Tumgik
#savaş öncesi çelik
aklingolgesi · 1 year
Text
ÇELİĞİN MİLADI: 1945 YILINDA ÇELİĞE NE OLDU? | MESELE
Biliyor muydunuz, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra üretilen hassas bilimsel dedektörlerin üretiminde hiç yeni çelikler kullanılmadı. Bunun yerine 2. Dünya Savaşı’ndan önce üretilmiş hurda çelikler kullanıldı. Peki, sizce neden böyle yaptılar? Savaştan sonra çelik kıtlığı mı çıktı? Çelik üretilen tesisler savaşta yerle bir mi oldu? Savaşta kullanılan uçakların enkazlarından çıkan çelikler israf olmasın…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
isvicreninsesi · 1 year
Text
‘2+2=KRDSTN' sergi salonunda şiir ve öykü dinletisi
Tumblr media
VAUD- 1923 Lozan Antlaşması'nın yüz yıllık tarihine ışık tutan ‘2+2=KRDSTN' sergi salonunda Şair Dîlber Hêma ile Yazar Yaqob Tilermenî, şiir ve öykü dinletisi sundu, genç müzisyen Şarezîn'de yan flütüyle eşlik etti. 1923 Lozan Antlaşması'nın yüz yıllık tarihine ışık tutan '2+2=KRDSTN'  sergisi devam ediyor. Lozan 100'üncü Yıl Anma Komitesi (Lozan2023) ile Lozan Belediyesi’nin 28 Nisan'da kapılarını ziyaretçilere açtığı sergide, dört parça Kurdistan, Almanya ve İtalya'dan sanatçıların farklı disiplinlerden (video, performans, fotoğraf, yerleştirme, resim) eserleri yer alıyor. 2+2=KRDSTN' sergisi kapsamında bugün şiir ve öykü dinletisi gerçekleştirildi. Şair Dîlber Hêma ile yazar Yaqob Tilermenî tarafından gerçekleştirilen şiir ve öykü dinletisine genç müzisyen Şarezîn'de yan flütüyle eşlik etti. Dinleti öncesi düzenlenen söyleşide bir konuşma yapan Dîlber Hêma, Lozan Antlaşması'nın 100'üncü yılı etkinlikleri kapsamında yapılan bu tür güncel sanat etkinliklerinin çok değerli olduğunu söyledi. Dîlber Hêma, “Bugün dünyanın dört bir yanında yaşayan Kürtler kendi topraklarının işgaline ve yaşatılan her türlü katliama rağmen kendi renkleriyle kültürüne, diline, sanatına sahip çıkarak 100 yıllık işgale karşı sanatsal duruşuyla bir direniş sergilemiştir” dedi. Söyleşi sonrası şiir ve öykü dinletisi düzenlendi. Küratörlüğü Barış Seyitvan ile Serdar Mutlu tarafından yapılan ve 19 Mayıs'a kadar sürecek olan '2+2=KRDSTN'  sergisinde şu sanatçıların eserleri yer alıyor: Osman Ahmed, Havin Al-Sindy, Havar Amini, Vooria Aria, Khadija Baker, Savaş Boyraz, Wirya Budaghi, Timur Çelik, Salah Ebrahimi, Serhat Ertuna, Jacopo Gallico, Fatoş Irwen, Eren Karakuş, Serpil Odabaşı, Walid Siti, Hito Steyerl, Leyla Toprak. Read the full article
0 notes
elestirikosesi · 6 years
Text
Türkiye'ye ekonomik operasyon geliyor.
Seçim yaklaştıkça ABD, Türkiye'ye yönelik baskıyı artırıyor. ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, beraberinde bir heyetle bugün Türkiye'ye gelecek. Jeffrey'in çantasında Türkiye'nin Fırat'ın doğusuna yapacağı olası harekatı ve Rusya'dan S-400 almasını önlemek ve Türkiye'yi bir süredir pazarlıkları devam eden Patriot alımına ikna etmek var.
Bu arada bir parantez açalım: ABD basınına göre, Türkiye Washington'un Patriot teklifini reddetti. Bloomberg'in haberine göre , ABD 2019 yılı sonuna kadar Patriot’ları Türkiye’ye verecek, Türkiye de Rusya ile olan S-400 anlaşmasından vazgeçecekti. Bloomberg’e konuşan Amerikalı yetkililer, yeni teklifin 15 Şubat 2019’dan önce yapıldığını söyledi. Yeni teklif uyarınca teslimat tarihi öne çekilmiş ancak fiyat artırılmıştı. Türkiye’nin en baştan beri arkasında durduğu kredi anlaşması ve teknoloji transferi talepleri ise yine karşılanmadı. Amerikalı yetkililer pazarlıkların sona erdiğini söyledi. Fakat bu haberden bir gün sonra Çavuşoğlu, ABD ile Patriot pazarlıklarının başladığını söyledi.
Bu arada şubat ayının sonlarına doğru ABD Başkanı Donald Trump, 2019 mali yılı harcamalarına yönelik torba kanunu imzaladı. Onaylanan torba kanuna göre, Türkiye'nin Rusya'dan S-400 hava savunma sistemi alması halinde 1 Kasım 2019 tarihine kadar F-35 savaş uçaklarının alımını durduruyor. Burada önemli olan nokta şu. Torba yasa, kısaca CAATSA olarak bilinen yani "ABD'nin Düşmanlarıyla Yaptırımlarla Mücadele Etme Yasası" çerçevesinde hazırlandı. Yani Türkiye onaylanan yasaya göre, şu an ABD'nin düşmanları arasında sayılıyor. Tüm bu gelişmelerin yanı sıra, Jeffrey'in ziyareti öncesi Trump'tan bir adım daha geldi.
GTS'den çıkarmak için mektup yazdı
Son gelişme şu: Trump, Türkiye'yi gelişmekte olan ülkelere bazı ürünlerde gümrük muafiyeti sağlayan Genelleştirilmiş Tercihler Sistemi (GTS) Programı'ndan çıkarma niyeti olduğunu açıkladı. Senato'ya mektup yazan Trump, gerekçe olarak Türkiye'nin ekonomisinin 'gelişmiş' olmasını gösterdi. Türkiye ile birlikte Hindistan'ın da programdan çıkarılması öngörülüyor.
Beyaz Saray tarafından yayımlanan ve 1974 Ticaret Yasası hatırlatılan mektupta Trump şunları kaydetti: "Türkiye'nin ekonomik durumu göz önünde bulundurularak artık GTS'den yararlanan gelişmekte olan ülkeler listesinde olmaması gerektiğini düşündüğüm için bu adımı atıyorum. Fakirliğin azalması, kişi başına düşen yıllık milli hasıla ve ticaret yaptığı ülkelerle ithalatın artması ve Türkiye'deki sektörler, gelişmiş ticaretinin göstergesidir. Buna ilave olarak Türkiye, gelişmiş ekonomisi sayesinde ve yaptığı karşılıklı anlaşmalarla diğer gelişmiş ülkelerin seviyesine gelerek diğer ülkelerin GTS programlarından da geçmiştir."
Mektupta ayrıca, ABD'nin Türkiye ile adil ve mütekabiliyet esasına dayalı ticari ilişkilerini sürdüreceği bildirildi.  Açıklamanın devamında Türkiye’yi programdan çıkarmanın, Kongre’ye ve Türk hükümetine yapılacak bildirimlerden sonra en az 60 gün boyunca yürürlüğe girmeyeceğini belirtildi.
Hangi ürün ne kadar etkilenecek?
Türkiye'nin GTS'den çıkarılması, ekonomik anlamda fazla yük getirmiyor. Esas olarak siyasî bir mesaj veriliyor. Trump'un ocak ayında sosyal medyadan paylaştığı mesajı anımsayalım: “Eğer Türkiye Kürtleri (PYD) vurursa, Türkiye'yi ekonomik yönden mahvederiz.” Ayrıca, GTS'den Türkiye'yi çıkarma girişimi, Rahip Brunson'un tutukluluğunda da gündeme gelmişti. Hemen ABD Ticaret Temsilciliği'ne baktım, neler etkileniyor diye.  GTS ithalat kategorilerinde araçlar ve araç parçaları, mücevherler, değerli metaller ve taş ürünlerden bulunuyor.
Kararla daha önce yüzde 25 ilave gümrük vergisi konan demir-çelik sektöründe yüzde 3.7’lik bir artış daha söz konusu olacak. Kuyumculuk sektöründe yüzde 2, taklit mücevherci eşyası yüzde 4, plastik sektörü 6.5, kauçuk sektörü yüzde 3.9 etkilenecek. Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan, İhracatta 1 milyar 700 milyon liralık üründe yaklaşık 63 milyon lira gümrük ödeyeceğimizi söyledi.
Tabiî burada önemli olan, Türkiye'yi ekonomik anlamda sıkıştırmak. Türkiye böyle bir karar çıkması ile, sadece ek gümrük vergisi ile değil, kırılgan ekonomisi nedeniyle de daha ciddi sorunlarla karşı karşıya kalacak. Bizi yeniden dövizin yükselmesi, maliyetlerin artması ve yeni zamlar bekliyor.
Ne yapmalı?
