#rüzgâr yükseliyor
Explore tagged Tumblr posts
Text
rüzgâr yükseliyor yaşamaya çabalamalı
23 notes
·
View notes
Text
Rüzgâr yükseliyor. Sonra ben bir ince fidan olup, yine kırılıyorum güneşe.
0 notes
Text
rüzgâr yükseliyor, yaşama tutunmak gerek
7 notes
·
View notes
Text
Parantezradyosu
Zaman kırıldı. Her şey anın içine doluşuyor. An şişiyor, derisini zorluyor. Görkemli bir patlamaya müteallik her şey ve sonsuz bir kalabalık yahut sessizlik. Mücerret bir yolculuğun işgaline uğrayıp yağmaya maruz kalan diğmadan çığlık yükseliyor, gök yırtılıyor, ardından yeni bir gök beliriyor ve altında kusursuz bir sükûnet. Olsun diyorum. Radyoma dokunmasınlar da…
Parantezler arasında bir radyo beliriyor. Radyo bir kadına benzemektedir. Kadının çok güzel bir gülüşü olduğu söylendi. “Mektuplarınızı aldım dedi kadın, benzettiniz galiba. Mektuplarınızı aldım, benzettiniz galiba. Mektuplarını aldım, benzettiniz galiba. Mektuplarınızı aldım, benzettin galiba. Mektuplarını aldım, benzettin galiba.” Türkçebeniyoruyor radyosunun gece kuşağı programında bu konudan bahsedilir. Bahsedilen şarkıdan düşülür. Yüklemlerin zamana uygun bir şekilde çekilmesi gerektiğine dair bilidiriler dağıtılır. Bunları okumadım. Daha önce demiştim. Acımasız olma ulan şimdi bu kadar cümlesini öğelerine ayırırken birtakım olaylarla karşılaşan bir karakteri filme alıyorum, gülümsesin. Belki gülümser. Gülümsediği yerden sola doğru kıvrılır, kalabalık bir çarşının arasından geçip her zamanki yere gideriz. Diyelim aylardan kasım olmuş. İstavrit lezzetini bulmuştur. Ortaya salata alalım. Otuzbeşlik kâfidir, üçerden altı kadeh. Sağ taraf alabildiğine denizdalgası. Tekin abi 17 senedir burada, teknecilik yapıyor. Binip gidiyoruz diyelim. Giderken radyo teknenin arka tarafına geçer ve ayaklarını suya batırır. Üzerine bir de sigara yakar. Üzerine bir de türkü çalar. Otobüs nereden kalkıyor. Şuradan. Binip gideceğiz. Milyon rengin içinden geçip en güzeline ulaşacağız. O esnada çok sigara içmekteyim. Her rengi tek tek anlatmakla mükellefim. Ne demek efendim, büyük bir zevkle. Radyo çok güzel bakmaktadır. Bütün bunlar parantezin içinde vuku bulmakta, parantezler açılmak istemektedir. Suya atlar ve açılmaya başlarız. Renkli balıklar bize eşlik etmektedirler. Bazı büyük balıklar burası tekin değil diyerek bizi korumaya başlayacaklardır. Bu kısmın tekneci tekin abi ile bir ilgisi yoktur, olabilir. Anlamın, kuralın bittiği yerden başlayacağız. Cümleleri tek bir elbiseye doluşturup belli bir nizamda yürütmemizi emreden o kağıdı yırtacağız. Yırtılan kağıdı savuran rüzgâr olduk, esiyoruz. Topraklara dokunacağız, altında güzel insanlar olan topraklara. Yaprakların arasından yıldızlara. Ağaç olsam diyen Erken Oğur'u bulacağız. Gövdeme bir insan yaslansa dediği an gövdesine yaslanacağız. Ben bunları hiç bilmesem dediği an ona anlatacağız. Fiile gelecek zaman eklemek cesaret istiyor. Bu arada yine ellerim terler. Doktora gitmem gerektiği söylenmişti. Doktor beni sevmemektedir. Vaktinde avucuma ilaç koyup beni kandırmıştı. Seslerin azalacağını, biraz huzur bulacağımı söylemişti. Radyonun sesini açıyorum, huzur artıyor. Biriktirdiğim bütün gazete küpürlerini çöpe attım. Yalan haberlere tahammülün kalmadığını öğrendim. Çok uzakta öyle bir yer, o yerlerde mutluluklar cümlesine inanıyorum. Tek cümlelik bir dinin hangi ibadeti, hangi emri varsa yerine getirebilirim. Mevzu yine hasıl-ı bilmasdar'a gelmektedir. Tanımı değiştirelim. Bir şeye dokunmak masdardır. o dokunmaktan hâsıl olan ses, hasıl-ı bilmasdardır. Radyonun yanağına ve saçlarına dokunuyorum. Hoparlöründen şarkı geliyor. Her şey şarkının içine doluşuyor. Şarkı şişiyor, derisini zorluyor. Patlama olmayacak. Zorlanıp da yırtılan yerden yavaşça dışarı sızacağız. Bizi takım yıldızları karşılayacak. Bizi paranteze alacaklar. Sessizliğin içinde süzüleceğiz. Parantezyıldızlar bizi çok sevecek. Olsun tabi diyeceğim. Radyoma dokunayım da.
6 notes
·
View notes
Text
şimdi gitsek
bir yerde güneş kalır mı
biz yokken gülleri sulayacak
bir yağmur içeri girer mi
bak yanaşıyor rüknettin
hayalin bize vadettiği gemi
ömrümüzden bir yaz demir alıyor
içine toplayarak
vadiler arasında sıkışmış
son mümini
tütünle dişlerine
âhir zamanı çizen
son şizofreni
ve köyünden dönerken
zikri kendine yoldaş edinen
son havâriyi
su yükseliyor
iyi ki gemideyiz rüknettin
iyi ki senin öbür adın rüzgâr
iyi ki mevsimden mevsime bir yol
yani inanan bir kalbin var.
gözlerini kapat, rüknettin
hissedeceksin bak
geyiklerin ağlayarak dolaştığı
bir vadiden sana kuşlar uçacak
ve serin denizlerin; kara yelkenlerin
tebdil-i kıyafet gezdikleri ormandan
sana tiner çeken
çocuklar uçacak
ve bir sabah namazından
atayurtlarına dönerken
yolda uyuyakalan meleklerin
duasından sana sevda
tüten şiirler uçacak.
6 notes
·
View notes
Text
⭐⭐⭐⭐⭐
Hafta sonları mümkün oldukça Dağ evimize gidiyoruz ailemle birlikte... Oranın havası suyu herşeyi çok güzel yaratılmış... Uzun süredir beni takip eden arkadaşlar bilirler bu görüntüleri hatırlarlar...
Bu gün çok güzel esinti var dağda... Rüzgârın sesi videomda duyulabiliyor... Kainatın uyanışını hissedebiliyorsunuz burada.. Adeta Rüzgâr kapı çalıyor tüm uyanacak varlıkların..
Bahar geliyor. yakında iyice hissettirir gelişini..
Mevcudat kış uykusundan uyanıyor. Yapraklar diriliyor, çimenler yükseliyor, renk renk çiçekler toprak üstüne çıkıyor, polen ve bal arayan arılar geziyor. Allah'ın izniyle ...
Ya Rabbi
mevcudatı kış uykusundan uyandırdığın gibi bizi de bu gafletten manevi kış uykusundan uyandır.
Ya Rabbi
bu mevcudatın uyanışından bizlere ibretler almayı nasip eyle
Bizlere tefekkür etmeyi , akletmeyi ve düşünmeyi nasip eyle ... Eyy akıl şuur ve irade sahibi insanlar !
Akılsız şuursuz ve iradesiz bir fidan bile onca yağan yağmura sert esen rüzgarlara sabahları don vuran havalara ve kendisine düşman olan bütün varlıklara rağmen ayakta kalarak ve meyve vererek insanlara hizmet etmek için sabr azim gayret ve sebatla mücadele ederken
Ey yeryüzünün halifeleri
biz neden vazgeçiyoruz !!! Ya ilâhelÂlemin bu güzel sanatlarından ibret almayı onlardan akletmeyi düşünmeyi uyanmayı dirilmeyi mücadele etmeyi sabrı ve sebatı bizlere nasip eyle.
Âmin.
