Bölüm 1: Sincaplar Konuşamaz Ama Mantarlar Susmaz
Kelime: 3027
Karakter: 22860
Okuma süresi: 16min
Büyülü Orman, Teşamuh
Eğer yol sormak için bir sincap yada konuşan mantarlar arasında seçim yapmanız gerekirse mutlaka sincapları seçmelisiniz. En azından elinden gelse Eliza bunu tercih ederdi. Kaybolmasının ardından saatler geçmiş ve orman yıldız ışığına bile hasret kalmıştı. Hava bir bahar gecesinden beklenmeyecek kadar soğuk, elbisesinden geriye kalanlar uzuvlarını kaplayamayacak kadar azdı.
Patlamalar sonrası ormana kaçarken sarayın tünellerinde kaybolmuştu. Yolunu bulduğunu sandığı anda ise derinlere ve daha derinlere ilerlemişti. Ne kadar zaman geçtiğini tam olarak bilmiyordu. Orman, yaşanan tüm gecenin kaosundan uzaktı. Sessiz ve sakindi. Anlaşılan insanların ölüm çağıran çığlıkları ve yıkımın sesi bu kadar derinlere ulaşamıyordu. Yüzüne çarpan sıcaklık hissini hala derisinin altında hissedebiliyordu. Ormanın temiz havasını ciğerlerine doldursa da burnundaki sülfür ve yanan leşlerin kokusunu unutamıyordu. Aldığı derin nefesler başını döndürse de bu gecenin anıları aklına kazınmıştı. Kulaklarında asılı kalmış çığlıklar ve meşe ağaçlarının şarkıları sırayla uğulduyordu.
Eliza koşmayı çoktan bırakmıştı.
Kollarını kendi etrafına dolamış, bir parça sıcaklığa aç, yönünü bulmaya çalışıyordu. Başaramayacağını düşündü, durdu ve nefesini toparlamaya çalıştı. Ağzından çıkan her bir soluk havada ufak bulut parçaları gibi asılı kalıyor, teni gittikçe daha da rengini kaybediyordu.
İçinin yandığını hissedebiliyordu Eliza, ciğerleri alev almıştı sanki. Derisinin altında binlerce ateş karıncası geziniyordu ama vücudu gittikçe ısısını kaybediyor ve güçsüz düşüyordu. Büyük meşelerden birisinin dibine çömeldi ve bacaklarını kendine çekerek oturdu. Düşmanı olmayan birisinin onu bulmasını umut ediyordu.
Yaptığı saçmaydı, durmaması gerekiyordu. Koş. Kaçmalıydı, peşinde olan şey her ne ise ondan kaçmalıydı. Koş. Her bir hücresi çığlık çığlığa bağırıyordu. Koş, koş, koş. Yaptığı saçmaydı, bunu Eliza’da biliyordu ama hiç enerjisi kalmamıştı ve geceyi atlatabileceğinden bile şüpheliydi.
Titrek bir nefes aldı. Tüm hayatı boyunca kendini hazırladığı gelecek, sadece bir gecede ellerinin arasından kayıp gitmişti. Omuzları sarsıldı. Babasının ona bıraktığı vasiyetini yerine getirememişti. Hepsini kaybetmişti, her şeyini. Yanaklarından akan şişman yaşlar tenini kaşındırıyordu. Boğazına gelen bir hıçkırığı yutmaya çalışırken dudaklarını ısırdı ve sessiz olmaya çalıştı. Ağlamak onu kurtarmayacaktı. Durmalıydı. Durmalı ve güçlü olmalıydı.
Avuçlarıyla yarım yamalak yanaklarını silerken ufak bir ses duyduğunu sandı, belli belirsiz bir ‘pısst’ sesi. Bu ses öylesine kısık bir sesti ki duyduğuna emin olamıyor, kendisine bunu kanıtlayamıyordu. Nefesini tutup odaklanmaya çalıştı, kesinlikle bir şey duyuyordu!
