#pes etmek için mi bu kadar yol
Explore tagged Tumblr posts
delikiz · 9 months ago
Text
Çok güzel bir motivasyon sözü buldum;
“Eğer burada durup bir adım daha ileri gitmeyeceksek, neden bu noktaya kadar geldik”
42 notes · View notes
delikiz · 7 months ago
Text
istek değil ihtiyaç
inandigim, güvendiğim ve heveslendigim seyler tarafindan vurulmadigim bir hayat istiyorum
57 notes · View notes
sebperest · 7 months ago
Text
Avrupa'nın öküzleri barışmaz
"Bu bir sırr-ı azîmdir. Ona remz ve işaret: Fahr-i Rusul demiştir: İsâ, şer'im ile amel edip ümmetimden olacak."
Lemeat'ta bir 'ikiz iki deha' analizi var:
"Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunanın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev'emdi. Biri hayal-âlûddu, biri maddeperestti. Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, Hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı. Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el'an âdetâ o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş. Alman, Fransız oldu..." ila ahir.
Devamını sonraya bırakmakla birlikte şöyle bir soruyla yüzleşelim hemen: 'İkiz iki deha' nedir? İdeoloji midir? Sistem midir? Kavim midir? Felsefe midir? Eğilim midir? Nasıl-nice birşeydir ki, evvela Roma-Yunan ile görünmüş, ancak Bediüzzaman'ın yaşadığı çağa da Alman-Fransız olarak gelebilmiştir?
Proudhon'nun 'Sanatın Prensibi'ni okurken yeni bir bakış açısı kazandığımı söyleyebilirim mevzua dair. Özeti şöyle: Proudhon, reform hareketi ile Roma, rönesans hareketiyle de Yunan arasında bağlar kuruyor. Ona göre ne 'reform' ne de 'rönesans' Batı için yeni şeyler değil. Ya? Özündeki 'yol açıcı' değerlere geri dönmüş oluyor onlarla Avrupa. Tabii biraz daha açılması gerek buranın. 'Yol açıcı' ne demek? Putperest Roma'nın İsevîlikle yaşadığı kavgayı nasıl aştığını anımsayalım şimdi: Kanlı bastırma çabalarının ardından pes etmişti imparatorluk. Hristiyanlığı da putperestlikle barıştırarak sinesine basmıştı. Hatta imparatorluğun resmi dini olarak kabul etmişti. Böylece düzenin devamı güvenceye alınmıştı. Eğer Roma hristiyanlığı kabullenmeseydi parçalanması işten bile değildi. Parçalanmak yerine hasmıyla uzlaşmayı seçti. Tıpkı bugün liberalizmin gittiği her ülkenin 'satılabileceklerine' yaptığı gibi...
Binlerce yıl önce yaşanan bu hâdise Roma için bir 'reform' anlamına geliyordu. Evet. Dinlerini değiştirmişlerdi. Tabii putperest köklerinden tamamen kopmamışlardı. (Köklerden kopmak kolay mı?) Heykellerini muhafaza ediyorlardı. Ama 'güncelleme' yapmışlardı. Tanrı sayısını azaltmışlardı. Kimbilir kaçtan üçe kadar düşürmüşlerdi. Eh, az değişiklik sayılmazdı bu da. Ne şiş yansın ne kebap misali düzenlerinin önünü açmışlardı böylece. Elbette her devletin bir sonu vardı. Onlarınki de yaklaşıyordu. Lakin bu hamleyle ömürlerini uzattıklarını kabul etmek yerinde olur. Güncelleme epey idare etti onları.
Nihayetinde parçalanmaktan kurtulamadılar. Uzun bir süre de karanlık çağları içinde boğuldu durdular. Gerçi manevi karanlıkları asla bitmemiştir. Fakat maddi anlamda eski savletli zamanlarına dönebilmek için bir güncellemeye daha ihtiyaç duydular. İşte aydınlanma çağının meşhur 'reform'u böyle birşeydir. Putperestlik hristiyanlığa dönüşerek nasıl güncellemiştir kendisini, aynen öyle de, hristiyanlık da protestanlığa dönüşerek tekrar bir güncelleme yapmıştır-yaşamıştır. Başlangıç noktası Almanya'dır. Ancak Almanya'da kalmamıştır. Batı dünyacılığının dehşetlenmesi reform hareketiyle başat gider. Artık uhreviliğin pek belirleyiciliği yoktur. Çalışmak ibadettir ama ibadet çalışmak değildir.
Peki o zaman 'reform' aslında nedir? Halisane din kaygısı mıdır? Sahiden İncil'i daha iyi anlamak için mi yapılmıştır? Onunla yaşanan sekülerleşmeye baktığınızda böyle olmadığını görürsünüz. Yani, protestanlık, Batılıları daha dindar yapmamıştır. Aksine maneviyattan uzaklaştırmıştır. (Mesela: Ateist-deist miktarı tavan yapmıştır.) Fakat, Batı, yine reformla dinini 'yol açıcı' bir şekle büründürmüştür. Asıl hedefi dünyayı elde etmektir. Putperestlik gün gelip 'engeller gibi durduğunda' nasıl rafa kaldırıldıysa, hristiyanlık da 'engeller gibi göründüğü' anda rafa kaldırılmıştır. Max Weber haklıdır yani:
"Protestanlaşmadan kapitalistleşemezsiniz." Dünyevileşmek için inanışın de uhreviyetten uzaklaşması şarttır. Reformla Batı'da olan aslında budur. Yani reform Batı faydacılığının dine kadar sirayet etmesidir. İtikadın dahi dünyaya göre belirlenmesidir. Şekillenmesidir. Mühendisliktir. Yahut da tam söylenişiyle: Reform, Roma faydacılığının, Alman sûretinde yeniden Avrupa'ya dönüşüdür. (Türkiye'de dini güncelleme çabalarının nasıl bir maksada yönelik olduğunu buradan çıkarabilirsiniz.)
Peki 'Yunan' ile 'rönesans' nasıl bağdaştırılacak? Burada Bediüzzaman'ın "Biri hayal-âlûddu, biri maddeperestti..." demesini hatırlamak gerekiyor. 'Maddeperest' reformun çizgisine denk geliyorsa 'hayal-âlûd' da rönesansın arkasındaki sırra denk geliyor. İşte şimdi Proudhon'dan alıntı yapabiliriz:
"Yunan sanatı açısından değer taşıyan korkunç eğilim, 'Graecia Mendax: Yalancı Yunanistan' sözünde ifadesini bulan 'yalancı' sıfatıydı. Bu sıfat Yunan sanatını şöhretin en üst basamaklarına kadar yükselttikten sonra onu tüm çürümüşlüklerin dipsiz uçurumuna alaşağı etti. Ancak gerçekçi ya da idealist düşüncenin tüm itirazları güzellik karşısında etkisizdi ve daha önemlisi, akla dayanan pekçok eleştiri sonuçsuz kaldı. (...) Nitekim akıl ve ahlak bize bir miktar ihtiyatlılığı dayatsa da, güzellik daima bizi kendine çeker ve eninde sonunda bizi ele geçirir. (...) Raffaello, resmin görevinin ve kuralının doğayı yeniden icra etmek değil, nesneleri temsil etmek olduğunu ileri sürdü. Resim 'Şeyleri doğanın yaptığı gibi değil, yapması gerektiği gibi: di fare le cose non como le fa la natura, ma como ella le dovrebbe fare...' temsil etmeliydi."
Efendim, soğuğa sormuşlar 'Nerelisin?' diye, demiş ki: 'Aslen Sivaslıyım ama Kars'ta yaşıyorum.' Aynen o hesap, rönesans daha çok İtalyan sanatçılar elinden tezahür etmişse de, kelimenin kökeni Fransızcadır. 'Yeniden doğuş' anlamı içerir. Felsefî altyapısı da yine Fransızlara aittir. Ve rönesansla başlayan sanat bir ölçüde 'manipülasyon' barındırır bünyesinde. Gerçeği bükebilme yeteneği/cerbezesi kazandırır sahibine. 'Şeyleri, doğanın yaptığı gibi değil, yapması gerektiği gibi' yansıtma bugün de Batı (me)deniyetinin üzerinde durduğu sistemin önemli bir ayağını oluşturur. (Sineması, tiyatrosu, medyası, sosyalmedyası vs. yine rönesansın bu manipülatif dehası peşinde yürümektedir. Olanı değil kendince 'olması gerekeni' sunmaktadır. İnsanlığa yapılan algı operasyonlarının bini bir paradır.) Biraz evvel birincisine 'Roma faydacılığı' demiştik. İkincisine de şu ismi verebiliriz: 'Yunan manipülasyonculuğu.'
Septisizme (Sofestailik/Sûfestaîyye) dair okumalar yaptığınızda, Yunan felsefesinin, 'herşeyi istediği şekle sokabilme' konusunda zirve yaptığını görürsünüz. Hatta, Aristo'ya mantığı geliştirme fikrini veren, bu tarz cerbezelere karşı koyma isteğidir. Yine TDV İslam Ansiklopedisi'nin 'Sûfestaiyye' maddesinde aktarıldığına göre Arapçaya geçen safsata kelimesi de aynı köktendir:
"Antik Yunan düşüncesinin ilk dönemlerinde belli bir alanda uzmanlığı olan bilge kişiye sofist denilirken sonraları zayıf delilleri güçlü gibi göstermeye çalışan ve belâgatla insanları ikna edip amacına ulaşmak isteyen hatipler için kullanılmaya başlanmıştır. Sofistlerin ortaya çıkmasında eski Yunan’daki çeşitli ekollerin varlık ve bilgi konusunda farklı, bazan da birbirine zıt düşünceler ileri sürmesinin etkisi olmuştur. Bu tür görüşler zihinleri karıştırmış ve katı şüpheciliğin artmasına yol açmıştır. Sokrat’a yönelik safsataları sebebiyle Eflâtun ve diğer filozoflar tarafından şiddetle eleştirilen sofistlerin en meşhuru Protagoras’tır. Felsefe tarihinde sofistlere karşı gösterilen tavır Aristo ile devam etmiş, bunlar, Roma döneminde bütünüyle popüler kültür ve bilimsel olmayan şüphecilikle özdeşleştirilmiştir."
Batı bugün de bu iki ayağın üstünde durur işte: 1) Seküler fayda sağlayabileceği herşeyi realist bir şekilde sinesine basar, kullanır, kendisine katar. 2) Yine seküler bir fayda sözkonusuysa her gerçeğin yerine bir hayal koyabilir. Nasıl arzuluyorsa öyle gösterir. Nasıl gerektiğini düşünüyorsa öyle resmeder. İşte, Roma-Yunan iki dehasının, Bediüzzaman için Alman-Fransız olarak tenasuh etmesi arkasındaki hikmet bu olabilir. Allahu a'lem. Hristiyanlık ne kadar uğraşırsa uğraşsın dünyacılığın bu iki şeklini ıslah edip barıştıramamıştır. Bu iki deha türü, elbette ismetsiz dehalardır bunlar, tekrar sahaya dönmeyi başarmışlardır. Peki neden birbirleriyle imtizaç edemezler? Çünkü birisi 'gerçeği bir ölçüde kabullenmeyle' ilerlerken diğeri 'gerçekliği ortadan kaldırma yeteneğiyle' çalışır. Kabullenme-reddetme arzuları birbirinin zıttı olduklarından mürşidim öyle der:
"Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, Hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı. Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi."
Fakat metnin devamında bir müjde de var:
"Güya bir nevi tenasuh başlarından geçmişti. Ey birader-i misâlî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki dehâ öküz gibi reddetti Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev'emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı. Birbiriyle döğüştü; hiç de barışmadılar. Nasıl olur ki aslı, hem madeni, matlaı başka çeşit olmuştu. Kur'ân'da olan nuru, şeriat hidayeti, şu medeniyetin ruhu olan Roma dehâsı birbiriyle barışır, hem mezcu ittihadı..." 
Eh, evet, hadi bakalım. Üzerine düşünmeye başlayalım. Buradan, Yunan'ın yalancı dehasıyla değil fakat, Roma'nın faydacı dehasıyla İslam'ın barışmasının mümkün olduğu fikrine mi varmalıyız? Yahut da Batı'nın realist tarafının bir şekilde onu İslam'a yaklaştırdığını-yaklaştıracağını mı düşünmeliyiz? Veyahut da maslahatçılığın en nihayet Batı'yı İslam'a getireceğine mi uyanmalıyız? Ne demeliyiz? Ne söylesek bir ucu gayba bakıyor. 'En doğrusunu Allah bilir...' deyip yazıyı burada sonlandıralım en iyisi...
5 notes · View notes
enkazdanbirruh · 7 days ago
Text
Beni sevseydi bu dünya...
Aynı an. Sahi herkes aynı anın içinde midir? Farklı mekanlar farklı zamanlar. İki kişi aynı anda saate baksa dahi aynı zamanı göremez.
Çünkü herkes kaçarmış, gidermiş gibi. Oysa olduğum gibi sevilmem gerek. Olduğum gibi kabul görmem gerek. Amalara sığınılmadan.
Kendime ait düşüncelerim yokmuş gibi. Neyi sevip sevmediğimi bilmiyorum. Susmak, onaylamak sadece kabul görmek için yapılan eylemler. Kim, beni neden kabul etmeli? Ya da neden buna ihtiyacım var? Sanki yetemiyorum. Sankisi fazla. Yetersizim. Bu kaçınılmaz. Sadece böylesin, şöylesin denilir. Sorgulanmaz. Aslı anlanılmaya çabalanmaz. Yetersizim. Fiziken, ruhen, zihnen. Hissizim. Oysa hissettiklerim değil miydi bunu yapan? Suskunum. Kelimelerim varken hiç kale alınmadım. Bu değil miydi zaten; anlamıyorsunuz, dinlemiyorsunuz diye gereksiz hissettiren.
Mükemmeliyetçilik. Sonunda sizi sıfıra çeken yegane şey. Mükemmel değilse geri adım attıran ve yavaşça hiçlikte savuran. Yeteneksiz hissettiren. Beceriksiz, aptal...
Söylenmemiş kelimeler ile satırlara dökülen kayıplar.
Tam olarak ne zaman başladı ya da nerede başladı? Tüm bu olanlar. İpin ucunu nerede kaçırdık? Doğrusu nerede bıraktık ipi. Nerede artık tutunamayacak kadar güçsüz düştük? Peki ya hiç mi fark edilmedik yoksa görmezden gelip yok saymak mı daha kolaydı?
Ne yapmalı, nereye gitmeli? Evsizler yoluna nasıl devam eder? Sekiz çıkışlı bir kavşağın ortasına konulmuş alzheimer hastası gibi. Ona evine git deselerde gidemeyeceğini biliyorlar oysa. Sahi iz bilmez yol bilmez bir evsiz, nereye gitmeli?
Her son bir başlangıç. Peki ya neresi son? Hangi kısım? Şimdi ne kaldı ki geriye; yıkık dökük bir harabe, avare biri, puslu ve boş bir zihin ve birde uçurum kıyısı...
Kimsesizlik.
Evet birini isterim yanımda. Özenmek belkide. Ama olmaz. Yetemem. Mutlu edemem. Altından kalkamam.
Eziliyorum. Kamburum düzelmedi hiç. Arttı. Hep daha çok.
Pes etmek mi? Nasıl? O nasıl yapılır? Ya da yaptım mıki çoktan? Bilmiyorum. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Yetersiz uykular. Yorgunluk fazlası. Arta kalanlar.
0 notes
zeyneptgrl · 9 months ago
Text
Kırgınım sana ben’ ve ‘ben gökyüzünü tutamam. Hayalleri çalanlar var bu vazgeçişlerin suçlusu onlar’
• bahsetmek istediğim bir konu var. FİZİKSEL ACI! Söyliceklerim bu kadar.
• canım kendim. Daha ne kadar ders alıcaz?
•mesela şey diyebilir miyiz ? PES! Çok ihtiyacım var. Biraz kendimi terk etmek ve bu zihinden uzaklaşmamaya…
•sarhoşluğumu bile elimden almışlar gibi hissediyorum. Çok sıkıldım. Çooook sı-kıl-dım.
•ben hiç kolay delirmedim.
•beni boğan bu insanlar.
•son zamanlarda istediğim iki şey var. Saçma sapan bir partide saçma sapan dans etmek,bütün gün yorganın altında uyumak. Hepsinin sonu çok alkole bağlanıyor. Katlanamıyorum. Ayık bu dünyaya,zihnime… katlanamıyorum.
•ve herkesin dolabmda bir tane ceset var. Hepsini görmek! Çok yorucu.
•dolabını gördüğüm insanlar canım insanlar. Siz sadece hazırsınız. Sevmeye,sahiplenmeye o kadar hazırsınız ki! Bunun kaknem bir bencillik olduğunu farketmicek kadar da ‘bencil’siniz. Ben sadece dürüstlerle yürüyebilirim. Adı korkaklıksa eğer; korkağım kabul.
•’bana sen lazımsın’ diyenileceğim tek bir insana bile sahip değilim. Bunun nasıl derin bir boşvermişlik yarattığını anlayamazsınız. Kahkaha atıp yol alıyorsun. Biraz içip ağlayabilmek için böbreğimi verirdim. Ama anlayamazsınız.
•tarot kartlarımı elime almayalı haftalar oluyor. Kartların bir sesi var. Duymamak için hepsini sakladım. Çok konuşuyorlar. Ve ben çok yorgunum. Herkesi eğlendirmekten de çok yoruldum.
•falımızda hasret var. Ayrılık var.
• herşeyi bilmek çok yorucu. Biliyorsun. Ama aktaramıyorsun. Çünkü bilgi ‘hak edilir.’ Bu karmayla devam edemiyorum.
•beni boğan bu insanlar!
•hayat cidden güzel mi ?
•bilir musun? Mutlu değil gibisin sanki?
•canım yazmak bile istemiyor.
Yarım kalan herşeye. Ve akamayan her göz yaşına. Yorulan her kadına ve özünü kendine bırakan her kadına. Çünkü bu bir kış yağmuru değil. Ve çekilen her fiziksel acıya. Acısını göstermeyecek kadar güçlü olan her insana. Canımız yanarken attığımız her güzel,pahalı kahkahaya!. İçimdeki boşluk asla dolmuyor. Ve kafamdaki sesler ne içsem dinmiyor. Çok şeyi hak ettim. Ama yoruldum. Biraz sessiz! Beni olduğum gibi kabul gibi edicek biri var mı ?
•ben çok yoruldum.
•kahkahamı ödicek param kalmadı.
•bir de gülmek için bir sebep bulamıyorum artık.
•çok yorgunum.
Ps: yazım yanlışları için sorry. Tırnaklarım çok uzun ve kimse için kesemem. Sikerleeeeeeer
0 notes
tumitutscanlation · 4 years ago
Text
Heavenly Blessing – 179. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 179: On Bin Tanrı Mağarası, On Bininin de Yüzü Aydınlatılıyor
“Sorun ne?” Diye sordu Hua Cheng.
Xie Lian dönerek ona baktı. “Yüzü Olmayan Beyaz. Neden Tong Lu Dağına geldi?”
“Belki de güçlerini tümüyle geri kazanmamıştı ve Ocak’ı kullanarak bu dünyada tekrar doğmak istiyordur.” Hua Cheng cevapladı.
“Eğer öyleyse, bunun anlamı onun şu anda bir Yüce… olmadığı mı?” Diye merak etti Xie Lian.
“Bu tümüyle imkansız değil.” Dedi Hua Cheng.
Öncesinde Yüzü Olmayan Beyaz, Feng Xin ve Mu Qing taklit ederken aniden saldırdığı zaman, ani ortaya çıkışı hem şok edici hem korkutucu olmuştu. Dahası Xie Lian’ın ilk tepkisi ‘o yenilmez, kaçalım!’dı, bu nedenle Hua Cheng’i yakalamış ve kaçmıştı. Onunla uzun bir süre yüzleşmemişlerdi, bu nedenle de onun şu anki gücünü tam olarak ölçemiyorlardı.
Hepsi sadece blöf müydü? Yoksa göründüğünden daha mı güçlüydü? Sadece birkaç saniye boyunca dövüşmekle hiçbir şey anlaşılmazdı.
Xie Lian mırıldandı. “Farkında olmadan sadece o iki sahte deriyi görünce onun daha güçlü olduğunu düşündüm, ama belki de… tam olarak yenilenmemişti ve belki de şu anda en zayıf halinde? Yoksa, neden Tong Lu Dağına gelsin? Belki de… deneyebilirim.”
Onu yenip yenemeyeceğini görebilirdi!
Hua Cheng hemen cevapladı. “Tamam. Gidip onunla dövüşeyim.”
Xie Lian hemen kendine geldi ve aceleyle konuştu. “Hayır, yapma. Onunla doğrudan yüzleşemezsin. Benim denemem yeterli olur!”
Normalde Yüce Hayalet Kralları asla birbirleriyle kolay kolay dövüşmezlerdi, bu sayede Gemileri Batıran Kara Su ve Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru beraberce var olabiliyorlardı. Hayalet Krallar güçlerini, saraylarının ne kadar büyük olduğunu, kaç tapınanları olduğunu, kudretlerinin sınırını takip etmek isteyen herkesle paylaşan cennet mensuplarına benzemezlerdi; gerçek güçlerini saklarken bir yandan da geçmişlerini gizlerlerdi. Birbirlerinin güçlerini bilmedikleri için, kimse iki Yüce dövüşmeye başladığında neler olacağını kestiremezdi, eğer bir denge kurulabilirse, o zaman böyle devam ederlerdi.
“Endişelenmene gerek yok.” Dedi Hua Cheng. “Kimin kazandığı kim kaybettiği henüz belli değil. Yoksa gege onunla tek başına yüzleşmesine izin vereceğimi mi düşünüyor?”
“…”
Xie Lian başını iki yana salladı. “Ondan değil San Lang. Biz aynı değiliz. O… beni öldürmeyecek, yemin ederim.”
“Neden?” diye sordu Xie Lian.
Bir an tereddüt ettikten sonra Xie Lian yine de cevap vermemeyi seçti. “O yaratığın ne kadar korkunç olduğunu bilmiyorsun…”
Hua Cheng sert bir şekilde sözünü kesti. “Ekselansları! – Biliyorum.”
Ancak o zaman Xie Lian bir zamanlar Hua Cheng’in de Xian Le ordusuna katıldığını hatırladı ve Xian Le’nin savaşını ilk elden tecrübe ettiğini, kendi gözleriyle cesetlerin yığılışının trajedisini görmüştü. Ama Hua Cheng onun gibi değildi. O hiçbir zaman kendi gözleriyle Jun Wu ile Yüzü Olmayan Beyaz’ın arasındaki şok edici savaşı görmemişti. Aynı zamanda daha önce hiç Yüzü Olmayan Beyazla karşılaşmamıştı.
Bunlar aklından geçici Xie Lian zorla başını iki yana salladı. “Sana güvenmiyor değilim, sadece, ben sadece… sana bir şey olmasını istemiyorum.”
Bunu duyunca Hua Cheng’in gözleri titreşti. Bir an sonra gülümsedi. “Gege, endişelenme. Ben zaten ölüyüm, tekrar ölmem hiç kolay değil. Ayrıca sana öncesinde ne dediğimi unuttum mu? Küllerimi bulamadığı sürece bana hiçbir şey yapamaz.”
Bu hatırlatmasıyla beraber Xie Lian küllerin varlığını hatırlamıştı ve hızla konuştu. “Bekle! Hepsi bir yana. San Lang, senin… senin küllerin düzgünce saklandı mı?”
“Uzun zaman önce.” Dedi Hua Cheng.
Xie Lian başını salladı, ama bir an durduktan sonra ikinci kez kontrol etmekten kendini alamadı. “İyice sakladığına emin misin? Yeterince güvenli bir yerde mi? Bulunmaz değil mi?”
Hua Cheng tembelce cevap verdi. “Bana göre, dünyadaki en güvenli yerde.”
Xie Lian ise, bu dünyada o kadar kesin bir şeyin olmadığını düşünüyordu ve bastırdı. “Kesinlikle emin misin?”
Hua Cheng neşeyle gülümsedi. “Eğer sakladığım yer yok olursa, o zaman benim de artık var olmama gerek kalmaz. Elbette eminim.”
Her ne kadar ‘var olmama gerek kalmaz’ kısmına takılmış olsa da, şu anda güvenli bir yerde duruyor sayılmazlardı ve belki de konuşmalarına kulak misafiri olanlar vardı, bu nedenle konuyu derinlemesine açmak için doğru bir yerde değillerdi ve konuyu kapattı. Ama konuşma bu konuya geldikten sonra Xie Lian’ın sahiden ona sormak istediği bir soru vardı – o nasıl ölmüştü?