Sevdiklerinizle Birlikte Hârika Kaliteli Bir Pazar Günü Geçirmenizi Diliyorum...🌺
________________°🌺💞🌸°_________________
🎀
5 notes
·
View notes
Photo
Rüzgâr yüzümüze esiyor sen ve ben yan yana yürüyoruz ve önünden geçtiğimiz cafeden bir müzik sesi yükseliyor. ‘‘İnan ki, senden başka kimse yok içimde.’‘
163K notes
·
View notes
Text
CEVATPAŞA MAHALLESİNDE YANGIN |VİDEO HABER
Gelen bir son dakika haberine göre, İstanbul Bayrampaşa'da çıkan yangında yüklesen dumanlar birçok ilçeden görülüyor. Bayrampaşa'da 4 katlı binanın çatısında yangın çıktı. Alevler rüzgâr sebebiyle yan binanın çatısına da sıçradı. Binanın içinde mahsur kalan bir kadın, vatandaşlar tarafından dışarı çıkartıldı. Yangın, itfaiye tarafından kısa sürede söndürüldü. Yangın, Cevatpaşa Mahallesi Rauf Orbay Caddesi’nde saat 17.00 sıralarında 4 katlı binanın çatısında çıktı. Çatıdaki alevler, rüzgâr sebebiyle yan tarafta bulunan binanın çatısına da sıçradı. Yangını görenler durumu itfaiyeye bildirdi. İhbar üzerine olay yerine çok sayıda itfaiye, polis ve sağlık ekipleri sevk edildi. Bu sırada binanın içinde mahsur kalan yaşlı bir kadın mahalle sakinleri tarafından battaniyeyle taşınarak dışarı çıkartıldı. Olay yerine gelen itfaiye ekipleri alevlere müdahale ederken, polisler de çevrede güvenlik önlemi aldı. İki binanın çatısında çıkan yangın ekipler tarafından kısa sürede söndürüldü."RÜZGÂRIN ETKİSİYLE BİR ANDA OLDU"Yangını gören mahalle sakini "Baktık oradan alevler yükseliyor. Rüzgârın etkisiyle de çoğaldı ama itfaiye erlerimiz zamanında müdahale etti. Rüzgârın da etkisiyle bir anda çoğaldı bir anda diğer binalara da sıçrayabilirdi. Bir tane yaşlı bir abla vardı içeride onu benim yeğenlerim battaniye içinde aşağıya indirdi. Bir sıkıntısı yok." diye konuştu. Read the full article
0 notes
Note
Bir dante değilsin ama ömrünün ortasına gelmene az kalmış :) sıkma canını abi, fizyolojik beden gelip geçici, sen ruhunu diri tutmaya bak!
Bu arada son sorum, nerde görev yapıyorsun, bunu da özelse yanıtlamayabilirsin
çok teşekkür ederim, rüzgâr yükseliyor yaşamaya çabalamalı! ya da yıkılma sakın! :)
aydın'da özelde çalışıyordum ama doktora eğitimim bitti, bir süre kendimi nadasa bırakıp akademik çalışmalara (makale, kitap yayını vb.) yönelmeyi planlıyorum inşallah. nevşehir'e döneceğim. sonrasında akademik kadro ilanlarına bakacağım.
4 notes
·
View notes
Text
Muhteşem Bir Hikaye; "KAR ÜSTÜNDE KAN DAMLASI"
Muhteşem Bir Hikaye; "KAR ÜSTÜNDE KAN DAMLASI"
Apansızın bastıran kar, her yanı doldurmuştu. Dün hava kapatmış, ayaza çekmişti. Bugün düzlüklerde ancak tutunabilmiş, diz boyuna ulaşmıştı. Yağdıkça karanlık geceyi ağartan kar, bütün her şeyi beyaza çevirmiş, sabaha donduran, düşündüren, sevindiren veya kahreden bir sessizlik bırakıvermişti. Damların çatıları, ulu ağaç dalları, neredeyse üzerlerindeki beyaz yükü taşıyamayacaklar. Sanki bir ürküten çıksa, hafif bir rüzgâr da esse, yüklerini bırakıp kaçacaklar. Güneş, renginden mi utanmış ne, kar bulutları arkasında limon sarısına bürünmüş bir halde, saklanıyor. Eyüp Dayı, dam altına indi. Hayvanlarının alafını, köpeklerinin yalını verdi. Çeyrek asırlık eşeğini semerledi. Yem torbasını tıka basa doldurdu. Daha sonra, yalını temizleyip tüketen köpeklerini yerlerine bağladı. Aklından; - “Kurt, dumanlı havayı sever!” diye geçirdi. Sever ya, ne yapalım? Boş bıraksam, bu kış kıyamette peşim sıra seğirtirler, şehre kadar arkamdan gelirler. Çocuklara da söylerim: Biz, şehir yoluna düşmeden, onları bırakmasınlar. Kendince durdu, düşündü. Yola düşmek için vakit oldukça erkendi. Sağa sola baktı. Sarı öküzün boynuzlarını derinlemesine kesen yular ipini gevşetti. - Bir işi ehline bırakmazsan, böyle olur! dedi. Hoş, kişi kendi işini kendisi görmeli ya... Fakat başka türlüsü de olmuyor. Her işe kendim koşsam, çocuklar neyi, nasıl öğrenir? Sonunda hangi işin üstesinden gelebilirler? Yapacağı işi kararlaştırdıktan sonra, yukarıya seslendi: - Kız, Esma! Bir koşu yağdanlığı getiriver. - Yağdanlık nerde, baba? - Elinin köründe! Bana soracağına, anana danış. Eyüp Dayı, belki daha konuşacaktı. Fakat yolculuk öncesi, evde bir tatsızlık çıkmasından çekindi. Sarı öküzün sırtını, boynunu sıvazladı. Besbelli bu iş, öküzünün hoşuna gitmişti. Eyüp Dayı’nın okşayan eli boynuzlara yaklaştıkça, öküz huysuzlanıyor, başını sağa sola kaçırıyordu. Bu sırada burun delikleri büyüyor, nefesi alev alev çıkıyordu. Elinde yağdanlık, Esma çıktı, geldi. Karanlıkta babasını hemen seçemedi, uzun uzun gözlerini ovuşturdu. Sonra yağdanlığı babasına uzattı. Sarı öküzünü yularından tuttu. Öküzün başını kendine çekti. Eyüp Dayı, açılan yaraları bir güzelce yağladı. Öküzün başındaki yuları söküp aldı. Boşalan iple, ön ayaklarından birini bağladı, kazığın yerini değiştirdi. İşini bitirince, kızı arkasında, abdestliğe çıktı. Peşi sıra yetişen Esma, bulup getirdiği ibrikten babasının ellerine su döktü. Dökülen su, ayazın etkisinden olmalı, hemen buharlaşıyor, Eyüp Dayı’nın ellerinden, kollarından, yüzünden doğruca havaya yükseliyordu. Gıcırdayarak açılan mutfak kapısı, kahvaltı kokusunu olanca tatlılığıyla dışarıya bıraktı. Güzelim çorba kokusu ortalığı sardı. Ayşe Ana, ocakta çorbanın üstüne gezdireceği yağı eritirken, bir yandan da dışarıdakileri çağırdı: - Kız, Esma! Kız, adı batasıca! Sabah sabah hangi deliğe gizlendin? Baban, ne cehenneme gitti? Haydi, çabuk olun, davranın! Çorba soğuyor. Çağrılanlardan önce, Ayşe Ana’ya oğlu Yusuf cevap verdi: - Geliyorum, ana! De bakalım, sabahın bu vaktinde ne çorbası yaptın? - Bak hele, daha konuşuyorlar. Ne çorbası olacakmış? Zıkkım çorbası, zıkkım! Dam altındakiler, ahşap, karanlık ve artık dökülmeye başlayan merdivenden gacır gucur yukarıya çıktılar. Sofaya kurulan yer sofrasının başına geçtiler. Hazır çorbaya büyük bir iştahla kaşık çaldılar. Yusuf; - Baba, dedi, seninle birlikte bugün şehre ben de gelmek istiyorum. - Niçin? - Kendime tarak ve ayna alacaktım da! Eyüp Dayı, “tarak ve ayna” sözlerine takıldı. Gönlünü, kırk yıl öncesine bıraktı. Gençliğini, ilk delikanlılığını yeniden yaşamaya başladı. Yer yer silik olan film şeridinde, Ayşe Ana’ya tuttuğu aynayı hatırladı. Hatırlamak ne kelime? Onu, yeni baştan gördü. Dalıp gidecekti ki, Yusuf’un sorusuyla uyandı. - Baba, ne diyeceğini söylemedin ya? - Madem gelmek istiyorsun, gel haydi! Yusuf, yaşadığı duyguların heyecanından olacak, hemen dışarı fırladı. Gacır gucur merdiven basamaklarını aştı. Dam altına, çeyrek asırlık eşeğin yanına indi. Arkasından babası da geldi. Köpek havlamalarını, tavuk