"Cani!" dedi tiz bir erkek sesi. O kadar kısık bir sesle bağırmıştı ki nereden geldiği asla belli olmuyordu.
"Sen kimsin?" Eliza karanlığa doğru sordu. Karanlıkta zor gören gözleri etrafına bakınıyor,-birisini- sesin sahibini arıyordu.
"Siz insanlar ne kadar da gaddarsınız. Kuzenimi öldürüyorsun üstüne de ağlıyor musun? Hah! Küstah şey!" bu sefer bir kadın sesi sertçe çıkıştı. Kuzenini öldürdüğünü iddia eden bir kadın sesi.
"Asıl sen kimsin be kadın? Kendini tanıtmadan bir başkasının kimliğini sormak ha, kaba insanlar." erkek sesi huysuzca homurdandı. Eliza kaşlarını çattı. Ses karşısındaki ağaçtan geliyordu (oradan gelmesi gerekiyordu!) ama ağacın ne çevresinde ne de üstünde kimse yoktu. En azından Eliza’nın görebildiği kimse.
"Bakınmaya devam et, belki birkaç yüzyıla bizi görebilirsin." diye alay etti erkek sesi. "Bu kadar çok gözünüz olup da nasıl bu kadar kör olabiliyorsunuz sahi? Artık hayret bile edemez oldum, bu düpedüz aptallık."
"Siz hayalet misiniz?" diye sordu Eliza aldırış etmeden. "Neden sizi göremiyorum?"
"Belki biraz eğilmeye çalışsan canım, herkes sizin gibi gür olacak değil ya!" kadının sesi bu sefer nazik ve yumuşaktı ama sözleri keskinliğinden hiçbir şey kaybetmemişti.
Eliza gözlerini kıstı ve eğildi. Ellerindeki ve içindeki sıcaklık hızla kayboluyor ve soğuk boş bulduğu gibi içine içine işliyordu. Kollarının üstünde ağacın dibine çöktü. Bir çift mantar ve kovukta saklanan bir sincaptan başka hiçbir şey göremiyordu.
"Sincaplar ne zamandan beri konuşur oldu?" sesinde hayret ve alay vardı.
"İnsanlar ne zaman bu kadar aptal oldu? Hayır, cidden, hayvanlar konuşur mu hiç yahu?!" Eliza’nın gözleri şaşkınlıkla açıldı. Ses mantarlardan geliyordu. Lanet olası mantarlardan! Ağızları bile yoktu, yada ses telleri, tabii ki de sincapların konuşacağına inanmak daha mantıklıydı. Değil mi?
"Özür dilerim," dedi ağzına gelen birçok hoş olmayan kelimeyi yutarak, "size kabalık yapmak istemedim."
"Kuzenimin üstüne oturmadan önce söyleseydin belki birazcık inandırıcılığın olurdu kızım." arkasına göz attığında cidden üzerine oturulmuş -onun az önce oturduğu- mantarı gördü.
"Özür dilerim, cidden kuzeninizin orada olduğunu bilmiyordum." Eliza bu kadar üşümüyor olsa yanakları kızarırdı belki de.
‘’Polly’nin kuzeni.’’ diye homurdandı huzursuz mantar.
"Bana yardım edebilir misiniz?" kuruyan dudaklarını diliyle ıslatırken hızla sordu. Annesinin nerede olduğunu öğrenebilirdi belki de, siyah şövalyelerin, beyazların, kırmızıların hatta belki Salem'in.
"Utanmaz kız!" Diye azarladı erkek. (Eliza’nın tahminine göre solda bulunan mantar.) "Daha şimdi kendin işlediğin suçu itiraf ettin ve özürlerini sundun, yine de yardımımızı mı istiyorsun?!"
Hoş, bir çift mantara güvenebileceğinden kendisi de emin değildi. Sonuçta hayatında ilk kez mantarlarla konuşuyordu. Açıkçası bunu nasıl başardığını kendisi de bilmiyordu. Görünürde ağızları, gözleri yada sesin çıkıyor olabileceği herhangi bir delikleri yoktu. Bir çift normal görünümlü meşe mantarlarıydılar, gözle görülemeyecek kadar ufak hareket eden bir çift.