Peki Türkiye ne yapacak? Boyun mu eğecek, kararlı mı duracak? Bir kere Türkiye boyun eğdikçe, daha fazla üstümüze geliyorlar. Ak Parti, ABD ile diyalog kurarak sorunları aşabileceğini sanıyor ama, dış politikalarımız artık tamamen zıt. ABD, Türkiye'yi düşman sayarken hâlâ anlaşma çabaları beyhude. Doğru Türkiye ekonomik anlamda ABD'ye bir yaptırım yapamaz ama bu karşılık veremeyiz anlamına gelmiyor. Türkiye'nin de elinde kozlar var. Türkiye ne yapmalı:
- Öncelik kararlı duruşta. Ak Parti hükümeti Brunson ve diğer meselelerde kararlı duramadı. Zaafları, önce emekçiyi ve vatandaşı vuruyor. Mali yük halka yıkılıyor. Öncelik kararlı durmak. ABD ile mücadele edecekseniz, büyük riskleri göze almalısınız.
- Askerî, str5atejik, politik olarak cevap verebiliriz. Türkiye'nin devlet kurumlarının ortak bir çabasıyla bir liste oluşturulmalı. Bu listedekilerin Amerika'nın yaptıklarına karşılık olarak devreye girmesi lazım.
- NATO kozu kullanılabilir. Türkiye NATO'da Rusya karşıtı bütün askeri, siyasi girişimlere açıktan destek veriyor. Vermeyebilir. NATO'da veto hakkına sahibiz.
Daha çok şey söylenebilir ama çözüm siyasî iraden geçiyor. ABD'nin en büyük önceliği Fırat'ın doğusuna yapılacak operasyonu önlemek/geciktirmek ve S-400'den vazgeçirmek. ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) Sözcüsü Eric Pahon, Rusya'dan S-400 füze savunma sistemlerini satın almanın Washington ile Ankara arasındaki işbirliği için önemli sonuçları olacağı konusunda Türkiye’yi uyardıklarını açıkladı. Uyarı ve yaptırımı birlikte okursanız, Türkiye'nin Avrasya'ya yönelmesi önlenmeye çalışıyor. Fakat Türkiye komşuları ve Avrasya'daki ortaklarına güven vermiyor.
Dosta güven, düşmana korku. Dış politikanızı bunun üzerine kurmazsanız, yalpalarsanız, bu halk sizi sırtında taşımaz.
05.03.2019
12 notes · View notes
seslimeram · 5 years
Text
Hayat; Var Edilebilir Mi, Bırakılır Mı, Kalır Mı!
Tumblr media
Yıldırının orta yerinde ülke tahayyülünün yerle yeksan olunmasına tanıklık ediyoruz. Bir ülke sathı mahallinde cüretle / cinnetin arasında salınan ol devletlinin var ettiği yıkımlar hepimizi dört bir yandan kuşatıyor. Bir ülke hali / tahliline yer bıraktırılmayacak şekilde çürüme ehven ilan ediliyor. Yön bununla belirginleştiriliyor. Yaşanan güncellik, yaratılan ülke tedbiren değil, bir mübalağa olarak değil doğrudan yıldırının halleriyle var edilendir. Bir tek bununla güncelliği biçimlendirilendir. Cerahat artık hayatımız meselinin imkansız kılınmasının temelindedir. Cerahatle cüretin, cinnetle kotarılmış bir memleket tahayyülü ile yönetim algısının birlikteliği hepimiz için bir sınırlandırmayı beraberinde var eder. Bu sınırlar artık yaşamla bağlarını kopartmış, batısının doğusundan bihaber kaldığı bir yerin ta kendisi kılınır. Yıldırı güncellenirken hayatlar üçer beşer, onar yirmişer çalınıyormuş ya da kentler yağmalanıp, köyler derdest, insan hakları çiğnenip ormanlar onların yasasını bile hiçe sayıp yakılıp, talan ediliyormuş bu güncellikte sorgulattırılmaz. Yeni ülke alenen ol vurdumduymazlık damarından güncellene gelendir!
Biyopolitik olanın tezahürü artık gizlenmeksizin ulu ortada eylenenlerin bir devamlılığı haliyle biçimlendirilir. Bir sahanın yerle bir edilmesi hep güncellenir. Yaşatmamak daimi bir mefhum ilam olunur. Yaşama gailesini sınırlandırarak, tükenişe sevk etmek bir devlet siyaseti denilerek güncellenir, bu arada yıl 2019’dur. Yıldırının biteviye hali içerisinde bir son değil hemen her gün yeniden tahakkümün biçemi dönüştürülendir. Çitlenip, kuşatılan, derdest olunup, yıkıma sevk edilen hayat istencidir vesselam. Yaratılan ve güncellenen bu boğuntuya koyma hali dahilindeki bir menzil sabit kılınmaktadır. Artık hayat muktedirin oyuncağı bilinen bir meseledir.
Bir yerin tastamam yaşatmazlığı tescil olunmaya devam edilendir. Geleceği kayıp, şimdisi toptan yıkılmış dünü hepten harap viran olan bir yerin ötesinin her ne olacağı / olabileceği artık kenarsız, köşesiz açıktır. Bir ülke sathında cüretle cinnet arasındaki yıldırının varlığı biyopolitik bir düş kırımı toplamını bu topraklarda var eder. Bugün bir ülke bahsinin yerine tanımlandırılmış olan bu halin toplamıdır. Şırnak’ta var edilmiş olan cerahat bunun bir yüzeyidir; Birgün’den aktaralım, Türk Tabipler Birliği’nin açıklamasını da ilave edelim.
“Şırnak’ın Cizre ilçesinde 2 Ağustos 2019 tarihinde 1’i hekim 3’ü hemşire 4 sağlık çalışanı sabah saatlerinde evleri basılarak gözaltına alındı. 2015 yılında ilan edilen sokağa çıkma yasağı sırasında 10 yaşındaki bir çocuğu tedavi eden 4 sağlık çalışanı 5 Ağustos'ta çıkarıldıkları mahkemece "silahlı terör örgütüne üye olmak" suçundan tutuklandı.
Türk Tabipleri Birliği (TTB), "Mesleki sorumluluklarını yerine getirdikleri için tutuklanan sağlık çalışanları derhal serbest bırakılsın" diyerek konuya ilişkin bir açıklama yaptı
"Hem yasalarımızda hem de uluslararası hukukta tutuklama bir zorunluk değil, başvurulması gereken istisnai bir durumdur" denilen açıklamada, "Adresleri belli, işyerleri bilinen 3’ü kamuda çalışan, çağrılmaları durumunda her an ifade verebilecek konumda olan sağlık çalışanlarının adli kontrol uygulamasına dahi ihtiyaç duyulmadan ailelerinden ve hastalarından koparılarak tutuklanmaları kabul edilemez" ifadeleri kullanıldı.
"Avukat görüşmelerinden ve mahkemedeki sorgulamalardan edinilen bilgilere göre tutuklanma gerekçeleri sokağa çıkma yasaklarının sürdüğü 2015 yılında sağlık hizmetine erişimin engellendiği ve neredeyse imkansız olduğu koşullarda, yaralı olarak başvuran ‘’10 yaşlarındaki bir çocuğa’’ sağlık hizmeti sunma iddiasıdır.
Bizler yaşamdan yana olan mesleğin mensupları olarak yaşam hakkının en kutsal hak olduğuna inanıyoruz. Bir “değer” olarak gördüğümüz sağlık hizmet sunumu “değer” olmasını her koşulda her insanı yaşatma çabasından almaktadır. Bu nedenle savaş veya çatışma alanlarında dahi bizlere ihtiyaç duyan herkese, her yerde gerekli sağlık hizmetini sunma sorumluluğumuz vardır. Varoluş sebebimiz olan iyileştirme ve yaşatma hizmetinden dolayı bırakın tutuklanmayı yargılanmayı dahi kabul etmiyoruz, etmeyeceğiz...
Bizler hekimiz/sağlıkçıyız. Bizlere gereksinimi olan herkesi, kimliğine, aidiyetine bakmaksızın iyileştirmek ve her türlü çabayı göstermek mesleki etik kurallarımız gereğidir. Kim olursa olsun, suçları ne olursa olsun, öncelikle bizlere gereksinimi olan insanların tedavi olma hakkını savunmak görevimizdir.
Uluslararası insancıl hukuk ile çatışma anlarında dahi sağlıkçılara sorumluluk yüklenmiştir. Cenevre sözleşmeleri ve ek protokolleri gereği de sağlıkçıların her türlü durumda kendilerine gereksinim duyan herkese sağlık bakımı ve yardımı yapma sorumluluğu vardır.
Tutuklanan sağlıkçılar da bu evrensel etik değerlerine sahip çıkarak; mesleki yükümlülüklerini yerine getirmişlerdir. Kriminalize edilen, ‘Suç’ üretilmeye çalışılan ve tutuklamaya gerekçe yapılan sağlıkçıların asli olan görevleridir.
Kaldı ki yakın tarihimizde ‘’Gezi sürecinde’’ ve ‘’Cizre olayları’’ sırasında benzer gerekçelerle sağlıkçılar yargılanmış ancak sağlık çalışanlarının hiçbir koşulda tedavi ve iyileştirme görev ve eylemlerinden dolayı cezalandırılamayacağı yargı kararlarıyla da güvence altına alınmıştır.
Bir kez daha yineliyoruz; Mesleki sorumluluklarımızı ve mesleki görevlerimizi etik ilkelerimiz doğrultusunda her yerde, her koşulda ve ihtiyaç duyan herkese karşı, bağımsız bir şekilde yerine getirmeye devam edeceğiz. Evrensel insan hakları hukuku açısından suç niteliğinde olan bu keyfi ve hukuksuz tutuklanma kararları gözden geçirilmeli ve sağlık çalışanları bir an önce serbest bırakılmalıdır."