gıdaklamalarını, sarı öküzün böğürtüsünü geride bırakarak, çeyrek asırlık eşekle birlikte, baba oğul, yola çıktılar. Bütün gece, durmaksızın yağan kar, dal uçlarında ağırlaşmış, esinti aldıkça, “g��rp!” diye yere dökülüyordu. Karşı yamaçlar, sağ sol, dört yan beyaza kesmiş, bütün tabiat tertemiz olmuştu. Yer yer karaağaç yeşili, beyaz örtüyü yırtıyor, donuk manzaraya renk katıyordu. Kasabadan şehre çıkan yol, döne döne yükseliyor, meşe, köknar ve ladin, gürgen ağaçlarının arasından, Karadeniz’e doğru uzanıyor, şehre varıyordu. Etinden ayrılmış balık kılçıklarını bilirsiniz. Ormanı dolduran binlerce ağaç, beyaz karla yüklenmiş olduklarından, kar tutmayan yüzleriyle, balık kılçıklarını andırıyor. İlkin, yolculuk başlangıcında hemen hiç konuşmadılar. Eyüp Dayı ile Yusuf, baba oğul bu iki kişi, uzun zaman kendi gönüllerini dinlediler. Yusuf şehre varır varmaz, kendisine tarak ile ayna alacak, kasabaya dönüşlerinde akranlarına caka satacaktı. Onlardan fırsat buldukça da, bir bahçenin kuytu köşesindeki ağaçların altına çekilecek, uzun uzun saçlarını tarayacak, aynası ile kaşını, gözünü, yüzünü inceleyecekti. Eyüp Dayı’nın içinde tarifsiz sıkıntılar. Yolculuk ilerledikçe de yüreğini dolduran sıkıntılar, peşini bırakmıyor. Körün Hanı’nı geçtiler. Kasabaları oldukça geride kalmıştı. Eyüp Dayı: - Bir terslik var, be Yusuf! dedi. Başka zaman, kar ne kadar yağarsa yağsın, bu yolun izi tükenmezdi. Karşılıklı inadı elden bırakmazdık. Şehre oluk oluk akardık. Bugün de ne-dense, bizden başka kimsecikler yok. - Öyle baba. Her hâlde biz, yola erken çıkmış olmalıyız. - Bu iyi, işte Yusuf! - Neden baba? - Neden olacak? Erken kalkan yol alır. Görüyorsun, biz de yolun çeyreğini aştık. Varsın yanımızda, yakınımızda kimse olmasın. Ne edelim? - Yürüyelim. - He, ya! Yürüyelim. Çeyrek asırlık eşek, terden sırılsıklam olmuştu. Zaman geliyor çığırdan çıkıyor, karın altına kadar kara batıyor. Böyle durumlarda Yusuf, öne atılıyor, çeyrek asırlık eşeği, yeniden çığıra çekiyor, doğabilecek tatsız durumları önlemeye çalışıyordu. Onun, bu şekilde davranması da Eyüp Dayı’nın hoşuna gidiyordu. O da: - Höst! Dokunak! diyerek, oğluna arka çıkıyor. Kar, bütün yolu yorgan gibi kaplamıştı. Hava ayaza geç çektiğinden henüz daha don tutmamıştı. Bu yüzden baba oğul, yürümekte küçük güçlüklerle karşılaşıyorlardı. Çığır bitince, yeni çığır açmak için, kâh Eyüp Dayı, kâh Yusuf ileri geçiyor, önde yürüyordu. Yusuf’un pabuçları, çorapları, pantolonu dizlerine kadar, kar suyu ile ıslanmıştı. Zaman zaman esen rüzgâr, ıslak yerlerine vurdukça, Yusuf’u da üşütüyordu. Yusuf, aklına geleni yapmak için geri kaldı. Soğuktan kalınlaşan parmaklarının yardımıyla, pabuçlarının bağını çözdü. Ayakkabılarını çekti, çıkardı. Islanan çoraplarını sıyırdı. Ayak parmaklarını ovuşturdu. Parmakları ısınır gibi oldu. Çoraplarını sıktı, ayağına giydi. Yürüdü. Yol, sağından solundan, koca koca, iri gövdeli köknarlarla çevrilmişti. Onlara yaslanan, sanki onlarla birlikte göğe yükselmek isteyen böğürtlenler, yağan karın kapatmasıyla kaybolmuşlardı. Yalnız, yol boyunca uzayıp giden telefon di-rekleri, vefalı bir dost gibi baba oğulu takip ediyordu. Yusuf, binlerce kılçığın doldurduğu Ahmet Sadi Yokuşu’nun arkasından, birdenbire yola inen, önüne çıkıveren köpeğe benzer hayvanları görünce, olduğu yerde çakılıp kaldı. Sayısız köpekler, sessizce yaklaştılar. Yusuf, yüreğinin atışlarının hızlandığını hissetti, korktu. Babasına seslenmeyi de, şerefine yediremedi. Kendi kendine söylendi: - Bağırsam, babamı seslesem, korktuğumu anlayacak! İyisi, bir zaman dişimi sıkayım. Nasıl olsa, tehlikeyi babam da fark edecek. Yanılmamıştı. Eyüp Dayı, çeyrek asırlık eşeğinin kulaklarını dikmesinden, durumun hayra işaret olmadığını sezdi. Araştıran gözlerle, derhal sağına soluna baktı. Yerden, aniden mantar gibi bi-ten tehlikeyi, gördü. Eşeği önüne aldı. Onu, kurtlardan korumak ister gibiydi. Durmadı, oğluna seslendi: - Yusuf’um, bir tanem! dedi. Sakın korkayım deme. Az sonra, çeker gider bu meretler. Yalnız ne olur, ne olmaz, kalınca bir odun al eline. Bakarsın, sana, bana, eşeğe saldırmak isterler. İşte o zaman, odunla varırız üstlerine. Haklarından gelemesek bile, korkuturuz. Yusuf, denileni yapmak için, sağa sola baktı. Gözüne kestirdiği bir kızılağaç dalını kanırdı, kopardı, aldı. Adımlarını hızlandırdı, babasına yetişti. Koca adam, oğlunu, çeyrek asırlık eşeğinin önüne geçirdi. Eşek, oğluyla kendisinin arasında kaldı. Sonra Eyüp Dayı bakındı, gökyüzünde güneşi aradı. Onun kendisine destek olacağını umuyordu. Güneş, tam tepelerindeydi. Isıtmayan, limon sarısı ışığıyla etrafı aydınlatmaya çalışıyordu. Hoş, aslında bu aydınlatma işini, yerde biriken, dal uçlarında çoğalan, dereleri dolduran kar, az da olsa yapıyordu. Güneşi, tam tepesinde gören Eyüp Dayı, az buçuk vakit hakkında bilgi edinebildi. Vakit, öğleye yaklaşmıştı. Limon sarısı güneş, uzayıp giden yol, boğazına kadar kara batmış imdat ister gibi duran telefon direkleri, gürgenler, kayınlar, kızılağaçlar, çeyrek asırlık eşeğe ve yanındakilere iştahla bakan sayısız, analı danalı, enikli kurtlar... Eyüp Dayı’da sabır. Ne söylüyor, ne de bir şeyler yapıyor. Yusuf, tereddütler içinde kalmış, yapması gerekeni bir türlü kestiremiyordu. Damdan düşer gibi sordu: - Baba be, dedi, bu kurtlar adam yer mi? - Yediğini görmedim. Ancak, duymuşluğum var. - Bu işi, açlıktan mı yapıyorlar? - Galiba! - Ben de acıktım, baba! Eyüp Dayı, heybedeki azık torbasını düşündü. “Çüş!” diyerek eşeğini durdurdu. İki yanları sıra, sağlı sollu peşlerini bırakmayan kurtlara çıkıştı. Sert sert bağırdı. Böyle bir hareketi beklemeyen kurtlar, aniden kazık freni yapmış gibi durdular. Analarının peşi sıra bu sonsuz koşuya katılan, beyaz denizde, durmaksızın koşan enikler, şaşıp kaldılar. Hatta bazıları, dırlaşarak, analarıyla dalaştılar. Çeyrek asırlık eşek, korkudan mıdır, nedir, anırdı. Anırdıkça, sanki içindeki yangını, cümle âleme duyurmak istiyordu. Bu sırada, kuvvetli bir rüzgâr esip geçti. Bütün dal uçlarından, biriken karlar, karmakarışık sesler çıkararak yere döküldü. Bu seslere, birkaç kurt da katıldı. Uludular. Eyüp Dayı; - Bekle biraz, oğul! dedi. Açlık, adamı dinden, imandan çıkarır. Az kaldı, unutuyorduk. Kasabadan çıkarken, anan, heybeye azık bırakmıştı. Ne dersin? Biraz soluklanıp, karnımızı doyuralım mı? - Doyuralım! Baba oğul, çeyrek asırlık eşeği, kendilerince güvenli buldukları bir yarın kenarına çektiler. Heybeden çıkardıkları kara zeytini, helvayı ve ekmeği bölüştüler. Daha sonra sırt sırta