#sıtmaya razı etmek
Explore tagged Tumblr posts
Text
🗣️ Budama Siyasetinin Yerine Neden Sulama Siyasetini Getirmek İstiyorlar?
Ülkenin ekonomisini kim bozduysa o düzeltir inancı buna inananların tavrında yıkıldı/yıkılıyor. Haliyle yıkılan ekonomiyi bozan ekonomist oluyor.
Hiçbir yanlış, yanlışın sebebiyle düzeltilemez gerçeği inanca dönüşüyor.
Budama siyasetinin sonu geldi. Çünkü budanacak ağaç kalmadı.
Budanan yerler çöl olunca kuruyan yerleri sulama siyaseti devreye girer.
Sulama siyaseti ileri de budama siyasetini üstlenmek için geçici aldatmak amacıyla ağaç dikmeden sularsa sonuçta hiçbir şey değişmez.
Budama siyasetinin yerini halk yararına 'devrim' yapmak isteyen bir anlayış almazsa sulama siyaseti ile zaman kaybedilir.
1950'den bu yana bu yanlıştan geri dönen bir toplum olmadığımız için yaşadığımız sonuç değişmedi.
Yalnız bu son budama ağacın kökünü kesmeye niyet eden bir budama olduğu için bu foyası açığa çıkmasın diye sulama siyasetine en kötü ihtimal ile budama siyasetine her iki tarafı da kullanan kuklacıların sufleleri ile aynı hizada tutularak destek veriliyor.
Halkın bunu anlaması mümkün değil.
Halka bunu anlatması da bir o kadar zor.
Bölünmüş ideolojik bataklık asla buna kullandığı araçlar ile algı yöneterek buna izin vermiyor.
O zaman devrim nasıl olacak?
Yaşananlar yaşandı, yaşanacakları yaşamadan buna yanıt şimdilik vermeyelim.
Zalimler yaşattıkları zulmü yaşamaları gerekiyor.
Ülkenin yetmiş yıldan fazladır batırılmasını, sömürgeciler yararına sömürülmesini seyredenlerin biraz daha sabırlı olmalarını bekliyoruz.
Yeni bir tuzağın içine düşmesinler diye.
Medya bombardımanı ile düşünce geliştiren bir toplum her tuzağın kapanına çok kolay düşer.
Fıst laydy olması gereken kimse onların bile sahaya sürüldüğü bir ortamda gazeteyi tersinden okutmadan bu toplumu uyandırmak mümkün değildir.
Budama ve sulama siyaseti ölümü gösterip sıtmaya razı etme siyasetidir. Amacı sömürüyü sürdürülebilir yapmaktır.
Atatürk ile aldatan herkes bunun için sahaya sürülür.
Kısaca emperyalizmin siyasi anlayışı şudur;
Uzarsa budayın, kısalırsa sulayın!
Şu parti bir iktidar olsun sonrasına sonra bakarız anlayışı bu siyasete hizmet eder.
Neden partisiz ve ideolojisiz yönetim sistemi gerekiyor bunu düşünmek zamanıdır. Çünkü devrimin yolu birlik, beraberlik ve bütünlüğü koruma anlayışından geçer.
Bataklığı sulayacak isek o bataklığın gerçek sahipleri sulama yapmalı. Eğer bir budama gerekiyor ise yine taşeron yerine ağaçların gerçek sahipleri budama yapmalıdır.
Önder Karaçay
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#insan#atatürk#devrim#mahşer tufanı#zulüm#türk fırtınası#ölümü göstermek#sıtmaya razı etmek#budamak#sulamak
6 notes
·
View notes
Text
SOKAK KÖPEKLERİ ÜZERİNDEN RANT
AKP’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sunduğu sokak köpekleriyle ilgili yasal düzenlemede yine büyük bir algı operasyonu yapılıyor.
Medyaya sızdırdıkları bilgilere göre bir ay içinde sahiplenilmeyen tüm köpeklerin öldürülmesinden vazgeçilmiş ancak bu süre içinde “kuduz” ile “salgın hastalık” riski olan ve “rehabilite edilemeyen” köpekler öldürülecekmiş! Yani topluma önce ölümü gösterdiler, şimdi sıtmaya razı etmek istiyorlar!
Demek ki sokak hayvanlarının belediyeler tarafından kısırlaştırılıp aşılandıktan sonra bulunduğu yere bırakılmasını hükme bağlayan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun 6. maddesi değiştiriliyor!
ÖLDÜRMEYE YASAL KILIF!
İşin tuhafı, 5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu’nun “hayvan hastalıklarının kontrolü ve yükümlülükler” başlıklı 4. maddesinin b bendi, “ihbarı mecburi bir hastalığın ortaya çıkması veya ortaya çıkma şüphesinin varlığı halinde, hayvanların izole edilmesi veya itlaf ve imha edilmesi” yetkisini Tarım ve Orman Bakanlığı’na zaten veriyor.
Öyleyse şimdi ne yapılmak isteniyor? Şu anda ortada böyle bir hastalık ya da kuduz salgını olmadığı halde bu maddeyi sokaktan toplanan köpeklere uygulayabilmenin yasal kılıfı hazırlanıyor.
Uzun bir süredir kuduzun yayıldığına ilişkin yandaş medyada çıkan haberlerin aksine, kuduz salgını yok ve risk artmıyor. Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği’nin açık kaynaklarında yer alan bilgiye göre yıl bazında kuduz pozitif evcil ve vahşi hayvan dağılımı gerçeği ortaya koyuyor.
2018’de 437 evcil hayvan vakası varken, bu rakam 2023’te 86’ya inmiş. Buna sığır, eşek, katır, koyun, keçi, at, kedi gibi hayvanlar da dahil, en yüksek oran sığırlarda ve bunun nedeni de köylerde hayvanların yaban hayatı ile temasının daha yoğun olması.
Bu gerçekler biliniyorken ve köpeklerde salgın bir hastalık yokken, toplumda infial yaratılıyor ve bu durum bakımevlerine alınan köpeklerin öldürülmesi için kullanılıyor.
12 notes
·
View notes
Text
Gsm'de Yeni Taahhüt Tuzağı: “Ölümü Gösterip Sıtmaya Razı Etmek”
Telekomünikasyon Sektöründe Fiyat Artışları ve Tüketici Hakları Son dönemde telekomünikasyon sektöründe yaşanan fiyat artışları, kullanıcıların büyük tepkisini çekmektedir. Operatörlerin, kullanıcıları henüz taahhüt süreleri dolmadan arayarak, yüksek fiyatlarla karşılaşacakları konusunda uyarıda bulunması, bu sürecin en dikkat çekici yönlerinden biridir. Bu durum, operatörlerin adeta “ölümü…
0 notes
Text
YA BİZE ATEŞ SU OLARAK GÖSTERİLMİŞSE?
1
Malumunuz Koronavirüs illeti dünyayı kırıp geçiriyor. Artık herkes hemfikir olmuştur ki bu virüs, beşer menşei olan, yapay bir hastalık ve deneysel bir laboratuvar ürünüdür.
Virüsün bir yarasadan tüm insanlığa bulaşmadığını herkes bilse de sonuç olarak ölümcül bir hastalık olduğuna, dünya nüfusunun büyük çoğunluğu inanmaktadır. Ve bu ölümcül virüse karşı canını müdafaa için aklın yolunu tutup, mantık gereği aşılanmaktadır her gün yüzbinlerce insan. Peki ya akıllar çelinmiş,
su ateş, ateş ise su olarak gösterilmiş ise?
(Bu yazı komplo teorisi olarak yazılmadı size ve öyle de bitmeyecek, delilleri aşağıda sunulacaktır, lütfen sebat ile okuyun)
2
Koronavirüs bir grip virüsü hükmünde olup sanıldığı gibi ölümcül değildir. Elbet ki bir hastalıktır ve bilhassa solunum yolu rahatsızlığıdır.
Asıl ölümcül olan şey Koronavirüs değil de doz üstüne doz isteyen Covid Aşıları olduğunu ve tüm insanlığa kurgulanmış bu büyük fesatlık oyununun, kıyım ve katliam ile bitmesi tertiplenmiş. Aldatmacayı, akılları çelerek, küresel bazda bir korku duygusu üzerinden yürütülen bu kaos sürecini, yazılı basın ve görsel medya lobisi ile insanları evlere tıkıp, ikna yayınlarına aralılsız maruz bırarak, yaşamak için yegane kurtuluş umudunun Kovid aşısının bulunması—üretilmesine ve bir an evvel temin ve uygulanmasının muhtaçlığına şüphesiz inandırılan, bu kıyamet ömcesi son oyunun kurgusu ve yöneteni bizzat şeytan olan bu oyunun esas gayesi ve gizlenen hilesi, herkesi aşılamaktı. Ölümü gösterip sıtmaya razı eder gibi yapmış görünseler de hakikatte tam tersini yapıp, sıtmayı gösterip ölüme razı ettiler. Asıl tehlike ve ölüm aşılardan gelecek.
Bu bizzat şeytanın kendi ağzından itirafını yaptığı, üstelik bunu gizliden değil, aleni olarak kendi güdümündekilere bir güç gösterisi, şahsına ise övünç kaynağı olarak benlik ve insanoğlundan üstünlüğünü uygulamalı anlattığı ve pandeminin maksadının adım adım onun gayesinde ilerleyen bir sürecin tam içinde olduğumuzu size delillerini göstermeden, masalsı bir fantastik yazı ile bahsedecek sizi ikna edecek değiliz elbette.
Aktaracağımız bilgilerin tamamı, şeytanın dünya hayatı boyunca insanlığa, hayvanata, nebatata ve halk edilmiş ne varsa yaratılıştaki fıtratına temas etmek, özü bozmak, kendinden bir iz bırakmak ve istikamet olan her yolu.. evvela yolları bile yoldan çıkarmış ki hangi yolcu o yola koyulacak olsa, yoldan çıkmış hangi yola sapsa, hakikatte yol alınmayan o yolları bilmem kaç bin gece ve gündüzde tek tek tasarlamış ve tamamlanmış olan planlarını, süreklilik ile ihlas ile şerre muvaffak olmuş hamlelerini, insanlık ile nasıl alaylar edip, aşağılayıcı üslubunu kullanarak, insan zümresine karşı nasıl savaştığını ve batıl olan her ne varsa ancak kendisinin temsil edilişi demek olduğunu ve batılı nasıl şekillendirdiğini ve ezelden ahdi olan kurduğu tuzakları gibi bir çok anlatımda kendi mitolojisini oluşturduğu ve iblisin tarihçesi olarak elimize kayda geçen, insi ve cinsi şeytanlardan teşkil ordusunu insanlığa karşı nasıl kullandığını, geçmiş icraatlarını ve gelecek planlarını, kendine has jargonu ile şifreleyerek, bir nevi kendi dehasına has enigma metoduyla, gizli, ve egzoterik okan lisanıylacve sanki kendi literatürünü de göstermek istemişçesine, ilk insandan başlayan düşmanlığını anlatıp, yayınladığı bir İnternet sitesi üzerinden elde edilmiştir tüm deliller.
Yani şeytanın arşivine ve ajandasına bir başka betimleme ile iblisin kozmik odasına girilmiştir ..
Akla mantık dışı gelmesi çok tabii. Kime söylesen inanmaz minvalinden bir bahis. Hatta söylemeyi geçelim, gördüğü halde yine de inanmıyor çoğu kimse. Herhalde nasip meselesi..
Şeytan İnternet sitesi mi yönetiyor, der ve güler geçer çoğu kimse. İnanmaz, inanamaz.. oysa insanın damarlarından dolaşır da ta dimağına kadar erişimi var iken ve içimizde gezerken, internet ağına girebileceğine ihtimal vermiyor çoğu kimse.
Oysa ahir zamanın imtihanı ve ilmi bu. Allah'ın test uğruna var ettiği bir simülasyon-matrix sistemi olan bu dünya hayatı içinde, iblis kendi sanal simülasyonunu kurmuş ve kıyametin son neslini o simülasyon içerisinde kendisini ilah belletip, ademi kendine secde ettirip taptırmak oyununu kurmuş ama evvelinde milyarlarca insanın ölmesini istiyor. Bunun için neredeyse tüm enstrümanları tamam seviyesinde.
Peki madem ki bu site var ve şifreli yazılar ile sıradan okuyan kimselerin anlayamayacağı şekilde yazılmış ise bu bilgilere nasıl erişilmiş diye haklı bir meraka düşer insan.
Şöyle ki;
Altı senedir takip ettiğim ve tanıdığım bir mübarek kimse olan, çizgisi hep dava adamlığı olan bir kimse, izni ilahi neticesinde, şeytanın kara kutusuna erişim sağlamış bulunmakta ve onun jargonunu anlayarak ve kriptosunu çözülmeyecek bizlere ve tüm insanlığa sunmaktadır. Üstelik bu işi yapacak ilme sahip yeryüzündeki tek insan da kendisi.
Bu analizleri yapıp, sırların ifşasını uygulayabilecek, anlayabilecek idrak, izah ve izanın yer yüzünde yalnızca tek bir makamda kişiye hususi verilen bir ilim sayesinde vasıl olmuştur ve kendisine biçilmiş ilahi rol olan göstereceği yol Mehdiyet olan kimsedir kendisi. Yani Mehdi'dir..
İşin ciddiyeti tam da burada başlıyor sayın okuyucumuz..
Bu kişi Volkan Cengiz adında bir kul. Yedi aydır kendisine tebliğ edilen vazifeyi yapmak gayretindedir. Gösterdiği tüm iddiaalar delileri ile birlikte olup, muhattap olanın aklı ile kalbinin kesiştiği tüm yollarda eksiksiz bir bütünlük ile kalbimiz mutmain olaraktan Mehdi olduğuna inanmış ve şahid olmuşuzdur.
Bizlerin yıllarca Hadis kitaplarından, hocalardan, ulemadan, bilen bilmeyen her konuşandan işitipte tahayyülümüzdeki Mehdi tanımına uymuyor gibi gelse de hakikat başka. X biri, gerçek bile olsa mehdilik idddiasında bulunsa, kimse pat diye inanır mı? Hangimiz kuru kuruya inanırız ki?