"Sadece bu sefer için bana yardım edemez misiniz?" dedi elinden gelen en kibar sesiyle. Boğazı o kadar kurumuştu ki nefes alması güç hale gelmişti.
"Dem, kıza yardım etmezsek ölüverecek burada." dedi kibar mantar Polly.
"Eh, ölüversin ne olacak." Dem'in huysuz ve aksi sesi, Eliza’ya, ona biraz yardım edecek olmanın Dem'in elinden ne alacağını merak ettirdi. (Tam olarak mantarların elleri yoktu oysa.)
"Ormanda kayboldum." dizlerinin üstünde yükselirken duraksadı. "En azından bana bir yol gösteremez misiniz?"
"Ormanda insanlar var," dedi Polly. "Bir tanesi buraya çok da uzak sayılmaz. On kök mesafesinde." On kök? Bir çeşit bitki ölçüm birimi olsa gerek.
"Peşimde beni arayan insanlar var, onlardan birisi olmadığını nasıl anlayacağım?" dedi sesini dolduran korku ve şüpheyi bastırmaya çalışarak.
"Kızım ormanın ne kadar kalabalık olduğundan haberin yok mu senin? Nereden bilelim biz!" diye çıkıştı Dem. "Orman bu gece insan kaynıyor. Doğudan batıya kadar sizinle doluştu buralar."
"Ah evet, evet. Özellikle şu ağır kıyafetlerden giyenler. Birkaç saat önce meşaleleriyle ormana doluşmaya başladılar. Ne kadar kaba! Ormana ateş sokulur mu hiç öyle." Polly alıngan bir dadı gibi ağzının içinde gevelemeye başladı. Kaba insanlar üzerlerine basıyor, onları kopartıyor ve bunlar yetmezmiş gibi yok edici bir gücü evlerine sokuyorlardı. Ateşi!
Eliza ikileme düştü, bahsettikleri ağır kıyafetler zırh olmalıydı. Bu şövalyelerden bahsettikleri anlamına da gelebilirdi, düşmandan da.
"Bir arkadaşım var," diye sesli düşündü Eliza. "Onlarla birlikte olduğunu sanmıyorum. Zırhı yok, siyah saçları var ve yürüyen bir cesede benziyor." Salem için elinden gelen en iyi tarifi yapmıştı.
Mantarlar düşünüyormuş gibi bir süre sessiz kaldılar, belki de uyumuşlardı. Konuşmanın tam ortasında. Neden olmasındı ki? Yüzleri olmadığı için sessizliklerinden pek bir şey anlaşılmıyordu.
"Tamam," dedi Polly uzun süren bir dakikanın ardından. "Kabul. Sana yardım ederiz."
"Ama bizi de seninle götür." Dem ekledi. "Ateşten pek haz etmem." Eliza sarsak bir biçimde kafa salladı.
"Arkadaşların bu yönde." ikisi de fark edilmesi neredeyse imkansız bir hareketle sola doğru eğildiler. Eliza belki de uzun süredir onlara dikkatle bakıyor olmasa bunu fark edemezdi.
"Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim." ardı ardına sayıklarken hızla ayağa kalktı. "Peki sizi nasıl yanıma almalıyım?" dedi ellerini Dem ve Polly’e uzatırken. Onları topraktan sökmek, kafalarını sökmek gibi bir izlenim yaratmıştı kafasının içinde.
"Korkak olma be! Topraktan sökeceksin sadece. Aman diyeyim, boynuma dikkat et. Sakın ha kopartma!" Eliza mantarları büyük bir dikkatle sıkıca kavradı ve onlar söylenedursun ikisini de bir çırpıda topraktan çıkarttı.
Çıplak ayaklarıyla sola doğru koşmaya başladı. Heyecandan acıyan ayaklarını farketmiyordu. Akan zamanı farketmeksizin koştu, güçsüz düşen bedeninin sınırlarını zorlayarak, ölümünden her adımında kaçtığını hissederek koştu.
