusuz en mutlu olan ise Kanu’nun babasıydı. Çünkü kızı mezun olmuş ve tren onu mezuniyet törenine götürüyordu. Devletin treni, Devlet Babanın treni. Halkın treni. Karlar arasında yavaş yavaş süzülen trenin arkasından el sallarken, hem gülümsüyor, hem de gözlerinden huzur göz yaşları süzülüyordu.
Bir başka sürpriz daha bekliyordu, Kanu’yu. Okul arkadaşları, öğretmenleri istasyonda bekliyordu. Üç yıl boyunca tek başına aksatmadan okula gelip mezun olan öğrencilerini, arkadaşlarını kucaklayıp, kutlamaya gelmişlerdi.
VE BİZ…
Tasarruf Tedbirleri Genelgesi kapsamında, Aydın'ın Söke ilçesindeki köylerde okuyan öğrencilerin okula servisle taşınma hakları ellerinden alındı. (Gazeteler) En yakın okul 40 km. uzakta.
Aydın ve Söke sadece bir örnek. Simge. Aslında 22 yılda kapatılan köy okullarının sayısı, 32.401. Okulsuz kalan öğrenci sayısı 2002 yılı itibariyle, 609.137.
Dinsiz Japonya, tek bir öğrenci için yıllarca tren çalıştırırken, dindar Türkiye, önce 32.401 okulu kapatmış, sonra da taşımalı sistemi kaldırarak, 609.137 çocuğun eğitim hakkını elinden almış.
İtibardan tasarruf etmeyen zihniyet, insandan tasarrufu bir yana bırakın, insan kıyımı yapmış.
Tumblr media
🕊️
Köylerinde okul olmayan, servis hakları kaldırılan 610 bin köy çocuğu, okuyabilmek için cemaatların yurtlarında kalmak zorunda bırakılıyorlar.. 😤😡🤬
5 notes · View notes
yalnzardc · 1 month
Text
SULTAN II. MURAD HAN
Çelebi Mehmed'in beş oğlundan en büyüğüdür.
Bazı kaynaklara göre "Divitvar Ahmed Paşa'nın kızı olan Şehzade Hatun'dan dünyaya gelmiştir."
Amasya'da dünyaya gelmiş ve yine Amasya'da sancak beyliğinde bulunmuştur.
Tahta cülus ettiğinde 18 yaşında olup, takriben otuz yıl tahtta kalmıştır.
Vefat ettiğinde 48 yaşında olan Sultan, "Osmanlı tahtına iki defa çıkan üç padişahtan birincisidir."
Türbesi Bursa'dadır.
Amcası düzmece Mustafa bizansın da yardımı ile 2. Murada isyan etmiştir. İki ordu Bursada karşı karşıya geldiler. Düzmece Mustafa etrafında ki güçler dağılınca Rumeli'ye kaçmak istedi ama Tuna nehri yakınlarında yakalandı ve hisar burcuna asıldı.
2. Murad bu olayın ardından Bizans ile hesaplaşmak için İstanbulu kuşatmış lâkin kardeşi Mustafa çelebinin isyanı sonucu 64 gün sonra muhasarayı kaldırmıştır.
Şehzade Mustafa İznik Kalesi'ni 40 gün muhasara etti. Neticede Şehzade Mustafa ile birlikte hareket eden Lala İlyas, bizzat kendisi Şehzade Mustafa'yı İznik dışında bir incir ağacının altında öldürerek cesedini Bursa'ya göndermiştir.
Sırbistan seferi ve ardından belgrad seferine çıkmıştır.
Sultan 2. Oğlu Mehmet 12 yaşındayken Manisa'ya çekildi.
1444 senesinde haçlı kuvvetlerine karşı varna savaşını yapmak için geri döndü ve ordunun başına geçti.
Haçlı ordusu bozguna uğradı. Bu savaş 9 saat sürmüştü
Daha sonra haçlılar tekrar harekete geçti ve 2.kosova savaşı oldu. Bu savaş 3 gün sürdü.
Emir Sultan'dan kılıç kuşanarak, Osmanlı'da kılıç kuşanma merasimini başlatan ilk Osmanlı Padişahıdır
Şeyhülislâm makamını ilk olarak Osmanlı'da başlatan padi şah olmuştur.
Şiirleri kayıt altına alınan ilk Osmanlı padişahıdır.
Onun döneminde Osmanlı'nın er toprak bütünlüğü 880 bin km² idi.
Bir baş ağrısına yakalanıp 3 gün sonra vefat etmiştir.
Otuz sene, altı ay, on yedi gün saltanatta kalmıştır.
2 notes · View notes
haytaogluyunus · 11 months
Text
Tumblr media
ANMA
BUGÜN BÜYÜK SELÇUKLU SULTANI
BİRİNCİ MELİKŞAH’IN ÖLÜMÜNÜN YIL DÖNÜMÜ RAHMETLE ANIYORUM.
Melikşah, 6 Ağustos 1055 Pazar günü doğmuştur. Çocukluğu İsfahan ve civarında geçmiştir. Babası Alparslan, kabiliyeti ve cesareti ile dikkati çeken Melikşah ile yakından ilgilendi. Melikşah uzun boylu, biraz şişmanca ve beyaz tenli olarak tasvir edilmiştir.
Melikşah babası ile birlikte küçük yaşta Gürcistan seferine katıldı. Aynı yılda Karahanlılar Han'ının kızı Terken Hatun ile evlendirildi. Alparslan 1066 tarihinde Melikşah'ı veliaht tayin etti ve "ikta" (veya tımar) olarak İsfahan şehri verildi.
1071'de babası Alparslan ile Suriye'ye sefere çıktı. Babası Bizans İmparatoru Romen Diyojen'in Anadolu'da ilerleyişini durdurmak için kuzeye yöneldi (ve Malazgirt Meydan Muharebesi'ni yaptı). Melikşah bu sırada Suriye'de Halep'te kaldı. 1072'de yine babası Karahanlılara karşı bir sefer yapmakta iken onunla birlikteydi. Babası bu seferdeyken esir aldığı bir Karahanlı kale komutanı olan Yusuf Harzemi tarafından öldürüldü.
Melikşah Selçuklu ordusu başına geçti ve sultanlığını ilan etti. Çağrı Bey'in oğlu olan amcası Kavurt Bey Melikşah'ın sultan olmasını kabul etmedi. Melikşah yanında Vezir Nizam-ül Mülk ile birlikte batıya İran içine yürüdü. Kavurt Bey'in ordusuyla 17 Nisan 1073'te Karaç yakınlarında (günümüzde İran'da "Erak") "Karaç Muharebesi" 'ne girişti. Bu muharebede Melikşah'ın ordusunda bulunan birçok Türkmen asker çarpışma sırasında Kavurt Bey'in ordusuna katıldı. Buna rağmen Melikşah ve ordusu galip geldi. Kavurt Bey idam edildi ve iki oğlunun gözlerine mil çekilip kör edildiler. Böylece Selçuklu ülkesinde bulunan emirler arasında Melikşah sultan olarak belirlenmiş oldu. 1074'te Bağdat'ta Abbâsî halifesi tarafından Melikşah'ın sultan olduğunu resmen ilan etti.
0 notes
bir-kedi-sever · 5 years
Text
youtube
6 notes · View notes
bisohbet-blog · 5 years
Photo
Tumblr media
Sancar Efe mi? Gediz mi?
1 note · View note
heavenicons · 4 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
nare çelebi (neslihan atagül) icons
♡ like or reblog if you save; @ilybrkdnz on twitter
28 notes · View notes
solitude2509 · 3 years
Text
Ben Sevgi Şen.
20 yaşındayım. Kendim olmaktan da nefret ediyorum, ailemin ilk göz ağrı olmaktan da, anne ve babamın kızı olmaktan da, Sevgi olmaktan da nefret ediyorum. Çünkü nefret ettirdiler. Nefes almaktan da yaşamaktan da nefret ediyorum. Zor nefes alıyorum. Keşke bişi yapabilsem de herkesten kurtulabilsem de kendimden de. Ama ölmekten korkuyorum. Yapamıyorum. Hissizleştim, duygusuzlaştım bunun bütün sebebi ailem ve etrafımda olan insanlar. Ben yoksa yaşamayı seviyordum kendim olmayı seviyordum. Ama yitirdiler beni. Ruhumu öldürdüler. Kendim olmaktan çıktım. Sevilmek istedim biri çıktı karşıma çok güvendim ona 1 senede tanıdığım halde. Ama o da oynamış benimle meğer. Ben insanların gözünde hatta hiç kimsenin gözünde değer biçilebilen verilen biri değilim. Saf olduğum için çok değer verdiğim için insanlar bana değer vermiyor belki de çok kaldırıyorum bi taraflarını ama akıllanamıyorum. Her seferinde üzülsem de dağıtsam da kendimi her seferin de darbede yesem akıllanmıyorum. Ben ben olmaktan çıkmışım. Ben Sevgi değilim. Duygusuz, hissiz yaşayan bir ölüyüm. Ayaktayım nefes alıyorum ama ölüyüm. Ben böyle olmak istemedim beni bu hale getirdiler…
4 notes · View notes
aygultopal35 · 4 years
Text
20 Ekim 2020 Salı
Sadrazam Şehit Ali Paşa'yı Bilir misiniz?
Osmanlı tarihiyle hayli ilgilenmiş olmama karşın açıkçası Sadrazam Şehit Ali Paşa hakkında pek bir şey bilmezdim. Ta ki Servet Taşdelen bir yerlerde onunla ilgili bir şeyler yazıncaya kadar. Onun yazdıklarını okuyunca araştırmaya karar verdim. Araştırdıkça altından neler çıktı neler.
Sadrazam Damat Şehit Ali Paşa (ya da Silâhtar Ali Paşa), III. Ahmed’in saltanatında 3 yıl 8 ay sadrazamlık yapmış olan bir devlet adamı. 1709 yılında III. Ahmed’in kızı Fatma Sultan’la nişanlandıktan sonra ikinci vezir rütbesine gelmiş, 27 Nisan 1713’de sadrazamlığa getirilmiş. Osmanlı İmparatorluğu 1699 yılında imzalanan Karlofça Barış Antlaşmasıyla Mora yarımadasını Venediklilere terk etmek zorunda kalmıştı. Venedikliler antlaşma hükümlerini çiğneyerek Karadağ’da çıkan isyanda isyancıların yanında yer aldılar. Bununla da kalmayıp İstanbul ile Mısır arasında sefer yapan Osmanlı ticaret ve hac gemilerine saldırmaya başladılar. Bunun üzerine Osmanlı İmparatorluğu 8 Aralık 1714'te Venedik'e savaş ilan etti. 1715 yazında Sadrazam Şehit Ali Paşa komutasındaki Türk ordusu Venediklilerin elinde olan Mora Yarımadası'na doğru ilerledi ve altı hafta içinde Karlofça Antlaşmasıyla kaybedilen Mora Yarımadasını tümüyle geri aldı. Osmanlı topraklarına katıldığı halde Girit’te Venediklilerin elinde kalan Suda ve Spina Longa kalelerini de ele geçirdi. Böylece Girit tümüyle Osmanlı topraklarına katılmış oldu.
Bu büyük başarılardan sonra Sadrazam Şehit Ali Paşa, ordunun başında Avusturya'ya doğru yürümeye başladı. Ali Paşa, Prens Eugen komutasındaki Avusturya ordusuyla girişilen Petrovardin savaşı sırasında askerlerine cesaret vermek için ön saflarda çarpışırken alnından vurularak öldü. Şehit Ali Paşa olarak anılmasının nedeni budur. Sonrasında Osmanlı ordusu savaşı kaybetti, paşanın cenazesi Belgrad’a getirilip kendisi için yaptırılan türbeye gömüldü.
Şehit Ali Paşa, kısa süren sadrazamlığı sırasında bu önemli savaşların yanında bazı önemli sosyal olaylara da imzasını atmış. İlmiye sınıfında yaptığı düzenlemeyle medreselerde (günümüzün üniversitesi gibi düşünülmeli) çocuk yaşta müderrislik unvanı (günümüzün profesörlüğü gibi düşünülmeli) verilmesini yasaklamış. Mısır’a köle olarak getirilen Habeşlilerin hadım edilmesi uygulamasını kaldırmış, zeamet müessesinde ilerici düzenlemeler yapmış.