Mehdi yeryüzünde vazifeye ise öyleyse Hz. İsa as'da hayattadır. Biz bunlara aklımızın tüm red yolları tıkanarak ve kalbimizin mutmain oluşunu, dini sohbetlerden, vaazardan değil, size gönderdiğimiz bu deliller ile temin ve tesis ettik yahut ettirildi.
Bizler de bu süreç zarfında yaşanan olaylara hem şahitlik edip hem de şeytanın birinci ağızdan yayın organı olarak, siyonistlere, evanjalistlere, illimünatiye masonlara ve hizmetkarı ve kulu olmuş bilumum insi ve cinsi şeytana talimatlar verip, icraatlarını sergilediği, dehasını teşhir ettiği, gizli ama gizli olduğu kadar da aleni kılınmış arşivini, Allah tarafından görevli bir çilingire gösterilmiştir ki öyle kapılar açılıyor ki sizin de göreceğinize görmeniz gerektiğine inanıyorum. Bir ay evvelden kurulmak istenilen temas bu vakte kısmetmiş. Aklını kaçırmış bir meczup bile size bunlarla gelse sırf meraktan bakar insan. Sizde merak edip bakın istiyoruz sadece ve kanaatinizi bizle paylaşmanızı umuyoruz.
2015 yılında www.narcsite.com isimli, sözde psikolojik tedavi yahut rehberlik üzerine gibi görülen ama içinde gerçekten en büyük narsistin kelimelere döktüğü, Adem as'dan bu vakte neler neler yapmış olduğunu anlattığı kriptolu makalelerin olduğu bir site.
Siyonist lobileri. nasıl yönettiğinden tutun da The Economist dergisinin kapağını kendi istediği gibi tasarlatan ve akıl almaz mesajların olduğu bir site.
Şeytanın yayın organı...
"Mehdinin ortaya çıkmasına mı şaşmalı, bizzat iblisin İnternet kullanmasına mı şaşmalı" diye çok düşünse de insan, merak edip size gönderdiğimiz siteye bakarsanız kapılar size de açılacaktır.
Bilhassa makalelerde yapılacak eylemler ve bahsi geçtikten sonra gerçekleşen hadiselerin vuku tarihleri ve akabinde dünyada gerçekleşen olaylar, şeytani semboller ile öylesine anlaşılmaz ve girift bir karışıklıkta görünse de, bu şeytani lisanı çok yalın ve "aaa hakikatten de bu böyle" dedirten tercümelerini, izahının yapılışını gördükçe, anında kani olmasa da insan, az biraz baktıkça bu yola kılavuzluk eden kişinin gösterdiklerine ve ona karşı yapılan tüm engellemelere ve verdiği mücadelesine, görülüyor ki tüm inkar yolları kapalı ve başka manaya yorumlanamaz olan bürhanları göz gördükçe, ne akıl ne de fikir kayıtsız ve tasdiksiz kalabiliyor, kalbi; "bu böyle diyor" vallahi de böyledir diyor .
Böyle bir hakikat var dese biri işiten illa ki bakacaklar yani. Sizin de incelemenizi bekliyoruz.
Malum site, Narsizm kavramı ve kişilik bozuklukları üzerine ruhsal tedavi hizmeti değil, ruhsal hezimet sebebiyeti yaşatıyor zaten.
Narsist ünvanı almış yorumcuları ile birlikte Quora-Amerikan tartışma sitesi oluşturmuş web sitesinin sahibi, H.G.Tudor ismini kullanan yazar (bu yazaraa ait hiçbir bilgi Wkipedia başta olmak üzere hiçbir sanal ortamda mevcut değildir) ve sitesine "narcsite" ismini münasip bulup, yayına başladığı 2015 yılından bu yana toplamda;
2847 adet internet arayüzü sayfası içerik üretmiş ve her sayfada 5 adet farklı, birbiri ile alakasız ama beşeriyetin tarihi ve talihi ile doğrudan ilişik makale yazılmıştır ki toplam 14400 makaleye tekabül eden izahlar ve buna ilaveten 300 küsür kadar materyal ve sembolik mesajlar işlenmiş ve her biri kendine özgü sırlar gizleyen görselleri bulunan ve tüm bunlara ek olarak 58 adet e-kitap ile 1600 tane youtube videosu hazırlayarak bu sitede paylaşılmış. 2015 yılından bu yana...
Aynı anda, aynı şeyi düşünüp, aynı işi yapan ve aynı ağızdan konuşan kaç kişilik bir yazar gurubu bir araya gelse ve gece gündüz mesai yapsa, bu kadar kısa sürede, her bir harf ve tüm anlatım tek bir ağızdan kaleme alınmışçasına, insanlık tarihi ile paralel bir şekilde kronolojik sıralamayla anlatılıp, tüm paylaşımları bu sistematik nizamda derleyebilirler mi acaba?
Sitenin muhteviyatı öyle olmalı ki makro alemden mikro aleme, kozmik bir alakadarlığı insanoğluna bağdaştırarak ve neredeyse her yazısında insan ırkına kinini, nefretini ve insanlığı aşağılamak düsturunu ahenkle makalelerine işlenmeli ki kendi taifesi okurken haz duyması düşünülerek oluşturulmuş ve hepsi birbirini tamamlar şekilde olması gereken bu terminolojiyi, ne tür bir insan gurubu, bu kadar kısa sürede, bu sitenin içeriğini vücuda getirsin?
Bizzat şeytanın hayatına vakıf olmalı ki bu yazılar hakkında bunca detay sahibi olsun.
3
Sizden bu yüce vatan ve dünyada yaşayan binlerce insan için ve onlar adına bu siteleri incelemenizi,videoları izlemenizi ve üzerinde düşünüp yorumlamanızı rica ediyoruz ve mutlaka geri dönüşlerinizi bekliyoruz.Bu siteler VOLKAN CENGİZ’e aittir.
https://www.youtube.com/channel/UCgReO-sZ8fQ8J9FFRqaxBAg/playlists
https://t.me/vatantehlikede
Volkan Cengiz (@mehdi777mehdi) / Twitter
4
Kıymetli okuyucumuz,
Yaradanın takdiridir ki bizleri öylesine müthiş bir hakikati idrak etmek sureti ile nasiplendirmiş ki hem tüm çarelere malik hemde naçar bir durumdayız.
Bizler içine düştüğümüz bu durumun sevinç ve hayretini, ta ki aklımızın ve kalbimizin ortaklaşarak kutsi bir mühür hükmüne geçerek; "evet bu mutlak bir hakikattir" demesi sonrası aldık ve öyle yaşamaktayız bu muştuyu ve taşımaktayız..
Allah'ın bu takdirinden sual etmiyoruz. Hikmetine sebep sorma lüksümüz olmadığı gibi zaten şahit olduğumuz bu durumu emsalsiz bir lütuf saymaktayız ve şükrünü eda edemeyiz zannımızca.
Mehdiyet hususuna hiç değinmek istemezseniz, bu fikirde tefrikaya düşsek bile artık Koronavirüs olayının iç yüzüne mazharsınız. Bu minvali için mücadele ediyoruz zaten. Yoksa Mehdi için tebliğ yapıyor, cemaat topluyor gibi bir gaye ve çabamız yok. Herhangi birisinin Mehdi olmasından daha büyük ve mühim bir mesele olan virüs Aşılarının iç yüzünü uluslararası düzeyde anlatmalı, delillerini göstermeli ve hangi milletten olduğu fark etmeksizin tüm insanlığa kurtuluş yolu olan aşının detoksunu ehil kişilere teslim etmeliyiz.
Selam ve Dua ile..
YAZAR:Efkar fabrikası
https://twitter.com/efkarfabrikasi?s=09
11 notes
·
View notes
Text
Hansel ile Gretel gerçek birer geri zekâlı. Sen kalk yanına çıkın almadan yollara koyul. Sonra vay efendim ormanda pastadan ev gördük, içinde bizi yemeye çalışan bir cadı yaşıyor, damından sütlaç akıyordu filan diye anlat. Kim bilir ormanda ne mantarı buldunuz da yediniz. Kimse de çıkıp “ya bunların kafası iyi” dememiş, düşmüş cadının peşine. Belli ki Hansel herifiyle Gretel karısı yemiş bir güzel mantarları, sonrasında da canları şeker çekmiş. Onlara yemeklik bir şeyler hazırlayan o ormandaki nur yüzlü teyzemizi de cadı olarak görüp onları şişmanlatıp yemeyi planlıyor diye çirkin iftiralar atmış. Şimdi ben bunu neden anlattım? Çünkü planım ölümü gösterip sıtmaya razı etmek.
Başlıyorum. Ehe ehe…
Yukarıdaki ibretlik öyküde de görüldüğü üzere, uyuşturucu maddeler dostumuz değildir, bizleri yanıltır, gözümüze perdeler çeker. Tüm bunlar yetmezmiş gibi karnımızı acıktırıp obeziteye kapılar aralar. Fakat bilin bakalım ne böyle değildir? Tabi ki hepimizin en iyi dostu alkol. Alkol dostumuzdur. Hem de bizi her seferinde daha da sıkı sarıp sarmalayan, bizi anlayan ve cesaretlendiren, eski sevgililerimize mesajlar attırıp bir terapist gibi içimizden geçenleri söyletip bizi rahatlattığı yetmiyormuş gibi ertesi gün “ya canım kusura bakma, çok sarhoştum, hatırlamıyorum” bahaneleriyle bize her zaman bir açık kapı bırakıp zor durumlardan bizi kurtaran harika bir dost. Ayrıca acıktırmaz, sadece susatır ve bilin bakalım hayatın temel kaynağı nedir? Tabi ki su. Hop döndük mü yine alkol güzellemesine. Ayrıca çeşit çeşit, renk renk… Rakısı, birası, şarabı, viskisi… O minnoş rengarenk ve lezzetli kokteyllerden ve shotlardan bahsetmiyorum bile.
Alkolü bizi sarıp sarmalayan konforlu bir hırkaya benzetebilirim ve bu konuda da yalnız sayılmam. Bir çok farklı şarkıcıdan duyar gibi olduğumuz “haydar haydar” şarkısında da Haydar Bey’den bağımsız şekilde melamet hırkasıyla tasvir edilen şeyin alkol olduğuna yemin edebilirim lakin ispatlayamam. Lafı daha fazla uzatmayayım, siz de gidin dinleyin şarkıyı. E yanına da açın bir şeyler de içelim karşılıklı.
Son olarak, bir tek dileğim var. (Hayır İbrahim Tatlıses’den alıntı yapmayacağım. Ne alaka şimdi burada?)
Dileğim ektedir. Sevgiler! Öbdüm!
Tanrı bu insanlığa bir daha kahve kupasında şarap içirmesin.
22 notes
·
View notes
Text
İstanbul Sözleşmesi yeter mi?
Evet, 2011 yılında yandaşların yazdığına göre AB’ye üyelik için verilmiş olan bir taviz İstanbul Sözleşmesi’ne atılan imza… Yine yandaşlara göre artık AB üyeliği söz konusu olmadığına göre aile değerlerine, örf ve adetlere ters olan bu sözleşmeden Türkiye’nin imzası çekilmeli.
Gerici iktidarlara sahip Macaristan ve Polonya gibi ülkelerde de durum benzer gerekçelerle aynı… 1990’larla birlikte dünyada ilerici değerlerin hızla terk edildiği bir tarihsellikte, kadına yönelik şiddet ve kadın katliamları hızla artarken, Avrupa Konseyi’nin “Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye dair” biz sözleşmeyi gündeme getirmesi tesadüf değil elbette…
En kaba ifadeyle kadına yönelik ve aile içi şiddetin, kadın cinayetlerinin engellenmesi için önemli bir sözleşmeden bahsediyoruz. Peki, İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı tarihe kadar ve o tarihten bugüne kadar ülkemizde neler oldu?
Öncelikle, Türkiye’de 1923 Cumhuriyeti’nin ilerici kazanımları, başta laiklik olmak üzere, tasfiye edildi. Laiklik birçoğunun bugüne kadar tartıştığı gibi ceberut devletin halkın değerleri üzerindeki baskı aygıtı mıydı? Yoksa toplumsal yaşamın özellikle kadınlar açısından bir güvencesi miydi? Elbette ikincisi.
Cumhuriyet’in ilerici değerlerine dönük saldırıda laikliğin tasfiyesi önemli bir dönemeçti. Böylece, etnik kimlikler, dini aidiyetler birer mücadele alanı, dini cemaatler, tarikatlar, onların uzantıları olan dernek ve vakıflar sivil toplum örgütleri olarak toplumsal yaşama ve siyasete nüfuz ederek toplumun yeni rejime uygun hale getirilmesinde önemli roller alacaktı. Kadınların toplumsal yaşamdan ve siyasetten uzaklaştırılarak, siyasetin içi de bir anlamda boşaltılmış olacak, emekçi kitleler böylece siyasetin dışına itilecekti.
Öyle de oldu. Türbana özgürlük eylemleri kimi solcu ve devrimci örgütlenmeler tarafından da “özgürlüklere sahip çıkmak” adına sahiplenildi. Kadını ikincilleştiren bir siyasi simge “özgürlüktü” artık. Laikliği, özgürlükçü laiklik, inançlara özgürlük, demokratik laiklik gibi sahte kavramsallaştırmalarla bir güzel sulandırıp ardından, dönemin TBMM Başkanı’nın “Anayasa’da laiklik olmaz” deme cüretini göstermesini sağlayacak noktaya getirerek tasfiye ettiler elbirliği ile.
İktidar, kadın erkek eşitliğinin fıtrata ters olduğunu vaaz ederken, kadınlar her gün katledilirken, çocuk istismarları “9 yaşında kız çocuğu evlendirilebilir” fetvalarıyla devam ederken, din siyasetin ve toplumun yeniden yapılandırılmasında önemli bir araç işlevi görürken, “muhalifler” Türkiye’de bir laiklik sorunu olmadığını söylemeye, kara çarşafa rozetler takmaya, Kutlu Doğum Haftası etkinliklerine katılmaya, mitinglerini dualar ve namazlarla açmaya, Şeyh Sait gibi işbirlikçi bir yobazın adını meydanlara vermeye ve anmalar düzenlemeye devam ettiler…
İktidar yeni rejimi kurarken, “muhalefet” de bu yeni rejimdeki yerini alıyordu.