Sahiden bilmek istiyordu ama bir yandan da nasıl soracağını bilmiyordu. Ölümlüler öldükleri zaman, maddesel dünyada kalmalarının nedeni saplantılı bağları olurdu. Çoğu zaman acı ve nefret takıntılarının en önde gelenleriydi ve bir Yüce olmak için, bu saplantıları normalden çok daha güçlü olmalıydı. Eğer sorarsa, Hua Cheng’in yarası deşilmiş gibi hissetmesinden korkuyordu. Xie Lian da dinlemeye dayanamayabilirdi. Bu geçen sekiz yüz yıla Hua Cheng nasıl katlanmıştı?
Düşünceleri bu noktaya gelince, dehşet verici bir düşünce Xie Lian’ın aklında filizlendi ve anında buz gibi terler döktü. Hemen Hua Cheng’e döndü. “San Lang!”
“Efendim?” Dedi Hua Cheng.
Xie Lian’ın parmakları hafifçe titriyordu. “S… Sana sormak istediğim başka bir soru var.”
“Dinliyorum.” Diye yanıtladı Hua Cheng.
Xie Lian ona baktı. “Geçen sekiz yüz yıl içerisinde, Xian Le dışında, herhangi bir zaman aralığında seninle karşılaştık mı?”
“…”
Hua Cheng başını yavaşça çevirdi. “Ne yazık ki her ne kadar hiç pes etmeyerek seni bulmak için elimden geleni yapmış olsam da, cevabım hayır.”
Xie Lian ısrarcıydı. “Gerçekten mi?”
Hua Cheng gözlerinin içine baktı. “Gerçekten. Neden gege soruyor?”
Xie Lian rahat bir nefes aldı ve zorla gülümsedi. “Hiç, sadece, eski zamanlarda, günlerimi nasıl geçirdiğimi görmeni istemezdim, hoş bir görüntü değildi, hepsi karanlık ve başarısızlıklarla dolu. Sadece eğer şahit olduysan, iyi olmaz diye düşünüyordum.”
Hua Cheng güldü. “Nasıl yani?”
Xie Lian ise hiçte gülmüyordu. “Şaka yapmıyorum, sahiden çok kötüydüm.”
Bunu duyunca Hua Cheng gülümsemesini geri çekti ve ciddileşti. “Sorun değil. Ekselanslarının kendisi söylememiş miydi?”
“Ben mi?” Xie Lian şaşırmıştı. “Ben ne dedim?”
Hua Cheng sakince tekrar etti. “Bana göre, sonsuz bir ihtişamla parlayan da sensin; gözden düşen de. Önemli olan ‘sen’sin, içinde bulunduğun durum değil.”
Xie Lian’a baktı ve manidar bir şekilde göz kırptı, tek kaşını kaldırmıştı. “Ben de aynı şeyi düşünüyorum.”
“…”
Xie Lian uzunca bir süre donakaldı, aniden bir PAT! Sesiyle kendine tokat atarak yüzünü örttü, başının alev aldığını hissediyordu. “Bunu, bunu ben mi söyledim?!”
“Evet!” Dedi Hua Cheng. “Gege sakın inkar etme.”
Xie Lian koluyla tüm yüzünü kapattı. “Ben, bence söylemedim!”
“Gege, izlemek ister misin? Senin için bulabilirim.” Dedi Hua Cheng.
Xie Lian hemen başını kaldırdı. “??? Sen… sen… hayır… San Lang… sen… sahiden her şeyi kaydediyor musun?!”
“Şaka yaptım, şakaydı.”
“Sana inanmıyorum…”
“Gege bana güven.”
“Sana artık güvenmiyorum!”
İkisi bir yol ayrımına daha geldiler ve tam bu sırada ani bir rüzgar esti ve Hua Cheng irkildi, hemen önüne geçerek onu korumak istercesine kolunu uzattı.
Rüzgar aslında hiçbir şey değildi ve doğal olarak herhangi bir koruma gerektirmiyordu, ama Hua Cheng’in hareketi tümüyle doğal görünmüştü. Rüzgar geçerken, rahatsız edici bir şekilde saç telleri uçuştu ve Xie Lian ancak o zaman Hua Cheng’in kendisine bakmadığını fark etti, yüz ifadesi ve tüm yüz hatları buz gibiydi. Soğukkanlılığı inanılmaz güzeldi, Hua Cheng hiç tereddüt etmeden hareket ettiğini fark etmemişti bile, sanki Xie Lian’ı korumak bir refleks gibiydi onun için.
Xie Lian tekrar konuştu. “San Lang!”
Hua Cheng ona bakmak için başını eğdi ve ancak o zaman gülümsedi. “Bir şey mi oldu Ekselansları?”
Xie Lian, muhtemelen Hua Cheng’in gülümsüyor olduğunu fark etmediğini düşündü.
İçinden net ve güçlü bir ses ona bu adamın onu sahiden bir tanrı olarak gördüğünü söylüyordu.
Xie Lian sessizce yumruklarını sıktı. “Tong Lu Dağından çıktıktan sonra, sana söylemek istediğim pek çok şey var.”
Hua Cheng hafifçe başını salladı. “Pekala. İple çekiyorum.”
“Feng Xin ve Mu Qing çıktılar mı?” Diye sordu Xie Lian.
“Çoktan.” Diye cevapladı Hua Cheng.
“Peki ya Yüzü Olmayan Beyaz?” Diye sordu Xie Lian. “Bize yetişemedi ve onları da durdurmaya gitmedi? Şu anda nerede? Bizden ne kadar uzakta?”
Hua Cheng cevapladı. “O…”
Cümlesini tamamlayamamıştı ki yüz ifadesi değişti iki parmağını hafifçe sağ gözünün üzerindeki kaşına bastırdı. Bir an sonra konuştu. “…O kayboldu.”
Xie Lian şok olmuştu. “Nasıl kayboldu?”
Hua Cheng sakin sayılırdı ve dikkatle araştırdı. “Ortadan kayboldu.”
Bir hayalet bile olsa, binlerce hayalet kelebekle sarılmış On Bin Tanrının Tapınağında bir anda ortadan kaybolmak imkansızdı!
Xie Lian. “Ben de bakayım mı?”
Ardından elleriyle Hua Cheng’in omuzlarına tutundu ve parmak uçlarına yükselerek alnını onunkine değdirdi. Hua Cheng eli bir anlığına onun beline uzandı. Kısa bir süre tereddüt etti, geri çekecek gibiydi, ama nihayetinde eli olduğu yerde kaldı ve onu daha da sıkı tuttu.
Hua Cheng’in biraz önce gördüğü sahneler hızla Xie Lian’ın gözlerinin önünden geçti. Beyaz cübbeli adam yavaş adımlarla taş bir mağaraya gelmiş ve sayısız hayalet kelebek ona doğru uçuşarak onu insandan ışıldayan bir kozaya çevirmişlerdi. Donuk bir zamanın ardından hepsi geri çekilmiş, gümüşi bir ışık patlamasıyla parçalanmış ve gümüş kelebekler toza dönüşmüşlerdi. Ancak sonrasında gümüş ışık dağıldığı zaman o da kaybolmuştu!
Hemen ardından Hua Cheng’in sağ gözü bakışlarını çevirdi ve sayısız başka tüneldeki durumlara göz attı, ama yüzü olmayan beyaz hiçbir yerde yoktu. Xie Lian şaşkındı ve geri çekildi.
“Gitti mi?”
Diğerleri bilmiyor olabilirdi ama Xie Lian, Yüzü Olmayan Beyaz’ın onu gördüğü anda bıkmak bilmeden kovalayacağını biliyordu.
“Belki önceki düşüncelerimizde haklıydık.” Dedi Hua Cheng. “İlk amacı Ocak’ı kullanarak Yüce seviyesine erişmek.”
Sesi hemen kulağının dibindeydi ve Xie Lian ancak o zaman kendine gelerek Hua Cheng’in yüzünü ellerinin arasına aldığını fark etti. Onu çekerek belinin hafifçe bükülmesine neden olmuştu. Xie Lian hemen bıraktı ve haykırdı. “Onu durdurmamız gerek!”
Tong Lu Dağına gelmekteki amaçları Yüce olma potansiyeli taşıyan tüm adayları ortadan kaldırmaktı. Öncesinde beyaz cübbeli adamı görmezden gelmişlerdi ama şimdi durum aydınlatılınca, sayısız ilahi heykelin arasında onu aramaya başlamışlardı. Onu en son gördükleri yere varmaları uzun sürmedi.
Sahiden de ilahi heykeller dışında içeride hiç kimse yoktu. Gümüş ışıltılar yerleri sarmıştı ve şok dalgası tarafından tümüyle yok edilemeyen gümüş kelebekler kırık kanatlarını çırpıyorlardı. Xie Lian eğildi; yardımı dokunabilir mi bilmese de yine de onları eline almak istiyordu. Tam bu sırada arkasından Hua Cheng’in konuştuğunu duydu. “…Gege, yanıma gel.”
Sesinde baskılanmış bir öfkenin izi vardı, ama bu öfke ona yönelik değildi.
Xie Lian başını kaldırdı ve Hua Cheng’in parlayan gözlerinin önlerindeki ilahi heykele odaklanmış olduğunu gördü.
İlahi heykel baştan aşağıya beyaz tülle örtülmüştü, hareket etmiyordu ve genel hatları seçilebiliyordu. Bir kılıç uzatmış gibiydi ve bir ucu son derece sivriydi.
Ancak tam da bu sırada, keskin kılıcın ucunun gösterdiği noktadan bir kırmızılık sızmaya başladı, durmadan ilerliyor ve beyaz ipeği kirletiyordu.
Kılıç kanlıydı!
Böyle bir sahneye şahit olan herkes ilahi heykelde bir tuhaflık olduğunu anlardı. Belki de şu anda beyaz tülün altındaki gerçek ilahi heykel değil, başka bir şeydi. Xie Lian ayağa fırladı ve Hua Cheng’in yanında durdu, Fang Xin ilahi heykele doğru çevrilmişti. Karanlık bir ifadeyle Hua Cheng elini salladı ve tül kaldırıldı.
Xie Lian’ın gözleri ardına dek açıldı.
Tülün altında onun bir kutsal heykeli vardı. Tanrıyı Memnun Eden Veliaht Prens heykeliydi, bir elinde kılıç diğer elinde çiçek vardı, yüzünde ise bir gülümseme. Ancak, gülümsemesinde kan vardı.
Kanın kaynağı ise elinde tuttuğu kılıçtı. Kılıca geçirilmiş bir genç vardı, başı sargılarla sımsıkı sarılıydı, tüm bedeni kanla yıkanmıştı. Bu Lang Ying’di!
 Çevirmen: Nynaeve
145 notes · View notes
mavi1gezegen · 5 years ago
Text
Saat 22:12.
Karanlık odamın içinde, her zamanki üzerinde oturduğum ranzamın başında, kulağımda kulaklıkla yazıyorum bu mesajı.
İçimi dökmek istiyorum... Yine bir mektubu daha sizden habersiz yazıyorum. Ve evet, hiç beklenmedik anda, hiç beklenmeyecek şeyleri yapmayı çok seviyorum...
İçimi dökmek istiyorum...
Son zamanlarda olanları, tüm hissettiklerimi birer birer buraya bırakmak istiyorum...
Kaç gün oldu bilmiyorum. Saymadım...
Yorgun uyuyup, yorgun uyandığım kaç gün oldu. Yalandan gülümseme kondurup tek başıma kaldığım her yerde hıçkıra hıçkıra ağladığım kaç gün oldu. Kaç defa kendimden kaçıp, yine gerçeklerle yüzleşince ortada kaldım. Kaç defa tam düşerken ayağa kalktım. Bilmiyorum gerçekten. Hatta "bunları ben mi yaşadım"  diyorum bazen. Kendime bakıyorum. Sanki eskisi gibi değilsin diyorum. Hatta bazen bakmaya bile korkuyorum. Kendimden korkuyorum. Kendimi mahvetmekten korkuyorum...
Geçmişime dönüp bir bakıyorum arada...
Neler neler yaşadın diyorum. Şu koskoca 17 yıllık hayatında ne anı biriktirdin, ne kadar insan tanıdın, ne kadar güldün, ne kadar ağladın, ne kadar düştün, ne kadar kalktın...
Söylesene, kendin için en son ne kadar çabaladın? En son ne zaman, ne için ağladın? Neden tam düşecekken ayağa kalkmak istedin? Neden kendin için böyle yaptın ya da yapmadın?..  Hatta neden şuan burada, tam bu satırda içinde bir şeylerin olduğunu hissettin?  Acı mıydı duyduğun, nefret mi, aşk mı, sevgi mi, umut mu yoksa?
Neydi seni bunu hissetmeye sürükleyen?
Geçmişinde aldığın bir darbe mi, yoksa daha dün aldığın bir hediye mi? Tam az önce döktüğün göz yaşı mı, unutamadığın bir gülüş mü? İnan bana, bende bilmiyorum. Hangi seçiminden dolayı böyle oldu, neden hissettim sandığım şeylerin benim için bir enkaz oluşunu gördüm. Neden tam düşeceğim an tutunmak istedim. Neden göz yaşımı silip yalandan bir gülümseme kondurdum yüzüme. Ve neden, kim ne derse desin, herkese ve her şeye rağmen o yolu yürümek istedim. Düşeceğimi bile bile o yolu yürümek istedim... Engelleri yıkmak istedim. Kendim için, kendimden vazgeçtim.
Ellerimle ördüğüm duvarları yıktım. Evet, ördüğüm duvarlar üzerime yıkıldı birer birer. Evet, ben o enkazın altında kaldım. Evet, gerçek sandığım sahte düşünceler  arasında ezildim. Evet, yoruldum. Hemde çok yoruldum. Hatta "tüm yolu tek başıma yürüyormuş" gibi hissettiğim bile oldu bazen. Ama günün sonunda, yatağa girdiğim o an, soyutlandığım o kalabalığın, yankılanan tüm seslerin aralandığı o an, bir şeyler oldu. İçimde bir şeyler oldu... Hani çok gürültülü bir ortamda olursun da duyamazsın ya karşındakinin sesini? Hani konuşmaya çalışır da bir türlü anlatamaz ve sende onu anlamazsın ya? Onun gibi oldu.
Susmak bilmeyen bir zihnim vardı. Parça parça olmuş bir kalple birlikte. Birisi hareket halinde, diğeri ise kımıldayamayacak vaziyette. Birisi koşmak isterken, diğeri hep durur vaziyette. Gitmekle kalmak arasındaki tam o ince çizgide. Bir şey olduğu an, her şeyi yıkabilecek güçte. Tüm birikmişleri bir anda ortaya atıp, kaçmak ister halde. Öyle yorulmuş, öyle bıkmış vaziyette...
Ve bunu geçirecek tek şey; anlaşılmaktı oysa. Önce kendini anlamak, sonra etrafını. Önce kendin için savaşmak, sonra etrafın. Önce kendini korumak, sonra etrafındakiler. Önce kendin için ayakta durmak, sonra etrafındakiler. Öncelik kendindin. Seçmen gereken kişi sendin. Kurtarılmayı bekleyen, kurtarmayı bekleyen sendin. Senin en çok sana ihtiyacın vardı. Yürümen gereken bitmek bilmeyen bir yol, kazanman gereken bir savaş vardı. Ve bu senin elindeydi. Hâlâ da senin elinde. Belki de geç değil hiçbir şeye? Belki de tam şuan yapman gerek onu.
O adımı atman, o yolu yürümen ve ne olursa olsun kazanman gerek savaşı. Pes etmek sana yakışmaz, biliyorsun. Düşman beklediğinden güçlü olsa, şartlar ve imkanlar zorlaşsa, kendinden başka kimsen kalmasa ve o yolu tek başıma yürümen gerekse de, yapmalısın bunu. Keşke yapsaydım diyerek pişman olmaktansa, yaptım ama bu da ders oldu demelisin.
Ve bilmelisin; hiç bir şey boşu boşuna olmaz. Her şeyin bir sebebi vardır. Şimdi üzülüp ağladığın şey, hiç beklemediğin anda, hiç beklemediğin bir şekilde, yüzünde saçma sapan bir gülümseme bile oluşturabilir. Tesadüfen, mutluluk denen şey senin de kapını çalabilir. Çünkü "umut her zaman vardır, sadece zamanı gelince doğar."
Zamanı var güzel insan. Sabret. Bugün keşke olsa dediğin şeyler, yarın iyi ki olmamış dedirtebilir. Ve bir gün hiç beklemediğin anda, gelmesini deliler gibi istediğin şey, senin ayaklarına kendiliğinden gelir. Sen yeter ki umudunu yitirme ve bekle.
Bu günlerde geçecek, önceden olduğu gibi.
Sadece bekle...
"Umut et, mutlu kal...💙"
79 notes · View notes
sizenebayim · 4 years ago
Note
Hayırla geçsin gününüz. Kardeşim ben namaz konusunda çok sıkıntıdayım.. Başlıyorum güzel gidiyor herşey birden soğuyorum uzaklaşıyorum ve bir türlü kılamıyorumn inanın çok kötü durumdayım bir türlü sürekli kılamıyorumn napacağım Allah rızası için bana yardımcı olurmusunuz..
Selâmünaleyküm 🕊
Önce şurdan başlamak isterim, nice namaz kılmayanlar var ki içlerinde bulundukları halden habersizdirler bir eksiklik duymazlar sıkıntı ve üzüntü de hissetmezler çünkü artık kalpleri ölmüştür.
Ama çok şükür sizin kalbiniz halâ ölmemiş diriki bunca sıkıntı duyuyorsunuz. Ya duymasaydınız bu sıkıntıyı.
Bazen bu sıkıntı denen şey nasıl da nimet oluyor değil mi?
Kalbinizin bunca sıkıntıda olması böylesi huzursuzluğunuzun size anlatmak istediği bir şeyler var belli ki. Çünkü kimi zaman namazlı kimi zaman namazsızsınız. Kalbiniz namazın lezzetini biliyor onu tatmış, bilmiş, onunla kendini doyurmuş. Ama siz şimdi onu namazdan böylesi mahrum bıraktıkça da size sinyaller gönderiyor çünkü onu darlıkta ve açlıkta, ölüme bırakıyorsunuz. Bu sıkıntı sizi tekrar o lezzete çekmek için bir davettir, lütfen icabet edin.
Bi sonraki nokta da şöyle evvela şu konuyu bilelim ve buna karşı uyanık olalım. Bizler nefs sahibiyiz. Nefs ise ibadetleri gözümüzde büyütür, sürekli ağırlaştırır da ağırlaştırır, sanki dağlarca yükü omuzlayacakmışız gibi korkutur, halbuki ruha dinginlik ve hafiflik veren huzur getiren şifalarla doludur ibadetlerin içi. İhlasla yapılan bir ibadette nefsin payı yoktur. O yüzden nefs istemez bunları yapmamızıı, kabul etmez güçten düşmeyi.. Halbuki onun istedikleri cehennemin etrafını donatan zevk ve eğlencelerden ibarettir, ve bizi götüreceği yer bellidir.
Namaz ise emir dairesindendir. O yüzden namazın kılınmaması Allah'a isyandır. Günde beş kez Rabbin seni çağırırken bile isteye gitmememek isyandır. Sen istedin ama canım istemiyor kılmak, canım ne zaman isterse o zaman kılarım demektir. Asıl canımız istemediği zaman kılıcağız çünkü ihlas bunu gerektirir, çünkü nefsin istemezken sen sadece Rabbin için bunu yapmış olucaksın.
Peki Rabbin için yapmak ne demek. Ya da Rabbin senden isterken yapmamak ne demek. Kişi sevdiğinin her nazını çeker, onu hoş edebilmek için ne dilerse yapar. Peki bu yapmayışlar neyin belirtisidir. Biz Allah'ı gerçekten seviyor muyuz ? İsteklerini yapabilmek için sevmek gerekir, sevebilmek için tanımak gerekir, tanıyabilmek için ise tefekkür gerekir, okumak gerekir, düşünmek, farketmek gerekir. Üstündeki lütuf ve rahmetini.. Tecellilerini, yansımalarını, ahlâkını.. seni gözetişini, her ihtiyacını karşılamanı.. nizam ve düzenini, rahmet ve mağfiretini..
O'nu bilip, tanıyıp, sevelim ki kime secde ettiğimizi ya da etmediğimizi bilelim, namazda kiminle konuştuğumuzu bilelim, bizi namaza çağıranın kim olduğunu bilelim. Bilelim ki ona böylesi bilmeden koca bi gafletle şükürsüzlük etmeyelim, bilelim ki sevginin yerini itaatsizlikle değiştirmeyelim. Bunların farkında olunmadığı için gerçek mahiyetleri anlaşılmadığı için devamlılık sağlanamıyor. Anlamalı, her ölümün iki namaz arasında geldiğini unutmamalı. Bir hoca efendi "Ruh bünyesinin banyosu namazdır, fizik bünyesi nasıl yıkanmayınca kokuyorsa, ruh bünyesi de öylece kokar" diyordu. Namazla arınmalıyız. Namazımız gözbebeğimiz olmalı. Onu hayatımızın merkezine koymalı.. namaz merkezli bir hayat yaşamalıyız. O yüzden farzın etrafını sünnetlerle, sünnetlerin etrafını nafilelerle kuşatıp sağlam bir iman inşa etmeliyiz.
Ve bu noktada kontrol etmemiz gereken bir diğer şey imanımız. İmanımız ne durumda, imanın farkında mıyız?
Efendimiz aleyhisselâm "Birinizin elbisesi eskidiği gibi göğsündeki imanı da eskir. Öyle ise Allah`tan kalbinizdeki imanı tazelemesini dileyiniz." buyuruyor. Öğreniyoruz ki göğüsteki iman eskiyor, güçten düşüyor. Onu tazelememiz gerekiyor. İmanı güçlendiren en büyük şeyse ibadetler. Siz ibadetleri bıraktığınız an iman evini korumasızca öylece bırakmış olup onu da sıkıntıya sokuyorsunuz. Oysa iman dediğimiz şey hayatımıza tesir edecek, bizi değiştirecek kadar güçlü olmalı.
Biraz da somut olarak düşünürsek insan belirli bir süre için yola koyulmuş bir araba gibidir ve bu süre de katettiği yol mühimdir. Evet kimi zaman zemin ıslak olucak yavaşlıycaz kimi zaman yollar dümdüz olucak hız katedicez kimi zaman virajlar gelicek savrulmadan geçicez, gibi zaman arabamız bozulucak yolda kalıcaz ama her türlü bu arabayı ilerleticez, düştük diye kalmak yok yeniden kalkıcaz yeniden ve yeniden.. yolun ortasında pes etmek arabayı bi kenara çekip beklemek yok. Gerekirse iteleye iteleye ilerliycez. çünkü zaman tükenmekte ve insan ziyanda. Yolu düzeltmek için uyanık, dikkatli ve heran kontrolde olmalıyız.
Son olarak abdestli durmak ibadettir, bozulunca hemen yenileyin, üstelik ezan öncesi abdestli olmak namazı da kolaylaştırır. Ve sakın ertelemeyin, hep ilk vaktinde kılmaya çalışın. 21 gün alışkanlık kazanmak için önemlidir, 90 günde ise bu artık hâle dönüşür yapmazsanız eksikliğini hissedersiniz. O yüzden bu sürelere dikkat edin. Tam bir namazlı hale kavuşmak için Ramazan sizin miladınız olsun ramazanın bereketinden faydalanın. Kadir gecesi gibi bir hazine yatmakta şu günlerin içinde, arayın bulun, namaza tutunun ve hiç bırakmayın. Bir hadiste efendimiz "İkindi namazını kaçıran kimse, sanki ailesini ve malını yitirmiş gibidir.” diyor. Kılmayan demiyor bak kaçıran diyor. Bile isteye kılmayan neleri kaybediyor nerelerden nerelere yuvarlanıyordur kim bilir. .
O yüzden nefse galip gelicek bir kalp, yetiştirmeli.. Zikirle, duayla, tefekkürle, ilimle, ibadetle ve sohbetle beslemeli.
Allah'tan size bunu kolaylaştırması için yardım ve destek isteyin, duayı ve samimiyetinizi hiç bırakmayın. Napacaksınız bir abdest alıp yola koyulacaksınız, dua ile :)
(Bloğa namaz yazıp aratırsanız daha evvelki namazla ilgili sorular var onların cevaplarından da faydalanabilirsiniz )
6 notes · View notes
ceviri-translation · 4 years ago
Video
youtube
Dilin Ortaya Çıkışı, Chris Knight 
Teşekkürler Camilla [Power]. 
