#ruh eşi gerçek mi
Explore tagged Tumblr posts
jemenvais · 2 years ago
Text
Yanılgılar ve kaygılar silsilesi,
-herkesin düşüncesine saygı duymaya gerek var mıdır?
-din ve devlet adamları sahiden ne işe yarar?
-Empedokles'in sevgi-nefret yaklaşımı günümüze uygun olmasının sebebi düşüncelerin her zaman özüne bağlı kalışımı yoksa hepimiz aynı haltı düşünebilen ve asla gelişmeyen mahluklarmıyız?
-Aden'mi? Lezza'mı?
-aynadaki, fotoğraftaki, insanların gözündeki, suyun yüzündeki.. hangisi gerçek sen? Yoksa her şey yansıma ve yanılsamalardan mı ibaret.
-Çocuklar ölmeyi hak ediyor mu? Tanrı onları dünya çığrından çıktığı için mi alıyor yanına?(belkitanrıdakanasusamıştır)
-ruh eşi denilen şey nedir? (Ruhu sizinkine benzeyen mi, ruhu sizinkiyle bütünleşen mi? Yoksa ruh kendine benzeyenlemi bütünleşir?)
-neden hayvanlardan ziyada dünyayı zarara götüren mahluklara öncelik verilir?
19 notes · View notes
rezilgibi18 · 4 years ago
Text
MİDE BULANTISI
Az önce eski yazılarımın birkaçını okudum. Ne güzel hissetmişim, acıyı da, belirsizliği de, karmaşayı da nefreti de.. güzel yazmışım yani.. bitişe küsmüşüm. Bazen özlemişim. Yaralarımdan bahsetmişim. Yaralarımı tasvir etmişim. Bunu belki yapabilirim ama. Öyle bir gidişin vardı ki seni ne sevmeme, ne de özlememe bile izin vermeden. Nefret bile ettirmeden. Ohh iyi ki gitti be dedirterek. Ayıp değil mi ya. Yazık değil mi. İnsan öyle gider mi. Tamam gidilir. Gidişin de ayrı tadı vardır. Bir şarkı dinlersin hatırlar iç geçirirsin falan. Ama çirkin, kötü ve kindar olmak, hınç almak.. bunlar çok yakışıksız. Çok acı, çok tatsız. O kadar kılıfa sokmuşum ki seni. Çok kötüydün demiyorum. Ben sana bir post giydirmişim. Her an her zaman onu sana güzelce örmüşüm. Açılmış sma yamalamışım. Sen mayanı her gösterdiğinde “yok yok öyle değildir ya, öyle değilsindir” diyip hem seni hem de kendimi bir yalana inandırmışım. Evet elbette benim hatam bu. Çünkü senin mayan belliydi. Senin haznen belliydi. Azdı demiyorum. Uymadık.
Benimki de hata mı bilemiyorum da. İnsan inanmak istiyor. Bir hayalin peşinden koşmak istiyor. Yıllarca ketum bir demir leydi olmak zor. Bağlanmak istiyor. Bir omuza yaslanmak ve biriyle yoldaş olmak istiyor. Artık derdimden anlayan, kalbime akan, elimi tutan, gözümden anlayan biri olsun istiyor. Bir yareni, ruh eşi, yoldaşı canına canan olacak biri olsun istiyor. Dünyaya bakıp onun penceresindekilerke zenginleşmek, bazen onun dünyasına dalmak ve kaybolmak istiyor. Muhabbetten bir olmaya geçmek istiyor. Maddede takılmayıp muhabbetle manaya ulaşmak istiyor. Birlikte hüzünlenmek, birlikte gülmek. Konuşmak istiyor insan ya konuşmak. Bir kuşun kanadından, Allah’ın varlığından, bir topun zıplayışından, atom çarpışmasından, o gün gönlünü yoran olaydan, çok güldüğü bir durumdan. Yüzüne bakınca gönlü ferahlasın istiyor insan. Birlikte Rabbe kul olma öğrencisi olmayı istiyor. Göze bakmak istiyor ordan yüreğe bakmak. Öz istiyor özne istiyor.. Bunun dışında kalanlar hepsi maddeden ibaret. Eşya, olaylar, durumlar ....
Bir sabun köpüğüne inanmak istemişim. Sabun köpüklerinden kendime bir yuva inşa etmeye çalışmışım. Ya da küp şekerlerden. İki damla yağmurda hemencik eriyip giden emeklerim...
Ben sütten çıkma kaşıkçı elması değilim elbet ancak insan ruhunun dinginleşmediği bir kişiyle olunca çok hırçınlaşıyor, ait olamadığını gördükçe yakıyor yıkıyor. Sürekli oldurmaya çalışıyor. Oldurmaya çalışmak yoruyor. Sabun köpükleri sürekli uçuyor. Yenilerini yapıyor bazen kendi bozuyor. Halbuki oldurmak doğru değil. Olacak olan zaten olur. Bunları yazarken bile o kadar yorgunum ki aslında. Keşke geçmiş yazılarım gibi bir müzik bir ses diye ufak serzenişlerle ayrılık senfonileri çalabilseydim. Halbuki bu yazı bir çuvaldız.
Ne bekledim? Ne buldum?
Hani dedim ya insan yoldaş arıyor, yaren arıyor.
Eğer sen kurda kuzu postu giydirirsen o iş olmuyor. Ama kızgınlığım şu. Ya bana de;
Bu post bana uymaz ben bunu giyemem. Yapamam. Kalıba girmek de bir nevi riyakarlık değil midir?
Belki de uyum gibi göründü bilemiyorum.
Kötüydün, kinciydin, intikamcıydın, sahte ve riyakardın.
Seni güzel anmama bile izin vermedin. Bu bile sana kızmam için yeter. İçimdeki şairi susturdun. Hatta öldürdün.
Ama bir şey söyliyim mi teşekkürü hak ediyorsun
Saçma hassaslıklarım varmış, saçma korkularım. Bunlar gözümü karartmış göremeyip karşıma çıkana “nasibim buymuş oyna devam” demişim. Muhakemesiz.
Sen çocuksun, korkak küçük bir kız çocuğu, zorluklarla baş edemeyen, kendini sürekli uyuşturan, gerçek hayatla hatta kendinle bile yüzleşemeyen samimiyetsiz ağlak bir kız çocuğu...
Aciz olduğun için yaptığın her şey tokat gibi çarptı yüzüme zaten.
Sen acizdin ben tahammülsüz
Güçsüzlüğüne tahammülüm yoktu haklısın
Senin annen olmayı kabul edemezdim haklısın
Sadece fiziken ve cinsi metaforlarınla varlık gösterebilen birinin yarenliğine direndim haklısın.
Konuşacak kelimelerin yoktu ne hayattan ne öteden yoktun sen sustun ben delirdim haklısın
Muhabbetle bir olmayı isterken bu kadar boşluk beni delirtti haklısın
Derdimde söyleyecek tek bir kelimenin olmayışı beni çıldırttı haklısın
Fiziken vardın, duygusuz bir robot gibi bir ruh arıyordum bulamadım çirkinleştim haklısın
Sen hatalar yaptıkça en başta kendimden bunları gizlemeye çalışıp inkar ettim haklısın
Ben bunları gördüm sürekli gitmek istedim sen tutunca gidemedim GİTMELİYDİM. Kaldığım için yine haklısın.
Bu kadar “yok”luğunla yanında kalmayı kabul eden ben hatalıyım bence sen haklısın.
Her şeye “tamam” diyip içinde bilenmek, düşman olmak senin çözümündü ben bunu göremedim. Nasıl bir riyakar olduğunu göremedim.
Sana bişe diyim mi gerçekten haklısın
Bu kadarken sana varlık adleden ben
Sana kılıf uyduran ben, haksızım.
Yıllarca ezilmişsin, sinmişsin, pasivize olmuşsun, kendine bir şey de katmamışsın işin kötüsü. Sanal dünyalarda kendini uyuşturmuşsun da uyuşturmuşsun.
İş zora gelince küçüklüğünde babandan kaçıp annenin eteği altına saklanan küçük çocuksun. Her olayda bu analoji. Durumlar değişiyor maddeler değişiyor. Etek falan değişiyor mesela. Ama gerçek hep bu.
Sana kızmıyorum acıyorum.
En azından denedin.
Belki de sevdin, ama senin sevgi stilin buydu. Saf zannettiğin ama bambaşka bi şey. İkimizi de inandırmaya çalıştığın tuhaf bi metafordu.
Ama her işin gibi bunu da beceremedin.
Eline, yüzüne bulaştırdın. Geleceği ben bilemem de sen kendi kendine bir şey beceremezsin bunu gördükçe çıldırdım. Günden güne hasta oldum.
Nasıl olur dedim.
Sana karşı bu kadar hassas olmak benim zaafımdı. Yapmamalıydım yine sen haklısın.
Kötü değilsin belki ama beceriksizsin.
Anlık hazların pavlovun köpekleri gibi anında gelen ödüllerin köpeği olmuş bir ruhun var. Hedonistsin. Gerçek yaşamdan soyutlanmış bir bebeksin.
İşin kötüsü bunlardan bi’habersin.
Yazık, beni de yalanına inandırdın.
En üzüldüğüm,
Seni güzel hatırlamama bile izin vermedin.
Ne acı.
Şimdi sana küçüklüğünden beri bir çivi bile çakamadığın karakterinle, sürekli olaydan sıvışmak için diline pelesenk olmuş yalanlarınla, dışardan bakınca “ağır oturaklı” gösteren kocaman bomboşluğunla, en kötüsü de bunu yamalamanla maske takmanla, acizliğinle ve zavallılığınla mutluluklar diliyorum.
Aslında şans verdiğim kendimdi. Ben kendime inandım. Hassas olduğum da kendimdim. Bir insan kendini korumak için ters takla atıyor karşıya... Bir yolda yanımda birine yer açabileceğime öyle yürüyebileceğime bir el tutma gücümün olduğuna, birine ihtiyacım olduğuna.. inandım. Şaçma korkularımı atlattım, zaten benim korkum seni bulmakmış ya da senin gibi birini.. resmen korkumu çağırmışım. Korktuğum “sen”mişsin. O yüzden yanıma kimseyi yanaştırmamışım. Ben yoldan değil, “özne”den korkmuşum. Halbuki birinin canına yoldaş olması çok güzelmiş. Yani güzeldir herhalde. Basit eşyalar, basit kararlar kolaymış. Sen bana sadece yolu gösterdin. Ne yoldaş ne yaren. Kendine hayrı olamayanın bana mı faydası olur. Sen bu işten ne çıkarım yaptın bilemem ama ben çok şey öğrendim. Teşekkür ederim.
Seni aslında senin üzerinden “sen” gibi olmanın mutlak yanlışlığını. Ben de öyle olursam hata yapacağımı. Ve herkesin asla sen gibi olmayacağını.
Kendini bilmeyenin seni bilemeyeceğini.
Sana en kızdığım nokta; her ayrılık üzücüdür. Üzer kırar yorar küstürür. Seni güzel şeylerin içimde kalmasına bile izin vermedin. Çok zavallıca.
Senin yaptığın kusturma gibi oldu.
Kusmak gibi. Midemi bulandıran da yediğim güzel şeyler de çıktı gitti. Rahatladım. Ama her kusma acılıdır ve biraz yorar.
Beni kusturan ana yemeğin öncesi ve sonrasında güzel şeyler de yediğimi hatırlıyorum ama kusmayla birlikte hepsi çıktı ve gitti.
Kustum, rahatladım ve bitti.
Ama aklımda hala midem bulantım var.
4 notes · View notes
campplay · 4 years ago
Text
Ruh Eşinizle Ne Zaman Tanışacağınızı Öğrenmek İçin Bu Soruları Cevaplayın
Ruh Eşinizle Ne Zaman Tanışacağınızı Öğrenmek İçin Bu Soruları Cevaplayın
İnsanların en çok merak ettikleri şeylerden biri ruh eşleriyle ne zaman tanışacaklarıdır. Aşk inanılmaz bir duygudur. Aşıkların kalp ritimlerini senkronize edebilir, acıdan kurtulmalarına yardımcı olabilir ve onları mutlu eder. Papatya yapraklarını koparmaya son! Diğer yarınızla ne zaman tanışacağınızı biliyor musunuz?
Bu kısa test ruh eşinizin yakınınızda olup olmadığını gösterecek! Bir kalem ve…
View On WordPress
0 notes
beninci · 6 years ago
Photo
Tumblr media
Senden Gidemiyorum - Senden Başka Kimse Yok İçimde (Bölüm 38) (on Wattpad) https://my.w.tt/WYjheMFwCR Kendini bildi bileli sadece O'nu sevmişti. Kalbinin ilk heyecanını verdiği, genç kızlık hayallerinin kahramanı, beyaz atlı prensi... Platonik aşk dedikleri kahrolası hastalığa yakalanmıştı işte! Aşık olduğu adamı elde etmek için elinden geleni yapmış; hatta, çevresine rezil bile olmuştu. Ama vazgeçmemişti, yapamamıştı. Zira, kalbi gibi beyni de Ömer'in ruh eşi olduğuna inanıyordu. Ya şimdi? Annesi, "Bu hafta sonu nişanlanıyormuş, davetliyiz!" dediğinde... Tanrım, bu haberle nasıl kalp krizi geçirmemiş ve nefes alıp vermeye devam edebilmişti? Hayret! Belki de artık bırakma, vazgeçme zamanıydı. Yoksa, değil miydi? Artık "her şey bitti" dediğiniz noktada ikinci bir şans yakalasanız? Aşık olduğunuz adamın, hislerinize aynı şekilde, hatta fazlasıyla karşılık verme imkanı olsa? Ama, kimliğinizi saklamak zorunda kalsanız ve tanıttığınız o sahte kişiliğe aşık olmasına izin verseniz, delice sevseniz birbirinizi? Olmazların kuyusunda, ölesiye aşık iki ruhun kavuşamama ızdırabı, özlemi sizi de üzer mi? Sanal alemin deli divane aşıkları, gerçek hayatın kedi köpek gibi kavgalısı Dilara Gönenç ve Ömer Ertengiz'in, zaman zaman kahkaha attıran, bazen de gözlerimizi doldurup yüreğimizi acıtan hikayesini okuyalım mı? Hadi çevirelim sayfaları ve Mira ne anlatmış görelim :)
7 notes · View notes
loveseva · 3 years ago
Text
Bir kaç gündür internet ortamında aynı habere üst üste denk geldim.
Aydın’ın Nazilli ilçesinde fuhuş operasyonu yapılıyor.Fuhuş yaptığı öne sürülen 19’u yabancı uyruklu (Azeri) 20 kadın göz altına alınıyor. Gözaltına alınan kadınlar arasında sağ bacağı diz üstünden kesik olduğu için koltuk değnekleriyle yürüyen 38 yaşındaki Türk vatandaşı A.A.’nın da olması dikkat çekiyor.
Kimi haber siteleri “Engelli kadına fuhuş yaptırıldı” başlığıyla verdi bu haberi.
Yaptı mı, yaptırıldı mı kısmını şuan için tartışmayacağım ama bu haberin gündeme gelmesiyle bir şeyleri açıklığa kavuşturmak gerek.
DEVOTEE’ler VAR!
Bir çok kişi bunun ne anlama geldiğini pek bilmiyor. Çünkü bu konular toplum insanımız tarafından konuşulmuyor. Devotee; cinsellikte engelli bireyleri tercih etmek anlamına geliyor. Çeşitli nedenlerden dolayı her hangi bir uzvunu kaybetmiş, çeşitli nedenlerle engelli olmuş kişilerin cinsellikte özellikle tercih edilmesi. Bir tür amputasyon fetişizmi.
Bu haberi okuduğumda bizzat tanık olduğum bir sohbet geldi aklıma. Engellilere hizmet eden bir sivil toplum kuruluşunun yönetim kurulundayken farkındalık çalışmalarımdan bir şekilde haberdar olmuş, özel üniversiteler arasında ilk üçünde yer alan bir üniversiteden mezun olmuş bir adamla tanıştım. Benimle iletişime geçmek istemiş, geçti.
O zamanlar adam Etiler gibi elit bir semtte ofis sahibi, mesleğini icra ediyor. Aynı şekilde Zekeriyaköy gibi bir yerde elit bir sitede oturuyor. Fizik deseniz, model sanırsınız o derece yakışıklı. Evli, eşi engelli, çalışmıyor. Çocuk yaşta tek bacağını kaybetmiş koltuk değneği desteğiyle yürüyor.
İtiraf etmeliyim ki bunu öğrendiğim an bu durum bana biraz tuhaf gelmişti. Bende özel üniversitelerin ilk üçünde yer alan bir üniversiteden mezunum ve para gücü + yakışıklılık olan tiplerden böylesine güçlü yürekler çıkmadığını iyi bilirim. Tabii ki arada tek tük çıkabilir ama geneli malesef hovarda ve yüreksiz tipler.
Dolayısıyla bu denli para içinde yüzen, bu denli yakışıklı olan birinin engelli bir kadınla ne işi var diye sormadım değil kendime. Sohbetin başlarında engelli olmak sevmeye engel değildirden girdi, sohbet ilerledikçe karşımdaki adamın o tek tüklerden olduğunu düşünmeye başlamıştım ki gerçek o soruyla meydana çıktı.
ZAMAN ZAMAN ANNESİYLE...
Profesyonel kimliğime (danışman) geçerek karşımdaki adamı konuşabileceği kıvama getirip soruyu kendisine sordum;
“XXX gibi bir üniversiteden mezunsun, mesleğin oldukça geçerli bir meslek. Etiler’de ofis, Zekeriyaköy’de villa, bir model kadar yakışıklısın. İstesen her istediğin kızı elde edersin, neden engelli bir kadınla evlendin?”
-Engelli olduğu için.
A: Nasıl yani? Senin gibi insanların engelli bir bireyle evlenmesi sık rastlanılan bir şey değil.
- (Güldü) Beni cezbeden engeli. Bacağının olmaması.
A: Sen devoteesin.
- Bu kelimeyi ilk defa duydum.
A: Senin gibilere devotee deniyor.
- O zaman xxx (çok yakın bir arkadaşının ismini verdi) de öyle.
A: Onunda mı eşi engelli?
- Hayır onun annesi engelli.
A: Bana annesiyle ilişkiye girdiğini söyleme sakın.
- Evet. Annesi konuşamıyor, aklı da yerinde sayılmaz, hareket kabaliyeti de çok az. Biblo gibi nereye koysan orada duruyor.
A: Bir dakika, bir dakika...sen ne dediğini farkında mısın?
Bu sorudan sonra burada paylaşamayacağım iğrenç bulduğum konuşmalara tanık oldum. Sonra devam ettik;
A: Eşin engeli nedeniyle ve sadece engelli biriyle cinsellik yaşamak için onunla evlendiğini biliyor mu?
- Hayır. O mutlu, hatta bana tapıyor çünkü engelli olduğu halde benim gibi biri onunla evleniyor.
Ben duyduklarım karşısında her cümlede beynimden vuruluyorum.
A: Ailesi?
- Onlarda beni çok seviyor. Çünkü engelli kızlarıyla evlendim.
Aklıma düşen soruyu sormakta çekinmedim;
A: Beni neden buldun?
- Çünkü engellisin ve hoşuma gidiyorsun.
Sohbetin bundan sonrasında ne mi oldu?
Ben o akşam eve davet edildim, tabii ki de soluğu evinde değil bu nasıl bir ruh halidir diye psikolog arkadaşımın yanında aldım, o adam ne yaptı bilmiyorum. O gün bugündür haberim yok.
Evet devoteeler var ve bir çoğu gizli.
Bilemiyorum; nasıl ayak fetişizmi varsa bu da fetişizm midir, karşılıklı kabul edildiğinde fantazi midir inanın hiç bilmiyorum. Belki evet, belki de hayır, çok yönlü tartışılabilir ama tek bildiğim engelliyim diye birilerinin bencilliklerine boyun eğmek çok ağır bir şey.
- Hayır. O mutlu, hatta bana tapıyor çünkü engelli olduğu halde benim gibi biri onunla evleniyor.
A: Ailesi?
- Onlarda beni çok seviyor. Çünkü engelli kızlarıyla evlendim.
Aslında bu cümleler toplumumuzda engellilere bakış açısını çok acı şekilde ortaya seriyor.
Lafım engelli dostlarıma;