Müfredatta fen ve matematik dersleri azaltılarak, din içerikli dersler arttırılırken, eğitim dini değerlere göre yeniden yapılandırıldı, okullarda ENSAR Vakfı gibi çocuk istismarına adı karışmış dini örgütlenmelerle değerler eğitimi için protokoller imzalandı, türban kreşlere kadar girerken, okullarda haremlik selamlık uygulamalar hayata geçirildi. Laik eğitim kurumlarının yerini hızla medreseler ve imam hatipler aldı. Müftüler nikâh yetkisi, imamlar okullarda, boşanma davalarında, yurtlarda arabuluculuk, danışmanlık yetki ve görevleri ile donatıldı.
Kadın artık sadece aile içerisinde, tamamlayıcı bir varlıktı ve işgücüne katılımı sermayenin ihtiyacına binaen yedekte tutuluyor, en güvencesiz koşullarda ve sefalet ücretiyle piyasaya dâhil olabiliyordu. Evde çocuğuna bakarken ve ailevi sorumluluklarını yerine getirirken çalışabilecekti artık!
Eh bu koşullarda İstanbul Sözleşmesi elbette aile değerlerine, örf ve adetlere tersti. AB’ye üyelik söz konusu değilse, buna da ihtiyaç yoktu. Ne de olsa laiklik tasfiye edilmişti. Herkes özgürdü! Bize de yürürlüğe girdiği tarihten bu yana hiçbir koşulu yerine getirilmeyen İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılmaması için mücadele etmek düşüyordu. Hem de bütün bu gerici kuşatmaya ortak olan bir takım “kadın örgütleri” ile birlikte…
Pekiyi, laikliğin olmadığı yerde İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını beklemek ne kadar gerçekçi? İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istemek için önce laikliğe amasız fakatsız sahip çıkmak gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istemek için dinin toplumsal yaşamda ve siyasetteki yerini reddetmek gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istemek için imam hatiplerin, Diyanet’in, cemaat ve tarikatların, dinci gerici dernek ve vakıfların kapatılmasını istemek gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istemek için emekçileri teslim almak üzere her geçen gün artan gerici kuşatmayı parçalamak gerekiyor.
O yüzden İstanbul Sözleşmesi de 6284 sayılı Yasa da tek başına bir şey ifade etmiyor maalesef. Her ikisinin de uygulanmasının koşulu olan zemin ayaklarımızın altından çekilmişken tek başına, her şeyden yalıtılmış, karşımızdaki bütünlüklü saldırıyı gözden kaçıran bir direniş ne kadar değerli olsa da yeterli olmuyor…
Kadınların bugün sözleşmenin ve yasanın uygulanması için ayağa kalkması büyük önem taşıyor. Ancak, bu sözleşmenin ve 6284 sayılı yasanın uygulanabilmesinin koşullarını ortadan kaldıranlarla kol kola girildiği takdirde hiçbir kazanım elde edilemeyeceği gibi, bizi karanlıkla kuşatanların değirmenine su taşıyacağımızı bilelim. Safları netleştirmezsek, ellerinde kılıçla minbere de çıkarlar, hilafet isteyerek sokaklara da dökülürler, her gün onlarcamızı da katlederler, çocuklarımızın geleceğini istismarla, gerici ideolojilerle teslim almaya da devam ederler.
Gericiliğin özgürlüğü bugün yaşadığımız karanlıktan başka bir şey değildir. O yüzden gericiliğin özgürlüğü olmaz! O yüzden İstanbul Sözleşmesi önemlidir evet ama yetmez. O yüzden İstanbul Sözleşmesi’ne de, 6284 sayılı yasaya da sahip çıkarken, sıfatsız, amasız ve fakatsız laiklik için de ayağa kalkacağız. O yüzden laikliği tasfiye edecek kadar gericileşen sermayeye karşı ve onun temsil ettiği burjuva ahlakının çürük temellerini ortadan kaldırmak için mücadeleden geçer kadınların özgürlüğü…
Bizler, karanlığı örgütleyenlerle aynı safta olamayız. Bizleri daha fazla sömürmek ve teslim almak için bu karanlığı besleyenlerle aynı safta olamayız. Çocuklarımızın geleceğini yobaz zihniyete teslim etmek için örgütlenip bugün takiyye yapanlarla aynı safta olamayız! Bizler, ekmeği de, gülleri de isteyenleriz! İşte bu yüzden bu mücadelede saflar vardır, safımız da bellidir!
Yaptık, yine ve daha örgütlü, daha kararlı yaparız. Bütünlüğü gözden kaçırmadan, ölümden korkmadan ama sıtmaya da razı gelmeden, bataklığı kurutmak için karanlığı örgütleyenlerle yolumuzu ayıralım. Mücadelemizin bütünlüğünü görelim. Sivrisineklerden kurtulmak için bataklığı kurutmak üzere ayağa kalkalım yeniden. Sadece kendimiz için değil, ülkenin aydınlık geleceği için…
Umut Kuruç (Gazete Manifesto)
18 notes
·
View notes
Link
Demokrasinin temeli nedir ?
Dünya ,Trump gibi bir ahmağın dönemine savruldu , bunu bazı ülke başkanları da izledi , Trump'a gereken ders verildiğinde , bu destek veren ülkelerin başkanları da , domino taşı gibi birer birer yıkılacaklar , göreceksiniz . Demokrasi kim ne derse desin , bir anlam da güçlülerin hükümranlığıdır , dün Trump gücü yetse idi , belki de ABD ye ebedi başkan olabilirdi , yetmedi . Şimdi çark etme zamanı . Gelelim Türkiye ye . Ünlü gazeteci HilAL Kaplan attığı Twitte diyor ki Twitter , bu gün Trump'a yaptığını , yarın Türkiye'ye uygulayacak Ne demek istediğini net biliyoruz... Ama unuttuğu ve inanmak istemediği çok şey var , o da öğrenecek AKP Sözcüsü Çelik: ABD deki darbe girişimi için ; Seçim sonuçlarını ve hukuku tanımayan eylemler meşru değildir dedi dün Tüm dünya güldü ! Hatırlayalım .. Yargı ayak bağı” diyen kimdi ? AİHM kararları bizi bağlamaz” diyen kimdi ? İstanbul seçimlerinin bütünü üsulsüz” diyen kimdi ? 13-14 bin fark ile kimsenin seçimi kazandım deme hakkı yok , diyen kimdi ? İstanbul seçimleri iptal oldu çünkü çaldılar ,diyen kimdi ? Ve , hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şey oldu diyen, aynı zarftaki dört oydan birini geçersiz saydıran kimdi ? Şu bir gerçek ki ! Mükemmel bir demokrasi yok . Hiç kimse oturduğu koltuktan kolay kalkmak istemiyor Hele ki birde altına pislemiş ise Demokrasinin temeli nedir ?Demokrasinin temeli , adalet ve adil paylaşımdır . Pasta herkese yetiyorsa , paylaşım nispeten adil olur Pasta az ise , kangalların demokrasisi devreye girer . ABD son otuz yıldır kendi ayağına kurşun sıktı Sermayesini ve teknolojisini , daha ucuz iş gücü var diyerek Çin ve Hindistan'a aktardı Bu iki ülke ve nisbeten uzakdoğu , ABD nin bu ahmaklığını çok iyi değerlendirdi Üretim ve ihracatta ABD nin önüne geçti . Trupm bu gidişi ekonomik olarak değiştirmek istiyordu , inadı buydu . Çok geç kalmıştı Olmazdı , Olmadı . Şimdi iktidara gelecek olan demokratlar ise bu gerçeğin ışığında , bozulan dengeyi ticaret ile değil silah ile değiştirecekler diye düşünüyorum. Sonuç olarak Halklar , artık daha yüksek bir yaşam kalitesi sürecek bir gelir elde etmek istiyor Hiç bir ülke bir diğerinin malına mülküne ve gelirine çökmeden , kendi halkına daha yüksek bir gelir seviyesi sağlayamaz . Savaşlar niye çıkar ki ! Tarihte bunu bir örneği yoktur . Demokrasi kavgası diye de bir şey yoktur , geçiniz . Herkesin demokrasi tarifi , kendi çıkarlarına göre şekillenir . Ve , İnsan doğası olarak , oturduğu yerden kalkmak istemez. Ele geçirdiği gücü , kimse kolay kolay bırakmak istemez . Ne demişler , İki el bir boğaz içindir . Tüm kavga , gücü ele geçirme ve elde tutma kavgasıdır İktidarda kalabilmenin yolu Ele geçirdiği güç ile yandaşlara rant dağıtabildikleri ölçüdedir . Bilirler ki ilk önce , aç kalan yandaşlara yem olacaklar . Göz ardı ettikleri bir husus var ki ! Geliri adil dağıtamadıkları müddetçe Tencerenin de , yıkamayacağı iktidar yoktur . Aç tavuk , darı ambarı deler derler . Ölümü gören ise sıtmaya razı gelir Gün gelir Baskı dayak sopa kar etmez Kıyamet kopar ... Yeni dönemde , bu kavganın kana ve vahşete büründüğü günlere şahit olacağız gibi , maalesef . Ahmet Atam
0 notes
Text
HAVA-SEN’DEN TGS’YE UYARI! https://ift.tt/2YWr3Sr
HAVASEN’DEN TGS’YE UYARI: “İŞÇİYE TUZAK KURMAKTAN VAZGEÇİN !” Ülkemiz havacılığını doğrudan etkileyen salgın sürecinde işverenlerin çalışanlar üzerinde kurduğu işsiz bırakma baskısı artarak devam etmekte, ölümü gösterip sıtmaya razı etme anlayışı ile kazanılmış haklar ellerinden alınmaktadır. Bunun son örneği, THY’nin % 50 oranında hissesinin bulunduğu TGS (Turkish Ground Services) unvanlı yer hizmetleri şirketinde yaşanmaktadır. THY’deki kamu payının % 50’nin altına düşürülmesinden hemen sonra 2008 yılında şirketin parçalanarak birçok hizmeti taşeronlaştırmak ve çalışanları sendikasızlaştırmak amacıyla kurulan TGS, açlık sınırında uyguladığı ücret politikası ile 15.000 işçisinin sırtından kar etmeye devam etmiş, 2019 yılında karı 260 milyon TL’ye ulaşmıştır. TGS de, bağlı olduğu ana şirket THY’nin izinden gitmiş ve salgının faturasını, çalışanlarına fatura etme kolaycılığını seçmiştir. Bu kapsamda, işçiler personel birimlerine çağrılarak 2020 ve 2021 yılına ait ikramiyelerinden feragat ettiklerine dair muvafakatname imzalatılmak istenmekte, güçlü işveren karşısında yanlız, çaresiz ve sahipsiz işçilere abanın altından sopa gösterilerek itiraz edenlere iş akdinin feshi tehdidi hissettirilmektedir. a- Yapılan girişim tamamen hukuksuzdur. Özellikle Mayıs-Ağustos dönemi ikramiyesinin yarısı hak edilmiştir. TGS sözkonusu yarım ikramiyeleri hiçbir kesinti yapmadan ödemek zorundadır. b- Pandemi dolayısı ile çalışanların da güçleri oranında sürece katkı vermeleri ve özveride bulunmaları ilkesel olarak kabul edilebilir bulunmakla beraber ne zaman biteceği belli olmayan bir salgının 2021 yılında da devam edeceğini temel alarak işçinin 2021 hakedişlerine de el atmak tam anlamıyla işçinin emeğini gasp etmektir. c- TGS yaptığı kurumsal açıklamada, sözkonusu ikramiyeden feragat uygulamasına gerekçe olarak “istihdamın korunmasını” göstermektedir. Oysa işçilere imzalatılmaya çalışılan muvafakatnamede böyle bir taahhütte bulunmamaktadır. Bu çerçevede; 1- TGS işçilerden başka bir indirim veya kesinti isteğinde bulunmayacak ise, öncelikle bunu yazılı hale getirmelidir. İkramiyelere ilişkin özveri talebinin ise, 2020 yıılı için geçerli olması, ikinci ikramiyenin yarısı ve üçüncü ikramiye ile sınırlı tutulması bunun karşılığında da işten çıkartmama taahhüdünün verilmesi gerekmektedir. Özellikle önümüzdeki 1.5 yıllık döneme ait toplam 5 adet ikramiyeden vazgeçilmesi yoluyla işveren 5 yıl ve daha düşük kıdemi olan işçilerin kıdem tazminatlarını da bu şekilde doğrudan işçilerden kestiği ikramiyelerden karşılamış olacaktır. 2- Kaldı ki, Kısa Çalışma Ödeneğinin Temmuz ayında da devam edeceğinin açıklanması karşısında TGS işvereninin 6 Temmuz’a kadar sözkonusu muvafakatnameleri imzalatma aceleciliğinin de anlaşılır tarafı yoktur. Bu zihniyetin gelecekteki planlarını tahmin etmek zor değildir. İkramiyelerin kesilmesine ikna ve razı edilen işçilere Ağustos ayında da ciddi bir ücret indirimi dayatması gelecektir. Çin işkencesine benzeyen bir süreci TGS emekçilerine taksit taksit yaşatma planı ahlaken sorunlu bir ruh halinin yansımasıdır. TGS işvereni, çaresiz ve gelecek kaygısı taşıyan çalışanlarına tuzak kurmak yerine zeka, beceri ve yeteneklerini emekçilere en az yük bindirecek ve istihdamlarını koruyacak alternatifler oluşturmak için kullanmalıdır. 3- Bu nedenlerle, TGS yönetiminin ağırlıklı olarak yönetici kadrolarından ve maaşlarından tasarrufa yönelmesi, diğer alanlardan kesinti yöntemlerini denemesi buna rağmen işçinin katkısına ihtiyaç kalırsa, Kısa Çalışma Ödeneğinin biteceği 31 Temmuz tarihinden sonraki belli bir süreyle sınırlı dönemi kapsayacak şekilde işçilerden talep edeceği özveriye ilişkin hazırlayacağı makul, mantıklı ve insanca yaşam olanağı sağlayacak düzeydeki teklifini bir bütün olarak ortaya koyması, ahlaka ve hukuka en uygun olan çözümdür. Bu amaçla, işçilerden ikramiyelerle ilgili muvafakatname toplanması uygulamasından derhal vazgeçilmelidir. TGS pratiği, işçilerin kendilerini temsil eden bir sendikanın olmaması halinde, güçlü işveren karşısında nasıl yanlız, çaresiz ve tehdide açık hale gelebileceklerini ve kazanılmış haklarını kaybedebileceklerini göstermesi bakımından ibret verici bir örnektir. HAVASEN, üyesi olsun olmasın tüm havacılık emekçilerinin hak, hukuk ve ekmeklerini koruma konusunda her zaman yanlarında olmaya devam edecektir. Bu anlayışla, her ne kadar yetkili sendika sıfat taşımasa da emekçileri temsilen TGS yönetimi ile müzakereye ve sürece katkı vermeye hazır olduğumuzu kamuoıyunun bilgilerine sunarız
HAVA-SEN YÖNETİM KURULU
from Aeroportist I Güncel Havacılık Haberleri https://ift.tt/38CkZ57 via IFTTT
0 notes
Text
Köz Eleştiriler Güncesi - #1
Böyle Başladı
Eva, bir devrin kapandığının farkındaydı.