oturdular. Biraz olsun açlıklarını bastırdılar. Onlarla beraber kurtlar da oturup beklediler. - Anan, ne ederse etsin, düşünüp de yapar, be Yusuf! Baksana, helva ile zeytini yan yana getirmekle, bu karda kıyamette suya olan ihtiyacımızı ortadan kaldırmak istemiş. Çünkü acı ile tatlı, midede birbiriyle boğuşur giderken, adam, suyu neyi düşünmez. - Gerçek. Bu doğru! - Bu sonuca nasıl vardın? - Biraz önce, susamıştım. Yemekten sonra susuzluğum artacağına, azaldı. - Ah, şu kurtlar da bir azalsa! - Baba be, varalım üstlerine. Kovalayalım, gitsinler. Onlar, arkamız sıra geldikçe, heyecandan mıdır, nedir, biraz korkuyorum. - Korkma, oğul! Yalnız, işi kabadayılığa da vermek olmaz. Gurur, adama tedbirli olmayı unutturur. Felâket dediğin de o zaman gelir, çatar. Adamı dört yanından yakalar. Yola yeniden çıkmak için kalktılar. Çeyrek asırlık eşek, onlarla gitmek istemedi. Yusuf yularından asılmasına, Eyüp Dayı da arkasından itmesine rağmen, bir hayli ayak diredi, yerinden oynamadı. Kurtlar da bu davranış karşısında kâh oturdular, kâh ayaklandılar. Homur homur, homurdandılar. Kasaba çok geride, şehir oldukça ilerde. Çeyrek asırlık eşeğin inadı tuttu. Kurtlar baş belâsı. Hava, akşamüzeri serinliğine yatmak üzere. Yeri yalayıp geçen rüzgâr, kar taneciklerinin sağa sola savrulmasına, birbirleriyle oynaşmasına sebep oluyor. Eyüp Dayı, bu defa kendisi öne geçti. Çeyrek asırlık eşeğini yedekledi. Yusuf, elindeki odunla, hem eşeğe, hem kurtlara göründü. Eşek yürüdü. Kurtlardan bazıları kaçar gibi yaptı. Sonu bilinmez, azap dolu yolculuk yeniden başladı. Kaçar gibi yapan kurtlar, biraz daha çoğalmış olarak geri döndüler. Sonuçta, kurtların sayısı birdenbire artıverdi. Homurtular fazlalaştı. Kurtlar, geri döndüler. Yeni gelenler, daha öncekiler gibi sabırlı da değillerdi. Avlarına, çeyrek asırlık eşek ile adam ve oğluna, iştahla bakıyorlar, az sonra başlatacakları ziyafet öncesinde, dişlerini gı-cırdatıyorlardı. Onlardan, daha iri ve işinde tecrübeli olanı, hızla öne çıktı. O, diğerlerine göre daha çalımlı bir şekilde dolaşıyor, avlardan en zayıfına atılmak için fırsat kolluyordu. Kurtların hareketinin nereye varacağını, niyetlerinin ne olduğunu Yusuf’la babası, anlamakta gecikmediler. Niyetin korkunçluğu, Yusuf’un elinin, ayağının boşalmasına sebep oldu. Sanki birçok pençe, Yusuf’u belinden kavramış, arkaya doğru olanca güçleriyle çekiyor, çekiyordu. Bu durum ona sıkıntı verdi. Koltuk altlarından beline kadar, ani bir terdir boşandı. Bütün bunlardan sonra Yusuf, üşümeye, zangır zangır sakırdamaya başladı. Babasını seslemek istediyse de, ne kadar bağırmak isterse istesin, sesi çıkmadı. İmdadına, çeyrek asırlık eşeğin anırması yetişti. Bu ses, bir meydan okuma sesi miydi ne, kurtlar dağıldılar. Eyüp Dayı, çeyrek asırlık eşeğinin anırması üzerine geriye döndü, Yusuf’a baktı. Kurtlar dağılmıştı, dağılmıştı ama Yusuf, yine de korkuyordu. Nedendir bilinmez, ondaki bu korkunun telgrafçıları, az da olsa, babasına da tel çekmeye başlamışlardı. Eyüp Dayı, oğluna çaktırmıyor ama aslında o da korkuyordu. Yüreğinde endişenin bin bir ışığı yanıp sönüyor. Kafasında suçlayan, kınayan sesler dolaşıyor. - “Koca Eyüp! Biz, seni oldukça acar bilirdik. Nasıl oldu da, eşeği kurda bıraktın? Az kalmış, Yusuf’u da kurtlara aldıracakmışsın! Öyle mi?” - “Öyle mi?” - “Öyle mi?” - Öyle! Eyüp Dayı sarsıldı, uyandı. Boş bulunmuş, “Öyle!” deyivermişti. Neden, niçin böyle davrandığını kestirmeye çalıştı. Bulduğu zayıf ışığın ipine yapıştı. Oğluna seslendi: - Öyle, gerilerde kalıp durma Yusuf! Bak, eşeği kollayayım derken, kendin kurtlara paçayı kaptırma! Atik ol! Uyanık ol! Tanıdık bile olsa, duyulan bir insan sesi, şayet farkında olursanız, korku denizini aydınlatıyor, adamın endişelerini yok ediyordu. Şimdi de öyle oldu. Yusuf, korkularından sıyrılmış bir şekilde, babasını cevapladı: - O bakımdan endişen olmasın baba. Hani, korkmuyorum desem, yalan olur. Fakat, seninle olduktan sonra, nerede olursam olayım, hangi şartlar altında kalırsam kalayım, korkunun derin denizleri, vahşi dağları bana vız gelir. Babası, koltuklanmaktan hoşlandı: - Benim aslan oğlum! dedi. Dönemeci aştılar, Gebeula’ya vardılar. Gebeula’da kar, bütün yolları tutmuş, kapatmıştı. Artık bütün çığırlar da kaybolmuştu. Yolun en tehlikeli bölümü de, işte şimdi başlıyordu. Bulundukları nokta, yüksek dağların bel verdiği, sağı solu açık, oldukça da fazla rüzgâr alan bir yerdi. Burada rüzgâra tutulmak, göz göre göre ölüme teslim olmak demekti. Uzayıp giden, uzadıkça insana ıstırap veren beyaz denizde ne bir ses, ne bir iz var. Eyüp Dayı, tereddütler içinde. Yeşile çalan, kabaran Karadeniz aşağılarda, az ilerde. Güzelim şehir, olan bitenden habersiz, nice yolcuları bekliyor. Kasaba çok, çok gerilerde kaldı. Hele hele bu vakitten sonra, geri dönmek olmaz. Zaten dönmeye, kurtlar da fırsat vermez. Görünen gerçek oldukça acı. Kurtuluş, hayâl gibi bir şey. Kar, Eyüp Dayı’nın kocamış gözlerini kamaştırıp yakıyor. Hafif rüzgâr, peşinde taşıdığı, sürükleyip getirdiği akşam soğuğundan olacak, adamın iliklerine kadar işliyor. Yusuf’ta heyecan, kabardıkça kabarıyor. Fidan gibi delikanlıda kol kanat, dal budak bırakmıyor. - Şehir, şu aşağıda görülen değil mi, baba? - Evet, oğul! - Yolun en berbat yerindeyiz. Ayaz da çıktı. Kurt sürüsü peşimizde. Güneş battı, batacak! Şehre varabilecek miyiz? - Elbette oğul! - Yol dediğin ne ki? Yürürsün, tükenir değil mi, baba? - Tükenir be oğul, tükenir. Hep ömürler tükenecek değil ya? Dağılan, avına, az da olsa umut vermek istermiş gibi davranan, gizlenen kurtlar, geri döndüler. Bu dönüşleri de, biraz daha vahşiceydi. Bütün kurtlar, acımasızdılar. Üstesine, adamla oğlundan, sürüye zarar gelmeyeceğini de anlamıştılar. Yapacakları iş hakkında, en küçüğünden en büyüğüne kadar, karar sahibi olduklarından, avlarının etrafında halkalandılar. Ancak avlarındaki hareketsizlik, onları da durdurdu. Zaman ilerledikçe, akşamın koyu gölgeleri karşı yamaçlara düşer düşmez, halkayı, dura yürüye daralttılar. Eyüp Dayı; - Kapana kıstık, oğul! dedi. Gayri bize kurtuluş yok. Sesine karşılık bekledi. Alamayınca, tekrar seslendi. - Yusuf, Yusuf! Korkudan dilin mi tutuldu, ne? Niye cevap vermiyorsun? Ne oldu sana? Can sıkıcı bir sessizlik. Çöken koyu gölgeler. Yaklaşan, halkayı biraz daha daraltan kurtlar. Akşam ayazına rağmen, vıcık vıcık terleyen çeyrek asırlık eşek. Korkunun esiri olmaya başlayan, canı burnunda Eyüp Dayı. - Oğul, oğul! Endişelendiren, kahreden, öldüren bir sessizlik ortasında, yapa yalnız kalmaya başladığını