Sadrazam Şehit Ali Paşa şiirle ve astronomi başta olmak üzere bilimle ilgilenir, kitap toplarmış. Kitaplara o kadar değer verirmiş ki yurtdışına kitap satılmasını yasaklamış. Fihristi 4 cilt defter tutan kitaplarını kendi kurdurduğu kütüphaneye vakfettikten sonra Avusturya seferine gitmiş. Bu seferde şehit oluşu üzerine Şeyhülislam Ebu İshak İsmail Efendi, paşanın kitaplarından felsefe, astronomi, şiir ve tarihe ait olanlarının vakfedilmesinin dinen caiz olmayacağına dair fetva vermiş ve bu kitapların elden çıkmasına neden olmuş. Sonuçta koca kitaplık yok olmuş gitmiş.   
Osmanlı’nın çöküşü bilimden, sorgulamaktan, felsefeden, sanatın her türünden dolayısıyla yaratıcılıktan kopmasıyla başladı. Biat kültürü, bunların önündeki en önemli engeldi. Osmanlı bunu aşamadı. O nedenle önce aydınlanmayı, sonra sanayi devrimini, demokrasiyi ıskaladı ve kaçınılmaz olanı yaşadı. Cumhuriyetin ilk kuşakları bunu tersine çevirmeye çok çabaladılar. Ne var ki biat kültürünü aşmak o kadar kolay değil. Onun için eğitimde bir türlü bilime, sorgulamaya, dayalı bir çıkış sergileyemiyoruz, onun için 21’inci yüzyılla ve gelecekle değil, önceki yüzyıllarla, geçmişle uğraşıp duruyoruz.
4 notes · View notes
unutma1864 · 4 years
Text
Osmanlılar içinde Çerkesler;
Osmanlılar; 1475 yılında Venedik kolonileri olan Kefe’yi hemen sonra da Azak’ı ele geçirmişlerdi. Kırım hanlığı da Osmanlı himayesine girmişti, Kafkasya’yla sınır olunmuştu. Bu tarihten sonra Osmanlı Çerkes ilişkileri gelişmeye başlar.
Yavuz Sultan Selim, 1517’de Mısır’ın fethine yardım eden, Çerkes Hayri beyi Mısır’a vali olarak atadı. Çok sayıda Çerkes bilgin ve askerleri de beraberinde İstanbul’a getirmişti.
Asıl münasebetler 1700 yıllarda başlayarak daha yoğunluk kazanmıştır. Şöyle ki; Rusya sıcak denizlere inmeyi ve Hindistan’ı ele geçirmeyi devlet politikası haline getirmişti. Bu amaçla, Balkanlardan ve Kafkaslardan saldırılara başladılar. Çerkesler, Kafkaslardan geçişe izin vermiyorlardı. Her defasında artan kuvvetlerle, saldırı üzerine saldırı yapıyorlardı. Ruslar ortak düşman olduğundan, Osmanlı Çerkes yakınlaşmasını daha da arttırmıştır.
Osmanlı- Kafkasya münasebetleriyle ilgili belgeler azdır. “Evliya Çelebi Seyahatnamesi” ve Ferruh Ali Paşan’ın kâtibi Haşim Efendi’nin “Çerkesistan Gezi Notları” vardır.
Rusların Kafkasya’ya saldırıları sebebiyle Osmanlı Battal Hüseyin Paşayı 30 bin askerle Kafkasya’ya gönderdi. Ancak beceriksiz ve ürkek olan Battal Hüseyin Paşa, Ruslarla savaşmak yerine yanındaki birkaç kişiyle Ruslara iltica etti. Başsız kalan Osmanlı ordusu ve Çerkesler Anapa'ya çekilmek zorunda kaldılar.
Çerkesler, cephane ve erzak yardımı yapılması halinde Rusları durdurabileceklerini söylediler. Ancak Osmanlı en zayıf zamanlarını yaşıyordu, yardım yapılamadı. Dünyanın en güçlü ordusu karşısında yenilmekten kurtulamadılar. Savaş sonrası da vatanlarından sürüldüler. Tahminen 1-1,5 milyon kişi Osmanlı topraklarına sürülmüştür. (1864) Bu dramatik olay kelimenin tam anlamıyla bir faciadır. Bir soy kırımdır. Açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle kitleler halinde toplu ölümler meydana geldi. Osmanlı, Çerkeslerin büyük bir kısmını Balkanlarda Osmanlının uç bölgelerinde Müslümanlarla Hıristiyan tebaanın arasına yerleştirmişlerdi. 1878 Osmanlı Rus savaşında “Gönüllü Çerkes süvari birlikleri” oluşturuldu. Bu birlikler Ruslara büyük kayıplar verdirtmişti. Ancak 250 bin kişilik Rus ordusu karşısında 50 bin kişilik Osmanlı ordusu yenilmişti. Savaş sonrası yapılan Bükreş Antlaşmasına Rusya; Balkanlarda tek Çerkes’in bile bırakılmayacağı maddesini koyduğundan bu defa ikinci defa zorunlu göçe tabi tutuldular. Göç edemeyen Çerkes köyleri, Ruslar tarafından, çoluk çocuk, hasta, yaşlı demeden canlı canlı yakıldılar. Göç edenler Anadolu’da geniş alana, iki Türk köyü arasına, 40 hanelik Çerkes köyleri olacak şekilde yerleştirildiler. Bir kısmı da o zamanlar Osmanlı toprağı olan Suriye ve Ürdün topraklarına yerleştirildi. Bu gün Türkiye’deki mevcutları hakkında rakam vermek zordur. Anadolu’da 750 civarında Çerkes köyü olduğu tahmin edilmektedir. Ancak farklı bir coğrafyaya uyum sağlamaları o kadar kolay olmadı. Çok sıkıntılar yaşandı. Anadolu’nun Müslüman Türk halkından ise göçmen Çerkesler çok yardımlar görmüşlerdir.
Çerkesler için Osmanlı kutsal devlet, Türkler ise kutsal milletti. Anneleri, eşleri ve damatları Çerkes olan padişahlar vardır. Osmanlı toprakları Çerkeslerin ikinci vatanları olmuştur.
Osmanlı kaynaklarında; Hadikalel Vüzera (Vezirler Bahçesi), Sefinatü’r Rüesa (Reislerin Kitabı), Devhatül Mesayih (Şeyhlerin Şeceresi), Sicili Osmanî (Osmanlının Sicili) gibi kaynaklar Osmanlıda görev almış kişiler hakkında bilgi vermektedir.
Bu eserlerin tetkikinden Çerkes kökenli: Sadrazam, Şeyhülislam, Vezir, Paşa, Müşir (Maraşal), Serasker(Ordu Komutanı), Kaptanı Derya (Deniz Kuvvetleri Komutanı), Serdar,Vali, Büyükelçi, Cündi (Süvari Komutanı) gibi görevlerde bulunmuş olan Çerkesler 450‘nin üzerindedir. 250 kadarı paşa unvanı almıştır. 100 civarında Müşir (Maraşal) vardır. Birçokları da savaş alanlarında şehit olmuşlardır. Sadrazamlık yapmış olanlar, 12 kişi olup kısa biyografileri şöyledir:
Özdemir Oğlu Osman Paşa (1527-1585):
Habeşistan’ı fetheden Thuşt Özdemir Paşanın oğludur. Kahire’de doğdu. Osmanlı İmparatorluğunun ünlü komutanlarındandır. Taaz, Güney Kafkasya ve Azerbaycan fatihi olarak isim yapmıştır. Mısır, Yemen, Habeşistan ve Diyarbakır Beylerbeyliğinde bulunmuştur. 25 Temmuz 1584’te sadrazam olmuştur.
Derviş Mehmet Paşa (1585-1655):
İstanbul’da doğdu. Padişah IV. Murat zamanında Suriye’de Askeri seferlerde bulundu.1638’ de Diyarbakır Beylerbeyi oldu. Çanakkale Boğazını kapatan Cenevizlileri bozguna uğrattı.1651’de Anadolu Beylerbeyi, 1652’de kaptanıderya oldu. 20 Mart 1653’te Sadrazam oldu.
Çerkes Ahmet Paşa (?-1625):
Şam valiliği ve Kubbe vezirliği yaptı.1624 yılında IV. Murat zamanında Sadrazam oldu. İran seferine giderken Tokat’ta hastalanarak 1625 yılında vefat etti.
Siyavuş Paşa (?-1662):
İstanbul’da doğdu. Abaza Paşa adıyla anılır. 1642’de kaptanıderya oldu. I.Ahmet’in kızı Gevher hatun ile evlenerek saraya damat oldu. Erzurum, Diyarbakır ve Silistre valiliklerinde bulundu. 1651’de sadrazam oldu. Devleti zorbalardan temizledi. Bosna valiliğine atandı. Silistre muhafızlığı yaptı. Daha sonra ikinci defa sadrazam oldu.
Melek Ahmet Paşa (?-1662):
Çok iri yapılı olduğu için Malak adı takılmıştı. Yüksek makamlara geçince lakabı Melek’e çevrildi. Diyarbakır ve Musul muhafızlıklarında bulundu.1640’ta Kubbe veziri oldu. IV. Murat’ın kızı Kaya Sultanla evlenerek saraya damat oldu. Şam, Halep, Van ve Bosna beylerbeyliklerinde bulundu. Kara Murat Paşanın yerine sadrazam oldu. Namuslu, dürüst ve kabiliyetli kişileri kollayan ve koruyan hayırsever bir kişi idi. Meşhur seyyah Evliya Çelebi’nin yakın akrabası idi.
Silahtar ve Nişancı Süleyman Paşa (?-1715):
Kuzey Kafkasya’da doğdu. III. Ahmet döneminde silahtar oldu. Vezirlik yaptı. Halep valiliğinde bulundu.1712’de sadrazam oldu.
Palabıyık Hasan Paşa (1715-1790):
Kuzey Kafkasya’da doğdu. Cezayirli Hasan Paşa adıyla da anılır. Avusturya savaşlarında ve Osmanlı donanmasında başarılı hizmetleri oldu. Ruslara karşı yapılan savaşlarda başarılar gösterdi. Ruscuk seraskerliği yaptı. Arnavutluk’ta çarpıştı. Suriye’de ve Mısır’da çıkan isyanları bastırdı. Başarılarından dolayı kaptanıderya yapıldı. Sivastopol’dan gelen Rus donanmasını yenilgiye uğrattı.
Meyyit Hasan Paşa (?-1810):
Sadrazamlık makamına getirildiğinde (7 Haziran 1789) hasta olarak yatıyordu. Bu sebeple cenaze manasına (meyyit) denilmişti. Önceleri Vidin muhafızlığı ve vezirlik yapmıştı. Tırhala ve Ruscuk muhafızlıklarında bulundu.
Hüsrev Koca Mehmet Paşa (1776-1885):
Koca denmesi yüz yaşından fazla yaşadığı içindir. Vezirlik, Mısır valiliği başta olmak üzere muhtelif valilikler, seraskerlik yaptı. Kaptanıderya oldu. Padişah II. Abdülmecit devrinde sadrazamlığa getirilmiştir. Birçok devlet adamı yetiştirmiştir.
Tunuslu Hayrettin Paşa (1819-1890):
Babası (Tlaş) Topal Hasan Paşa, Çerkes-Rus savaşında şehit olması üzerine Kafkasya’dan çocuk yaşta getirildi. Tunus valisi Ahmet Paşa’nın himayesine verildi. Subay olarak orduya girdi. Başarıları rütbe ile ödüllendirildi. 1850’de general,1855’te korgeneral oldu. Osmanlı-Rus savaşında 12 bin Tunuslunun savaşa katılmasını sağladı. II. Abdülhamit devrinde 1879’da sadrazam oldu. Ancak padişahla anlaşamaması sonucu istifa ederek görevinden ayrılıyor. İkinci defa sadrazam yapılması için yapılan teklifleri reddetti. Çok dirayetli bir yapısı vardı. Dalkavukları ve beceriksiz kişileri devletten uzaklaştırdı.
Tunuslularca milli kahraman ilan edildi.1968 yılında kemikleri İstanbul’dan Tunus’a götürülmüştür. Arapça ve Fransızca'yı çok iyi biliyordu.
Salih Hulusi (1864-1939):
Liman reisi Dilaver Paşa’nın oğludur. 1888’de harp akademisini birincilikle bitirdi. Almanya’ya gönderildi. Dönüşünde birçok önemli görevlerde bulundu. II. Ordu komutanlığı yaptı. Harbiye nazırlığı, bahriye nazırlığı ve nafıa nazırlığı görevlerinde bulundu. 8 Mart 1920’de İstanbul hükümetinde başvekillik görevine getirildi ise de kısa bir süre sonra istifa etti ve bir daha görev almadı.