2 senedir ilk kez hissetmişti bunu. Daha önce defalarca Can ile nokta koymuşlardı. Ama Eva, her noktadan sonra yeni bir paragrafın başlayacağını bilirdi. Oysa şimdi tüm paragrafların sonu gelmiş, yazdıkları hikaye Can’ın başka bir hikayenin kahramanı olmasıyla farklı kaderlere kapı açmıştı.
Can için biten hikaye, hala Eva’nın hikayesiydi. Yazmaya devam edecekti, çünkü yazmadığı gün ölecekti.
“Kendi hikayesini bitirmeye geldi buraya” dedi Eva. “Ne kadar çaresiz olduğumu görmek için geldi kapıma. Kalbimi dinleyeceğimi, o güne kadar dik tuttuğum kuyruğu onun için eğeceğimi biliyordu. Tam o an, savunmasız kaldığım o an, gözümün içine bakıp benden öcünü almak için geldi. Beklediği an geldiğinde çıkardı silahlarını. Hedef alıp vurdu sonunda kelimeleriyle beni. Kapıdan çıkarken o yeni hayatı için hazırdı. Ben ise intikamla yaralanmıştım, ne yeni ne eski hayat yoktu. Aynı hikayenin içinde, daha yaralıydım sadece.”
“Unut artık. Böyle yaşanmaz” dedi Özgü sigarasını söndürerek. “Bu melankoli bitmeli artık. “
“Bitti.”
Bu bitişin ne kadar zararlı olduğunu biliyordu Özgü. Eva’nın Can’dan önce içinde bulunduğu dünyaya girmesinden korkuyordu. Üniversitede tanıştığı değişim öğrencisi Lucas’ın peşinden her yere gitmişti Eva. Uyuşturucuya onunla başlamış, okulu onun yüzünden bırakmış, evi terk etmiş ve Lucas ülkesine dönüp evlenene kadar hayatını yola koyamamıştı. Ailesiyle bir daha hiçbir zaman eskisi kadar yakın olamayan Eva’nın tek koruyucusuydu Özgü. Kanatlarını ne olursa olsun Eva’nın üzerinde tutacak ve sığınağı olacaktı. Bu hayatın onu yenmesine, Eva’nın kayıp hissetmesine göz yummayacaktı.
--------
Eva’nın İlk Adımları
Gerçekten ne hissettiğimi anlamaya çalışıyorum. Gençliğimdeki duygu şelalesinin peşinden akıntıya kapılamam diyorum kendi kendime. Acaba Can yoluna devam etti diye basit bir kıskançlık mı yapıyorum, yoksa gerçekten ona kendimi açmışken gidişine mi üzülüyorum? Bu basit bir kıskançlıksa hemen bitmeli. O mutlu olmalı, ben yoluma bakmalıyım. Lucas’tan kalan derin güvensizlik ve sevgiyi onunla doldurmanın verdiği bağlılık yanıp kül olmalı. Külleri savrulmalı geçmişe doğru, mutlu olduğumuz günlere sinerek geleceğimden uzak durmalı. bir yandan da diyorum ki, sebebinin ne önemi var. Şu an içimde bir yangın var. söndürmenin bir yolu yok. İster aşktan, ister gururdan, ister kıskançlıktan; sebebi fark etmeksizin Can’la geçirdiğim iki yıl yok olmalı. Canını yakmak için kapına gelmiş birinin vefasına güvenilmez. Böyle vefa düşman başına.
Lucas’ı bile affetmek daha kolay. Çünkü biliyorum, Lucas’ın hayatına ben dahil oldum. Onun böyle can yakan bir kor ateş olduğunu biliyordum. Sadece ben bu ateşe dayanırım da yanmam sandım. Ben istemesem beni o mahvetmeyecekti. Ben zorladım. Ona benzemek istedim çünkü beni çok sevsin istedim... O da kendi ne kadar dibe düştüyse beni de götürdü yanında.
Can’ı gördüğümde sonraki çukurun daha derin olacağını tahmin edemedim. Can ne alkolle ne uyuşturucuyla ilgili birisiydi, iyi bir ailesi vardı. Görünen köyde benim limanımdı. Ama beni aşağıladığı o günün acısındansa, kolumda faça izleri olmasını tercih ederim.İnsanlar görünmeyen acıyı hafif zannediyorlar. Kollarda morluk, biraz çizik ve kan gördüklerinde gözleri büyür ve size yardım etmek isterler. Ama Can yanımda sinir krizi geçirdiğinde bu sadece bir kahve yanında konusu olur. Can evimi birbirine kattığında yaşadığım korkunun bedelini kimse merak etmiyor. Ruh hali dengeli ama zararlı alışkanlıkları olan birini öfke nöbetleri geçiren bir manyağa tercih ederim. Etmeliydim yani. Can’ın kötü biri olduğuna inanmadım. Can’dan hiç vazgeçmedim. Sorunları onun sorunları değildi, benim yüzümden sorunluydu; ben onu bu hale getirmiştim. O zamanlar inandığım şeydi bu. Oysa kimse, başkasının hatalarını göğüslemek zorunda değil. Can haklı çıksın diye, onun tüm garipliklerine kendimden pay biçtim. Kendimi suçladığım için daha çok yanında oldum. Sokağın ortasında üstünü başını yırttığı atağında peşinden koştum. Beni yanından kovup sonra tekrar ayağına çağırdığında, kalkıp gittim hiç çekinmedim. Benim için Can, hasta ettiğim biriydi. Ben onu tanımadan önce iyiydi de ben kötü etmiştim sanki onu. Şimdi diyorum ki, öyleyse Can yanımda durmasaydı da gitseydi. Madem ben onun çukuruydum, en başında vazgeçseydi benden. Ben de onunla bir hayata alışmasaydım. Çünkü Lucas’tan sonra, bireysel bir hayatım olmadan, yine ve yeniden bir ilişkiye girerek birine bağımlı hale gelmiştim. Belki en başında beni anlar, beni bırakmaz, bana aşık tavrına böylesi yenilmeseydim... Kendi ayaklarının üstünde duran biri olabilirdim. 28 yaşımda, evden ilk kez ayrılmış gibiyim.
Can’ın evime son gelişinin üstünden 2 ay geçti. Ona, her şeye sıfırdan başlayabileceğimizi söylemiştim. Bunu derken Can’ın beni unutmadığına inanıyordum. Bana attığı unutamıyorum mesajlarından güç almış, gecelerimi nasıl yeniden başlarız diye düşünmeye ayırmıştım. Ben hazırım dedim ona. Senin sorunlarını daha fazla harlamak istemiyorum. Ben istediğin gibi olacağım söz. Ben hazırım söz.
“Ben evleniyorum.” dedi bana.
Biraz Lucas’tan biraz Can’dan anlamışsınızdır. Hep sorunluları bulmamın sebeplerinden biri de benim sorunlu olmam. :) “Buraya beni küçük düşürmeye mi geldin yani? Günlerce benimle görüşmek istedin, bana ulaşmaya çalıştın, mesajlar attın ve mutlu olduğunu söylemeye, beni unuttuğunu söylemeye mi geldin? Attığın hangi mesaj arkadaşçaydı? Hangi tavrın?...Ben bunu böyle anlamakla aptallık mı ettim yoksa senin bana bu sözler gerçekten arkadaşça mıydı? ‘Her yağmurda seni düşünüyorum, her kahvede aklıma geliyorsun. İçimi bu yakışından mı, seni böyle sevmemden mi...’
Neyse, yani, sinir krizi geçiren ben oldum. Kovdum Can’ı. Görüşürüz dediğinde nefretle baktım yüzüne. “Umarım bir daha asla. “
Bu, seni düşünerek içtiğim son kadeh Can. Seni özgür bırakıyorum. Bana yaptığın gibi seni yeni bir hayata başlarken esir etmeye çalışmayacağım. Her denememde, bana ısrarla kendini hatırlatıp her günümü nasıl bir sınava çevirdiğini, ölmekle sıtma arasında seçimler yaptırdığını hatırlıyor musun? Benim benim sıtmaya razı gelmeyeceğimi bilerek... Beni bilerek öldürdüğün kaç gün...
Sana kendimi hatırlatmayacağım. Mutluluğundan duyduğum öfkeye toprak atacağım. Ben olmasam da yeterince mutsuz olacaksın, biliyorum. Çünkü senin hamurun da benim gibi, dünyayı kaldıramayacak kadar kırılgan.
Adalar’da el ele bisiklet sürmüştük. O güne ait, benim bisikletin arkasında oturduğum bir fotoğraf vardı buzdolabının üstünde. Israrla orda tuttum onu, yazdığımız hikayenin sonunda bize hikayenin başını hatırlatır ve bu günlere güler geçeriz diye. Kırmızı elbisemle gülümsediğim, sana sıkı sıkı sarıldığım bir fotoğraf.
Sigaramla yaktım onu ve ondan sonra evde sana ait ne varsa toplamaya başladım. Ordu’dan getirdiğin hediyeler, senden bana gelen kuruttuğum çiçekler, doğum günümde bana yazdığın notlar, bana Galata’da aldığın takılar, senin bana en çok yakıştırdığın küpeler ve kıyafetler bile. Hepsi çöpe. Senin izin olan bu evden de en kısa zamanda taşınacağım. Hiç var olmamışsın gibi yaşamak istiyorum Can. eminim sen de bundan mutlu olacaksın. Karın ve bebeğinle dolaşmaya çıktığın bir akşamüstü yoluna çıkmamı istemezsin. Ve ben, en az senin kadar sorunlu deli kadın; seni aşamadıkça her gün yoluna çıkmaya çalışacağım. Kendime bunu yapmak istemiyorum.