gören Eyüp Dayı, eşeğini de kaderine terk etti. Derhal oğluna döndü. Döne döne, olduğu yerde sallanan, ayakta kalabilmek için çabalayan Yusuf’u gördü. Yusuf’un gözlerinde, uykunun binlerce tonluk askerleri kol geziyor. Bıraksan, aldırmasan, tutmasan, Yusuf düşecek, olduğu yerde kalacak, kurtlara yem olacak. Eyüp Dayı, oğlunu omuzlarından tuttu, var gücüyle sarstı. - Oğul, oğul! dedi. Kendine gel. Bak, şehir orda, aşağıda. Oradan alacağın aynayı neyi unuttun mu? Yusuf’ta ses yok! Oğlan donuyor. Eyüp Dayı, bütün gücünü yeniden topladı. Yaradan’a sığındı. Oğluna, arka arkaya, aralıksız, yedi sekiz tokat attı. Zayıf, cılız fakat yine de insanı umutlandıran bir ses duydu. - Ne vuruyorsun be baba? Birdenbire ortalık, toza dumana karıştı. Gün boyu kurulan, gerilen kurtlar, yaydan kurtulan ok gibi fırladılar, çeyrek asırlık eşeği önlerine katıp Eyüp Dayı ve oğlundan ayırdılar. Donmakla yaşamak arasındaki Yusuf, önceden elinde taşıdığı sopaya davranmak istedi. Gördü, baktı ki elinde sopa mopa yok. Hoş, olsa da kendisinin adım atacak hâli kalmamış. Çaresizlik her tarafından onu da kuşatmış, sarmış, sabahtan bu yana bir türlü yakasını bırakmıyor, kene gibi yapıştıkça yapışıyor. Kurtlar, çeyrek asırlık eşeği, göz açıp kapayana kadar oldu olmadı, tükettiler. Analı enikli, üzerinde et namına ne varsa, yalayıp yuttular. Kemiklerini çatırdatmaya başladılar. Beyaz deniz, yer yer, küçük halkacıklar hâlinde kızardı. Güneş, koca tepenin ardı sıra, denizin ortasında, aniden kayboldu. Açlıklarını gideren kurtlar, baba oğula dokunmadılar. Eyüp Dayı, gökyüzünde güneşi aradı. Karanlıkla kucak kucağa gelince, korktu. Kendinden geçti. Gönlünü, kırk yıl öncesine bıraktı. Gençliğini, ilk delikanlılığını yeniden yaşamaya başladı. Yer yer silik olan film şeridinde, Ayşe Ana’ya tuttuğu aynayı hatırladı. Hatırlamak ne kelime, onu, yeni baştan, tekrar tekrar yaşadı. Daldığı rüyâ âleminden, şehre varır varmaz, kendisine tarak ile ayna alacak olan Yusuf’un sorusuyla uyandı. - Ne vuruyorsun be baba? Akşamla birlikte, kar beyazı ortalığa döküldü. Çok uzaklarda, karşı dağların uçlarında, güneşin son ışıkları görünüyor. Yerde, yer yer kırmızı kan lekecikleri. Az ileride şehir. Çok, çok gerilerde kasaba. Kar, ne iz, ne yol bırakmış. Yerde, kırmızı kan lekecikleri. Yerde, kırmızı kan. Yerde, kırmızı.
Yerde!
SAYFA 5-16 Yazar: Oyhan Hasan BILDIRKİ Read the full article
0 notes
Photo
İbrahim’e selam olsun! Hacer’e selam olsun! İsmail’e selam olsun! Selim ve tertemiz bir kalp ile Rabb’ine yönelen ve teslim makamında, çetin imtihanlardan geçip, Âl-i İbrahim olan, İbrahim ailesine selam olsun. İbrahim Peygamber, Halil olan, Allah’ın dostlarından bir dost. Yanık yüreğiyle dualar gönderen, gözlerinden ığıl ığıl yaşlar süzülen, duyarlı, vefakâr, teslim olan… Halilullah’a selam olsun. O, hiç tereddütsüz, her şeyi ve herkesi cesurca karşısına alıp “Rabb’ine, tertemiz bir kalp ile yönelmişti”. (Saffat Sûresi,84). Âyette apaçık belirtildiği gibi… Annesinin, onu, Nemrut zulmünden kaçırıp, tenha yerlerde büyütürken, yıldızları, ayı, güneşi kendine yâren bilip, yalnızlığı yüreğine içirirken, kutlu, dayanıklı, kavi, sağlam bir imanla donanıyordu içten içe… Doğduğu dünya, şirkin ve zulmün en büyük senaryolarının yaşandığı bir yerdi. Vahyi ağırlayacak olan yürek pak ve temiz kalmalıydı. Bunu biliyormuş gibi, anne, şefkatin ve sevginin ırmağına dualarını akıtarak tenha mağaralara taşıdı adı İbrahim olan çocuğu. İmtihanların çetin duraklarından bir duraktı Azer! Yüreğini daraltan saldırılardan sonra, derinden, içli yakarışlarla sesleneceği Mabud’una; “Hasbunallah ve nimel vekil” diyerek, tek sığındığı Rabb’ine karşı Azer, putlar inşa ederken başkaldırının aşkın boyutlarında, son ümmetin babası olarak anılacak bir baba yüreği büyütüyordu oysa, put yapan bir babaya karşı İbrahim. Biliyordu çetin imtihanlar ancak kalplerde kazanılıp kaybedilir. Tenha mağaralarda incelik kazanmış yüreğiyle, müsterih, kararlı ve emin olarak yönelmişti Rabb’ine… Bu öyle bir yöneliştir ki, direnmenin ve inancın destanını tertemiz, muvahhit bir yürekle yazarken, tek başına bir millet olduğunu gösterecekti asırlar boyu. Sağ eliyle ve tüm gücüyle devirdi putları. Şaşkınlıktan dona kalan inkârcı Azer’i, Nemrut’u ve halkı, adeta alaya alan bir ironi yüklüydü sözlerinde. “İlahlarımıza bunu sen mi yaptın ey İbrahim?” (Enbiya Sûresi,62), diye sorguladılar. (İbrahim) ‘Hayır’ dedi, “Bunu yapsa yapsa, şu en iri yarı olanı yapmış olmalıdır, en iyisi mi siz kendilerine sorun, tabi ki eğer cevap verebilirse!” (Enbiya Sûresi,63). “Getir, güneşi batıdan getir!” diye seslendi dimdik ve cesur duruşuyla İbrahim; herkesin önünde Nemrut’a… Eli ayağı birbirine dolanan Nemrut ölümleri çağırdı o zaman. Yalımlı, yakan kavuran ateşleri çağırdı. Ur kentinde, ateşlerin en büyüğü… Kalabalık büyüdükçe büyüyor, ateş yükseldikçe yükseliyor. Yalımlı alevler aydınlık ve karanlık semalara kıvılcımlar dağıtıyor. Odunlar çoğaldıkça, ateş büyüdükçe, alevler yükseldikçe; İbrahim’in yüreği iman ateşiyle kaynadıkça kaynıyor. Gözlerinden içine yine ığıl ığıl yaşlar akıyor. Ve açıyor ellerini… Tekrar… Bir daha!…” Hasbunallah veni’mel vekil.” Diye yalvarıyor Rabb’ine… “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selamet ol.” (Enbiya Sûresi,69) diye karşılık geliyor Rabb’inden. İşte o zaman, iman ve aşk ateşiyle kavrulan yüreğine serinlik ve esenlik taşıyor Nemrut’un ateşi. Nemrut’un ateşi, gül bahçelerine dönüyor, cennetten bir köşe oluyor, yakaran dualarından, İbrahim’in yanan, kaynayan yüreğinden sonra. Önce yüreğini verdi İbrahim. Önce yüreğini kurban etti. En seven, Vedud olan Rabb’ine, sunulan bir yumruk et parçası değildi artık. ‘Selim bir kalp’ olmuştu Nemrut’un kor ateşleri içinde İbrahim’in yüreği… Kurbanlar bitmiyordu. İmtihan demek, kurbanlar vermek, kurban olmak demekti… Halilullah olmanın, millet babası olmanın, İsmail’in babası olmanın, Muhammet’in atası olmanın yolu kurban olmaktan geçiyordu. Yolculuk çöllereydi… Issız, yalnız, yakan, kavuran çöllere… İsmail’ini ve Hacer’ini, sakine rüzgârının savurduğu çöllere doğru götürürken, korku ve ümitle ihtiyar yüreği ürperiyor, gözlerinin nemlenmesine engel olamıyordu. Topuklarını yakan, kızgın kum taneleri çatlıyor, savruluyor, rüzgâr, kurban ailesini ısısız çöllere doğru adeta görünmez bir rehber gibi Cebrail soluğuyla sürüklüyordu. Ak saçlarından terler sızarken, yanan topuklarında takat kalmamıştı… Derin bir sükûtla adımları yavaşlayıp durunca öylece bekledi… Sonra birden: - “Geldik” dedi. Esmer