Engelli bireyler ikili ilişkiler konusunda bir çok şeyin eksikliğini duyuyor bu yüzden gösterilen en ufak bir ilgi, jestler, seni seviyorumlar engelli bireyler için kocaman mutluluklar olabiliyor. Malesef yukarıda anlattığım olaydaki gibi her seni seviyorum gerçek olmayabilir. Karşınızda ki bir devotee olabilir.
Evet, belki toplumumuzda sağlıklı ve engelli birey evliliklerine, aşklarına çok rastlayamıyoruz ama var, yok değil.
Engelli olduğunuz için geçici mutluluklara sahip olmak adına araç olmak mı, yoksa gerçekten sevilmek mi?
kiside tercih meselesi...
Doğru bir tercih yapmanız dileğimle...
Sevgilerimle
www.aycaakin.com
0 notes
kadintanikligi · 3 years ago
Text
Üçüncü Yol
Denize, en önemlisi de güneş batımına bakan o eve daha taşınmadıkları dönemlerde, Ermeni kilisesinin yanından giren bitişik apartmanlı sokaktaki eski evlerine gidip-geldiğimiz dönemlerde başlamıştı çoktan hayaller. Sona zaten özeldi, verili ��lçülerin dışındaki sevimli ailesiyle beraber, ama biz de özeldik. Öyle bilirdik. Özelliğimizi damgalardı bize göre liseye gitmek üzere her sabah bindiğimiz vapurda, üst güvertede donarak izlediğimiz Ayasofyanın dimdik görüntüsü, soğuktan titrerken içtiğimiz, avucumuzu ısıtan çay, acaip bir yeşile bürünmüş denizle buluşan yağmurlu günlerin gri göğü ve bazen avaz avaz, bazen mırıltıyla söylediğimiz şarkılar. Bizi özel yapan neydi acaba? Lisedeki diğerlerinden farklı muhabbet etmeyi sevdiğimiz için mi özel olmak saplantısına takılıp kalmıştık, popüler olmadığımız için mi, popülerliğin tanımını sevmeden kendi tanımlarımızı dayattığımız için mi? Bengü ve Aysel’in tiyatroyla uğraşması mı? Hasan ve diğerlerinin “acaip şeyler” okuması mı? Gitarla söylenen şarkılarla ısınmış partilerin en derinleşen muhabbet kısmında klasik müziğin büyüsüne herkesi birden kaptırmaya çalışan Metin ve Ender’in, hırsla, parmakları ağrıyıncaya kadar en zor barok ve çağdaş parçalarla birbiriyle delice atışmaları mı? Kızların ve özellikle de Sona’nın hakim olduğu her konuşmanın gelip-dayandığı bitmez-tükenmez duygu yoğunluğu mu? Sonuçta özeldik hepimiz bize göre. Önceleri yolda ve okulda edilen muhabbetlerin, siste kalkamayan vapurları bahane edip karşıya geçmekten çark ederek sığındığımız gözlemecide ve Moda’nın arka sokaklarındaki o evde derinleşmesi, yoğunlaşmasıyla başlayan “özel olma durumu”, daha sonraları, lise bitip de herkes değişik üniversitelere, kimisi de bir yere giremeyip başladıkları geçici işlere –turizm büroları, fuar standları ve araştırma şirketlerinde yapılmayı bekleyen anketler sağolsun!- dağılınca, denize ve günbatımına bakan o yeni evde küçülen ama iyice yoğunlaşan bir grupla beraber doruk noktasına erişmişti.
Özel olmak, aslında kimseleri beğenmeyen ukala bir ruh durumuna denk düşüyordu dışarıdan bakılınca. Hiçbir şeyin çizildiği şeklini beğenmemek demekti: yok, bize göre değildi. Biz, anne ve babalarımızın modelledikleri doğruların ötesine giderken, yaşıtlarımızın çizdikleri “düzgün hayat” yollarını da beğenmiyorduk. Biz, en özel şeyleri yaşayacaktık, o gün nasıl yaşıyorsak, karlı bir gecede bir evde mahpus, bulduğumuz kanyak ve kahveyle ısınarak... “Yıkılmak üzere olan siyaset duvarların”dan henüz yıkılmamış olanlarının tozlarından bile etkilenmekten korktuğumuz halde, bir “depolitize” kuşağın açlığı ve saflığıyla, dışarıdan gelen fırtınanın sesini bastırarak uzun uzun “siyaset” tartışılan, sonra nasılsa konunun aşka geldiği ve gizli bir şekilde havaya yayılmış aşk ile sabahlandığı bir gecede neyi nasıl yaşıyorsak, öyle yaşayacaktık. Dünyanın saçma dengeleri gözeterek bize dayattıkları dışarda kalacaktı hep. O geceki gibi, bize verili olan herşeyi sorgulayacaktık, en ucuna gitmeye çalışacaktık, kendimize bir dünya kurmanın tek yoluydu bu, var olanını beğenmediğimize göre!
Kısa keseceğim. Bizim kuşaktan, 80 kuşağından olanlar bilir bizim gibilerin çoğuna ne olduğunu. Asla sisteme girmemeye yeminli ve biraz saf gençler olarak, sistemin en başarılı sömürü mekanizmalarında ucuza çalışıp, eski sol kuşakların yeni işadamı temsilcilerine kendimizi iyice sömürttükten sonra, canımız sıkılmaya başlamış, yavaş yavaş düşünür olmuştuk başımıza gelenleri. İyi-kötü yaşayıp giderken, yavaş yavaş en önemli amacımızın kendimizi daha az sömürtmek, dolayısıyla daha az vakit işyerinde kalarak, daha fazla para kazanmak, daha iyi evlerde yaşamak, daha kaliteli yerlerde gezmek olmaya başladığının hem farkındaydık, hem de bu durumu savunur olmuştuk. İçimizden birkaçımızın üniversitede akademik kariyeri seçmesi de bir çıkış sayılamazdı sistemden, üniversitelerin hali mağlumken... Bunu söyleyip, bir çıkışsızlık söyleminin içinden  yolumuza devam ediyorduk bütün meşruluğumuzla. Arada çöken bunalımlarımız ise, artık sadece kızlardan oluşan çekirdek grubumuzla  birinin evinde içilen gecelerde, önce eskisi kadar derinleşemeyen konuşmalarımızla  üstesinden gelinen, sonraysa zaplanan bir televizyonun oluşturduğu tuhaf manyetik alana kitlenen birer buluttu. Sevgililerimizle birşeyler kurmaya çalışıyor, bu evliliğe benzer şeylerin adını koymaktan kaçınıyor, annelerimizi umarsızca tekrar ediyorduk.
Derken, yıllar sonra, iki yıldır birlikte olduğum adamla bitmez-tükenmez kavgalarımdan birini etmiş, evini kapıyı vurarak terk etmiş, arabamla kendimi boğucu-güneşli-cumartesi-kalabalığı İstanbul’unun sıkışık caddelerine anlamsızlık ve duygusuzluk içinde vurmuşken, telefonum çaldı ve Sona,  o itiraz kabul etmez otoriter-gergin-enerjik sesiyle “Derhal Kadıköy evlendirme dairesine gel! Metin evleniyor! Ben de şimdi haber aldım” dedi. Metin evleniyor???? Metin evlenebilir mi? Metin’in evlenmesi neye benzer? Vapurlar ve sis, ve Kadıköy’ün sisli sokakları, karlı bir gecede mahsur kaldığımız Sonaların evinde ısınmak için içilen kanyak, Moda’nın buz tutmuş sokaklarında düşe-kalka ilerlerken sabaha karşı, abilerin ve ablaların kulaktan dolma öğrenilen maceralarını taklit ederek polisten kaçma oyunu oynamamız, beyaz karları aydınlatan polis arabalarının mavi-dönen ışıklarını gördüğümüzde çalılara, apartman aralarına gülerek saklanırken gerçek bir tehlikenin varlığı yanılgısına kapılmamız,  ve bunun aslında bir yanılgı olmadığını, gerçek bir tehlikeyle kuşatıldığımızı ancak Metin’in sabaha karşı bize attığı tiradla iliklerimizde duyumsamamız. Metin ve onun “buradan çıkış, bu içine kıstırıldığımız yerden, ancak üçüncü yol seçimlerimizle mümkün olacaktır, üçüncü yolların dışına çıkamayız” diye sabaha kadar attığı nutuk...Metin’in okumak için tıp seçmesi, sonra Küba’ya gitme hayalleri, sonra sınır tanımayan doktorlara katılmak istemesi, Metin’in üçüncü yolları seçtiği avuntusunu, onu görmeden, aldığımız havadislerle hep taşımamız. Sevgili Metin evleniyor, öyle mi?
Nikah dairesine koşturarak girip tanıdık birilerini aradım. Kızlar köşedeydiler, biraz ilerde ise Bengü ve eşi Mehmet, daha beride ışıltılı gözleriyle bir zamanların haydut sürüsü Ömer ve diğer “erkekler” toplanmışlardı. Herkes birbirinin üstüne atlıyor, bir-iki dakika ışıltılı gözlerle birbirini süzdükten sonra, her uzun zamandır görüşmemiş eski dostun yaptığı şeyi yaparak, karşısındakiyle ilgilendiğini belirten o sıkıcı ve anlamsız-sıradan soruyu soruyordu çaresiz: “Ee? N’apıyorsun sen şimdi?” Bengü ile Mehmet sorulardan kaçınıp, cevap vermek gerektiğinde geçiştiriyorlar, Aysel utancını komikliğe dönüştüren bir meydan okumayla ört-pas ederek “bir özel şirkette muhasebeciyim abi!” diye haykırıyor ve hepimizi güldürüyor,  Ömer Esin’e “ulan o kıl Fransızlardan kurtulmuşken nasıl gider de bir Fransızla evlenirsin? Ömrümüz onlarla geçti be!” diye çıkışıp Fransız lisesi anılarından devşirdiği matematik hocası taklidiyle Esin’in eşi arasında müstehcen paralellikler kurmaya soyunuyor,  ve hepsi bir olup bir anda birbirine “niye görüşmüyoruz biz abi?” sorularıyla düğümleniyordu. Kartvizit alışverişini öneren ise, her zamanki gibi iğnelerini şakalarının içine yediren ve onlardan bir kara espri anlayışı devşiren Aysel olmuştu. Kartviziti olmayanlar eski günlere üzücü ve inandırıcılığını yitirmiş göndermeler yaparak diğerleriyle dalga geçiyorlardı “Hah, bir bu eksikti, bir de kartvizitiniz de mi var?” Anons duyuldu ve içeri girdik. İmzalar atıldı, nikah memuru söylevini verdi ve devlet dairelerinin o acıklı soğukluğu ve insansızlığına uygun bir biçimde, hiç yokmuş gibi, hiç orada olmamış gibi, salonu yeniden eldeğmemişliğine bırakıp onbeş dakika içinde dağıldık.
“Hemmen kuyruğa girelim! Salağın burada olduğumuzdan haberi yok!” – “Ne? O bizi davet etmedi mi?” –“Yok, ne gezer? Ben Ömer’den öğrendim, demiş ki acil evleniyorum, gördüklerine haber ver, Ömer aradı beni”
Gelin ve damatı,  onların anne-babalarını tebrik etmek için birdenbire oluşuveren  kuyruğa girdik. O esnada Esin sevgiyle Metin’e bakıyor, “Metin yaa!” diyordu. Metin yakasına takılan kırmızı kurdeleli altınların arasında kaybolmuştu. Metin gerçekten kaybolmuştu, Metin’i yok ediyorlardı, birinin bu gidişata bir dur demesi gerekti. Metin’i yanındaki güzel, içten gülüşlü ve sevgi dolu bakışlı kız yok etmiyordu, Metin yok oluyordu yalnızca, niye, anlamamıştım. Sona homurdanıyor, Ömer “Abi, bilseydik biz de kırmızı kurdeleli bir altın alırdık Metin’ime! Üstünde orak-çekiçle” diyerek kahkahalarla kendinden geçiyor, Esin uzaktan destek olmak isteyen duygulu gözleriyle dostça Metin’e bakıyor, ben de dikmiş gözümü, bizi kuyruktakilerin arasından seçeceği anı bekliyordum heyecanla. Bir anda gördü. Önce inanamadı. Sonra sevinçle çığlık atan çizgi-film kahramanları gibi ağzını kocaman açıp, dilini dışarı sarkıttı. Sona hemen “Kızı sevmedim” diye bildirdi. Ben ona “sen kızı değil, durumu sevmedin. Kız içten gülüyor” dedim. Sona “içten gülse de sevmedim” dedi. Esin çıkıştı “Ne bekliyordunuz? Hepimiz evleniyoruz, değil mi?” Sona ona da ters ters baktı ve “evet, öyle yapıyoruz” dedi. Esin gergince sustu. “Ona yapacağımı bilirim” dedim içimden, “Buna hakkı yoktu. Altınları niye taktırıyorsun Metin?” Altınlara ve onlara bağlı kırmızı kurdelelere fena halde kafamı takmıştım. Altınlar çoğalıp Metin’in göğsünü ve boynunu kuşattıkça, ben onun boğazlandığını düşünmeye başlamıştım. Üçüncü yolu seçen birine bunu yapmaya kimsenin hakkı yoktu!
Sıra geldi ve istediğimi yaptım. Kulağına eğildim sarılırken ve “Sen hani Küba’ya gidecektin?” dedim. O ise gözlerinin içi mutlulukla parlayarak “fikir değiştirdim!” dedi.
Dışarı çıktık. Esin “ne dedi?” dedi bana. “Fikir değiştirmiş” dedim gülümseyerek. Sona “Ee? Şimdi ne yapıyoruz?” dedi konuşmayı kesip-atan bir ifadeyle, kızgın. Ömer yanımıza gelmiş “abi birşeyler yapalım!” diyordu coşkuyla. “Metin fikir değiştirmiş, dedi Esin, ben başımla onayladım. Ömer “değiştirmiş tabii! Hadi abi, yemeğe gidelim! Birşeyler içeriz!” dedi.
Kadıköy’ün sahiline dizili eski meyhanelere doğru yollandık. Sonra yolda dağıldık. Birşeyler oldu, vazgeçildi, Ömer’in bütün ısrarları havaya çöken isteksiz bir hayal kırıklığı içinde susturuldu. Görüşme sözü verdik birbirimize. Sonra ayrıldık.
Yolda dalgın dalgın yolumuza devam ederken, ben, Esin ve Sona, “Haydi bana gelin” dedi Sona, “Güneş batıyordur şimdi, onu izler, şey içeriz” dedi.  “Kanyak mı?” dedim.  Bana ters ters “Evde şarap var” dedi. Güneş batıyordu eve geldiğimizde. “Görüşürüz, değil mi insanlarla?” dedim. İkisi birden “Görüşürüz tabii” dediler. Sonra sessizleştik. “Aslında Metin mutluydu” dedi Esin. “İyi oldu, iyi, kız da sevgi dolu görünüyor” dedim. Cevap gelmedi. Sessizlik dayanılmazdı. “Şarabın ardından bakınca hala güzel görünüyor güneş batışı, bakın” dedim. Cevap gelmedi. Sessizlik uzun süreceğe benziyordu. “Siz ne zaman evleniyorsunuz?” diye sordu sonunda bana Esin güneşe bakarak. “Ne evliliği, yine kavga ettik” dedim. Sonra sustuk.
0 notes
dryektauzunoglu-blog · 5 years ago
Text
Rehine — 5
Tumblr media
Öyle görünüyor ki bu kurum insanın varoluşuyla birlikte doğan ve günümüze kadar da varlığını koruyan bir kurum. Ne ilahi ne de insani yasalar bu kurumu insan yaşamından azledemedi.
Medeniyetimizin gelişimi ile birlikte bir miktar “ilerleme” olmuş gibiydi. Yaşadığımız bu devirde “rehine” ve “rehinelik” kurumu insanoğlunun oluşturduğu yasalarca bir suç teşkil eder, rehine alan kişi bir insansa. Ama ya rehineyi alan, devlet gibi tüzel bir kişiliğe sahipse?.. Kâğıt üzerindeki uluslararası yasalara göre o devlet kölecilik suçunu işleyen devlet kategorisine alınır ve uluslararası insani yasalara göre o devlete karşı uluslararası yaptırımlar devreye girer.
Erdoğan’ın günümüz Türkiye’sinde ise Osmanlılardan miras kalan ve uzun yıllar gizemli kasalarda saklanan bu miras şimdi Ulu Sultan’ın kasasından çıkarılıp ecdatlarına böyle bir veraset bıraktıkları için şükranlarını secdede sunarak kâfirlere karşı hayata geçirildi. Önce Avrupalı gazetecileri, akabinde de Amerikalı bir büyük kâfir olan Pastor Andrew Brunson‘yı rehine aldı .Sultan Avrupalılara üstün yetenekleriyle t��m koşullarını kabul ettirdikten sonra rehinelerini salıverdi. Ülkelerine döndüklerinde ağızlarını açmamaları Sultan’ın şartlarından biriydi ve Avrupalı ​​siyasiler tüm uluslararası yasaları ve de etiği hiçe sayarak ülkelerinin sermayesinin menfaatine Sultan’a boyun eğen oldular.
Sultan bir haftadır çıkmazda, çünkü kâfir Amerikalılar hâlâ boyun eğip sunduğu şartları yerine getirmediler. “Alışmış kudurmuştan beterdir” derler ya Sultan’ın içinde bulunduğu sendrom da işte böyle bir ruh hali.
Böylece bu Rehinelik kurumu 21.yüzyıl dünyasının en güçlü ülkesine karşı da başarıyla uygulanabilirliğinden, hala bu kurumun işler durumda olmasından hayâsız-sapıkça bir zevk alan Erdoğan bu kurumun meşruiyetine inanmış da oldu.
Bu sapıklık izleri taşıyan özgüvenle, Amerikalı Evangelist papazı da zindanlarda iki yıl boyunca tutan oldu.
Hâlbuki eşi ile Türkiye’de 23 yıldır yaşamış, çalışmış bir din adamıydı Andrew Brunson. O da Bakur’un herhangi bir kentinde değil, kozmopolit yapısıyla tanınan Smyrna’da -Türkçe adıyla İzmir’de- yani antik bir Yunan kentinde ve buna rağmen “PKK’ye yardım ve yataklık” etiketiyle rehineliğe alınan kişi oldu. Pastor A. Brunson’un iki yıl insanlık dışı şartlarda rehine olarak tutulması, her şeyden önce şimdiye kadar Sultan’ın insanlık dışı uygulamalarını görmezden gelip, sermayenin çıkarları için insani temel hak ve özgürlükleri, uluslararası yasaları hiçe sayarak Erdoğan’la Erdoğan’ın oyununu oynayan transatlantik medeniyetinin sefaletidir. Ta ki geçtiğimiz haftaya kadar hiçbir etikte yeri olmayan bu oyun Erdoğan’la oynandı. ABD insan etiğini, uluslararası legal yasaları hiçe sayarak Erdoğan’la rehine alışverişini ve bunun koşullarını konuşmak için 11–12 Temmuz’da Brüksel’deki NATO toplantısında masaya oturdu. Trump ve danışmanları bu oyunu kabul ederken Türkler ve Turkotatarlardaki etik anlayışın, feodalizmden geçmiş halklardaki etik anlayışla hiçbir yakınlığının olmadığını da görmemiş oldular. Transatlantikliler, göçebe halkların sahip oldukları “etik” anlayışın ya da feodaliteden geçen halklarca “anti etik” diye algılanan olgunun hep görmezden gelen, anlamamak için dayatan tarafı oldular.
11 –12 Temmuz’da Trump’un Pastor Brunson üzerine Erdoğan’la yaptığı pazarlıkta, Erdoğan İsrail’de teröre destekten gözaltına alınmış Türk vatandaşı Ebru Özkan’ın İsrail makamlarınca serbest bırakılmasını şart koşan “demokratik bir ülkenin” cumhurbaşkanı…
Trump, Erdoğan’ın şartını kabul eder, akabinde İsrail Başbakanı Netanyahu’yu arayarak Ebru Özkan’ın serbest bırakılıp Türkiye’ye iadesini sağlar. Ya Erdoğan’ın verdiği vaat? Ne vaadi… O Turkotatar “ahlak-etik” anlayışına göre hareket edendir, bunu Trump anlamamışsa Erdoğan’ın suçu nedir?