----
#közeleştirilergüncesi#hikaye#deneme#bazıgerçek#bazıyalan#birazben#birazsen#delirmemek#için#bazen#denemek#özeleştiri#monolog
0 notes
Text
KORONAVİRÜS SALGINI YANLIŞ KURGULU EKONOMİYE MÜDAHALEYİ ZORLUYOR
08.05.2020 / ANAKARA Dünya Aralık 2019’dan beri Covid-19 isimli küresel bir salgın hastalıkla mücadele ediyor. Salgının ortaya çıkardığı birçok gerçek var. Bu gerçeklerden birisi de “Devletin yapısal kurgusunun uygunluğudur.” Salgın, bu kurgunun daha ziyade ekonomik modeli ile ilgili sıkıntıları ve sakıncalarını istismar etmiştir. Devletlerin işbaşında olan yönetimleri istismar edilen hassasiyetleri kriz anında gidermek için çeşitli çabalar içine girmişlerdir. Bazı devletlerin yönetimleri başarılı olurken bazıları ise sınıfta kalmıştır. Oysa bu kurgu ortalık yerde hiçbir sorun yokken, her türlü olumsuz şartları bertaraf edecek şekilde tasarlanmalı ve uygulanmalıdır. Böylesi hem daha az hasarlı hem de daha az maliyetli olur. Geldiğimiz noktada “Devletler ekonomiye müdahale etmeli mi, etmemeli mi?” diye sormak gerekiyor. Bu soruyu şu şekilde sormamız da mümkün: devletler ekonomiye kriz anlarında niye müdahale etmelidir? Burada müdahalenin sınırını belirlemek gerekir. En son yaşanmakta olan küresel salgın, bu sınırın nerelerden geçtiğini büyük bir oranda gösterdi. Bu sınırları çeşitli bilimler kendi terminolojileri ile elbette açıklıyorlardır ancak burada yapılmak istenen herkesin anlayacağı seviyede anlatmaktır. Ekonomiye müdahale, daha ziyade, kapitalist/anaparacı veya özel sektörcü diye anılan modelde ekonomisi olan ülkelerde söz konusu olduğundan, “ekonomiye müdahale söz konusuysa, bu ancak anaparacı ekonomiler için geçerlidir” tespitini yapmakta bir sakınca olmadığını düşünüyorum. Komünist model ile karma ekonomik/devletçi modellerde zaten devlet ekonominin içinde ve yönlendireni olduğundan bu müdahale aranır, beklenir, istenir boyutta değildir. O model zaten kendi kendini tamir edecek tasarımı içinde taşıyor demektir. Halen daha devam eden Korona Virüs salgını sürecinde tüm dünyada görüldüğü üzere bazı anaparacı devletler ana hatlarıyla şunları gerçekleştirdi: 1. İşletmelere, büyüklüğüne veya kar edip etmediğine bakmadan, KREDİ olanağı sağladı. Kredilerde alt sınır ile üst sınır koyan da var koymayan da… 2. İşletmelerde çalışan ve emekçi konumunda olanların işten atılmaması için çeşitli yasaklamalar getirdi. Bu yasaklama için bazı devletler üç ay gibi sınır koyarken bazıları koymadı. 3. Bazı devletler çalışanların ücretlerini bir yıla varan bir süre için üzerine aldı. 4. Bazı devletler işletmelere sosyal güvenlik destekleme primi tahakkuk ettirmedi ve erteledi. Borcu olanları ise olduğu yerde tutarak başlangıç zamanını tam kapasite çalışma sürecine bıraktı. Bazıları ise primlerde indirim sağladı. 5. Bazı devletler vergi tahakkukunu erteledi, tahakkuk edilmiş olanları ise, verginin türüne göre, bir veya birkaç ay ödemesini erteledi. Bazı devletler, bazı işletme dallarının, bazı tür vergilerini ertelemedi ve tahakkuk ettirilmelerini istedi. 6. Bazı devletler kendilerince stratejik olan bazı şirketleri kurtarma yoluna gitti. Bunların belli bir yüzdesini alanların yanında tamamına el koyanlar da oldu. 7. İşletmelerin stoklarında bulunan tam mamullerin tümünü satın alan uygulamalar da görüldü. 8. Bazı devletler dışa sattıkları mallara satış yasağı getirdi. Kimisi buna bir süre koydu, kimisi ise koymadı veya ikinci bir emre kadar dedi. 9. Bazı devletler dışalımı kapattı. İç piyasada üretilenlerin devamlılığını ve tüketilmesini sağladı böylelikle. Bu yapılanların sosyal devlet anlayışının içinde olup olmadığını tartışmak bu yazının konusu değildir. Kaldı ki tüm bunlar, devletin varlık nedeni olan ülke insanının, gereksinimleri için yapıldığı ortadayken, bunun sosyal devlet anlayışını uygun olup olmadığını tartışmak ancak kötü niyetlilerin yapacağı bir iştir. Bu aşamada şu sorulabilir: Zaten devlet halkından en başta vergilendirme yoluyla olmak üzere çeşitli araçlar üzerinden aldığı ve yine o halk için kullanmak zorunda olduğu parasal varlığı harcamıştır, bunu yapmayacaktı da ne yapacaktı? Bu soruya yanıt veremeyen devletlerin varlığını görmek de bu salgında mümkün oldu. Bu bağlamda “sosyal devlet kavramı sadece kriz anlarında değil her zaman hatırlanmalı ve gündemde olmalıdır” demek gerekir. Gelelim, hatalı davranan tüm devletler olan ve duyar gibi olduğum söylediklerinize: 1.Madem işletmelere kredi açacak veya açtıracak gücün var, o zaman ne demeye fahiş vergiler alırsın? Vergi oranlarını makul ve ödenebilir seviyelerde tut ve kriz zamanlarında ileri-geri yapma. Yardım etmek durumunda kaldığın insanlar kendi birikimleri ile o krizi atlatabilsin. 2.Madem SGK primlerini azaltabiliyordun ne demeye şirketlere çile çektirdin? Ne demeye maliyetlerin artmasına ve halkın daha pahalıya mal satın almasına neden oldun? Ne demeye SGK sistemine borçlu kurum, kuruluş, şahıs yarattın? Niye halkın birikim sağlamasına yönelik özendirici olmadın? 3.Bankalardan sağlanan ve çarpıcı isimler verilen destekleme kredilerinin faiz oranları bu denli düşük olabiliyorsa, ne demeye bunu başlangıçtan beri sağlamadın? Niye işletmelerin kredi yollarını açık tutacak şekilde düşük prim ve faiz oranları belirlemedin, işletmeleri devlete ve bankalara borcunu ödeyemez hale getirdin? 4.Maksadın ölümü gösterip sıtmaya razı etmek mi, “en büyük devlet” dedirtmek ve diz çöktürmek mi? Bu tür soruları çoğaltmak mümkündür. Bu kadarı bile konunun anlaşılmasına yeterlidir. Devam etmekte olan salgın sürecinde her insanın gözlemlediği gerçekleri ve konu hakkında aklından geçenleri belirttikten sonra tartışılması artık bir gereklilik olan “ekonomik modellerin” krizlere vereceği tepkiler o modele ne kadar uyum sağlar ve başarı oranı ile başarı sürekliliği ne kadardır sorusuna. Ekonomik modelleri iyi bilenler her modelin bu tür sürece nasıl tepki vereceğini de zaten bilirler. Bilmeyen ise geniş halk kitleleridir. İşte, bu bilinmeyeni “ıslak adama” anlatır gibi anlatmayı deneyeceğim. Ancak yine de anlaşılmayan yanları olacaktır. Bu tek taraflı konuşma esnasında akla gelebilecek soruları sıralamak gerekirse; -Küresel salgın sürecinde, ekonomilere müdahale etmek kapitalizm ile uyuşur mu? Uyuşur ise neden uyuşur? -Bu süreçte, yukarıda çeşitli örneklerini verdiğimiz devlet müdahalesi, komünist ekonomik model uygulaması mıdır yoksa insanların, aslında, komünist ekonomik modelin daha rahat, huzurlu ve bağışıklık siteminin daha güçlü olduğunu görmesinden dolayı komünist ekonomik modele kayışın ilk evresi midir? Tam bu noktada, komünizm ve sosyalizm arasındaki farklılaşmanın temel nedenlerinden biri olan “üretim araçlarının tek elde toplanması ile üretim araçlarının dağıtılması arasındaki uygulamada hangisi daha iyidir” tartışmasına girilmeyeceğini belirtmek gerekir. Aslında, yukarıdaki sorulara verilen asıl yanıt devletlerin kuruluş aşamasındaki tercihlerinde yatar. Her devlet kuruluş veya yeniden yapılanma aşamasında, devlet kurgusunun ve onun varlık nedeni olan milletin rahatlığını, huzurunu, mutluluğunu, ekonomik refahını, sosyal adalet gereksinimlerinin giderilmesi, hukuki adaletin, hak ve özgürlüklerinin sağlanması için birçok ögeyi dikkate alır. Bunlardan öyle üç tanesi vardır ki olmazsa olmaz veya “üçayak” diye nitelendirilebilecek olanlardır. Nelerdir bunlar, bakalım: -Ekonomik model, -Yönetim şekli, -Yaşam tarzı. Bu üç modelin ana alt unsurlarına bakmakta yarar var. Ekonomik model Komünizm: Her ne kadar çoğu kişi bunu yönetim şekli olarak sunuyorsa veya sanıyorsa da çok kötü yanılıyorlar. İlk durakları yıkamayacakları bir duvardır ve ona çarparak dururlar. Komünizm tamamen bir ekonomik modeldir. Üretim araçlarının bir elde -tercihen ve özellikle devletin elinde- bulundurulması ve ürünün hakça paylaşılması üzerine kurgulanmıştır. Ürün çeşidi ve miktarı az olan steplerde/bozkırda ve çeşitli nedenlerden dolayı kuşatılmış veya enterne edilmiş halde yaşayanların ekonomik modeli olarak ortaya çıkmıştır. Çok az olan ürünün topluma hakkınca paylaştırılması esasına dayanır. Bu modelde haksız kazanç deyimi yoktur. Haliyle sosyal devlet anlayışını destekleyen bir modeldir. Devletçilik (karma ekonomi): Devletin, komünizmde olduğunun tersine, üretimin her boyutunda ve aşamasında olmaması ile açıklanabilir. Çok pahalı, stratejik önem arz eden, vurgunculuk oranı fazla olan üretim alanlarında -tercihen ve özellikle- devletin öncü veya tekel olması, diğer alanların kontrollü bir şekilde daha ziyade anaparacılara (özel sektör) bırakılması şeklinde kısaca açıklamak da mümkündür. Ancak çok sağlam tasarlanmış kontrol elemanları ile üretimin, piyasanın ve fiyatların kontrol edilmesi gerekir. Bu modelde haksız kazanca izin verilemez. Sosyal devlet anlayışını ciddi oranda destekleyen bir modeldir. Anaparacılık: Nerdeyse tüm üretimin, ahlaksız olduğu savlanan ve esasında her seferinde ispatlanan sermaye babalarına bırakıldığı modeldir. Her kim ki ben bu modelde piyasayı kontrol ederim derse, bilin ki yalan söylüyordur. İstediğiniz kadar anti tröst, anti tekel yasaları getirin o yasayı uygulayacak olan da bir insandır ve anaparacılıkta esas olarak önce “insanların fiyatı” belirlenir. Kısacası toplum bunların insafına bırakılmıştır, piyasa üzerinde kontrol mekanizmaları yoktur, olamaz da. Ne demiştik, unutmayın, bu modelde önce insanın fiyatı belirlenir. “Satılık olmayan insan yoktur, yeter ki doğru rakamı söyle diye de bir yaklaşım” vardır ve bu yaklaşım tüm ahlaksızlığı ortaya serer cinstendir. Bunların yanında ana paracılığın temelinde vergi kaçırmak; tahakkuk eden vergiyi ödememek, çok zor durumda kalındığında bunları takside bağlamak ve onu da ödememek; çok yüksek kar oranları yani bire mal edileni en az yüz katına, bin katına satmak, zaten bu yüzden sanayi üretiminde olmak; tüketilmesine gerek olmayanı bir şekilde tükettirmek, alınan kredileri ödememek gibi bu işin anayasası diyeceğimiz her türlü ahlaksızlık vardır. Hal böyle olunca, kapitalizmin sosyal devlet anlayışını desteklediğini söylemek mümkün müdür? Bazı ülkelerin yöneticileri şirket yönetir gibi ülke yönetmek arzusundadır. Devlet ve onu görevlendiren millet kimsenin malı değildir ve kişisel bir yönetim söz konusu olamaz. Anaparacı ekonomik modele sahip bir devlet kurgusu her an böyle bir açmaz ile karşı karşıya kakabilir. Sosyal devlet anlayışını ekonomik modelden ayrı düşünmek konuya eksik bakmaktır. “Devlet vergisini toplar, yeri ve zamanı geldiğinde de sosyal devletin gereğini yapar” denebilir. Evet, derken kolay ama uygularken denildiği kadar kolay değil, hatta olanaksız. Vergi toplayamayan devletler ne yapacak kriz anlarında? Üç beş adet IBAN numarası vermek zorunda kalınabilir. Bildiğiniz üzere bu da gerçekleşti. Sosyal devlet anlayışı paranın kazanıldığı ekonomik modelden bağımsız düşünülemeyeceği gibi, devlet kurgusu içinde yer alan herhangi bir ögeden de bağımsız düşünülemez. Yönetim modeli Cumhuriyet: Herkesin bildiği şekilde halkın kendini yönetmesini istediği insanları seçmesidir. Yargı, yasama ve yürütme kesin çizgilerle ayrılmıştır. Egemenlik kesinlikle o sınırlar içinde yaşayan bireylerin elindedir, kimseye verilmez. Ancak sandığa gidip kendisine gösterilen kişiye oy vermek cumhuriyet kavramına uygun değildir. Oy veren kişi kendisini en iyi şekilde yöneteceğine inandığı kişiye oy verebilmelidir. Mevcut siyasi partiler anlayışında bu mümkün değildir. Bu sistem “kişi hak ve özgürlüklerinin sağlanmasında” en önemli yeri tutar. Meşrutiyet: Halk yönetiminin yanında bir imtiyazlı sınıfın veya (genelde) ailenin olması olarak karşımıza çıkar. Bu tür yönetim şekli artık simgesel konuma gelmiştir. Mesela hiçbir işlevi kalmamış olan İngiltere, Hollanda, Belçika, İsveç kraliyet ailelerinin varlığı gibi. Bunlar meşrutiyet gibi görünürler ama birçok cumhuriyet uygulamasından daha ileri seviyededirler. Yasama, yargı ve yürütme tamamen birbirlerinden ayrı ve birbirlerini denetler niteliktedir. Mutlakiyet: Toplumun bir kral, zümre, aile, soy, parti gibi ilkel anlayış ile yönetilmesidir. Bu tam da özel sektör şirketlerinin yönetilmesi yöntemidir. Şirketin sahibi kimse onun dediği olur. Mutlakıyette otokrat, teokratik, oligark, askeri yapılanmalar ve yönetimler kendilerine alan bulur. Toplum ruhuna aykırı bir yönetim şeklidir. Çünkü insan haysiyetine aykırıdır. Yasama, yürütme ve yargılama tamamen bağımlı ve taraftır. Daha açık anlatımı ile böyle ülkelerde bu denilenler “tek ağız” ile yerine getirilir Yaşam tarzı Demokratik: Herkesin eşit oy hakkına sahip olduğu ve aykırı dahi olsa tek oyun sahibine karşı hesap vermenin öne çıkarıldığı anlayıştır. Asla yönetim şekli değildir, yaşam tarzıdır. Oradan bir yerden gelen en cılız sese dahi kulak vermektir, eciş bücüş yazıya bile ne anlatıyor