Ülke tahayyülünün hiçleştirilmesi, hayatı muhafaza etmekle yükümlü olanların bile isteye hedef alındığı bir düzlem çürümeyi önceler. Atılan her adım Şırnak’taki gibi her hamle iş bu ülkedeki bağların kopartılmasını günceller. Hayatın bu cendere içerisinde yaralarından arındırılmaya çalışması suç bilinir, böylesi bildirilir. Bir ülke sahanlığında cüretle cinnetin arasında bir yol falan açılmaz artık ol hayat istenci dümdüz olunur, kesintisiz olarak. Şırnak bir kez daha bu hal, bütün bu tahayyülün bildireni kılınır. Yaratılan, yaşatılan hemen her vakadan sonra derin bir ayrıştırma hali güncel kılınmaktadır. Doktorların var ettiği hayat istencini muhafaza etme teröristlikle bağdaşık kılınır.
Barış İçin beyan veren / meram eyleyen akademisyenler suçludur. Hakikati, devlet eliyle oluşturulmuş her yıkımın tanığı / belgeleyicisi gazeteciler suçludur. Suç üstünü yakalayan avukatlar suçludur. Gören gözler, kaydedilen tanıklıklar, yaşamlarıyla artık denek kılınan insanlar her ama her anlamda suçludur. Kim suçsuzdur bu topraklarda? Kim suçunu örtbas etmektedir, buna gerek dahi duymadan yeni yıkımlara girişmektedir! Suç meselini var eden kimliksiz midir? Hepimizin yanıtını bildiği, cerahati güncelleyen o’dur. Bugün, yaşadığımız ülkenin dönüştüğü yer dehşettir. Var ettiği yıkım laf değildir!
Tutsak siyasetçi Selahattin Demirtaş için geçtiğimiz günlerde bir sosyal medya eylemi gerçekleştirilir. Özgürlüğü elinden çalınmış, hakları gasp edilmiş, avukatlık hakları gibi insanlık hakları da zayi edilmeye devam olunan Demirtaş için “özgürlük” çağrısı var edilir. Gel gelelim, Sarıyer Mhp Teşkilatı yöneticisi Ömer Efe, Aslı Aydıntaşbaş’tan Beli Saçılık’a kadar pek çok farklı kesim / görüşten insanı hedef kılarak tehdit eder. Gözdağını belirgin kılar. Bunca açık bir halde, şu yukarıda örneğini vermeye çalıştığımız Şırnak’taki doktorların haklarını alaşağı edip onları suçlu bilen akıl / adalet mekanizması Ömer Efe gibi tetikçileri vatanın gerçek sahipleri addeder. Bunca düşmanlık kafi gelmediğinden bir yandan da küfür kıyamet gırla giderken ulu orta, ölüm kusmayı genel baş çobanlarının yapığı gibi asmayı kesmeyi, mafyöz bozuntusu zırtapoz gibilerin kan akıtıp duş almaktan bahis açanların yolunda yürümenin “fikir özgürlüğü” olduğunu sanacak ahmaklık bu ülke şu sahanın ikiyüzlülüğünü göstere gelir. Sahiden suç nedir?
HDP Merdin Milletvekili Tuma Çelik, Mezopotamya Ajansı’ndan Berivan Altan’a bir mülakat verir. “31 Mart yerel seçimleri öncesi Soylu'nun hedef göstermesiyle birlikte HDP Mardin İl eşbaşkanları Eylem Amak ve Ali Sincar’ın da bulunduğu 13 Kürt siyasetçi gözaltına alındı. 12 gün gözaltında tutulan siyasetçilerden İl Eşbaşkanı Ali Sincar tutuklanırken, diğer kişiler adli kontrol şartı ile serbest bırakıldı. Yine son aylarda çok sayıda HDP ve DBP'li üye gözaltına alınarak tutuklandı. Son olarak Mardin Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturma kapsamında aralarında HDP PM üyeleri Alaattin Semir Zuğurli ve Sedat Ay, DBP Mardin İl eşbaşkanları Şehmus Sun ve Leyla Bozkurt ile Nusaybin ve Bismil belediye eşbaşkanlarının da bulunduğu çok sayıda kişi gözaltına alındı. Mahkemeye sevk edilen HDP PM üyeleri Alaattin Semir Zuğurli ve Sedat Ay ile DBP Mardin İl eşbaşkanları Şehmus Sun ve Leyla Bozkurt tutuklandı.
Kentte, gözaltı ve tutuklama dışında farklı baskı yöntemlerinin de devrede olduğunu söyleyen Çelik, Mazıdağı Belediye Eşbaşkanı Nalan Özaydın ve belediye meclis üyelerine dönük saldırıyı buna örnek gösterdi. Belediyelerin önlerine konan X-Ray cihazlarının da bu geniş baskı konseptinin sonucu olduğunu dile getiren Çelik, "AKP'li Meclis üyesinin hakaretler ve küfürlerde bulunmasına rağmen soruşturmaya tabi tutulan ve ifadeleri alınan yine bizim arkadaşlarımız oldu. Saldırıya maruz kalan insanlar soruşturuluyor, gözaltına alınmaya çalışıyor" dedi.
Tumblr media
Mardin’deki Kürt siyasetçilerin baskı altına alınmasının temelinde iki nedenin yattığını dile getiren Çelik, şöyle devam etti: "Mardin çok kültürlü, dilli, dinli ve etnisiteli bir kent. Bu kentte Kürtler, Süryaniler, Ezidiler, Mihelmiler ve Türkler ortak bir yaşamın içerisinde yer alıyor. Bunu Mardin’de biz siyaseten de ortaya koyduk. Hem milletvekili, hem il yönetimi, hem de belediyecilik anlamında bunu ortaya koyduk. Biz aslında bütün Türkiye’yi Mardinleştirmeye çalışıyoruz. Devlet de tam tersine Mardin’i tekleştirmeye ve egemen tekçi anlayışı burada hakim kılmaya çalışıyor. Saldırılar bundan bağımsız değil. Buna karşı çıkıldığı için partimiz ve bileşenlerimiz hedef alınıyor. Bir diğer neden de İçişleri Bakanı Soylu’nun partimizi hedef alması. Hedef göstermesinin ardından partimize yönelim oldu."
Çelik, “Geçmişte de benzer saldırı politikaları geliştirildi. Ne kadar baskıcı politika geliştirilirse geliştirilsin bizim halkımız ortaya koyduğu mücadele ile saldırıları püskürttü. Bundan sonraki süreçte de saldırı nasıl olursa olsun, hangi yöntemle geliştirilirse geliştirilsin halkımız buna cevap olacaktır” diye konuştu.”
Nefretin, ayrımcılığın, ötekileştirmenin, biteviye hınç kuşanıp bir süreklilik hali içerisinde memleketi yaşanamaz bir yere dönüştürmenin güncelliği karşımızdadır. Bakur Kürdistan sathı mahallinden bu yana var edilen, Batı’dan Rojava’ya kadarki bir sahanlıkta yekten sabit kılınmaya çalışılan hayatın muhafaza edilmesini imkansız kılmaktır. Atılan her adım bu hazanın devamlılığı içindir. Bir yerin böylesine aleni bir halde çürümeye sevk edilmesi güncellenendir. Ne o ana akım televizyonlarda görünen bildirilenlerde, ne basın diye orta yerde türetilmiş, saray soytarısı paçavraların metinlerinde ne de sokakta var edilen halde bu dip kırım halinden eser vardır.
Bir yer, bir yurt, bir toprak paçası bunca açıktan en olmaz nobranlıkların rehini kılınırken cüretle cinnet arasında bir uçurum, katran karasının ta kendisi güncellene gelir. Aksettirile gelenle yaşattırılan arasındaki derin uçurumdur mesel bilinmesi gerekli olan. Hayat böyle, bu bahislerle törpülenir. Devletin abecesi tahakkümle yıldırının el aldığı tüm tahayyülleri ile birlikte bu sahadaki yaşam erimi hiçleştirilir. Bariz kılınan bu halin ta kendisidir. Asıl hakikat, dipsiz, katışıksız bir çürümeyi imlerken hala suskunluk vazolunur. Bu şartlara ve ehven olmayan karanlığın ta kendisine biat dört yandan duyurulur. Hal midir, yol mudur, izan mıdır, çözüm müdür bahisleri es geçilip yola devam olunur! Yola sahiden devam olunur mu? Yolun ardı bu halle getirilebilir mi? Atılan her adım, aşılan her eşik, var edilen her gedikle bir kez daha cürüm güncellenir. Türkiye bir cürüm sahası kılınırken ol çürüme ötelenebilir mi? Hakikat herkesi kapsarken her yer böylesi bir tahayyüle rehin edilirken her ne ötelenebilir, daha ne nasıl örtbas olunabilir, her nasıl, her ne şekilde, her ne hakla!
HDP Merdin vekili Tuma Çelik, Filiz Deniz'in sorularını yanıtlar. Nupel'den aktaralım: “Şu anda bizim Turabdin dediğimiz ve Şırnak-Mardin-Batman arasında kalan bölgede yaklaşık 5000 Süryani yaşadığı tahmin ediliyor. Bu nüfus özellikle Nisan-Kasım ayları arasında daha da artıyor. Süryaniler Lozan Antlaşması kapsamında azınlık statüsüne ve dolayısıyla bazı pozitif haklara sahip olmalarına rağmen bugüne kadar bu haklarını kullanmalarına izin verilmedi. Dolayısıyla her şeyden önce bu haklarını kullanmak istiyorlar. Ve tabii ki Türkiye’de demokrasinin egemen olmasını ve insan haklarına saygı gösterilmesini istiyorlar.”
