#parti içi çatışmalar
Explore tagged Tumblr posts
Text
İYİ Parti'nin 7. Kuruluş Yıldönümü ve Meral Akşener'in Rolü
İYİ Parti’nin 7. Kuruluş Yıldönümü ve Meral Akşener’in Rolü İYİ Parti, 27 Ekim’de 7. kuruluş yıldönümünü coşkuyla kutlamaya hazırlanıyor. Bu özel etkinlikte, partinin kurucusu Meral Akşener’in de davet edileceği öğrenildi. Ancak kulislerden gelen bilgilere göre, Akşener’in etkinlikte konuşma yapmasına izin verilmeyecek. Ayrıca, organizasyonda Akşener’in ismini taşıyan flamaların yer almayacağı ve…
#2024 yerel seçimleri#7. kuruluş yıldönümü#İttifak#İyi Parti#imaj yenileme#istifalar#Meral Akşener#muhalif söylem#parti içi çatışmalar#partinin durumu
0 notes
Text
İkiyüzlülük Meseli
İki yüzlülük bir menzilde sabit olunuyor. Genel geçer değil doğrudan doğruya var edilen, sabitliği üstüne çaba sarf edilen devletli pratiklerinin sonucu olarak hayat iki gıdım yaşam deneyimi mahvediliyor. Bir yan yıkımlara çıkmaya devam ederken, öte yan adına hala ve hala güllük gülistanlık olduğu yutturulmaya çalışılıyor. Bir yan, yöre kötülüğün cenderesi içinde debelenirken öte yanın mutlak biat, itaat ve ram olmalarının meyvelerine dair aleni bir yayın silsilesi karşımıza çıkartılıyor. Düzen cerahati ile ilerlerken olmasına tastamam devam olunan şey insan tahayyülünün yıkımı olarak var ediliyor. Birbirine bağlanmış ola gelen her tahayyül, biyopolitik bir cerahat nüvesinin günbegün yükseltilmesi neticesinde tüm o katran karanlığı dört yanı kuşatır.
İkircikli hallerle, biteviye ısıtılıp durulan benzetmeler, anlam okumalar ve beraberinde bir biçimde süreğen hale dönüştürülen tahayyüllerle bu iki yüzlülük sabitlenendir. Cerahatler sarmalı olarak çıka gelen dehşetli döngünün yeniden imali söz konusudur. Baş efendiden, baş faşiste, bütün bütün hepsi birden, muhalifi iktidarı kol kola bu yıkımlara rehin edilme halinin esiri kılınan bir sahada iki yüzlülüğü süreğen kılar. Hayatiyet mevzu değildir. Bir sahadaki demokrasi ediminin karşılığı yoktur. Adalet derseniz sadece parti isminde küçük tefek bir punto ile yazılan isim, tanımı da içeriği de küflenmiştir. Eşit yurttaşlık bahisleri edilmeyecek, hak arama mücadeleleri tastamam def edilecek birer küçük detay kılındıkça ortalık yerde verilen tepkimlelerin de iki yüzlülükten ötesi olmadığı ortaya çıkacaktır. On dokuz yıllık iktidar pratiğinin sonucu artık bu kesintisiz haldir, inkar edilip durulurken bir yandan sürekli büyütülen bir mefhum olarak devletlinin abecesi üstün körü bir örtbas etme halini var eder.
Bianet’ten iliştirelim “İsrail güvenlik güçlerinin Kudüs'teki Şeyh Cerrah ve Mescid-i Aksa'da Filistinlilere yönelik saldırılarının ardından Gazze'den Batı Kudüs ve Beyt Şems'e Hamas tarafından roket saldırıları düzenlendi.
Filistin Sağlık Bakanlığı, Hamas'ın roket saldırılarına misilleme olarak İsrail'in Gazze'ye düzenlediği saldırılarda 9'u çocuk 21 Filistinlinin öldüğünü duyurdu. İsrail ordusu, roket saldırılarının ardından Gazze sınırına yeni bir yığınak da başlattı.
Filistinli protestocularla İsrail polisi arasında 7 Mayıs’ta başlayan çatışmalar sürerken, sadece dün gerçekleşen saldırılarda 103 Filistinli yaralandı.