Erdoğan’ın “ahlak” diye algıladığı, hiçbir etikte var olmayan kurumun anlayışına göre, o da sözünü yerine getirmiştir ve Pastor’u serbest bıraktırmıştır, ama “Amerika’ya göndereceğim” dememiştir ki! Pastor Andrew Brunson şükretsin ki hakkında istenilen 30 yılı aşkın cezaya çarptırılmadı da “sadece” elektronik bilezikli ev hapsine gönderildi… Erdoğan’ı Amerika ve Avrupalıların anlamamakta, tanımamakta, görmemekte direttikleri onu O yapan “anti-etik” diye transatlantik medeniyetinde algılanan yüzü nihayet ortaya serpilmiş ve 2 yıldır Amerika ile yol ayrımı görüşçülerinin ne kadar haklı olduklarını kanıtlayarak Erdoğan Türkiye’siyle ayrılma -boşanma kararı nihayete ermiştir.
Pastor Brunson, tüm dünya ve Protestan Kilisesi’nin tüm gayret ve baskılarına rağmen ev hapsinde kalır!
Biz sıradan vatandaşlar, olayların sadece bir kısmını ancak tesadüfen öğrenme şansına sahip olmuşuzdur ve demokratik, hukukun üstün olduğu bir medeniyette yaşayan biz sıradan vatandaşlara hep böyle söylenmiş, anlatılmıştır. Ama gerçek şudur ki transatlantik medeniyetinin seçilmiş siyasileri tüm ahlak, yasa ve insanı insan yapan etiğini çiğneyerek yıllardır Erdoğan’la hayvan pazarlar gibi rehine tutulan insanlarını ağır ödüller vererek satın almaya çalışmışlardır. Ancak artık hiç değilse Amerika açısından oyun bitmiş gibi görünüyor, arkasında derin izler bırakarak, nihayet Erdoğan’ın anladığı lisanla ona hitap ederek.
Olayın ahlaki yönü dışında bir de hukuki olan trajik boyutu var. Tüm bunlara rağmen transatlantik medeniyeti, hala demokratik sistemin üçüncü sütununun adalet olduğunu bilmelerini kendi vatandaşlarından bekleyebilirler mi? Bir NATO üyesi olan devletin yargıçları, diğer bir NATO üyesi olan ülkenin yurttaşlarını hukuk dışı Orta Çağ yöntemleriyle rehin tuttuklarını nasıl anlatacaklar?
NATO ülkesi yurttaşlarının kaderleri hakkında yargıçlar değil de siyasiler nasıl karar verebilirler ve hangi hukuka dayanarak?
Vatandaşın yaşamı mal mıdır ki pazarlık konusu olsun? Tüm bunları Afrika’nın herhangi geri kalmış diktatörlükle yöneltilen ülkesinde değil, NATO’nun merkezi Brüksel’de ve NATO’nun merkezindeki pazarlık masalarında yaşandığını tesadüfen öğreniyorsak bizden demokrasiye artık inanmamız nasıl istenilebilir?
Demokratik sistemin üçüncü sütununu yargı teşkil etmiyor mu? Transatlantik medeniyetinin siyasileri bu demokrasinin kutsal üçüncü sütununu nasıl hiçe sayabilirler? Hangi bilinmeyen-tanınmayan, kitaplarda yeri olmayan yüce değer adına?
Avrupa’dan farklı olarak acaba hiç değilse Washington’dakiler uyanıp, kendilerine gelip ne halt işlediklerinin vahametini anladılar diye umutlanmak geliyor. Bu umudun sürekliliği dileğiyle…
0 notes
donattan-blog · 5 years ago
Text
Beklentileri Karşılayan Bir Film Önerisi: Nocturnal Animals
Bir filmden beklentimiz nedir? Beklentimiz, filmi izlerken eğlenceli vakit geçirmek olabilir. Ağlamak, gülmek, korkmak, gerilmek, üzülmek ya da filmin bize yaşattığı diğer duygular hoş gelir. Filmden alınan tat herkes için farklıdır ve kişilerin almak istediği duygular değişiklik gösterir. Tabi film; yönetmeni, oyuncuları, konusu, anlattığı olaylar ve türü için de tercih edilir. Her film istediğimiz eğlenceyi bize vermeyebilir daha da kötüsü film bizim için zaman kaybı olabilir. İzlenilen filmin zaman kaybı olmaması için herkesin filmden beklentileri vardır. Eğer film bu beklentileri karşılıyorsa o filmi sevebiliriz. Benim filmlerden beklentim: filmin bende bıraktığı kalıntıların, yansıttığı duyguları yaşatmasıdır. Beni film etkiliyor, düşündürüyor ve sonrasında bir nebze olsun değiştiriyorsa film beklentilerimi karşılamış olur.
Bu yazımda beklentilerimi karşılamış olan bir filmi sizlere yorumlayacağım. Bu filmin sizin beklentinizi de karşılayacağını düşünüyorum.
Auistin Wright'ın "Tony and Susan" kitabından uyarlama olan yapımcılığını, yönetmenliğini ve senaristliğini moda tasarımcısı Tom Ford'un yaptığı bu film: Nocturnal Animals. Tom Ford'un ikinci filmi olan bu film, Aralık 2016'da vizyona girdi. Birçok ödüle aday gösterildi ve bazılarını kazandı. Neo-noir ve psikolojik gerilim türü olan bu film,eleştirmenler tarafından güzel notlar almayı başardı. Filmin müziklerini, daha önceki filmlerinde olduğu gibi notalarıyla duygulara dokunduran Abel Korzeniowski üstlendi. Görüntü yönetmenliğini, filmde de hissedeceğiniz gibi oldukça tecrübeli Seamus McGarvey yaptı. Filmin oyuncularını söylemeden geçmeyeceğim tabii ki; Amy Adams, Jake Gyllenhall ve Michael Shannon gibi birbirinden harika isimler kameranın karşısındaydı.
Filmde Tom Ford'un modacılığını sonuna kadar hissedebilirsiniz. Modadan sinemaya geçişin çok kolay olmadığının söylenmesi mümkündür. Fakat filmde bir modacının mükemmellik arayışının sonuçsuz kalmayacağını göreceksiniz. Eğer modacıların yaptığı filmler hep böyle olacaksa buyursunlar kameranın arkasına!Tabii müzikler ve sinematografi de harika bir şekilde yapılmış. Hikaye filme muhteşem bir şekilde üç farklı kurguyla yerleştirilmiş. Filmin retrospektif ilerleyişi gayet başarılı. Filmde neredeyse her sahne bir tablo. Zaman zaman filmi durdurarak sadece ekrana baktım. Karakter ve arka planın kullanılışı gerçekten etkileyici!
Jake Gyllenhall'ın oyunculuğundan her zaman etkilenmişimdir. Filmde de karakterin hakkını sonuna kadar vermiş. Edward karakteriyle filmde yerini almış ayrıca filmde geçen kitabın hikayesinde Tony'yi de canlandırıyor. Bize karakterin tüm duygularını içtenlikle aktardığını söyleyebilirim. Çaresizliğini ve acısını yüreğimiz burkularak izliyoruz. Filmimizde Amy Adams, Susan karakterine hayat veriyor. O sene Arrival filmiyle de karşımıza çıkmıştı. Bir senede böylesine başarılı iki filmde oynayıp hakkını vermek her oyuncuya nasip olmaz. Susan karakterinin kendi içinde yaşadığı iç çatışmayı güzel bir şekilde verse de zaman zaman fazla mı durağan oynuyor diye sorgulayabiliriz. Yardımcı karakterlere değinmezsek ayıp olur! Gerek Michael Shannon gerekse Aaron Taylor-Johnson filmde olmasalar film bu kadar güzel olur muydu bilemiyorum. İkisinin de ana oyunculardan çok daha iyi performans gösterdiklerini düşünüyorum.  
Şimdi filmin içeriği hakkında spoiler vermeden bilgi vermeyi amaçlıyorum. Öncelikle filmimiz üç farklı kurgu ile ilerliyor. Bir filmde üç farklı film izlediğimizi düşünebiliriz. Gerçek dünya, gerçek dünyanın geçmişi ve filmdeki romanın hikayesi ayrı ayrı kurgulanarak, harmanlanmış. Filmde meydana gelen bir olayın sonucu, geçmişine bakılarak ilerliyor. Filmde renkler çok keskin bir şekilde kullanılmış. Kırmızı renklerin ağırlığını hissedebiliyorsunuz. Rengin bu kadar ağır basması da zaman zaman sizi boğabiliyor. Filmin roman anlatımı dışındaki hikayesinde donuk ifadeler geniş yer kaplıyor. Susan'ın yaşadıklarının ve ruh halinin yansıtılması için tercih edilen ifadeler daha  nasıl etkileyici olabilirdi bilemiyorum. Ayrıca sahne geçişlerinde yönetmen izleyicinin zekasına ve dikkatine oldukça güvenmiş. Çok keskin geçişler ilk başlarda göze batsa da zamanla alışıyorsunuz.
Yönetmen filmin psikolojisini verebilmek için elindeki tüm kaynakları kullanmış. Müzikler ve kullanılan sahneler daha ilk sahneden sizi germeye yetiyor. Çöl, yol, karanlık, dekor ve kıyafetler hikayeyi çok iyi şekilde yansıtmış. Ayrıca kostüm seçimlerinden de Tom Ford'un farkını anlayacaksınız.
Acı insanda nasıl yaralar bırakır? Acının bıraktığı izleri nasıl gösteririz? Filmimizde bir yazarın geçmişinde yaşadığı büyük aşk acısını, kitabında tamamen farklı bir hikaye ile yansıttığını görüyoruz. Bu romanını da yıllar sonra eski eşi Susan'a gönderiyor. Yaşadıklarını en güçlü yönüyle yani kalemiyle kendi gözünden tamamen farklı bir şekilde romanına aktarmış. Susan'ın ise kitabı okumaya başlaması ve hikayeyi anlayınca oluşan iç hesaplaşmasını görüyoruz. Zaten şimdiki hayatı da yolunda değil.
Spoiler vermek istemediğim için konuya bu kısımda daha fazla girmek istemiyorum. Filmi izlemeye başladığınız an muhteşem açılışı ve müziğiyle filme kendinizi kaptıracağınızı ve sonrasında ister istemez filmin etkisiyle gerileceğinizi biliyorum. Film sizi gerçekten çarpacak! Basit bir intikam filmi izleyeceğinizi kesinlikle düşünmeyin. İntikam, sizin rahatlamanız mı yoksa karşı tarafa verdiğiniz acı mıdır?
Yazının kalan kısmında konuya biraz daha değinerek bolca SPOİLER vereceğimi üzülerek söylemek istiyorum. Bu nedenle sevgili okur, yazının kalan kısmını filmi izledikten sonra okumakta fayda var!
Açılış sahnesiyle başlamak istiyorum. Bu nasıl bir başlangıç, beni direkt filme bağladı. Bu sahne insanın güzellik algısını tamamen yıkmaya yönelik. Edward'ın gönderdiği paket daha açılırken Susan'ın elini kanatıyor, bu kitap Susan'a daha çok acı verecek. Gönderdiği notta da "Sonunda, yürekten yazmam içinbana ilham kaynağı bırakarak terk ettin." yazıyor .Bir yazar böylesine bir acıdan daha güzel bir ilham kaynağı bulabilir mi? Edward ilişkilerini ve acısını kalemiyle tamamen farklı bir hikaye ile yazmıştı. Susan'ın kitabı okuya başlamasıyla film ikinci hikayeye bölünüyor ve burada da romanın hikayesini izlemeye başlıyoruz. Susan en büyük ilham kaynağını vermişti:Edward'ın doğmamış çocuğunu ve mutlu hayatını alıp, terk edip gitmişti. Edward kitabını, geçmişin nefes almaya devam etmesini istediği için yazmıştı. "Söylenen sözler eninde sonunda yitip gider ama kağıda dökersem sonsuza dek yaşarlar."
Susan'ın hayatı yolunda değil. Halbuki mutlu bir gelecek için aşkı terk etmişti. Hayatta annesine benzetilmekten nefret etse de tam olarak annesinin isteyebileceği bir şey yaptı. Edward'ın sevdiği noktalarını eleştirip tam olarak annesi gibi onu güçsüz gördü.
Kitabın hikayesi başta anlaşılmasa da film ilerledikçe Edward ile Susan'ın ilişkisini anlattığını anlayabiliyorsunuz. Babanın elinden eşi ve çocuğu zorla kaçırıldı ve Tony güçsüzlüğünden dolayı hiçbir şey yapamadı. Evet, aslında onları kurtarmak istiyordu ama aynı gerçekte olduğu gibi elinden bir şey gelmedi. Zorba insanlardan Ray, aslında Susan'dı. Mutluluğu mahvetti. Edward'dan eşini ve daha doğmamış çocuğunu almıştı. Sonrasında da Ray hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam etti. Susan'ın 19 yıl boyunca hayatına devam ettiği gibi. Tony gibi Edward da zayıflığından dolayı ailesini koruyamadı. Gerçekte Edward sevdiği kadını kadının aldattığı kişiye kaptırmıştı.
Filmde bir süre sonra Susan ve Edward'ın geçmişine dönüyoruz. Üçüncü hikaye filmde anlatılmaya başladığı zaman Edward'ın romanı daha da anlaşılır oluyor. Geçmişlerini öğreniyoruz.
İntikam motifi, filmde Susan'ın "revenge" yazılı tabloya takılı kalmasıyla gösteriliyordu. Kitap bir intikamdı. Edward'ın romanın adı gece hayvanıydı ve bu ismi Edward Susan'a söylüyordu. Ayrıca kitabı Susan'a hitap ederek başlıyordu. Onun Edward'a yaptıklarını Edward'ın gözünden görmesi gerekiyordu. Polis memuru Bobby , Edward'ın egosunu gösteriyor, adaleti arıyordu ama bulmak için onun da elinden bir şey gelmedi; en sonunda can yakmayı tercih etti.
Susan annesine benzetilmeyi sevmese de sonrasında ona benzemişti. Edward ısrarla annesine benzediğini söylemişti. "İkinizinde gözlerinde aynı hüzün var." Peki kitapta? Ray'in son sözleri şu şekildeydi: “Beni bir şeyi yapmakla suçlarsan bunu hakaret kabul ederim ve bu bana o şeyi yapma hakkı tanır.”
Filmin sonu Susan'ın Edward'ı restoranda uzunca süre beklemesiyle bitiyordu. Edward gelmeyecekti çünkü onu affetmemişti. Zaten kitapta da Ray ölmemiş miydi? Susan bunu bilmesine rağmen tüm umuduyla bekledi. Belki romanın sonunda Tony'nin kendisini vurması hala Susan'a aşık olsada onu affedememesini gösteriyordu.
Sevgili okur, ben kendimce düşündüklerimi yazıma aktardım. Nocturnal Animals filmini ben oldukça sevdim, umarım hem filmi hem de yazımı sizde beğenmişsinizdir.
0 notes
icteolan · 8 years ago
Text
Şiddetsiz İletişim  ~  Marshall B. Rosenberg  📖
youtube
Bu duyguyu siz de bilirsiniz işte 🙈 
Çoğu zaman kendinizi karşınızdaki insana hiç ifade edemediğinizi mi düşünüyorsunuz, ya da iletişim kurduğunuzu sanırken aslında maskenizi indiremediğinizi mi fark ediyorsunuz veya konuşmak yerine varsayımlar yapmaya mı başladınız? 
Yıllar ilerledikçe gerek iş yaşamında gerek özel hayatta iletişim becerisinin, sahip olduğunuz diğer tüm becerilerden daha önemli olduğunu düşünmeye başladım. Bazen çok çalışan gerçekten gayretli insanlar görüyorum. Fakat iletişim becerilerinin eksikliği nedeniyle ya yeterince tanınamıyorlar ya da yaptıklarını anlatamıyorlar. Tartışmalar sırasında haklıyken haksız duruma düşebiliyorlar.  Bazense bir iş için çok uygun görünmeyen bir insanın iletişim becerisindeki ustalığı sebebi ile beklenenden çok daha iyi iş çıkardığına şahit oluyorum.
Büyük bir kesim iletişim becerilerine çok da önem vermediği ve bunun öğrenilebilir bir şey olduğuna inanmadığı için bakıyorsunuz adam senelerce okumuş, duvarlara diplomaları, sertifikaları dizmiş ama iş yerindeki çatışmaları çözemiyor. Ya da bir firmada üst düzey yönetici ama ne çalışanlarına ne de kendi üst amirlerine bir meseleyi etkin şekilde anlatamıyor ve homurdanıp duruyor. Benzer şekilde öğretmenler öğrencileriyle iletişim kuramadıkları için çocuklar bir türlü dersleri sevemiyor. Aile içi kavgalar gürültüler hep bu iletişim hatalarından ortaya çıkıyor. Sonuçta ortaya kimsenin kimseyi anlamadığı, herkesin anlaşılmayı beklediği, aynı görüşe sahip olmayanın tutunamadığı koca bir kaos profili çıkıyor.
 Çok dallanıp budaklanmadan kendi konuma döneyim: 
Konumuz Şiddetsiz İletişim
Tumblr media
Marshall B. Rosenberg tarafından kaleme alınan ‘Şiddetsiz İletişim’ kitabı tavsiye üzerine aldığım bir kitaptı. Tavsiye eden arkadaşım o kadar sevmiş ki kitabı benim de kitaplığımda mutlaka olmalıymış 😊
Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Bu kitabı daha önceki yıllarda okumuş olmayı isterdim.  Kapağında kitap adının hemen altında “Bir Yaşam Dili” alt başlığını içeren, yazarın adının yanında PH. D. unvanının iliştirildiği “kendi kendine yardım” kitabı izlenimi uyandırsa da bence çok iyi bir iletişim eğitimi el kitabı. Kitabın daha başlangıcında beni çok da sarmayan şiirler vardı. Neyse bu başlangıçtaki çok da etkileyici olmayan şiirlere rağmen okumaya devam ettim. İyi ki de etmişim. Rosenberg oldukça basit bir iletişim teorisini inanılmaz derecede pratik bir biçimde ortaya koymayı başarmış. Günlük hayatta kullandığımız dilin kullanımında yaptığımız hataların yalnızca sosyal çevremizle uyum içinde etkileşim kurmamıza yansıyan olumsuz etkilerini değil, aynı zamanda istediğimiz sonuçları elde etmemizi nasıl da engellediğini görmemi sağladı.
 Özellikle ilişkilerinizde bir şeylerin yanlış gittiğini düşündüğünüz anlarda veya gereksiz tepkiler vermeye başladığınızı fark ettiğinizde frene basmak için yol gösterici olabilecek ayarda bir kitap. Ayrıca Rosenberg’in geliştirdiği ve kitapta anlattığı şiddetsiz iletişim metodu üzerinde pratik yaptıkça günlük konuşmalarımız içinde kullandığımız şiddet içerikli ifadeleri kendiniz yakalar oluyorsunuz.
Kitaptan kendime bir post ile özetlenemeyecek kadar not aldım; ama herkes elbette  kendine özgü bir şeyler bulacaktır. Bana çok önemli gelen noktalar, bir başkası için zaten bilinenler olabilir. Veya tam tersi. O yüzden genel olarak şiddetsiz iletişim metodundan ve yazarın önemli bulduğum birkaç tespitinden bahsedeceğim sadece.
Tumblr media