çehresinin her kıvrımında acının ve yalnızlığın derin izleri, hüzünlü ve korku dolu bir tebessümle Hacer sordu: - “Ey İbrahim! Bizi kimlere emanet ediyorsun?” - “Sizi Allah’a emanet ediyorum…” Peygamber konuşunca susmuştu Hacer. Asırlarca kurban psikolojisinin destanını yazacak, yanık yüzünde acı bir tebessümle susmuş, yavrusuna daha bir sıkı sarılarak, gözleri uzaklara düğümlü ilk teslim olanların, eşsiz şuurunu susarak kazımıştı silinmemecesine… Gerçek sahibine emanet ve teslim olduğu bilinciyle susmuştu… İşte o zaman, susuzluktan dudakları çatlayan yavrusunu, bağrına bastırıp, yol verdi Halil olan Peygambere. Kölelikten azat olurken de, İbrahim’e eş olurken de, Sare’den ayrılırken de bu suskunluğu vardı üzerinde. Kurban etmişti Hacer… Kadınlığını, zayıflığını, acizliğini, sevdasını, kurban etmişti. O da eşi gibi selim bir kalp ile Rabb’ine teslim olmuştu. Kızgın çöllerde yanan ayaklarıyla, kavurucu güneşin altında, seraplara koşarken de, üşüten çöl gecelerinde, yıldızlar bir bir avuçlarına dökülürken de, hicret gelini olup, gurbetlere göçerken de biliyordu teslim olduğu Rabb’i hep yanında… Siyahî bir köle olarak, aydınlık ve sabır yüklü imanı kuşandığında, Merve ve Safa tepelerine doğru eteklerini savurarak, koştuğunda, dünyanın merkezinde iman ateşi fokurdamaya başlamıştı bile… Bu nasıl bir ateştir ki, siyahî bir köleyi aşkın ve ulaşılmaz zirvelere taşıyacak, asırlarca insanlık, bu siyahî kölenin eteklerinde secdelere kapanacak. Ve Rabb’i onu Beyt’ine konuk edecek. Ayağına milyarca misafir taşıyacak… Böyleydi işte. Rabb’i Hacer’in teslimiyetini, kurban oluşunu, kurban edişini karşılıksız bırakmamıştı. İsmail sevilesi olunca, bal damlayınca dudaklarından, sevilen nar tanesi nur tanesi olunca Hacer’in avuçlarında, çetin imtihanların gölgesi düşecekti düşlerine İbrahim’in… İsmail göz aydınlığı, İsmail taze fidan, al yanaklı, ayva tüylü toy delikanlı… İsmail sevdalara durmuş, anne yavrusu. Rüyalar, arkası kesilmeyen rüyalar, İsmail’in gül yüzünün gölgesine düşüyor… Rüyalar ilham olacak, kurban alacak. İbrahim’in baba yüreği titrerken, özlemle, duayla, nice semerelerle bulduğu evladı kurban olacak… İstenen bu… Hasretle yaptığı dualar ve adaklar aklına geliyor. Emanet sahibi, emanetini istiyor. “Ey yavrucuğum! Rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm; bir düşün, ne dersin?” “Ey babacığım, sana emredilen neyse onu yap; inşallah beni sıkıntıya göğüs gerenler arasında bulacaksın.” (Saffat Sûresi,102). Teslim olan baba, teslim olan anne ve teslim olan ‘uyumlu, olgun’ bir evlat… Kurban ailesinden, emre itaatin, destansı bir hikâyesi… Bir baba yüreğinin, bir anne yüreğinin ve evladın, adanmışlığı, teslim oluşu ve kurban oluşuyla terbiyesi… Can parçasını veren İbrahim’in, Hacer’in, canını veren İsmail’in yanında bizler modern çağın sakinleri, neyimizi kurban ediyoruz? Gönül aynamıza, kurban izdüşümü nasıl düşer? Teslimiyet ve kurban ateşinde kavrulup terbiye olan, bir yumruk et parçası olmaktan azat olan “selim bir kalbe” dönüşen, kurban ailesinin yürekleri… Sonra bizim yüreklerimiz, bizim kurbanlarımız?.. Safa ve Merve arasında, yavrusuna su arayan Hacer’e uyarak, katılaşmış kalplerimize iman arayışımız?.. Onların kurbanı kabul olmuş, makamda ağırlanmış bir kurban… Bizim kabul olmuş kurbanlarımız nerede? Bir avuç et parçasını tepsilerde taşıyarak, hayvanları devirip, bol geğirtili sofralarda katık mı yapmak? Makama, değerli ve kabul gören kurbanlar göndermek için bir daha dönelim âyetlere: “Onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat sizden O’na ulaşan yalnızca O’na karşı gösterdiğiniz derin sorumluluk bilincidir.” (Hac Sûresi,37). Makama sunma vakti geldiğinde, derin sorumluluk bilinciyle kuşanıp, İbrahim gibi, Hacer gibi, İsmail gibi, Habil gibi gönülden, kabul olmuş kurbanlar sunmayı nasip eyle Rabb’im. ❤️
1 note
·
View note
Video
youtube
İclal Aydın - O Eski Şarkı / Unutamam Seni (feat. Koray Avcı)
"O Eski Şarkı" sözleri: Mutfak penceresi önünde bir sandalyeye oturmuş, bahçeye bakıyor. Yağmur camda, rüzgâr bahçedeki mimoza ağacının dallarında... Dalgın gözleriyle bir zamandır bütün dünyaya bu pencereye baktığı gibi bakıyor. Radyodan eski bir şarkı yükseliyor. Bana dönüyor hüzünle. Tebessüm ediyorum. “Hatırladın mı bu şarkıyı?” diyorum. Başını sallıyor. “Çok dinlerdik. Ne güzel söylerdik,” diyor. 35 yıl öncesi... Kadınlı erkekli neşeyle çalıp söyleyen bir grup. Ankara’daki küçük evin küçük salonundalar. Misafirlerin kimisi hâlâ yemek masasında. Kimileri küçük salona tıkıştırılmış koltuklarda oturuyorlar. Misafirlerden biri söylüyor bu şarkıyı. Çıt yok salonda. Sokağa çıkma yasağı başladığından misafirler o gece sabaha kadar buradalar. Biz çocuklar arkadaki odada yere serilen döşeğin üzerinde oynuyoruz. Arada bir dayanamıyoruz; kapıdan bakıp bakıp içeri kaçıyoruz. Portakal, mandalina soyup, şekerle kaynatılmış kestaneyle oyalamaya çalışıyorlar. Zaten öyle güzel çocuklarız ki, her şey oyalayabiliyor bizi... Annemin saçları nasıl da ışıklıydı... Şimdi karşımda duran bir misafir, otobüste karşıma tesadüfen oturmuş bir yabancı gibi mahcup gülümseyen yüzüne, beyazlamış saçlarına bakıyorum. “Kahve yapayım mı sana, ister misin?” diye soruyorum. Kahve, çay, kahvaltı, Pek bir önemi yok artık onun için. “Olur, içeriz,” diye mırıldanıyor. Gözü yine bahçede. “Gülser ne güzel kahkaha atardı. Çok güzel gülerdi. Öldü, biliyor musun? Kocası aradı haber verdi. Gülser öldü, dedi. Biz hepimiz öleceğiz değil mi?” Boğazıma çöken bir taş... “Öleceğiz,” diyorum kahveyi ocağa koyarken. Gülser teyze en yakın arkadaşıydı. Sırdaşı. Sonra küstüler kimsenin bilmediği bir nedenle. Ayten teyze devraldı Gülser teyzenin yerini. Ters çevrilmiş kahve fincanlarında daha mutlu bir gelecek arayan güzel kadınlardı onlar... Sonra ikisi de gitti yakın aralarla. Oturduğumuz sokaklarda, yaşadığımız evler yıkılmaya başladı. Çocuklar büyüdüler. Anne baba oldular. İnsanlar değişti. Annem unutmayı tercih etti... Her şeyi. Kahvesini bırakıyorum önüne. Arkasına geçip sarılıyorum sırtından. Ağladığımı görmesin istiyorum. Çocuklarını gece uyurken seven babalar gibiyim. Sanki kendi kendine konuşuyor: “Yatılı okuldayken yatakhanede söylerdik bu şarkıyı. Çok çalışkandım ben. Çok severlerdi beni. En sevdiğim öğretmenlerim öldü benim. Müzeyyen hanım da öldü. Hayat bize verdiği her şeyi, hepsini geri alıyor.” Sonra kalkıp ayaklarını sürüyerek çıkıyor mutfaktan. Arkasından bakarken, içim Ankara. İçim 1970’ler... 80’ler... Annem çocuğuma dönüşürken gözyaşlarım sel oluyor.