Yaşatmama tahayyülünün varlığına dair önemli tespitlerdir ortaya serilen. Var edilen yer, düzlem artık utançların sahnesidir. Ne ki utanacak kimse yoktur. Hiç ama hiçbir makamın hesap vermediği yerde oluşturulan cerahat var edilen ayrımcılık artık gizlenmeden ulu orta var edilir. Eşitlik, adalet, hürriyet mefhumlarının yerle bir edilip, sorgusuz sualsiz bir yıkım tahayyülü Merdin’den memleketin dört bir yanına daimi kılınarak çoğaltılır. Nefret ve ayrımcılığın ol biteviye hınç kuşanılıp güncelliği sağlama alınan tehditlerin boyutudur o yeni ülkede “eskimeyen” mesele.
Bakur Kürdistan’ından Batı Türkiye’ye, Afrin kırsalından Rojava’nın geri kalanına her yer ve zeminde x, y ve z’ye düşmanlık edimi ile bir ülke tanımı alaşağı edilendir. Daha iyi değil daha fenasının her ne olduğu kanıtlarıyla, yaşatılanlarla barizdir. Burası sahiden de bir ülke midir? Hayat mefhumunun tümden tarumar olunması güncellenirken o saha bir ülke halini muhafaza edebilir mi, halen böyle bir ihtimal var mı?
Mayıs ayından bir haber, geçtiğimiz hafta yeniden gündem olur. Konu bu kez Ermeniler ve ibadethanelerine yaklaşımın utanç verici halidir:
İnsani Yardım Derneği çalışanı Hatice Takuş, “Bu güzel iki katlı kilisenin en daimi ziyaretçileri define avcıları. Germuş Kilisesi’ne gittiğinizde içinde ve dışında irili ufaklı bir sürü çukur göreceksiniz. Biri kapanmadan bir diğeri açılan çukurlar. Kaderine terk edilen bu kilisenin akıbetini maalesef bu çukurlar belirliyor. Germuş Kilisesi günden güne yıkılıyor.” diye konuştu. Şanlıurfa’da yaşayan A.D. ise “19. yüzyılda 7 kardeş tarafından yapılan kilise bir dönem ahır olarak kullanıldı. Kilise korumaya alınıp restore edilmeli. Yetkililere seslenmek istiyorum. Kilisenin restore edilip tekrardan ibadete açılmasını istiyoruz” ifadelerini kullandı.
Germuş köyünün Ermenilerden kalma bir köy olduğuna değinen İnsani Yardım Derneği çalışanı Takuş, köyün yeni adının Dağeteği köyü olduğunu söyledi. Köye giden ince uzun yol takip edildiğinde tüm heybetiyle Germuş Kilisesi’nin insanları karşıladığını belirten Takuş, “Geçmiş zamanda 700’e yakın Ermeni ailenin burada yaşadığı biliniyor. Germuş köyünde yer alan, kapatılmış atıl bir şekilde duran, sadece define avcılarının sıklıkla ziyaret ettiğini her gittiğimde fark ettiğim Germuş Kilisesi, yaşadığım şehirde nefes alabilmek, durup düşünmek için kaçtığım mekânlardan birisi. Ermeni kilisesinin kitabesi olmadığından tam inşa tarihi bilemiyoruz. Ama 19. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor” diye konuştu. Takuş şunları söyledi: “Kilisede malzeme olarak coğrafi şartlardan ötürü taş kullanılmıştır. Taşın zamana ve terk edilmişliğe karşı verdiği direnci yakından görüp dokunmalısınız. Şanlıurfa turizm açısından cazibe bölgesiyken Germuş Kilisesi tüm hüznü ve yalnızlığı ile dokunulmak istiyor.”
Şanlıurfa’da yaşayan A.D. ise kilisenin 2015 yılına kadar ahır olarak kullanıldığını belirterek, “Tepkiler üzerine kiliseye hayvan konmamaya başlandı. 23 Ekim 2011 tarih/ 28093 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan kararla, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Turizm Gelişim Merkezi olarak ilan edildi. Alana bir tabela diken yetkililer, tarihi kilise ve çevresinde şimdiye kadar ne bir koruma önlemi aldı, ne de bir çalışma başlattı...Germuş köyünde 2 tane kilise vardı. Biri bakımsızlıktan yıkıldı. Yıkılan kiliseden sadece taş yığınları kaldı. Biz kilisenin sözde değil gerçekte koruma altına alınıp Hristiyanlar tarafından ibadete açılmasını istiyoruz.” dedi.”
Parçalanmış, paramparça edilmiş ol benzerleri Bingöl’den Kayseri’ye, Sivas’tan, Kars’a kadar uzanan, çeşitlilik arz eden bir yıkım / talan ve yok etme halinin en derinden cühela cüretiyle var edilen halidir meselemiz. Urfa’nın kıyısındaki bir tarihi yapı salt Ermenilere ait olduğu için bu harap viraneliği, bir yandan da definecilerin kazılarına teslim olunur. Ol hakikat Garo Paylan’ın bahsettiği gibi yerin üstündeki zenginliktir, olmayan, varlığı bile kanıtlanmayan definecilik sevdalarında kaç tarihi eser yıkılmıştır bu muammadır. Halen şu sathı mahalde bir eşitlik bahsine sıranın getirilmemesinden daha büyük, daha kalıcı bir sorun var mıdır? Yaşanan güncellik, yaratılan ülke laf ola değil, bir mübalağa olarak değil doğrudan yıldırının halleriyle var edilendir. Bir tek bununla güncelliği biçimlendirilendir. Cerahat artık hayatımız meselinin imkansız kılınmasının temelindedir.  Cühela cüretiyle cinnetin arasında ötekisinin yaşam hakkı, geriye bıraktığı tüm değerlerin, tahayyüllerin de yerle bir edilmesi güncellene gelirken bir sahanın ülke kimliği her nereye kadardır! Bir sahada Şırnak’taki Kürd, Türk doktorlardan, Turabdin’deki Süryani halkına yönelik tacizler, doğa katliamlarına, sonuncusu Urfa’da ortaya çıkan Ermeni mallarının ve artakalan her neyse onun talanının ortasında sahiden bir ülke var edilebilir mi? Bunun adı ülke olabilir mi? Böyle bir yerde hayat var edilebilir mi, bırakılır mı, kalır mı!
Misak TUNÇBOYACI - İstan’2019
Görseller: Alexandra MANTZARI - Behance
0 notes
mehmetkali · 8 years
Text
20. yüzyıl öncesi havacılık tarihi http://ift.tt/2kGZFku
Havacılık tarihi, insanlığın ilk günlerindeki ilkel uçuş denemeleri ve 17 Aralık 1903’te Wright Kardeşlerin ilk havadan ağır motorlu uçuşu yapması da dahil olmak üzere insanlı uçuşun gelişiminin tamamıdır.
                                                                                            1908’de vagon üzerinde Wright Model A uçağı
  Hava aracı tasarımcıları, araçlarının daha hızlı olması, daha uzağa, daha yükseğe gidebilmesi ve daha kolay kontrol edilebilir olması için çok uğraştılar. Uçak motorları, giderek daha verimli duruma gelerek, buharlıdan pistonluya, sonra da jet ve roket moturuna kadar gelişti. Hava taşıtları daha güvenli, malzemeleri daha dayanıklı ve hafif hâle geldi. Başlangıçta uçaklar, kanvas kumaştan ve tahtadan yapılıyordu. Daha sonra kanvasın yerini vernikli kumaş ve çelik borular aldı. II. Dünya Savaşı sırasında ise alüminyum monokok üretim yaygın duruma geldi. Günümüzde hava taşıtları, daha hafif, daha dayanıklı ve daha kolay şekillendirilebilir oldukları için özellikle karbon fiberden ve kompozit malzemelerden üretiliyor. Hava taşıtlarını kumanda etmek için kullanılan yöntemler her gün biraz daha gelişmektedir. Başlangıçta planörlerin kumandası kullanıcının tüm vücudunun hareketi ile ya da Alphonse Pénaudda olduğu gibi kanatlar yukarı doğru yükselen ve uca doğru sivrileşen bir forma sahipti. (Bu günki modern kanat şekli) Kuyruk ise, yatay konumlamayı sağlaması için ayarlanabilir yapıda ve aynı kanat özelliklerini taşıyordu. Çağdaş uçaklar ise elektronik olarak bilgisayarlar aracılığıyla kumanda edilmektedir. Çağdaş savaş uçakları tüm akrobatik manevraları karşılayacak biçimde, uçuş bilgisayarından aldıkları sürekli komutlarla dengeli uçuşlarını sağlamaktadırlar.
20. yüzyıl öncesi
9. yüzyılda, Kurtuba’lı Abbas İbn Firnas ilk uçan planörleri yapmış olarak bilinirler. Molmesbury’li Elmer, 1010 yılında aynı yapmış ve muhtemelen Daedalus’un öyküsünden etkilenerek 200 metrenin üzerinde bir uçuş yapmıştır. Yaptığı Çin gezisinin ardından Marco Polo rüzgarın etkisiyle uçan ve insan taşıyan uçurtmalarla ilgili öyküler getirmiştir.”Pao Phu Tau”, 4. yüzyılda döner kanatlı hava taşıtlarının (helikopterlerin) varlığını iddia eden bir Çin kitabıdır.