Şiddetsiz İletişim anne-babaların, öğrencilerin, öğretmenlerin, işverenlerin, çalışanların, çiftlerin kısacası herkesin öğrenebileceği ve günlük hayatında etkin olarak kullanabileceği bir dil. Sanırım yazarın “bir yaşam dili” alt başlığını kullanması da bu kadar geniş bir kitleye hitap etmesinden dolayı yersiz değil. Aslında benim bu tür bir kitabı tercih etmekteki gayem de hem aile içinde hem de iş ortamındaki iletişimimi iyileştirmek istememdi. Öğrendiklerimi uygulamaya kitabı daha bitirmeden başladım. Çünkü bölüm bölüm ilerleyen kitabın dili akıcı, öneriler hayatın içinden ve akılda kalıcıydı. Bölümler sonunda alıştırmalar içermesi, kısa özetler ile örnek vakalar ile konunun somutlaştırılması hoşuma gitti. Okudukça hem kendimi ifade etme hem de başkalarını dinleme biçimimi yeniden şekillendirme konusunda rehber olarak kullanmak zor olmadı. Kitabın farkına varmamızı istediği şey, verdiğimiz şiddetli tepkilerin ardında ihtiyaçlarımızın gizli olduğu gerçeğini kavramak. Duygularımızı ve ihtiyaçlarımızı tüm samimiyetimizle ifade etmenin ve karşımızdaki kişiyi yargılamadan ve sorgulamadan dinlemenin önemi ve bunun yöntemleri anlatılıyor özetle
Aslında burada bahsedilen şiddetin ne olduğunu iyi bilmezsek Şiddetsiz İletişim dilini kullanıp fayda sağlayamayız. Çoğu zaman şiddet barındıran biri olmadığımız düşüncesindeyiz. Çünkü bizim için şiddet kavga, dövüş, cinayet, dayak, savaş demek ve bunlar da bizim gibi normal insanların genelde yapmadıkları şeyler. Halbuki işin aslı hiç de öyle düşündüğümüz gibi değil. Pek çoğumuz şiddet doluyuz. Bu kimi zaman dilimizin ucundaki imalı sözcüklerde, kimi zaman bakışlarımızda, kimi zaman asık suratımızda.. İşte buna pasif şiddet deniyor. Araştırmalar gösteriyor ki fiziksel şiddetin ateşini körükleyen şey bu pasif şiddet. Biraz tersten bakarsak, iletişim kurma, kendini ifade etme zorluğu çeken kişilerin bu zorluğu saldırgan tavırlarla aşmaya çalışmaları, aslında ne büyük bir çaresizliğin ifadesidir! 
Bizler,
Yargılama yaptığımız her an,
Karşılaştırma yaptığımız zaman,
Küçümsediğimiz zaman,
Haklı çıkmaya çalıştığımız an,
Duygularımızın sorumluluğunu almadığımız zaman,
Zorladığımız zaman,
Sıfat taktığımız zaman,
Dinlemediğimiz zaman,
Genellemeler yaptığımız zaman
Ve düşünmeden konuştuğumuz, içimizdeki şefkati hissetmediğimiz, empati kurmaya çalışmadığımız her an 
Şiddetli İletişim kuruyoruz demektir.
 Bu arada pasif şiddeti belki de en çok kendimize uyguluyoruz. Kendimize şefkatten uzak olduğumuz oranda çevremize de şefkatsiz olmamız tesadüf değil. Bu hal, bilincimizle fark etmesek dahi ruhta da bedende de huzursuzluğa yol açıyor.
Psikolog Marshall B. Rosenberg’in geliştirdiği bir iletişim tekniği olan Şiddetsiz İletişim, bize otomatik tepkiler haline gelmiş iletişim alışkanlıklarımızı kenara koyup bilinçli ve şefkatli bir dil kullanmayı öneriyor. 
Eleştiri yapmadan karşımızdakini empatiyle dinlemenin, gerçek duygu ve ihtiyaçlarımızı fark ederek kendimizi kimseyi eleştirmeden dürüstlükle tam ifade etmenin mümkün olduğunu gösteriyor. 
Ama şu var şiddetsiz iletişim elbette sadece bir dil ya da sözcük seçiminde uygulanacak bir dizi teknik değil. Şiddetsiz iletişimin kapsadığı bilinç ve niyet aynı zamanda sessizce, tüm varlığınızla orada olarak ya da yüz ifadesi ve beden diliyle de desteklenmelidir. Çünkü Şiddetsiz İletişimin özü şefkat ve gönülden vermektir.
 Peki Şiddetsiz İletişim Nasıl Kurulur? 
Farklı etnik gruplarla, sınıflarla, şirketlerle, nevrozlu hastalarla çalışmış Rosenberg'in şiddetsiz iletişim sürecine dair 4 adımlı bir planı var:
Gözlem
Duygu
İhtiyaçlar
İstek/rica 
Mesela hoşumuza gitmeyen bir durum karşısında yapmamız gereken ilk şey işin içine herhangi bir yargılama veya değerlendirme katmadan gözlemimizi dile getirmektir.
Sonraki adım bu eylemi gözlemlediğimizde ne hissettiğimizi yani duygumuzu ifade etmektir. Mesela incindik mi, korktuk mu, üzüldük mü, sevindik mi, rahatsız mı olduk gibi.
Üçüncü olarak ise tanımladığımız bu duygular ile bağlantılı olan ihtiyaçlarımızı dile getirmektir --açıkça ve dürüstçe.
Dördüncü ve son olarak da açık ve net bir şekilde isteğimizi / ricamızı yerine getirmeliyiz.
Bu metoda örneği kendimden verecek olursam: Bizim evde çok sık yaşanan vakalardan birisi . Oğlumun etrafa dağılmış kıyafetler, oyuncaklar, boyalar ve bunların yarattığı dağınıklık karşısında benim yaşadığım rahatsızlık hissini şiddetsiz iletişim sürecine uygun olarak cümleye dökersem şöyle bir şey ortaya çıkması lazım: “Oğlum, salonda koltukların altında çoraplarını, sehpanın üzerinde  boya kalemlerini dağılmış bir vaziyette görünce rahatsız oluyorum çünkü ortak kullandığımız alanlarda daha çok düzene ihtiyacım var. Çoraplarını kirli sepetine oyuncak ve boya kalemlerini de kendi odana götürsen olur mu?” gibi. Görüldüğü gibi bu cümle içerisinde gözlem/duygu/ihtiyaç/istek 4 ü bir arada.
 Tüm bunları bilmiyor değiliz aslında; hepimiz “bir şekilde” gözlem yapıyor, duygularımızı açıklıyor, ricalarımızı da isteklerimizi de dile getiriyoruz. Ama işte bunları “bir şekilde” yapıyoruz. Farkı yaratan ise bu “bir şekilde”den bir nebze olsun sıyrılıp Şiddetsiz İletişim şeklini kullanmak oluyor. Farkı yaratan, içimizdeki şefkati açığa çıkarmak oluyor.
Kitap bu 4 adımı etraflıca incelemiş. Bol bol örneklendirerek insanı kendi duygu ve tepkilerini tartmaya zorluyor.
Sanırım bu metodu uygulamakta bizlerin en zorlandığı kısım duygularımızı olduğu şekliyle eğip bükmeden ifade etme kısmı. Resmen konuşamıyoruz. Yetişkin insanlarız fakat buna rağmen insanlara hakaret etmek, onları eleştirmek için kullandığımız kelimeler ile ilgili dağarcığımız çoğunlukla ruh halimizi net bir şekilde ifade etmek için kullandığımız sözcük dağarcığımızdan daha geniş.
Etrafınıza bakın. Kimse kimseye neler hissettiğini pek sormaz.  Alışılmış bir hal hatır edilir alışılmış cevaplar verilir. Duygular yeterince önemsenmez. Kendimizle bağlantıda olmak yerine, dışa yönelik başkalarına odaklı olmayı tercih ederiz. Zihnimizde hep “akıllı uslu olmayı” ve “Başkaları neyi söylememi neyi yapmamı doğru bulur?” diye kafa yormayı öğrendik. Böylece zamanla duygularımıza yabancılaştık. Erkek adam olduğumuz için korkmamayı, takdir edilmek için istemediğimiz üniversiteleri okumayı kabul ettik. İşte bu nedenlerle gerçek duygularımızı fark etmeyi ve ifade edebilmeyi yavaş yavaş bıraktık. Bu nedenle etrafta anne babası ile veya 20 yıllık eşi ile bile arzu ettikleri duygusal bağı kuramamış pek çok yetişkin insan var.
Bazense duygularımızı ifade ettiğimizi sanırız ama maalesef öyle değildir. Duygu yerine düşüncelerimizi ifade etmiş oluruz. Dili kullanış biçimimizin yarattığı karışıklıklardan birisi “hissediyorum” sözcüğünü kullanırken aslında hislerimizi dile getirmiş olmuyoruz. İronik değil mi?  “Hissediyorum” sözcüğünü “düşünüyorum” ile değiştirmek böyle cümlelerde daha doğru olur. Bu gerçeği fark etmek benim için de şaşırtıcı oldu. Mesela “Bir mühendis olarak kendimi yetersiz hissediyorum” dediğimde burada duygularımı net bir şekilde ifade etmek yerine, bir mühendis olarak yeteneğim hakkında değerlendirme yapıyorum. Ama bunun yerine mesela “Bir mühendis olarak kendimi boşa çabalıyor gibi hissediyorum” demiş olsaydım gerçek duygumu ifade etmiş olabilirdim.
Mesela bir örnek daha verelim.
“Birlikte çalıştığım insanların gözünde önemsiz olduğumu hissediyorum”
Burada “önemsiz” kelimesi gerçek duygularımın yerine, diğerlerinin beni nasıl değerlendirdikleri hakkındaki düşüncemi tarif ediyor. O yüzden böyle bir durumda gerçek duygularımızı anlatmak için “üzülüyorum”   veya “cesaretim kırılıyor” demekte fayda var.
Kitap şunu vurguluyor:  Duygularımızı net ve somut bir şekilde algılamayı ve dile getirmeyi sağlayacak bir sözcük dağarcığı oluşturarak birbirimizle daha kolay bağlantı kurabiliriz. Bu konuda ihtiyaçlarımız karşılandığında ve karşılanmadığında duygularımızı ifade etmek için kullanabileceğimiz kelimelerden oluşan iki liste veriyor:
 📍  İhtiyaçlarımız “karşılandığında” kendimizi nasıl hissederiz?
Barışcıl, canlanmış, cesaretlenmiş, dertsiz, dingin, enerjik, ferah, gayretli, gevşemiş, güçlü, hafif, hayat dolu, hoşnut, huzurlu, ışıltılı, ilgili, istekli, iyimser, katılımcı, keyifli, memnun, mutlu, müteşekkir,  olgun, özgür, rahat, sakin, sıcakkanlı, şefkatli, tazelenmiş, zinde vb.
  📍  İhtiyaçlarımız “karşılanmadığında” kendimizi nasıl hissederiz?
Acı içinde, ağır, aksi, allah bullak, asabi, bezgit, bitkin, bozulmuş, buruk, canı sıkkın, çaresiz, çılgına dönmüş, dalgın, dertli, durgun, endişeli, efkarlı, gergin, gocunmuş, hassas, hevesi kaçmış, huzursuz, hüzünlü, incinmiş, isteksiz, kederli, kırgın, miskin, mutsuz, öfkeli, perişan, pişman, ruhsuz, sıkkın, suçlu, tatsız,tedirgin, umutsuz , uyuşuk,yalnız vb.
gibi. Bu sözcüklerden faydalanarak duygularımızı dile getirerek yaralanabilirliğimizi göstermek anlaşmazlıkları çözmeye yardımcı olabilir. Böylelikle  gerçek duygularımızı dile getirerek, düşünce, yorum ve değerlendirme ifade eden söz ve açıklamalardan ilişkimizi arındırmış oluruz.
Mesele sevgilinizle veya eşinizle yaşadığımız tartışmalarda sarf ettiğimiz cümlelerden biridir “ Senin beni sevmediğini hissediyorum”
Bu cümlede aslında duygu değil düşünce dile getiriliyor. “üzgünüm”, “acı hissediyorum” veya “kederliyim” gibi sözler ile ancak duygumuzu ifade edebilir ve karşı tarafa geçirebiliriz.
📌 Kitapta “Duyguların Kökenindeki İhtiyaçlar” başlığının incelendiği bir bölüm vardı. Bu bölümden bahsetmeden geçemeyeceğim. 
“Tüm anlaşmazlıkların ve şiddetin, karşılanamayan ihtiyaçların yürekler acısı bir ifadesi  olduğunu düşünüyorum.” diyor Marshall B. Rosenberg.
Başkaları hakkındaki yargılarımız, eleştiri, teşhis ve yorumlarımız, özünde ihtiyaçlarımızın yabancılaşmış ifadeleridir. Eğer birisi “Beni hiç anlamıyorsun!” derse, aslında bize anlayış ihtiyacının karşılanmadığını söylemektedir. Eğer bir kadın kocasına “ Bu hafta her gece geç saatlere kadar çalıştın, işini benden çok seviyorsun.” derse , aslında yakınlık ihtiyacının karşılanmadığını dile getirmektedir. Bu ayrıntıyı unutmamak gerekiyor.
Tumblr media
Kitabı severek okudum fakat uygulamada ne kadar başarılı olabileceğimi bilmiyorum. Mevcut hatalı alışkanlıklardan arınmak, okuduklarımı özümsemek zamanla ve bol çaba ile olabilecek bir şey. Ayrıca iletişim halinde olduğumuz insanların iç hislerine ve ihtiyaçlarına bir yolculuk da gerektiriyor.
Şiddetsiz iletişim konusunda bilgilenmek özel ilişkilerde, aile içinde, okul ortamında derin bağlar kurmak ya da iş ortamında veya siyasi arenada etkili ilişkiler kurmak hususunda faydalı olacaktır. Zaman zaman böyle bir kitap okuyup, farklı açılardan bakıp düşünmeye ihtiyaç duyanlara, iletişimin daha iyi bir yolunu deneyimlemek isteyenlere tavsiye edebileceğim bir kitap.
Şefkat tutkunuz olsun; sevgiler.
Damien Rice  🎧  I Don’t Want To Change You
30 notes · View notes
yararsizbiradam · 8 years ago
Text
Bozkırkurdu**
“Sana bugün bir şey söylemek istiyorum, uzun süredir bildiğim bir şey. Sen de çoktandır biliyorsun bunu, ama belki kendi kendine henüz itiraf etmiş değilsin. Sana şimdi kendim hakkında, senin yazgın, bizim yazgımız hakkında bildiklerimi açıklayacağım. Sen, Harry, hep bir sanatçı ve düşünür hayatı yaşadın, için hep sevinçle, inançla dolup taştı, büyük ve ölümsüz şeylerin peşinde koştun hep, sevimli ve küçük şeylerden asla memnunluk duymadın. Ne var ki, yaşam seni uyandırıp kendine yaklaştırdıkça çaresizliğin büyüdü, acıların, korkuların ve umarsızlıkların batağına giderek daha çok saplandın, gırtlağına kadar gömüldün içine, bir zaman güzel ve kutsal bilip baş tacı ettiğin şeyler, insanlara ve bizim yüce misyonumuza beslediğin inanç imdadına koşamadı, hepsi yitirdi değerini, un ufak oldu, inancın soluyacak havadan yoksun kaldı. Havasızlıktan boğulmak ise çok acı bir ölümdür. Yalan mı Harry? Bu senin yazgın, öyle değil mi?”
   -Başımı sallayarak evet dedim, evet, evet.
   "Yaşam konusunda bir fikrin vardı; içinde bir inanç, bir beklenti yaşıyordu; eylemlere, acılara ve özverilere hazırdın. Ama yavaş yavaş anladın ki. dünya hiç de senden eylemlerde ve özverilerde bulunmanı istemiyor; yaşam, kahraman rollerine ve benzeri şeylere yer veren bir kahramanlık destanı değil, insanların yiyip içmeler, kahve yudumlamalar, örgü örmeler, iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evidir. Kim bunun başka türlüsünü ister, kim gönlünde yiğitliği ve güzelliği barındırır, büyük yazarları ya da ermişleri baş tacı ederse, o bir aptaldır, bir Don Kişot'tur. Güzel, ben de aynı durumu yaşadım dostum! Seçkin yeteneklerle donatılmış bir kızdım, yüce bir örneği kendime rehber edinerek yaşamak, kendi kendime yüce istekler yöneltmek, onurlu görevleri yerine getirmek için yaratılmıştım. Büyük bir yazgıyı omuzlayabilir, bir kralın eşi, bir devrimcinin sevgilisi, bir dâhinin kız kardeşi, bir ideal uğrunda ölümü göze alan bir kişinin annesi olabilirdim. Ama yaşam az buçuk beğeni sahibi kibar bir fahişe olmama izin verdi sadece. Bu kadarını bile ele geçirebilmem kolay olmadı! Bütün bunlar başıma geldi işte. Bir süre çaresizliğe kapıldım, olup bitenlerin suçunu uzun süre kendimde aradım. Yaşam ne de olsa her zaman haklıdır diye düşündüm; yaşam düşlerimle alay edip eğlendiyse, o zaman düşlerim salakçaydı demek, haklı yanları yoktu, diye geçirdim içimden. Böyle düşünmem bir işime yaramadı. Gözlerim iyi görüp kulaklarım iyi işittiğinden, biraz da meraklı biri sayıldığımdan, yaşam dedikleri şeyi inceden inceye, adamakıllı gözden geçirdim, bildik tanıdıklarımı, komşularımı, pek çok insanı ve bunların yazgılarını tek tek inceledim; gördüm ki Harry, haklıymış düşlerim, yerden göğe haklıymış, tıpkı seninkiler gibi. Oysa yaşam, gerçeklik, haksızdı. Senin gibi bir insanın yalnızlık, ürkeklik ve umutsuzluk içinde usturaya el atmak zorunda kalması ne kadar doğruysa, benim gibi bir kadının bir para babasının yanında sekreterlik yapıp zavallılık ve anlamsızlık içinde yaşlanmaktan, böyle para babası biriyle parasının hatırı için evlenmekten ya da bir çeşit fahişe olup çıkmaktan başka seçenek bulamayışı o kadar doğruydu. Benim içine düştüğüm sefalet belki daha çok maddi ve ahlakî, seninki ise daha çok manevî idi, ama ikisi de aynı kapıya çıkıyordu. Sanıyor musun, senin fokstrottan korkmam, barlardan ve dans salonlarından tiksinmeni, caz müziğine ve “bütün o ıvır zıvıra karşı direnmeni anlamayacak biriyim? Hem de çok iyi anlıyorum hepsini, senin politikadan nefret etmeni de anlıyorum, parti ve basın mensuplarının boşboğazlıklarından ve sorumsuz davranışlarından üzüntü duymam da, hem geçmiş, hem gelecekteki savaşa ilişkin umarsızlığını da, günümüzde düşünme, okuma, inşaat, mimari, eğlence, müzik ve eğitimde izlenen yol konusundaki karamsarlığını da! Haklısın Bozkırkurdu, yerden göğe haklısın, öyleyken yok olup gitmekten başka bir şey gelmiyor elinden. Bugünün pek az şeyle yetinen basit ve rahat dünyası için fazla iddialı ve açsın, seni kendi içinden tükürüp atıyor bu dünya, onun boyutlarının dışına taşıyorsun.
Günümüzde yaşamak ve yaşamaktan zevk almak isteyen birinin senin gibi, benim gibi bir insan olmaması gerekiyor. Zırıltı yerine gerçek müzik, eğlence yerine kıvanç, para yerine ruh, gelişigüzel etkinlikler yerine gerçek eylem, oyun yerine gerçek tutku arayan birine bu sevimli dünya yurt olamaz…
16 notes · View notes
freedakahloo · 8 years ago
Quote
NAZIM HİKMET'İN PİRAYESİ     Çağımızın en büyük aşklarından biridir Nâzım ile Piraye'nin aşkı. Büyük bir mutluluğun sevincin, birbirini anlamanın şarkısıdır. Nâzım tutkunun sesi, Piraye bağlılığın şiarıdır. Böylesine ilişkiler, parmakla gösterilecek kadar azdır yeryüzünde. Üstelik birlikteliğin büyük bir bölümü Nâzım'ın içerde olmasından dolayı ayrılıktır. Büyük bir ayrılık. Ama bu ayrılık aslında büyük bir aşkın da adı olmuş, Nazım'ın dizelerinde dile gelmiştir... 