Nefes nefese kalmıştı ve korkmuştu da. Mantarların dediği yolu takip etmişti ama etrafta kimse yoktu. Ormanın o kadar derinlerine ilerlemişti ki etrafta ne en ufak bir ışık parçası ne de en ufak bir ses vardı. Kemiklerini donduran soğuk hava olmasa canlı canlı gömüldüğüne inanabilirdi. Ama hayır, asıl orman sessizliğe gömülmüştü.
Yanlış yola saptığında ona bağıran sesler yok olmuştu. Rüzgar sakinleşmiş ve çekirgeler tamamen susmuştu. Kendi nefes sesinden başka bir şey duyamıyordu. Etrafında hiçbir şey yoktu ama yine de her bir hücresi bağırıyordu. Koş! Koş! Güvende değilsin! Koş! Hemen arkanda!
Eliza durup etrafını dinlemeye başladı. Yalnızdı. Yalnız olmalıydı!
Tam arkasından yüksek bir dal kırılma sesi dikkatini dağıttı ve kendi ayağına takılıp yüzükoyun yere düştü. Tüm bedeni titriyordu, gözleri acıdan dolmuştu. Ağır ve yavaş adımların kuru yaprakları ezdiğini duydu. Ses bu sefer çok daha yakından geliyordu. Eliza arkasını döndü ve ellerinde bulunan tek şeyi -konuşan mantarları- havaya kaldırdı.
Yaş dolu gözleri karanlıkta çok net göremiyordu. Taş kesmiş bacaklarını güç bela oynatıp kendisini sesten uzağa itmeye çalıştı. Geri geri süründü. Önünde birisini göremiyordu ama sesin geldiği yönü biliyordu. Karşısında birisi vardı.
"Eliza?"
Ses bir kamp ateşi kadar sıcak ve yumuşaktı. Ve de oldukça tanıdık. Endişelenmiş gibiydi. Eliza mantarları fırlatmak için hazır tuttuğu ellerini yavaşça indirdi.
"Aslan?"
Sesi -sonbaharda ağaçta kalan o son- kuru yaprak gibi tir tir titriyordu.
Aslan iki büyük adımla Eliza'ya ulaştı ve yanında diz çöktü. Eliza’nın suratını iki elinin arasına aldığında ambar rengi gözleri hızla iyi olup olmadığını inceliyordu. Tek eli Eliza’nın tüm suratını kaplayacak kadar büyüktü.
Eliza’nın vücudundaki tüm adrenalin bir anda çekildi ve gözlerini kapattı. Sakin bir nefes aldığında vücudu hiç olmadığı kadar ağır hissediyordu. Aslan’ın sıcak ellerinin yanaklarını ısıtması mı yoksa kırmızı şövalyelerinin kaptanının, yeni dükün, onu bulması mı daha sıcak bir histi bilmiyordu.
‘’Sorun yok.’’ diye onu yatıştırmaya çalıştı Aslan suratında rahatlayan bir ifadeyle. Koca parmaklarıyla yarım yamalak Eliza’nın göz yaşlarını silmeye çalıştı. Eliza o ana kadar ağladığının farkına varmamıştı. Aslan’ın sıcaklığına sokulup sakinleşmek için biraz beklemek istedi. Üç derin nefes aldı. Kendisine bu kadar süre tanımıştı.
‘’Ben iyiyim.’’ dedi Aslan’ın -hala yanaklarında duran- ellerini tutarak. ‘’Annem. Annemi gördün mü?’’
‘’Kraliçe Neva siyah askerlerle ayrıldı.’’ Aslan onu kucaklamadan önce pelerinini Eliza’nın omuzlarına doladı. ‘’Saldırganlar gelmeden önce seni buradan çıkartalım.’’
Eliza sesini çıkarmadan kollarını Aslan’ın boynuna doladı. Hayatta kalmıştı. Bütün bu olanlar kötü bir rüya gibi gelse de bir gerçekti ve Eliza hayatta kalmıştı. Bunu başarmıştı. Çok yorulmuştu ama bunu başarmıştı.