Çerkesler, Osmanlının son zamanlarındaki kötü gidişi durdurmak için vatansever aydınlar tarafından girişilen her sosyal aktivitenin içinde yer almışlardır. Mitinglerde, kurulan cemiyetlerde, Batı Trakya’da kurulan Türk Cumhuriyetinde, Trablus’a İtalyanlarla savaşmak için giden vatanseverler arasında, Teşkilatı Mahsusa'da, Balkan ve İlk Dünya savaşında yer almış ve önemli hizmetler görmüşlerdir. Kurtuluş Savaşının safhalarında (Amasya Mülakatı, Sivas ve Erzurum kongrelerinde, TBMM açılışında) Mustafa Kemal’in yanında yer alan komutanların bir kısmı Çerkes’dir.
Yaşanmış bazı ferdi olumsuzluklarda vardır. Hangi etnik kesimi ele alırsanız alınız, hepsinde yaşanmış olumsuzluklar görülür. O olumsuzlukları kaşımanın ve günümüze taşımanın kimseye faydası yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti üniter bir devlettir. Her vatandaş, etnik kökenine bakılmaksızın, liyakate göre her göreve gelebilmektedir. Çerkeslerde, bu genel kuralın dışında değildir. Önemli olan vatanı sahiplenmek, sevmek ve hizmet etmektir.
Yaşar Doğu, Hamit Kaplan, Gazanfer Bilge, Adil Candemir, Tevfik Yüce, Mahmut Atalay, İrfan Atan vs. gibi, Çerkes kökeninden gelen ve her biri Balkan, Avrupa, Akdeniz Oyunlarında ve Dünya şampiyonalarında Türkiye’ye çok sayıda şampiyonluk ve madalya kazandırmışlardır. Çok sayıda güreşçi de yetiştirmişlerdir. Her konuda vatana katkıda bulunmak şiarındadırlar.
Çerkeslerin, Türk kültürüne de önemli katkıları olmuştur.
Çerkesler; farklı bir kültüre sahiptiler. Kültürlerini, Anadolu’ya da taşımışlar ve Anadolu kültürüne katkıda bulunmuşlardır. Şu sözler çok duyulur: Çerkes Pastası, Çerkes Tavuğu, Çerkes Peyniri, Çerkes Biberi, Çerkes Tuzu, Çerkes Sofrası, Çerkes Atı, Çerkes Eyeri, Çerkes Kemeri, Çerkes Kaması, Çerkes Kalpağı, Çerkes Elbisesi, Çerkes Düğünü, Çerkes Mızıkası, Çerkes Gelini, Çerkes Delikanlısı, Çerkes Kızı, Çerkes Göreneği vs. gibi sözler, Türk literatürüne girmiştir.
Geleneklerine çok bağlıdırlar. Bir o kadar da yurttaş olarak devlete bağlıdırlar. Anavatanları Kafkasya, Türkiye’de ikinci vatanları olmuştur.
II. Dünya savaşından sonra Kafkasya’dan Amerika’ya gidip New Jersey’e yerleşmiş ve belki de Türkiye’yi hiç görmemiş Çerkesler vardır. Her sene Amerika’da düzenlenen Türk haftasına orijinal giysileri için de ve ay-yıldızlı bayraklarla katıldıklarını duyuyoruz. Memnun da oluyoruz. Türkiye’ye bakış açısını göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Dünya da 40 ülkede Çerkes vardır. Yukarıda da belirtildiği gibi, en çok yaşadıkları ülke Türkiye’dir.
Açılım tartışmalarının devam ettiği günümüzde, şu hususlara dikkat çekmek istiyorum:
Tarih boyunca; Türkü, Kürt'ü, Çerkes’i birlikte, içi içe yaşadı, aynı inancı paylaşıyor. Kuran ve İslam bizi kardeş yaptı. İslâm’a inananlar kardeştir. Biz kardeşiz. Sevgili peygamberimiz veda hutbesinde “Arap’ın Aceme ve Acem’in Arap’a üstünlüğü yoktur.” demiştir. Zaten amaç mutlu olmak değil mi? Bu gün bu güzel vatanda, vatandaşlık bilinciyle ve birbirimizi severek refah içinde, mutlu olmamamız için hiçbir sebep yoktur. Hiçbir etnik kesime ayrıcalık tanınamaz, hiçbiri dışlanamaz. Hiçbir hak vatanın, bölünmesi ve parçalanması yönünde kullanılamaz. Üniter yapı sulandırılamaz. Vatanseverlik; Kuru kuruya sözle olmadığı gibi, bir etnik kökene mensubiyetle de olmaz. Gerçek vatanseverlik; Vatan için maddi manevi yapılan öz verili, faydalı güzel şeylerle olur.Gerçek vatansever vatanı için bir şeyler yapabilendir hem Türkiye hem anavatan içinde bir şeyler yapalım işte o zaman gerçekten kalıplaşmış klişeleşmiş olgulardan uzakta realiteyi ortaya koyacağımıza yürekten inanıyorum...
1 note · View note
parisdiesel · 3 years
Text
Pers imparatoru Kandiş Mısır seferine çıkarken zaferinden emindi. Çünkü bütün kâhinleri ittifak halindeydi. ”Zühre yıldızı” demişlerdi hep bir ağızdan; “İmparatorun burcuna girdi.” Mısırın fethi yakındı. Öylede oldu. Kırk gün kırk gece sürer Nil’in yanı başındaki savaş. Ve Mısır düşer. Ama önceden müjdelenmiş bu fetih acımasız Pers İmparatoruna kâfi gelmez. Merkiz kalesinin önüne bir otağ kurdurur ve mağlup Mısır Kralı Kısamelutu huzuruna çağırtır. Amacı bellidir mağlup kralı daha da aşağılamak.
Muzaffer Pers alayları otağın önünden geçer önce. Ardından mağlup Mısır ordusunun Generalleri; başları önde ve yüzlerinde horlanmanın utancı. Generalleri öteki rütbeli askerler izler süngüsü düşmüş mısır ordusunun sefil artıkları… Hangi Kral bu utanç verici manzara karşısında aşağılanmanın ezikliğini duymaz ki.Oysa Mısır kralı yüzünü kırpmamıştı öylesine gururludur öylesine soğukkanlı. Perişan bir halde önünden gecen ordu sanki kendi ordusu değilmiş gibi. Sonra kralın sevgili kızı Mısır prensesi geçer otağın önünden beş paralık bir cariye kılığında. Pers ordusunun çirkin bir aşçı yamağı saçlarından tutup sürükler prensesi. Bunu gören Mısır ahalisinin acı çığlığı yeri göğü inletir. Hangi yürek o güzeller güzeli prensesi böyle bir düşmüşlük içinde görmeye katlanabilir? Fakat Mısır kralının kılı dahi kıpırdamamıştır. Bir aşçı yamağının cariyesi olan kız sanki kendi kızı değilmiş gibi. Az sonra kralın biricik oğlu veliaht prens geçer otağın önünden… Kolları bağlı ayakları prangalı, iki yanında dağ gibi birer Pers askeri darağacına doğru sürüklerler veliaht prensi ve hemen oracıkta idam ederler. Fakat kral kılını bile kıpırdatmaz. Az önce idam edilen oğul sanki kendi oğlu değilmiş gibi…. Sonunda hizmetçisi geçer otağın önünden. Mısır kralı yerden yere atar kendisini. Hizmetçisini zincire vurulmuş görünce acımasızca yumruklar göğsünü, dövündükçe dövünür, iki gözü iki çeşme… Pers İmparatoru hem memnundur bu manzaradan hem de hayretler içindedir… Ordusunu, kızını, oğlunu, ülkesini, her şeyini kaybetmiş kral soğukkanlılığını korur da; maiyetinde en değersiz kişinin hizmetçisinin perişanlığını göründüğünde böylesine yıkılmıştır. NEDEN: İnsan en değersiz şeyini kaybedince her şeyi kaybettiğini anlıyor.
0 notes
otagcomtr · 4 years
Text
Osmanlı'nın Son Mareşali: Sultan 4. Murad Han
Tumblr media
Osmanlı tarihinde çok eleştirilen  ve doğruluğu kesin olmayan iftiralarla en çok itham edilen padişahlardan birisidir Sultan 4. Murad Han. Genel olarak hükümdarlığı dönemi boyunca uyguladığı baskın iç ve dış politika ile alkol ve tütünü yasaklatmış,kahvehaneleri kapatmış tebdili kıyafet dolaşmış ve yasaklara uymayanları acımasızca cezalandırmış olan Sultan 4. Murad Han acımasız ve gaddar birisi olarak bilinmektedir fakat bunun aksine kendisi Bağdat ve Revan fatihi, Doğunun ve Batının Sultanı ünlü tarihçimiz İlber Ortaylı'ya göre ise "17.yüzyılın en büyük, Osmanlı'nın son mareşalidir". Sultan 4. Murad Han 17. Osmanlı Padişahı ve 96. İslam Halifesidir. 1623-1640 yılları arasında hüküm sürmüştür. I. Ahmed Han’ın oğlu olup 27 Temmuz 1612’de Mahpeyker Kösem Sultandan doğmuştur. 11 yaşındayken tam bir kaos ortamında Osmanlı İmparatorluğu'nun başına geçmiştir. Babası 1. Ahmet'in vefatı sonrasında tahta geçen amcası 1. Mustafa 2 kez tahttan indirilmiş, Osmanlı tarihinin ilk reformcusu olan ağabeyi 2. Osman reform karşıtları ve yeniçeri ocağı ile ilgili yapmayı planladığı köklü reformlar nedeniyle çıkan isyan sonrasında katledilmişti. Ebu Eyyûb el-Ensarî Türbesi’nde Aziz Mahmud Hüdayi’nin elinden kılıç kuşanan IV. Murad tahta çıktığı gün sünnetsiz olduğundan dolayı cülüsünün 5. günü sünnet edilmiştir bu da Osmanlı tarihinde bir ilktir. Çok fazla olumsuzluğun olduğu bir dönemde başa geçen 4. Murad Osmanlı'nın can ve mal güvenliği kalmamış, hazinenin tükenmiş olduğu bu noktada çocuk haliyle devletin başında buldu kendini. Devletin yeniçeriler ile yaşadığı sıkıntılar, Bağdat'ın safevilerden alınması konuları en çok baş ağrıtan konulardı. Osmanlı tam bir iç ve dış kaos içindeydi. Devlet yönetiminde kendisi küçük yaşta bir çocuk olduğu için Sadrazam Kemankeş Kara Ali Paşa kısa bir dönem öne çıktıysa da annesi Mahpeyker Kösem Sultan asıl yönetimi yapmıştır. 1632 yılında ise kendisi yönetimde gücünü göstermiştir. Kösem Sultan iktidarı
Tumblr media
Padişahın annesi Mahpeyker Kösem Sultan "Saltanat Naibesi" olarak başa geçtiğinde bu Osmanlı Hanedanı tarihinde ilkti. Bu yönetim süresi içinde imparatorluk büyük bir karmaşa ve anarşi içerisindeydi. Safeviler'in Bağdat'ı ele geçirmesi, Irak'ta Sünnilerin öldürülmesi ve Safevi ordularının Mardin'e kadar ilerlemesi başlıca ve en önemli sıkıntılardı. Orta Doğu'daki Sünni-Şii dengesinin bozulmasıyla Osmanlı'nın önemli eyaletlerinden olan Kırım-Mısır-Yemen-Lübnan karıştı. Özellikle Abaza Ahmed Paşa'nın Doğu Anadolu Bölgesinde çıkardığı 2 tane isyan iyice kızışmış ortamı daha fazla karıştırdı. Kuzey Anadolu'da işlevsizleşenTımar Sistemi ve buna bağlı artan yolsuzluklar sonucunda halk isyan başlattı. Safevilere karşı yürüttüğü seferde mağlup olan Sadrazam Hüsrev Paşa'nın azli (görevden alınma) üzerine 1632 yılında Yeniçeriler sarayı basarak sadrazam ile 17 devlet yöneticisinin kellesini istedi.  Bu olay üzerine yeni Sadrazam Hafız Paşa yeniçeriler tarafından katledildi. MUTLAK SALTANAT YILLARI 1632 Yılına gelindiğinde Sultan 4. Murad Han yönetimde etkili olmaya başladı, yönetime bir balyoz gibi çöken Murad Han öncelikle halkın dirliğini ve düzenini sağlamak açısından bir çok yasak getirdi, bunların başında Tütün ve Kahve gelmektedir. Yasağın sebebi ise 1630'lu yıllarda İstanbulda ki büyük yangındır. Yangın sonrası çıkabilecek ayaklanmalara karşı ise bütün kahvehaneler ve meyhaneler yıkılmıştır. Tütün içen insanların ise öldürülmeleri konusunda fetva çıkartılmıştır. Yıkılmasının başka bir sebebi ise kahvehaneler ve meyhanelerde yeniçeriler ile isyancıların bu mekanlarda toplanmasıdır. Kendisi çok otoriter ve baskın bir karaktere sahip bir insandı. Sürekli halk arasında tedbil-i kıyafet gezer kendi döneminde getirdiği yasaklara bizzat uyulup uyulmadığını teftiş ederdi, hatta bu sebeple yasağa uymayan meyhane ve kahvehanelere bizzat baskın düzenlemiştir, böylelikle kendisi için pek çok rivayet halk arasında dolaşmış ve halkın özlemini çektiği kutsal, otoriter padişah rolü de o zaman için dolmuştur. BİLİM VE SANAT Sultan Murad Han devrinde bir çok bilim insanı yaşamıştır. Bunlardan başlıca gelenleri şu kişilerdir; Nef'i, Hezarfen Ahmet Çelebi, Lagari Hasan Çelebi, Bekri Mustafa, Evliya Çelebi, Şeyhülislam Yahya. Şair Nef'i hicivleriyle ünlü divan şairidir, dönemin devlet adamlarını eleştirmekten geri durmamıştır, 4.Murad tarafından bir çok kez uyarılmıştır fakat hiciv yazmaya devam edip Vezir Bayram Paşa hakkında yazdığı hicivden sonra 1635 yılında boğdurularak idam edilmiştir. Hezarfen Ahmet Çelebi ve Lagari Hasan Çelebi'nin uçuş denemeleri bu dönemde en çok gözümüze çarpan gelişmelerdendir. Hezarfen'in Denemesi Sultan 4. Murad Han izni ve bilgisi dahilinde önce Hezarfen Ahmet Çelebi yaptığı dev kanatlarıyla, Galata Kulesinden Üsküdarda'ki Doğancılar meydanına bir uçuş gerçekleştirmiştir. Bu uçuşun asıl rotası Galata Kulesinden Kız Kulesine doğru planlanmasına rağmen havadaki rüzgar akımının elverişli olmaması sebebiyle rota değişmiştir. Bu uçuş hakkında padişahın izni olmadan yapıldı gibi yorumlar vardır, aksine 4. Murad Han bilime ve sanata önem veren bir padişah olduğu gibi bundan da haberi vardı ve bizzat padişah kendisi Bağdat Köşkü'nün bulunduğu yerden seyretmiştir. Uçuşun ardından kendisini takdir etmiş ve çalışmaları destek görmüştür. Lagari Hasan Çelebi Roketi