Evet, yazılı halini istiyorsanız en iyisi Wild Voices [Yaban Sesler] indirin. Burada dersler verip BaYakalarla saha çalışması yapan Jerome Lewis ile beraber kaleme aldığımız bu makalede her şeyi bulabilirsiniz. Jerome sayesinde sanırım sekiz yıl kadar önce Kongo'daki bu avcı-toplayıcılar hakkında şaşırtıcı şeyler keşfettim - ormanla nasıl konuştuklarını, nasıl maymunların, şempanzelerin, gorillerin, çalı domuzlarının lisanını kullandıklarını… Ardından farkettim ki aslında lisan bu yaşam şekline, bu eşitlikçi avcı-toplayıcı yaşam tarzına özgü bir şeydi ve bu geniş bağlam olmadan –muazzam bir ortaklaşalık ile neredeyse topluma yön veren çocuklar ve kahkalarla dolu eşitlikçi bir bağlam– bu çatı olmaksızın hiç şüphe yok ki söylem veya lisan olarak adlandırdığımız bu harika sistem evrimleşemezdi. O halde şöyle yapalım, tek bir kavram hakkında düşünmenizi istiyorum – herhalde hepiniz bunu düşünmüşsünüzdür – kendi sesinizi bulduğunuzda – bir ses bulma üzerine düşünün. Ne demek kendi sesini bulmak? Ne anlama geliyor mesela – düzgün bir sesiniz var diyelim, çığlık atabilirsiniz, bağırabilirsiniz vesaire, sesiniz kısık falan değil, yine de nedendir bilinmez bir bakmışsınız nutkunuz tutulmuş. Zira iddia edeceğim üzere salt bir sesininizin olması, dudaklarınızın, dilinizin, dilbilgisiyle başa çıkmamızı sağlayan beynimizdeki binbir çeşit karmaşık şeylerin olması, aslında atalarımız konuşmaya başladığında yaşananlarla çok da ilgili değil. İddiam o yönde ki bir noktada kimi atalarımız – muhtemelen 300 bin yıl kadar önce, Homo Sapiensin bir tür olarak ortaya çıktığı zaman – bizim bu atalarımız kendi seslerini bulmuşlardı. Düşünürseniz bence bana hak vereceksiniz ki bir ses bulmak sadece biyolojik, bilişsel ve hatta sadece psikolojik bir durum değil. Sizinle olduğunu bildiğiniz bir dinleyicinin olmasıyla alakalı bir şey. İnsanlarla aynı dalga boyunda olmanız gerekli, öyle değil mi? Tamamen farklı bir grup insanla aynı odada olsaydınız aynı dalga boyunda olmazdınız. Sizin onlara söyleyecek birşeyiniz yok, onların size söyleyeceği bir şey yok. Bilmiyorum, diyelim ki Avam Kamarası ya da benzeri bir yerdesiniz. Jeremy Corbyn mesela, biliyorsunuz, asla kendi sesini bulamadı. Kendisi yanlış yerde, orası Eton ve benzeri yerlerden gelen insanlara ait korkunç bir klüp. Hiçbir zaman kendi sesini bulamadı. Öyleyse iddia edeceğim üzere lisanın nasıl ve niçin evrildiğini anlayabilmek için sosyal bir teoriye ihtiyacımız var ve lisan sesli ve sessiz harfleri çıkarabilmekle ne kadar alakalıysa bir o kadar da bizi dinleyen ve birlikte olduğumuz insanlarla ilişkili.Öyleyse belki de başlarken, umuyorum ki bir çoğunuz lisanın ilk olarak ortaya çıktığı zaman aslında neler olup bittiği hakkındaki bir konuşma dinlemeye gelirken ki birçoğunuz derken kastettiğim aslında hepiniz bir anlamda Darwincisinizdir. Tahminim böyle bir konuşmaya gelmiş olan birçoğunuz yaradılışçı değilsinizdir örneğin. Lisanın nasıl evrildiğiyle ilgili olup bir tür Darwinci evrim sürecinin lisan ve konuşma yetisine sahip olduğumuz olgusundan sorumlu olduğunu varsayacaksınız. Yine de yeterince bilinmeyen bir şey var ki o da Darwinciliğin başarısına rağmen ki biliyorsunuz Darwincilik o kadar olağanüstü bir teori ve o kadar güçlü ki bu günlerde dünyanın yuvarlak olup hareket halinde olduğunu söyleyen teori kadar güçlü, öyle ki biz nadiren bunu bir teori olarak düşünüyoruz zira dünyanın yuvarlak olup hareket etmesi salt bir gerçek. Bence dünyadaki eğitimli insanların tümü bizim bir tür Darwinci doğal seçilim süreci üzerinden evrildiğimizin farkında. Daha az bilinen şey ise bilim camiası dediğimiz bu topluluğun Darwinci bileşeninin, lisanın nasıl veya niye evrildiğine dair hiçbir fikrinin olmaması. Tamamen muamma. Tamamen tartışmalı. Yine de söylemeliyim ki bunun sebebi bir teorimizin olmaması değil. Aksine sorun çok fazla teorinin olması. Binbir çeşit teori. Mesele elimizde kabul görmüş bir teori benzeri bir şeyin olmayışı. Halbuki Darwinci evrim bakımından diğer bir çok şey hakkında kabul görmüş teoriler var. Mesela biliyorsunuz cinsiyet niye var konusunda büyük ölçüde hemfikiriz, yani bağışıklık sistemi ve parazitlerle alakalı bir şey…  Yani aşağı yukarı hemfikiriz ölüm niye var. Biyolojik evrimle alakalı envai çeşit şey var Darwincilerin hemen hemen hemfikir olduğu fakat mesele lisan olunca gerçekten hiçbir mutabakat yok. Haliyle şu soru ortaya çıkıyor: neden bu kadar zor? Kimileriniz düşünüyor olabilir yani bazılarının bana söylediği gibi, “Chris, bu çok açık. Yani biliyorsun ki lisan olmadan düşüncelerimizi paylaşamazdık. Düşünceleri paylaşıp iletişim halinde olmanınsa bariz faydaları var,” ve bu tabii ki doğru ama aslında bir teori değil. Çünkü bakınız madem bu o kadar iyi birşey, o zaman cevap verilmesi gereken soru, oldukça akıllı akrabalarımızın, şempanzelerin, gorillerin, orangutanların – bir tür lisan sahibi olmak bu kadar faydalı birşeyse – neden dilleri yok? Tabi ki biliyorsunuz yer yer dile getirildiği üzere şempanzeler biliyorsunuz ki aslında şahane sesli iletişim sistemlerine sahip. Öyleler – yemek çağrıları, vahşi bağırışları, panthoot vesaire. Yine de herhangi bir dilbilimcinin size söyleyeceği üzere – lisan tabi ki de kelimelerin ve dilbilgisinin bir birleşimi veya dilbilgisel yollarla birleşen kelimelerdir – şempanzelerdeki panthoot ya da yemek çağrısı veya çiftleşme çığlığında gerçekten dilbilgisinden söz edemeyiz. Yani primataloglar bu şeyleri tartışırken aslında uğraşları bu beşeri olmayan iletişim sistemlerinin – bazen el hareketleriyle, bazense sesli – lisanla uzaktan yakından ilişkili olduğunu iddia etmek değil. Lisan – bizim kastettiğimiz, bir dilbilimcinin kastetiği anlamıyla standartların çok ötesinde – bu muazzam gezegenimiz üzerinde yaşayan başka herhangi bir canlının yaptıklarıyla kıyaslandığında standartların çok ötesinde. O zaman biraz  hızlanayım, bunu çabucak geçmeliyim… Darwin Türlerin Kökeni'ni yayınladıktan hemen sonra, malum fazlasıyla tartışmaya yol açsa da Darwincilik bir anda bayağı popüler olduğu için –çok değil, beş ya da on yıl içerisinde – insanlar lisanın kökeni hakkında kafa yormaya başladılar. O kadar çok dayanaksız görüş, o kadar fazla teori vardı ki profesyonel dilbilimciler kendi camialarında bu konuda bir şey yapılması gerektiğine kanaat getirdiler. 1866'da Linguistic Society of Paris [Paris Dilbilim Cemiyeti] - o günlerde bu topluluk, biliyorsunuz, en gözde dilbilim camiasıydı, Paris gerçekten de herşeyin merkeziydi - cemiyeti kurmalarıyla beraber bir yasak koymayı gerek gördüler. Açıkça belirtmişlerdi, evrensel bir lisanı veya lisanın kökenini konu alan hiçbir makale veya sunu kabul edilmeyecekti.  Lisan tamamen tabulaştırılmıştı. British Linguistic Society [İngiliz Dilbilim Cemiyeti] de aynı şeyi yaptı ve akabinde Fransız, Alman, yani her yerde, Amerikan... Yani oldukça şaşırtıcı gerçekten de - bir şeyin tartışılmasını yasaklamanın kolay olmadığını düşünebilirsiniz - ama amacına ulaştı. Zira biliyorsunuz fiilen yüz yılı aşkın bir süre saygın bir oturumda, saygın bir çatı altında lisanın evrimsel ortaya çıkışı sorusunu dillendirmek neredeyse imkansızdı. İnsanlar bunu yapabiliyor olsa da lisanın kökeni hakkında konuşmaya başladığınız vakit biliyorsunuz marjinal olduğunuzu ilan ediyordunuz – bir nevi çatlak bir ses. Ta ki 90lara gelindiğinde - doğrusu 1990, bir tarih vermek gerekirse - baraj kapakları birden açıldı ve lisanın kökeni hakkındaki teoriler bir çığ gibi büyüdü. Şu an bu periyodun içerisindeyiz, daha önce söylediğim gibi, teorilerin yetersizliği değil, çok fazla teorinin varlığı söz konusu. Belki de Paris Dilbilim Cemiyetinin niye böyle bir yasak koyduğunu açıklasam iyi olur. O dönemde ne gibi teorilerin ortalıkta dolaştığından bahsedeyim sadece. Max Müller, lisanın tarihi ve kökeni hakkında konuşan çok karizmatik ve popüler bir kişilikti. Ardından – ya acaba niye – kapıyı kilitlediğimizi mi düşünüyorlar? Kapı kilitli değil. Herkes gelebilir. Kapıyı kitlemedik, lütfen, gelebilirsiniz… Neyse… Max Müller teorilerin bir kısmını listelemişti. Hepsinden bahsetmeyeceğim ama bir fikir vermesi adına, “bow-wow teorisi” vardı. Quack-quack teorisi gibi. Kimi ata insanlar bow-wow, quack-quack diyerek şeylerin seslerini çıkarmayı becermişti. Köpek bow-wow der, ördek quack-quack der, sen de bu sesleri – ne hakkında konuşmak istiyorsan onun sesini – çıkarırsın. Böylece köpek için kullanılan sözcük bow-wow, ördek için quack-quack, eşek içinse hee-haw olur vesaire. İşte bow-wow teorisi bu. Ardından pooh-pooh teorisi var ki bu bir çeşit – pooh-pooh bir nevi duygusal nidalar anlamına geliyor. Pooh! Yani bu duyguların içgüdüsel dışavurumları anlamına geliyor, sevincin, acının, rahatlamanın vesaire. 
Ding-dong teorisi var. Ding-dong teorisine göre hakkında konuşmak istediğin tüm şeyleri – sen konuştukça bir çeşit doğal rezonans yakalıyorsun – her nasılsa kendi sesinle bir nevi temsil etmeye çalışırsın. Bir de ta-ta teorisi var. Ta-ta teorisi, ağzınızın bir nevi el kol hareketleri yaptığını ve hakkında konuştuğunuz şeyin – dilinizi ve dudaklarınızı kullanarak – bir nevi maketini yaptığınızı ileri süren teoridir. Ağzınızı geniş açarsanız, bu büyük bir şey olabilir. Mesela daha az açarsanız biliyorsunuz bu küçük bir şey olabilir. Tiz sesler küçük şeyler için, pes sesler büyük şeyler için. İşte ta-ta teorisi bu. Burada duracağım… Görüyorsunuz – sonuncusu aslında kanıtlandı, bir dereceye kadar – Evet, yani bu teoriler aslında şey değil... Aslında hepsinin haklı olduğu bir nokta var, bow-wow teorisi de dahil. Wild Voices [Yaban Sesler] aslında bu teorinin bir versiyonu - Jerome ile birkaç sene önce yayımladığımız makale – bir nevi – hayvan çağrılarını ele alıyoruz. Zira biliyorsunuz bazı şeylerin sanki sesli imzaları var. Her şeyin yok tabii ama bazı şeylerin kesin var. - Heave-Ho – Efendim? - Heave-Ho -  Ah pardon, elbette, Camilla bir teoriden daha bahsetmemi istiyor. Gayet tabi. Hayır hayır, heave-ho teorisini unutmuşum. Heave-ho teorisi şöyle – HEAVE-HO-HEAVE-HO – birlikte iş yapar gibi. Mesela hepiniz bir şey yapmaya çalışıyorsunuz, devasa bir kütüğü tepeye yuvarlıyorsunuz diyelim. Bir nevi işgücünü koordine etmek için de sesler çıkarırken heave-ho diyorsunuz ya da başka bir şey. İşte bu heave-ho teorisi. Bakın bu teoriler mutlak yanlış diye bir şey yok. Her biri gayet zekice teoriler. Tüm bu teorilerin sorunu, problemin mekanizmayı keşfetmek olduğunu varsaymaları. Sanki mekanizmayı keşfedince - bow-wow, heave-ho, ta-ta, her neyse - birden - hangi hayvan veya insansı atada bu mekanizma varsa – 'İşte! Bu mekanizmayla bunu yapabiliyorlar. Böyle olması gerekiyor. Hemen ardından lisan ortaya çıkıp evrilecek ve herkes konuşuyor olacak.' Halbuki problem çok daha uğraştırıcı ve çok daha zor. Öyleyse, Camilla'nın değindiği gibi, insan kültürünün kökenleri üzerine kitabımı yayımladığımda - 1991'de basılan kitabım, Blood Relations: Menstruation and the Origins of Culture – lisanı kitabın dışında tutmuştum çünkü bir farkettim, çağdaş dilbilimi tam anlamamıştım özellikle de Chomsky'i anlamamıştım. Yeterince bilgi sahibi olduğumu hissetmediğimde birşeyler yazmaya devam etmektense en iyisinin farklı yerlerden insanları – bu ülkeden, özellikle Avrupa'dan ve nihayetinde dünyanın her yerinden – muhtelif tüm psikologları ve nöropsikologları ve dilbilimcileri ve primatologları ve arkeologları ve paleontologları birtakım konferanslarda ağırlamak, bir nevi bu gibi etkinlikler yapma üzerindeki tabuyu kırmak olduğuna kanaat getirdim. Bunu yaparken niyetim ise dünyaya, bu insanlara, 'Bakın! Şahane bir teorim var' demek değildi. Aslında tem tersiydi. Sadece bu problemin ne kadar zor olduğunu dillendirmekti. Eğer bir çözüm bulunacaksa, biliyorsunuz, bunu yapmak için toplu bir çabaya, ciddi bir müşterek girişime ihtiyacımız vardı. Böylece 1996'da Edinburgh Ünversitesinden bir İngilizle, Jim Hurford ile ekip olduk ve ilk Evo-Lang [Evrim-Dil] konferansını düzenledik ki bence çok iyi bir konferanstı, çok başarılı bir konferanstı. Akabinde her iki yılda bir dünyanın çeşitli yerlerinde konferanslar düzenlendi. Yine de söylemek istediğim şey, her ne kadar bu konferanslar son derece verimli olup dünya genelinde aklınıza gelebilecek hemen hemen her uzman dünyanın farklı noktalarında düzenlediğimiz bu etkinliklere katılsa da, şunu söylemem lazım ki onca yıldan sonra – artık yirmi yıldan fazla oldu – lisanın evrimsel ortaya çıkışı üzerine hemfikir olmaktan yıllar öncesi kadar uzağız. Hala bir teorimiz yok. Bir teorimiz var diyebilirim aslında, hatta bence Jerome Lewis ile beraber geliştirdiğim teori doğru teori, yine de biliyorsunuz mutabık kalınmış değil. Bu şeyler üzerine muazzam ihtilaf var. Gecikmeden şu bir nevi biçimsel noktayı vurgulayayım: diğer hayvanların yaptıklarıyla kıyaslandığında lisanın standartların çok ötesinde olduğunu söylerken, herhangi bir lisanın biçimsel özelliklerinden birisi – İngilizce, Fransızca, Almanca ve Swahili, her neyse – dijital biçimsel yapısıdır. Lisan dijitaldir. Powerpoint hazırlamamaya, ekrana birşeyler yansıtmamaya karar verdim, yine de merak ediyorsanız, Toronto Üniversitesinden harika bir minik eğitim aracı gibi bir şey var – böyle diyebiliriz herhalde – ve buna sagittal kesit deniyor. Bir insanın buradan kesitini gösteriyor ve sadece burnunuzun, ağzınızın, dudaklarınızın, dişlerinizin bir tür profilini gösteriyor. Yaptığınız şey minik tuşlara basmak ve bu tuşlara basarak ayırt edici özellikler denilen şeyleri açıp kapatıyorsunuz. Biz insanlar dilbilimcilerin eklemleyiciler dediği şeylere sahibiz. Sayıları oldukça fazla. Konuşma organları, biliyorsunuz, bu farklı eklemleyicilere ayırılıyor. Dudaklarınızı açabilir veya kapatabilirsiniz, sesinizi kesip açabilirsiniz, genizden konuşmayı kapatıp açabilirsiniz, diliniz dişlerinizin tam arkasında olabilir ya da başka birçok farklı pozisyonda olabilir. Bu pozisyonlar, ayırt edici özellikler teorisine göre – Roman Jakobson tarafından birinci dünya savaşından hemen önce geliştirilen bu çok etkin teori aralarında Noam Chomsky'nin de bulunduğu kişilerce benimsenmişti – en önemlisi değiştirgeçlerden sınırlı bir sayıda var – ayırt edici özellikler, açıp kapatabildiğiniz şeyler – tüm dünya genelinde, dünyadaki tüm dillerde yaklaşık oniki tane var – nasıl ölçtüğünüze göre biraz farklılık gösterebilir – ve dilerseniz sesbilimin bu bir nevi oniki atomundan, dünyadaki her lisanın tüm sesli ve sessiz harflerini üretebilirsiniz. Mesele kapalı ya da açık olmaları. Hatta sadece sesbilim yönünden kapalı ya da açık değil, anlambilim açısından da kapalı ya da açıklar. Diğer bir deyişle, anlama göre kapalı ya da açıklar. Bunu açıklamanın gerçekten kolay bir yolu var, tek yapmanız gereken bir sessiz harf alın, İngilizce'de p. p sessizdir. p seslendirilebilir ve elbette p seslendirildiğinde b elde edersiniz. O halde pin kelimesindeki ilk sessiz harfe seslendirme eklediğinizde, sadece seslendirmeyi açtığınızda, bin elde edersiniz. Mesele pin veya bin dediğimde bunu dinleyen kişi p ya da b sesini duyduğunda, seslendirmeyi birazcık yükseltsem bile, p ile b arasında birşey duymaz. Bir noktada şöyle düşünürsünüz, 'Sanırım Chris'in tuhaf bir aksanı olsa da b demeye çalışıyor ve muhtemelen kelime de bin.' Yani p ile b arasında kademeli artan bir hareket elde etmezsiniz. Daha çok veya az birşey katiyen değildir, kapalı ya da açık birşeydir. Aynı şey anlam için de geçerlidir. İlk sesli harfi daha fazla seslendirdiğinizde pin daha dolu ve daha derin ve daha bin gibi olmaz. Bir noktada anlarsın ki pin değil bin demeye çalışıyorum ve pin imgesinden bin imgesine geçersin, birdenbire, anında ve ikisi arasında katiyen başka birşey yoktur. Elbette bu bir nevi prensibi kullanarak tüm bir cümlenin anlamını değiştirebilirsin. Biliyorsunuz, mesela size hoşçakalın demek için 'Yarın görüşürüz' diyebilirim. İkinci kelimedeki g harfini çıkartabilirim ve 'Yarın örüşürüz' demiş olurum. Peki, görüşmek ile örüşmek tamamen farklı şeyler. Gel gör ki bir cümlenin tamamen iki farklı anlamı arasında tamamen bedavaya gidip geliyorum. Bu şaşılacak birşey. Hiçbir hayvan iletişim sistemi yok ki – bu arada bilmediğimizden değil – burada, UCL'de primatlar üzerine çalıştığımız gibi başka hayvaları da çalışıyoruz ve arkadaşlarımdan bazıları uzun yıllar bonobolarla yaşadılar, şempanzelerle yaşadılar, tabir caizse onlarla konuştular, nasıl iletişim kurduklarını öğrendiler – kesinlikle bildiğimiz şey, bu sesbilimsel sözdizim ya da sesbilime ve anlambilime tesir eden dijital yapının eşi benzerine hayvan iletişiminde rastlamıyoruz. Aksine tüm primat sesli iletişim sistemleri temelde kademeli. Bir şempanze çağrısı duyan bir kişi – HuhHuhHuhHuhHuh gibi bir şey - bunu denemeyeceğim bile sonra herkes bana gülmeye başlıyor, ters giden birşeyler var bu adamda diye düşünüyorlar – bir panthoot duyan kişi 'Bu bir panthoot mu acaba?' diye düşünmüyor. Panthoot anlamı - işte ne bileyim, uyarılma veya öfkeleniyorum ya da sinirleniyorum gibi birşey – bunu duyan kişi o duygunun, öfkenin, uyarılmanın kesin niceliğiyle ilgileniyor. İlginç olan şey ise bunun bir süreklilik üzerinde bir nokta olması. Söylediğim şey lisan söz konusu olduğunda ilgilendiğimiz şey bu değil. Yani bununla ilgileniyor olabilirsiniz, kişinin ne söylediğini önemsemiyor olabilirsiniz, ne kadar kızgın olduğu veya ellerini ne kadar salladığıyla ilgilenebilirsiniz, benim bazen yaptığım gibi. Lisanın ilkeleri ise taban tabana zıttır. İlgilendiğiniz şey her sesli veya sessiz harfin bir sürekliliğin tam olarak neresinde olduğu değildir. İlgilendiğiniz şey farklı anlamlar arasındaki dijital ayrımlardır, kapalı açık ayrımlarıdır. Kesin bir şey daha var ki bununla bağlantılı – lisanın biçimsel bir özelliğini ele almıştım - hayvan iletişimiyle karşılaştırıldığında standartların ötesine geçen – lisanın işlevsel bir özelliği olarak da standartların çok ötesinde ve bu ikisi birbiriyle ilintili. İşlevsel şey şu: lisan, gerçek dünyada yön bulmaya yaramaz. Size epey önemli birşeyi hatırlatmak istiyorum. Felsefede dünya iki tip gerçekten meydana gelir. Bir kaba gerçekler vardır, bir de kurumsal gerçekler vardır. Aralarındaki fark gerçeklerin inanç temelli olup olmadığıdır. Farzedelim yerçekimine inanmıyorsunuz ama Dover'daki bir falezden aşağı doğru yürüyorsunuz. Yerçekimine inanmamanız önemli değil, yine de aşağı düşersiniz. Biliyorsunuz, inanç bir nevi konu dışı, tamamen farklı bir kategori. Bilim insanları ise – fizikçiler, kimyacılar, astronomlar – yalnızca bu tür gerçeklerle, inanç temelli olmayıp her halükarda doğru olan gerçeklerle ilgilenir. Bu gerçekleri ölçüm araçlarımızla vs tespit edebiliriz, katiyen inanç temelli değildirler. Bir de tamamen farklı tip gerçekler vardır biz insanların her daim içerisinde yaşadığı ve bu gerçekleri karşılayan felsefi terim - merak ediyorsanız - kurumsal gerçeklerdir. Yani sosyal gerçekler de denebilir ama kurumsal gerçeklerin daha yerinde bir tabir olduğunu düşünüyorum. Kurumsal bir gerçeğin şahane bir örneği ise paradır. Dikkat ederseniz para yalnızca ona inanırsanız vardır. Tamam mı? Parayı bir araçla ölçemezsiniz. Mesela parayı bir radyasyon dedektörüyle ölçemezsiniz, biliyorsunuz. Ağırlık birimleriyle ölçemezsiniz. Para... Farzedelim yerel para birimine güveninizi yitirdiğiniz. Para birimine inancınızı yitirdiniz. Bir bakmışsın tüm o para - cüzdanınızdaki kağıt para mesela - kağıt parçasından ibaret. Yırtabilirsin, çeşit çeşit şey yapabilirsin, burnunu silebilirsin, vesaire. Artık para değildir o para birimine güven çöktüğü için. Para birimi – para olarak, kağıt olarak değil para olarak - inanç sayesinde vardır. Şöyle bir çelişki var. O para, mesela yirmi poundluk bir banknot – bu yirmi pondluk banknot bu iki on pondluk banknota eşit ve bu nesnel bir gerçek. Bu nesnel bir doğru, her ne kadar tamamen öznel bir şeye, yani inanca dayanıyor olsa da. Tamam mı? İnanç olmadan nesnel gerçekler ortadan kalkıyor. Cebinizdeki tüm gerçekler, para birimine güven çöktüğü vakit artık yok. Hepimiz, insan olduğumuzdan beri – ve kesinlikle her zaman paraya sahip değildik, para çok yeni bir şey - doğaüstü güçlere inandık. Her çeşit şeye inandık, hayaletlere, ruhlara - biliyorsunuz – inanç sistemimiz yüzünden bize göre dünyada varolan şeylere. Kimi zaman buna din diyoruz. Kapitalizmin de bir çeşit din olduğunu iddia edebilirsiniz - gerçi dünya dinlerinin çoğuyla kıyaslandığında çok çok tuhaf bir din. Yine de tüm mesele... Basitçe değinmeye çalıştığım nokta, sanki bir gerçeklik var, kaba gerçeklik, fizikçilerin kavrayabildiği, bir de -buna şey de diyebiliriz – sanal gerçeklik var. Biz sanal bir dünyada yaşıyoruz – sanal bir dünya, aslında bir kurumsal gerçekler dünyasıyla aynı şey - inanç yüzünden varolan gerçekler. Artık asıl meseleye geliyorum. Lisan, gerçek dünyada yön bulmak için değil tüm insanların içinde yaşadığı sanal dünyada yön bulmak için var. Bunun hakkında düşünmenizi istiyorum çünkü idrak edeceğiniz üzere eğer sanal bir dünya içerisinde yaşamıyorsanız lisana ihtiyacınız yok demektir, manasını tamamen yitirecektir. Hatta lisan sahibi olmak tamamen işe yaramaz birşey olacaktır. Şimdi şempanzeleri bir düşünün. Herhangi bir Darwinci size bizim bir tür maymunsu mahluktan evrildiğimizi söyleyecektir. Diyecektir ki biz - atalarımız - günümüz maymunlarının veya bonobolarının atalarından, işte ne bileyim, altı milyon yıl önce, yedi milyon yıl önce ayrışmaya başladık. Gelgelelim herhangi bir Darwinci bence diyecektir ki 'Yani evet. Maymun kuzenlerimizin yaptığı pek çok şey insanların yaptığı diğer şeylerle hemen hemen aynı kategoride yer alıyor.' Mesela insanın alet yapması. 