Eliza üşüyen burnunu Aslan’ın ter, is ve kan kokan boynuna dayadı. Aslan’ın sıcak nabzının parmak uçlarında bıraktığı hisse sıkıca tutundu bir süre.
‘’Sol,’’ Eliza hareket ettiklerini fark ettiğinde mırıldandı. ‘’Salem beni arıyor, önce onu bulmalıyız. Soldan git.’’
Aslan bir şey demek ister gibi bir an ağzını açtı. Gözleri Eliza’ya itiraz ederek bakıyordu.
‘’Lütfen.’’ Eliza bakışlarına aynı yumuşaklıkla karşılık verdi. Aralarında karşılaştıkları ilk andan itibaren sessiz bir ateşkes ilan edilmişti. Aslan çenesini sıktı ve hiçbir şey demeden sola döndü. Büyük adımlarla, yavaşça yürüyordu. Ses çıkartmamaya ve Eliza’yı rahat hissettirmeye özen gösteriyordu.
Sessizlik devam ettikçe Eliza’nın gözleri dalıyor, suratı acı bir ifadeyle çarpılıyordu. Kendisini korkularından ve gördüklerinden oluşan bir girdabın içerisinde kaybediyordu. Her şey gözlerinin önünde başa sarıyor ve başa sarıyordu. Eliza hiçbir defasında bir şey yapamıyordu. Korkuyordu, yaralanıyordu, kaçıyordu, ağlıyordu ama hiçbir şey yapmıyordu. Babası olsa ne yapardı bilmiyordu ama kendisinin yaptığını yapmayacağından emindi.
Eliza farkında olmadan mantarları tuttuğu elini göğüsüne götürdü. Parmakları Aslan’a değdiği için kırmızıya bulanmıştı ama bu kanın tek sorumlusu ona göre kendisiydi.
‘’Neden mantarları tutuyorsun?’’ Aslan, Eliza’nın düşüncelerini okuyabiliyor, hislerini anlıyormuş gibi onu kendi kafasının içinden çıkartmaya çalışıyordu. Eliza içi boş bakışlarla mantarlara baktı. Baktı. Baktı.
‘’Bana yolu tarif ediyorlar. Ediyorlardı yani. Bir süre önce, kaybolduğumda.’’
‘’Mantarlar?’’ Aslan kaşlarını kaldırarak sorguladı. ‘’Mantarlar sana yolu söylediler.’’ yürümeyi bırakıp dikkatle Eliza’nın suratını inceledi.
‘’Hayır tabii ki de.’’ Eliza huysuzca çenesini kaldırdı. ‘’Hem ikisi de oldukça dırdırcıydı. Emin ol onları yemek istemem. Gerçi yanlışlıkla kuzenlerini öldürdüm sanırım.’’
‘’Peki o zaman neden onları hala yanında taşıyorsun? Yemeyeceksen yani?’’ Aslan tekrar yürümeye başladı. Eliza ellerinde yırtık bir çuval unmuşçasına gittikçe hafifliyordu. Aslan kalbinin her atışında sancımasını göz ardı etti. Etmeye çalıştı.
‘’Öyle anlaştık.’’ Eliza omzunu silkti, ‘’gerçi onları kopartmamamı söylediler ama eh işte. Hızlı hareket etmem gerekiyordu.’’
‘’Peki hangi yoldan gitmeliyiz, bunu hala söylüyorlar mı?’’ Eliza mantarlara baktı. Onları kopardığından beri ağızlarından -ağızları yoktu- tek bir kelime bile çıkmamıştı. Aslan’ın büyük adımlarıyla epey bir yol ilerlemişlerdi ama ortada Salem’den hala bir iz yoktu. Asla büyümeyen, kendini beğenmiş, şımarık, ukala büyücüyü ile karşılaşmak Aslan için hiç bir zaman keyifli denebilecek bir deneyim olmamıştı ama Eliza bu haldeyken, prensesi bu haldeyken, içinden bildiği bütün Kuzey Tanrılarına yalvarıyordu. Lütfen, lütfen yardım edin.