"Unutamam Seni" sözleri: Gün gelir de beni unutursun unutursun demiştin Kalbimdeki bu derdi uyutursun uyutursun demiştin Ne ben seni unutabildim Ne bu derdimi uyutabildim Ne bu gönlümü avutabildim Unutamam canım Unutamam seni Unutamam gülüm Unutamam
Unutamam canım unutamam seni Unutamam (gülüm unutamam)
Unutamam
#müzik #şarkı #şiir #iclalaydın #korayavcı #oeskişarkı #unutamamseni
(via https://youtu.be/KgO-ORpU7ZI)
4 notes
·
View notes
Video
youtube
İclal Aydın - O Eski Şarkı / Unutamam Seni
Mutfak penceresi önünde bir sandalyeye oturmuş, bahçeye bakıyor. Yağmur camda, rüzgâr bahçedeki mimoza ağacının dallarında... Dalgın gözleriyle bir zamandır bütün dünyaya bu pencereye baktığı gibi bakıyor.Radyodan eski bir şarkı yükseliyor. Bana dönüyor hüzünle. Tebessüm ediyorum. “Hatırladın mı bu şarkıyı?” diyorum. Başını sallıyor. “Çok dinlerdik. Ne güzel söylerdik,” diyor. 35 yıl öncesi... Kadınlı erkekli neşeyle çalıp söyleyen bir grup.Ankara’daki küçük evin küçük salonundalar.Misafirlerin kimisi hâlâ yemek masasında.Kimileri küçük salona tıkıştırılmış koltuklarda oturuyorlar.Misafirlerden biri söylüyor bu şarkıyı.Çıt yok salonda. Sokağa çıkma yasağı başladığından misafirler o gece sabaha kadar buradalar. Biz çocuklar arkadaki odada yere serilen döşeğin üzerinde oynuyoruz.Arada bir dayanamıyoruz; kapıdan bakıp bakıp içeri kaçıyoruz.Portakal, mandalina soyup, şekerle kaynatılmış kestaneyle oyalamaya çalışıyorlar. Zaten öyle güzel çocuklarız ki, her şey oyalayabiliyor bizi... Annemin saçları nasıl da ışıklıydı... Şimdi karşımda duran bir misafir, otobüste karşıma tesadüfen oturmuş bir yabancı gibi mahcup gülümseyen yüzüne, beyazlamış saçlarına bakıyorum. “Kahve yapayım mı sana, ister misin?” diye soruyorum.Kahve, çay, kahvaltı, Pek bir önemi yok artık onun için. “Olur, içeriz,” diye mırıldanıyor. Gözü yine bahçede. “Gülser ne güzel kahkaha atardı. Çok güzel gülerdi.Öldü, biliyor musun? Kocası aradı haber verdi. Gülser öldü, dedi. Biz hepimiz öleceğiz değil mi?” Boğazıma çöken bir taş... “Öleceğiz,” diyorum kahveyi ocağa koyarken. Gülser teyze en yakın arkadaşıydı. Sırdaşı. Sonra küstüler kimsenin bilmediği bir nedenle.Ayten teyze devraldı Gülser teyzenin yerini. Ters çevrilmiş kahve fincanlarında daha mutlu bir gelecek arayan güzel kadınlardı onlar... Sonra ikisi de gitti yakın aralarla.Oturduğumuz sokaklarda, yaşadığımız evler yıkılmaya başladı. Çocuklar büyüdüler. Anne baba oldular. İnsanlar değişti. Annem unutmayı tercih etti... Her şeyi. Kahvesini bırakıyorum önüne.Arkasına geçip sarılıyorum sırtından.Ağladığımı görmesin istiyorum.Çocuklarını gece uyurken seven babalar gibiyim.Sanki kendi kendine konuşuyor: “Yatılı okuldayken yatakhanede söylerdik bu şarkıyı. Çok çalışkandım ben. Çok severlerdi beni. En sevdiğim öğretmenlerim öldü benim.Müzeyyen hanım da öldü. Hayat bize verdiği her şeyi, hepsini geri alıyor.” Sonra kalkıp ayaklarını sürüyerek çıkıyor mutfaktan. Arkasından bakarken, içim Ankara. İçim 1970’ler... 80’ler... Annem çocuğuma dönüşürken gözyaşlarım sel oluyor.
1 note
·
View note
Text
Uçaklar neden çok güvenli? http://ift.tt/2vsTXIz
Uçakların birçok ulaşım ağına göre daha güvenli olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçek. Peki, uçakların bu kadar güvenli olmasını sağlayan teknolojik uygulamalar neler?
Gazete Habertürk’ten Güntay Şimşek köşe yazısında bu konuya değindi. İşte o yazı…
Uçakların en güvenli seyahat aracı olduğu, teknolojinin gelişimine paralel olarak da kaza oranlarının giderek azaldığını istatistikler ortaya koyuyor.
Amerika Ulusal Ulaşım Güvenlik Kurulu’nun (National Transportation Safety Board – NTSB) son yaptığı araştırma, uçak kazası geçirecek kadar şanssız biri olsanız dahi, bu kazalardan sağ çıkma ihtimalinin de son yıllarda ciddi oranda yükseldiğini gösteriyor. Bir yandan uçaklar daha güvenli hale geldiği için kaza ihtimalleri düşerken, diğer taraftan da teknolojik iyileştirmelerle olumsuz bir durumun yaşanması halinde hayatta kalma ihtimalleri de yükseliyor.
Ancak sektörün ve uçakların, bu derece güvenli hale gelmesinin arka cephesinde elbette yıllar süren deneyimler, çalışmalar var. Modern uçakların, her biri yedekli olan onlarca sisteme sahip olmasıyla birlikte, bu sistemler de kendi içlerinde dahi iyi teknolojilerle donatılıyor. Şimdi uçakları ve havacılık sektörünü çok daha güvenli hale getiren bazı önemli gelişmelere bir göz atalım…
YANGINA DAYANIKLI KOLTUK MİNDERLERİ
Araştırmalara göre uçak kazalarındaki ölümlerin çoğu yangın sebebiyle meydana geliyor. Çünkü kanatlarda yer alan yakıt depolarının herhangi bir hadise sonrası alev alması, ölüm oranlarının da yüksek olmasının en önemli nedeniydi. 1980’lerin başında, Amerikan Federal Havacılık Dairesi (FAA), kabin içi yangın durumunda, hangi koltuk minderi malzemesinin aleve karşı daha dayanıklı olduğunu belirlemesi için NASA’yı görevlendirdi. Bu çalışma sonrasında günümüzde üretilen ve uçağa yerleştirilen her koltuğun, FAA’nın “Koltuk Minderleri İçin Yanmazlık Testi”ni geçmesi gerekiyor. Artık uçak koltuğu üreticileri de muhtemel kazalarda bu testi geçecek malzemeleri kullanmak zorunda.
UÇAKLARI MANİALARDAN KORUMA SİSTEMLERİ
Kontrollü uçuşta yere çarpma (Controlled Flight Into Terrain – CFIT), uçuşa elverişli bir hava taşıtının, pilot kontrolündeyken bir mâniaya (dağ vb.) çarpması veya suya düşmesiyle sonuçlanan kaza türünün genel adıdır. Bu kaza türünde pilotlar genellikle son ana kadar tehlikenin farkına varamazlar. Boeing’in 1999 tarihli bir raporunda, ticari jet operasyonlarının başlangıcından bu yana, CFIT kategorisindeki kazalar sonucunda yaklaşık 9 bin kişinin hayatını kaybettiğine dikkat çekiliyor.