'Oh! insanlar alet yapıyor'. Yani evet ama şempanzeler de alet yapıyor. Tamam mı? Şempanzelerin yaptığı binbir çeşit şey var - biliyorsunuz, yuva yapıyorlar, alet yapıyorlar, ilaçları var - şempanzelerle insanların yaptığı binbir çeşit şey var olsa da bunları insanlar yapınca beşeriyetimizin ayırt edici izleri haline gelmiyorlar. Gelgelelim dini soracak olursanız... Yani, Volkers Sommer bize burada bir sunum yapacak ki kendisi şempanzelerin dini olduğunu idda ediyor, zira farkına vardığı bir şey, şempanzeler yer yer diyelim bir şelale gördüklerinde epey hayrete düşüp büyülenebiliyorlarmış. Hatta bunun aslında bir nevi suyun ruhuna veya bunun gibi birşeye tapınma olduğunu düşünebilirsiniz. Bununla birlikte bence primatologların çoğu şempanzelerde olmayan bir şeyin dini ritüel olduğunu söyleyecektir - görünüşe göre böyle birşeyleri yok - ortak halüsinasyonlar, müşterek inançlar veya gerçekte varolmayan şeyler inşa etmek adına özel bir çaba gösteriyor değiller. Benim tek söylediğim, eğer ki lisan sanal gerçekliğin içerisinde yön bulmak için varsa – nereye geldiğimi görebilirsiniz artık – sanal gerçeklik olmadan lisan ortaya çıkamazdı. Hatta başlamazdı. Sanal gerçeklik varolmasaydı lisan sahibi olmanın hiçbir manası olmazdı. Camilla – kendisi bu akşamın açılışını yapmıştı - Evo-Lang [evrim-dil] ile benim Blood Relations kitabımdan bahsetmişti. Keza Hillary Callan ve Morna Finnegan ile beraber birkaç sene önce yayımladığı Human Origins: Approaches From Social Anthropology adlı bir kitaptan bahsetmiş olabilir. Burada UCL'de hepimiz söylediği şey şu: insan kökenlerini araştırırken ortaya çıkan bu problemleri anlamak için – mesela dinin kökeni, işte ne bileyim, cinsel ahlakın, insana has akrabalık biçimlerinin kökeni veya lisanın kökeni – hakikaten avcı toplayıcılar hakkında birşeyler bilmeniz lazım. Çünkü avcı-toplayıcılar - bu gezegen üzerinde geçirdiğimiz zamanın büyük kısmını avcı-toplayıcı olarak geçirdik, avcı-toplayıcı olarak evrildik, tüm içgüdülerimiz aslında eşitlikçi avcı toplayıcıların içgüdüleri – kökenlerimiz hakkında tüm bu problemlerin etnografik anlamda zengin bu çerçevede tespit edilmesi çok önemli. O kitapta Jerome ile ben bir bölüm kaleme aldık. İlkin Wild Voices makalesini yazıp Current Anthropology dergisinde yayımladık, sonra Camilla'nın kitabı için başka bir makale kaleme aldık, epey iddialı bir başlığı var: Towards a Theory of Everything. [Herşeyi Açıklayan bir Teoriye Doğru] Bunu söylememizin bir sebebi var. İddiamız şuydu - ve bunun tamamen arkasındayım - lisanın kökeni teorisi diye birşey olamaz. Dinin kökeni teorisi diye birşey olamaz. Akrabalığın ve evliliğin kökeni teorisi diye birşey olamaz. Çünkü bu şeylerin hiçbiri diğerlerinden bağımsız varolamaz. Bunlar birbiriyle öyle derinlemesine bağıntılıdır ki ancak her şeyi açıklayan bir teoriniz olduğunda diğer bileşenleri açıklayabilirsiniz. İşte bu yüzden bu çabadan tümüyle vazgeçtik, biliyorsunuz, neredeyse 100 yılı aşkın süredir. Zira herşeyi açıklayan bir teori nasıl olabilir ki? Yani bu çok fazla değil mi? Yine de kimi bilim insanları evrenin kökeni ve güneş sisteminin kökeni hakkında teorilerinin olduğunu düşünüyorlar, yaşamın kökeni vesaire ve ilginçtir mesele en önemli şeye geldiğinde, yani işte buradayız, insanız, hayattayız, çabucak pes ediyoruz zira bu mesele bize çok çetrefilli geliyor. Jerome ile ben ise aslında meselenin o kadar da çetrefilli olmadığını iddia ediyoruz. Aslında bazı şeyler gayet basit, biliyorsunuz, bilimi ciddiye alıp bilimin temel prensiplerine bağlı kalırsak, özellikle de modern Darwinciliğin temel ilkelerine, sözüm ona yüzey gen Darwinciliğine sadık kalıp enerjimizi din veya ataerki veya ideoloji ve bunun gibi şeylere harcamazsak, gerçekten hem her şeyi açıklayan hem de çok basit bir teori geliştirebiliriz çünkü başlangıçta her şey oldukça basitti. Avcı toplayıcı toplumlar basit değiller, oldukça komplikeler. Yine de bizim avcı toplayıcı sosyal sistemimizin işleyişiyle ilgili net bir saydamlık söz konusu. Toplumun her üyesi ne olup bittiğini hemen hemen anlayabiliyor. Tüm toplumun temel presipleri her yerde ve herkesçe erişilebiliyor ki günümüz dünyasında durum bunun tam tersi, biliyorsunuz, kapitalizm denilen bu çok ama çok tuhaf sistem söz konusu olduğunda… Kapitalizm çok karmaşık ve belli nedenlerden ötürü sistemin başındakiler sistemin gerçekte nasıl işlediğine dair fazla fikir sahibi olmamızı istemiyorlar sanki… Devam edeyim. Lisan bizim türümüzde kısmen bir içgüdüyse eğer bu çok acayip bir içgüdü. Noam Chomsky bu konuda harika bir iş çıkarmıştı lisanın biyolojik ve hatta genetik bir temeli olduğunu gösterdiğinde. Sonradan bu lisan içgüdüsü fikirine dönüştü. Bazılarınız Steven Pinker'ın The Language Instinct [Dil İçgüdüsü]  kitabını mutlaka okumuşsunuzdur. 90larda en çok satan kitaplardan biriydi. Bu fikre göre - ki bence şüphesiz bu böyle - her çocuk lisan içgüdüsüyle doğar. Yine de bu demek değil ki doğduğunuzda dilinizdeki tüm kelimelerle ve dilbilgisel kurallarla dünyaya geliyorsunuz. Bunun anlamı, bir veya iki yaşındaki bir çocuğun - bebeklik yıllarında – beyninde öyle bir mimari var ki anne-babasından ve kardeşlerinden ve diğer insanlardan duyduğu bayağı yetersiz, oldukça kusurlu sesli girdileri – tümüyle eksik olmasa da cümle parçacıklarını - bu ses parçacıklarını, bu ses dizimlerini kapıp oldukça hızlı bir şekilde kendi ana dilinin, çevresindeki lisanın altında yatan dilbilgisini kavrayabiliyor. Bu hayret edilesi bir şey çünkü bu içgüdü nereden geliyor? İçgüdülerimizin çoğunun nereden geldiğini biliyorsunuz. Mesela biliyorsunuz hepimizde cinsel bir içgüdü var – nereden geliyor? Biliyorsunuz şempanzeler, goriller, orangutanlar, hepsinde bol miktarda cinsel içgüdü var. Annelik içgüdüsü, nereden geldiğini biliyoruz. Saldırganlık, diğer tüm içgüdüler... Lisan içgüdüsü – peki bu hangi cehennemden geliyor?.. Çünkü şempanzelerde emaresine bile rastlamıyoruz. Herhangi bir yetileri varmış gibi gözükmüyor ki bu şaşırtıcı değil. Yani niçin bir şempanze lisan denilen bu tuhaf şeyi algılama yetisiyle doğsun ki? Bu sadece insanlarda olan birşey. Zaten ne işine yarayacak ki? Kesinlikle bir lisan içgüdüleri yok. Bunun hakkında biraz daha dikkatli düşünmeliyiz ki Jerome ile ben bunu yaptık ve artık gayet emin olduğumuz bir şey varsa o da cevabı doğru yerde aramıyor oluşumuz. Şempanzeler, goriller, orangutanlar, hatta pek çok diğer canlı ilgili içgüdüye sahip ve bu içgüdü oyun için. Bu: oyun içgüdüsü. Niye bunu söylüyorum? Oyun – oyunbazlık – ile lisan veya diğer sembolik iletişim biçimlerinin ne alakası var? Gregory Bateson seneler önce – onlarca yıl önce - San Diego Hayvanat Bahçesi’nde maymunların kavgayla karışık oyunlarını izliyordu ve nefis bir içgörü yakaladı. İki maymunu izliyordu – biri diğerini ısırıyor ama ısırığın kastı oyun oynamaktı. Bunun bir ısırık olmadığına karar verdi, bir ısırıkmış gibi gözüküyor – ağzını açıyorsun, oyun arkadaşının boynunu ısırıyorsun ama gerçekte ona zarar vermek istemiyorsun. Belli bir noktada duruyorsun. Bu bir ısırık, ama aslında değil. Bu bir sahte ısırık. Bateson dedi ki 'Doğru, bu bir çimdik, ısırık değil.' Çimdiğin olayı, ısırığın aksine, gerçekten birini ısırırken o kişi – ısırığın kurbanı – diyelim ki bir aslansın, bir antilopu ısırıyorsun – kurbanın senin niyetini anlamasına gerek yok. Niyetin antilopu yemek. Burada niyet, biliyorsun, fiziksel olarak ısırmak. Bir oyun ısırığında ise niyet birden tek önemli şey olur. Eğer şöyle bir durumdaysan, mesela diyelim bir maymunsun, başka bir maymun seni ısırıyor ve anlıyorsun 'Aha! Niyeti oynamak.' Hepimiz bunu biliyoruz, yani, ne zaman parkta yürüyüşe çıksanız – işte ne bileyim, kocaman bir köpeğin minnacık bir köpek tarafından kovalanışını izlemek harika birşey. Küçük köpeğe müsaade ediyor – biliyorsunuz, büyük köpek sırt üstü yuvarlanıyor, küçük köpek sanki büyüğün karnını ısırıyor. Elbette büyük köpek küçük köpek tarafından ısırılmaya hazır olmasaydı oyun çabucak sonlanırdı. Oyuna devam etmek adına büyük köpek biliyor ki kaybetmeye devam etmesi lazım, kazandığı takdirde bu oyunun sonu demek. Isırmayla alakalı olarak şunu iddia edebilirsiniz – ki Bateson bunu iddia ediyor – çimdik veya sahte ısırık temelde bir nevi sembolik bir ısırık. Bu bir ısırık, ama aslında değil. İddiamız – Jerome ile argümanımız ki bu noktada bence yalnız değiliz, bence pek çok kişi artık bizimle aynı fikirde bu konuda – lisan içgüdüsü, oyun içgüdüsü denilen bu çok daha kapsamlı şeyin özel, özelleşmiş bir gelişimi. Bizim durumumuzda oyunbazlık toplum adına çok daha önemli hale geldi, hayatın bebeklik ve gençlik evrelerinden yetişkinliğe yayıldı ve hakikaten tüm toplumu ele geçirmeye başladı, avcı-toplayıcı toplumların harika oyunbazlığı – herkes her daim gülüyor ve oyun oynuyor herhangi bir avcı toplayıcı kampında. Bu oyun içgüdüsü, bu oyun içgüdüsünün bir özelliği, bu oyun içgüdüsünün özelleşmiş gelişimlerinden biri, sanki bu seslerle oyun oynamaktır. Bu seslerle oyun oynuyorsanız, aslında bu bizim lisan dediğimiz şey. Mesela bir çimdik, diyebilirsiniz ki bu bir ısırık ama aslında değil. Halbuki daha felsefi ve hayli şık bir fikre göre bu bir ısırık ama başında bir eksi işareti var. 'Aslında değil' yerine buna bir eksi diyelim, öyle ki bu eksi işareti artı işaretini bir nevi tersine çeviriyor. Böylelikle tersine çevrim nosyonunu elde ediyoruz ki bu fikir Jerome ile Current Anthropology dergisinde yayımladığımız makalenin merkezinde yer alıyor. Bu çok önemli fikre göre lisanın özelliklerinden biri onun negatifliği, tersine çevrimidir. Bunu gayet hızlı geçmek istiyorum tersine çevrim ile ne kastettiğimiz hakkında bir fikir vererek. İnsanların yaptığı pek çok şey bir bakıma diğer primatların yaptıklarının tersine çevrimidir. Bariz bir tanesi bizim gülümsediğimiz gerçeğidir. Şempanzeler de gülümser ama onlar gülümsediklerinde şöyle görünürler – şempanzelerin kocaman dişlek bir gülümsemesi vardır. Bu aslında bir korku sırıtmasıdır. Gülümseme değildir. Korkmuştur. İtaatkar bir şempanzenin saldırgan bir alfa erkek karşısında neredeyse 'bana vurma, beni ısırma' demesidir. Bir nevi dişlerin sanki agresif bir şekilde sıkılmasıdır ama özünde itaatkardır. Biz insanlar bunu pek sık yapmayız. Yapsak bile bu pek sık olmaz. Gelgelelim bunu yaptığımızda bunun bambaşka bir anlamı vardır. Buradaki iddia - ve yine bence primatologlar bu fikirle gayet barışıklar - insan gülümsemesi tersine çevrilmiş bir korku sırıtışıdır, endişe kaynağının, tehdidin ortadan kalkmasına rağmen devam eden bir korku sırıtışıdır. Korku içerisinde – artık korkmak için sebep kalmadığında ise birdenbire rahatlayıp yüz ifade biçimini koruyor ve rahatlamış bir gülümsemeye dönüşüyor. Yakınlarda bulamadım ama çocuklarımla bir fotoğrafım var, Chessington World of Adventure'dayız. Water-suit dedikleri o korkunç şeyden aşağı kayıyoruz bot gibi birşeyle ve hepimizin yüzünde özellikle de bende öyle bir korku sırıtışı var ki - küçük bir makineyle tam biz suya çarparken resmimizi çekmişler - yani hala hatırlıyorum, öyle cesurum ki tekrar bindim ve işte bir iki kez daha yaptım bunu gururla söylüyorum - o suya çarptığınız andaki hissiniz 'Hayattayım', biliyorsunuz bu harika birşey. Korku sırıtışınız, rahatlamış biçimde, bir gülümseme halini alıyor. Aynı şey ama farklı da... Aynı şeyin rahatlamış hali. Bir bakıma çimdikle ısırma arasındaki fark gibi. İşte dediğim gibi. Daha da mühimi, insanların yaptığı bir şey daha var. Benim şu sıralar yazdığım kitabın adı When Eve Laughed: the Origin of Language [Havva Güldüğünde: Dilin Kökeni] İnsanların yaptığı özel bir şey var – biz kahkaha atıyoruz. Bu ilaç. Hepimizin kahkaha atmaya ihtiyacı var. Kahkahaya alışığız. Biliyorsunuz kapitalizmin gölgesinde kahkaha atmak çok zor, stres altındaysanız kahkaha atmanız çok zor. Bir sonraki öğün nereden gelecek bilmiyorsunuz, başınızı bir çatı altına sokmak zorundasınız ya da sürekli patronunuzla berabersiniz, nefesi ensenizde, gülmek zor. Ama kahkahaya ihtiyacımız var ve elbette kişi kendi emsalleriyle kahkaha atar. Astlarınla ve üstlerinle kahkaha atmazsın. İşte kahkaha tersine çevrimin bir başka örneğidir. Etolog Irenäus Eibl-Eibesfeldt bunu anlamış. Diğer hayvanların sık sık - gruplar halinde yaşadıkları zaman - mobbing dediğimiz şeyi yaptıklarını anlatıyor. Mesela bir şempanze sürüsü, yakınlarında yaşayan bir başka rakip şempanze grubuyla karşılaştığında düşmanlarını taciz ediyorlar. Bir yılanı da taciz edebilirler. Yani mobbing, sahiden kavga etmek yerine sesler çıkararak rakibine gözdağı verip bir nevi zararı minimize etmeye çalşmaktır. Mobbing sesleri kendinden emin, saldırgan olmak ve rakibini sindirmek üzere tasarlanır. Elbette bu mobbing sesleri diğer yandan - bir nevi sana iyi hissettirmeli sen bu sesleri çıkarırken. Böylece biraz bir ritim geliştirirsin, diğerleriyle bir bağ kurduğunu hissedersin mobbing esnasında. Farzedelim bir kısmımız bir alfa erkeğin tehdidindeyiz ve mobbing yapıyoruz – HuhHuhHuhHuhHuhHuh – düşmanı sindirmek için, tamam mı? Korku sırıtışının ters çevriminden gülümsemenin ortaya çıkmasıyla aynı şey. Bir noktada düşman kuyruğu kıstırıp kaçıyor. Bizse bu mobbing sesinden keyif aldık - bu ritmik, bulaşıcı sesten, bayağı tehditkar sesten. Artık aynı sesi rahat koşullarda çıkarıyoruz. İşte bu kahkahadır. Kahkaha bulaşıcıdır sanki, bir nevi tehditkardır – tehlikeli olabilir. Kahkahayı düşünürseniz, toplu kahkaha hep birinin ya da birşeyin zararınadır. Hep üstte olduğumuzun işaretidir. Gerçekten trajik birşeye bile kahkahayla gülebiliyorsan şunu demeye getiriyorsundur, 'Gül ki ağlamayasın'. Hepimiz birşeye kahkaha atarak duyguların üstesinden geliriz. Eibl-Eibesfeldt'in kahkahanın kökenini mobbing ile açıklayan teorisi - aslında kahkaha tersine çevrilmiş mobbingdir çünkü mobbing tehlikenin ortadan kalkmasını amaçlar - bence çok iyi bir teori. Böylelikle bir tersine çevrim teması gibi birşey var elimizde. Nihayet politik tersine çevrime geldik. Bu güncel teori, bugüne kadar avcı toplayıcıların olumsal eşitlikçiliğini açıklamaya aday başlıca teorilerden bir tanesi - adil avcı toplayıcılar, Afrika ve diğer bölgelerdeki avcı-toplayıcılar, hırsızlık yapmayan avcı toplayıcılar, bunlar eşitlikçidir, siyaseten eşitlikçidir, cinsiyet eşitliği söz konusudur, kadın dayanışması ve iktidarı hep had safhadadır ki bu kısmen kahkahayla mümkün, kahkaha eşitleyici bir araçtır – bu iyi bildiğiniz teoriyi Christopher Boehm geliştirdi ve buna “tersine başatlık” deniyor. Normalde insan olmayan primatlarda başatlık söz konusu - çatışma, rekabet, besin kıtlığı, cinsel kıtlık, verimli seks, vesaire - erkekler seks için kavga ediyor, dişiler besin alanı yüzünden kavga ediyor. Bir nevi diktatörlük söz konusu. Doğrusal bir hiyerarşi mevcut. Baskın erkek en tepede - belki birkaç taneler – bir hiyerarşi, en altta ise bütün diğer itaatkarlar var. Boehm'e göre nerede başatlık varsa orada direnç söz konusudur. Bu direnç en alttakilerden gelir, birlik olup baskıya baş kaldırırlar. Çoğu primatta – yaygın birşey, şempanzeler, goriller, orangutanlar - baskının genellikle eril dominans olduğu düşünüldüğünde, baskıya karşı direcin çoğunlukla dişilerden gelmesini beklersiniz. Boehm diyor ki baskıya karşı direnç bir koalisyon kurmaktan geçiyor. Gelgelelim avcı toplayıcılarınki gibi herkesin katıldığı bir koalisyon, tüm toplumun bir nevi harmoni halinde – bunda hiç şüphe yok, avcı toplayıcılarda bunu görüyorsunuz -  herkesin katıldığı bir koalisyon nasıl ortaya çıkıyor? Bu biraz zor bir soru. Bizce buna birkaç cevabımız var. Mühim olan kahkahanın, kahkahayla dışa vurulan tüm rahatlığın, baskı koşullarının gölgesinde mümkün olmadığı. Zira baskı varsa kaygı var, korku var. Diğerlerini domine ediyor olsanız bile her daim tetikte olmadığınız takdirde kaybetme korkusu yaşarsınız. Yine herkesin kahkaha atması için gereken atmosferin ortaya çıkması mümkün olamazdı eğer ki bir şekilde karşı direnç, baskıya direnç, muhtemelen dişilerin ön ayak olduğu karşı direnç, herkesin katıldığı bir koalisyonla sonuçlanmayıp baskın hale gelmeye çalışan herhangi bir birey üzerinde baskın olan aktörün tek bir vücut haline gelen toplum ta kendisi olmadığı takdirde. İşte bu tersine başatlık fikri. Şimdi Camilla'dan moadjo hakkında konuşmasını isteyeceğim. Camilla söze başlamadan şunu söylemek istiyorum, eğer şu fevkalade basit soruyla ilgileniyorsanız: İlk kelime neydi? Mesela, ateş miydi? İşte ne bileyim, et miydi? Anne miydi? Hayır, hayır, hayır. Tüm bunlar için iyi deneme diyebiliriz. Dilerseniz şöyle diyelim, ilk kelime bir kelimeden daha fazlasıydı. Moadjoydu. Her şey yolunda mı? Bunu yapmak istiyor musun?