Yaklaşık 2 yüzyıl sonra, 15. yüzyılda, Marco Polo’nun gezisinin kehanetleri gerçekleşmiş ve Leonardo da Vinci çizimleri günümüze kadar ulaşmış bir planör tasarlamıştır. Bu planör o dönemde inşa edilmemiş, ancak günümüze kadar ulaşan planlarından o dönemdeki malzemeler kullanılarak 19. yüzyılın sonlarında imal edilmiştir. Bu tasarım, uçurmaya değecek bir tasarım olduğu için ve Vinci’nin orijinal planlarından yola çıkılarak yapılan bir prototip olduğu için uçurulmuş, gerçekten de uçtuğu görülmüştür, ancak tabiki orijinal tasarıma, günümüz aerodinamik bilgisi kullanılarak bazı müdahalelerde bulunulmuştur. Leonardo aynı dönemde bir de helikopter tasarımı yapmıştır, ancak bu tasarımın uçamayacağı açıktır. 17. yüzyılda Türk bilimadamı Lagari Hasan Çelebi, kendi tasarladığı ve büyük bir kafes ile ona bağlı konik biçimli ve içi barut dolu bir haznesi olan bir füze (roket) yardımıyla kendisini havaya fırlatmıştır. Uçuş, Osmanlı padişahı IV. Murad’ın kızının doğum günü kutlamalarında yapılmıştır. Bu uçuşun ardından Boğaziçine yumuşak bir iniş yaptığına ve Sultan IV. Murad’ın kendisini bu başarısından ötürü orduda yüksek bir rütbeyle onurlandırdığına inanılır. Uçuşun yaklaşık 20 sn sürdüğü ve yine yaklaşık 300 metre yüksekliğe ulaşıldığı tahmin edilmektedir. 1638 yılında, Hezarfen Ahmet Çelebi, kuşlardan esinlenerek tasarladığı bir çift kanatla Boğaziçi üzerinde uçmuştur. Boğazın Avrupa yakasındaki Galata Kulesi’nden uçuşuna başlayıp, süzülerek, 3 km’lik bir mesafeyi katedip boğazın Asya yakasına, yaralanmadan, inmiştir. (bu tarihi kayıtlarla ispatlanmış bir bilgi değildir ve sadece abartılı öyküleri ile bilinen Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde geçmektedir.)
1670 yılında, Francesco Lana de Terzi basılmış olan bir yayınında, havadan hafif uçuşun içi vakumlanarak boşaltılmış bakır folyolardan yapılmış kürelerle olası olduğundan bahsetmiştir. Aslında esas noktayı kaçırmamakla beraber bu tasarımda atladığı nokta kürelerin etrafını saran havanın basıncının kürelerin içlerine doğru ezilmelerine yani büzülmelerine neden olacağını atlamış olmasıdır.
                                                      Leonardo da Vinci’nin Ornithopterinin kanatları
Her ne kadar, çoğumuz insanlı uçuşun 1900’lerin başında uçak ile başladığını sansa da aslında insanlar yaklaşık bir 200 senedir uçuyorlardı.
Çoğunluk tarafından kabul edilmiş ilk insanlı uçuş 1783 yılında Paris’te gerçekleşmiştir. Jean-François Pilâtre de Rozier ve Francois d’Arlandes, Montgolfier kardeşler tarafından icat edilmiş bir sıcak hava balonu kullanarak 8 km yolalmışlardır. Balon, odun ateşi ile ısıtılıyor ve kumanda edilemiyordu, bu da rüzgar nereye götürürse oraya uçuyordu anlamına geliyordu.
Balonculuk, 18. yüzyılın sonlarına doğru çok yaygın bir uğraş haline geldi, ve böylece yükseklik ile atmosfer arasındaki ilişkinin keşfedilmesini sağlamış oldu.
Şimdi zeplin dediğimiz yönlendirilebilir, kumanda edilebilir, balonların kumanda sistemlerinin geliştirilmesi üzerindeki çalışmalar tüm 1800lü yıllar boyunca devam etti. İlk kontrol edilebilen ve yönlendirilebilen havadan hafif uçuşun 1852 yılında Henri Giffard tarafından 24 km uçularak buharlı motoru olan bir hava taşıtı ile yapıldığına inanılır.
Bir başka kayda değer gelişme ise 1884 yılında, Charles Renard ve Arthur Krebs’in Fransız Ordusu’na ait elektrik motorlu bir zeplin olan La France (Fransa) ile ilk tam olarak kumanda edilebilen serbest uçuşu yapmaları olmuştur. 170 ft (~51 m) uzunluğundaki ve 66000 ft³ (~1869 m³) hacmindeki zeplin, 8,5 beygirgücündeki bir elektrik motorunun yardımı ile 23 dakikada 8 km mesafe katetmiştir.
Ancak, bu hava taşıtları çok kırılgandılar ve ömürleri çok kısa idi. Kumanda edilebilen uçuşların sıradan hale gelmesi ancak, içten yanmalı motorların bulunması ile mümkün oldu.
Her ne kadar, zeplinler I. ve II. Dünya Savaşlarında kullanılmış, hatta günümüzde bile sınırlı oranda kullanılıyor olsalar bile, gelişimleri havadan ağır hava taşıtlarının gelişimiyle durmuştur.
İlk balonlu yükseliş 15 Ekim 1783’te 25 metre yükselerek Marquis d’Arlandes ve Pilatre de Rozier tarafından Montgolfier balonu ile yapılmıştır
Havacılık üzerine basılmış ilk yayın, Emanuel Swedenborg tarafından 1716 yılında yapılmış olan “Havada uçabilen bir makinanın çizimi”dir. Bu uçan makine, etrafını çok güçlü bir kanvas kumaşının sardığı çok hafif bir iskelete ve onun iki yanında yatay aksta hareket eden iki geniş kürek ya da kanata sahiptir ki bu kanatlar yukarı hareketlerinde hiçbir dirence maruz kalmaz iken aşağı hareketlerinde taşıma kuvvetini sağlamaktadırlar. Swedenborg, makinenin uçamayacağını çok iyi biliyordu ancak bunu uçma probleminin çözümüne yönelik iyi bir başlangıç olarak tahmin ediyordu. “İnsan vücudunun ağırlığından hafif olan ve daha büyük bir kuvvet gerektiren böyle bir makine hakkında konuşmak onu gerçeğe dönüştürmekten zor görünür. Belki de mekanik bilimi bu makineye bir anlam kazandıracaktır. Eğer avantajları ve gerekliliği anlaşılırsa, belki de zaman içinde bizim çizimimiz geliştirilecek ve bizim şu anda sadece tahmin edebildiğimiz şeyin amacına ulaşılacaktır. Halihazırda, her ne kadar ilk denemeleri için bazı fedakarlıklarda bulunulmuş ve kaybedilmiş bir bacak ya da kolu umursamamış olsalar da bu tür uçuşların doğada tehlikesiz yapılabileceğinin kanıtları bulunmaktadır.” Swedenborg, bir hava taşıtını güçlendirerek (motor gücü) uçmanın temel sorunun çözümlenebileceğini söyleyerek geleceği gördüğünü kanıtlamıştır.
İlk insansız uçuş denemesi
18. yüzyılın son yıllarında, Sir George Cayley uçuşun fiziki üzerindeki ilk titiz çalışmaları başlatmıştır. 1799 yılında bir planör planı sergiledi. Bu planör, kanatlarının planform yapısı dışında tamamen moderndi ve kumanda için ayrı bir kuyruğu vardı ve dengeyi daha iyi sağlayabilmek için pilot ağırlik merkezinin altına yerleştirilmişti ve bu aracın modelini 1804 yılında uçurdu. Takip eden 50 yıl boyunca, havacılık üzerinde çalışmaya devam eden Cayley, taşıma ve sürükleme gibi aerodinamiğin birçok temel kavramını geliştirdi. Hem içten hem de barut ile doldurduğu dıştan yanmalı motorları kullanmasına rağmen, ilk güç verilmiş, hava taşıtı modelini yapma işini güç vermek için kauçuk (lastik) gücünü kullanan Alphonse Penaud’a bırakmıştır. Daha sonra Cayley, araştırmasını tam boyutlu bir araç yapmak için kullandı ve bunu ilk önce 1849 yılında insansız olarak uçurdu, sonra da Yorkshire’da 1853 yılında yardımcısı Brompton’dan Scarborough’aya kısa bir uçuş yaptı.
1849 yılında insansız olarak uçurdu, sonra da Yorkshire’da 1853 yılında yardımcısı Brompton’dan Scarborough’aya kısa bir uçuş yaptı. John Stringfellow ilk buhar motorlu modelin test uçuşunu Chard, Somerset İngiltere’de gerçekleştirdi. Bu ‘insansız’ bir uçuştu. 1856 yılında, Fransız Jean-Marie Le Bris, plajda, bir at tarafından çekilen planörü “L’Albatros artificiel” ile ilk kalktığı yerden daha yükseğe çıkan uçuşu yapmıştır. Planörünün 100 m yükseldiği ve 200 m yol aldığı rapor edilmiştir.
1874 yılında, Felix du Temple, alüminyumdan yapılmış, kanat açıklığı 13 m olan ve pilot hariç ağırlığı sadece 80 kg olan büyük bir tek kanat (monoplane) uçağı Brest, Fransa’da üretmiştir. Bu uçakla birçok deneme yapılmış ve uçağın kendi gücüyle kalkıp süzülüp daha sonra güvenli bir şekilde yere inebileceği kanıtlanmıştır. Bu da bunu, her ne kadar uçuş çok kısa bir mesafe ve süre için olsa bile, tarihteki ilk kendinden güçlendirilmiş (powered flight) uçuş yapmıştır.