Piraye, Nazım'ın "ela gözlü" Piraye'si. Bir dehanın esin kaynağı olmuş bir kadın. Gerçek bir kadın. Bir dünya şairinin yüzlerce, sayfa şiir yazdığı sevdalısı...

Piraye'nin yaşamıyla ilgili pek bir şey yazılmamıştır (kuşkusuz yazılmasını istememiştir) yalnızca Nazım'ın eşi olarak geçer. Bir iki kaynakta, bir iki küçük bilgi yer alır.

Ne var ki Nazım'ın yazdıklarına baktığımızda Piraye'nin sıradan bir eş olmadığı ortadır. Şairin esin kaynağı olduğu kadar, yaşam yoldaşı, yol göstericisi de olmuştur çoğu zaman. Yalnızca varlığı bile, şaire içerde büyük bir ümit vermiştir. ("Seni düşünürken gençleşiyorum.")

Nâzım'ın Piraye'ye yazdığı mektuplar, bunun en güzel göstergesidir. Nâzım, Memet Fuat'a yazdığı mektuplarda annesi Piraye'ye. İlişkin düşüncelerini şöyle dile getirir:

"Anneni tanıyıncaya kadar, muhteva meselesinde bir bakıma sekterdim. Mesela, insanlar arasındaki sevda münasebetlerini yazmadım. Anneni tanıdıktan sonra onun yaratıcı tesiriyle bundan da kurtuldum. Bir sevda şiirini, ama sahici bir sevda şiirini, bir kavga şiiri kadar seviyor ve sayıyorum."
"Benden uzak, fakat yeryüzünün en akıllı ve en büyük kadınına yakın yaşadım. Beni adam eden, beni insan eden kadının tesiri yaratıcıdır."
"Anana söyle sana yardım etsin, onun zevkine yüzde yüz güvene bilirsin. Şahsen ben en büyük yol gösterici münekkidim olarak onu tanırım."
"Anneni daha sık görmeni istiyorum. Bak, bir daha tekrar edeyim, şahsen benim üstümde, iyi kötü bazı eserler verebildimse onların üstünde annenin selim zevkinin, dürüst aklının, pırıl pırıl karakterinin çok ama pek çok tesiri olmuştur. Sanat eserinin halisini sahtesinden ayırt etmekte onun kadar becerikli ikinci bir insana daha rastlamadım dersem inan. Bundan dolayı yazdığın her şeyi mutlaka ona oku. Hatta hikâye, şiir ve sair tarzlarda yazmayı düşündüğün yenilikler varsa bunları ilkönce onunla münakaşa et. Şunu bil ki, o her hususta, yalnız sanatta değil, her hususta sana en doğru, en iyi ve en soyluyu gösterebilecek biricik insandır."

Piraye, Nâzım'ı sevdikten sonra, onun çilesine ortak olmuş, bundan da hiç yüksünmemiş, hiç şikâyet etmemiştir. Tersine Nâzım'ı içerde sevgiyle, şefkatle beslemiştir. ( Nazım bir mektubunda şöyle yazar: "Sana mektup yazarken öyle içli bir çocuk oluyorum ki, mütemadiyen nazlanmak, sızlanmak istiyorum!..)

Piraye, yol gösterici bir "eleştirmen" olmuştur. Nazım, içerden gönderdiği şiirleriyle ilgili ısrarla Piraye'nin görüşlerini yazmasını istemiştir. Piraye onun en iyi "eleştirmeni"dir. Piraye'nin yazdığı mektuplarda öylesine şiirsellikle doludur ki, Nazım'ın o dönem yazdığı şiirlerde bu mektupların büyük etkisi vardır. Nazım'da Piraye'nin yaratıcılığını mektuplarında sık sık dile getirmiş, Piraye'nin görüşlerinden kendini yoksun bırakmamasını istemiştir. Kuşkusuz her dehanın yanında, arkasında bir eş vardır. Piraye dehanın arkasında, yanında olmakla birlikte onun yüreğindedir de.

Piraye'yi yalnızca Nazım'ın eşi olarak bilmek bence, Piraye'ye yapılacak en büyük haksızlıktır. Yeryüzünde böylesine kadınlar hiç kuşkusuz yok değildir. Insanın aklına hemen Salome gelir. Döneminin birçok sanatçısının esin kaynağı olan özellikle de Nietzsche'yi, Rilke'yi; Freud'u etkileyen, onların "eleştirmeni" olan Salome.
Nâzım içerde durmadan çalışıyor, şiir kitapları tasarlıyor, yazıyor ve bunları Piraye'ye göndererek, hemen okumasını istiyor ve Piraye'nin görüşlerini merakla bekliyor:

"Bu sana yazdığım dördüncü şiirdir: Yalnız birinden bahsettin. Öteki üçünü beğenmedin mi yoksa? Lütfen her dördü hakkında fikrini yaz. Daha doğrusu son üçü hakkında. Çünkü birincisini beğendiğini söylemiştin" Piraye, Nâzım ile ancak dört beş yıl birlikte yaşayabiliyor. O da baskılar, gözetlemeler, duruşmalar, izlenmeler ve parasızlıkla geçen yıllar. On-on iki yıl ise Nâzım içerdeyken Piraye, direnç, ve sadakatle bekliyor. Nâzım'a yazıyor. Henüz bu mektuplar yayımlanmadı, bilemiyoruz. Ne var ki, Nâzım'ın yazdığı yanıtlardan, bu mektupların bir "sanatçı"nın elinden çıktığını anlıyoruz. Nitekim Nâzım da bu mektupların, içerde yazılan birine verdiği gücün dışında edebi bir kimliği olduğunu, hatta şiirsel bir söylemi olduğunu sık sık yineliyor ve bu mektupları şiirleştiriyor. Piraye, alçak gönüllüğüyle buna karşı çıkıyorsa da Nâzım'ı durdurmak olanaksız (Örnegin, Memleketimden İnsan Manzaraları'ndaki "Ayşe'nin Mektupları".)

"Büyük şair, üstadım, sevgili karıcığım,
Tanıdığım bütün insanIar arasında ne senin büyüklüğünde bir şair, ne de senin kadar şiirden anlayana rastlamadım. Mektubunun başına koyduğun satırlar edebiyatı nasıl en mahrem tarafından anladığını gösteriyor."
"Senin mektupları tasnif ettim ve şiire geçirmeye başladım, biraz sonra sana bir iki çeşidini yollarım. Tabii, ve maalesef, sendeki tazeliklerini kaybediyorlar; ama ne de olsa benim hiçbir zaman yazamayacağım kadar güzel şiiler oluyorlar."
"...edebiyatla hayatı birlik halinde gören sezgine bir kez daha hayran oldum."
Piraye'ye yazılan mektuplar (Nâzım ile Piraye) ile Nâzım'ın 1932 ile 1948 yılının sonlarına kadar yazdığı şiirler bu büyük birlikteliğin en güzel tanıklarıdır. Özellikle Türk şiirinde çok özgün bir yeri olan Piraye için Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri:
"Saat 21 oldu mu artık yalnız seni düşünüyorum. Bu, öteki zamanlarda seni düşünmediğim manasına gelmesin. Fakat saat 21'den sonra senden başka hiçbir şey düşünmüyorum ve 21 ile 22 arasında bir saat sana şiir yazıyorum. Bunların adını `Piraye için yazılan saat 21-22 şiirleri' koydum."

Nâzım Hikmet'in ve Türk edebiyatının en büyük yapıtlarından biri olan Memleketimden İnsan Manzaraları'nı Piraye'ye ithaf etmesi, büyük şairin yaşamında Piraye'nin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Gerçi önem sözcüğü burada yetersiz kalıyor. Çünkü Piraye, onun için özellikle de hapisteyken tikel ve genelin somutlaşmasıdır. Yani Nâzım, Piraye kişiliğinde aynı zamanda yaşamı ve insanlarını sever. Yani Piraye o derece önemlidir:

Hatice, Piraye, Pirayende.
Doğum yeri neresi,
Kaç yaşında,
sormadım,
düşünmedim
bilmiyorum.
Dünyanın en iyi kadını,
dünyanın en güzel kadını
Benim karım.
Bu bahiste
Realite umrunda değil...
939'da İstanbul'da tevkifanede başlanıp
....................... biten bu kitap
ona ithaf edilmiştir.

Kuşkusuz bir Don Kişot'tur Nazım Hikmet, ama o ne kadar Don Kişot'sa onun yaşamını koşulsuz özveriyle kabullenen Piraye de çağımızın nadir Don Kişot'larındandır:

"Sana ve bana gelince, biz ikimiz de birer Don Kişot'uz, kendinden önce başkalarını düşünen, güzelin, iyinin, haklının hasretini çeken -ama mazide değil de istikbalde, meseleyi ruh haleti bakımından pek değiştirmez- birer Donkişot. Dünyanın geçmiş ve gelecek güzellikleri, gençlikleri ölümsüz Donkişot'ların, hiç değilse yüzde yirmibeş nispetinde, yürek kanlarının ışığıyla parlamaktadır, işte benim canım Donkişot karıcığım... benim, Nazım Hikmet Donkişot'un karısı Piraye Konkişot'um, işte böyle."