‘’Yeni bir şey yok, aynı yoldan devam.’’ Eliza iç geçirdi ve kafasını Aslan’ın omzuna yasladı. Beyni kafasının içinde şişiyor ve ağrı yapıyor gibi hissediyordu. Uzun süredir sessiz olan mantarla da oldukça sinirlenmişti, kendilerini ne sanıyorlardı! Onu deli gibi gösteriyorlardı, belki de delirmişti.
İkili çok geçmeden Salem’i buldu. (Aslan neredeyse Salem’i gördüğü için mutlu bile olabilirdi.) Salem tek parçaydı ve durumu iyiydi. Hatta onları gördüğü gibi sinirle bağırmaya başlayacak kadar iyi.
‘’Sana ne oldu böyle?!’’ Salem’in sesi bir kılıç kadar keskindi. Çökük yanakları is kaplıydı ve sağ kaşında hala kanayan bir yarası vardı. Siyah saçları içinde bir sincap yuva yapmışçasına karımıştı ve teni normalde olduğundan çok daha soluk gözüküyordu.
Eliza içine derin bir nefes çekti.
Salem biraz yıpranmış ve agresif olabilirdi ama tek parçaydı. Hayattaydı. Sıcak bir rahatlama hissi Eliza’yı bir battaniye gibi kaplamaya başladı. Sıcaklık kalbinden parmaklarına kadar yayılıyor ve tüm vücudunu uyuşturan bir karıncalanma hissi başlatıyordu.
‘’Onu koruma görevi sendeydi.’’ Aslan homurdandı.
‘’Onu korudum da zaten.’’ Salem yorgunca çıkıştı. ‘’Tünellerde cehennem yaratıkları peşimize düştüler. Ben onları geri tutarken Eliza’nın ormana kaçması gerekiyordu.’’ tek eliyle Aslan’ın kollarında yatan prensesi gösterdi. ‘’Onun burada olması gerekiyordu, senin kollarının arasında değil.’’
‘’Görevini düzgünce yapsaydın şu an kendi ayakları üzerinde durabiliyor olurdu belki de.’’ Aslan gözlerini kısarak karşılık verdi.
Salem duraksadı ve Eliza’ya baktı. Cidden baktı. Gözlerinin altı kararmış, saçları Ayna Dağları’nın rüzgarlarına yakalanmış gibi dağılmıştı. Teni damarlarını gösterecek kadar rengini kaybetmişti ve baştan aşağı kan ve is lekeleriyle kaplıydı. Yanaklarında uzun ince çizgiler ağladığını işaret ediyordu. Çıplak ayaklarının altındaki yaralar tüm ormanı koşmuşluğun izlerini taşıyordu.
Salem’in içinde yükselen tüm duygular birden sönüverdi. Eliza sadece birkaç saatliğine kaybolmaktan çok haftalardır süren bir yıpranmışlığın izini taşıyordu üstünde. Birkaç saatte, sadece birkaç saatte nasıl bu hale gelebilmişti? Salem sessizce kendi üstündeki siyah pelerini prensesin yarı çıplak bedeninin üstüne örttü.
Aslan’ın memnuniyetle başını salladı. Eliza’nın bedeni kollarının arasında gittikçe hafifliyor, ısısını kaybediyordu. Salem ve Aslan’ın hızlı adımları açıklık boyunca durmadan ilerlemeye devam etti.
‘’Peşimizdeler,’’ güneşte kurumuş bir yaprak kadar kuru bir sesle konuştu Eliza.
Aslan ve Salem birbirlerine baktılar. Sessiz bir anlaşma. İkisi de prensesin bunu nasıl bildiğini sorgulamadı, sadece onaylar bir biçimde kafalarını salladılar.
‘’Sağdan ilerlersek Aftap yoluna birkaç saat içinde ulaşabiliriz. Binek bulduktan sonra ise Tan’a doğru yol almalıyız.’’ Salem dilinin ucuyla dudaklarını ıslattı.