diye bakmak ve görmektir. Bu yaşam şeklinde herkes ve her şey değerlidir. Kim ne yapıyorsa diğerlerinin de bunu yapmaya hakkı vardır düşüncesi hâkimdir. O yapılanlardan rahatsız olacaksa kendisi de onu yapmama otokontrolünü insanlara aşılayan bir tarafı vardır. Aşı tutmayan kişilere karşı toplumca mücadele edilir. Demokratik yaşam tarzı insanların kolayca ulaşamayacağı bir yaşam tarzıdır. Çünkü bencilliği değil toplumculuğu öne çıkarır ve bunun için de etkili bir eğitim-öğretim sistemine ihtiyaç duyar. Yasama, yürütme ve yargı bağımsızlığı insanların kişisel bağımsızlıkları kadar önemli ve dokunulmazdır. Faşizm: Kısacası kelle koparmaktır, ben dedim oldu anlayışıdır. Kimse hâkim otoritenin dediğinin dışına çıkamaz, çıkan olursa susturulur. Böylesi bir yaşam tarzında, pek tabi ki yasama, yürütme ve yargı tamamen bağımlı ve yandaştır. Her devlet kurgusu, başlangıçtan itibaren yüz yüze kaldığı yaşamsal gerçekleri sonuca ulaştırmak zorundadır. Bu üç model içinden kurgusuna en uygun olanı seçmelidir. Biraz beyin jimnastiği yapalım: Yönetim şekli olarak cumhuriyet benimsenmiş ise yaşam tarzı olarak faşizm seçilemez. Çünkü cumhuriyet kavramında halkı yönetecek bir zümre veya küme yoktur. Cumhuriyet yönetim şeklini seçenler demokratik yaşam tarzına yönelir. Yönetim şekli olarak mutlakiyetçilik seçilmişse ekonomik model olarak komünizm uygun olabilir ama o yöneticilerin hırsız ve yalancı olmaması gerekir. Mutlakiyetlerde yalancı ve hırsız olmayan bir yönetim kadrosuna tarih henüz tanık olmamıştır. Çünkü zaten onlar yönetmeye çalmak için taliptirler. Mutlakiyetçi yönetim şeklinde demokratik yaşam tarzı söz konusu olamaz. Olsa bile o anki yöneticinin kişiliği ile alakalıdır, o ölünce yerine gelen aynı olacak diye bir kural yoktur. Eğer bir devlet yönetim şekli olarak CUMHURİYETİ seçmişse, yaşam tarzı olarak DEMOKRASİYİ, ekonomik model olarak da KOMÜNİZMİ seçebilir. Bunlar birbirlerine uygundur. Bunun yanında CUMHURİYET, DEMOKRASİ ve DEVLETÇİLİK de oldukça uygundur, sorun çıkmadan yaşanabilir. İdealize edilmiş uygulamalarda CUMHURİYET, DEMOKRASİ VE ANAPARACILIK da uygun olabilir. Ancak çok güçlü piyasa denetim kuralları oluşturulmalı ve ödünsüz uygulanmalıdır. Bir devlet yönetim şekli olarak cumhuriyeti seçerse, yaşam tarzı olarak faşizmi seçemez. Birbirlerine hiç uymaz. Ancak sahtekârların, diktatoryanın, teokrasinin iş başında olduğu bazı ülkelere baktığımızda altı şişhane, üstü gazhane uygulamalar görürüz. Suriye Arap Cumhuriyeti, İran İslam Cumhuriyeti, Çin Halk Cumhuriyeti gibi… İnceleyelim: Suriye Arap Cumhuriyeti demek Arapların öne çıkarıldığı bir yönetim anlayışı var demektir ve bir etnik öne çıkarıldığından cumhuriyet ile hiçbir ilgisinin olmadığı, diktatorya olduğu her halinden bellidir. Aynı şekilde İran İslam Cumhuriyetinde de İslam’ın, yani teokrasinin/din adamlarının, yani mutlakıyetin olduğu ve aynı anda cumhuriyetin olamayacağı açıktır. Benzer şekilde bir parti diktatoryasının hüküm sürdüğü Çin Halk Cumhuriyeti de, içinde her ne kadar halk geçiyorsa da, komünist partiye üye olanların ülkeyi yönettiği bir uygulamadır. Bu gibi cumhuriyet tanımlamaları insanları kandırmaya yöneliktir, itibar edilmemelidir. 1923 yılında tüm nitelikleri belirlenen Türkiye Cumhuriyeti Devleti yönetim şekli olarak CUMHURİYETİ, yaşam tarzı olarak DEMOKRASİYİ, ekonomik model olarak da (daha ziyade) ANAPARACILIĞI/ÖZEL SEKTÖRÜ seçmiştir. Bunlar birbirleri ile uyumludur ama yukarıda bahsettiğim gibi çok güçlü denetim kuralları ile. Ekonomik model için Birinci İktisat Kongresi (Şubat 1923 İzmir) kararlarına bakmak yeterlidir. İktisat kongresinde özel sekt��rün teşvik edildiği ve öne çıkarıldığı görülecektir. Ancak iş beklenildiği gibi olmamıştır, yürümemiştir. Halk kendisinden beklenen sermayeyi çeşitli nedenlerden dolayı ortaya sürememiştir. Tam bu noktada dikkatleri bir noktaya çekmekte yarar var. Daha devletin yönetim şekli belli olmadan ekonomik model bir kongre ile belirlenmiştir. Bu önemlidir. Bu arada dünya ekonomik buhranı patlamıştır. İktisat kongresinden tam on yıl sonra (1933), ülke devletçilik modeline geçmiştir ve asıl ekonomik büyüme ve atılımlar ondan sonra yaşanmıştır. Bu da taşların yerine oturduğunu göstermektedir. Derken dünya savaşı tüm dünyayı kasıp kavurmuştur ve aslında bu iki önemli olay, bu topraklar için DEVLETÇİLİK modelinin altını, ANAPARACILIĞIN ise üstünü çizmiştir. Türkiye en kısa zamanda 1933 yılında deneyimlerle elde ettiği kurguya dönmek ve bununla yoluna devam etmek zorundadır. Halk istedi diye anaparacı ekonomik model uygulanamaz. Halk bunu istemiştir ancak bunu bilgisizce yapmıştır. Devleti yönetenler de işlerine böylesi geldiği için halkın isteğine karşı durmamıştır. Gelinen noktada aynı halk bu sefer “sosyal devlet” anlayışını da istiyor ama çelişkili davrandığının farkında değil. Nasıl olacak bu? Devletin kasasında para yok. O parasız devlet, kendine vergi ve SGK borcu olan anaparacı şirketlerden bunları tahsil etmediği gibi ya affediyor ya da kasada ne varsa yine bunlara aktarıyor. Sahi, nasıl olacak bu, ey halk? Şu bir gerçektir ki anaparacı model asla sosyal devlet anlayışını desteklemez. Desteklediği zaman asıl maksadı olan karlılık işlevsiz kalır. Kurguda uyum çok önemli bir ögedir. Bu üç ana etmen birbirleri ile uyum içinde olmak zorunda olduğu gibi o ülke sınırları içinde yaşayan toplumun yapısı ve coğrafya ile de uyumlu olmak zorundadır. Bu ülke için en uygun birleşimi özetlemek gerekirse CUMHURİYET-DEMOKRASİ-DEVLETÇİLİKDİR. Kriz anlarında ekonomik model olan devletçilik yerine komünizmi önerenler olabilir. Doğrudur. Ancak bu asansör değildir, bir aşağı bir yukarı gitsin. Ayrıca böylesi bir değişim yapısal sorunlara neden olur, diğer ögelerle arasındaki uyum bozulur. Ekonomik modeller, kriz anları hariç, uygulanmaya başladığında ilk meyvelerini 3-5 yıllık vadede vermektedir. Yerine oturması ise 15-20 yıllık bir süreyi almaktadır. Bu nedenlerden dolayı, kriz anlarında, daha “sıkı devletçilik” modeli bazı kapsamda kalıcı, bazı kapsamda geçici olarak uygulanabilir. En yaygın kullanımı ile sıkı devletçilik devletleştirme, toplum hayatını ilgilendiren ve vurgunculuğu sıkça yapılan ürünlerde tekelleşme olarak karşımıza çıkar. Salgın sonrası kısa ve orta vadede, bazı ülkelerin yönetim, yaşam tarzı ve ekonomik model üzerinde değişiklikleri gideceğini değerlendirmek yanlış olmasa gerek. Zaten ulus-devlet kavramına doğru bir yöneliş var. Ulus-devlet kavramı ekonomik model olarak ciddi bir devletçilik önerir. Bunun yanında yaşamsal önemi olan tüm ürünlerin, ne pahasına olursa olsun ülke içinde üretimini öne alır. Bunlar ayrı bir yazının konusu olacak kadar kapsamlıdır ancak bir sonuç olarak ortaya çıktığını ve bu sonucun yukarıda sözü edilen kavramlarla yakından ilgili olduğu açıktır. Read the full article
0 notes
Text
Düşünceler ve Sohbetler [Epiktetos]
Epiktetos’un “Düşünceler ve Sohbetler” adlı eseri kısa kısa bölümlerden, nasihatlerden oluşuyor. Genel olarak Tanrı inancı, insanın dünyada cahilce dolaşıp Tanrı’yı aramaması üzerinde duruyor Epiktetos. Bu kadar bin yıldan günümüze bir kitabın kalabilmiş olması ilginç. Değişikliklerin olmaması imkânsız gibi geliyor bana fakat ana hatlarının benzer olma ihtimali var. Kendisi sakat bir köle olan Epiktetos zamanla bilgiye olan sevgisi sayesinde filozof oluyor.
Kitapta önemli Epikuros eleştirileri var. Malum, Epikuros hayattan haz alınması gerektiğini savunan bir filozof. Epiktetos ise erdemlerden yana. Bilginin peşinde koşmak isteyenin özgür ve mutlu olacağını ve fakat servet, mal, mülk yarışında ise geride kalacağını söylüyor. “Endişeli, ıstıraplı olarak bolluk içinde yaşamaktansa, korku ve sıkıntılara yol verip, açlık içinde ölmek yeğdir.” “Uzun veya kısa bir piyeste yönetmenin sana verdiği rolü oynamak zorunda kalan bir aktör olduğunu unutma. Eğer senin dilenci rolünde oynamanı münasip görmüşse, rolünü mümkün olduğunca iyi oynamalısın. Eğer bir topal veya prens veya ayaktakımından birinin rolünü oynamanı uygun görmüşse, yine başka türlü hareket etmemelisin. Zira sana düşen verilen rolü iyi oynamaktır. Fakat bur rolü seçmek başkasına aittir.” Yukarıdaki satırlardan da belli olacağı gibi Epiktetos’un ana düşüncesi Tanrı fikri. Günümüze yakın zamanlarda yazılan dini kitaplarla benzerlikler keşfedilebilir. Hür olmanın yegâne yolu elimizde olmayan şeyleri aşağılamaktır diyor filozof, başka bir düşüncesinde. “Hayâyı, alçakgönüllülüğü, şeref ve haysiyeti muhafaza ederek servet toplamak mümkünse bana bunun yolunu göster.” Maddi varlığı da çoğu yerde küçük görmüş düşünür. Erdemleri muhafaza etmeyi tüm maddiyata tercih ediyor. Bu yönüyle de tasavvufi düşünce ile paralellikler kurmak mümkün. Güvenilir olmak, alçakgönüllü olmak, haksızlık etmemek, tamahkâr olmamak sıkça zikredilen erdemler arasında. Muhammedî bir ahlak tavsiye ediyor sanki. “Bir tek adam olman gerek. İyi ya da kötü, ama bir tek adam. Ya ruhi ya bedeni şeylerle uğraşmalısın. Kısacası ya manevi ya da maddi servet peşinde koşmalısın. Yani ya bir filozofun mizacını ya da avamdan birinin mizacını tercih etmelisin.” Kitabın birinci kısmı düşünceler, ikinci kısmı sohbetler olarak ayrılmış olsa da ben arada bir fark göremedim. Bol bol nasihat etmiş düşünür. İnsan kendisine kurallar belirlemeli (ahlaki kurallar) ve bunları katı bir şekilde uygulamalı. Sessizliği konuşmaya tercih etmeli. Havai mevzuları bir kenara bırakmalı. Ciddi şeyler konuşmalı. Yemin etmemeli, evden dışarıda yemek yememeli (ilkçağda lokanta olmadığı için başkasının davetine gitme olarak anlaşılmalı bu nasihat.) Tarafgir olmamalı. Siyasi ya da sportif, hiçbir tarafı tutmamalı. Konuşurken edebe aykırı şeylerden bahsetmemeli. Her şeyi kararında yapmalı. Çok fazla spor, çok fazla içki, çok fazla yemek, çok fazla çalışmak bile iyi değildir. Hepsi kararında olmalı. Cahillerle oturup kalkmamalı, mecbur oturulduysa da yüzeysel konular konuşup derin mevzuları ayakaltı etmemeli. Cahillere vecizeler anlatılmamalı. Kimseyi yermemeli, kimseyi övmemeli, kimseden şikâyet etmemeli, kimseyi itham etmemeli, bilgiçlik taslamamalı, kendinden bahsetmemeli. Sefihlerle arkadaşlık etmemeli. “İnsan bu dünyada Tanrının varlığının ve yarattığı eserlerin seyircisi, açıklayıcısı ve övücüsü olmalıdır.” “Tanrının, bilmeniz ve tanımanız için gözünüzün önüne serdiği, kâinatın o muhteşem ve imrendirici manzaralarına hiç dikkat etmeden mi ölüp gideceksiniz?” “Tanrı ne büyük.” “Unutma ki bütün facialara zemin hazırlayanlar zenginler, zorbalar ve krallardır.” “Biliyorum ki her doğan ölür, bu belirli bir kanundur. Öyleyse ölüme razı olmam gerekir. Çünkü ben sonsuzluk değilim. Sadece bir insanım; nasıl saat günün bir parçasıysa, ben de bütünün bir parçasıyım. Saat gelir ve geçer, ben de gelir geçerim.” “Bilinmesi gereken ilk şey rabbani kayrasıyla her şeyi idare eden bir Tanrının mevcut olduğu yalnız hareketlerimizin değil duygu ve düşüncelerimizin de ondan saklanamayacağıdır. Sonra onun neliğini çözümlemek gerekir. Onun mahiyeti malum olduğu için ona itaat etmek ve rızasını kazanmak isteyenler tüm gayretini ona benzemeye sarf etmeli yani özgür, vefalı, hayırperver, merhametli ve efendi olmalıdır. Binaenaleyh senin düşüncelerin, sözlerin ve işlerin de tanrıyı taklit eden ona benzemeye çalışan adamın işleri, sözleri ve düşünceleri gibi olmalıdır.” “Hiçbir şey bilmemelerine, en basit ve en zorunlu şeylerden bile haberdar olmamalarına rağmen önemli mevkilerde oturan insanların her şeyi bildiklerini iddia etmeleri çokça rastlanan bir hadisedir.” “Bir hekim bir hastaya şöyle der, sıtmaya tutulmuşsunuz, hiçbir şey yememeniz gerekiyor. Yalnız su içebilirsiniz. Filozof da cahile şöyle der, azgın arzularınızın nihayeti yok, endişeleriniz bayağı ve sefilce. Kanaatleriniz sahte ve yanlış. Cahil öfkelenir ve çıkıp gider, aşağılandığını söyler, hasta ile cahil arasındaki bu fark neden kaynaklanıyor? Çünkü hasta acısının ayırımındadır cahil ise böyle değildir.” “İnsanların iki şeyi ruhlarından söküp atması gerekir: Bencillik ve imansızlık.” Bütün çağlar için geçerli olan o kadar güzel şeyler var ki kitapta. Hepsini buraya almam mümkün değil. Epiktetos; insanlığı felakete sürükleyenin, insanlığı ıslah etmek isteyenler olduğunu söyledikten sonra kaç milyar insan bu ıslahçılar yüzünden öldü düşünsenize… Bir insanı diğerinden üstün kılan meziyetinin para-pul-soy-makam değil de adalet, saffet ve vefa olduğunu söyledikten sonra insanların bakış açılarında ne değişti? Hâlâ geçer akçe para değil mi? Epiktetos’tan, çağlar ötesinden gelen bu nasihatler, Cemal Süer tarafından Türkçeleştirilmiş Kaknüs yayınları tarafından basılmış,176 sayfa. Read the full article
0 notes
Text
🗣️ Haçlıların Son Şövalyeleri
Zulmün tarihine bir bütün olarak bakmak gerekir.