İçerdeyken Don Kişot üzerine yazışmalar, Piraye'nin Don Kişot ile ilgili değerlendirmesi üzerine Nazım " Don Kişot" adlı şiirini yazar, Piraye'ye gönderir ve şiir için şu notu düşer: "Dedim ya Piraye Hanım, bu Don Kişot, senin tarif ettiğin ve anladığın Don Kişot'un ancak bir silik gölgesidir, kusurunu, zaafını, senden gelen kaynağının kuvvetine bağışla."

Mavi gözlü dev, ela gözlü bir kadın sevdi; yeryüzünde böylesine bir sevgi görülmedi, ela gözlü kadın onun şiirini kaynağı, yüreğinin coşkusu oldu; mavi gözlü dev ela gözlü kadına deliler gibi, Ferhat gibi sevdalandı ve bu dünyadan Piraye de geçti. Sessiz ve alçakgönüllü. Piraye, önemli bir kadındı. Dünyadaki yaşayan öteki "sezsiz" kadınlar gibi önemliydi: Andreas-Salome, Frida Kahlo, Jesenska Milena, Camilla Claudel, vb.
Piraye büyük bir insandı. Nazım'ın eşi, sevdalısı olduğu için değil, "Nazım ile Piraye" aşkının öznesi olduğu için de değil; kendisi olduğu için, Hatice Piraye Pirayende olduğu için büyük bir insandı.
Bkz.Nazım Hikmet, Nazım ile Piraye, Cezaevinden Memet Fuat'a Mektuplar, Benerci Kendini Niçin Öldürdü? , Kuvayi Milliye, Yatar Bursa Kalesinde, Memleketimden İnsan Manzaraları; Külliyat, 1988-1989, Adam Yayınları