Tumblr media
Hezarfen'e gösterilen bu yoğun ilgiyi seven ve bundan cesaret alan Lagari Hasan Çelebi de yine 4. Murad'ın izni ve denetiminde uçuş çalışmaları için destek görmüştür. En önemli ve kayıtlara geçen uçuşu padişahın kızı Kaya Sultan'ın doğum günü merasiminde 1633 yılında Topkapı Sarayında gerçekleştirdi. Lagari kendi yaptığı ve içinde bulunduğu bir füze ile tüm davetlilerin gözü önünde gökyüzüne dikey olarak uçmuş ve barutu tükenmeye yakın da kendi yapımı olan bir paraşütle boğaza atlamıştır. Kendisi bu denemeyle hem füzeciliğin babası hem de  yerden gökyüzüne bu derece yükselmeyi başarabilen ilk insandır. Daha sonraları hem Lagari Hasan Çelebi hem de Hezarfen Ahmet Çelebi sürgüne gönderilmiştir. Hezarfen Fizan'a Lagari ise Kırım'a sürgün edilmiştir. Bunun sebebi padişahın ikisinden tedirgin olmasıdır. Sultanın yanındaki bazı devlet adamları kendisine onlar hakkında vesvese vermiş ve aklını karıştırmışlardır ne yazık ki bunların sonucunda iki bilim insanımız sürgün hayatı yaşamıştır. Sultan 4. Murad Han'ın karakteri Oldukça sert, disiplinli bir kişiliği olan 4. Murad, emirlerinin kesin olarak yerine getirilmesini bekler ve verdiği emirlerin uygulanışını takip ederdi. İçine bir şüphe düşşün düşmesin tedbili kıyafet giyinir halkın arasına karışır ve emrin uygulanıp uygulanmadığını bizzat gözlemlerdi. Sinirlendiği vakitler kim olduğu farketmeksizin karşısındakine ölüm cezası vermesi ile halk tarafından korkulan bir sembol haline gelmişti. 4. Murad bir gün Beşiktaş'tan geçerken öküz arabasıyla oradan geçen bir köylü nedeniyle yolu kapanınca sinirlenerek köylüyü ok ile vurmuş ve yaralamıştır, hırsını alamayıp öldürmek isteyincede yanındaki Duçe Mehmet köylü öldü demiştir ve köylü bu sayede kurtulmuştur. Osmanlı tarihinde ilk defa bir şeyhülislam (Ahizade Hüseyin Efendi) onun zamanında öldürtülmüştür. Kuvvetli hafızasının yanı sıra, sporcu kişiliği ve güçlü yapısı ile bilinmiştir. Tütün ve afyondan nefret etmesine rağmen alkole düşkünlüğü ile bilinirdi. 4.Murad yakın çevresiyle içki alemleri düzenlemiştir. Kimi tarihçiler, onun bazı geceler çok sarhoş olduğunu, bu yüzden de o sırada verdiği idam emirlerinin infaz edilmemesini önceden tembihlediği belirtilir. Fiziksel Kuvveti 4.Murad Han Osmanlı sultanları arasında fiziksel gücü ile ünlüdür. Kaynaklarda geniş omuzlu, heybetli bir kimse olarak anlatılır. Silahtar Musa Paşa'yı kuşağından tutup kaldırarak Has Odayı birkaç kez dolaştırdıktan sonra yere indirdiği söylenir. Dönemin en ünlü pehlivanlarıyla güreştiği, 200 okkalık gürz kullandığı bunun yanında kılıç ve okta kullandığı söylenir. Ayrıca ata binmeyi seven Sultan'nın cirit oyununa merakı vardı.  Padişahın tek kolla 60 kilogramlık gürzleri ve 50 kilogramlık yayları ustalıkla kullandığı bilinir. Revan seferinde top güllelerini tek başına topa sürdüğü. İran'dan hediye olarak gelen ve esneklik mukavemeti az olduğu için tek kişinin çabasıyla kurulamaz olarak kendisine takdim edilen bir yayı çok kişiye denetmiştir, ancak tek başına kimse kuramayınca yayın iki ucunu içe doğru esneterek yay telini diğer ucada yetiştirerek tek başına 2 kez kurmuştur. Bir gece Bağdatta odasına giren 4 tane celladı etkisizleştirmiştir. Konya'da ağabeyi Genç Osman'ın infazında rol oynadığı iddia edilen iki eski Yeniçeriyi kalabalığın arasında tanımış ve gürzüyle öldürmüştür. Hindistan'dan gelen bir elçi heyeti IV. Murad'a çok sağlam ve her darbeye karşı dayanıklı bir kalkan hediye etmiştir. Kalkanın sağlamlığını denemek isteyen Padişah adamlarına kalkanı bir yere asmalarını söylemiş kalkan asıldıktan sonra bu kalkana ok atışları yapmış bu kalkanı defalarca delmiştir. IV. Murad'ın gürzü ve yayı şu an Topkapı Sarayında sergilenmektedir. Askeri Başarıları 4.Murad dönemi en önemli askeri olay, Safevilere karşı girişilen 1623-1639 Osmanlı-Safevi savaşıdır. Bu savaşın amaçlarından en önemlisi doğu anadoluda güvenliği sağlamak ayrıca revan seferi'nin rotasını oluşturmaktır, bu amaçla Osmanlı Doğu anadolu, Ahıska, Revan ve Kafkasların büyük bir bölümünü kontrolüne geçirmiştir. Revan seferinden sonra 4.Murad Bağdat seferine fırsat doğduğunu fark etti. Revan seferinin bir diğer amacı Anadoludaki otorite düşmanı unsurları yok etmekti kısaca 4.Murad Revan seferi ile otoritesini güçlendirip yıllar boyu İran işgali altında bulunan Bağdat'ın fethi için pusuda yatan bir aslana dönüşmüştür. Bu olayların sonucunda önce görkemli bir sefer hazırlatıldı daha sonra 4. Murad at üstünde komutan olarak sefere çıktı. Anadolu insanı Kanuni Sultan Süleyman'dan sonra ilk defa at üstünde Hükümdarını gördü ve böylece azalan güven tazelemeside tekrardan sağlandı. Osmanlı tarihi'nin en gösterişli seferlerinden birisi olan Bağdat seferi çok kanlı ve yıkıcı olmuştur, Sultan önce yolda kendisinden şikayetçi olanları başlarını almıştır daha sonra, merhamet olmadan Bağdat kuşatılmış ve büyük bir başarı ile de alınmıştır, 44 gün süren kuşatma esnasında İmamı Azam'ın da türbesı zarar görmüştür. Kuşatma ardında doğuda Sünni üstünlüğü tekrardan oluşmuş ve Sultanın kendisi Bağdat Fatihi olarak anılmaya başlanmıştır. Fetihten sonra İmamı Azam'ın türbesini de ziyaret etmesi onu Sünni toplumlar arasında bir kahramana dönüştürmüştür ve Selahattin Eyyubi ile kıyaslanılmıştır. 1639 yılındaki Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalandı. Antlaşma'nın sonucunda Mezopotamya ve Doğu Osmanlı hakimiyetine girdi. 4. Murad Bu fetihin hatırasını yad etmek için Topkapı Sarayının bahçesine Bağdat ve Revan köşklerini inşa ettirmiştir. Özellikle Bağdat Köşkü, 17. yüzyıldaki en yüksek sanat eserlerinden biri olarak bilinmektedir. Ölümü 4.Murad Revan Seferi esnasında çıkan siroz hastalığından muzdaripti. Kısa süreli düzelmeler yaşadı fakat vücudu alkol bağımlılığını kaldıramadı ve 1639 Kasım'ında iyiden iyiye kötüleşmeye başladı. Alkol bağımlılığı sonucunda son zamanlarını yatakta geçirdi. İroniktir ki kardeşim Şehzade Kasım'ı boğdurduğu odada 28 yaşında 1640 yılında vefat etti. Rivayetlere göre kardeşi İbrahimi ölmeden önce, öldürtmek istediği fakat saray mensupları tarafından engellendiği söylenir. Kısaca söylemek gerekirse Sultan 4.Murad idareyi eline aldıktan sonra Osmanlı Devletindeki bozulmaları fark etmiş, bunların üzerine ivedilikle gitmiştir. Bu amaç doğrultusunda Koçi Bey Risalesini yazdırmıştır fakat istenen başarı erken vefatından ötürü elde edilememiştir. Bunların yanı sıra kendisi ne kadar agresif ve sinirli bir padişahta olsa müziğe,şiire,sanata ilgi duyardı. Bir çok kez sarayında fasıllar düzenlendiği de olmuştur. Bunların yanında Evliya Çelebi, Katib Çelebi, Nef'i, Şeyhülislam Yahya, Veysi, Koçi Bey, Azmizade Haleti gibi isimler onun döneminde yaşadı. Diğer içeriklerimize göz atmak için buraya tıklayın. Ayrıca, bizi Instagram ve Twitter üzerinden takip etmeyi unutmayın! Read the full article
0 notes
medyamagazini · 5 years
Photo
Tumblr media
Zirve Sefirin Kızı'nın... Seferin Kızı, dün akşam ekrana gelen yeni bölümüyle zirvede yer aldı. #sefirinkızı #neslihanatagul #enginakyürek #enginakyurek #sefirinkizi #neslihanatagül #berengençalp #berengencalp #oyuncu #reyting #dizi #magazin #haber #gündem https://www.instagram.com/p/B8KB4zPF5ib/?igshid=1f0hgsafxqsrt
0 notes
mimzedall · 5 years
Text
Aşiretten Devlete [Alphonse de Lamartine]
Tumblr media
Fransız yazar Lamartine 19. Yüzyılda Fransa dışişleri bakanlığı görevini de yürütmüş bir siyaset adamı. Birçok yere seyahat etmiş bir gezgin de aynı zamanda. Bu yüzyılda Avrupa ülkelerinin Osmanlı’ya karşı olan nefretine karşın, gördüklerinin ışığında, Osmanlı’nın hiç de düşündükleri gibi olmadığını ispatlayan bir Türkiye Tarihi kaleme almış. Yedi ciltlik tarihin ilk kitabı “Aşiretten Devlete”. Kitap yayınlandığı yıllarda özellikle önsözü ile yankı uyandırmış. Uzun önsözde zamanın siyasi durumundan bahsediyor yazar. Rusya’nın ilerlemesine karşı Osmanlı’nın desteklenmesinin gerekliliğinin ne kadar önemli olduğunu anlatıyor. Yunanlılara karşı büyük bir sempati ile hareket ederek Yunanistan’ı özgürlüğe kavuşturan Avrupa kamuoyunun aynı zamanda Osmanlı’ya karşı nefret beslemelerinin ne kadar yanlış olduğunu anlatıyor. Rusya o zamanın Avrupa’sı için büyük bir tehlike teşkil etmektedir. Karadeniz’e inme emelleri vardır ve tüm Osmanlı toprağını ele geçirmek istemektedir. Avrupa toplumu milliyetçi akımları teşvik ederek Yunanistan’dan sonra Osmanlı yönetimindeki diğer toplulukların da dağılmasına sebep olmaktadır. Mısır’daki Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanına destek olarak ülkeyi zayıflatmıştır. Osmanlı donanmasının Rusya tarafından yakılmış, Osmanlı’ya büyük kayıplar verdirilmiş ve verdirilmektedir. Sultan Abdulmecid tahttadır. Osmanlı devleti savaşçı değil, barışçı bir devlet olmak için çaba göstermektedir.