Özelleştirme talanı işte bu çürüme ile başladı.
Son yirmi yılda ülkede satılmayan hiçbir şey kalmadı.
Vatanının topraklarını, üzerinde yaşayanları değiştirmek için yurttaşlığı, bizim olan doğal kaynakları maden ruhsatlarını satarak el değiştirmesine aracılık ettiler.
Bugün açlık, yoksulluk yaşıyorsan, özgürlük ve bağımsızlığını kaybetmiş her konuda bağımlı bir ülke haline gelmiş olmamız kendi Anayasamızı tanımayan yani bizi tanımayan zihniyetlere ülkenin ve kendi geleceğini teslim etmiş olmamdan kaynaklanıyor.
Alternatif bulmakta da oldukça zorlanan bir toplum olduk.
Anayasanın ilk dört maddesini hedef yapan, Anayasa'dan senin ulus birliğini yok ederek birlik ve beraberliği yok etmek isteyenlere destek vermen için önce yukarıda ki gerçekler ile ölümü gösterdiler şimdi de yeni işbirlikçileri ile sıtmaya razı etmek istiyorlar.
Kimi seçerseniz seçin emperyalizme hizmet edecek şekilde seçenekler boşuna örgütlenmedi.
Medyanın aldatma gücü karşısında bilinç düzeyi az okuyan bir toplum olduğumuz için seksen beş yıldır tuzaktan tuzağa düşerek yok edilmenin eşiğine geldik/getirildik.
Çürütenlere yetki verdik. Hala çürümeye devam etmek isteyenlere yetki vermek için can atıyoruz. Çürüyen biz olduğumuz ortada olduğu halde bunu ön gören bir toplum olmayı eğitim öğretim sisteminin yetiştirdiği insan kalitesi sayesinde başaramadık.
Sağcı, solcu, liberal, dinci, sözde demokrat ve muhafazakar ne kadar işbirlikçi unsur varsa bu çürüme ve yok etme projesinin bir parçası oldular.
Hepsi haçlı niyetin birer şövalyesiydiler.
Atatürk'ü unutturmak, devrimleri yok etmek, Cumhuriyeti yıkarak haçlı zihniyetin emrinde tek bir kişinin zulmü altında inim inim inleyen bir toplum ortaya çıkarmak ve bu sömürgeye hizmet ettirmek tek amaçtı.
Bugün buna karşı duran en küçük cesareti bile linç etmeye kalkan tüm işbirlikçiler bu eserin ressamları olarak tarihe geçtiler.
Siyasi partiler, tarikat ve cemaatler, sınıf ayrımcılığı ve üstünlüğü elde etmiş holdingler birlik, beraberlik ve bütünlüğü yok eden şebekenin ana unsurları oldukları halde onlara kimse toz kondurmadı.
Tarikat müritleri başbakan, Cumhurbaşkanı oldular.
Sonunda haçlı ziyniyetin ileri karakolu tarikat ve cemaatler devleti ele geçirdiler.
Bugün katlanmak zorunda kaldığın kendi basiret yoksunu kararlarının olduğunun farkında bile değilsin.
] Önder KARAÇAY [
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#insan#atatürk#devrim#mahşer tufanı#zulüm#türk fırtınası#Haçlıların Son Şövalyeleri#siyasi partiler#tarikat ve cemaatler#holdingler
15 notes
·
View notes
Text
"Sanma ki sen, geldiğin gibi gideceksin."
Şu sıra Halikarnas Balıkçısı'nın 'Mavi Sürgün' adlı anı kitabını okuyorum. Kitap "Hukuk ve Edebiyat" alanının, 'Hukukla başı dertte olan kişi:Edebiyatçı' alt başlığındaki listeye eklenmesi zorunlu olan ve bu bağlama tastamam uyan bir öyküyü barındırıyor. Kitabın ilk baskısı 1961 yılında yapılmış, benim okuduğum nüsha 20. basım.
Halikarnas Balıkçısı asıl adıyla Cevat Şakir Kabaağaçlı (1890-1973) Robert Koleji ve Oxford Üniversitesi mezunu bir sadrazam torunu, paşa çocuğu. Cumhuriyet'e öncü sanatçılar yetiştirmiş bir aileden. Mütareke döneminin İstanbul’unda başından büyük gaileler geçmiş. Hapislikle erken tanışmış. Bir dönem dervişliğe merak salmış, tâ Halikarnas ve eski Anadolu uygarlıklarının birikimini, insancıl yönlerini görene dek. Gerçi o husus da yanlış anlaşılmış. Şairin Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte Eski Anadolu Uygarlıklarını içselleştirerek yeni bir bellek yaratma çabası olan 'Mavi Anadoluculuk' düşüncesi 'Yunan aşıklığı' sanılmıştır ya.Bu husus ayrı bir yazının konusu olacak kadar derindir.
Karya'nın mirası, Heredot'un kenti, baştan başa masmavi bir gülüş olan Halikarnas'ın bir zaman sonra nasıl olup da “Bodrum” gibi sevimsiz çağrışımlı bir isme indirgendiğine hayıflanan zeytin aşığıdır Balıkçı.
Kitabın bir hukukçu yönünden en can alıcı bölümleri yazarın Resimli Hafta dergisinde 13 Nisan 1925 tarihinde yayımlanan "Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler" başlıklı öyküsünden ötürü Ankara İstiklâl Mahkemesi'nde yargılanma sürecine ilişkin yerler sanırım. Oysa öykü 1. Dünya Savaşı'nda yani 1915'te dört asker kaçağının cepheden cepheye nakledilirken köylerinin yanından geçen trenden atlayıp aileleriyle hasret giderdikten kısa süre tekrar kendiliklerinden birliklerine dönmelerini , ancak Divan-ı Harp'te idama mahkum edilmelerini, buna karşın devlete millete küsmeden ölüme tevekkülle gitmelerini anlatıyor.
Cevat Şakir bir sabah İstanbul'daki evinden kısa bir süreliğine Karakola çağrılır. “Dört-beş adım attım dönüp kapıya baktım. İçimde bir acı! O kapıya son kere bakmakta olduğum acı acı içime doğdu. Zaten kapıdan çıkış o çıkış bir daha geri dönmedim.”(sh: 52-53).
Sonrası acıklı bir serencam.Trenle, at arabasıyla, eller kelepçeli uzun yürüyüşlerle Ankara'ya yolculuk. Cebeci Hapishanesi’nde günlerce duruşmayı bekleyiş.
“İstanbul’da Ticaret Okulunda haftada bir kez mi ne İngilizce ders veriyordum. Ticaret Mektebi’ndeki öğrencilerim altmış kadar imzayla İstiklal Mahkeme’sine bir telgraf çekmişler. Benim iyi bir insan olduğumu, beni çok sevdiklerini bildirmişler ve kendilerinin benden yoksun edilmemelerini rica etmişler. O jandarma dairesi diye andığım odada birisi bana, böyle bir telgraf geldiğini bildirdi. İnsanca bir sempatiydi bu, insanın hoşuna gider. Fakat İstiklal Mahkemesi böyle şeyleri tınmazdı.”(Sh:73)
'Dört Aliler Divanı' da denen ve Afyon Ali, Kılıç Ali, Kel Ali, Necip Ali'den oluşan mahkemede bir tuhaf yargılamadır yapılan... Devir bölücü, şeriatçı Şeyh Sait İsyanı'nın sürdüğü sıkıntılı bir dönemdir.‘Memlekette isyan bulunduğu sırada, askeri isyana teşvik edici yazı yazmak’tan suçlu bulunur yazar. Mahkeme başkanı Ali Çetinkaya (Kel Ali) tarafından idama mahkum edilmek istendiyse de, Savcı Necip Ali'nin talebi ve Afyon Ali ile Kılıç Ali Bey'in kabulü ile Bodrum'da 3 yıl kalebentliğe mahkum edilir.
Duruma ölümü gösterip sıtmaya razı etmek mi denir, yoksa yanlış hesabın Bağdat'tan dönüşü mü bilinmez. Neye dayanılarak, hangi illiyet bağıyla suçlandığını bilmeden ölüm korkusu ve sefaletle geçen zorlu günlerden sonra, önce idama mahkum edilip sonra, cezasının üç yıllık sürgüne çevrilmesine sevinci, insan kalanın içini acıtacak türdendir.
"Mahkeme Zekeriya'yı ve beni üç yıl süresince kalebentliğe mahkum etti. Birdenbire o görkemli mahkeme kurulunun omuzlarının üstünde kanatlar filizlenmeye başladı, o kanatlar hızla büyüyüp yükseldi. Gökkuşakları gibi kanatlardı bunlar. Kurulun her bir üyesi cankurtaran meleğine dönüştüler. Malum ya mahkemede gülünmez. Ne var ki, sevincimin gülüşe ve gülüşümün hoplaya zıplaya bir dansa dönmesine güç engel oldum. Az kalsın kendimi tutamayacaktım. Duyduğum şükran dolayısıyla adamların boynuna sarılıp, onları şapır şupur öpesim geliyordu. Nebizade Hamdi Bey’in verdiği idam müjdesinden yirmi, yirmi beş dakika sonra üç yıl kalebentlik umulmadık bir mutluluktu doğrusu. Yine bu güzel dünyanın yaşayanları arasındaydım.
A canım, biliyorum, hakkım var, denecek. Ben de haklı olarak hakkımdan, adaletten bahsedebilirim. Yani masum olduğum için kalebentliğin bir haksızlık olduğundan şikayet edebilirim. Ama böyle bir şey aklımdan hiç geçmedi. Mahkemenin hükmü, söz gelimi İstanbul’un işgal yıllarında yabancı polisinden yediğim sopaya kıyas, bir lütuftu. Zaten kelepçelerle götürülüp getirilirken, yolda rastladığım kimi yurttaşlarımın, hatta İstiklal Mahkemesi'nin o jandarma dairesindeki subayların bakışlarında gördüğüm insanilik bana yeterdi. Bazıları böyle nazik zamanlarda yanlışlıklar ve haksızlıkların mazur görülmesi ve bunların yurt için tahammül edilmesi gerektiğini söylemişlerdi. Bu sözleri beni teselli gibi insanca bir duyguyla söylediklerini hiç anlamaz olur muydum?" (sh: 78)
Aylarca süren çileli yolculuktan sonra nihayet Bodrum'a varır.Daha sonra yaşamının en ağır adaletsizliği olarak gördüğü bu sürgünün aslında, ömrünün en büyük armağanı olduğunu görecek ve geçen yıllarda Cevat Şakir, Bodrum'da Halikarnas Balıkçısı'na dönüşecektir. Hikaye uzun…Cevat Şakir'in Çağdaş Türk Edebiyatı ve Türk Resim Sanatı'ndaki yerini ise bilenler bilir.
Ancak son dönemdeki yakın tarih okumalarımla birleştirince kitapta en çok, olağanüstü dönemlerde kurulan olağanüstü yetkili mahkemelerin her zaman sorunlu olması dikkatimi çekti. Abülhamit Dönemi'nin Yıldız Mahkemeleri, sonrasında, İttihat ve Terakki Dönemi (Bekirağa Bölüğü) Mahkemeleri, 2. İstiklal Mahkemeleri, Yassıada mahkemeleri, Askeri Mahkemeler, Sıkıyönetim Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Özel Yetkili Mahkemeler, şimdilerde 'hikmetinden ve kararlarından sual olunmaz' Sulh Ceza Hakimlikleri… Sanırım günümüzdeki yargı krizinin temelinde olağanüstü dönem anlayışının kanıksanması var. Ondan daha vahimi, yargıyı kuşatmacı/fetihçi mantıkla ele geçirme düşüncesinin -bu büyük vebalin- biçim değiştirerek sürüyor olmasıdır.
Doğal yargıçlık ilkesini yaralayan tüm bu olağanüstü mahkemelerin kurulmasını gerekli kılan sebeplerin zorunluluklar ve asayiş koşulları olduğu ileri sürülecektir. Bilindik durumdur, Osmanlı'da "Siyaseten Katl" müessesesi vardır. Devlet adamları şu ya da bu gerekçeyle "devletin bekası için" siyaseten katli savunabilir, hatta kurunun yanında yaşın da yanmasını kaçınılmaz görebilirler. Ancak bağımsız ve tarafsız mahkemeler hiçbir erkin, grubun, zümrenin sopası olarak bu hesaplaşmanın her hangi bir yerinde bulunmamalıdır. İşte bu nedenle hiç bir Hakim ya da Cumhuriyet savcısının zerrece "Kurunun yanında, yaşın yanmasına" göz yumma gibi seçeneği ya da "kantarın topuzunu kaçırma" hakkı olamaz.Velev ki içinde bulunduğu psikoloji itibarıyla sanık dahi bunu kanıksasın! Zurnanın en alengirli yeri de burası sanırım. Canını kurtardığına ne çok sevinse de Halikarnas Balıkçısı,ne demişti başta:
“Sanma ki sen, geldiğin gibi gideceksin.
Senden öncekiler de böyleydiler,
Akıllarını hep Bodrum'da bırakıp gittiler.”