1880’ler, 20. yüzyıla kadar birçok araştırmanın yer aldığı ateşli bir çalışma dönemi oldu. 1880’lerdeki gelişmelerin başlamasıyla ilk gerçek anlamda pratik planörün inşası olanaklı oldu. Bu dönemde şu üç kişi gerçekten aktif rol aldılar: Otto Lilienthal, Percy Pilcher ve Octave Chanute. Gerçek anlamda çağdaş planörlerden biri John J. Montgomery tarafından üretildi ve bu planör kontrollü bir şekilde 28 Ağustos1883’te San Diego’nun dışında uçuşunu gerçekleştirdi. Bu uğraşlar ancak çok yıllar sonrası bilinir oldu. Bir başka delta kanat tarzı planör Vienna yakınlarında 1877 yılında Wilhelm Kress tarafından yapıldı.
Alman otto Lilienthal, Wenham’ın çalışmasını 1874’te ikiye katlamış, çok geliştirerek 1889 tüm çalışmalarını yayınlamıştır. Ayrıca bir seri çok daha iyi planörler üretmiş ve 1891 yılında bu planörlerle 25 m mesafeli uçuşları sıradan hale getirmiştir. Tüm çalışmalarını fotoğraflamak da dahil olmak üzere titizlikle kayıt altına almıştır ve işte bu yüzden erken dönem öncüleri arasında en iyi tanınanlardan biri olmuştur. Onun bulduğu hava taşıtı günümüzde yelken kanat olarak bilinmektedir.
                                        Jean-Marie Le Bris ve uçan makinası Albatros II, 1868.
1890 yılında Clement Ader, Fransa Paris yakınlarında tarihteki ilk “uzun mesafeli” pervaneli uçuş olacak uçuşu bir buhar motorlu Eole ismini verdiği hava taşıtı ile 50 m gibi kısa bir mesafe uçarak gerçekleştirdi. Bu denemeden sonra inşası tam 5 yıl sürecek daha büyük bir tasarım üzerinde çalışmaya başladı. Ancak, Avion III adındaki bu tasarım çok ağırdı ve çok güçlükle havalanabiliyordu. Uçağın 300 metrelik bir mesafeyi yerden çok az yükselerek katettiği rapor edilmiştir.
from Aeroportist I Güncel Havacılık Haberleri http://ift.tt/2kGLaBg via IFTTT
0 notes
yenicagkibris · 5 years
Text
Kıbrıs’taki olayları NATO talimnamelerine veya özel harp psikolojik savaş yöntemlerine göre yorumlamak -18- Ulus Irkad
https://wp.me/pXsHy-Kyq Ulus Irkad   KIBRIS’TAKİ OLAYLARI NATO TALİMNAMELERİNE VEYA ÖZEL HARP PSİKOLOJİK SAVAŞ YÖNTEMLERİNE GÖRE  YORUMLAMAK -18- Ecevit Özel Harp Dairesi’ni Nasıl Öğrendi ? Ecevit’in kendi ağzından: “1974’deki Başbakanlığım sırasında, zamanın Genelkurmay Başkanı rahmetli Orgeneral Semih Sancar, Başbakanlığın örtülü ödeneğinden acil bir ihtiyaç için, birkaç milyon lira istedi. O yıllarda milyonlarca büyük paraydı.  Ve benden istenen miktar da örtülü ödenekteki paranın tümüne yakındı. Üstelik ben, örtülü ödeneği ancak sosyal yardımlar için kullanıyordum ve mecbur olmamakla birlikte, bu kaynaktan yapılan tüm ödemeleri belgelere bağlatıp, Başbakanlık Müsteşarı’nın kasasında saklatıyordum. Onun için Genelkurmay’dan bu paranın ne amaçla istendiğini sormak zorunda kaldım. ‘Özel Harp Dairesi için’ dediler. O güne kadar böyle bir dairenin adını bile duymamıştım. Daha önce onlara parayı ABD veriyormuş. Bir anlaşmazlık çıktığı için ödeneği kesmişler. Özel Harp Dairesi’nin nerede bulunduğunu sordum. ‘Amerikan Yardım Heyetiyle aynı binada’ yanıtını aldım. Ecevit, duydukları karşısında hayrete düşmüştü: “Kaygılandım, bu da son derece doğal” (Kılıç,2007,188-189). Ecevit’i Asıl Dehşete Düşüren Olay “Ecevit’i asıl dehşete düşüren ise Özel Harp Dairesi’nin “sivil unsurları”nın da bulunduğunu öğrenmesi oldu: “Adları gizli tutulan bazı ‘vatansever gönüllüler’ Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısı olarak çalışmak üzere ömür boyu görevlendirilmişlerdi. Gerektiğinde bu gönüllü sivil vatanseverlerin kullanmaları için de Türkiye’nin bazı yerlerinde gizli silah depoları oluşturmuşlardı (NATO talimnamelerinde bunun yeri olduğunu ve gizli silah depolarının çok gereklilik arzettiğini daha önce yazmıştım. Bizim TMT’ciler buna “çadır” adını vermişlerdi,u.ı.). Ecevit brifingten sonra daha da endişelendi. Duydukları hem Ecevit hem de Hasan Esat Işık için ürkütücüydü. Brifingten sonra Ecevit ile Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık, Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantılarını ortadan kaldırmaya karar verdiler. Ama brifingte Türk Mukavemet Teşkilatı’nın adı verilmeden Özel Harp Dairesi’nin Rum baskısına karşı Kıbrıs’ta direnişi örgütlediği, Rumlar arasında istihbarat için bulunan onlarca daire görevlisinin bulunduğu da Ecevit’e anlatılmıştı: “O yüzden sorunun üzerine gitmeyi Kıbrıs Barış Harekatı sonrasına ertelemek zorunluluğunu duyduk”. Ancak Kıbrıs Harekatı’ndan sonra CHP hükümetten ayrıldı. Böylece Ecevit’in Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantılarının üzerine gitme kararı kesintiye uğradı”(Kılıç, 2008,191).   Adları Kıbrıs’la Geçen Özel Harpçiler ve Özel Harp Dairesi’nin teşhir Olayı 1974 olaylarıyla Özel Harp Dairesi bu defa da Türkiye’nin içinde sola karşı tedbirler almaya başlar. Özel Harp faaliyetlerinde adı çok geçen bir komutan da Sabri Yirmibeşoğludur. Ecevit Kılıç, “Özel Harp Dairesi-Türkiye’nin Gizli Tarihi” adlı kitabında bakın bu komutan hakkında neler yazmıştır: “ Sarıkamış’ta tam dört yıl  görev yaptı. Bu kez yeni görev yeri eğitim amaçlıydı; Türkiye dahil üye ülkelerdeki gizli orduları yönetenlerin eğitime alındığı Napoli’deki NATO karargahı. Buradaki özel Harp eğitimini tamamlayan   Yirmibeşoğlu’nun gideceği yer Brüksel’deki NATO karargahı olacaktı. Ancak bu görev Kıbrıs’a gitmesi için ertelendi. Özel harpçilerin Pratik yaptığı birlik olan Kıbrıs Türk Alayı’na katıldı. Alayın başında sonradan Genelkurmay Başkanı olacak olan ve Abdi İpekçi cinayetinde karşımıza çıkacak olan Albay Necdet Üruğ vardı. Alayın istihbaratından sorumlu olan Yirmibeşoğlu, Türk Mukavemet Teşkilatı’nın yer üstüne çıktığı ve kanlı olayların başladığı 1963 yılında adadaydı. Adadan döndükten sonra İzmir’deki NATO karargahına atandı. Dört yıl da burada görev yaptıktan sonra tayini NATO’nun merkezine çıktı. Brüksel’e giden Yirmibeşoğlu’nun görev yeri ise Nükleer Silahlar bölümüydü” (Kılıç,2008,201).   Ülkücülerin Saldırıları Başlıyor “Tuğgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun Özel Harp Dairesi’nin başına geçtiği 1974 yılında ülkücülerin içinde yer aldığı cinayet ve saldırılar yeniden başladı. 12 Mart Darbesi’nin gerçekleşmesiyle birlikte ülkücü saldırılar, cinayetler kesilmişti. Darbe öncesi ve sonrasında sol hareket liderleri “özel ekipler tarafından düzenlenen operasyonlarla katledilmişlerdi. Geriye kalanlar, aydınlar ve düşünürler ise özel işkence yerlerinde özel eğitimli ekipler tarafından ağır işkenceler gördüler”(Kılıç, 2008,202). “Yamak’ın başkanlığı Özel Harp Dairesi’nin en aktif olduğu dönemlerden biriydi. Bugün dairenin suçlandığı operasyon ve suçlamaların büyük bölümü Kemal Yamak’ın dönemiyle ilgili. Yamak’ın dairenin başına geçtiği 1971 yılının Ağustos’undan başlayarak yine 1974 Ağustos’una kadar Türkiye’de failleri hala ortaya çıkartılmayan çok sayıda katliam, sabotaj eylemi ve cinayet işlendi. Sol hareketin liderleri peş peşe düzenlenen operasyonlarla öldürüldü. Hepsi de NATO’nun özel harp konseptine denk düşen eylemlerdi. Tıpkı diğer NATO üyesi olan ve gizli ordular oluşturulan ülkelerdeki eylemler gibi…” (Kılıç, 2008,198).   Ecevit’e Suikast İhbarı “CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in 3 Haziran 1977 günü İstanbul Taksim Maydanı’ndaki CHP Mitingi sırasında Sheraton Oteli’nin üst katlarındaki odalarından birinden uzun namlulu ve dürbünlü bir silah ile ateş edileceği, bu teşebbüsün 29 Mayıs 1977 günü İzmir-Çiğli Havaalanı’nda cereyan eden olayla birlikte, 1 Mayıs 1977’de Taksim’de vukua gelen olaydan cesaret alan, iç barışı büyük ölçüde sarsabilecek kanlı tertiplere karar veren ve ayrıca 5 Haziran 1977 tarihinde yapılacak olan seçimlerden bir fayda ummayan, seçimlerin yapılmasını arzulamayan  veya seçimlere gölge düşürmek isteyen memleketimizi iç meselelerle uğraştırmak isteyen yabancı kuruluşların ve uluslararası tedhiş teşekküllerinin muhtemel suikast ve sabotaj eylemleri ile özellikle vazifelendirilmiş kimseler tarafından yapılmak istendiği alınan haberler meyanındadır”(Kılıç, 2008,225).                     