Son saldırıda savaş uçakları, Gazze'nin güneyindeki Han Yunus kentinde bulunan liman bölgesini vurdu. Yine kentin batı kesimlerindeki protestoculara ait bir nokta da İsrail savaş uçakları tarafından hedef alındı.
Kentin kuzeyindeki direniş gruplarından birine ait bir başka nokta da bombalandı. Kuzeydeki bölgenin hedef alınmasının ardından protestoculardan roket atışlarıyla karşılık verildi.
Son saldırılara ilişkin Gazze'deki Sağlık Bakanlığından henüz bir açıklama yapılmadı.
İsrail polisi Filistinli protestocularla gece boyu süren çatışmaların ardından dün (10 Mayıs) sabah Harem-üş Şerif'e girerek eylemcileri gaz bombasıyla dışarı çıkarırken, Mescid'i Aksa çevresindeki çatışmalar sürüyor.
Filistin Kızılayı, geceden beri devam eden gerilimde en az 305 Filistinlinin yaralandığını, bu kişilerden 228'inin tedavisinin hastanede sürdüğünü açıkladı. İsrail tarafı ise 21 polisin yaralandığını açıkladı. Sosyal medyada paylaşılan görüntülerde, Mescid'i Aksa'nın çevresinde gaz bombaları atıldığı görüldü. Öte yandan, İsrail hükümeti Şeyh Cerrah'taki tahliye kararını erteledi.”
Filistin meseline dair önemli bir meram sahibi olagelen Dr. Selim Sezer’in makalesinden aktaralım: “Nekbe sonrasında İsrail kontrolü altında kalmış bölgelere geri dönüş hiçbir zaman mümkün olamazken, Arap devletlerinin kontrolü altındaki bölgelere kısmi bir dönüş sağlanabilmişti. Bunlardan biri de, Kudüs’ün (o tarihte Ürdün kontrolünde kalan) doğu kısmında yer alan Şeyh Cerrah mahallesiydi. 1956 yılında 28 mülteci ailesi, 8 yıl önce terk ettikleri mahallelerine ve evlerine geri dönebildi. Bu ailelerin yıkılan evlerinin yeniden inşası, Birleşmiş Milletler’in sunduğu finansmanla gerçekleşti. Ne var ki 1967’deki Altı Gün Savaşı sürecinde İsrail, Kudüs’ün doğusunu da işgal etti ve bu ikinci işgal, bölgedeki evlerin tapu sicil işlemlerini imkânsız hale getirdi.
2008 yılından itibaren mahalledeki evlerin mülkiyetine dair yeni tartışmalar başladı. Bizatihi Doğu Kudüs’teki varlıkları bile Dördüncü Cenevre Sözleşmesi hükümlerine ve genel olarak uluslararası hukuka aykırı olan İsrailli yerleşimciler, bölge üzerinde hak iddia etmeye başladı ve İsrail mahkemelerinden de destek buldu. 1967 yılında çıkarılan Hukuki ve İdari İşler Kanunu hükümlerinden istifade edilerek, mahallede yaşayan ailelerden bazıları, evlerinin mülkiyetine sahip olmadıkları gerekçesiyle mahalleden çıkarıldı.
Geçtiğimiz günlerde ise İsrailli yerleşimcilerin bir kez daha benzer iddialarla mahkemeye başvurması, son sürecin fitilini ateşledi. İsrail mahkemesi, toplam sayıları 550 kişiyi bulan çok sayıda Filistinli aileden evlerini derhal terk etmesini istedi ve aksi halde zorla tahliye edilecekleri duyuruldu. Mahallede yaşanan çatışmalar esnasında bir İsrailli yerleşimcinin kibir ve nefret dolu bir ses tonuyla Filistinlilere seslenerek, “sizin evinizi biz almasak bile başkaları alacak” demesi de, on yıllardır devam eden yerleşimci sömürgeciliğinin bir başka veciz ifadesi oldu. Yerleşimciler ayrıca, dünyanın gözleri önünde Kudüs sokaklarında “Araplara ölüm” sloganlarıyla yürüdü.
Apartheid kanunları doğrultusunda Filistinlilerin bu tür mülkiyet konularında İsrail mahkemelerine itiraz imkânı bulunmuyor. Ayrıca Şeyh Cerrah’tan çıkarılması istenen sekiz aile, Kudüs’te ikamet etme “izinlerini” de kaybetme riskiyle karşı karşıya.