‘’Kesinlikle olmaz.’’ Aslan kaşlarını çattı. ‘’Tan’a gideceğimizi de nereden çıkarttın?’’
‘’Başkent saldırı altında, başka nereye gidebiliriz ki? Sınırda durumun ne olduğu meçhul, böyle bir durumda Eko’ya güvencek değiliz.’’
‘’Tan’a güveneceğiz ama, öyle mi?’’ Aslan karşı çıktı. Ona göre krallığın en iyi günlerinde bile imparatorluk güvenilmezdi. ‘’Sol taraftan gideceğiz.’’
‘’Sınırda hiçbir şey yok. Kendimizi köşeye sıkıştırmış oluruz.’’
‘’Saray çok büyük bir darbe aldı, Tan’a güvenebileceğimiz bir konumda değiliz.’’ Aslan açıkladı. ‘’Kırmızı Şövalyeler’in yanı şu an krallıktaki en güvenli yer.’’
‘’Yol çok uzun.’’ Salem hala ikna olmamıştı. ‘’Eliza uzun yolu kaldıramayabilir.’’
‘’Tan’a gitmek daha kısa mı sürer zannediyorsun?’’
‘’Belki daha kısa sürmez ama yol çok daha güvenli. Sınıra kadar at sırtında mı gideceğiz? Yollar çok dengesiz. Eğer uçmanın bir yolunu bilmiyorsan Tan’a gitmekten çok daha uzun sürer.’’
‘’Sınır yolunda dinlenebileceğimiz bir yer biliyorum.’’ Aslan kestirip attı.
‘’Sağdan gideceğiz.’’ Salem ayağını inatla yere bastı.
‘’Soldan gideceğiz.’’
‘’Sağdan gideceğiz.’’
‘’Soldan gideceğiz.’’ Aslan, Salem’in üzerine doğru eğildi. Salem ise göz temasından kaçınmadan burnunu havaya dikmişti.
‘’Sağ.’’
‘’Sol.’’
‘’Kesin kavga etmeyi. Bu gece ormandan çıkabileceğimizi sanmıyorum. Ormanı tamamen kuşatmış olmalılar.’’ Eliza’nın huysuz sesi aralarına girdi. Salem burnundan derin bir nefes vererek geri adım attı.
‘’Prenses haklı, bu geceyi geçirebileceğimiz bir yer bulmalıyız.’’
‘’Solda geceyi geçirebileceğimiz bir mağara var.’’ Eliza hala mantarları tutan elini havada hafifçe salladı. Her bir kelimesinin ardından soluksuz kalıyor, konuşmak dahi onu fazlasıyla yoruyordu.
Aslan yorum yapmadan sola yöneldi.
Elli adım mesafede, ağaçların ve yosunların arkasında gizlenmiş bir mağara buldular. Aslan Eliza’nın burayı nasıl bildiğini sorgulamadı ve Salem’in karşı çıkışlarını duymazdan gelerek mağaraya girdi.
İçerisi soğuk ve karanlıktı. Kafalarının üzerinde bulunan dikitlerin sayısı mağaranın derinliklerine ilerledikçe artıyor, boyutları gittikçe büyüyordu. Yerler nemliydi ve havada tuhaf bir rutubet kokusu vardı. Salem söylenerek Aslan’ın önüne geçti ve hızla içerisini kontrol etti. Herhangi bir hayvan kalıntısı bulamamıştı.
‘’Burada saklanabiliriz.’’ dedi çömeldiği yerden. Arkasına dönüp Aslan’a bakma gereği duymamıştı, genç generalin ona bir tepki vereceğini zannetmiyordu. Gözlerini Eliza’nın üzerinden bir saniye için ayıracağından dahi şüpheliydi. Gösterişçi.