İstanbul’da Öğrencilere Bomba Atılması “Ecevit kontrgerillayı “o yıllar” ve “bunalımlı dönem” tespiti ile geçmişe dönük ve sanki kendi döneminde işlevsiz kalmış bir örgüt gibi yorumluyordu. Oysa bu açıklamadan kısa bir süre sonra İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin üzerine bomba atılıyor, bombalı eylemler birbirini izliyor ve aynı aralık ayında Maraş katliamı gerçekleştiriliyordu. Ancak bu süreçte ne kontrgerilla soruşturuluyor, ne de silah depoları ve kadroları dağıtılıyordu. CHP Hükümeti , devletin çelik çekirdeği ile bütünleşen, NATO ve ABD destekli bu örgütü görmezden geliyor ve tam bir ortak yaşarlık ilişkisi geliştirerek, halkı, vebayı göstererek sıtmaya razı ediyordu. Oysa aynı Ecevit, ana muhalefet partisi lideri olarak Giresun’da yaptığı 26 Eylül 1974 tarihli konuşmada, daha farklı bir çizgi, izleyerek şunları söylüyordu: “12 Mart sonrası dönemde adı sanı ortaya çıkan ve tedbirlerin ve hatta soruşturmaların hukukiliğine de ve insaniliğine de gölge düşüren Kontrgerilla adlı örgütün, bu resmi görüntülü fakat gayrı resmi örgütün niteliği ve amacı üzerindeki örtü kaldırılmamıştır. Bu örtü kaldırılmadıkça bazı perde arkası kişi veya örgütlerin yeni birtakım karanlık roller oynamakta oldukları ihtimalini akla getirecektir (27 Eylül 1974, Milliyet;aktaran Parlar,2006,125).  Ecevit Kontrgerillanın Üzerine Gitmiyor Ecevit Kontrgerilla ile ilgili bilgilere sahip bulunmasına ve örgütün gerçek yüzünü bilmesine , üstelik ona rağmen iktidarda olunamayacağını kavramasına rağmen, ne bu yapının üzerine gidiyor, ne de etkisizleştirilmesi için halkın desteğini harekete geçiriyordu. Böylece hükümet oluyor ama iktidar olamıyordu ve “karanlık roller” oynadığını bildiği bu “enternasyonal” gayrı milli şebekeye halkın umutlarını rehine veriyordu. Oysa yine muhalefette bulunduğu sırada, halkın yükselen tepkisini saptırarak, kendi siyasi yelkenlerini şişirecek tarzda bu örgütle ilgili olarak 1 Mayıs 1977 katliamı sonrasında Cumhurbaşkanı’na bir mektup gönderiyordu. 7 Mayıs 1977 tarihli bu mektup, 4 Şubat 1978 tarihinde Hürriyet gazetesinde de yayınlanıyordu. Ecevit bu mektupta şunları söylüyordu:  Kontergerilla Gizlilik İçinde Çalışıyor “Sayın Cumhurbaşkanım, söz konusu örgüt , gerilla ve kontrgerilla savaşları için ve her türlü yeraltı faaliyeti için planlar yapar ve insan yetiştirir, gizlilik içinde çalışır, demokratik hukuk dışındadır. 1974’e kadar gizli olarak Amerikalılardan destek görürdü. Amerikan askeri heyetiyle aynı binada çalışırdı. Amerikan desteğinin 1974’te sona erdiği bildirilmiştir. Bu örgütte iyi niyetli kimselerin dışında siyasi düşünceleri yönünden yurt savunması için gördükleri eğitimi Türkiye’deki şiddet eylemlerinde kullananların bulunabileceği güçlü olasılıktır”. Ecevit,”Amerikan desteğinin 1974’te sona erdiği bildirilmiştir” diyor, oysa kendi hükümeti döneminde ABD Büyükelçilik örtüsü altında çalışan CIA ajanları Çorum, Sivas gibi bölgelerde cirit atıyorlar, CIA istasyon Şefi Paul Henze darbe sürecini hızlandıracak koşulları yaratma adına doğrudan operasyonları yönetiyordu. Kontrgerilla asıl olarak 1974 sonrasında ABD ve Federal Almanya destekli, NATO’nun stratejik planları doğrultusunda gücünü, imkanlarını artırıyordu. Ecevit, kontrgerilla kadrolarını “niyet” ölçütü ile değerlendiriyor ve örgütü “siyasi düşünceler” dışında stratejik bir çerçeveye oturtmuyordu. Bu aynı zamanda ortakyaşarlık ilişkisine ve emperyalist karargahlara  verilen, örgüte dokunulmayacağı mesajı anlamına geliyordu. Ayrıca uluslararası sermayenin ve yerli büyük sermaye güçlerinin sadece partisindeki “aşırı sol” muhalefetin baskısı nedeniyle “tereddütlü” buldukları Ecevit’e genel anlamda güvenleri sürüyordu. Tekelci grupların ekonomik, finansal, politik güçlerine en küçük bir zarar vermeyen, IMF ve Dünya Bankası’nın önerileri ile partisindeki sol muhalefetin baskısı elverdiği ölçüde uzlaşan Ecevit’in sadece dar bir siyasi manevra karşısındaki içeriksiz, temelsiz “anti-faşist” söylemiydi. Ancak bu çizgi asla MHP’nin arka planında bulunan uluslararası ve yerel egemen güçlerle çatışma anlamına gelmiyordu. Ecevit, kitle desteğini korumak için sürekli bu umacıdan yararlanıyor, ancak onu yönlendiren finanse eden, silahlandıran güçlere asla dokunmuyor, üstelik POL-DER gibi veya 16 Mart katliamı sonrasında genel greve giderek “faşizme ihtar eylemi” yapan DİSK  gibi toplumsal muhalefetin en dinamik güçlerine saldırıyordu. POL-DER Ecevit tarafından ve kontrgerillanın iradesi doğrultusunda kapatılıyordu. Ecevit’in temsil ettiği “temiz” ulusal güvenlik doktrininden yana olan sermaye gruplarının, bir süre daha toplumsal muhalefeti saptırıp, sahte umutlar ve can kaygısı ile CHP siperinde tutumları için MHP’ye ihtiyaçları vardı. Egemen blok adına MHP vuruyor, CHP tutuyordu…”(Parlar, 2006,126-127).   KAYNAKÇA Kılıç,E. (2008) Özel Harp Dairesi-Türkiye’nin Gizli Tarihi, Güncel Yayıncılık, İstanbul. Parlar,S.(2006) Kontrgerillanın İşgal Kuvvetleri,Bağdat Yayınları, İstanbul.
0 notes
Text
Ayrıntı İki Aylık Sosyalist Siyaset ve Kültür Dergisi Sayı:3 Mart-Nisan 2014
Ayrıntı İki Aylık Sosyalist Siyaset ve Kültür Dergisi Sayı:3 Mart-Nisan 2014 Ayrıntı Dergi, yerel seçim öncesi temsil dosyası ile çıkıyor. Dosya, siyasi temsilin yarattığı dışlamalara karşı, türlü dışlama pratikleri ile mücadele eden siyasi yapıların kendilerinden başlayarak temsil ilişkisini yeniden düşünmesi fikrinden yola çıkıyor. Bu bağlamda dosya içinde yer alan ‘Halk Kavramı Üzerine Soruşturma’da Aydın Çubukçu, Ertuğrul Kürkçü, Alper Taş, Selahattin Demirtaş, Nur Betül Çelik, Alev Özkazanç ve Murat Sevinç ‘Halk nedir?”, “Halk Egemenliği Nedir?” ve “Halk temsil edilebilir mi” sorularına yanıt veriyor. Ayrıca Demet Sayınta, Siyasal temsile ilişkin temel kavramları; Dinçer Demirkent, devlet ve temsil ilişkisini, Ezgi Sarıtaş Feminist politika bağlamında temsili; Bülent Özçelik AKP’nin seçtiği milleti ve Durdu Baran Çiftçi kitle korkusu konularını dosya bağlamında ele alıyor. Derginin gündem bölümü, hızına yetişilmez memleket gündemi üzerine düşünmeye fırsat verecek yazılardan oluşuyor. Giorgio Agamben’in görece eski bir yazısının, Tanrı Ölmedi, Paraya Dönüştü’ başlıklı yazısının çevirisi tam da bu nedenle gündem içinde yer alıyor. İnternet yasakları konusunda Alternatif Bilim Derneği’nin yuvarlak masa toplantısı gündemin bir diğer iddialı metni. Doğan Tılıç’ın seçim öncesi, seçimler ve sola dair tespitleri ile Doğu Eroğlu’nun bir önceki sayıda başladığı gündem takibi gündemde yer alan diğer okunası yazılar. Derginin başlangıcından beri sürdürdüğü politika dünya bölümü bu sayıda, AKP’nin de içinde olduğu politikaların Bosna’da yarattığı patlamaye, Hamburg’daki kent hakkı mücadelesine ve dünya gündemine (savaş ihtimali bağlamında) oturmuş bulunan Ukrayna’daki harekete ayrılmış. Politika teori bölümünde Agamben’in bir başka yazısının çevirisi bulunuyor. Abdurrahman Aydın’ın çevirisi ile kurucu iktidar kavramına karşı ‘eksiltili iktidar’ (destituent power) kavramını öneren Agamben’in iddiası Ayrıntı Dergi aracılığıyla Türkiyeli okurun tartışmasına sunuluyor. Derginin eleştiri bölümünde sinema yazıları ön plana çıkıyor. Abdurrahman Aydın’ın Zizek ile tartışa, dövüşe giriş yaptığı Kieslowski sineması üzerine makalesi, görüntüden düşünceye, düşünceden görüntüye akan bir doyurucu bir değerlendirme. Bu bölümün diğer sinema eleştirisi Amerikan bilim kurgusu üzerine. Murat Tırpan’a ait. Kitap eleştirisi bölümünde Bora Erdağı başladığı çalışmaya devam ediyor. Bu yazısında tek bir kitap yok. ‘Komünizm: Tarih, Politika ve Felsefe’ başlıklı yazı ‘tehlikeli’ düşünceler etrafında dolaşıyor. Dergideki son eleştiri Vefa Saygın Öğütle ve Hüseyin Etil’e ait, ‘İşçi Sınıfı Çalışmaları ve Muhtelif Araştırma Gündemleri’ başlığını taşıyor.