Metin Dikeç
13.5.2016/Ankara
2 notes
·
View notes
Text
Adamın rahatsızlık notları (notların amına koyam) kendi kendine sövmesene piç :/ 2
-Dün sikmeli-sokmalı konuşmuşsun adam'ım , gel bakayim sen şöyle bir. -Buyrun, geldim? (hemen buyur abi filan tabi, ben yusuf yusuf yusuf) -Niye saygısızlık ediyorsun bakayim sen -Sikiyordum abi ben, saygısızlık bunun neresinde? -Bir siken, bir sikilene ihtiyaç duyar. Bir sikilen varsa bir “şey"leşen de vardır yavrum. Utanmıyor musun insanları rencide etmeye dedi (tabi kulağımın tozunu aldıktan sonra) - siktir git lan oruspunun çocuğu kimi sikip kimi sikmeyeceğime senmi karar vereceksin amına kodumun oğlu dedim (tabi o bunları duymadı) -tamam abi dikkat ederim (onun duydukları tam olarak bunlar )
Evet Sayın okuyucularım dünden kalma a ile b ye biraz daha devam etmek istiyorum eğer hızımı alamayıp küfür edersem kesinlikle kulağımın tozunu alabilirsiniz size küfür etmem zaten etsemde duymazsınız
a) Hayvan barınaklarıyla derdim var. Hayvan barınakları insan dışındaki hayvanların rahatlıkları için değil, insanın rahatı için inşa edilir. İnsanın dışında kalan hayvanlar için bir toplama kampıdır. Hayvanlar tutuklanır, içeriye atılır ve kimi yerlerde kısa bir süre içerisinde öldürülürken kimi yerlerde de çabuk ölmesi için gereken tüm koşullar hazırlanır. Tüm bunlardan sağ kurtulmayı başarmış (kurtulmak denirse kanını siktiklerim kurtardık diyorlar) olan bir kaç sözüm ona "şanslı” olanı da sıcak bir eve sahip olanlarca “sahip"lenilir. Evet, "sahip"lenilir. Eve sahip olduğumuz manada sahiplenilir. Ahahah; şansa bak. Ölümle korkutup sıtmaya razı etmek mi desek, daha da ileriye gidip, sıtmayla korkutup yavaş ve sancılı bir ölümün arzulanışına ikna etmek mi desek? Ne yapalım? Barınakları yıkalım da insanlar geç vakti sarhoş sarhoş evlerine dönerken köpek saldırısına mı maruz kalsınlar? Hem bu kadar barınak hayvanı yiyecek aşı, sosyalleşecek alanı nereden bulacaklar? En iyisi barınaklar ayakta kalsın, arada sırada biz onlara kulübe yapalım, veterinerler üretip sağlıklarıyla ilgilenelim, mama götürelim ki mama üreticileri de para kazansın, mama üreticileri para kazansın ki, daha fazla sokak hayvanı üretim çiftlikleri kurulabilsin, ticaret sürsün, böylece sokak hayvanları daim olsun, barınaklar kalsın, tartışma sürsün. Sonra? Sonra ben ölüyorum işte. Artık gerisini benden sonrakiler düşünür, ben tatminime baktım. Orgazm? Mümkün mü?
b) Hayvan barınaklarıyla derdim var. Barınaklarda hayvanlar neden kafeslerin içerisinde, duvarların ardında tutuluyor? Hayvanları korumak istediğimiz birileri mi var dışarıda? Kaçıyorlardır garanti bunlar. Arzuluyor olsalar bulundukları yeri ne kafese gerek var ne de duvara. Esasında bunun daha anlaşılır olanı insanların kafes içerisinde bulunması olurdu. Büyük bir alanda "özgürce” takılan hayvanlara yardımcı olmak isteyenlerin kafesli araçlarla bu işi eda etmesi birazcık daha mantıklı. Birazcık daha mantıklı dedik, doğru demedik, saldırma hemen. Yoksa ne alanı, ne yardımı ahmak herif. Kır bacağını otur evinde. Bir bok becerdiğin yok, en azından gölge etme oruspu çocuğu….Yok ama, illa yardım edecek, lütfedecek, verecek. Kolay mı vermeden, lütfetmeden, zekatını, sadakasını eksik ederek yaşamak? “Ama bunlar sokakta yaşayamaz?” Sokağını sikeyim o zaman. Git doğru düzgün, insanca-insana göre olmayan, üzerindeki tüm canlılara saygılı, neredeyse tüm türlere eşit mesafede durabilen bir sokak inşa et. Çalış lan en azından. Pezevenk misin? Hem işin ticaretine katkıda bulun, hem sokağın halı hazırda kurgusuna katıl, hem insana köle soyların üretimine ortak ol, sonra da; “sokakta yaşayamaz bunlar” de. Senin yüzünden sokakta yaşayamıyor zaten. Senin yüzünden bir sokak var, senin yüzünden böyle bir sokak var, senin yüzünden bir sokak-hayvanı kavramı var. Şimdi burjuva endişelerini de alıp şu köşede dök varlığının derinliklerinden gelmeyen yaşlarını.
Bölüm dipnotu: Barınaklar yine de kalsın abi. Analarını-babalarını sikelim bunların. (Böyle analı-babalı yazınca sorun kalmadı değil mi gerizekalı? kafa bu kadar.)
Bir sonraki a ile b ile görüşmek üzere kalın sağlıcakla
2 notes
·
View notes
Text
Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek - sondakika Almanya Haberleri
Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek - sondakika Almanya Haberleri
Türkiye’nin PKK/PYD-YPG’ye karşı Suriye’nin kuzeyinde yürüttüğü, ancak ABD heyeti ile yapılan görüşmelerin ardından 120 saatliğine durdurulan sınır ötesi operasyon başlayalı konuya taraf olan ülkeler içinde en temkinli konuşan Rusya. Harekâtı başlangıçta ‘anlayışla’ karşıladığını belirten Rusya, ardından operasyonu ‘kaygı verici’ buldu. En sonunda da operasyona ilişkin ‘kabul edilebilir değil’ düzeyine çıkan bir tepki gösterdi. Peki ama …
Devamı için Tıklayınız...
source https://iyinews.com/haber/4669/olumu-gosterip-sitmaya-razi-etmek-sondakika-almanya-haberleri.html
0 notes
Text
Başkanlık Sözleri- 2017 Referandum Sözleri
MHP – Başkanlık Sözleri
Mesele Erdoğan Meselesi Değil Memleket Meselesidir.
Türkiye’de fiili bir durum vardır ve bu çözülmelidir.
Türkiye’nin yönetiminde fiili bir durum vardır ve durum mutlaka çözüme kavuşturulmalıdır. Devlet Bahçeli
Millete gitmekten asla korkmayız biz, bunda da herhangi bir sakınca görmeyiz. Milletimiz neye karar verirse severek kabulleniriz. Devlet Bahçeli
Türkiye’nin her türlü istikrarını temin için bizler üzerimize düşen ne varsa harfiyen yaparız. Devlet Bahçeli
Cumhuriyet için, Türklüğün Bekası için EVET. Devlet Bahçeli
MHP devlet ve millet varlığının güvenceye alınıp güvenli bir şekilde istiklal içinde istikbale taşınması için EVET diyecek. Devlet Bahçeli
AKP – Başkanlık Sözleri
On Milyon Ak Partili meydanlarda olacak. Binali Yıldırım.
Değişime ayak uyduramayan yok olacak. Binali Yıldırım.
Çift Başlılık Ortadan Kalkıyor. B. YILDIRIM.
Kararımız EVET. Ak parti
“Türkiye’yi seviyorum, cumhurbaşkanlığı sistemine ‘EVET’ diyorum” olacak. Ak Parti.
CHP – Başkanlık Sözleri
Parti Meselesi Değil Herkesin Meselesi
İşsizliğe, Teröre ve Zorbalığa Hayır.
Rıdvan Evet dedi. Siz Şeytana uymayın… Eren Erdem. Chp Milletvekili
Aydınlık bir Türkiye için #HAYIR Meltem Cumbul.
Tek kişinin aklı değil, tüm milletin aklı için HAYIR. CHP
Her zaman “evet” demek olmaz, yeri ve zamanı gelince “hayır” demesini de bilmeliyiz. İnsan onuruna yakışan budur.
Başkanlık Sözleri – EVET
Güçlü Bir Türkiye için ben de varım. Rıdvan Dilmen.
Böldürmeyeceğiz
Yıkılmayacağız
Diz çökmeyeceğiz
Parçalatmayacağız
Her şeye rağmen seni Başkan yapacağız Reis.. Oyumuz EVET. (Ensar Vakfı)
Bizde Taban Yok, Tavan Yok bizde dava arkadaşlığı var. Bir Ülkücü şuur vardır. D. Bahçeli
MHP’li görünüp, ülkücü kisvesinde dolaşan küçük bir sözde muhalif azınlık heva ve hevesleri için olmadık entrikalar ve dolaplar çeviriyorlar. Bunlar; fitne çağırıcılar, elinde ülkücü kanı bulunan sözde aydınlıkçılar. Kandil beslemeleri, FETÖ’cüler, CHP ve HDP ile birliktedirler. Bütün bu nifakçılara karşı inadına EVET.
Kudret ve Miras kaldı dedelerimizden. Bu mirası yaşatmak, daha büyüklerini yeşertmek için EVET, yine EVET. Devlet Bahçeli.
Başkanlık Sözleri – HAYIR
Demokratik, sivil, çoğulcu bir yeni Anayasa için bu tasarıya HAYIR.
Birlikte, eşit yaşam için HAYIR.
Halklar ve inançlara özgürlük için HAYIR.
Hiçbirimizin dertleri, sorunları, umutları bu teklifin içinde olmadığı için HAYIR.
Başkanlık Sözleri
Bilim insanını, sanatçıyı, yazarı, çizeri, öğrenciyi, işçiyi, çiftçiyi, madenciyi, gazeteciyi, itaat etmeyen herkesi düşman bilene HAYIR
İrademi, hakkımda karar verme yetkisini teslim edeceğim kişiden adalet önünde hesap soramayacak olmaya, hesabı mahşere bırakmaya HAYIR
Atatürk’e bitmeyen hınçlarını ve adını dahi anmadan O’nunla hesaplaşma arzularını dizginleyemeyen vefasızların kibirine HAYIR
Cumhuriyet’i kuran Gazi Meclis’in vergilerimle oluşan bütçenin nasıl kullanılacağına dahi onay veremeyecek hale getirilmesine hayır
Her seferinde aynı yalanları söyleyip hâlâ yalanı büyüterek inandırıcı kılabileceğini düşünen, aklı küçümseyen kasaba siyasetine HAYIR
Kendi mağduriyetinden başkasına kulağı tıkalı, gözü kapalı olanların bitmek bilmeyen bencil ihtirasına HAYIR
Topu ayağında tutanın “top benim oynatmam” diyerek maç bitmeden kural değiştirmesine, hem hakem hem kaleci hem santrafor olmasına HAYIR
Sürekli ölümü gösterip sıtmaya razı etmelere, işimizle, aşımızla, özgürlüğümüz ve canımızla tehdit edilmelere HAYIR
İstikrarlı bir şekilde kandırılmaya, hep kandırılırken hiç şüphe etmemeye, dere geçilirken kullanılan at olmaya HAYIR
Zehrin içine koyduğu şekeri bal diye övenlere, şekeri hep kendi yiyenlere, balı küpüyle bitirip doydum demeyenlere HAYIR
Açın halinden anlamayana, elinde yalnız gururu olanın gururunun da satın alabileceğini düşünene, herkesi aynı kefede tartmaya HAYIR
Evlat acısına saygısı, insana sevgisi olmayana, savaşı oyun, barışı kumar masası, askeri satranç tahtasında piyon sanana HAYIR
Herkesin geleceğinin bir kişinin geleceğine endekslenmesine, bir kişinin ikbalinin herkesin meselesi haline gelmesine HAYIR
Allah’la kul arasına girilmesine, yalnız Allah’ın bileceği inançların,amellerin sorgulanmasına,dine siyasetle zarar verilmesine HAYIR
Yetişkin bireylerin nasıl yaşayacağına, yaşayamayacağına, neye inanıp inanmayacağına onlar adına karar verilmesine “afedersin” HAYIR
Çocukların sevgiyle değil kinle yetiştirilmesine, eğitimde bilimsellikten uzaklaşılmasına, kavramların aşındırılmasına, takiyeye HAYIR
Demokrasiyi son durağa götüren vasıta, Meclis’i ayaklarda pranga,insan haklarını ne idüğü belirsiz üst akılların oyunu sananlara HAYIR
Öyle uygun gördüğüm için HAYIR
BTP’den (Bağımsız Türkiye Partisi) Referanduma İHTAR. Referandumla ilgili partimiz “ Ne evet-Ne hayır” kararı almamıştır.
Recep Tayyip Erdoğan – Başkanlık Sözleri
Her türlü bürokratik engelleri başkanlık sistemiyle aşacağız. Recep Tayyip Erdoğan
Biz ülkemize hizmet etmek istiyoruz. Ülkemize bizim bir aşkımız var, sevdamız var. Recep Tayyip Erdoğan
Eğer biz süratle muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkacaksak tüm engelleri kaldırmalıyız. Recep Tayyip Erdoğan
Biz Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin bakiyesi üzerine kurulmuş bir cumhuriyetiz. Recep Tayyip Erdoğan
Son ilahi ferman bizden yanadır. Dünya düşman olsa da iman bizden yanadır. Recep Tayyip Erdoğan
Burası bizim öz yurdumuzdur, burası bizim öz vatanımızdır, biz bu milletin fertleriyiz, biz bu milletin ta kendisiyiz. Recep Tayyip Erdoğan
Millet kükrediği zaman onun önünde ne bendeler durabilir ne de dağlar durabilir. Recep Tayyip Erdoğan
Bu mesele millidir. Bu mesele yerlidir. Yerli olan her meselede ben de varım. Recep Tayyip Erdoğan
Yeni anayasaya bakan bu millet kendini ve tarihini görmektedir. Recep Tayyip Erdoğan
Yeni Türkiye’nin Başkanlık Sistemine ihtiyacı vardır. Recep Tayyip Erdoğan
Başkanlık Sistemi Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel meselesi değildir. Recep Tayyip Erdoğan
Bu mesele her hangi bir kurumun veya her hangi bir şahsın değil, bizatihi milletimizin meselesidir. Recep Tayyip Erdoğan
Demokrasiye inan herkesin milletin talebine saygılı olmadır. Recep Tayyip Erdoğan
Her kim millete sırtını döner, millete rağmen yol yürümeye kalkarsa akıbeti hüsran olur. Recep Tayyip Erdoğan
0 notes