‘’Yerler çok nemli. Ateş yakmamız lazım.’’ dedi yere değdirdiği parmaklarını birbirine sürterken. Mağaranın her bir taşından her bir toz zerresine kadar büyü taşıyordu. Normal gözler için boş, ürkütücü ve konaklaması pek hoş olmayacak bir mağara olabilirdi ama Salem bir kalp atışı gibi ayağının altında dalgalanan gücü hissedebilecek seviyede bir büyücüydü. Sonuçta sarayın ilk -ve büyük ihtimalle son- büyü bakanıydı. O Salem’di. Salem. Savaş görmüş Eko askerlerin rüyalarını kabusa çeviren ve cehennem yaratıklarına ilk darbeyi vurabilen o adam.
‘’Kesinlikle olmaz, çok dikkat çeker.’’ Aslan kafasını iki yana salladı.
‘’Daha iyi bir fikrin var mı? Eliza’ya bir bak. Ateşe ihtiyacımız var.’’ Salem diretti ve mağaranın ağzına doğru uzun adımlarla ilerledi. ‘’Küçük bir ateş. Sadece birkaç saat yaksak yeterli olacaktır.’’
‘’Duman-’’
‘’Dumanımızı göremezler. Derinlere doğru bir hava akışı var. Dışarıya duman çıkmayacaktır.’’ Salem duraksadı ve Aslan’a döndü.
Aslan uzun uzun karşısındaki adama baktı. Önce ince dudaklarına, sonra uzun burnuna ve en son keskin bakan siyah gözlerine. Salem Aslan’ın suratında ne aradığını bilmiyordu ama Aslan aradığını bulmuş olacak ki yenilgiyle kafasını iki kez salladı.
‘’Ben biraz odun toplayacağım, çok uzaklaşmam. Burada kalın ve yardım gerekirse beni çağırın.’’ Salem sessiz adımlarla mağarayı terk etti.
Aslan içeriye boş gözlerle baktı ve kucağında Eliza’yla bir duvarın dibine oturdu. Prensesin bedeni Aslan’ın kollarının arasında bir ceset kadar hareketsizdi. Küçük soluklar halinde aldığı nefesi ağzından buhara dönüşüp dökülüyordu. Altın-kahve saçları kana bulanmış ve yanaklarına yapışmıştı.
Aslan elleriyle Eliza’nın kollarını ovuşturup onu ısıtmaya çalışırken Salem geldi ve topladığı çalı çırpıyla ufak bir ateş yaktı. Dediği gibi duman yükseliyor, mağaranın tavanını yalıyor ve derinlere doğru akıyordu.
‘’İlk nöbet bende.’’ dedi Aslan kafasını Eliza’nın kafasının üstüne yaslarken. Prenses burnunu Aslan’ın boynuna gömmüş, şövalyenin kolları arasında uyuya kalmıştı. ‘’Dinlenmeye çalış. Yarın uzun bir yolumuz olacak.’’
Salem o gün ilk kez Aslan’a itiraz etmedi ve Eliza’nın üstünden geri aldığı pelerinini yere serip üzerinde rüyasız bir uykuya daldı.
Aslan derin bir iç çekerken kafasını arkasındaki duvara vurmamak için kendisini zor tuttu. Başkaldırı, darbe, sınır antlaşması derken şimdi -sanki hiçbir başka sorunları yokmuş gibi- ortaya cehennem yaratıkları çıkmıştı.
Kaldıramayacağı bir yükün altında ezilecek gibi hissediyordu. Bugün onun için hayatının en uzun günü olmuştu. Bitmek bilmeyen bir gün. Şafağın etekleri sabahınkiyle iç içe geçti ve güneş ardından yeni bir günü değil, bir önceki günün uzantısını getirdi. Gün bitmemiş, onun için daha da uzamıştı.
Gece boyunca Eliza’nın vücudu ısısını kazanmış ve Salem uykusunda acı çeker gibi homurdanmıştı. Sabahın ilk ışıkları mağaranın soğuk duvarlarına vurmaya başladığında Aslan derin bir nefes aldı ve kafasının arkasını sertçe arkasındaki duvara vurdu.
4 notes
·
View notes