 MAVİ GÖZLÜ DEV, MINNACIK KADIN VE HANIMELLERİ O mavi gözlü bir devdi. Minnacık bir kadını sevdi. Kadının hayali minnacık bir evdi, bahçesinde ebruliiii hanımeli açan bir ev. Bir dev gibi seviyordu dev. Ve elleri öyle büyük işler için hazırlanmıştı ki devin, yapamazdı yapısını, çalamazdı kapısını bahçesinde ebruliiii hanımeli açan evin. O mavi gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Mini minnacıktı kadın. Rahata acıktı kadın yoruldu devin büyük yolunda. Ve elveda! deyip mavi gözlü deve" girdi zengin bir cücenin kolunda bahçesinde ebruliiii hanımeli açan eve. Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev, dev gibi sevgilere mezar bile olamaz: bahçesinde ebruliiii hanımeli açan ev .. Nazım Hikmet Nazım ile Piraye 1930'da tanıştılar. "Mor Menekşe, Aç Dostlar ve Altın GözIü Çocuk" Nazım'ın Piraye için yazdığı ilk şiirdir. Ama bu tanışma hemen evliliğe yönelmedi. Piraye'nin ilk kocası Vedat Örfi'den, biri kız (Suzan), biri erkek (Memet), iki çocuğu vardı. İkinçi kocasını yüreğiyle değil, aklıyla seçmek istiyor, birini dedelerine bırakmak zorunda kaldığı çocukları için kaygılanıyordu. Özlediği gösterişsiz, ama rahat bir hayat, bahçesinde ebruli hanımelleri açan küçük bir evdi. "Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımmelleri" ile "Bir Ayrılık Hikâyesi" bu dönemdeki çekişmelerin ürünü şiirlerdir. "Mavi Gözlü Dev"in başına ters düşen son bölümü Nazım ile Piraye evlenmeye karar verdikleri zaman yazılıp, şiire sonradan eklenmiştir. (Nâzım Hikmet, Nazım ile Piraye, Mektuplar 1, Adam Yayınları, sayfa 10) -------------------------------------------------------------------------------- Ben Senden önce ölmek isterim. Gidenin arkasından gelen Gideni bulacak mı zannediyorsun? Ben zannetmiyorum bunu. İyisi mi, beni yaktırırsın, odanda ocağın üstüne korsun içinde bir kavanozun. Kavanoz camdan olsun, Şeffaf, beyaz camdan olsun, ki içinde beni görebilesin... Fedakarlığımı anlıyorsun: Vazgeçtim toprak olmaktan, Vazgeçtim çiçek olmaktan senin yanında kalabilmek için. Ve toz oluyorum Yaşıyorum yanında senin. Sonra, sen de ölünce kavanozuma gelirsin. Ve orda beraber yaşarız külümün içinde külün, ta ki bir savruk gelin yahut vefasız bir torun bizi ordan atana kadar... Ama biz o zamana kadar o kadar karışacağız ki birbirimize, atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz yan yana düşecek. Toprağa beraber dalacağız. Ve bir gün yabani bir çiçek bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse sapında muhakkak iki çiçek açacak: biri sen biri de ben Ben daha ölümü düşünmüyorum. Ben daha bir çocuk doğuracağım. Hayat taşıyor içimden. Kaynıyor kanım. Yaşayacağım, ama çok, pek çok, ama sen de beraber. Ama ölüm de korkutmuyor beni. Yalnız pek sevimsiz buluyorum bizim cenaze şeklini. Ben ölünceye kadar da Bu düzelir herhalde. Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde? İçimden bir şey: belki diyor. 18 Şubat 1945 PİRAYE NAZIM HİKMET --------------------------- "Yarısıdır bütün yaşamımın, temelidir şiirimin" FETHİ NACI: Piraye Hanım'ı, "Nazım ile Piraye"deki yazılardan tanıyorum. O kitap hakkında ilk yazıyı ben yazmıştım. O kitabı, yayımlanmadan önce Memet Fuat'tan alıp formaları okumuştum. Yeni Dergi'de yayımlanmıştı o yazı. Bir insan kitaplardan ne kadar tanınırsa o kadar tanıyorum Piraye Hanım'ı. Çok güçlü bir kadın, çok saygıdeğer bir insandı. Ölümüne çok üzüldüm. ŞÜKRAN KURDAKUL: Piraye Hanım bizim gençliğimizin yıldızlarındandı. Çünkü Nâzım düşkünlüğümüzle birlikte Nâzım ve Piraye adlarının özel bir yeri vardı bizim için. Ama daha sonra yayımlanması mümkün olmayan şeyler de ortaya çıkınca Pizaye Hanım'ın da Nâzim'ın edebiyatçı kişiliği üzerindeki etkisini saptama olanağını bulduk. Çok önemli bir eleştirmen kafası olduğu meydana çıktı Piraye Hanım'ın. Ben Şimdi gençliğimizin bir parçası gitmiş gibi duyuyorum. Ve Nâzım'ın. Piraye için yazdığı şiirlerin çoğunu ezbere bilirim. O bakımdan da ayrı bir duyarlılık içindeyim. YAŞAR KEMAL: Nâzım'la ben bir ay kaldım Paris'te. Aşağı yukarı her gün konuşurduk. Piraye Hanım'dan da söz ederdi. Ben de Nâzım'ın Piraye Hanım hakkında ne söyleyeceğini merak ederdim. Bu kadar ayrılık, bu kadar macera. Nazım, bilindiği gibi şiirlerinde çok över Piraye Hanım'ı. "Yarısıdır bütün yaşamımın; temelidir şiirimin" der. Onu anlatırken de övgülerini hiç değiştirmez, övgüleri, aynı şiirlerindeki gibidir. O kadar deşmeye çalıştım, bir kusur bulsun Piraye Hanım'a diye. Mümkün değil. Şiirlerinden daha güzel şiirler yazdı bana Piraye Hanım'ı anlatırken. Çok büyük bir aşktı zannediyorum. Sanıyorum ki ne kadar evlenirse evlensin, başka kadınlarla ilişki kursun bir temel aşk diye bir aşk var gibime geliyor O da bir tane mi oluyor iki tane mi oluyor bilmem ama oluyor. Nâzım, ben gördüğüm zaman bile çok aşıktı. 1962 yılıydı. Yılbaşında beraberdik. 1963 ayının ocak ayında Piraye üzerine konuştuk, Nâzım haziran ayında öldü. Ölümünden birkaç ay önce bana ona âşık olduğunu söyledi. Yaşamının en büyük aşkıydı. TURGAY FİŞEKÇİ: Piraye Altınoğlu'nu Nâzım Hikmet'in eşi olarak, onun şiirlerinden tanıdım önce. Nâzım Hikmet'in şiirlerini ilk kez okuduğumda bile onun hakkında daha çok şey öğrenme isteği duymuştum. Daha sanra "Nazım ile Piraye" kitabı çıktığında, mektupları okuduktan sonra ilgim daha da arttı. Çünkü bir yanda çok sevdiğim şair Nâzım Hikmet vardı; ama öbür yanda da kişiliği, düşünceleri, Nâzım'ın hayatına ortak oluş biçimiyle Nâzım kadar sevdiğim ve ilgi duyduğum bir başka insan ortaya çıkmıştı. Bu da Piraye idi. Piraye'nin kendisini çok az gördüm, birkaç kez Memet Fuat'ın evinde. Ama onu maddi bir kişilik olmaktan çok bir imge olarak, bir Piraye imgesi, bir kadın imgesi olarak çok sevdim. Hayatımda ve gençliğimde önemli bir yeri vardır onun. Mektuplar tahta sandıkta saklı Nâzım, Piraye'ye mektup yazmaya başladığında cezaevindeki ilk yıllarında cevizden büyükçe bir tahta sandık yapmış. Bu sandığın üzerine "P" ve "N" harflerini kazımış. Ve bu sandığı Piraye'ye göndermiş. "Sana yazdığım mektupları bu sandıkta sakla" demiş. Yüzlerce mektup bugün hâlâ Piraye'nin evinde o sandığın içinde duruyor halâ. ATAOL BEHRAMOĞLU: Piraye Hanım benim için, sevilen bir erkeğe bağlılığın, onun da ötesinde, birlikte yaşanmış zamanlara, tutkulara, hayallere sadakatin eşsiz bir sembolüydü ve kalbimde hep öyle yaşayacak. Nâzım Hikmet onu hiçbir zaman unutamadı; bütün ömrünce, derin bir sızı, kayıp bir cennet, avuntusuz bir hasret olarak içinde taşıdı. çünkü Piraye Hanım'ın buna layık olduğunu herkesten iyi bilen Nazım'ın kendisi idi. Şairler, Piraye Hanım'la bugün artık ancak masallarda rastlanabilecek bir aşk, hüzün, bağlılık, inat, umut, sabır, güzellik, soyluluk ve iyimserlik imgesi kaybettiler. Yozlaşmış dünyamızın bütün bunları anlaması olanaksızdır. ARİF DAMAR: Güzel masallardır Tahir ile Zühre Güzel masal olurdu Nazım ile Piraye Masal masaldır dedi gönül elvermese de Nazım değil Piraye. (Tülin'e) Eh bir gün böyle olacakmış demek Evimizde bir Piraye'sin Evet Sen kapıdan Arkandan paldır küldür memleket.
Atilla Birkiye--Cumhuriyet
8 notes · View notes
korayaker · 8 years ago
Photo
Tumblr media
ULTRA ENDÜSTRİYEL TOPLUM VE ZOMBİLEŞME
Gerçek hayatın, alçaltıcı bir iş yaşamı, tüketiciliğin kof döngüsü ve yüksek teknoloji bağımlılığının dolaylandınlmış hiçliği tarafından çürütüldüğü bir yokluk içinde yaşıyoruz. Günümüzde, çaresizliğin üstesinden çeşitli etkinliklerle gelmeye çalışan, gezegenin ve (evcilleştirilmiş) genel öznelliğin geleceğinden daha az çorak olmayan bir gelecek düşü kuran tek kişi, işkolik bir yupi stereotipi değildir. Hepimiz, hem doğanın hem de kendi doğamızın enkazıyla, dayanılmaz bir anlamsızlık duygusuyla ve devasa boyutlara varan bir yalan silsilesine tekabül eden bir samimiyetsizlikle karşı karşıyayız. Ekonomik sefaletten çok daha mutlak olan bir fakirleşme, uygarlığı neredeyse terk edilmiş ıssız bir Ölüm Bölgesi haline getirirken, büyük çoğunluk için her şey hala bir aldatmaca ve ruhsuzluktan ibaret. Bilgisayarlaşmanın sağladığı
"Destek" mi dediniz? Buna oynamaca desek daha doğru olur. Ayırt edici özelliği hızlanmış bir iletişim olan Bilgi Çağı mı? Yok canım, bu en azından iletilmeye değecek bir deneyimi gerektirir. Bireyin eşi görülmemiş ölçüde saygı gördüğü bir dönem mi? Bunun tercümesi de şu; ücretli kölelik, derinleşen verimlilik krizini atlatmak için üretimin bir noktasında işçinin özyönetimi stratejisine başvurur; pazar araştırmaları ise, had safhaya varan bir tüketim kültürünün çıkarları doğrultusunda her "yaşam tarzı"na hitap etmek zorundadır. Adeta baş aşağı duran günümüz toplumunda, yabancılaşmadan kaynaklanan kitlesel uyuşturucu kullanımı medya ile sınırlandırılmaya çalışılmaktadır ki bunun sonuçları da en az, seçimlere katılım oranındaki düşüşü durdurabilmek umu-
duyla harcanan yüz milyonlarca doların akıbeti kadar can sıkıcıdır. Bu arada modern dünya, televizyonuyla, söylemiyle ve tüm ağır toplarıyla, eğitimsizliğin yaygınlaşmasını beyhude bir şekilde durdurmaya çalışırken, artık hiçbir şekilde dikiş tutmayan duygusal sağlığımızı da, otuz saniye bile sürmeyen propaganda spotlarıyla koruyacağını sanmaktadır. Giderilmesi neredeyse imkansız hale gelen bir bunalımın, yalnızlığın ve sinikliğin hüküm sürdüğü endüstriyel yaşamda, şüphesiz önce ruh ölecektir, ardından da bir bütün olarak gezegenin ölümü gelecektir. Evet, bu çürüyen düzeni tüm kategorileri ve dinamikleriyle ortadan kaldırmazsak, aynen böyle olacaktır.
Gelecekteki İlkel - John Zerzan
3 notes · View notes
campplay · 4 years ago
Text
Test Sonuçlarınıza Dayanarak Ruh Eşinizin Adını Tahmin Ediyorum
Test Sonuçlarınıza Dayanarak Ruh Eşinizin Adını Tahmin Ediyorum
Ruh eşi diye bir şey olduğuna inanıyor musunuz? Kulağa ne kadar romantik gelse de bazı insanlar buna şüpheyle yaklaşır. Çoğu insanla ortak bir zeminde buluşmak oldukça kolaydır. Ama kelimenin tam anlamıyla “uyumlu” olmak son derece zordur. Öyle tesadüfler bir ömürde olsa olsa birkaç kez yaşanır.
Peki, ya o çok özel kişiyi zaten bulduysanız? Birkaç soruya cevap verin ve size gerçek ruh eşinizin…
View On WordPress
0 notes
yalnizbiadam · 5 years ago
Text
Dolu Dolu Geçen Bomboş Bir Yıl Daha
Şimdi oturma odasından geliyorum. Annem, bir iş için lazım olan 15 küsür yıllık bir kağıt parçasını bulmak için bizlere ait olan, zamanında evde sağda solda görüp önemli olabilir diye sakladığı kağıtlarla dolu zulayı ortaya çıkarmış. İçinde neler neler... Okul karneleri, diplomalar, katılım belgeleri, faturalar, garanti belgeleri vs. Oturdum yanına, bir yandan benlik bir şey var mı diye elden geçirilmiş kağıtlara bakıyorum bir yandan da annemin “bak bu senin diploman, bu neydi ya, bu lazım olur mu” cümleleri eşliğinde bana uzattığı kağıtları alıp inceliyorum. Derken annem üzerinde benim adımın yazılı olduğu bir zarf uzatıyor. Alıyorum elime ve dalıp gidiyorum... 2014 yılında, üniversitenin ilk senesinin bitimine doğru kısa saçlı kıza yazmış olduğum bir mektup. Yazdığım ilk mektup olma özelliğini taşıyan, arkalı önlü dolu dolu 2 sayfa yazı. Aslında teknik olarak yazdığım 2. mektuptu bu. Ama el yazım çok çirkin olduğu için ilkini bilgisayardan yazmıştım. Komik evet, ama bana akılcı bir çözüm gibi gelmişti o an. Halbuki aslında yapmak istediğim o eskilerin ihtiyaçlarını bir nebze olsun gideren; halini, vaktini, kendini, düşüncelerini aktaran, karşındakini soran ve ona önem verdiğini gösteren bu yöntemi denemekti. O yüzden başlangıçta biraz kolaya kaçıp bilgisayardan yazarak çuvallamıştım. Önce elle yazmaya başlamış, sürekli imla ve yazım hatası yapıp, tükenmez kalemle yazdığım için geri silemediğimden tekrar tekrar temiz a4 kağıda yeniden yazmaya başlayınca dayanamamış bilgisayardan yazıp bitirmiştim. Az biraz hatırlıyordum bu ikinci mektubu da. İlkinin aksine, tamamını elle yazmış yollamıştım. Mektubu yolladıktan sonra adreste kimse olmadığı için ulaşamamış, PTT’de 1 hafta bekledikten sonra bana geri dönmüştü. Mektubu elime aldım, sonra kayboldum hafızamdaki tarihler arasında. Bu mektup hiç okunmuş muydu acaba, ben yine de mektup geri döndükten sonra içindekilerinin fotoğraflarını çekip yollamış mıydım? Bir huyum vardır, telefonumda biriyle olan mesajlaşmalarıma ait hiçbir şeyi silmem. Bunu bildiğimden dolayı hemen mektubu yazdığım tarihlerdeki konuşmalara baktım ve hayır, fotoğraf çekip yollamamışım. Yani bu mektup hiç okunmamış. Bu siteye bir şeyler yazmaya ilk başladığımda amacım aslında düşündüğüm şeyleri, fikirlerimi; yani aklımda tuttuğum, sürekli oralarda bir yerlerde yer tutan şeyleri yazıya aktarıp somutlaştırmaktı. Yük hafiflemesi gibi. Kendi kafamda yazıp çizdiğim ve her zaman kendimin haklı olduğu sonucuna bağladığım envai çeşit konudaki düşünce kaoslarını eğer bir düzene oturtup buraya yazabilirsem, o zaman haklılık konusunda sadece kendimi avutmadığımı ve gerçekten sağlam ifadelere sahip olduğumu kanıtlayabilirdim. O yüzden bazen hikayelerle kendimi anlatıyordum, bazen örneklerle... Bir zaman sonra işin içine daha çok duygularımı katmaya başladım ve bir şeyleri yazarak kanıtlamaktan ziyade kendimi rahatlatma aracına dönüştürdüm bu yazma işini. İyi geliyordu. Ne kadar anlaşılmadığımı, sinirimi, nefretimi, hayal kırıklıklarımı, hareketsizliğimden kaçan fırsatlarımı, bazen de kabullenemediğim kıskançlıklarımı buradan haykırarak sanki birileri tarafından sonunda anlaşılıyormuşum, artık sinirli değilmişim, kimseden nefret etmiyormuşum, hiç hayal kırıklığım kalmamış, fırsatları tamamen değerlendirmiş ve kıskanç olduğum şeyleri de sonunda elde etmişim gibi yaşamıma devam edebiliyordum. ”Yazmasam deli olacaktım.” demiş ya Sait Faik, aynen o şekilde bir terapi misali gidip geliyordum buraya. Kendimi bilen bir ben vardım ve bilinmemi yazıya dökerek varlığımı ispat ediyordum. Düşünüyordum, vardım ama sadece ben biliyordum. Yazınca var olduğuma dair elime bir kanıt geçiyordu. Belki biri de okuyacak, buna şahit olacaktı. Hatta, olur ya, gerçekten beni anlayacaktı. Ama o gün hiç gelmeyecek olsa bile bu kadarı bana yaşamamı devam ettirecek kadar yetiyordu. Çünkü yazdıklarıma sonradan ben bakıp okuyabiliyor, ve kendi kendimi hem ispatlıyor hem de anlayabiliyordum. Ne ilginç, yazmak belki de gerçekten şizofreninin kabul görmüş haliydi. Sonra zaman öyle bir geçti gitti ki, hayat beni öyle bir tutup bir yerlere sürükledi ki artık hiçbir şeye mecalim kalmamaya başladı. Son 3 senedir tek tük yazabiliyorum. Ve yazmamın artık neredeyse tek nedeni tarihe bir not düşme arzum. Bu klavye tuşlarına bastığım zaman diliminde ne hissediyorum, hayatın neresindeyim, neler yaşıyorum veya yaşamıyorum... Önceki senelere ait yazdıklarımı okuyunca kendimi bir değerlendirme süzgeçinden geçiriyorum. O zamanlar neyi dert ettiğimi düşünüyor ve şuanki dertlerimle kıyaslayarak nasıl bir ruh halindeyim anlamaya çalışıyorum. Geçmişteki dertlerim aslında o haleti ruhiye içerisindeki bunalmamdan ötürü o zamanlar abartı bir şekilde hissettiğim küçür meseleler mi, yoksa gerçekten zorlu zamanlara ait buhranlar mı? Bunları atlatabilmiş miyim, yoksa hala devam ediyorlar mı? Hayatımdaki ilerlemeler, gerilemeler neler? Gerçi ilerlemeleri anlamak yazdıklarımı okuyarak biraz zor. Çünkü genelde beni eksi yönde etkileyen durumlar hakkında yazıyorum. Nedeni de hep kötünün akılda yer tutuyor olması ve benim hala yazarak bir nebze olsun bunlar hakkında rahatlayabilmem. O yüzden burası hep karamsar yazılarla dolup taşıyor. Yine de zamanla değişkenlik gösterebilen bu karamsarlıkları kıyaslıyarak tekrar tekrar bahsedilmeyen hususları bir nebze olsun aştığımı anlayabiliyorum. Mektup konusuna geri dönecek olursak. Bu son 4 paragrafta bu siteye yazma motivasyonlarımdan bahsetmemin nedeni bu mektubun da aslında kendimi anlama ve tarihe not düşme konusunda eşsiz bir yerinin olması. Buraya yazmanın aksine, bu mektup tam anlamıyla birinin okunması için yazıldı. Ve içinde o zamana ait olan düşüncelerimi, çok şaşırtıcı bir biçimce, bayağı açık bir şekilde içeriyor. Demin tekrar okuduktan sonra, şuanki kafa yapımla, gerçekten sevindim bu mektubun başka biri tarafından okunmamış olmasına. Ne kadar açık bir şekilde düşündüğüm şeyleri ifade etmişim öyle. Verdiğim örnekler, bahsettiğim konular, fikirlerim ve bu fikirlere dair açıklamalarım... Belki artık kısa saçlı kızla o zamanki kadar, hatta artık neredeyse hiç, karşılıklı muhabbetim kalmadığından ötürü bunları düşünüyorum şuan ama, bir insanla çok samimi olsan da bu kadar açık bir şekilde fikirlerini anlatır mı insan? Karşındakinin bu konulara ilgisi var mı yok mu düşünmeden, onun seninle aynı değerleri paylaşıp paylaşmadığını bilmeden sana söylense etkileneceğini düşündüğün cümleler kurarak kendini biriyle böylesine paylaşmak... YANLIŞ! Hep böyleydim işte! Hep yanlış yaşadım.
Hiç mi çekinmedim, dolu dolu, kendimi insanlara açarken tepki almaktan? Karşıt düşüncelere maruz kalmaktan? Umursanmamaktan? Ters tepilmekten?
Neden bu kadar paylaşıp durdum, neden hiç yerimi bilemedim ben ya? Neden hep, her şey benimle alakalıymış gibi yaşadım durdum? Sonra herkese, her şeye bahane buldum. Benim değil, hepsi onların suçuydu. Ben hep doğruydum, kimse anlamıyordu. Yesinler...
Bir türlü anlayamdım bunu. Belki de hiç aklıma gelmedi. Kimse umursamıyor. Kimse seni umursamıyor. Mesele sen değilsin bak, kaçırma burayı. Kimse kimseyi umursamıyor! Bu hayatta tek gerçek onlar. Her şey onlarla alakalı. Her şey herkesin kendisiyle alakalı. Dışarda insanlarla beraberken senin neyi ne yaptığının onlar nezdinde hiçbir önemi yok. Bırak kendini anlatmayı, bırak bir şeyleri ispat etmeyi, bırak güçlü fikirlere sahip olmayı. O an bir şeyleri değiştirmeyecekse, ucu sana dokunmayacaksa, konuşmaya başladığında altından kalkabileceğinden emin değilsen söylenilenlerin, sus!
Umursama!
Çünkü hiçbir önemi yok. Söylenecek ve bitecek. Söyleyecekler ve söylemiş olacaklar. Söyleyecekler ve mutlu olacaklar.
Sen yeterki umursama.
Böyle işte. Böyleyim artık. Hiçbir şeye heyecanım kalmadı. Bir şeyleri denemeyi de bıraktım. Hiçbir şey umrumda değil. Hayatımın en boktan zamanlarını geçiriyorum. Her şeyi saldım gitti. Ne de olsa farkeden hiçbir şey olmuyor.
Gerçekten de o kendi fikirlerinin arkasında duran, sürekli her konuşmayı bir müzakereymişcesine yaşayıp kendi fikrini aşılamaya çalışan, kendini ifade edemeyince içten içe sinirlenen adamla hiçbir şey demeyip susan adam aynı etkiye sahip; kocaman bir hiçliğe.
Eskiden kurduğum hayallere bak: Bir sevdiğim olacaktı, beni hep çekici bulsun diye iyi bir fiziğe sahip olmak için hergün çalışacaktım, spor yapacaktım, yediğime içtiğime dikkat edecektim. Fiziksel çekim en önemlisiydi çünkü. Sonra ona hep anlatacaktım, neyi neden istediğimi, neyin nasıl olması gerektiğini, bizim nasıl hep birbirimizin en iyi hallerinde olabileceğimizi. Çünkü benim bildiğim bir şeyler vardı, ilişkilere dair güçlü fikirlerim, en doğrusunu bildiklerim... Buydu işte, 25 yıllık yaşamımın tek gayesi, bir ruh eşi ve onu daimi mutlu ederek onun mutluluğuyla mutlu olmak.
Peki şimdi?
Dalıyorum bazen hayallere, bulsam o kişiyi bile ne olacaktı? Ne diyecektim ona, ne anlatacaktım, ne konuşacaktım? O kadar boş konuşuyorum ki, hep ben konuşup, hep boş mu konuşacaktım? Benim anlatmaya değer neyim vardı ki? Gerçekten, hayalini kuruyorum, bir cafedeyiz ve konuşuyoruz. Sana ne anlatıyorum? Ne hakkında konuşuyoruz ki? Hiçbir şey. Boş, bomboş.
İşte zorla farkına vardığım şeyler bunlar. Sıkıcı biriyim ben ve bu zamana kadar hep girişim içinde bulunmamaktan ötürü bu sıkıcılığımı kırıp atamadım. Her daim işleri dramalaştırıyorum ve kendime bir maduriyet çıkararak melankoli içerisinde kendi kendime yaşıyorum.
En azından artık farkındayım bunların.
Ve denemeyi bıraktım.