---Şunu tak. Aksi halde kaydetmez… Tamam, Chris'in de dediği gibi, Christopher Boehm tersine başatlık hakkında konuştu. Ancak tersine başatlığın etnografisini avcı toplayıcılarla tayin etmeye çalışırken anlattığı şey erkeklerin bir grup halinde harekete geçip düzen dışına çıkan kişileri öldürmeye çalışması, infazlar gibi, korkunç bir şey yapmış birini öldürerek ondan kurtulmalarıydı. Tüm bunlar gerçekten hayati görünüyor – gereğinden fazla baskın hale gelmiş birini aşağı indirmek. Gelgelelim Boehm'in problemi tersine başatlığı yanlış yerde aramasıydı zira cinsiyeti tamamen gözardı etmişti. Tüm bu taktiklerin eril taktikler olduğunu düşünmüştü. Halbuki moadjonun en iyi etnografisini ortaya koyan Dasa Bombjakova - kendisi aslında Jerome Lewis'in öğrencisidir - ile Jerome Lewis'in kendisi oldu. Moadjo tersine başatlığın temel tekniğidir. Nasıl işlediğine gelirsek, gerçekten yaşlı bir kadın - belki tuhaf birisi, topluluk adına aslında çok da önemli olmayan birisi, topluluk içerisinde oldukça marjinal olabilecek birisi – herkesçe 'Şu adam! Biraz fazla oldu. Çok aşırıya kaçtı. Artık bitti. Haddini bildirmek lazım.' diye düşünülen bir kişinin davranışlarını ayırt etmekte bayağı yetenekli bir kadın, bu kişinin eylemlerini veya duygularını veya onunla alakalı bir şeyi taklit etmek üzere bir şey yapmaya başlıyor - bir karikatür gibi biraz. Bu kadın – hatta hiç kimse - isim zikretmiyor, kim olduğu vesaire, kimse bundan bahsetmiyor - öncelikle bu kadına bakacaklar - 'Kim bu? Ne oluyor? Ne napıyor bu kadın? - ve yaşlı kadın bu taklit, pandomimi yaparken yavaş yavaş anlıyorlar ki 'Aaa! Bildim.' Ardından kendileri de bu kadına katılmaya başlayabilirler - hareketlerine ve pandomimine. Veya kahkahayla gülmeye ve yorum yapmaya başlayabilirler, ta ki topluluktaki herkes olan biteni izleyip dahil olana dek. Olan bitenin dışında kalan tek bir kişi hariç, çünkü alaya alınan ta kendisi. Moadjo kendisini hedef alııyor. Yani bir nevi mahcup edici bir davranış. Kendi kendini devam ettiren bir düzenek bu. Bu böyle devam ediyor ta ki hedef tahtasındaki adam - erkek olduğunu varsayıyorum - ya kaçıp gidiyor, zira bu utanca katlanamıyor, ya da en sonunda o da diğerlerine katılıp gülmeye başlıyor. Kişi bu ikisinden birini yaptığı an, artık önceden ne yaptıysa herkesçe affediliyor. Artık bitti. Unutuldu. Görev tamamlandı. Tüm bu tekniğin olayı 'Evet! Şu adamı yeniden hizaya sok.' Aslında yapılan şey bu adamı yakalamaktı. Eğer kahkaha furyasına katılırsa, diğer insanların kendisini nasıl gördüğünü görüyor. Kendisini diğerlerinin gözünden görüyor. İşte bu araöznellik olarak bilinen şeyin temel bileşeni. Bu insana özgü birşey ve lisanın bir nevi zorunlu öncüsü, başka hiçbir büyük-maymunun yapamadığı birşey. Aslında bunu gözlerimizden anlayabiliyoruz. Biz birbirimizin gözlerine bakıp karşımızdakinin ne düşündüğünü anlamaya çalışırız - aslında büyük-maymunlar da bunu yapıyor, anlamaya çalışıyorlar - ama biz ne düşündüğümüzü görsün diye diğer kişinin içimize girmesine izin veriyoruz. Böylece biz gerçekten başkalarına nasıl göründüğümüz üzerinden kendimizi anlıyoruz. Bu moadjo gerçekleşirkenki dönüm noktası, o kişinin birdenbire, söz gelimi insan ırkına yeniden katılması oluyor. Çünkü anlıyor – nasıl bir - 'Ne aptalmışım! Nasıl bu kadar aptal olabildim' Artık bunu görebiliyorum.' Artık bir nevi geri döndü. Tüm işbirliğimiz – yani tüm bunlar lisanın ortaya çıkması için atılması gereken temeller. Chris'in söylediği gibi, bir ses bulmaya başlayabilmek için bizi dinlemeye ve söylediklerimiz hakkında düşünüp düşüncelerimiz hakkında ne düşündükleriyle bize geri dönüş yapmaya gönüllü insanlar gerekiyor. Yine birbirimizin hislerini anlayarak kendi duygusal hallerimizi yoğumlayabilmemiz gerekiyor. Bu büyük-maymunların yapabildiği birşey değil. Onlar hep birbirlerinin düşüncelerini okumaya çalışıyor lakin kendi düşündüklerini açık etmek istemiyorlar. Makyavelci büyük-maymunlarda bu sadece tek yönlü – bu yuvarlak koyu renk gözleri sanki güneş gözlükleri gibi, halbuki bizim gözlerimiz - yani en son ne zaman güneş gözlükleri takan biriyle sohbet ettiniz? bu biraz bir büyük-maymunla konuşmaya benziyor - biz bunu sadece gözlerimizle yapıyoruz, neyle ilgileniyorsak, ne düşünüyorsak göstere göstere açık ediyoruz. Birbirimizin ifadelerini okuyup empatiyle karşılık veriyoruz. Tüm bunlar Sarah Hrdy'nin bu araöznelliğin nereden ortaya çıkmış olabileceğine dair fikirlerine dayanıyor – müşterek çocuk bakıcılığının dişil, sözümona annelerin ve koşullara bağlı olarak diğerlerinin koalisyonundan, araöznellik, empati, ortak zihin-okuma ile hiper sosyal işbirlikçi gözlerden. İşte bunların gerekli temelini sağladığı evrim... Bu arada moadjo hakkında son birşey söyleyeyim - moadjonun taklitçiliği tamamen bedensel jestlerden oluşuyor, biz her ne kadar o ara seslerin kayıtlarını işitsek de. Temelde konuşma öncesi olduğu için – sahnelenen birşey - çok eskilere gidiyor olabilir. Müşterek çocuk bakıcılığı için Homo erectus dönemine kadar gidiyor olabilir… Hatta topluluk içinde kötü davrananlara polislik yapmak için de kullanılmış olabilir – eşitlikçiliği, işbirliğini vesaire sağlamak adına bu çocuk bakıcılığı koalisyonları içinde çirkin davranışlara karşı bir nevi ön-moadjo. Tamam mı?İşte buradan - Jerome ve ben ve ekibimizin diğer tüm üyeleri – bizce başlangıç noktası bu. Bu moadjo elbette özel bir sözcük. Bunlar Mbendjele, Kongo'nun insanları, Jerome Lewis ve ailesi onyıllardır bu insanlar üzerine çalışıyor. Peki ben niye yerel adı moadjo olan bu özel performansa odaklanıyorum? Çünkü hakikaten başka herhangi bir şeyi düşünseniz bir yere varamıyorsunuz. Ritüel fikrini ele alsanız, ki gayet iyi bir kavram aslında, yani ritüel Emile Durkheim'ın 1900 civarında ortaya koyduğu bir kavram, müşterek temsiller diye adlandırdığı olgunun kaynağı olarak. Bunlar tüm insanların içinde yaşadığı sanal gerçekliğin elemanları. Durkheim'in ritüel fikri ki aslında dini ritüelden bahsediyor – bu kanla ilişkili, adet kanamasıyla ve av hayvanlarının kanıyla alakalı… Yine de bu ritüelin bir nevi ön habercisinin ne olduğunu kestirmek güç. Yine ritüel ile bu açıklamaya çalıştığımız bu diğer şey – konuşma - arasındaki ilişkinin tam olarak ne olduğunu tespit etmek oldukça zor. Moadjoda ise bir anlamda hepsi mevcut. Kahkaha zaten var. Direnmekten ortaya çıkıyor. Büyük oranda - moadjolar büyük oranda dişil zira kadınlar büyük oranda birbirleriyle gruplaşıyor, özellikle de yaşlı kadınlar. Dasa Bombjakova'nın vurguladığı noktalardan birisi, eğer bir erkek bir diğer erkekle alay etmeye başlarsa - jestlerle ve moadjo denilen bu performansla - muhtemelen bir kavga çıkardı. Yani yaşlı kıdemli büyükannelerin sahip olduğu özel bir sosyal ayrıcalık var, bir nevi dokunulmazlar. Kahkahayı başlatabiliyorlar. Diğer herkes gülmeye başlıyor ta ki tüm çocuklar gülene, herkes kahkahadan yarılana kadar, kahkahanın hedefindeki kişi dışında. Yine de bu büyük oranda - tamamen olmasa da büyük oranda - dişil bir olgu. Bir nevi tabandan yükseliyor. Kahkahanın kendisi ve bizzat moadjo bir anlamda kendi varoluşsal koşullarını kendisi yaratıyor. Başka önkoşulları yok. Tüm sistemin bir nevi kendi içinde faal olduğunu görebilirsiniz. Jerome'un söylediği şey ise çok güzel. Diyor ki Mbendjele sözümona en etkili noktayı yakalamışlardı. Mbendjele, orman ruhlarını memnun ettiklerini düşünüyorlar. Orman ruhlarını memnun ediyorlar çünkü orman ruhları onların ödüllerini, yemeleri için hayvanları ve bitkileri, ancak hoşlarına giden sesleri işittiklerinde veriyor. Öyleyse bebekler ağladığında, insanlar tartıştıklarında, insanlar birbirlerine bağırıp çağırdıklarında, bu ruhları sinirlendiriyor. Bu ruhları çok acımasızlaştırıyor. Diyecekler ki, 'Bizim kaynaklarımızdan size yok ama moadjo bizi, orman ruhlarını memnun ediyor.' Jerome'un vurguladığı şey ise bunun hakikaten böyle olduğu. Moadjo – bu kahkaha performansı - eşitleyici bir araç olduğu için ve özellikle çirkin davranış sergileme potansiyeline sahip erkekleri bir nevi hizaya çektiği için, biraz da şansın yardımıyla - bu kadınların cömertliği, biliyorsunuz, bu adamlarla sadece alay edip onları aptal durumuna düşürmek istemiyorlar, bu adamları geri kazanmak istiyorlar – işler yolunda gittiğinde, bu adamlar ne yapıyor? Kendi salaklıklarını farkedecekler, belki bencilliklerini de, işte biliyorsunuz, nerede hata yapıyorlarsa. Bununla birlikte herkesi memnun etmek için ne yapmaları gerektiğini de farkedecekler. Yapmaları gereken şeylerden biri de tabi ki avcı toplayıcı topluluklarda ava çıkıp yiyecek getirmektir. Yani kahkaha hakikaten güvende olmaya bağlı. Endişeliyseniz gerçekten kahkaha atamazsınız. Endişeliyseniz gerçekten oyun oynayamazsınız. Bolluğa dayanıyor. Zira bir grup yemek arayan kadını bir araya dahi getiremezsiniz eğer ki etrafta bol miktarda yiyecek yoksa. Yeterince yiyecek yoksa kadınlar birbirlerinden ayrılacaklardır, hatta kendi lahana sepetlerini kollayıp kıskançlık yapmaya bile başlayacaklardır. Öyleyse bu kahkahaya, bu moadjoya muhtaçsınız. Bunun için güvenlik lazım, bolluk lazım, ama fark ettiniz mi? Bu faydalı bir döngü gibi. Aynı zamanda güvenliği sağlıyor. Bolluk yaratıyor. Taciz ve şiddetin önüne geçiyor. Erkekleri hizaya çektiği için - dişileri de hizaya çekiyor tabi, işbirliği bakımından – ormandan daha çok yemek toplayacaksınız, kahkaha attığınız takdirde, dangalaklık yapmak yerine diğerleriyle keyif aldığınız takdirde. Ne demek istediğimi görüyor musunuz? Bu faydalı bir döngü çünkü moadjo güvende olmaya ve bolluğa dayanıyor ve aynı zamanda yine bu koşulları kendisi üretiyor. Böylece bir anlamda yerden yükseliyor. Lisana çok girmemiş olsam da Camilla herşeyin nasıl başladığından bahsetmişti. Zira moadjoda tüm bu sesler mevcut. Ardından Dasa'nın dediği, moadjoda kelimeleri kullanmıyorsunuz. Her çeşit ses mevcut. Kalın otların üzerinde yürümenin bir sesi var. Bal çıkarmak için ağaca kesikler atmanın bir sesi var. Bir hayvanın öldürülüşünün bir sesi var. Ormanın her türlü sesini moadjoda kullanıyorsunuz. Bu sesler hali hazırda kelimelerin başlangıcı ve bu başlangıcın sebebi moadjonun bir anlamda eşitlikçiliğin sosyal ve politik koşullarını kendisinin yaratıyor olması ki bu koşullar sağlanmadan bu kelimelerin anlamı olmazdı. Artık bitirmek istiyorum birazdan. Biliyorum muhtemelen bir beş on dakikaya daha ihtiyacım olacak sonra da bitireceğim. Artık büyük oranda kabul gördüğü üzere lisanın sırrı metafor diye tarif ediliyor. Metaforun anlamı - bir metafor tam bir ifadedir. Doğru olmayan bir şeydir. Kelime anlamıyla doğru değildir. Yani işittiğiniz bu yanlış ifade. Klasik bir örnek verecek olursam Shakespeare'in Romeo ve Juliet'inden – Romeo diyor ki 'Juliet güneşin ta kendisi'. Biliyorsunuz, bu tabii ki doğru değil. Güneş yukarıda, gazlardan oluşan sıcak bir balon, Juliet ise bir kadın. Elbette burada bir şeyler dönüyor. Yine de Romeo 'Juliet güneşin ta kendisi' derken kastettiği – gerçekten de kelimenin tam manasıyla Juliet'in sabahları doğudan yükselen o şey olduğunu söylüyor olamaz ama elbette Juliet sabahları yanında ve ışık saçıyor. Belli ki bu metaforu işiten kişi dikkatini kelime anlamının ardında kastedilen anlama yöneltiyor, yani Juliet'in ışık saçmasına, Romeo'nun hayatının ışığı olmasına, bu özel metafor hakkında söylenebilecek türlü çeşit şeylere. Burada önemli olan, lisan bünyesindeki her şey - dildeki tüm kelimeler kökeninde metaforlardır. Bazen metafor olduklarını bile bilmeyiz, hatta çoğu zaman. Mesela deseniz ki, işte ne bileyim, derenin ağzı - Thames'in ağzı. İyi de Thames'in bir ağzı yok – bak, ne dili var, ne dişleri, ne dudakları - ama işte bu bir metafor. Bedenin bir uzvundan, yani ağızdan geliyor. Evin arkası olabilir, başın altı. Biliyorsunuz, bir okulun başı olabilir. Bu şeyden bahsetmiyorum, biliyorsunuz bu bir bütün. Tüm bunlar birer metafor. Bunlara ölü metaforlar diyoruz, bir kere aşina olup sıradanlaştıklarında, aslında metafor olduklarını unuttuğumuzda… Artık biliyoruz ki yeni sözcükler türetmemize yarayan metafor ilkesi aynı zamanda dilbilgisel işaretleri ve dilbilgisel yapıları doğuruyor. Gerçekten çok kısa: İngilizce'de gelecek zamanda diyorsun ki 'it's going to rain' [yağmur yağacak] Bu biliyorsunuz gelecek zaman şeyinde yağmur. Bu aslında 'it's going – to rain'. 'it is going’ [gidecek] kökeninde bir metafor, zira hava bir yerden başka bir yere gidiyor. Londra'dan Paris'e gider gibi, hava yağmura doğru gidiyor. 'it's going to rain' kısaldıkça, 'it's gonna rain', birkaç on yıl sonra bu muhtemelen olacak 'gnn'. İşte gelecek zaman, 'gnn fall', 'gnn drop', 'gnn break', 'gnn rain', anladınız mı? Bizse bunun ardında bütün bir metafor olduğunu, bir yerden başka bir yere gitmek olduğunu unuttuk. Dikkat edin şunu diyemezsiniz - Londra'ya gidiyorsanız, 'gnn London' diyemezsiniz. 'I'm going to London' demelisiniz. Yani bu ifadenin metaforik kullanımının – bu 'going to' metafor ifadesi - sadece gelecek zamanda kısaltması var. Dilbilgisel işaretlerin kısaldıkça daha da kısalmasının bir sebebi var çünkü bunlardan kısıtlı sayıda var, söyleyebileceğiniz diğer tüm şeylerle kıyaslandığında. Bu yüzden bu şeylerin kısaltmaları var. Vurguladığım nokta herşeyin metafordan doğuyor olması. Peki bu Darwincilik bakımından niye ilginç ve önemli? Jerome ile Wild Voices makalesinde yaptığımız şey, Evo-Lang güruhunun katiyen bahsetmediği bir şeyden yola çıkmak oldu. Lisanın kökeni hakkında konuşan herkes - şaşırtıcı olan şey, doğal yaşamda sinyallerin nasıl evrildiğini açıklayan temel teorik alanı göz ardı etmeleri. Buna maliyetli sinyalleşim teorisi deniyor, İsrailli bir ornitolog olan Amotz Zahavi tarafından geliştirildi. Hepsini açıklamaya zamanım yok. Bu oldukça ilginç. Basitçe, hayvanlar güvenilir sinyaller talep ediyor. İlgilendikleri sinyalde güvenilirlik gereksinimi duyuyorlar ve sinyalin güvenilirliğine kanıt arıyorlar. Babunlar, maymunlar, şempanzeler – yani bunlar Makyavelce zekaya sahipler, birbirlerini kolayca kandırabilirler – kandırmaca bir sinyali kabul etmiyorlar. Hiçbir şempanze —belli bir sesin aslında yanıltıcı bir ses olduğunu farkeder veya keşfederse – bir taklit olduğunu - bu taklit sinyali kabul etmez, dikkate almaz. Öyleyse hayvanlar aleminde, özellikle de primatlarda, güvenilirlik için daimi bir baskı vardır ki bu şu anlama gelir, lisanla benzerlik gösteren herhangi bir şey her daim reddedilir, kabul edilmez, edilemez. Oldukça önemli birşey söyleyeyim. Maymunlar ses çıkarırken dillerini kullanmaz. Bir panthoot mesela – HuhHuhHuhHuhHuhHuhHuh – dil statiktir, hiçbir şey yapmaz. Dudaklar bile hareket etmez. Biz insanlar ise konuşurken gerçekten çok tuhaf bir şey yapıyoruz. İki şeyi birleştiriyoruz ki bu ikisi primatlarda tamamen ayrıdır. İnsan olmayan primatlar – maymunlar, goriller - ya yiyorlardır ya da ses çıkarıyorlardır. Bir şey yerken dillerini ve dudaklarını kullanırlar, çeneleri de yukarı aşağı hareket eder. Ses çıkardıkları an ise tüm bu hareketlilik durur, yemeyi keserler. Yemeyi keserler çünkü ses çıkarıyorlardır. Ya yiyorlardır ya da ses çıkarıyorlardır, yani dillerini, dudaklarını, bizim eklemleyici dediğimiz tüm bu şeyleri kullanırlarken —  bunlara sahipler bu arada – eğer ses çıkarıyorlarsa bunu kullanmazlar. Niye şempanzeler veya diğer primatlar ses çıkarırken dillerini kullanmazlar? Meslektaşlarım arasında ki bunlar saygın meslektaşlarım, özellikle saygı duyduğum isimler - bana söylenen - isim zikretmeyeceğim - diyorlar ki şempanzelerin dillerini kullanmamasının nedeni dillerinin esnek olmamasıymış. Esnek bir dilleri yokmuş. Dilleri esnek değilmiş. Şimdi size soruyorum, bunu bir düşünün. Bir şempanzenin dili esnek olmayabilir mi? Dillerinin, dudaklarının, çenelerinin esnek olmadığını söylemek size anlamlı geliyor mu? Yani bunun hiç manası yok. Şempanzenin ses çıkarırken dilini veya dudaklarını kullanmamasının nedeni bunun tam tersi. Çünkü dilleri fazla esnek. Çünkü bu hayvan istediği gibi dilini manipüle edebilir, aynı şekilde dudaklarını da. Bu yüzden sesli sinyalleşimde bunları kullanmıyorlar. Zira bir sinyali manipüle edebilirsen, taklit edebilirsin. Bir sinyali taklit edebiliyorsan, o sinyal güvenilir değildir. Bu sinyal şempanzelerce güvenilir değilse, o zaman yok sayılır çünkü şempanze toplumu eşitlikçi değildir. Neşe ve ahenkle birbirleriyle işbirliği yapmazlar. Bol miktarda çatışma ve rekabet vardır - işbirliği de vardır elbette – öyle ki kardeşler arasında bile her daim bir çatışma unsuru vardır. Her daim bir yanıltılma ihtimali olduğu için de riske girmezler. Dinleyici – bu nasıl yapılıyor şimdi emin değilim – dinleyici dikkatini - bunu yapmak zorundayım yoksa kaydetmiyor – dinleyici bir sinyalde taklit olabilecek her şeye dikkat kesilir. Bu şempanzeler hakkında düşünmenizi istediğim – Camilla gözlerden behsetmişti - bu şempanzeler ve goriller – Anthony bunun hakkında konuşacak birazdan -  bunlar sanki güneş gözlüğü takmış soyguncular gibidir. Ne düşündüğünüzü görmek isterler, bilmek isterler, ama ne düşündüklerini bilmenizi istemezler. Aynı şey çıkardıkları seslerde de böyledir. Farz edelim, işte ne bileyim, ben ve arkadaşım mesela bir banka soyduk - Anthony olabilir mesela kendisi burada. Sonra işte biliyorsunuz, bana diyor ki parayı şuradaki sokakta bir tavan arasına gizlemiş ve tabii ki buna inanmıyorum.  Diyor ki 'Gerçekten, doğru söylüyorum Chris! Para orada'. Sonra Anthony'e bakacağım, yani bu çok bariz değil mi? Ne söylediğiyle ilgilenmeyeceğim. Ne derse desin, beni gammazlıyor olabilir. Parayı bambaşka bir yere saklamış olabilir ki sonradan parayı alıp kaçsın, ki biliyorsunuz bu parada benim de bir payım var. Öyleyse neye bakıyorum? Taklit edemediği şeylere. Mesela alnındaki ter damlacıklarına bakıyorum. Göz teması kuruyor muyuz? Göz teması kurarken işte biliyorsunuz rahat mı? Tüm bu taklit etmesi güç sinyallerle ilgileneceğim. Bu mafyavari banka soyguncusu senaryosundan, şempanzeler hakkında karşılıklı şüphe şeysinden çok da hoşlanmıyorum aslında. Yine de kabul edelim, şempanzeler Makyavelce canlılar. Hep bir çatışma halindeler. Birbirlerini aldatmanın yollarını arıyorlar. Sadece şunu söylüyorum, bir şempanze başka bir şempanzeye bakıp çağrısını işittiğinde, taklit olabilecek herhangi bir şeyi görmezden gelecektir. Dil veya dudaklarla değiştirilmiş her ses - zira bu şeyleri isteyerek kontrol edebilirsiniz - bu yüzden görmezden gelinecek. Anlayabiliyor musunuz? İnsanın evriminde ne olması gerektiği fikrini tamamen tersine çeviriyorum. 'Daha esnek bir dil geliştirmemiz gerekiyordu.' Hayır. Güvenmeye gönüllü olmalıyız, dile bile, her ne kadar vücuttaki en esnek organ olsa da. Moadjo işte bunu yapıyor, görüyorsunuz değil mi? Moadjo size bir çerçeve sunuyor - kahkaha dolu, eğlenceli, oyunbaz bir çerçeve - çünkü şakalar başka birisini hedef alır, grubun dışından birisini - çirkin davranış sahibi o kimse grubun dışından birisi, ta ki insan ırkına katılana, kendine gülmeyi öğrenene ve kendini başkalarının gördüğü gibi görene dek – elbette sonra gruptan biri oluyor. Bu esnada biz hepimiz grubun içindeyiz. Zaten tüm bu şey bir oyun gibi. Vurgulamaya çalıştığım şey, ancak bu oyunbazlığa, bu güven atmosferine sahip olduğunuzda bireyler kendi sesini bulabilir ki dilin ortaya çıkışının sırrı bence buradan geçiyor.