Bu tür kazalar, genelde kötü görüş şartlarının bir sonucu olarak meydana geliyor. Bu tespitlerden hareketle FAA, 2000 yılında, tüm ABD tescilli yolcu uçaklarının “Arazi Farkındalığı Uyarı Sistemleri” (TAWS) ile donatılması şartı getiriyor. Gelişmiş cihazlar, artık uçağın yüksekliğini, hızını ve açısını takip ederek tehlikeli derecede yere yaklaşıldığında ya da engellerle karşılaşıldığında pilotu sesli ve görsel mesajlar yoluyla uyarıyor.
PİLOT YORGUNLUĞUNU İZLEME
İngiliz Hava Yolu Pilotlar Birliği tarafından yapılan bir araştırma, pilotların yüzde 56’sının uçuş esnasında uyuduğunu itiraf etmesi gibi ilginç bir tabloyla neticelendi. Katılımcı pilotların yüzde 29’u da kokpitteki diğer pilotun uyuduğunu, kendisinin uyandığı anlarda fark ettiğini açıkladı.
Bu nedenle, kokpit ekibini zinde ve uyanık tutmak için tasarlanmış yazılımlar yaygınlaşıyor. Örneğin, Boeing Uyarı Modeli (The Boeing Alertness Model) kokpitteki gösterge ve kontrol aletlerine herhangi bir pilotun belirli bir süre dokunmamasının ardından, pilotların uyumuş olduğunu düşünerek “Crew Alert Pro” uygulaması devreye girerek alarm çalıyor.
UÇAKLARDAKİ RÜZGAR SANTRALİ
Uçakların seyir esnasında tüm motorlarının durması çok ender rastlanan bir durumdur. Son teknoloji ürünü uçakların çoğunun kanadında veya gövdesinde yer alan küçük bir pervane bulunur. Ram Hava Türbini (RAT) olarak bilinen bu cihaz, küçük bir rüzgâr santral gibi işlev görür. Bu türbin, uçaktaki tüm güç sistemlerinin devre dışı kalması durumunda, uçağı kontrol altında tutmak ve ardından güvenli bir şekilde yere indirinceye kadar kullanılması gereken hidrolik sistemler için yeterli gücü/enerjiyi üretir.
Yazının tamamı için tıklayınız.
from Aeroportist I Güncel Havacılık Haberleri http://ift.tt/2uuan6i via IFTTT
0 notes
Text
GİTMEK
Yorgun bir yanardağ gibisin eteklerine insanların yerleştiği. Sense sessizlik arzuluyorsun içindeki kaynar kazana benzer alevlerin yangınında.
Yaşlı bir kadına benziyor bedenin. Yüzünde yorgunluğunun yansıması kırık kırık çizgiler. Düzinelerce çocuk doğurmuş ve bütün enerjisini kaybetmiş analar gibisin. Göbek bağını her kestiğin çocukla birlikte hayatla bağını da kesmiş kumalara benziyorsun. Hem var hem yok gibisin.
Asırlık kaplumbağa gibi ağır adımların. Sanki gidecek yeri olmayan bir evsiz ya da elindeki adresi kaybetmiş bir yabancı gibisin yaşadığın coğrafyada. Belki de yorgunsun hem de çok yorgunsun…
Aslında yorgunuz hepimiz. Hava bulutlu. Kasvetli bir yağmur havasında esiyor rüzgâr. Ve yorgunluğumuzun sebebi oluyor kötü havalar. Orhan Veli’yi o güzel havalar mahvediyor bizi ise bu kötü havalar…
Geceler almıyor yorgunluğumuzu. Yeni bir güne de yorgun uyanıyoruz. Kâbuslar mı yoruyor bizi yoksa rüyalarımız mı bitiriyor gücümüzü, bilinmez. O kadar bitap uyanıyoruz ki güne, birbirimize günaydın demeye mecalimiz kalmıyor sanki. Güneş bile açamıyor yüzümüzde…
Kilometrelerce koşan bir atlet gibi nefes nefese sesin. Çığlık atmak isteyip de atamıyor gibisin. Kâbusuna mahkûm bir rüyazede dibi sessiz çığlıkların; konuşamıyor, bağıramıyorsun… Yapamadıkların için kızgınsın kendine. İnsan en çok kendini törpüler çaresizliğinde. En çok kendine kızar yalnızlığında. Çünkü yanı başında duran kendi aksidir.
Öfkelenince bir yanardağa dönüşüyor yüzün. Lavlar bulaşıyor yanaklarına ve kirpiklerin yanıyor- o uzun kirpiklerin yanıyor çıra gibi. Sonra saçlarına sıçrıyor kıvılcımlar. Öfken seni yakıyor. Ve yorgun bedenin küle dönüşüyor. İşte şimdi huzuru buluyorsun…
Ben de kül olmak istiyorum. Öfke, kızgınlık, çaresizlik, bıkkınlık yoruyor beni. Kâbuslarımda yanıyorum. Bir yanardağ azametinde yangınım. Önce lavlar sıçrıyor etrafıma. Sonra, kül olup savruluyorum. Kül halimi seviyorum. Küllerim rüzgârla başka diyarlara uçuşuyor. Bir kelebek kadar özgürüm şimdi… Bir kırlangıcım mavi gökyüzünde süzülen. Bir kumruyum pencere önlerinde gevrek kırıntılarını tırtıklayan. Bir Japon balığı küçük okyanusunda yelken açan… Bir kum tanesiyim kumsalda, evrende bir katreyim minnacık…
Yorgunluk bozuyor ahengimizi. Fiziki yorgunluğumuzu gidermeye çalışıyoruz aldığımız vitaminlerle. Ve fakat ruh yorgunluğumuz? Bir Şems gerek bize dirilebilmek için. Fakat heyhat! Şemsler derin dipli kuyularda, kim çıkaracak? Bitmiş-tükenmişliğimizle yürümekten acizken kim inecek dipsiz kuyulara?
Yorgunluğumuzun en büyük sebebi bu kadersizliğimiz değil mi?
Mavi bir rüzgâr esiyor derinden. Bir fırtınaya dönüşüyor sonra. Dalgalar adam boyu yükseliyor sahile vururken. Deniz ıslık çalıyor. Bir yıldız kayıyor gökten. Bir dilek tutuyorum içimden. Yorgunluğum dalgalara karışıyor. El sallıyor uzaktaki gemiden birileri. Gemi yalpalıyor haşin dalgaların gel-gitlerinde.
İç sesimle kavgalıyım ne zamandır… Gitmelerime engel oluyor nicedir. Bu kez O’da git diyor. Ve ben aldım başımı gidiyorum…
Ayşe Dikici
1 note
·
View note
Text
kim bilir
aynı gökyüzüne baktığımız anlar da oldu aynı yağmurda ıslandığımız günler de ayrı gözlerle baktık birbirimize sen siyahı gördün ben beyazı kim bilir
gökyüzü hep maviydi senin için çimenler yeşil, gece lacivert karası aynı sevdayı ayrı kalplerde yaşadık biz sen limon kokusu, ben eritilmiş demir
gece yarısı ıssız bir sokak gibiydim ben sen parlak ışıkların renkli dünyası aynı sokakta saklambaç oynadık seninle sen asıl oyuncu, ben figüran kim bilir
hep bir uçurtmam olsun istedim hayallerimi taşısın senin pencerene hani bir kuş olsaydım diyorum bazen o zaman sever miydin beni kim bilir
bazen şarkı söylemek geliyor içimden ahşap bir rıhtımda yalınayak koşturmak hiç bir şeyim olmasın istiyorum hayatta tam düşerken uzanan bir el, senin elin kim bilir
leblebi tozu, ucuz gazoz ve sinema duvarda titreyen renkli gölgeler makinisti olmayan bir film oynuyor ıslanıyor yine gözlerim ıslatan kim; kim bilir
sokaktan belli belirsiz notalar yükseliyor göğe rüzgâr hiç olmadığı kadar sert esiyor ellerim titriyor, kalbim acıyor, ruhum eksik yıldızlar göç yeri, ben göçebe miyim kim bilir
titreyen bir mum gibiyim bu gece yırtıp çıkmak istiyorum bedenimden iskelede kömür karası gözleriyle bir kız hayal mi gerçek mi kim bilir
gel ört üzerimi ruhum üşüyor kalbimde bitmeyen bir ateş var yine gözlerim uzakta bir yerlerde çivili duruyor gel ısıt ellerimi. Aşk diye bir şey var kim bilir
0 notes