Tumblr media
Alphonse de Lamartine Yazarlar kanaatleri, şairler heyecanı oluşturur. Yazarın bazı sözleri dikkatimi çekiyor. Yunanistan’ın bağımsızlığı için Avrupa’da edebiyatçıların gösterdiği çabaları eleştiriyor. Osmanlı’yı tam tanımadan Yunanistan’ın bağımsızlığının desteklenmesini yanlış buluyor. Yunanlıların Antikçağ’daki Yunan halkı ile aynı olmadığını, bu kadar fazla desteği hak etmediğini söylüyor. Rusların bu savaşlardan galip gelerek Osmanlı ülkesini ele geçirmesinin büyük bir tehlike olacağından ve neticede Avrupa’nın da elden gideceğinden bahsediyor Lamartine. Böyle bir durumda ise özgür düşüncenin bir daha Avrupa’ya giremeyeceğini söylüyor. Rusya bir doğu milletidir, batı medeniyetinin esas kabul ettiği muhakemenin karşısında doğu milleti itaati esas kabul eder. Aklıma o zamanlar ve diğer zamanlarda Ruslar ve Almanların birleşmiş olması ihtimali geliyor. Son yüzyıllarda sürekli birbiri ile savaşmış olan bu iki ülke hasbelkader ortak hareket etmiş olsa idi dünya büyük felaketlere sürüklenebilirdi. Boğazların bu kadar önemli, stratejik bir konumunun olması ne kadar kötü demeden de edemiyorum. Keşke bu kadar önemli olmasa idi boğazlar. Karadeniz bir şekilde Hazar Denizi ile bağlı olsa idi. Hazar denizinden Kızıldeniz’e bir kanal açılmış olsa idi. Balkanlar’da da Türk yerleşim yerlerinin batısından büyük bir kanal geçse, Karadeniz’le Ege bu şekilde bağlanmış olsaydı. Çok olanaksız şeyler bu düşündüklerimiz ama belki de böyle olsaydı daha az savaş olur, daha az kanı akardı bu toprakların insanlarının. Kitabın önsüzünden sonra Osmanlı tarihi en başından itibaren anlatılmaya başlanıyor. Ertuğrul Gazi, Selçuklulara yararlılıklar gösterdiği için Selçuklu Sultanı tarafından Söğüt ve çevresi ile mükâfatlandırılıyor. Barışçıl bir dönem geçiriyor liderliği boyunca. Henüz beylik olunmamış, aşiret durumundalar. Aşiret çobanlıkla sağlıyor geçimini, civardaki Bizans tekfurları ile barış içinde yaşıyor. Ertuğrul Gazi’nin vefatından sonra Osman Bey lider oluyor. Osman beyin ismi “Otman” olarak da geçiyor. Bir rivayete göre Osman Bey’in asıl adı “Ataman”. Kitaba göre Osman Bey; Şeyh Edebali’nin kızı ile evlenmek için Müslüman oluyor. Şeyh’in evinde bir gece kalırken Kur’an-ı Kerim’i görüyor ve sabaha kadar okuyor. Sonrasında malum rüyayı görüyor. Bey olduğu süre boyunca attan inmiyor Osman Bey. Bursa’yı fethetmek en büyük arzusu. Ömrünün son günlerinde bu fetih gerçekleşiyor. Osman Bey’in hayatının en üzücü olayının olarak da amcası Dündar’ı öldürmesi olduğunu yazıyor yazar. Sinirli bir anında amcasını oklamış, sonra da pişman olmuş. Osman Bey’in bir de oğluna vasiyeti var. Bizim dikkatimizi âlimler hakkındaki sözleri çekiyor. Bir adamın âlim olduğunu duyarsan onu servete boğ, yükselt diyor Osman Bey oğluna. Osman Bey’den sonra yerine oğlu Orhan Bey geçiyor. Orhan Bey’in bir de kardeşi var Alâeddin Bey adında. Alâeddin çiftçilik yapmak istiyorsa da Orhan Bey müsaade etmiyor, veziri olmasını istiyor. Osmanlı’nın devlet olmasının temelini de Alâeddin Bey atıyor yazara göre. Benim için yeni bir bilgi oldu bu zira ben bu hadiseyi böyle bilmiyordum. Alâeddin Bey gerçekten çiftçilik yapmıştı bildiğime göre. Alâeddin Bey gayrimüslim çocuklarından oluşan bir askeri sınıf oluşturuyor. Bu yeni çerilerden oluşan sınıf düzenli ordunun temelini oluşturuyor. İsimleri de Yeniçeri oluyor. Bu devirde Orhan Bey’in büyük oğlu Süleyman’ın kahramanlıkları önemli yer tutuyor. Süleyman Bey bir av sırasında atından düşüp ölünce veliaht olma sırası Murad Bey’e geçiyor. Fetihler durmaksızın sürüyor Orhan Bey döneminde. Orhan Bey Osmanlı hanedanının en çok yaşayan üyesi. Tahtta kalma süresi de Kanuni’den sonra ikinci sanırım. Murad Hüdavendigar döneminde de fetihler sürüyor. Murad Bey’in oğlu Savcı Bey, Bizans imparatorunun oğlu ile isyan ediyor bu dönemde. Babası da oğlunu yakalayıp önce gözlerini oydurup sonra öldürtüyor. Bunun hanedanda taht için dökülen kanların ilki olduğunu söylüyor yazar. Daha sonra Yıldırım Bayezid’in de kardeşi Yakup’u öldürtmesi ile iş artık çığırından çıkıyor. Murad Bey döneminde fetihler esnasında depremler olduğunu yazıyor bir de kitap. Büyük depremlerle düşmanların evleri, kalelerinin surları yıkılırken henüz göçebe olan Osmanlı bu durumu lehine kullanıyor. Bir de meşhur Kosova savaşı var bu dönemde. Murad Bey’in savaştan önde sabaha kadar dua ettiğini bütün tarihlerde olduğu gibi Lamartine’de yazıyor. Gerçekten de Osmanlı tarihinin belki de en kritik savaşıdır Kosova Savaşı. İçleri geçmiş Bizanslılara karşı değil de; gerçek rakipler olan Macarlara, Sırplara, diğer balkan milletlerine karşı yapılmış bir savaştır Kosova. Osmanlı için bir dönüm noktasıdır. Ömrü savaş meydanlarında geçen Murad Bey sabaha kadar dua edip zafer ve şehadet istiyor Yaradan’dan. İki duası da gerçek oluyor neticede. Hem galip geliniyor, hem de bir Sırplı eliyle şehid oluyor padişah. Padişahı şehid eden Sırp askerinin Sırp kralının çok yakını olduğundan ve krala bağlılığını ispat için bunu yaptığından bahsediyor yazar ayrıca. Yıldırım Bayezid devri Osmanlı tarihinde benim en çok ilgimi çeken dönemlerden biridir. Padişah’ın zaferlerden zaferlere koşması, cesareti, yiğitliği ve neticede zillet içinde, esir olarak ölmesi. Bu konuda daha uzun yazılabilir. Kitapta bildiklerimin dışında, Timur portresi biraz daha iyi çiziliyor. Osmanlı tarihçilerinin Timur’u çok karalaması normal. Bu kitapta Timur biraz daha değişik bir tip. Yıldırım’ı kafeslerde dolaştırmıyor, eziyet etmiyor. Hatta amacı onu tekrar ülkesinin padişahı olması. Fakat Yıldırım’ın ömrü buna vefa etmiyor. Timur da zaten memleketine döndükten sonra Çin’e sefer yapmadan ölüp gidiyor. Tek faydalı davranışı İzmir’in fethi oluyor Timur’un. Enerjisini Müslüman Osmanlı için harcayacağına Çin’e sefer etmiş olsa idi dünya tarihinin seyri bambaşka olacaktı. Yazarın bir iddiası da Timur’un Anadolu’ya yaptığı seferin nedenlerinden birinin de Osmanlı’daki ahlaki yozlaşma olması. Osmanlı’nın Bizans’tan öğrendiği genç çocukları hadım ederek sarayda gayri ahlaki işlerde kullanma hadiselerine girmesi Timur’u çok kızdırmış. Bu ahlaki yozluğu düzeltmeye girişmiş. Timur’un da çok iyi bir insan olduğunu düşünmüyorum ben şahsen. Gittiği her yerde taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmamış bir insan. O zamanlarda ortam müsaitken İslam’ın neden fazla yayılamadığı ortada. Kitapta Paşa kelimesinin nereden geldiğini anlatmış yazar. Pers imparatoru Sirus zamanından kalma bir gelenek şöyleymiş. İmparator yararlı gördüğü komutanlarına organlarından birinin adını verirmiş. Vergi memurlarına el, nazırlarına kulak, yargıçlarına dil, vezirlerine ve valilerine ise ayak dermiş. Pa kelimesi Farsça ayak anlamına geliyor. Pa ile Şah’ın birleşmesi ile oluşmuş bu kelime. Paşa. Ve kitaptan son bir cümle: Geleneklerin bozulmaya yüz tuttuğu devirlerde halk toplulukları fazilete değil cürete bağlılık gösterir. (Bunu Bizans için söylüyor yazar) Kitap daha sonra başka yayınevleri tarafından da basılmış ama bendeki Tercüman Yayınları’nın 1001 eserinden. Yedi ciltten oluşuyormuş, bende beş tanesi var. Ortaokul yıllarımda bir gün bütün harçlığıma mal olmuş, beni de kitapçıya borçlandırmıştı. Devamını da okudukça buraya eklerim. Read the full article
0 notes
izbirakin · 8 years
Photo
Tumblr media
KAYIP ANAHTAR
Ey geceme düşmüş derdim
Ey derdime düşmüş karanlık
Ey karanlıkta ki umudum
Sabır…
Böyle geceyi yarmıştı şair, insanın kulak zarını çığlıklarıyla yırtan bir sesle karanlığı delip geçmişti.  Narası yoktu omuzlarında, gecenin ağırlığında ezilirken elinde Hz. Bilal gibi sadece çığlıkları vardı.  Çığlıkların altında sabrı vardı şairin.
Tüm Peygamberler kavmiyle kavgalı olmuşlardır. Kavimleri sırtını dönse de sabırla yollarına devam etmiş, aşka kendilerini adamışlardır.
Sabır biraz da aşktır , aşıkların nazarında.
Diyelim ki Zühre hiç sevmedi Tahir’i, sadece Tahir sevdi.
Tahir sabır ettikten sonra duymaz mıydık yine de  Tahir ile Zühre’yi?