Şimdi son birşey… En başta bahsetmiştim Jerome'un şu şahane öngörüyü yakalamasından. Taklit hakkında konuştum. Ardından şunu anlattım, biz insanlar bir bakıma – çünkü biz metaforlar kullanırız - her metafor yanlış bir ifadedir biliyorsunuz - metaforlara bayılıyoruz çünkü kelime anlamının ardına, kastedilen anlama bakıyoruz. İşte lisan böyle işler. Yeni kelimeler böyle ortaya çıkar, dilbilgisel yapılar böyle biçimleniyor. Yine de evrimsel bir anlamda bir yandan ses çıkarırken diğer yandan yiyebilme yetisini, gırtlağımız açık konumdayken dudaklarımızı ve dilimizi kullanma yetisini, bunun ilk olarak nasıl ortaya çıktığını çözümlemek biraz zor. Volkers'ın keşfettikleriyle kendi çalışmalarımı sentezleyip, Evo-Lang konferanslarına katılıp, yıllarca bunun hakkında kafa patlatınca ortaya çıkan resim şu: İnsanların sesli aldatmalarının tabir caizse ilk kurbanları başka insanlar değildi. Bu kurbanlar avladığımız hayvanlardı. Jerome - ben bunu yapamıyorum, denemeyeceğim bile - Jerome bunu bu etkinlikte defalarca anlattı, o size gösterecektir, diyelim bir avcısınız ve küçük bir duikerin peşindesiniz - küçük bir antilop, şu büyüklükte, oldukça küçük bir beyni var, zavallı şey - bu hayvanı yemek istiyorsunuz. Şöyle birşey yapıyorsunuz – maaamaaamaaamaaa - bu ses 'hadi oynayalım' demek. Bu küçük zavallı duiker de 'tamam, hadi oynayalım' diye düşünüp ortaya çıkıyor. Hayvanı yemeye çalışıyorsunuz – öldürüp yemelisiniz - elinizden kaçırsanız bile - maaamaaa - yine geliyor. Bu zavallı hayvan bunu anlayamıyor. Çünkü onun dünyasında kimse yalan söylemiyor. Onun dünyasında böyle birşey asla olmuyor. Bir insanla ne sıklıkta karşılaşıyor olabilir ki? Biliyorsunuz istatistiksel olarak bir insanla karşılaşması hakikaten çok düşük -büyük talihsizlik - zaten insanla karşılaşanı avlıyorlar. Biliyorsunuz o genler zaten aktarılmıyor. Demek istediğim – ve sonra Jerome yapabileceğiniz diğer tüm şeyler hakkında konuşuyor, kurbağaların, çalı domuzlarının, gorillerin, çıkarabileceğiniz her ses hakkında -  ormanda hayatta kalıp avlanabilmek için bu sesleri çıkarmanız gerekiyor. Erkekler ormana gittiğinde yalnızca dikkatli ve sessiz olmazlar. Aslında neredeyse tersine bir ses çıkarırlar – sesleri negatiftir ormanın seslerine benzediği için. Biliyorsunuz kuş şarkılarını taklit ederler. Kuşları taklit ederler. Mesela yaban domuzları iyi bir yemek bulduklarında guruldarlar, biliyorsunuz. Sonrasında ise maymunlar yaban domuzlarından bu yemek gurultusunu işitip kulak kabartırlar. Tüm farklı türler birbirlerini dinler. İnsanlar da dinler ve taklit eder. Bu sesleri yapmak bayağı zor da olsa Mbendjele erkekleri bu seslerde olağanüstü iyiler. Elbette bu sesleri yapmak için dilinizi ve dudaklarınızı kullanmalısınız ve belki de ses çıkarırken kafanızı belli bir konuma getirmelisiniz. Öyleyse bu yeme ve ses çıkarma kombinasyonu yanıltmaktan geliyor. Şunu anlamınızı istiyorum, sesle yanıltmak için evrilen bu kapasiteleri birbirimize karşı kullanıyor olsaydık, problemin ne olacağını görüyorsunuz değil mi? Biliyorsunuz, bu sinyallere karşı koyardık. Kimse aldatılmak istemez. Öyleyse bu yetiler sosyal grup içerisinde evrildiyse şöyle olurdu – 'vay, yalan söyleyebiliyor', Ezop'un yalancı çobanı gibi, biliyorsunuz. Bu sesleri çıkarmakta ustalaşanlara daha az güven duyardık. Bu bilmecenin tek çözümü, bu aldatıcı sinyalleri grup dışına, aldatmaya karşı koyamayan, direnç gösteremeyen hayvanlara yöneltmek olacaktı. Bu esnada kadınlar farklı birşey yapıyordu. Erkekler sessiz olmaya çalışıyorsa da bir yandan kuş şarkıları veya hayvan seslerini kullanarak hayvanları kendilerine çekmeye çalışıyorlardı. Kadınlar ise çok önceden beri - belki Homo erectus öncesinden - ormanı terketmemizle beraber harika gece görüşüne sahip çok büyük vahşi hayvanların tehdidi altında girdik. Bu durumla başedebilmemizin yolu ise - özellikle de kadınlar ve çocuklar – sayıca güvenliği sağlamaktan geçiyordu. Hayvanları uzak tutmak için bir grup kadın ve çocuk - dikkat edin bu söylediğim erkeklerin yaptığının tam tersi, erkekler avlamak için hayvanları kendilerine çekmeye çalışıyor - kadınlar ve çocuklar tehlikeli hayvanları uzak tutmaya çalışıyor – yaptıkları şey belli bir tarzda şarkı söylemekti. Buna polifonik şarkı söyleme deniyor. Avcı toplayıcılar böyle şarkı söylüyor. Polifonik şarkı söyleyen dört veya beş kadın - dokuz veya on kadın – otuz kişiymiş gibi duyuluyor. Hayvanlarsa uzak duruyor. Jerome bu kadınlara sordu - ay karanlıkken, ay gökyüzünde değilken, her türlü tehlikeli hayvan muhtemel etraftaki iken, tüm gece durmadan şarkı söyleyen kadınlar. Camilla size anlatacaktır karanlık ay ritüeli üzerine çalışmasını - ay karanlıkken leoparlar ortalığa çıkar, işte o zaman güvende olman gerekir. Yaptıkları şey dokuz veya on kişiyken otuz kişiymiş gibi ses çıkarmak. Çünkü polifonik şarkılar, kalabalık ve iyi organize olmuş bir topluluğun imzasıdır. Aslanlar veya diğer vahşi hayvanlar da size bulaşmak istemiyor. Bu çok riskli, bu yüzden uzak duruyorlar. Jerome kadınlara niye bütün gece şarkı söylediklerini sorduğunda 'yaşamak için şarkı söylüyoruz' diyorlar. Jerome, bir sürü antropoloğun aksine kaynaklarına her zaman saygılıdır. Bu kadınların söylediklerinde bilimsel bir doğru olabilir mi? Evet olabilir. Polifonik melodiler söylemek, bu özel şarkı söyleme şekli, güvende kalmak adına evrilmiş olabilir. Tamam mı? Çünkü hayvanları uzak tutan bir çeşit ses. Bu esnada erkekler tam tersini yapmak, hayvanlara yaklaşabilmek için sesler çıkarıyor. Bu ikisinin arasında - elbette her insanın genetik bir annesi ve bir babası var - öyleyse polifonik şarkı söyleme yetisi ve sesli yanıltma yetileri insan ırkına her iki cinsiyetten geçmiş. En son olarak - biliyorum biraz uzattım - hep böyleyim - insanlar bana diyor ki 'Chris, iyi de dilbilgisini açıklamadın. Grameri açıklaman gerek.' ve bu doğru, dilbilgisini açıklamamız lazım. Tamam, o zaman dilbilgisini açıklayan modern teoriye geldi sıra. Bu konuda önerebileceğim kişi Adele Goldberg, kendisi harika bir kitap yazdı Explain me this başlıklı. 'Explain me this' [Açıkla bana bunu] bir çocuğun diyeceği birşey. Dilbilgisel bakımdan tam doğru değil. 'Explain me this' dememelisin, 'tell me this' demelisin, ya da 'explain to me this' dersin ama 'explain me this' diyen çocuğun niyetini çok iyi anlıyorsun. Adele Goldberg bu konuda diyor ki – yani anlayabilirsiniz, bir yaşında, iki yaşında bir çocukla yaşamış herkes bunu bilir - çocuklar öngörülebilir sıralı sesler duymayı seviyorlar. Birkaç örnek vereyim. Mesela eve gitmek istiyorum, eve gidelim, eve gitmiyorsun, hepimiz eve gidiyoruz, vesaire. Böyle nakarat gibi birşey olduğunda – tekrar ediyor olmalı - kalıbın aynı olduğunu bilmek çocuğun hoşuna gidiyor. Her ne kadar değişkenlik da olsa sadece belli bir noktada değişkenlik gösteriyor. Mesela diyorsunuz ki eve gitmek istiyorum, eve gidelim, biliyorsunuz, hepimiz eve gidiyoruz, eve gitmiyoruz. Şunu demiyorsunuz ama, eve hepimiz gidelim, eve gidiyor değiliz veya eve değil gidiyoruz. Belli kalıplar arıyorsun kullanacağın çünkü herşeyi değiştirmeye başlarsan çocuk ve keza yetişkinler de tamamen anlamı kaybecektir. Çünkü çok fazla değişkenlik var. Bazı şeyleri sabit tutmanız gerekiyor bu değişiklikleri yaparken, belli bir noktada bir iki şeyi değiştirirken. Bu çok basit bir nokta. Dilbilgisi dediğimiz şey aslında bu değişmeyen şeyler. Dilbigisi kuralları açısından düşünmeyin. Tekrar etmeyi kolaylaştıran ve değişkenliği belli bir noktaya indirgeyen kurallar bakımından düşünün. Yani değişiklik yaparken tekrar edilenler - değişmeyen şeyler – işte buna dilbilgisi diyoruz. Bu tekrarlanan formül içerisindeki slotta değişen elemana ise kelime diyebiliriz. Yani kelimeler – sanki siz - bir zamandır ortalıkta gezinen teorilerden tamamen farklı bir teori. Bir zamanlar çok popüler bir teori vardı - Derek Bickerton 1990'da Language and Species kitabında açıklıyor. Öne sürdüğü fikir şuydu. Öncelikle ilkel insanlar birkaç kelimeye sahipti. Bunlar bir nevi bir arada diziliydi. Tıpkı şempanenin bir portakal istediğinde 'ver-ver-portakal-portakal-portakal-portakal' ve 'ver-ver-portakal-ver-ver', yine herhangi bir rastgele dizgide bir 'portakal' ve 'ver' demesi gibi. Belki birkaç milyon yıl bu böyle devam etti. Birkaç kelime veya daha fazlası vardı sadece ama dilbilgisi yoktu. Sonra birdenbire dilbilgisi geni ortaya çıktı ve ardından – whoa! Tüm kelimeleri dilbilgisi bakımından bir araya getirebilir olduk. Halbuki Adele Goldberg ve birçoğumuzun - Jerome ile ben ve ekibimiz de buna dahil – dediği üzere, bir mağara adamı gibi birkaç kelimeyle ve ezik büzük bir dilbilgisiyle konuşulan bir dönem hiç olmadı. Dilsel sesler her zaman şarkı gibi tekrar eden, ritmik ve oldukça kompleksti. Moadjo gibi birşeyle ortaya çıkan şey ise, moadjo, bu düzenleyici kahkaha, bir nevi dans etme, şarkı söyleme ritüeli, bunu yapmak kolay ise, işte bu sadece moadjo, eğlenceli. Moadjo karşısında daha fazla direnç olduğunu farzedelim. Farzedelim şimdi çirkin davranışlar sergileyen tek bir erkeği değil belki de tüm erkek cinsini hedef alarak onlara bir ders vermeniz gerekiyor. Moadjoyu nasıl kullanacağınızı görebiliyor musunuz? Moadjoyu daha tekrarlı, daha yüksek sesli, daha uyumlu yapmalısınız. Moadjonuz ritüel dediğimiz şeye benzeyecek. Ritüelin özelliği masraflı, tekrarlı ve çok araçlı olmasıdır. Şimdi düşünün artık amacınıza ulaştınız, erkekler artık kalkıp ava gitmeye karar verdi, hepsi düzgün davranıyor, biliyorsunuz, bu sayede etrafta bol miktarda kahkaha var. Artık grup içerisinde ritüeli noktaladığınız an, rahatladığınız an, birlikteliğinizi yitirdiniz. Artık moadjoda değilsiniz. Yine de hala bu araca sahipsiniz, bu moadjo repertuarına, ritüelin dünyasında olmasanız bile paylaşılması sayesinde tekrar bir araya gelmenizi mümkün kılan bu performans elemanlarına sahipsiniz. Ritüel bünyesindeyken lisana ihtiyacınız yok. Zaten hepiniz aynı şeyleri düşünüp deneyimliyorsunuz. Ancak ritüele son verince yeniden bir birey oluyorsunuz kendi tikel zaman ve mekanınızda. Birbirinizle tekrar temas kurma ihtiyacı hissedebilirsiniz. Artık moadjo sayesinde veya bu ritüel sayesinde bunu yapabilirsiniz. Taklitlerinizi ve performansınızı ise kısa yollara indirgeyebilirsiniz. Daha da kısa yollar bulduğunuzda ne yapacağınızı, ne olacağını görebiliyor musunuz? Çok geçmeden bu kısa yollar o kadar kısalacak ki basamaklar halini alacaklar. Bir sessiz harfi seslendirmekle yutmak arasındaki, genizden konuşup konuşmamak arasındaki, dudaklarızı açıp kapatmak arasındaki farklar gibi sıfır maliyetli farklara dönüşecekler. Böylelikle kelimeler evrilecek, güven sayesinde sesli ve sessiz harfler evrilecek, çevrenize duyduğunuz güvenin getirdiği kısa yollar ortaya çıkacak. Böylelikle kelimeler ve dilbilgisi ortaya çıkıyor. 
Çeviri: Hakkı Kaan Arıkan
Son okuma: Deniz Gül
Deniz Gül’ün “Kazı ve Yüzey” çalışmasının Çeviri programı için Hakkı Kaan Arıkan tarafından seçilmiştir.
2 notes · View notes
yinedemeliha · 5 years ago
Text
Sevgili dost,
Sanki ilk kez yazıyorum sana bitti sandığım o karanlık günler uğruna küçük bi ışıkla küçük bi umutla buradayım .. Sana sarılınca geçer sandıklarımla, düşmem sandığımda asla asla korkmam dediklerimle göz yaşımla, huyum kurusun.. hüzün kovan kuşu şarkısı bana neden yakıştırdığını şimdi anlıyorum... Bunları yazarken tüm kuralları çiğneyebilirim umrumda değil..
İnsan çok şey umut ediyor karşılıksız , karmakarışık duygularımızla bu dünyaya çok bel bağlıyoruz. Kendimizi kendi kollarımızla, ellerimizle sıkıca tutacakken katilimiz olmayı başarıyoruz. Yüzümüze bi baksak ona yaklaşsak o acıları bi silksek, yeniden denesek ?
Çok şey bekliyoruz bazen kendimizden çok şey başarmış olmak çok güzel çok yetenekli çok aşık çok çok, böyle bi düzene kapılıp gitmek uğruna savaştıklarımız şeyler boşu boşuna değil mi?
Herkes birbirinin benzeri olsa nasıl desem bi şiir mesela en güzeli kalbe dokunması akılda kalan tek mısra olması tek, anlatabiliyor muyum? Lisedeyiz şiir günleri yapılıyor hatırlarsın o kadar heyecanlıyız ki çok güzel şiirler var hangisini okursak hissettireceğiz ve hangi müzik fonu sesimize uyum sağlar..Necip Fazıl’dan bekleyen şiirine karar vermiştim şimdi tekrar düşünüyorum o kadar beni anlatıyor ki şimdiki halimi.. Sadece karar vermek ya benim için dünyanın o kadar zor şeyi ki.. ama pes etmek tek tercih ettiğim yol.. karşıma kim çıkarsa ona yenik düşmek için yaşıyorum ama daha çok kendime.. en büyük kötülüğü insan kendine yapıyor ya işte kendini sevgisiz bırakıyor sonunda kalbide soluyor.. Hala içinde umut besliyor ama bi ses bekliyor duymak için hazır belkide rüyalarında, dış dünyada o sesi bekliyor.. Bazen kendi sesimi duymak istemediğimde o kadar çok kitap okuyorum ki karakterin yaşamından çıkmamak beni iyi hissettiriyor. İnsan kendi kendisinin de terapisti olmalı yoksa bu hayat çekilesi olmayan taraflarıyla açtığı yaralar kabuk bağlamaz.. Yastığın bi ucunda göz yaşlarının tuzuna vararak bazen yorganın içinde nefes alışını dinleyerek bazen kederli bi şarkı açıp ağlayarak bazen ellerini kenetleyip geçecek ya diyerek.. öyle böyle güç bela sırtlanıyoruz bu dünyayı..
Sevgi ve Özlem’le...
31 notes · View notes
seyyahe-iavare · 5 years ago
Text
İstanbul’a çakılı olma sebebimi buldum Fatma Zehra buradan gitmemem için dua ediyormuş. Aa sahi ben bir zaman Fatma Zehra’dan bahsedecektim burada. Aklıma gelmişken yazayım belki hepimizin inanmaya inancı tazelenir. 
Bir inanış hikayesi
İnsan inanınca Allah'ın yardımıyla başarıyor. Benim bir hikayem var aslında. Mezun olduktan sonraki yıl 1 sene öğretmenlik yaptım. Biraz elit biraz da varoş bi okuldu iç dünyası olaylı bir okuldu biraz. O yüzden aşkla görev yaptığım 1 yıl bana 10 yıllık tecrübe kazandırdı. İdealist olarak nitelenen ve bıkıp yorulması beklenen öğretmenlerdendim. İlk dönem 5 ve 6.sınıfların dersine girdim. İkinci dönemin ortasında müdür beyin ani kararıyla birden 5-6'lardan alınıp 7-8'lere girmeye başladım. Ama birinci dönemden beri giriş çıkışlarda her karşılaştığımızda bana “Abla, bilmem kimi tanıyor musun ona çok benziyorsun” diye soran bir kız öğrenci vardı. Artık onun da dersine girmeye başlamıştım. Ben düzene, ani değişikliğe alışmaya çalışırken nasıl oldu hatırlamıyorum bu çocuk benle sıkı bir iletişime geçti. Öğretmenler odasında uyarıldım tabi hemen 'Aman hocam, uzak dur. Aman yüz verme bulaşır’ gibi bir sürü cümle duydum. Tabi öğrencinin o zamanki durumundan bahsetmem gerek kısaca önce. Bu, 8. sınıfa giden bir kız öğrenci, tavırlar tamamen erkeksi, jilet çekiyor, sigara kullanıyor. Uyuşturucu, içki muallak. Küfür kıyamet ağız. Saygı yok sürekli bir atar hali. Sen anlamazsın hocaa modlarında. Arkadaşları tarafından ne dışlanabilen ne içlerine alınabilen bir yapıda. Sürekli eşofman ile geziyor falan. Her neyse ben pes etmedim.Bu çocuk ilgiye şefkate ve ona birilerinin içindeki cevheri göstermesine muhtaç dedim. Zor muydu çok zordu. Ama Allah'a güvenip dönmedim yolumdan. Ne zaman yorulacak olsam pes etme Seyyâhe eğer bu çocuktan bir cevher çıkarabilirsen bu senin dünya ahiret azığın olacak deyip motive ettim kendimi. Peşime takılıp evimi bulmadığı mı kalmadı. Yoksa benim başka bir yerde işim varken peşime takılıp gelmesi mi istersiniz. Bir ara bıçağı takacak diye düşünmedim değil işin açığı. İdare ile başımı derde soktu. Hoş benden ziyade başkasının başı derde girdi. İyi de oldu anlatırım o meseleyi de sonra. Ama ben anaç davranmaya çalışıp onu hep anlamaya çalıştım. Ve ufak ufak alttan alta ne yapması nasıl davranması gerektiğine dair bir yol haritası çizmeye çalıştım. Ve sanırım başarılı oldum hamd olsun. Ben geçen aylarda o çocukla oturup kahvaltı ettim ve karşımda sevimli mi sevimli bir hanımefendi vardı. 2 yıl olmuştu görüşmeyeli. İlk peşime takılıp hayatında ilk kez metrobüse bindiğinde yanımda olmasından utanıyor çevreye bakmıyordum tavırlarından ötürü. Geçen aylarda ikinci kez benimle metrobüse bindi ve onu o ilk gittiğimiz yerde bir mekanda kahvaltıya götürdüm. Karşımda hayattan umutlu, hayalleri olan, doktor olmak için gecesini gündüzüne katıp çalışan bir FzB gördüm. Bu kendine verdiği isim :) Lise 3'e geçti ve her iki yılı da birincilikle bitirdi. Edebiyatı ve şiiri de ihmal etmedi bu süreçte. Şimdilerde ona insan olabilmenin her şeyin üstünde olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ha tabi sigarayı bana verdiği söz üzerine kademeli olarak bıraktı. Jilet vb arabesk falan uzak duruyor. Kuş gibi cıvıldıyor ve bana hayat enerjisi aşılıyor. İnanmanın ve güvenmenin insana şifa olduğuna iman ediyorum.Hatta ona da bahsettim son görüşmemizde seninin elinden tutulması gerekiyordu ben tuttum. Sana düşen de bundan sonra her yerde gördüğüne elini uzatmak her ne kadar seni yanına çekme ihtimali de bulunsa diyorum. Şimdi onunla en büyük hayalimiz onu muayenehanesinde ziyaret etmem ve onun bana çay ısmarlaması inşallah nasip olur siz de dua edin olur mu :) Biraz önce aradı. Neşem yerine geldi. Zorlandığından bahsetti. Elinden geleni yapıp tevekkül etmesi gerektiğinden bahsettim. Allah gerçekten kendi elimle kendi başımı okşatıyor zaman zaman. Ona söylediklerim kendime aslında. En son dedim ki pes etmek yok ben çocuklarımı sana getireceğim sen muayene edeceksin onları çünkü çocuk doktoru olmak istiyor kuşum :) 
8 Aralık 2019, İstanbul
27 notes · View notes
seslimeram · 4 years ago
Text
Yara!
Tumblr media
Sorgulanabilir olanın yerle bir edildiği, her meselin her gün apayrı faciaları beraberinde iş bu sahada bir araya getirdiği / var ettiği bir düzlemde soru sormanın, yanıt vermenin aleni bir biçimde imkansızın kıyısına taşınmasına tanıklık ediyoruz. Biteviye bir çukur hali tam ve eksiksiz imal olunurken, müştereklerimizin behemehal yerle yeksan edilmesine devam denilen bir günceyi arşınlıyoruz. Dört bir yanımız her günümüz apayrı zulüm. Hemen her anımıza denk düşen devletli gölgesi hayatı paramparça ediyor. Bütün harap viran olurken, ortaya çıkan ülke iminin haddizatında bir vatan olduğu meseline kanılabilir kılınmasına şu ahvalde hala devam olunuyor. Yersiz, anlamsız, yok yere değil çürüme her yerdedir, iş bu güncelliğin her anındadır.
Hayat berhava olunuyor. Cerahat, cürüm ve çürüme istikamet bildirilirken yaşamsallık hal ve istenci talana rehin kılınıyor. Biçimlendirilen yerin bir düzlem değil, doğrudan bir çukurdan hallice bir yer haline indirgenmesi kesintisiz kılınıyor. Onca büyük ülke nidası, laf ebeliğinin boşa düşmesi artık saklanmıyor. Biteviye bir çukur imal olunurken adalet, demokrasi, eşitlik, hakkaniyet talan olunuyor. Müştereklerimiz zayi edilirken yerine bir biçimde ikame edilmek istenenler bariz bir katran karanlığının sacayakları oluyor. Her eylem, hamle, teşebbüs bu kara döngüyü devam ettirmek için öne sürülüyor. Muktedirin yenisi de ol dününü devam ettiriyor. Sorgulanabilir olanın ötelendiği görmezden gelindiği yerde çürüme bir istikamet kılınıyor. Behemehal atılan her adım, yönlendirilen, aşılan her dönemeç bu facia halini süreğenleştiriyor. Bugünün ülkesi dününün devamı, dünü kadar bet, feci, ötekileştirici, ayrıştırıcı hallerin gündelik kılındığı bir zemindir.
Bir asırlık demokrasi mücadelesinin zerresinin var edilemediği gerçekliğine uyanıyoruz, her gün bir kez daha tecrübe ediyoruz. Bu koca sahanın ortasında, yanında berisinde bunca açık çürüme söz konusu denilirken, içte, içeride olanın konuşulmaması çabasının vahameti her gün birimize / bir diğerimize bedel kılınıyor. Hayat rezil rüsva hallere rehin olunurken, cerahat konuşulmasın, asıl olan yıkımdan bahis açılmasın diye muktedirin her hamlesi bir kez daha somut kırım hallerine dönüşüyor. Demokrasi, eşitlik, adalet, haklar, hürriyet mesellerinin hepsi birden bu sahada gümbürtüye konuluyor. Cerahati var eden ol iktidar tahayyülünün ortaya serdiği perspektifi yurtta sulh, cihanda sulh gibi her yerde her şekilde dile getirilmiş bir sözün artık geçersiz kılındığını göstere geliyor. Geçmişin her ne kadar facia / fecaat sahibi varsa bunların hamiliğini yaparak bir ülkeye varılamayacağının imdi, farkındalılığı bir kenara terk ediliyor. Oluşturulan cerahatin yaşamı delik deşik etme hali süreğenleştiriliyor, iyi de yol nereye?