Ayrıntı İki Aylık Sosyalist Siyaset ve Kültür Dergisi Sayı:3 Mart-Nisan 2014
0 notes
ebookindiroku-blog · 7 years
Text
Ayrıntı İki Aylık Sosyalist Siyaset ve Kültür Dergisi Sayı:3 Mart-Nisan 2014 Ebook
Ayrıntı İki Aylık Sosyalist Siyaset ve Kültür Dergisi Sayı:3 Mart-Nisan 2014 Ayrıntı Dergi, yerel seçim öncesi temsil dosyası ile çıkıyor. Dosya, siyasi temsilin yarattığı dışlamalara karşı, türlü dışlama pratikleri ile mücadele eden siyasi yapıların kendilerinden başlayarak temsil ilişkisini yeniden düşünmesi fikrinden yola çıkıyor. Bu bağlamda dosya içinde yer alan ‘Halk Kavramı Üzerine Soruşturma’da Aydın Çubukçu, Ertuğrul Kürkçü, Alper Taş, Selahattin Demirtaş, Nur Betül Çelik, Alev Özkazanç ve Murat Sevinç ‘Halk nedir?”, “Halk Egemenliği Nedir?” ve “Halk temsil edilebilir mi” sorularına yanıt veriyor. Ayrıca Demet Sayınta, Siyasal temsile ilişkin temel kavramları; Dinçer Demirkent, devlet ve temsil ilişkisini, Ezgi Sarıtaş Feminist politika bağlamında temsili; Bülent Özçelik AKP’nin seçtiği milleti ve Durdu Baran Çiftçi kitle korkusu konularını dosya bağlamında ele alıyor. Derginin gündem bölümü, hızına yetişilmez memleket gündemi üzerine düşünmeye fırsat verecek yazılardan oluşuyor. Giorgio Agamben’in görece eski bir yazısının, Tanrı Ölmedi, Paraya Dönüştü’ başlıklı yazısının çevirisi tam da bu nedenle gündem içinde yer alıyor. İnternet yasakları konusunda Alternatif Bilim Derneği’nin yuvarlak masa toplantısı gündemin bir diğer iddialı metni. Doğan Tılıç’ın seçim öncesi, seçimler ve sola dair tespitleri ile Doğu Eroğlu’nun bir önceki sayıda başladığı gündem takibi gündemde yer alan diğer okunası yazılar. Derginin başlangıcından beri sürdürdüğü politika dünya bölümü bu sayıda, AKP’nin de içinde olduğu politikaların Bosna’da yarattığı patlamaye, Hamburg’daki kent hakkı mücadelesine ve dünya gündemine (savaş ihtimali bağlamında) oturmuş bulunan Ukrayna’daki harekete ayrılmış. Politika teori bölümünde Agamben’in bir başka yazısının çevirisi bulunuyor. Abdurrahman Aydın’ın çevirisi ile kurucu iktidar kavramına karşı ‘eksiltili iktidar’ (destituent power) kavramını öneren Agamben’in iddiası Ayrıntı Dergi aracılığıyla Türkiyeli okurun tartışmasına sunuluyor. Derginin eleştiri bölümünde sinema yazıları ön plana çıkıyor. Abdurrahman Aydın’ın Zizek ile tartışa, dövüşe giriş yaptığı Kieslowski sineması üzerine makalesi, görüntüden düşünceye, düşünceden görüntüye akan bir doyurucu bir değerlendirme. Bu bölümün diğer sinema eleştirisi Amerikan bilim kurgusu üzerine. Murat Tırpan’a ait. Kitap eleştirisi bölümünde Bora Erdağı başladığı çalışmaya devam ediyor. Bu yazısında tek bir kitap yok. ‘Komünizm: Tarih, Politika ve Felsefe’ başlıklı yazı ‘tehlikeli’ düşünceler etrafında dolaşıyor. Dergideki son eleştiri Vefa Saygın Öğütle ve Hüseyin Etil’e ait, ‘İşçi Sınıfı Çalışmaları ve Muhtelif Araştırma Gündemleri’ başlığını taşıyor.
Ayrıntı İki Aylık Sosyalist Siyaset ve Kültür Dergisi Sayı:3 Mart-Nisan 2014 Ebook
0 notes
pdfindiroku-blog · 7 years
Text
Ayrıntı İki Aylık Sosyalist Siyaset ve Kültür Dergisi Sayı:3 Mart-Nisan 2014
Ayrıntı İki Aylık Sosyalist Siyaset ve Kültür Dergisi Sayı:3 Mart-Nisan 2014
Ayrıntı İki Aylık Sosyalist Siyaset ve Kültür Dergisi Sayı:3 Mart-Nisan 2014 Ayrıntı Dergi, yerel seçim öncesi temsil dosyası ile çıkıyor. Dosya, siyasi temsilin yarattığı dışlamalara karşı, türlü dışlama pratikleri ile mücadele eden siyasi yapıların kendilerinden başlayarak temsil ilişkisini yeniden düşünmesi fikrinden yola çıkıyor. Bu bağlamda dosya içinde yer alan ‘Halk Kavramı Üzerine Soruşturma’da Aydın Çubukçu, Ertuğrul Kürkçü, Alper Taş, Selahattin Demirtaş, Nur Betül Çelik, Alev Özkazanç ve Murat Sevinç ‘Halk nedir?”, “Halk Egemenliği Nedir?” ve “Halk temsil edilebilir mi” sorularına yanıt veriyor. Ayrıca Demet Sayınta, Siyasal temsile ilişkin temel kavramları; Dinçer Demirkent, devlet ve temsil ilişkisini, Ezgi Sarıtaş Feminist politika bağlamında temsili; Bülent Özçelik AKP’nin seçtiği milleti ve Durdu Baran Çiftçi kitle korkusu konularını dosya bağlamında ele alıyor. Derginin gündem bölümü, hızına yetişilmez memleket gündemi üzerine düşünmeye fırsat verecek yazılardan oluşuyor. Giorgio Agamben’in görece eski bir yazısının, Tanrı Ölmedi, Paraya Dönüştü’ başlıklı yazısının çevirisi tam da bu nedenle gündem içinde yer alıyor. İnternet yasakları konusunda Alternatif Bilim Derneği’nin yuvarlak masa toplantısı gündemin bir diğer iddialı metni. Doğan Tılıç’ın seçim öncesi, seçimler ve sola dair tespitleri ile Doğu Eroğlu’nun bir önceki sayıda başladığı gündem takibi gündemde yer alan diğer okunası yazılar. Derginin başlangıcından beri sürdürdüğü politika dünya bölümü bu sayıda, AKP’nin de içinde olduğu politikaların Bosna’da yarattığı patlamaye, Hamburg’daki kent hakkı mücadelesine ve dünya gündemine (savaş ihtimali bağlamında) oturmuş bulunan Ukrayna’daki harekete ayrılmış. Politika teori bölümünde Agamben’in bir başka yazısının çevirisi bulunuyor. Abdurrahman Aydın’ın çevirisi ile kurucu iktidar kavramına karşı ‘eksiltili iktidar’ (destituent power) kavramını öneren Agamben’in iddiası Ayrıntı Dergi aracılığıyla Türkiyeli okurun tartışmasına sunuluyor. Derginin eleştiri bölümünde sinema yazıları ön plana çıkıyor. Abdurrahman Aydın’ın Zizek ile tartışa, dövüşe giriş yaptığı Kieslowski sineması üzerine makalesi, görüntüden düşünceye, düşünceden görüntüye akan bir doyurucu bir değerlendirme. Bu bölümün diğer sinema eleştirisi Amerikan bilim kurgusu üzerine. Murat Tırpan’a ait. Kitap eleştirisi bölümünde Bora Erdağı başladığı çalışmaya devam ediyor. Bu yazısında tek bir kitap yok. ‘Komünizm: Tarih, Politika ve Felsefe’ başlıklı yazı ‘tehlikeli’ düşünceler etrafında dolaşıyor. Dergideki son eleştiri Vefa Saygın Öğütle ve Hüseyin Etil’e ait, ‘İşçi Sınıfı Çalışmaları ve Muhtelif Araştırma Gündemleri’ başlığını taşıyor.
Ayrıntı İki Aylık Sosyalist Siyaset ve Kültür Dergisi Sayı:3 Mart-Nisan 2014
0 notes