Tahir’i Tahir yapan neydi ?   Vezirin oğlu olması mı ? Zühre’ye sevdalanması mı , yahut Zühre’den başka gözünün bir şey görmemesi mi ? Tahir’i Tahir yapan aşkı ve sabrı değil miydi ?
Zühre kahvesinde zehri bekletmeseydi, yahut  Zühre Tahir’i beklemeseydi  ,  Zühre, Zühre olur muydu ?  Zühre’yi Zühre yapan ne padişahın kızı olması , ne güzelliği ne de babasının tutsak etmesi, Zühre’yi Zühre yapan Tahir’e olan tutsaklığı değil miydi ?  
Pers imparatoru Kambis Mısır seferine çıkarken zaferinden şüphesizdi. Bütün kahinleri ağız birliğiyle “ Zühre Yıldızı demişlerdi , Zühre Yıldızı imparatorun burcuna girdi zafer kesindir. “ Kahinlerin dediği gibi de oldu, kırk gün sürdü Mısır’ın fethi , Kambis kırk gün bekledi Mısırı ve almıştı.  Ama bu Kambis’e yetmezdi her şeyi almalıydı , Mısır’ın ruhunu da…
Mısır İmparatoru hizmetçisinin alınışına kadar sabrını korur, tek bir kelime dökülmez ağzından oğlunun idamında dahi dimdik ayaktadır. Ta ki hizmetçisinin sürüklenip otağın önüne getirilmesine kadar. Bir anda feryat etmeye başlar Mısır Kralı, yerden yere atar kendisini en değersizini kaybettiğinde artık sabrını da kaybetmiştir. (Böyle anlatır Cemil Meriç Belgeselinde)
  Zaten insan değil midir en değersizine kadar kaybettiğini anlamayan, yine insan değil midir, en değersizini kaybettiğinde her şeyini kaybeden.
Hz. İsa çarmıhta şöyle bağırmıştı “ Niçin şimdi benden vazgeçiyorsun.” Sabrının son noktasında, en değersizi canını kaybederken. Canını yakan dikenli teller değildi , küflerin kanına karışması yakması değildi bilakis Sevgilinin ondan vazgeçmesiydi. Hz. İsa’nın kanı çok aktı da gözünden sadece iki damla yaş akmıştı.
 Göz yaşı biraz da tufandır, aşıkların nazarında.
Hz. Nuh gönlünde tufan koparken emredildiği gibi “ Bir kere dönüp ardına “ bakmadı. Karısını çocuğunu dalgaların arasında bırakırken, her türden gemiye çift aldı da  yalnızca kendisi tekti. Öyle sanıldı Nuh tekti, hal böyle iken Nuh’ da kendisinde olanla birlikte çifti. Nuh’un eşi artık sabırdı.  
 Sabır birazda yalnızlıktır.
 Ah Mecnun, neyin var elinde sabrından başka. Koca çölde sabır dökülüyor ellerinden tane tane , çöl Leyla olup içine doluyor.  Önce Kays’ı terk ediyor sonra Leyla’yı terk ediyorsun da sabrını terk etmiyorsun. Çöl aşıkların durağı evlerinden uzakta olanların yani kendinden geçenlerin. Mecnunun rızkı sabırdır, vuslatı aşk.  
 Sabır biraz da vuslatın anahtarıdır.
 Ey vuslatım ;
Tokmağı kırılmış bir kapının eşiğindeyim. Ben anahtarımı kaybettim ya beni sabaha erdir  ya da kapıları aç ardına kadar. Gecede bir ışık ol da omuzlarımdan al bütün yükü, al bütün taşları önümden.
Benim hırkam yok, derviş değilim sadece yolunda gezenim. Belki bir gezenti belki de serseri , taşlar ağır tespihim koptu ellerimde.
Dökülüyor adın tane tane, yardım et toplayayım.  Dilime dolansın adın , gecede kalayım çığlıklarımda.
Çığlıklarımdan başka bir şey yok dilimde ;
Ey vasfına ermediğim, ey kapımdan girmeyenim.
Gecemi adınla doldur.
Söndürün tüm kandilleri, yolumu kaybettim.  
Gece soğuk, üzerime bir sabır sarın
Titriyor kalemim.
Buğra Kaan Sermihan
39 notes · View notes
alternatifsonlar · 4 years
Text
BİR DAHA GÖRÜNMEZLER - John Biguenet
Bir öykü var mı?
Öykü her zaman vardır.
Bu seferkini yazdın mı?
Hepsini yazdım.
Bana okur musun?
Bu aslında bir öykü değildi. Ben öyle sandım. Onunla ya da en azından gemici arkadaşlarından biriyle ilgili olduğunu düşündüm. Olan bitenin onun tanıdığı bir gemide geçtiğini sandım. Sonra bir gece buna, oğluma kitap okurken bir deniz öyküleri kitabında rastladım.
Tam tamına aynısı mı?
Hayır, konu aynı. Bütün ayrıntılar farklıydı.
Öyküler dilden dile dolaşır. Belki senin baban da bir yerden duymuştur.
Olabilir. Ama bunun bir öykü olmadığına beni inandırmıştı. Gerçek olduğunu sandım.
Neden?
Öyküyü anlattıktan sonra söylediği şey yüzünden.
Okusana bana. Lütfen.
Nasıl istersen.
Panama'ya giden şilep New Orleans’tan çıkalı üç gün olmuştu ki kaptanın hem karısı hem kızı, denize açıldıkları günden beri boğuştukları hummaya birkaç saat arayla yenik düştü.
Güzel kadınla küçük kızın bedenleri cenaze töreni için yelken bezine sarılırken deniz kurtları başlarını sallayıp kadınlarla denize açılmayı yasaklayan geleneksel inanışı genç denizcilere anımsatıyordu. Üzücü haberi kaptan köşküne getiren üçüncü kaptanın kulağına dümenci, “Korkunç bir rezalet. Neyse ki ucuz kurtulduk, ” demişti.
Yirmi yıldır denizin kaprisleriyle haşir neşir olan kaptan, kör inançlara kayıtsız kalacak biri değildi. Aslında, kızının kendisini de sefere götürmesi yönündeki üstelemelerine bir yıl direnmişti. Ölçü tanımayacak kadar hayranlık beslediği kızma özel bir doğum günü hediyesi vermeye razı olmuştu sonunda. Yaşamında bir kez olsun iskelenin kenarından sevgili eşine el sallamayacağı umuduyla yanıp tutuşan karısı ise, verdiği sözü tutması için kaptanı sürekli kışkırtmıştı.
Böylece Eylül’ün ikisinde, liman reisinin o tarihlerde Körfez’de hortum görülmeyeceğine ilişkin güvencesiyle, kaptan, ana kızı gemisine çıkardı. Palamarları çözen şilep, ırmak kılavuz kaptanının yönetiminde Mississippi’den aşağı doğru yola koyuldu. Irmağın ağzında kılavuz gemiden indi, Pilottovvn’a döndüğünde tanıdıklarına bütün ailesini sefere çıkaran kaptandan söz etti. Kılavuzun babası, “Kafayı yemiş, ha?” diye söylendi.
Kadınla kızı hastalığa yakalandığında, kaptan, “Olur böyle, ” deyip ilk sefere çıktığında kendisini nasıl deniz tuttuğunu anlatıp onları yatıştırmaya çalıştı.
Ama o gün öğleden sonra hastalık ilerleyince telaşa kapıldı; bu, deniz tutması falan değildi.
Gemide doktor yoktu elbette ama ikinci kaptan onları rahat ettirmek için elinden geleni yaptı. Geminin ecza dolabından getirdiği aspirinleri bile yuta-mayacak kadar halsiz düştüklerinde hapı, bir kaşığın içinde parmağıyla ufalayıp birkaç damla su ekleyerek içmelerini sağlamıştı. Ama sağlıklarındaki bozulma o kadar belliydi ki.
Savaşta ölümlerden kendi payını almış olan kaptan sarsılmıştı ama ikinci kaptan Kingspoint1 el kitabından deniz ölümlerindeki cenaze duasını okurken metanetini korudu. Bu uygulamaya aşina olmayan mürettebat, cesetler güverteden denize kaydırılırken acemice davrandılar. Geminin harita subayı, denizcilik kuralları gereği, güneşe göre ölçüm yaparak geminin tören esnasındaki yerini saptayıp haritaya işaretledi, seyir defterine yazması için kaptana iletti.
Yolculuğun geri kalanı olaysız geçti. Tayfadan biri sahil izninde başını bir parça derde soktuysa da liman yetkilileri, gemi subaylarından birinin kefaletiyle adamı serbest bıraktı.
Buradan kahve yükleyen şilep New Orleans yoluna düştü. Panama’dan ayrıldıktan iki gün sonra, üçüncü vardiya sırasında bir subay, kaptanı köprüye çağırdı.
Sancak tarafında kırk-elli metre açıkta, su belli belirsiz biçimde, biri öbüründen daha uzun iki insan biçiminde yükselmişti. Kaptan dürbününü elinden düşürdü. Seyir subayı neredeyse fısıltıyla, “O noktanın
çok yakınındayız kaptan, çok yakınında,” dedi.
Gemi yanlarından geçerken su kütleleri gümşığın-da yalımlanıyordu. Tekne geçtikten sonra gözcü iki su sütununun denize gömüldüğünü gördü.
Şilep New Orleans limanına bağlanana kadar kaptan kendini odasına kilitlemişti. Aziz Simon Akıl Hastanesi’nden gelen hastabakıcılar adamı bağlayıp borda iskelesinden indirdiler.
New Orleans dünyanın sayılı limanlarından biridir. Öykü yerel basının sayfalarında kendine kolayca yer buldu. Olayla ilgilenen Item,2 bir hafta sonra yola çıkan bir gemiyle Panama'ya bir foto muhabiri gönderdi.
İki su kütlesi yine yükseldi.
Fotoğrafın yayımlanmasından birkaç gün sonra, gemi adamları sendikasının grev tehdidi karşısında, Panama’yla ticaret yapan dört deniz nakliye şirketinin sahibi Antoine’daki3 sakin bir akşam yemeğinde, gemilerinin güzergâhını daha doğudan geçen bir rotaya çekme konusunda anlaştı. O gece saptanan rota son yarım yüzyıldır kullanılıyor.
Bütün bu süre içinde, o hüzünlü öğleden sonra seyir subayının saptadığı konumun on mil yakınından hiçbir tekne geçmedi. Son elli yıldır deniz orada sakin midir, yoksa bir ana ile kızı her gün su kuleleri gibi yükselip durmakta mıdır, kimse bilmiyor.
Bu senin anlatımın mı ?
Bu benim yazdığım biçim.
Ama o sana böyle anlatmadı.
Abartılı yazdığımı düşünüyorsun. Bundan ben de kaygılıyım.
Hayır, öyle değil. Ama senin söylediklerinden, onun bunu nasıl anlattığını bir türlü çıkaramıyorum. Bunu ne zaman yazdın sen?
Bir yıl oldu. Bir iki gün önce yeniden yazdım. Ama hayır, o böyle anlatmamıştı. Aynı olabilmesi için yüzüne o kadar yakın bir yerden fısıldanmak ki öyküyü taşıyan nefesin kokusunu duyabilmeksin, ancak öyle karanlık olmak ki onu dile getiren dudakları gö-remeyebilesin.
Yine şairaneliğe başvuruyorsun.
Hayır, hayır, öyle yapmıyorum. Öyküyü dinlediğim gece tam böyle olmuştu. Bu kesinlikle doğru.
Bu nasıl olabilir? Neredeydiniz?
Gemi yolundan uzakta o kıvrımlı kanallardan birinin dibinde, bataklığın göbeğindeydik. Bir saati aşkın bir süredir ayakta benekli alabalık tutuyorduk, artık oltaya bir şey gelmiyordu. Saat neredeyse üç olmuştu, babam motoru çalıştırmayı denedi. İpi öyle bir çekiyordu ki motoru yerinden sökeceğinden korkuyordum ama motor tık demedi.
Balık mı tutuyordunuz?
He, babamla dedemin kontrplaktan /aptığı, yanlarına fiberglas tutturulmuş beş metre uzunluğunda bir teknemiz vardı. O zaman herkes kendine bunlardan yapıyordu. Dedem bataklıkta bizimle beraber değildi. Belki de o sırada hastaneye yatmış bile olabilir.
Sen kaç yaşındaydık
Bilmem, dokuz, belki on.
Bebek sayılırsın.
Hayır, bebek değildim. On yaşındaydım.