Kürd siyasetine yönelik baskılama çabasından, en son sahadaki tek muhalefet partisi olan HDP üyesi insanlara karşı geçtiğimiz hafta gerekleştirilmiş gözaltı furyasından sonra çıka gelen ülke portresi bunun kanıtıdır. Cürümlerle, cerahatle, yalan ve iftiralarla yalan olduğu kanıtlanmış ithamlara rağmen, sarayın emir eri savcı eliyle insanlar derdest olunup gözaltına alınırken memleketin yaralarının nasıl kanatılmaya devam olunduğu gözler önüne serilir. Daha birkaç hafta önce helikopterden alaşağı olunan iki yurttaşın akıbetleri meçhul kılınan bir menzilin ortaya serdiği vahamet tablosudur bahsi açılması gereken. İş bu sahadaki yaşatmazlık halinin her nereye / her nasıl / her ne şekilde türetildiğinin açık, aleni bir suretinin ta kendisi, bir işkencenin ta kendisi sindirilsin diye geçiştirilerek daimi bir biçimde örtbas olunarak gündemden def edilir. Böyle midir ülke?
Bu bahislerin yanında milyon dolarların havada peşkeş çekildiği rant, rüşvet çarklarını ifşa eden “fincen” sızıntısı, çürümekten öteye taşmış olan ekonomik çöküntünün her gün apayrı yıkımları var edilirken bunların sorgulanması engellenmeye çalışılır. Anayasa Mahkemesi başkanına çetenin ta kendisi bir bakan tarafından yaftalamalar / kavga gürültü var edilirken bunlar da konuşturulmaz kılınır. Her yerinden, her şekilde irin akarken işte bu sahada bunlarla bir ülke var edilebilir mi? Bütün bu buhran halinin ortasında Covid19 pandemisinin artık açık bir biçimde sürü bağışıklığı, ölen ölsün kalanlarla çark döner, döndürülür denilerek o muktedirin sermayedarlar ile işbirliği var edilirken cerahat bunca açık desteklenirken, söz sahiden de neye yarar? Memleket memleket değilken, memleket çürüten bir meselin tam da öznesi olurken, hal nedir yön ne olsun allasen?
Nisan 2016 yılındaki üç günlük çatışma halinin ötesinde, yirmi yedi yıllık bir çatışmazlık, sulhun iyi ya da kötü var edilebildiği Artsakh (Nagorno Karabakh/Dağlık Karabağ) geçen Pazar günü kıyametin kapısına yeniden taşınır. Azerbaycan’ın ilk saldırıyı var ettiği kendi devlet başkanları şahıs tarafından zikredilmesine rağmen Türk yaygın medyasının hemen her türlü dezenformasyonla birlikte, Ermenistan’ı itham ettiği bir kara pazar yaşanır. Her şey ortadayken, bu defasında Artsakh’ın başkenti Stepanakert’de hedef alınarak sivillerin hedef alındığı bir yıkım var edilir. Temelleri atılanın, Suriye ve Libya’da kullanışlı olarak görülen / anılan cihadist çetelerle iş birliği içinde, taşınmış hücrelerin var ettiği bir baskın savaş halinin ta kendisi olduğu zamanla ortaya çıkar. Bütünüyle yaşama kastın var edilip, bütünüyle bir menzildeki hayat hakkının lime lime olunmasına devam olunan bir sahne / düzeneği var etmek tam tescilli faşizan Türkiye korosunca tasdik olunur onaylanır. Devlet haber kanalları, resmi haber ajansı ve troll ordusu ile BirGün gibi sözüm ona muhalif bir yayından, Akit gibi ne olduğu artık bu sahada bile bariz bir paçavraya aynı tondan aynı oktavdan, aynı pes, bet, feci olan kırım çağrısı yinelenir. Yukarıdaki yıkımlar, yukarıdaki çözülmeler, facialar bunca kolayca bir başka yere taşınmış, taşırılmış savaşla unutturulan birer mesele olabilir mi? Rusya ve İran ve Türkiye arasında palazlandırılan, rant halinin o pastadan pay kapma savaşlarının kıyısında olan bitenin salt ve sadece sıradanın hayatları için bir felaket olacağı muhakkakken ortada dönen ırkçı tanımları yaftalamaları nasıl okuyabiliriz sahiden nasıl?
Bir ülke tahayyülünün hiç kılınması bir yana, bir millete karşı var edilmiş şiddet istenci, inkar olundukça pıtrak gibi bitiveren yeniden ve yeniden filizlendirilen soykırım tehdit ve tahayyüllerinin paralelinde bir de bu savaş çağrısının var edilmesinin karşılığı her neyi düze çıkartacaktır / düzeltecektir? Km’lerce uzakta olmasına çalışılan kıyamet için burada kalmaya çabalayan otuz beş – kırk bin nüfuzu zorlamayan Türkiye’li Ermeni ve yüz binin çoktandır altına inmiş kayıtsız mültecilerin sınır dışı edilmesinden, rehin alalım abiciğime uzanan bir sürünceme taşımaksızın itlaf projelerinin dillendirildiği bir yerde hayat nasıl bir şeydir, hatırlayabilen kalmış mıdır?
Agos Gazetesi’nden aktaralım: “Twitter hesabından bir açıklama yapan Ermenistan Başbakanı Paşinyan, "Uluslararası toplumu, bölgede durumu istikrarsızlaştıracak Türkiye'nin olası herhangi bir müdahalesini durdurmak için tüm nüfuzunu kullanmaya çağırıyorum. Bu müdahalenin, Güney Kafkasya ve komşu bölgeler için yıkıcı sonuçları olur" dedi.
Azerbaycan'ın Ermenistan sınırlarına yönelik suç eylemlerinde bulunmaya başlayabileceğini ve bölgenin tamamında istikrarsızlık oluşturmak için provokasyonlara başvurabileceğini kaydeden Paşinyan, "Bu, Ermeni halkına, özgürlüğüne ve bağımsızlığımıza karşı açılan bir savaş. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Minsk Grubu'nun eş başkanları çatışmaların tırmanmasına ve bölge dışına çıkmasına izin vermemeli. Biz savaşa hazırız, zira Azerbaycan'daki Ermeni nefretinin savaştan başka bir sonuç doğurmayacağının bilincindeydik" ifadelerini kullandı.
Paşinyan, Ermenistan'ın Dağlık Karabağ'ın özgürlüğünün ve bağımsızlığının garantörü olmaya devam edeceğini ekledi.
Parlamentonun olağanüstü oturumunda konuşan Başbakan Nikol Paşinyan, Erivan’ın Dağlık Karabağ'ın bağımsızlığını tanıma olasılığını değerlendirdiğini ifade etti.
Konunu çok ciddi bir şekilde ele alınması ve kamuoyunda tartışılması gerektiğine dikkat çeken Paşinyan, “Tüm olasılıkları, olayların gelişimi ile ilgili tüm senaryoları görüşüyoruz” diye konuştu.
Kremlin’den yapılan açıklamada ise, Ermenistan Başbakanı Paşinyan’ın Rusya lideri Putin’i aradığını, görüşmede Dağlık Karabağ’da hızla tırmanan gerilimin ele alındığı bildirildi.
Kremlin basın dairesinin yayınladığı açıklamaya göre Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e telefon etti, liderler Dağlık Karabağ ihtilaf bölgesinde hızla tırmanan gerilimi ele aldı.
Görüşmede Rusya lideri Vladimir Putin’in Dağlık Karabağ’da geniş çaplı çatışmaların yeniden başlamasından dolayı duyduğu endişeyi dile getirdiği belirtildi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise gün içinde yaptığı açıklamada "Ermenistan bölgede barışın ve huzurun önündeki en büyük tehdit olduğunu bir kere daha göstermiştir" dedi ve Türk milletinin tüm imkanlarıyla Azerbaycanlı kardeşlerinin yanında olduğunu söyledi.
Öte yandan  Azerbaycan Savunma Bakanlığı, Azeri ordusunun Dağlık Karabağ'daki cephe hattındaki Agder kentinde bulunan Ermeni garnizonuna silah bırakma ve teslim olma önerisinde bulunduğunu duyurdu. Azerbaycan Savunma Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada, "Garnizonun tümüyle imha edilmemesi ve Ermeni tarafının kayıplarının artmaması için Agder'de Ermeni askerine teslim olmaları önerildi. Aksi halde her silahlı kişi imha edilecek" dendi.”
Tumblr media
Savaşın bir oyun / kurgu / genel geçer bir mesel olmadığı salt birkaç saate sığmış olan hal ve durumda bile barizken yolunu / yönünü ölümle / yıkımla / zulümle / fethetmek bahsine odaklanarak var etmek isteyen bir ülkenin yaşama saygılı / insan haklarına riayet eden bir yer olup olmadığı takdirinizedir. Bütünüyle, doğrudan ve kesintisiz bir biçimde ötekilerin haritadan silinmesi olarak ele alınan şey daha önce Sumgayit’te var edilmiş Ermeni halkını imha etme ile Xocalı’da meydana gelmiş Azeri halkını tehcir etme ve kırma halleri arasında bir denklemin ortasındadır. İki halka da acıdan, düşmanlıktan gayrısını vermemiş olan savaş haline yangına körükle gitmenin sonuçları ne olacaktır, bu da mı sorgulanmasın? Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre var edilmiş bir diğer bahis de şu aşağıdakidir: “Türkiye destekli "Sultan Murad" ve "El-Amshat" fraksiyonlarından oluşan grupların 300'den fazla savaşçısını kuzeybatıdaki Afrin kantonunun köy ve kasabalarından Azerbaycan'a taşıdığını bildirilmiş.” Bunların var edilebildiği bir coğrafyada bıçak sırtı hayatları muhafaza etmek, üstüne titrenmesi elzem olan barışı savunmak bir yana hala savaş diye çığırtkanlığı nasıl okumalıyız? Sıkıyönetim ilan olunan bir menzilde var edilmek istenen karanlığa karşı barış meselini seslendirmek neden / nasıl / niye bunca zordur?
Aklı selimi yitirmiş olan cerahat dolu yayın yönetmeni Karagül’den, meclis başkanı olup mecliste temsilcisi bulunan bir halkın gözlerinin içine baka baka soydaşlarını terör devleti ilan eden bir başkası, iyilik / yardım derneğiyiz buyurup tehcir davetiyesi çıkartan kurumlardan, derbi maç için birbirlerinin gırtlağına yapışanların beton millet fasaryanın tutkalı ermeni düşmanlığı konusundaki incilerine bir memleket halinin eksiksiz çürüten sureti karşımıza çıkartılır. Mesele ne Azerbaycan, ne Artsakh çevresinde yaşayan Azeri, ne Stepanakert’te, Tovuz’da gündelik yaşamını idame ettirmeye uğraşan sıradan Ermeni olmadığı bir kere daha ortaya saçılır. Asırlık bir yaranın var edicisi, yüzleşmek bir yana onu kanatmaktan çekinmeyen cerahatin peşinde koşa duran ülkenin hakikati bir kez daha yıkımı çağırmaktır. Bu haller, böylesi bir katran karanlığında bir ülke bahsi söz konusu edilebilir, insan hakları mefhumundan dem vurulabilir mi?  
Agos’tan aktarmaya devam edelim: “Ermenistan Savunma Bakanlığı Sözcüsü Şuşan Stepanyan, akşam saatlerinde yaptığı açıklamadaı Ermenistan Hava Kuvvetleri'ne ait bir Su-25 uçağının Ermenistan Cumhuriyeti hava sahasında bir Türk F-16 uçağı tarafından düşürüldüğünü bildirdi.
Açıklamada Türk F-16'sının Gence'den havalandığı ve Ermenistan Hava Kuvvetleri pilotunun hayatanı kaybettiği belirtildi.
Açıklamada Türkiye Cumhuriyeti Hava Kuvvetlerine ait F-16 savaş uçaklarının, Türk yapımı Bayraktar İHA'larına Vardenis'e yapılan füze saldırılarında yardım ettiği bildirildi..  Ermenistan, öğle saatlerinde ise Ermenistan topraklarındaki Vardenis bölgesinde bir sivil otobüsün Azerbaycan tarafından drone saldırısında hedef alındığını açıkladı. Açıklamaya göre bir sivil hayatını kaybetti.
Ermenistan ayrıca Azerbaycan ordusunun Karabağ'ın başkenti Stepanatert'te bir sivil yerleşim yerine füze fırlattığını açıkladı.
Azerbaycan ise sivil yerleşim birimlerine yönelik  saldırılarda 10 kişinin yaşamını yitirdiği, 30 kişinin yaralandığı bildirdi..
Azerbaycan Savunma Bakanlığı sabah saatlerinde  "Azerbaycan Ordusu, Fizuli şehrini kurtarmak için saldırmaya devam ediyor" dedi. Bakanlık, Fizuli'nin kurtuluşu için mücadelenin Salı sabahı başladığını söyledi.
Açıklamada ayrıca "Cephenin Fizuli-Cabrail yönünde Ermeni birliklerinden 4 tank daha imha edildi" deniyor.
Ermenistan Savunma Bakanlığı sözcüsü Şuşan Stepanyan Twitter'da "Azerbaycan'ın büyük ölçekli silah sistemlerini kullanılması, askeri operasyonların felsefesini ve ölçeğini yeni bir seviyeye yükseltiyor" dedi.
Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı İdaresi Dış İlişkiler Daire Başkanı Hikmet Hacıyev ise, , Ermenistan'ın da Azerbaycan'a karşı uluslararası sözleşmelerle yasaklanmış olan TOS-1A, cephane ve diğer silahları kullandığını, Azerbaycan'ın bu tür silahları kullanmadığını söyledi.”
Sorgulanabilir olanın yerle yeksan edildiği, aralıksız yıllarca sürdürülebilmiş olan ateşkes şartlarının yerle bir edildiği, dahası Türkiye’nin bir taraf olarak savaş sahasında kendini var etmekten kaçınmadığı bir güncellik hasıl olur. Bir oyun, bir kurgu değildir ortaya çıkan. Üç yüzün üstünde çeteyi Türkiye üstünden Azerbaycan’a transfer eden, silahlı kuvvetlerine ait bir mühimmat ile başka ülkenin topraklarında uçak düşürmeye varacak kadar gözü dönmüşlükle aslında bir asırdır inkar olunan soykırımın kıyısına yeniden ve yeniden varmak özde hakikat kılınır. Yaygın medya ekranlarında anlatılan, aksettirilen cerahatin yanında Artsakh / Nagorno Karabakh’a sıkışmış kalmış yüz elli bin insanın iş bu dünyada varlıklarını idame ettirip ettirmeyeceklerinin sınavında buluruz kendimiz bir kez daha. Birkaç yıl öncesindeki Kobane direnişinde olduğu gibi, Rojava’da sergilenmiş olan enternasyonel birlikteliğin, birlikte bir hayat mücadelesinin umudu yaşatılmaya çalışılırken, Azerbaycan ve Türkiye’nin planlamış, kurgulanmış ve hakikat kılınmasına anbean çalışılan yıkım / tehcir / soykırım tahayyülü karşısında söz yeniden hayata dönecek midir? Bir asırdır sürdürülen o nefret siyasetinin, birilerinin yurdunu yok sayma inadının, alt edeceğim diye İstanbul’da her türden provokatif eyleme, ekranlardan hakaret boyutunu aşan aşağılamalara ve bitmeyen nefrete yüzleşmenin gemisi bir daha kaçırılır. Yüz beş yıl sonra hala hayatın Ermeni, Azeri ve veya Türk için ederinin tartılamadığı bir katran karasıdır bugün güncelliği kapsayan. Böyle bir istenç içinde bir tek gün iyi olur mu? Bütün cümleler yarım / yarıda / eksik kalıyor artık. Biçimlendirilen yeni ülke hali, Libya ve Suriye’den sonra Azerbaycan’a taşınan kötülüğün taşeronluğu, dört bir yanında düşmandan gayrısını bulmayan / görmeyen bir ülke hali herkes için cehennemin kapısını tam / eksiksiz açacaktır. Bunca yarayı daha fazla kaldırabilecek bir coğrafya var mıdır? Yanıtınız var mı...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2020
Görseller: EVN Report
1 note · View note
lacivertin50tonu · 5 years ago
Text
Uzun Zaman Olmuş
Chrome ana ekranımda Tumblr gitmiş bile, uzun yazıları bilgisayarda yazardım.  Merhaba, ben Batuhan. Şaka tabi geçtik buraları. Neler oldu...? Çok şey yada hiçbir şey. Bazı kararlar almıştım, evren bazıları için yardımcı oldu bana bazılarında ise pek uygulayamadım henüz ama pes etmek yok. Psikolog nasıl gidiyor derseniz -bahsetmiş miydim bundan?- biraz karışık ama karışmak lazımmış zaten, o da öyle dedi. Ben de çok çok öncelerinde su bulanmadan durulmaz demiştim, okuyanlar bilir. Bu karışıklık tabi ki de rahatsız edici zaman zaman, mesela bu sabah durduk yere ağlayasım geldi. Ağlayasım diyorum çünkü ne hikmetse bırakmıyorum kendimi, ne zaman bunu zayıflık olarak kodladı acaba beynim. Durduk yere dedim ama tabi tetikleyen bir şey oldu. 4-5 yaşlarında saçları kardeşime benzeyen bir çocuk gördüm. Sadece saçtan insan insanı benzetir mi, benzetiyormuş. Bu arada churchill güzel şey, deneyin, hazırlayın, için. Uzun zamandır bu saatlere kadar oturmuyordum sanırım, oysa ki sabah uykusuzdum ve gün içinde uyumadım, serviste tam dalmıştım ki telefon çaldı, ha bir de servis değişti, “ah be amcacım, o sağdan dalanlara sövmek yerine biraz onlara uysan 2 saat sürmeyecek yol” uyanınca da uyuyamadım geri.  Niye bilmiyorum yaklaşık bir saat önce evimi sevmek geldi içimden, solmak üzere olan fesleğenimi baş köşeye koydum, 2-3 mum, aspiratörün sıcak sarı ışığı, bununla ilgili bir yazı vardı ama nerede acaba, fonda hafif sayılabilecek şarkılar, kabaca toplanmış bir mutfak... Neden sevmeyeyim ki. Belki de gitme ihtimalimdir sevmemi başlatan, belki de bendeki değişimler... Gitmek mi, kim nereye gidiyor? Henüz bir şey belli değil o yüzden sessizlik.  Yetti şimdilik bu kadar ben şarkılarıma döneyim, Türkçe eşlik ettiklerime...
2 notes · View notes
otadam · 6 years ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Engeller ve bizim ısrarla engel olduğuna inandıklarımız üzerine...
Merhaba herkese,
Beni, yazılarımı, düşüncelerimi sevmeyen, hoşlanmayan, yanlış bulanlar da dahil olmak üzere okuyabilecek fırsatı bulmuş herkes sesleniyorum. Burada konu ben değilim. Hepimiziz.
Milyarların ve evrenin sonsuzluğu içinde kendimize bir yer bulmaya çalışıyoruz yer yüzünde. Sahip olduklarımız, olamadıklarımız, olmayı istediklerimiz var. Hepimizin olası ve imkansız olarak tanımladığımız hayallerimiz, arzularımız var.
Kimisi için çabalıyor, kimisi için çabalamaya gerek dahi duymuyor, kimisi için de bir süre sonra pes ediyoruz.
Belki çabaladığımız her konuda başarılı olamıyoruz ama başarılı olduğumuz her konu için çabaladığımızı biliyoruz.
Başaramadıklarımız için engellerden, imkan yetersizliklerinden bahsediyoruz. Peki gerçekten yetersiz mi tüm imkanlar? Yoksa sadece en kolay yol mu kapalı? Sizi hedefinize götürecek diğer tüm zorlu yolları denediniz mi?
Sırf daha fazlasına sahip olmayışınız sizi hedefinizden alı koymak zorunda değil. Belki sizin hedefinize kolay yoldan sahip olabilen birçok insanla aynı şartlara sahip değilsiniz, yeterli güç, para, vakit yok, hatta bedensel olarak eksiklikleriniz vardır. Belki diğerleri kısa bir emekle oraya ulaşabiliyorken sizin daha fazla emek harcamanız gerekiyordur.
Bu pes etmeniz için yeterli mi? İmkanlarınıza isyan etmek yerine imkan yaratıp ısrarla, istikrarlı olarak hedefinize ilerlemeniz gerekmez mi?
Sanırım bu biraz da hedefe ulaşmayı gerçekte ne kadar istediğinize bağlı.
Sadece hevesinizi kırmayın. Engellere takılmayın. Engeller aşmak içindir.
Görme yetisine sahip olmayan gazeteci bir arkadaşım var. Eğer bu yazıyı dinleyebiliyorsa ona onunla gerçekten gurur duyduğumu ve bana verdiği büyük azim, harika bakış açısı için çok teşekkür ettiğimi söylemek istiyorum. Kendisi bir telefon, kulaklık ve yazmasına yardımcı olacak bir klavye ile şu an gazetecilik yapmakta, üstelik çok başarılı bir öğrenciydi, çap yaptı, okulunu bir sene uzatmak zorunda kalmıştı, bunun nedeni ise derslere yetişememesi değil bir sene Erasmus'la Avrupa'yı gezmek istemesiydi. Bu onun hayaliydi. Etrafındakilere göre imkansız bir hayal. Fakat o birden fazla ülkeyi tek başına büyük bir cesaret ve heyecanla gezip gelmeyi başardı. Kendine işler bulup para kazanmayı da başardı.
O bir engelli değil, sadece görme yetisi yok, ona kıyasla bakıldığında engelli olan benim. Benim daha fazla eksiğim vardı. Aslında engel olmayan birçok şeyi kendime büyütüp ketler olarak vurduğumu fark etmemi sağladı.
Hiçbir şey aşılamaz değildir. Siz yeter ki isteyin ve yollar arayın.
Gelelim bir diğer konuya.
Fotoğrafta gördüğünüz kitabın yazarı Rukiye tüm ömrünü yatakta geçirmiş, bedeninin sağ tarafı hiç tutmayan bir kadın.
Sadece bir parmağını kullanarak yazmış bu kitabı. %99-98 engelli bedeninde onu hedefine götürmesine yeterli bir parmak.
Düşüncelerini bizlere aktarmayı başarmış.
Bir kitap sizin için çok büyük bir şey olmayabilir. Ama onun için anlamı çok büyük.
Kitabı alıp bir kenara atarak unutmaktansa üzerine düşünüp kendi çıkarımlarınızı, değerlendirmelerinizi yapabilirsiniz.
Anlamaya çalışın, hislerini, içinde bulunduğu durumu, yazdıklarını düşünerek onunla empati kurmaya çalışın. Elbette onu anlamamız mümkün değil.
Fakat buna çabalarken öğreneceklerimiz bize çok yardımcı olabilir.
İnsan imkanlarını kendi oluşturur. Tüm yollar kapalı gibi göründüğünde bile bir açık yol bulunabilir.
Sorun kendinize dürüstçe, gerçekten hedefiniz için elinizden gelen her şeyi, yapabileceğiniz her şeyi yaptınız mı?
Tüm olasılıkları, ihtimalleri değerlendirdiniz mi?
Kolaya kaçmış olabilir misiniz?
Şu an yaşadığınız yaşam sizin en fazla çabalamış halinizin sonucu mu oldu?
Kitap hakkında söylenecek her şeyi arka sayfası ve ilk sayfalarındaki Rukiye'nin ile kitabın yayıncısı açıklamalarıyla yapmış. Ben de okumanız üzere buraya bırakıyorum.
Rukiye Türeyen, yüce yürekli kadın, bize büyük, çok büyük bir ders veriyor. Kitabıyla engellilerin sesini geniş kitlelere duyurmak istemiş. Ben de alıp okumanızı tavsiye ediyorum. Rukiye'ye ise başarılar diliyorum bu hedefinde. Ben kitabını aldım, okuyorum, tavsiye ediyorum ve onu güzel dileklerle anıyorum.
Hepimiz bir gün engelli olabiliriz. Şu an yürüyor, konuşabiliyor, görebiliyor olmamız yarın da bunları yapabileceğimiz anlamına gelmiyor.
Bedensel engeli olan insanların bir çoğunun doğuştan değil de sonradan bu engellere sahip olduğunu biliyor muydunuz?
Başkalarının başına gelirken sizin başınıza gelmesine ne engel olabilir?
Gerisi tamamen sizin düşüncelerinize kalıyor.
Engeller gerçekten aşılamayacak şeyler mi? Yoksa engeller aşılmak için mi varlar?
Kendinize sormanızı tavsiye ederim.
İyi ve engelsiz günleriniz olsun güzel insanlar.
14 notes · View notes
tumitutscanlation · 6 years ago
Text
Heavenly Blessing - 26. Bölüm
Mega // MangaTr
Bölüm 26: Oyalanan HuaLian, Günahkarın Çukurunda Akşam Vakti
Hikaye gittikçe daha karmaşık ve dolambaçlı bir hal alıyordu. Xie Lian tekrar sordu. “General, BanYue Baş Rahibesi neden kalenin kapılarını düşmanlara açtı?”