Bir önceki seneye oranla 10 küsür kilo aldım. Ve buna dair hiçbir şey yapmıyorum.
Haftasonunun gelmesini iple çekiyorum. Gelince de her haftasonu tamamen beynimi uyuşturmak için zamanımı öldürebilecek herhangi bir şeye balıklama atlıyorum.
Evden dışarı adım atmamak için her şeyi yapıyorum.
Hiçbir şeye mecalim yok.
En kötüsü de bunları düzeltmek için artık hiçbir şey yapmıyorum.
Çünkü, yapsam nolcak ki? Bir zamanlar da sürekli her şeyi daha iyi yapmak için uğraşıyordum. Ha öyle yaşamışım ha böyle, yine farkeden hiçbir şey olmadı.
Sonuç yine aynı...
.
.
.
Bu umursamazlık algımı bir kenara bırakacak olursak eğer küçük bir güncelleme yapıp hayatımla ilgili olan bitenle alakalı buraya bir not düşeyim.
İşler iyi gidiyor. Geçen sene yazdıklarımdan bir 3, 4 ay sonra tamamen Allah’ın takdiri bir şekilde yeni bir firmaya geçtim. Zaten iyi olan kazancımı ikiye katladım. Artık neredeyse aileme borçlar için verdiğim miktar kadar bir mebla bana kalıyor. Mayıstan bu yana da olabildiğince para biriktiriyorum. Ve 8 aylık biriktirdiklerimin hepsini, tam bir ay sonra, güzel devletimizin gençelerine bir kazığı olan bedelli askerliğe verip yine 0 elde var 0 yaşamaya devam edicem.
Ne komik ya, ne yaparsam yapayım elimde hiçbir şey kalmıyor. Hazirandan beri hesaplıyorum aralık ayında elime şu kadar kalır ve bedelli ücretini ödeyebilirim diye. Ona göre de yaşıyorum o zamandan beri. O kadar başa baş gidiyor ki her şey, derde derman veriyor çok şükür Allah ama yine elime hiçbir şey kalmıyor.
Gel de umursayarak yaşa bu koşullar altında. 8 aydır ekonomik anlamda bir hedef uğruna hayatımı şekillendirerek yaşadım. Ondan önceki 10 ay boyunca bana hiçbir şeyin kalmadığı, aile borçlarını ödediğim ve sırf hem bu yükü taşıyabileyim hem de kendi hayatıma bir şeyler katabileyim diye uğraştığım kendimi geliştirme ve daha iyi bir işe girme hedefiyle hayatımı şekillendirerek yaşadım. Ondan da önceki 1 sene boyunca kendi işimi kurmak, aileme yardım etmek hedefiyle gece gündüz çalışarak yaşadım.
Hep başka bir şeyler uğruna, bir hedef doğrultusunda yaşıyorum 3 senedir. Merak ediyorum da, ne zaman sadece kendim istediğim için ve geleceği hesaplamadan yaşayabileceğim acaba.
Hah, bak bu arada gördün mü, şimdi ortaya çıktı 3 senedir buraya daha aktif yazmamamın nedeni.
Antik Yunanlılar deniz ticaretiyle uğraştıkalrından zenginlerdi ve bu refah durumu onlara düşünmeye yetecek kadar zaman kazandırdı. Düşündüler, ve batı felsefesinin temelini attılar.
Aynı mantıktan yola çıkarsak, ne ara kendimi düşünmeye fırsat bulacağım, mental anlamda geliştireceğim ve sağlıklı bir şekilde yaşayacağım ki?
Gerçi, bunların hepsini yapsam bile ne değişecek ki?
Biraz mücadele etme iradesi göstersek, olmayanları olduran somut dertlere deva verdiği gibi bu soyutlara da yol gösterir mi ki?
Benimki de soru :)
0 notes
Text
Eşsiz Bir Gün Yaşatan Aydınevler Escort
Eşsiz Bir Gün Yaşatan Aydınevler Escort sindirim sonrasi sonlandirici madde, orgazm sonrasi gevsetici yanicilar, stres ve ruh iltihabi alici zehirli karisik otlar, ikinci sinif insan gorunumu veren duman.(bkz: term)syllabusında "i dont live in the actual world" yazan orjinal iktisatçı.geçtiğimiz yazın ortasında en iyi 1000 iktisatçı arasında 100küsürüncü olduğu yazılmıştı ama daha sonradan yaptığım araştırmada o listede olmadığını gördüm.çok üzülmüştüm.http://www.bilkent.edu.tr/~yeldanekendine latinceden aslında var olmayan ama gayette de varmış gibi algılanan bir nick türetmiş yaratıcı şahsiyet,öğrendim ki o da kardeşini gittiği yoldan* gitmemeye ikna edememiş. Bu kişileri de barışçıl yapacak bir yöntem bilmediğimi itiraf ederim; fakat eğer işi ciddiyetle ele alırsa, bilimsel psikolojinin bir yöntem bulacağından eminim. whatsaptan konusan escort burhaniye mahalles dersle ilgili çok kritik bilgileri içinde barındıran kağıt. çoğunlukla ders programı ve sınav tarihleri ve sınavların yüzdeleri olur.bazı hocalar dönem boyunca okutulacak makalelerin isimlerini ,yazarlarını ve bazı ufak notlarıda bu kağıda ekler ve biz öğrencileri çok mutlu ederler.silabıs diye okunur ve böyle okuyamayanlarla dalga geçilir.detaylar halısaha şenlikleri sırasında konuşulabilecek olsa da saha konusundaki fikrimi belirtmek isterim: paşa paşa makatlar spor kompleksinin salonu tutulur (saati 40 milyın dalırz), 3erden 4 takım çıksa adam başı 3 milyon küsüre gelir. "nedir ki?" diyesiniz geldi di mi?gerçek nicki tersten okununca adı görünen ,nickinin eşi benzeri olmayan kardeşimiz. telefonunu mıncıklamayan bir ben kaldım sanırımsu sıralardaki entryleri ile bi browser penceresine eksi sozluku digerine de http://www.greenplastic.com/ tarzı bi siteyi actıgını düsündügüm, sözlerini de yazayım tam olsun kişisi... from güvenlik elbiseleri
0 notes
asya-kapu-blog · 7 years ago
Text
Özdemir Asaf’ın Hayatı ve En Güzel Şiirleri
Tumblr media
Türk insanı olarak bizlerin fazlaca fena bir huyu var ise, o da herhalde büyük sanatçılar sadece öldükten sonrasında hatırlamamız ve ölümlerinin arkasından kıymete binmeleri olsa gerek. Meşhur şairlerimiz de bu unutulmaya yüz tutan mühim sanatçılarımız içinde yer alır. Mesela Özdemir Asaf  ülkemizin en meşhur şairlerinden biridir fakat acaba kaçımız onun yaşam öyküsünü yada şiirlerini biliyoruz? Bu sayfada sizlere Özdemir Asaf’ı hakkıyla tanıtmak istiyoruz. Aşağıda Özdemir Asaf’ın yazdığı en iyi şiirlerle beraber onun hayatından mühim detayları sizlerle paylaşıyoruz…
Aynanın Oyunu
Tumblr media
Bir çocuk hayata merhaba dedi, bendim. Sıraya girdim insanoğlu içinde. Alay bayrak büyüdüm Odalar, sofalar içinde. Bir ayna hayata merhaba dedi, gördüm. Sıraya girdi aynalar içinde. İsime geldi, aldım, Çarşılar, pazarlar içinde. Bunca yıl yüzüne baktım. Kendisini aşmadı Olanlar içinde. Bir sabah uyandım, Duruyordu karşımda Düşmancasına, Bir cam, Aldanmış, Kendini ayna sanmış.. 11 Haziran 1923 tarihinde Ankara’da hayata merhaba dedi. Aslolan adı Halit Özdemir Arun’dur. Babası Mehmet Asaf, Şûra-yı Devlet’in kurucularındandır.
Bağlaç
Tumblr media
Dünyanın en büyük ordusu iki kişidir, En kalabalık kenti de bir şahıs… Başladığından beri onların bitmez savaşı Evden eve göç eder durur o bir şahıs. Özdemir Asaf’ın kızı Seda Arun konu alıyor: Babam 11 Haziran, halam 12 Haziran 1923’te Ankara’da doğmuşlar. Ayrı gün ikizleri. Şûra-yı Devlet’in (Danıştay) kurulmasında büyük emeği olan dedem Mehmet Asaf’a 1922 senesinde Mustafa Kemal Atatürk’ten bir haber gelir: “Asaf’a açıklayın, Ankara’ya gelsin.” Aile, İstanbul’dan Ankara’ya göç eder. İkizlerin doğumunu, Ankara’daki bir hastanede Operatör Dr. Mim Kemal Öke yapar. Mehmet Asaf, kısa devam eden hastalığının arkasından 1930 senesinde vefat eder. Aile yeniden İstanbul’a göç eder. İkizler okul çağındadır. Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü’ye “Asaf’ın çocuklarını bir okula yerleştirin” emirini verir. O dönemde soyadı olmadığı için babam ilkokula Özdemir Asaf olarak kaydolur. 1934’te çıkan Soyadı Kanunu ile babaannem “Arun” soyadını alır.
Ağlamak
Tumblr media
Ağlamak Bazı acılarda yetmez Bazı ölümlere Örtüsüdür bazı acıların Örter, örtülmez Savunur bir süre Ağlayanlar sevinmeli Sevin ağlıyabiliyorsan Acılar art arda dinmeli Durur bir nöbetçi şeklinde Durur bir bekçi şeklinde Zamana gülmeli gülmeli Sevin ağlıyabiliyorsan Unutmanın kardeşidir ağlamak Uyur uyanır yatağında duyguların Düşüncenin kucağında hep çocuktur Ağlamak. Seda Arun’dan devam edelim: Üniversite eğitimini yarım bırakan babam, annemle evlenir. Nüktedan yönü azca malum babamın, benim doğumumla ilgili hoş bir anısı var. İstanbul, Acıbadem’deki köşkün büyük bir bahçesi, bahçede de meyve ağaçları vardır. 26 Haziran 1947 günü bahçeden toplanan armutlar büyük bir iştahla yenir. Annem hamile olduğundan birazcık daha çok yer. Akşam hepimiz odasına çekilince annem, “Özdemir, fazlaca sancım var” der. Babam da “Haklısın Sabahat, benim de fazlaca sancım var. O denli armut yememeliydik” diye yanıt verir. Babam uyur, fakat annem uyuyamaz. Yeniden seslenir: “Özdemir, dayanamıyorum, fazlaca sancım var.” Babam “Uyuduğuma bakma, benim de fazlaca sancım var, ben de dayanamıyorum” der. Sabah olduğunda annem hâlâ sancılıdır. Babaannem, teyzem, halam, annemi Zeynep Kâmil Hastanesi’ne götürürler. Sancının armuttan değil, doğumdan olduğu anlaşılır.
Akıl Gözü
Tumblr media
Seni bulmaktan ilkin aramak isterim. Seni sevmekten ilkin idrak etmek isterim. Seni bir yaşam boyu bitirmek değil de, Sana hep, hep tekrardan adım atmak isterim. Özdemir Asaf, bir süre sigorta şirketlerinde çalışır, ondan sonra bir matbaa kurar. Ayrıca Tanin ve Süre Gazetelerinde çalışıp çeviriler yapar. İlk yazısı Servet-i Fünun, Uyanış dergisinde çıkar. 1951 senesinde Sanat Matbaa’ni kurar ve kitaplarını “Yuvarlak Masa Yayınları” adı altında yayımlar.
Harcamalar
Tumblr media
Mektuplar aldım sevindim, Birinde denmiş geliyorum Öbüründe yazılmış geleceğim. Bekledim temenni ediyorum. Bir yaşam verdim. Açtım bir başkasını, Uzun-uzun yazmış gel. Okumadan arkasını Gittim gidiyorum Bir başka yaşama karşılık. Biri demiş sen, biri demiş ben. Seni ben anladım, beni sen. Bir yaşam daha verdim Beklerken giderken dönerken. Kaldı elimde üç beş mektup, Üç beş yaşam. Bir onları da açsam okusam Önceki yaşamları unutup Ya beklesem, ya da gidip arasam. İstanbul Hukuk Fakültesi’nde öğrenciyken adım atar Özdemir Asaf’la Sabahat Hanım’ın aşkı… Fakat bir ara Sabahat Hanım okul değiştirir. Kendisi için her gün sınıfta yer tutan ve yolunu gözleyen Özdemir Asaf, bu ayrılığa dayanamaz ve hastalanılmış olduğu bigün ateşler içinde Sabahat Hanım’ın adını sayıklar. Anası ve teyzesi arayıp Sabahat Hanım’ı bulur fakat aileler okul bitmeden evlenmelerine izin vermez… Böylece mektuplu ve hasretli günler adım atar… Özdemir Asaf, mektup yazmasına gerek kalmayacak günleri özler fakat tüm yaşamı Sabahat Hanım’a mektup yazarak geçer.
Aşk
Tumblr media
Sen dev gibi çöllerde bir kalabalık benzeri biçimindesin, Devasa denizlerde nadir bir balık benzeri biçimindesin. Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır bir güldürür; Sen hem bir hastalık hem de sıhhat benzeri biçimindesin. Özdemir Asaf’ın ilk eşi Sabahat Selma Tezakın’dan, Seda adlı bir kızı; ikinci eşi Yıldız Moran’dan ise Gün, Olgun ve Etkin isminde üç oğlu vardır.
Lavinya
Sana gitme demeyeceğim. Üşüyorsun ceketimi al. Günün en güzel saatleri bunlar. Yanımda kal. Sana gitme demeyeceğim. Gene de sen bilirsin. Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, İncinirsin. Sana gitme demeyeceğim, Fakat gitme, Lavinia. Adını gizleyeceğim Sen de bilme, Lavinia. “Lavinya; hayalimdeki görkemli sevgili anlamına gelir ve bir çiçek cinsidir, ölüm çiçeği… Ve hem de, Lavinia, Shakespeare’in, Titus Andronicus adlı eserinde, Roma İmparatorluğu’nun baş komutanı olan Titus’un güzeller güzeli kız evladıdır. Tamora’nın iki oğlu tarafınca tecavüze uğrar ve babası Titus tarafınca öldürülür.” Edebiyat matinelerinin yıldız isimlerindendir o dönemlerde. Özdemir Asaf “R”leri söyleniş edememesine karşın fazlaca iyi bir diksiyonla şiir okur. Bu şiir matinelerinde hep sona bıraktığı, en fazlaca sevilen, en fazlaca istenen şiiri ise “Lavinia”dır. Özdemir Asaf, üniversitede öğrenciyken bu şiiri platonik aşkına yazar. Peşinden oluşturulan bir yarışmaya gönderir ve kazanır. Bir rivayete nazaran kazanılmış olduğu yarışmada şiiri okurken kız da salondadır fakat Asaf şiiri okurken salonu terk eder. Kırılan şairimiz, kıza duygularını asla açmaz.
Kelimeler… Kelimeler
Tumblr media
Yarıda kalmış aşklarının hesapları içinde Denizlere açıldı içimizden biri Niçin gittiğini söylemeden. Doyulmamış arzularla doluydu yelkenleri. Yıpranmış kelimelerin verdiği güvenden. Bulacak sanıyordu yenilikleri. Her an bir yeni su vardı, Her yeni suda bir yeni an. Deniz, dalgalarıyla gösteriyordu dışından Yaşananla düşünülenler arasındaki farkı. Bitmiyordu köpüklerle renkler Bir başka damlada, bir başka ışıkta başlamadan. Gözlerinin önünde bir oyun, ardında bir oyun. Haricinde ne var ise yeni, ne var ise gerçek. Yeni manzaralarla gelen yeni duygular Hani, eski kelimelerle olmasa İnsanın ömrünce devam edecek. Gözlerin önünde bir oyun, ardında bir oyun. Anlamış oldu, ölmekle yaşamı sürdürmenin birleştiği noktada Yeni rüzgârlarla esen yeni korkulara Yeniliklerini bağışlamayan kelimelerin Iyi mi düşman sığınaklar halinde direndiğini. Anlamış oldu, tüm olmuşlarla olanların Ve tüm olacakların O kelimelerin içinde Kendisine varmadan eskidiğini Ozan, şiirlerinde babasının Asaf adını kullanır, oysa aslolan adı Halit Özdemir Arun’dur. 1950 senesinde Cağaloğlu’nda bir basımevi açar. Açılış işlemleri için gittiği vergi dairesindeki işgören adını sorar. R’leri “ğ” olarak söyleyen ozan, “Halit Özdemiğ Ağun” der. Özdemir, malum bir isim olduğundan işgören belgelere “Halit Özdemir Ağun” yazar. Ozan, bankonun üstünden eğilerek bakar. Yanlış yazıldığını görünce “Soyadımı yanlış yazdınız, doğğusu Ağun” der. Işgören yüzüne bakar. “Evet, Ağun” der. “Hayığ, hayığ Ağğun.” “Beyefendi anladım. Ağun.”, ozan sinirlenir. Cebinden kalemini kâğıdını çıkarır, dev gibi harflerle ARUN yazar, R’lere basa basa yüksek sesle okur. “AĞĞĞĞĞUN.”
Ki
Tumblr media
Yanılmıyorsam, saygılarla yalnızdım.. Saygılar duymasaydım, yanılmazdım.. Yaslanacak anılarım olsaydı, Söyleye söyleye, bu şekilde saklamazdım. Bir başka gün de matbaadan çıkıp Karaköy’e gitmek için binmiş olduğu taksinin şoförü sorar: “Neğeye biğadeğ?” Özdemir Asaf utancından “Kağaköy” diyemez, “Eminönü” der. İner. Oradan Karaköy’e kadar yürür.
Yalnızlık Paylaşılmaz
Tumblr media
Yalnızlık, yaşamda bir an, Hep tekrardan başlamış olan.. Dışından anlaşılmaz. Ya da dev gibi bir yalan, Kovdukça kovalayan.. Paylaşılmaz. Bir düşün’de beni sana ayıran Yalnızlık paylaşılmaz Paylaşılsa yalnızlık olmaz. Özdemir Asaf’ın ikilikler ve dörtlüklerden oluşan ilk şiirlerinde yoğun bir söyleyiş özelliği göze çarpar. İnsan cemiyet ilişkilerine yönelik temaları mevzu edinerek düşündürücü bir şiir evreni kurmuştur. Duygu ve fikir yoğunluğuyla beraber alay ve taşlama, şiirine egemen olan öğelerdir. İnsan ilişkilerinin toplumsal ve bireysel yanlarını sen-ben ikileminde vermiştir.
Hasret
Tumblr media
Bir gece, Gecede bir uyku.. Uykunun içinde ben.. Uyuyorum, Uykudayım, Yanımda sen. Uykumun içinde bir rüya, Rüyamda bir gece, Gecede ben.. Bir yere gidiyorum, Delice.. Aklımda sen. Ben seni seviyorum, Gizlice.. El pençe duruyorum, Yüzüne bakıyorum, Söylemeden, Tek hece. Seni yitiriyorum Oldukca karanlık aniden.. Birden uyanıyorum, Bakıyorum aydınlık; Uyuyorsun yanımda. Güzelce.. Şairin oğlu Gün Arun konu alıyor: Bana o şekilde geliyor ki, babam ozan olduğundan değişik değildi. Değişik olduğundan öylesine şiirler, epigramlar, yazılar yazmış ve alışılmadık bir baba olmuştu herhalde. Duygusal yerine duygu dolu, düşünceli, anlamlı demek daha doğru olacak. Şimdi geriye baktığımda karmaşık değil, dolu ve varlıklı bir ruh, düşünceyle beslenen, açık görüşlü, bilge bir adam görüyorum. Doğal ki başarısızlıkları, kırgınlıkları, üzüntüleri de vardı kesinlikle.
Küçüklere
Tumblr media
Yalan bile söylerken Prensibim doğruluk İsterim ki ben Sen de o şekilde ol çocuk Gün Arun’dan devam edelim: “Babaaaa…” diye koşar, atlardık kollarına babam eve vardığında. Üstüne birazcık tırmanır, o günkü heyecanlarımızı anlatır, kaygı ve sorularımızı iletirdik. Konuşurduk… Dinlerdik… Kısa bir ihtimal fakat çoğu zaman yoğun, daima karşılıklı sevgi ve saygıyla içten sohbetler… Sonrasında babam ceplerinden birine elini daldırır, biz için getirmiş olduğu fındıkları, fıstıkları çıkarırdı. Kimi vakit 2-3 simit… Bigün, yavru bir kedi… Onların aralarında ya da başka bir cepte; peçeteler, kağıtlar, şiirler, bir ihtimal bir iki çeviri, düşünceler, an ve anılar…
Yaşam
Tumblr media
Sanırım görmediniz; Şimdi şuradan geçti. Yazık görmediyseniz, Böcek şeklinde güzeldi. Şiirde bir anlam ve bir görüşün yansıtılması gerektiğine inanmıştır Özdemir Asaf. Batı şiiri ve geleneksel Türk şiirinden yararlanarak verdiği bileşim sanatını zenginleştirip geliştirmiştir.
Ileti
Tumblr media
ölebilirim genç yaşımda, en güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim. şimdi kavak yelleri esiyorken başımda, sevgilim, seni bir akşamüstü düşündürebilirim. Kızı Seda Arun’a dönelim yeniden: Birinci sınıfa başladığım gün, öğretmen “şiir bilenler parmak kaldırsın” söylediğinde ben de parmak kaldırdım. Benden ilkin kalkanlar ya Mustafa Kemal Atatürk, ya bayram ya da anne şiirleri okudular iltifatlar eşliğinde. Sıra bana vardığında siyah rugan ayakkabılarımın gıcırtıları eşliğinde heyecanla tahtaya kalkıp o küçücük yaşımda evindeki toplantılarda sık sık okunan ve bu yüzden ezberlediğim babamın bir şiirini okudum; fakat şiir bittiğinde alkış değil derin bir sessizlik doldurdu sınıfı. Ve sonrasında öğretmenin, “Sen bu şiiri nereden biliyorsun, kim ezberletti bu şiiri, kimin şiiri bu?” diye art arda soruları sıraladı… – Babamın. – Baban ne iş yapıyor? – Matbaacı. – Babana söyle, yarın okula gelsin. Akşam eve gider gitmez olanları anlattım babama ve beklediğim şeklinde bir cevap aldım babamdan… Evet, sükunet içinde dinledi ve güldü, yalnızca güldü…. “Uzun saçları, gür bıyıkları, siyah beresi, bakışlarındaki ışıltısı, r’leri söyleyemeyişi” onu arkadaşlarımın babalarından ayırıyordu. Babamın Özdemir Asaf bulunduğunu öğrenmem için ilk kitabının basılmasını beklemem icap ettiğini o günlerde bilmiyordum.”
Seni Saklayacağım
Tumblr media
Seni saklayacağım inan Yazdıklarımda, çizdiklerimde, Şarkılarımda, sözlerimde. Sen kalacaksın kimse bilmeyecek Ve kimseler görmeyecek seni, Yaşayacaksın gözlerimde. Sen göreceksin, duyacaksın Parıldayan bir sevi sıcaklığı, Uyuyacak, uyanacaksın. Bakacaksın, benzemiyor Gelen günler geçenlere, Dalacaksın. Bir seviyi idrak etmek Bir yaşam harcamaktır, Harcayacaksın. Seni yaşayacağım, anlatılmaz, Yaşayacağım gözlerimde; Gözlerimde saklayacağım. Bigün, tam anlatmaya.. Bakacaksın, Gözlerimi kapayacağım.. Anlayacaksın. Devam ediyor Seda Arun: 1980 yılının Aralık ayında babam hastalığa yakalandı, hekim yapmış olduğu ilk tetkiklerden sonrasında hastaneye yatmasını istedi fakat hastalığının tedavisi mümkün değildi. Bunu hepimiz biliyor fakat babam bilmiyordu. Yaşayacağı vakit fazlaca kısaydı ve yapılması ihtiyaç duyulan her şey yapılmıştı, o nedenle eve götürmemizi söylemiş oldu hekim. O gün, o sağlıksız haliyle bile “Bizim duraktan tanıdık bir taksici çağırın, pisi pisine bir trafik kazasında ölmeyeyim.” dedi. Bu şakasını seneler ilkin şiir olarak yazmıştı esasen; “ölüm Allahın emri / trafik olmasaydı”. O gün Bebek’teki evine sağ salim vardı fakat zamanı fazlaca kısaydı.
Son Şiir
Tumblr media
“Hastanede yada hapishanede Yaşamını yazma! Sonunu bir merak eden çıkabilir Hastanede her gece insan Birkaç yaşam yitirebilir ya da yaşayabilir Hapishanede ise her sabah.” Röntgenlerin korunduğu sarı kâğıda hastanede yazdığı son şiir isimsizdir. 28 Ocak 1981’de 58 yaşlarındayken İstanbul’da hayata veda etti. Mezarı Rumelihisarı Mezarlığı’ndadır.
Susmanın İkinci Yüzü
Tumblr media
Şimdi tüm anmalar bir susmanın içinde.. Şimdi tüm susmalar bir odanın içinde.. Anlatmaya bir sözcük, bir bakış arıyorlar, Ilkin sakladıkları, bir insanın içinde. Türk edebiyatının çelebi adı Haldun Taner, Özdemir Asaf’ı şu şekilde tanımlar; “O şairden başka hiçbir şeye benzetilemezdi. Gençliğinden beri bakışından, duruşundan, yürüyüşünden ve bilhassa düşünüşünden bohem, özgür, ozan kişiliği kolaylıkla okunurdu. Onun kadar nezaketini ve akıl ölçüsünü bir an bile yitirmeyen başka insan tanımadım. nezaket Özdemir’in takısı değil özüydü…”
Tumblr media
OKUDUYSANIZ yada IZLEDIYSENIZ PAYLAŞIN LÜTFEN HERKES OKUSUN ve IZLESIN. Read the full article
0 notes