Elbette bebektin. On yaşında.
Peki, bebektim. Kıçtan takma koca bir motorumuz vardı. Babam onu nasıl olduysa bezikten kazanmıştı. Gazı verdin mi tekne sudan dışarı fırlardı. O yüzden adını Kefal koymuştuk.
Kefal mi?
Hani şu, büyük bir balık kovalayınca sudan dışarı atlayan balık. Oltayla yakalayamazsın. Ağzı çok küçük.
Peki, baban ne yaptı?
Her zaman yaptığı şeyi. Buz kutusundan bir şişe çıkardı.
Peki, ya sen? Korkmuş olmalısın, senin yaşında küçük bir çocuk.
Ben çocukken buralarda, “Benim babamı Tanrı’dan başka kimse dövemez, O da ayağını denk alsın.” diye bir laf vardı. Babam şişeyi kafasına dikti mi, benim için bu balığa çıkmak demekti. Annem bizim gecikmemize falan üzülürdü... Döndüğümüzde mesele çıkarırsa neler olacağını bildiğimden ben de kaygılanırdım. Ama bataklığın içlerine gitmekten korkmaya gelince? Başımızın ne kadar derde girebileceği konusunda hiçbir fikrim yoktu.
Baban ne yaptığını biliyordu, değil mi?
Tabii. Oraya ne zaman gidersek gidelim, babamın bir kere bile haritaya baktığını görmedim, oysa o suyollarının nasıl içinden çıkılmaz bir dolambaç olduğunu kime sorsan söyler. Göz alabildiğince suyla ot, başka bir şey yok.
Senin baban denizciydi, değil mi?
He, öyleydi. Ben doğup da annem onu eve dönmeye zorlayıncaya kadar ticari gemilerde çalışmış.
Gitmediği yer kalmamış. Kuzey Atlantik’te kaç kış seferine katılmış bilmiyorum. Yılın o döneminde hava öyle soğur ki kazara güverteden düşsen yirmi saniyede donarsın. Yani, o bana öyle anlatırdı. Savaş sırasında Pasifik’te denizaltılarla dalmış, bir gemiyle Süveyş’ten geçmiş, Güney Çin Denizi’nde bir tayfun atlatmış.
Epey şeyler görmüş olmalı.
Manila Körfezi’nde balinalar o kadar çokmuş ki sırtlarına basıp kıyıya yürüyebilirmişsin. Bir arkadaşını da savaş sonunda Filipinler’de yük boşaltırlarken kaybetmiş. Aptal herif içip sarhoş olmuş, tam demirledikleri yerde yüzmeye kalkmış,
Kimse onu engelleyememiş mi?
Küçükken bunu bir kez babama sordum. Denizciler böyledir işte, diye açıkladı. Başını derde sokma diye uyarırlar ama kimse seni engellemez. Böyle bir havada tekneyle açılmak mı istiyorsun? Biri sana der ki, “Bugün biraz ıslanabilirsin?” Yani demek ister ki, “Bu havada deniz çıkacak kadar salaksan, daha ne olduğunu anlamadan denizin dibinde yengeçler etlerini kemiklerinden sıyırıverir.” Ama kimse seni durdurmaz. Tekne şenindir.
O kadar da irkiltici olma.
Babam öyle söylerdi. Hepsi er ya da geç bir gün boğulacağını sezerdi, o nedenle de birini daha erken boğulmaktan alıkoyma zahmetine girmekte yarar görmezlerdi.
Demek baban on yaşında bir çocuğa böyle öyküler anlatırdı.
O da bir şey mi? Daha ben okula başlamadan önce de bana öykülerini anlatırdı. Masallardan daha kötü değillerdi.
Kemik sıyıran yengeçler mi?
Babaannelerini yediği çocukları yatağına çağıran kurtlar mı?
Yüzmeye giden adama ne olmuş?
Babam dedi ki, suya girdikten sonra yarım dakika bile geçmeden köpekbalığı adamın bacağını kapmış. Ama çok sessiz oldu her şey, demişti; kimse köpekbalığını görmemiş. Adam su alan bir gemi gibi batmış -babam hep böyle konuşurdu, Pasifik konvoylarıyla iki yıl dolaşırken su alıp batan çok tekne görmüş- zavallı adam baş aşağı bir iki çırpınmış, kanlı kesik bacağı havada, suda kaybolmuş gitmiş.
O kadar ayrıntıya gerek yok...
Hint Okyanusu’ndan nefret ederdi. Orda fırtına o kadar uzun sürermiş ki üç gün art arda soğuk yiyecek yerlermiş çünkü deniz sıcak yemek pişirmeye izin vermeyecek kadar dalgalı olurmuş. Ama denizde başına gelen en tehlikeli macera neymiş, biliyor musun? Karayip’ten Doğu Kıyısı’na melas taşımaları.
Melas mı? Ne tehlikesi varmış ki?
Nasıl tehlikeli olduğunu söyleyim sana. Melas taşımak en yüksek risk primli kargodur. Babam o yüzden o işi yapmış, fazladan para için yani. Ayrıca patlayıcılar için de melas gerekli, dolayısıyla savaşta melasa talep yüksekmiş.
Ama ne tehlikesi varmış ki?
Sudan daha ağır. Eğer bir gemi yara alır da batarsa melas her şeyi dibe çeker. Yengeçlerin beklediği yere yani.
Kurtulan olmaz mı?
Hiç. Babam gerçek bir denizciydi, tamam. O nedenle de su yüzünde ne yapılacağını iyi bilirdi. Bir
gece kafası kıyakken bana, ilk çalıştığı gemide, sanırım adı Hoıvard Handstrom’’du, yaşlı bir denizcinin, söylediği bir sözün, denizlerde geçirdiği on iki yıl boyunca duyduğu en iyi öğüt olduğunu anlatmıştı. Bu özdeyişi belki duymuşsundur. “Asla yüzme öğrenme, boğulmayı geciktirir.” Hatırlıyorum, bunu söyleyip viskisinden koca bir yudum almış, bir gözü kapalı küfür etmişti, “Ama Allah kahretsin, ben zaten biliyordum yüzmeyi.”
Peki, bataklıkta başınıza ne geldi?
Gün batımına kadar oturduk. Ben biraz balık tutmaya çalıştım ama su hem çok sıcaktı hem de gelgitle çekiliyordu. Babam içip durdu. Yanımızda tuzlu bisküvilerle annemin yaptığı bir tür sürme peynirimiz vardı. Akşam yemeğimiz buydu. Babam arada bir ayağa kalkıp etrafta başka tekne var mı diye bakıyordu ama henüz kimse yoktu, üstelik Körfez’den gelen bir karides motoru bulup kendimizi çektiremeyecek kadar da geçiş yolundan uzaktaydık. Ama babamın keyfi hâlâ yerindeydi. “Ben bir işaret fişeği yollayım,” dedi. Kayığın oturağında ayağa kalkıp pantolonunun fermuarını açtı, çişini yaptı. İçip durduğu biralardandı, sanırım.
Ya sen ne yaptın?
Benim Dodgers4 beyzbol şapkam bütün gün ba-şımdaydı, tabii ikimiz de uzun kollu gömlekler giymiştik. Ama gökyüzü doğuda morarırken güneş de bana fazla gelmeye başladı. Hava sıcaktı, eski moda bir can yeleği takmıştım, buna rağmen titremeye başladım. Sanırım ateşim çıkmıştı.
Bir çocuğu bastalamncaya kadar bütün gün su üstünde bir teknede tutmak da ne oluyor?
Hastaydım, doğru ama başa çıkmamız gereken daha büyük bir sorunumuz vardı. Onları görmeden önce otların üstünden havalandıklarını duyabiliyordum. Önce bir motor sandım. Başım dönüyordu ama oturakta doğruldum. Kurtulduğumuzdan emindim. Gurur da duyuyordum. Babam teknenin baş kısmında uyuyakalmıştı. Bir tekne görüp tayfaları kurtaran gözcü ben olacaktım. Ama baktığımda hiçbir tekne göremedim, sadece çamurun üstünde sekip yüzeyi sıyıran küçük kara bulutlar vardı. Duman mı, sis mi? Ne olduklarını anlamadım. Ancak ses yükselince ellerime baktım. Sivrisineklerce dağlanıyorlardı. Garipti, hiçbir şey hissetmemiştim. Belki yüksek ateş nedeniyleydi, bilmiyorum ama birbirlerinin üstüne tırmanan bu yaratıkları başka birinin elini sokuyorlarmış gibi seyrettim. Sonra birden gayet sakin iki kolumu birden suya daldırdım. Yüzüm suya yakınken başımın üstündeki minik kanatların vızıltısı inanılmazdı. Babamın ayağını dürtüp uyandırmak için elimi arkaya uzattım. Kımıldamadı. İşte o zaman korkmaya başladım. Onun yanma doğru emekledim, alacakaranlıkta onu görebilecek kadar yaklaştığımda yüzü, boynu sivrisineklerle o kadar kaplanmıştı ki siyah bir sakalı varmış gibi görünüyordu. Onu uyandırmak için bağırmaya kalktım ama daha baba diyemeden ağzım sivrisineklerle doldu. Boğuluyormuş gibi olup onları suya tükürdüm. Öksürüğümden babam uyandı. O sırada gözlerimizin içine doldular. Bütün bu ısırıklar yüzünden sanırım gözkapaklarım şişip kapanmaya başlamıştı. Birden babam beni tekneden aşağıya itip kendisi de yanıma atladı.
Aman Allahım.
Bana bağırırken ağzından sivrisinekler püskürtüyordu. Gömleğini çıkarıp başımın üzerine çadır gibi örttü. Sonra suyun altında can yeleğimi gevşetip gömleğimi çıkardığını hissettim. Tam yanıma gelip de gömlek çadırının içinde yüzüme bakıncaya kadar onu göremedim. Birkaç santim uzağımda olmasına karşın, “Vahşi piç kuruları, değil mi?” diye bağırdı. Sonra dedi ki, “Al şu gömleğini, ben sana söyleyince başının üstüne geçir.” O sabah dışarısı hâlâ karanlıkken, düğmelerini annemin iliklediği sırılsıklam gömleği bana uzattı. Üstünde elleri kemendi kovboylar olduğunu hatırlıyorum. Galiba ata binmişlerdi. Babam ilk yapmamız gereken şeyin, gömlek kollarını bağlamak olduğunu söyledi, böylece sivrisinekler içeriye sıza-mayacaktı. Gömleğin kenarlarının sudan dışarı çıkmamasına da dikkat edecektik.
Can yeleğin hâlâ üstünde miydi?
Tabii. Tekneye can yeleksiz binmeme izin yoktu. Neyse, babam karanlıkta bütün bunları yapıyordu. Gömleğin içinde göz gözü görmüyordu. Babam suya daldığında şapkamın siperi, bezi yüzümden uzakta tutuyordu. Benim gömleğimi onunkinin altına sokmama yardım etti. Artık başımdaki çok daha küçük bir çadırdı. Babamın ne kadar iri yarı olduğunun farkında değilmişim. Onun gömleği kocamandı ama benimkinin kenarları suya ucu ucuna giriyordu. Aslında ortalık o kadar karanlıktı ki suyun nerede başladığını söylemek bile zordu. Başımı sık sık suya sokarsam gömleğin hep ıslak kalacağını söyledi. Sanki bizi duyacaklarmış gibi, “Seni sıcaklığından bulurlar,” diye fısıldadı. “Islak kalırsan nerede olduğunu bilemezler.”
Bu beni kaygılandırdı. Ateşimin beni ele vereceğinden korkuyordum. Ama su bana iyi gelmişti.
Bu çok korkunç.
Daha kötüsü de var.
Daha kötüsü mü?
Babam usul usul kayık boyunca ilerleyip ayağını dibe sağlam basabileceği bir yer buldu. Başı suyun üstünde ayakta durabiliyordu. Can yeleğimin iplerini bağlamış, kendi gömleğini ikimizin başının üstüne koymuştu. Böylece ben iki gömleğin de altındaydım. Karanlıkta suyun üstünde öyle durmak tuhaf bir İristi. Nefesini duyamadığın zaman hemen paniğe kapılıyordum, oysa aramızda birkaç santim mesafe vardı. Sonra benimle konuşup beni sakinleştirdi. Bir süre geçince duruma alıştım herhalde, ki dalıp dalıp uyanıyordum. Birkaç saat sonra ayağıma bir şey sürtündü, ben sıçradım. Dediğim gibi, babam belki bileğine kadar çamura gömülmüş ayakta duruyordu. Oradan yukarı en az bir buçuk metre su vardı. Ona bir şey hissedip etmediğini sordum. “Yo,” dedi. Tam onu derken bir şey aramıza girmeye çalışır gibi aynı anda ikimize birden çarptı. Babamın ayağı kayıp bir iki sendeledi.