Ke Mo ise cevap vermek yerine. “Kardeşlerimi öldürdün, sana cevap vermeyeceğim! Onun yerine seninle dövüşürüm!”
San Lang. “Onları ben öldürdüm. O hiçbir şey yapmadı. Onun sorularına cevap verirken benimle dövüşebilirsin.”
“…”
Xie Lian içinden, İnkar edilemez bir mantık, diye geçirdi. Ke Mo öfkeyle bağırdı. “İkinizde o kaltaktan emir alıyorsunuz, hiçbir farkınız yok!”
Xie Lian hemen araya girdi. “General Ke Mo, sanırım bir yanlış anlaşılma var. Biz Gobi Çölünden BanYue’nin Baş Rahibesinden kurtulmak için geçtik, nasıl onun emrinde olalım?”
Xie Lian’ın aslında Baş Rahibeyi yok etmek için geldiğini duyunca Ke Mo sessizleşti. Ardından sordu. “Eğer ona yardım etmiyorsanız neden kardeşlerimi öldürdünüz? Ancak o böyle bir şey yapar!”
Xie Lian mantıklı bir şekilde açıkladı. “Bizi çukura atmaya başladığınız için sadece kendimizi savunduğumuzdan olmasın?”
Ke Mo sinirle bağırdı. “Saçmalık! Ben hiçbirinizi atmadım! Seni tutmaya bile çalıştım! Kendi kendinize atladınız!”
“…”
Şimdi Xie Lian nasıl düştüklerini bir kez daha gözden geçirince gerçekten konuşmaya nasıl devam edeceğini bilmiyordu. Bu yüzden de şöyle söyledi. “Ee, ehem, biz atılmamış bile olsak, diğerlerini atacaktınız bu yüzden sadece oturup bekleyecek halimiz yoktu. İnsan yiyorsunuz Cennet Aşkına!”
Bu konuyu açmak Ke Mo’nun nefretini alevlendirmiş gibiydi. “İnsan yememizin suçlusu da o kaltak!”
Nefreti iliklerine kadar işlemişti görünüşe göre. Xie Lian. “General, şu anda hepimiz çukurda kapana kısılmış durumdayız. Küfretmeyi bırak ve çıkmak için bir yol bulalım. BanYue’nin Baş Rahibesinin gerçek hikayesi nedir?”
Ke Mo soğuk bir sesle. “İkiniz hem sinsi hem adaletsizsiniz, benimle ikiye bir dövüştünüz. Dövüşü kazanamam ama sorularınızı da daha fazla cevaplamayacağım.”
Xie Lian usanmıştı, alnını ovuşturdu. “Sana sadece bir kez vurdum. Tek bir kez.”
Sinsi ya da adaletsiz olarak görünmek umurunda değildi. Eğer öyle gerekiyorsa, ikiye bir şöyle dursun tek kişiye yüz kişiyle bile saldırırdı, bire bir kimin umurundaydı ki? Ama öncesinde San Lang bir yandan onu taşırken bir yandan da dövüşte kazanan taraftı ve Xie Lian’ın katılmasına gerek bile yoktu. Ke Mo ise karşısında San Lang olsa dövüşü kazanabileceğini düşünür gibiydi, Xie Lian ona acıyordu.
San Lang ise hiçte kötü hissetmiyordu, mutlu bir şekilde konuştu. “Evet, seni döven bendim. Bi’ sıkıntı mı var?”
Hala kabadayı imajını korumayan çalışan Ke Mo hemen cevap verdi. “Önce bana karşı ikiniz dövüştünüz, şimdi de ikiye bir laf dalaşına giriyorsunuz. Bu ne kurnazlık! Hiçbir şeye yanıt vermeyeceğim!”
Ke Mo iş birliğine bir parça dahi yaklaşmıyordu ama Xie Lian endişelenmemişti. Ke Mo ağzından baklayı kolay çıkartacak birine benziyordu ve bol bol vakitleri vardı, sıkıntı yoktu. San Lang ise onun kadar sabırlı değildi, tembel bir halde konuştu. “Kardeşlerini düşünüyorsan, onun sorduğu sorulara cevap versen iyi olur.”
“Onları öldürdün zaten.” Ke Mo korkmamıştı. “Onları kullanarak beni tehdit edebileceğini mi sanıyorsun!”
“Öldüler ama cesetleri hala yerde yatıyor.” Diye cevapladı San Lang.
Ke Mo endişelenmeye başlamıştı. “Ne yapacaksın?”
San Lang sırıttı. “Senin ne yapacağına bağlı.”
Sadece sesinden bile Xie Lian, San Lang’ın bakışlarını dikkatle odakladığını hayal edebiliyordu. “Gelecek hayatlarının şansa bağlı olmasını mı yoksa bir kan havuzu olarak yeniden doğmalarını mı tercih edersin?”
Ke Mo duraksadı, ancak kısa bir süre sonra San Lang’ın ne demek istediğini anlayınca patladı. “SEN?!”
BanYue insanları ölümü ve cenazeleri çok ciddiye alırlardı. Ölü ne şekilde gömülürse, o halde tekrar dirileceğine inanıyorlardı. Örneğin ölen kişinin bir kolu kopmuşsa, bir sonraki hayatında sakat olarak doğacaktı. Eğer çukurdaki cesetler parçalanırsa ne şekilde doğarlardı?
Tavrı ve davranışlarından dolayı, General Ke Mo’nun safkan bir BanYue vatandaşı olduğu ve bu inançlara gönülden bağlı olduğu çok açıktı. Değerli ‘kardeşleri’ni onu tehdit etmek için kullanmak hiçte fena bir fikir değildi. Beklenildiği gibi de karanlık çukurun diğer tarafında Ke Mo öfkeyle nefesini tuttu, en sonunda ise çaresiz bir şekilde pes etti. “Kardeşlerimin cesetlerine dokunma. Hepsi iyi ve cesur askerlerdi. Bunca yıldır çukura hapsolmaları zaten yetince kötüydü. Onları öldürmüş olman belki de bir lütuftu bilmiyorum, ama cesetlerinin bozulmayacak.”
Duraksadı, ardından devam etti. “Buraya sahiden o kaltağı öldürmeye mi geldiniz?”
Xie Lian sıcak bir sesle cevapladı. “Yalan söylemedim. Onun hakkında ne kadar çok şey bilirsek, savaşı kazanmamız da o kadar kolay olur. Dış dünya BanYue’nin Baş Rahibesi hakkında pek bir şey bilmiyor, onunla nasıl savaşacağımız hakkında hiçbir fikrimiz yok. Ama sen geçmişte onun altında çalışıyordun, belki de bizi bazı konularda aydınlatabilirsin?”
Belki de ortak bir düşmanları – BanYue’nin Baş Rahibesi – olduğu için aralarında ılımlı bir bağ kurulmuştu veya belki de kendi askerlerinin ölü bedenleriyle birlikte kaçınılmaz bir dar boğaza sıkışmış olduğu için Ke Mo’nun cesareti kırılmıştı, ama sebebi ne olursa olsun general onlara saldırma isteğini kaybetmişti. “Kapıları neden açtığını bilmiyor musunuz? Çünkü o düşmanımız! Bizden nefret ediyor! BanYue krallığından nefret ediyor!”
Xie Lian sordu. “BanYue’nin Baş Rahibesi nasıl…”
Ke Mo düzeltti. “Kötü kalpli cadı!”
Siyahlı kızı artık Baş Rahibe olarak tanımıyormuş gibi görünüyordu, Xie Lian da bozmadı. “Pekala, kötü kalpli cadı. Bizden nefret ediyordu derken ne kastettin? O zaman nasıl Baş Rahibe oldu?”
Sonsuz küfürlerin arasından kelimeleri seçmeye çalışan Xie Lian en sonunda Ke Mo tarafından anlatılan hikayenin ana hatlarını anlamıştı.
BanYue’nin Baş Rahibesi, BanYue’li bir kadın ve Merkez Ovalı bir erkeğin kızıydı. Babası sınırda, sonsuz bir nefret ve mücadeleyle hiçte kolay günler geçirmemiş en sonunda yeterince katlandığına karar verdiğinde ise sınırdan taşınmış ve Merkez Ovalara geri dönmüştü. Her ne kadar eşiyle dostça ayrılmış olsalar da BanYue’li kadın kısa bir süre sonra ıstırabı nedeniyle vefat etmişti.
Geride ise altı, yedi yaşlarında bir çocuk kalmıştı; çocuk onu koruyan kimsesi olmadan aç ve sefil bir halde sokaklarda dolaşmıştı. Zaten çift en başından beri gittikleri hiçbir yerde istenmemişlerdi, şimdi ise kızları da nereye gitse hor görülüyordu. BanYue halkı uzun ve iriydi, güzelliği güç ve zindelikte bulurlardı. Ama bu kız melezdi bu yüzden de diğer BanYue çocuklarına kıyasla göre küçük ve cılızdı. Zorbalığa maruz kalarak büyümüş ve gittikçe daha somurtkan birisi olup çıkmıştı. BanYue çocukları da onunla oynamamıştı, ama bazı Merkez Ovalı çocuklar onunla ilgilenmişti.
Kız on iki yaşına geldiğinde iki ordu arasında bir savaş çıkmış, savaşın ardında ise kız ortadan kaybolmuştu. BanYue’de ne dostları ne de bir ailesi vardı, bu yüzden kimse onun kaybolduğunu fark etmemiş, umursamamıştı. Geri dönüşü ise bambaşka bir hikayeydi.
Kaybolduğu birkaç yıl içerisinde, binlerce kilometre yürümüş ve Gobi Çölünü geçerek Merkez Ovalar’a ulaşmıştı. Kimse orada neler olduğunu bilmiyordu ancak geri döndüğünde kara büyü öğrenmiş ve BanYue’de en çok korkulan zehirli yaratığı, akrep yılanları, kontrol edebiliyormuş.
Dönüşünün ardından hem ondan etkilenmiş hem de pek çok kişi korkmaya başlamıştı. Bunun bir nedeni kızın kişiliğinin hiç değişmemiş olmasıymış, hala karamsar ve içine kapanıkmış. Diğer bir nedeni ise çocukken neredeyse herkes ona zulmetmişti; eğer saraya girer ve yüksek rütbeli bir kişi olurda, bir gün onlardan intikam almak isterse ne yaparlardı? Bu yüzden de onu hükümdarlarına kötü, akrep yılanları kontrol ederek krallıklarının sonunu getirecek olan, bu nedenle de asılması gereken birisi olarak bildirmişlerdi.
Bu sıralarda Ke Mo çoktan seçkin, vahşi bir savaşçıydı. Birkaç kez birlikte çalıştıktan sonra Ke Mo onu makul, yetenekli, istikrarlı ve krallığına zarar vermek gibi kötü emelleri olmayan, yasalara saygılı bir yurttaş olarak görmeye başlamıştı. Ke Mo ona kefil olmuş ve söylentileri dindirmesine yardım etmişti. Dahası Ke Mo’nun kendisi de çocukluğunda zorbalığa maruz kalmıştı, bu yüzden onun mücadelesini anlayabiliyordu, doğal olarakta onunla fazlasıyla ilgileniyordu. Onunla ilgilendikçe de kızın ne kadar güçlü olduğunun farkına varıyor, hal böyle olunca da onu pozisyona uygun gördüğü için Baş Rahibe olmasındaki en büyük destekçisi olmuştu. Sonrasında ise Baş Rahibenin en sadık destekçisi olarak anılmıştı.
Ama hiçbirisinin aklına Baş Rahibenin garezinin kalbinin derinliklerine dek işlediği ve yeteneklerini gerçek niyetini saklamak için kullandığı gelmemişti. BanYue Krallığından her şeyiyle nefret ediyordu, kara büyüyü sadece ülkesinden intikam almak için öğrenmiş ve bu yüzden de en büyük savaşta kale kapılarını düşmana açmıştı.
Düşmanla var gücüyle savaşmakta olan Ke Mo ise Baş Rahibenin kapıları açtığını duyunca öfkeden deliye dönmüştü.
Ne kadar güçlü olursa olsun onca kişiye karşı tek başına savaşamazdı. Ama eğer kaderinde savaş meydanında ölmek varsa, o kadını da yanında götürecekti!
Bu yüzden de küçük bir askeri birliği yanına alarak kuleye koşmuş ve Baş Rahibeyi tutuklayarak Günahkarın Çukuruna getirmişti, ardından da asmıştı.
Düşman askerleri içeri girdikten sonra BanYue Krallığı, bir ölüm krallığı olmuştu. Savaşta ölen Baş Rahibe ve General ise kapana kısılmış ve birbirlerinin ‘Gazabına’ dönüşmüşlerdi.
Hiçbiri harabelerden ayrılamıyordu, ama her ikisi de birbirlerinden nefret ediyorlardı. Ke Mo ve askerleri Baş Rahibeyi sonsuza dek avlamakla lanetlenmişti ve onu her yakaladıklarında bir kez daha Günahkarın Çukuruna ‘ölmesi’ için asıyorlardı. Karşılık olarak o da çukurun çevresine bir rün çizerek kaçılması imkansız bir yere dönüştürmüş ve askerleri oraya atıyordu. Ondan nefret eden askerler kinlerini sadece taze et yiyerek azaltabiliyorlardı, yoksa geceleri açlıklarını bastıramadıkları için uluyarak geçiriyorlardı.
Bir zamanların cesur askerlerinin bu hale geldiğini görünce Ke Mo’nun kalbi şiddetli bir ıstırapla dolmuştu. Neyse ki Baş Rahibenin akrep yılanları saldırgandı ve sık sık avlanmak üzere harabelere geliyorlardı. Akrep yılanlar tarafından yaralanan yolcular ise ShanYue otu aramak için sık sık düşmüş kaleye giriyor ve Ke Mo tarafından yakalanarak, kapana kısılmış askerlerini rahatlatmak için Günahkarın Çukuruna atılıyorlardı.
Xie Lian sürüp giden hikayeyle mest olmuştu ve ancak Ke Mo uzunca bir süre duraksayınca kendine gelmişti, sordu. “Saraydaki ShanYue otu bahçesini sen mi yetiştirdin? Çamur yüzü sen mi gömdün?”
“Evet öyle. Çamura gömülen adam kraliyet hazineleri çalmak için gelmiş bir hırsızdı. Ama krallığımız iki yüz yıl önce çoktan temizlendi, o yüzden de eline tek geçen gübre olmak oldu.”
Bunu duyunca Xie Lian sessizleşti.
Ke Mo’nun yalan söylediğini düşünüyordu.
Ya da en azından bir şeyler gizlediğini.
Bu BanYue askerlerinin ShanYue otu yetiştirecek hatta yaşayan insanları gübre olarak kullanacak kadar düşünebiliyorlardı, demek ki kendileri artık insan olmasalar bile akrep yılanlara olan korkuları bir parça bile azalmamıştı. Yaşarken sahiden çok korkuyor olmalıydılar.
O zaman madem Baş Rahibe en çok korktukları şeyi, akrep yılanları, kontrol edebiliyordu, onu nasıl kolayca yakalayıp kuleden sürükleyerek Günahkarın Çukurunun üzerine asabilmişlerdi? Ke Mo’ya göre geçen iki yüz senede Baş Rahibeyi tekrar tekrar yakalamış ve defalarca asmışlardı.
Ve kaleden avlanmak için ayrılan yılanlar da ayrı bir konuydu. Rastlantı mıydı? Böylesi şanslı bir rastlantı olabilir miydi? Yoksa Baş Rahibe onları bilerek mi gönderiyordu? Eğer öyleyse, Ke Mo’nun canlı insanlar yakalayarak askerlerine yem etmesine yardım etmiş olmuyor muydu? Buna ‘karşılıklı nefret’ demek uygun olmazdı.
Günahkarın Çukuru etrafındaki rün Baş Rahibe tarafından çizilmişti; eğer o çizdiyse, nasıl yok edeceğini de biliyor olmalıydı. Bunun anlamı da askerleri çukura attığı gibi çıkartabileceğiydi. Ama o zaman neden bıkıp usanmadan dövüşüyor ve düşmanmış gibi davranıyorlardı?
Ve tüm bu karmaşanın içinde bir de gizemli beyazlı kadın ve eşlikçisi vardı.
Xie Lian bir süre düşündükten sonra daha fazla soru sorarak Ke Mo’nun sözlerinin ne kadar güvenilir olduğunu kestirmeye çalışmaya karar verdi.
“General Ke Mo, kaleye ilk girdiğimizde iki kadın gördük, birisi beyaz giysili diğeri ise siyah…”
Aniden San Lang fısıldayarak onu susturdu. “Şişt.”
Xie Lian neler olduğunu bilmiyordu ama hemen konuşmayı kesti. Tuhaf bir önseziyle başını kaldırdı.
Hala koyu mavi gökyüzü üzerindeki hilal görünüyordu. Ama ayın hemen yanında birisi vardı; küçük, siyahlara bütünmüş bir figür kenarda durmuş aşağıya bakmaktaydı.
Bir süre daha izledikten sonra küçük siluet birden büyüdü – aşağıya atlamıştı.
O düşerken Xie Lian açıkça uzun, dağınık saçları ve cılız bedeni gördü. Direğe asılmış olan Baş Rahibe’ydi.
Çevirmen: Nynaeve
112 notes · View notes
mavi1gezegen · 5 years ago
Text
Tumblr media
Tarih: 29.05.2020
Saat: 13.04
Tek başıma odamdayım.
Bilgisayarın  başında, önümde beyaz bir A4 kağıdı, elimde mavi bir tükenmez kalemle birlikteyim. Kulaklığım yine kulağımda. Ama bu defa telefona değil, bilgisayara bağlı vaziyette. Çünkü, tahmin edebileceğiniz üzere, telefonum şarjda. Ve şuan bu mektup , sizden habersiz, kilometrelerce öteden, gizli gizli yazılmakta...
Yine, kelimeler cümle olmak için sırada.
Yine, bitmek bilmeyen satırların başında...
Bugün, tam şuan, buraya geleli, gönderiler yayınlamaya başlayalı 60 gün oluyor. Tam tamına 2 ay. 60 gündüz, 60 gece. Onlarca hece, milyonlarca cümle. Birlikte dinlenen onlarca şarkı, göz göze gelinen onlarca fotoğraf. Geriye dönüp bir bakınca, kilometrelerce öteden de olsa, birikmiş onlarca anı var şimdi karşımızda. Hepsi bir hatıra kutusunda saklı kalacak olsa da, ben varım, sen varsın, "BİZ" varız şuan burada! Birbirimizden kilometrelerce uzakta, "bir mesaj kadar uzak, bir gökyüzü kadar yakınız" unutma.
Ve lütfen, şimdi tüm kalbinle hissederek alt satıra bıraktıklarımı o güzel ruhuna fısılda...
Bilmiyorum.
Kimsin, yaşın kaç, nerede yaşıyorsun. Geçmişinde neler yaşadın, şuan ne yaşıyorsun. Üzgün müsün yoksa mutlu mu? Ağlıyor musun yoksa gülüyor mu? Kendini yalnız mı hissediyor yoksa kalabalık mı? Umudunu yitirdin mi yoksa tam şuan mı başladı bir şeyler içinde? Bilmiyorum.
Görüp duymuyorum belki seni ama bende aynı şeyleri hissettim, hissediyorum...
Belki de en çok bu yüzden sana "yalnız değilsin" demek istiyorum.
Belki de bu yüzden burada takılı kalıyorum.
Ve belki de, en çok bu yüzden umut ediyorum. Çünkü biliyorum, "umut her zaman var, sadece zamanı gelince doğar."
Benim için zamanı geldi.
Yıllarca beklediğim şey, artık beklediğime değdi. Kalktım o karanlık odadan ve gidip o ışığı açtım. Bunu kendi ellerimle yaptım.
Evet, yol boyu yoruldum, tükendim hatta ara ara pes etmek bile istedim. Ama ayaklarım hiç bir zaman geri çekilmedi. Gitmesem bile durdu. Geçti, bir köşede sakince düşündü. Yıkabilecekse o engeli yıktı. Yıkamayacaksa üzerinden atladı.
Evet, yolun ortasına gelmeme rağmen taşlara takılıp düştüm. Kabuk bağlamış yaralarımı tekrar tekrar kanattım. Ama o yaralar bile yürümeme engel olmadı. Kanattığım gibi kapattım ve yürümeye yine devam ettim.
Ara ara bir ağacın gölgesinde ya da daha keşfedilmesi mümkün olmayan bir müziğin melodisinde dinlendim.
Elime bir kitap alarak çekildiğim köşede huzur buldum.
Ve şimdi, tüm yolu geride bırakarak yolun sonuna geldim. "Bitiş" diyorlar buraya. Ama benim için yeniden "başlangıç." Sizin için de öyle değil mi? Sanki bir döngü gibi... "Her bitiş yeni bir başlangıca gebe."
Ve kilometrelerce öteden de olsa, bu mesaj benden size...
Artık 1000 kişiye!
1000 kişi olmasına rağmen "bir" olanlara.
Bu yolun başlangıcından sonuna, hatta ve hatta şuanda burada olanlara!
Size sesleniyorum. Hepinize!
1000 kişi olduk artık!
Biz bir gezegen kurduk.🌎
Maviden umutlar astık her köşesine.
Aynı şarkıları dinledik. Aynı sözleri okuduk.
Birlikte güldük, birlikte ağladık. Belki yüzlerimizi hiç görmedik, seslerimizi hiç duymadık ya da hiç varlığımızı bile bilmedik.
Ama birbirimizden kilometrelerce ötede, ruhlarımıza dokunduk. Defalarca "ruhlarımızı aynı satırda, aynı gökyüzünde buluşturduk."
Defalarca "umut her zaman var, sadece zamanı gelince doğar" dedik. Biz bunları hiç bıkmadan tekrarladık ve şimdi yine tekrarlıyoruz. "YALNIZ DEĞİLİZ" bunu sonuna kadar biliyoruz!
Hepimizinin içinde bir gezegen var.🌎
Bu gezegen sadece ortaya çıkmayı bekliyor.
Bazılarımızınki ortaya çıkmasa da içten içe büyüyor. Ama zamanı gelince o da çıkacak, biliyor. Her şeyin bir zamanı var ve her şey zamanı bekliyor. Zamanı gelince "olur" ve zamanı gelince "yok olur" her şey. Unutmayın bunu, olur mu? :")
Unutturmayın kendinize.
Ve lütfen, şimdi sizde bir değişiklik yapın. Kalkın oturduğunuz o yerden. Bir aynanın karşısına geçin. Kendinize bakın. Korkmayın. O gözlere bakın. Bu zamana kadar yaşadıklarınızı, geçmişinizi alın bir elinize. Şimdiki zamanı, geleceği tutun bir elinizle de. Ağır oldu mu? Elinizde bir acı hissetmeye başladınız mı? Evet. Hissediyorsunuz sanırım. Hangisi ağır basıyorsa onu bırakın. Ağır basan "geçmişiniz" olsun. Onu taşımak zorunda kalmayın. Önünüzde bir gelecek var sizi bekleyen. Ona gidin. Ve kimse tutmayacak olsa bile, o eli siz tutun. Kimse sevmeyecek olsa bile, siz kendinizi  sevin. Kimse düşünce kaldırmazsa, siz kendinizi kaldırın. Ve kimse yanınızda olmayacak olsa bile, siz kendinizin yanında olun. Çünkü; size en çok sizin ihtiyacınız var, unutmayın. :")
Şimdi o aynaya daha çok yaklaşın ve gözlerinizin içine bakarak gülümseyin. :)
Devam edin. Biraz daha. Gittikçe büyütün açıyı. :)) Ne kadar büyütebiliyorsanız. Ne kadar gülebiliyorsanız. Herkese ve her şeye rağmen, yaşadığınız tüm zorluklara inat. Gülümseyin. Sizi "siz" yapan şeylerle bir bütün oluşturduğunuzu bilin. Ve her bütünün bir çok yarım sayesinde oluştuğunu unutmayın. En çokta kendinizi ve kusurlarınızı bu sebepten sevin.
İçinizdeki o güzel ruhu farkedin. Ve ne kadar savaş yaşarsanız yaşayın o gezegeni yıkmayın. Çünkü o sizin gezegeniniz. Ve o gezegen sizinle güzel, unutmayın.💙
NOT: Tüm içtenliğimle söylüyorum, tüm kalbinizle hissederek okuyun...
Buraya kadar geldiğiniz ve hâlâ burada olduğunuz için çok teşekkür ederim!
İyi ki varsınız!
İyi ki benimlesiniz!
Sizi gerçekten çok seviyorum...💙
63 notes · View notes