Köpekbalığı.
Belki. Dikine bir bıçakla suyu ikiye ayırır gibi oralarda hep görünürlerdi. İlkini izleyen ikinci bıçağı arardın gözlerinle, böylece köpekbalığı olduğunu anlardın. Aksi halde yatay kuyruğuyla sadece bir yunustu. Ama o gün öğleden sonra belki on kulaç açıkta suyu yavaşça yayarak bir ileri bir geri dolaşan ikiz kuyruğu görmüştüm. Belki çok da büyük değildi, bir, bir buçuk metre boyundaydı ama yeterince büyük olduğunu biliyordum. İşte karanlıkta ayaklarım yere değmeden o gün öğleden sonra gördüklerimi hatırlıyor, babamın bana anlattığı bütün köpekbalığı öykülerini aklımdan geçiriyordum. Ona seslendim; ne olduğunu anlayamıyordum. Beni kollarına almasını istediğimden ayaklarımı pedal gibi kullanıp onu bulmaya çalıştım. Ama bağırarak hareketsiz kalmamı söyleyen sesini duydum. O sırada haki pantolonuma zımpara gibi sürtünen gövdeyi yeniden hissettim. Ağladığımı, babamın yart fısıltıyla, “Hişt, hişt, seni duyabilirler,” dediğini anımsıyorum. Bu beni daha da korkuttu. Birden fazla olabileceklerini düşünmemiştim. “Ha, sakın altına kaçırma,” diye babam beni uyardı, “bok kokusunu pek severler.”
Sonra ne oldu?
Hiçbir şey. Bir iki dakika kımıldamadık -o gömleğin içinde, karanlıkta tek başıma, bana saatler geçmiş gibi geldi- o kadar. Gitmişti. Babam uzanıp beni yakaladı, yeniden her şeyi düzene koyduk. Ama bu kez ben onun gömleği altında, onu boğduğumu söyleyinceye kadar boynuna sarılmış kaldım. İşte orada o öyküyü anlattı.
Sen sadece on yaşındayken?
Çocukların başına daha kötü şeyler de gelir. Öykü beni hüzünlendirmişti. Kaptana mı, küçük kızına mı, hangisine daha çok üzüldüğümü bilemedim. Ama geceyi böyle geçirebildik. Bir de şarkı.
Şarkı mı?
Suyun içinde geçen onca saatten sonra, can yeleği pek işe yaramamaya başladı. Teknedeki her şey gibi yelekler de ordu artığıydı, biz onları aldığımızda kim bilir ne kadar çok kullanılmışlardı. Suya gömülme-miştim ama gitgide daha aşağıya iniyordum; bir süre
sonra ağzımı suyun üstünde tutabilmek için başımı arkaya yatırmak zorunda kaldım. Mantar çok fazla su emmişti sanırım. Daha derine batmamak için kollarımı babamın boynuna doladım. Hemen sonra can yeleği kullanılamaz hale geldi ama onu üstümde köpekbalıklarına karşı bir zırh gibi tuttum. Babam uyanık kalmakta zorlanıyordu, o yüzden şarkı söylemeye başladı. Söylediğini duyduğum tek şarkı oydu.
Nasıl bir şarkıydı?
Adını bilmiyorum ama sözleri şöyleydi:
Denizler viski olsa, ben de minik bir ördek, diplerde dolanırdım, çıkmazdım yüzeye pek.
Oysa ne deniz viski, ne ben minik ördeğim, oturayım oyuna, şansıma güveneyim.
Bu dizeleri tekrar tekrar söyledi durdu, şarkıdan çok şanson gibiydi. Sonra ben de söylemeye başladım. O karanlık bataklıkta suya yayılan iki ses kulağa garip gelmiş olmalı. Günün ağarmasını beklerken uzun süre böyle devam ettik.
Bütün gece suda mı kaldınız?
Bütün gece. Güneş doğunca kendimizi yukarı tekneye çektik. Birkaç başıbozuk sivrisinek vızıldayarak tepemizde dolaşıyordu. Babam yeniden motoru çalıştırmaya uğraşırken ben her birini teker teker öldürmeyi kendime iş edindim. Yapacak bir şey kalmayınca babam bir ipi baştaki kancalardan birine bağlayıp, göğsüne kadar gelen suda, çamurlu sığlıkta, bana saatler gibi gelen uzun bir sürenin sonunda gemi geçiş yoluna bağlanan kanalın ağzına gelinceye kadar tekneyi çekmeye başladı. Sığlığın ucuna ulaştığımızda o kadar yorulmuştu ki ilk anda kendini tekneye çekmeyi başaramadı. Küpeştenin kenarına tutunup, ayağını yukarı atabilecek gücü kazanana kadar birkaç dakika yarı yarıya suda kaldı. Tekneye çıkmasına yardım ettim, balık gibi soluyarak küpeştede yattı. Öylece yatarken uzaklardan bir motor hırıltısı duydu. Sonra açıkta kanal içinde bir karides motoru gördük, trol gecesinden sonra ağlarını kelebek gibi açmış, güneşte kurutuyordu. Oturakların üstünde ayağa kalkıp can yeleklerini başımızın üstünde sallayıp durgun havada bağırmaya başladık. Karides teknesi, hâlâ yüz, iki yüz metre ileride burnunu bize doğru çevirince duyduğum hissi başka hiçbir zaman duymadım.
Sizi limana mı çektiler?
Evet. Babam reise, harcadığı yakıtla zahmetleri için yirmi dolar vermek istedi. “Ou, mon ami,” dedi -o zamanlar hâlâ yarı Fransızca yarı İngilizce konuşulurdu- “para için değil.” Böylece bizi Point â la Hache’a5 çektiler. Tekneyi bağlayıp deniz kabuklu bir yoldan yürüyerek dükkânı yeni açmakta olan bir aşçı bulduk. Babam evi aradı, annemin gelip bizi almasını söyledi. Sonra yemeğe oturduk, bir buçuk saat sonra annem geldiğinde biz hâlâ yiyorduk.
Allahım ne geceymiş.
Evet, ama daha bitmedi. Tekneyle yola çıktığımız
Delacroix’ya dönüp öbür arabamızla römorku almamız gerekiyordu. Ben oradan annemle New Orleans’a giderken babam da tekneyi getirmek için Point â la Hache’a döndü. Annem ikide bir bana bakıp ağlamaya başlıyordu. Ama tuhaftı. Ben artık onun küçük oğlu değildim.
Demek öyle oldu. Küçük sevimli çocukları büyük sert adamlara böyle dönüştürüyorlar.
Onun gibi bir şey.
Baban ne demişti? Öykü hakkında, kaptan, karısı, kızı hakkında? Seni inanmaya yönelten şey demiştin.
Öykü bitince Item’da çıkan fotoğrafın -gazetenin bastığı iki su sütununun resmi- Tulane Bulvarı’ndaki kütüphanenin üçüncü katındaki bir arşivde olduğunu söyledi.
Bu da dinlediği öykünün bir parçası olamaz mı?
Hayır. Her şey kendileriyle ilgiliydi. Babasıyla kendisinin o resmi bir kez gördüğünü söylemişti, O zaman öyküye inanmıştım.
Bütün söylediği bu kadar mıydı?
Hayır, başka bir şey daha söyledi. Yıllar sonra.
Neydi o?
Bütün deniz öykülerinin hep aynı sona ulaştığını söyledi. Ya çıldırma ya da ölüm.
Peki, ya bu öykü?
Bu öykü değil. Gerçek.
Ama nasıl sona erecek?
Nasıl mı sona erecek? Babamın şarkı söylemesiyle. ikimizin şarkı söylemesiyle sanırım -bir adamın derinden gelen yorgun sesi, bir oğlanın ince soprano sesi, batan bir çocuğun viskiden, iskambil kâğıtlarından, sarhoş bir ördekten söz eden sesi- karanlıkta bataklıkta sürüklenmekle, sivrisineklerin tepemizde ölüm gibi dolaşmasıyla, ikimizin durmadan, hiç durmadan ta güneş doğuncaya kadar şarkı söylemesiyle.
Çev. Ümit Şenesen, “İşkencecinin Yamağı”, Aylak Adam Yayınları
1
Kingspoint, ABD'de ticari gemilere subay yetiştiren akademi, (ç.n.)
2
Item, bir New Orleans gazetesi, (ç.n.)
3
Antoine, New Orleans'ta ünlü bir lokanta, (ç.n.)
4
Dodgers, Los Angeles'te bir beyzbol takımı, (ç.n.)
5
Point â la Hache, Mississippi Irmağı'nın ticari gemilerin geçtiği en aşağı ucunda minik bir yerleşim yeri, (ç.n.)
0 notes
toptankokorec-blog · 5 years
Text
Toptan kuzu kokoreç satanların fiyatları
En kaliteli kokoreçleri her zaman en uygun fiyatlar ile müşterilerine ulaştırmaya çalışan firmamız özellikle müşterilerine sunduğu toptan kuzu kokoreç satanların fiyatları ile bunu sağlamaktadır. Uzun zamandan bu yana içinde olduğu bu sektörün en uygun fiyatları ile müşterilerinin karşısına çıkan firmamız da dileyen herkes aradıkları ürünleri rahat bir şekilde ve uygun bütçeler ile temin edebilmektedirler. Bilindiği gibi kokoreçler farklı aşamalardan geçen ve son kullanıcıya varana kadar özellikle hijyen konusunda kesinlikle risk alınmaması gereken ürünlerdir. Bu sebeple her tedarikçiye güvenmemek ve bu konu hakkında tam olarak seçici olmak gerekmektedir. Bizler de bugüne kadar Antalya’da verdiğimiz hizmetlerimiz ile bu konuda ne kadar doğru bir seçim olduğumuzu birçok kişiye kanıtladık ve bu sebeple müşterilerimiz ürünlerimizi gönül rahatlığı içinde temin etmişlerdir. Özel olarak depolanan ürünleriz en sağlıklı koşullar da uzun zaman sahip oldukları özellikleri kaybetmeyecek şekilde bekletilmektedir.
Çok uzun zamandan bu yana bölge de verdiği hizmetler de her seferin de en kaliteli ve en sağlıklı ürünlerin temin edilmesi için gerekli tüm işlemleri özenle yapan firmamız özellikle bütçelerini de düşünmek zorunda olan kişilere piyasanın en uygun toptan kuzu kokoreç satanların fiyatları ile hizmet vermektedir. Taleplerini bize ileten müşterilerimiz öncelikle çalışanlarımız ile yapacakları görüşmeler de detayları belirlemekte ve daha sonra hemen harekete geçen çalışanlarımız müşterilerimizin istedikleri tüm ürünleri kendilerine teslim etmektedirler. Firmamız ürünlerin temin edilmesi veya kullanıma sunulması aşamasında çok titiz bir şekilde hareket etmekte ve aynı zamanda yaşanan her türlü sorunu da en kısa zaman içinde çözebilmek için gerekli tüm adımları atmaktadır.
Antalya bölgesinde toptan kuzu Kokoreç temini konusunda en güvenilir ve en çok tercih edilen firmalardan biri olarak amacımız her gelen talebi tam da olması gerektiği gibi karşılamak ve aynı zamanda insanların tüm beklentilerine en hızlı şekilde cevap verebilmektir. Güvenilirliğini ve kalitesini bugüne kadar verdiği hizmetleri ile kanıtlamış olan firmamız artık Antalya içinde toptan kuzu kokoreç satan firmalar arasında en güvenilir olanlardan biri haline gelmiştir. Günün her saati taleplerini bize iletebilen ve aynı zamanda çalışanlarımızdan gerekli tüm bilgileri alabilen müşterilerimiz kararlarını da rahat bir şekilde verip siparişlerini hemen iletebilmektedirler. Antalya ve çevresinde yaşayan birçok kişi gibi siz de firmamızı seçerek kısa zaman içinde istediğiniz kadar ürüne sahip olabilir ve tavsiye edilen Antalya toptan kızı kokoreç firmalarından biri ile çalışmanın keyfini yaşayabilirsiniz. Bize www.antalyakokorec.com adresinden ulaşabilirsiniz.
0 notes