Şu anda Mescid-i Aksa etrafında devam eden gerilimin, yahut Kudüs genelinde yaşanan ve Gazze’ye de yansıyan çatışma ve saldırıların ne kadar süreceği ve hangi boyutlara geleceği belirsiz. Şeyh Cerrah’taki girişimin de önümüzdeki günlerde nasıl bir sonuç alacağını kesin olarak kestirmek zor. Ancak her türlü tartışmaya kapalı bir gerçeklik önümüzde açık seçik bir şekilde duruyor: İsrail, kuruluşu ve temelleri itibariyle yerleşimci sömürgeciliği ürünüdür ve bu, 1948’de kalmış bir olgu değildir. Nekbe devam eden bir süreçtir ve etkin ve sonuç alıcı bir direnç gösterilmediği takdirde etnik temizlik devam edecektir. İsrail’in hakim ideolojisi ve tüm pratiği açıkça buna işaret etmektedir.”
Aralıksız bir yıkım var edilendir. Ortadoğu’nun bu en derin yarasının hiç kimselere en ufak bir fayda sağlamayacağı afakiyken bir kere daha ölüm var edilir. Yıkım anlıktır hep ama her dem aralıksız. Bir toprak parçasında olmakta olan vahşetin ta kendisidir. Biteviye kurumsallaştırılmış olan nefret, artık parçalarına ayrılması imkansız bir menzil hakikati aleni bir biçimde meydandayken çürümeye arka çıkılır. İsrail hep ezberinde var ettiği tüm o kötülük suretini bir kere daha Filistin’de cerahati güncelleyerek var eder. Neticesi ölüm olan bir fasit döngü. Yıkım artık uzak ya da ırak değil tam da gözler önünde aralıksız olarak güncellenendir. Cerahat arasız ve fasılasız sahnededir. Her iki taraftan insanın en başta da daha çocuk ve bebeklerin hayatına mal olan bir savaş temsili kurgu değil hakikat olarak var edilir. Protestolar sonrasında yıkıma çıkartılan bu güzergah hepimizin işe bu sınırlar dahilinde 2015 kaosunda yaşadığımız ile de benzeştir. Netanyahu’nun bir kez daha seçimler sonrası kabile kuramamasının bedeli Arap ve Yahudi İsrailliler, Arap ve Hristiyan ve tabi ki Yahudi Filistinliler arasında pay edilir. Her şey her durumda sıradana karşıtlık olarak var edilendir. Yeknesak bir yıkım sürekliliği bir kere daha 1948’den iş bu yana devam olunan bir nefes aldırmama halidir var edilen. Nedir pekiyi bu raddede iki yüzlülük diyeceksiniz? Düzen içi figürlerin en tepeden en altta olanına sınır içinde ismen ülke olan şu yerdeki onca yıkım, yok etme ve alenen nefessiz bırakma hallerini kayıtsız ve şartsız onarken bir anda insan haklarından dem vurmasıdır mesel, ikiyüzlülük!
Sendika.org’tan iliştirelim: “İsrail’in pazartesi günü başlayan Gazze saldırıları perşembe günü de şiddetlenerek devam etti. 2014’ten bu yana en şiddetli saldırı dalgasının yaşandığı söylenirken Gazze’deki Sağlık Bakanlığı saldırılardan yaşamını yitiren Filistinlilerin 27’si çocuk olmak üzere 115’e çıktığını, yaralı sayısının ise 600’e yükseldiğini bildirdi.
Filistinli direnişçilerin karşı saldırıları da devam ediyor. Pazartesi gününden bugüne roketli saldırılarda 7 İsrailli yaşamını yitirdi.
Electronic Intifada’nın aktardığına göre İsrail’in hava saldırıları sonrasında Gazze’nin çeşitli yerlerinde yangınlar çıkarken halk Birleşmiş Milletler’in okullarına sığındı. Ayrıca yerleşim yerlerine atılan füzeler sonucunda da Gazze’de çok sayıda yerleşim yeri yıkıldı.
Savaş devam ederken İsrailli Arapların ve Yahudilerin bir arada yaşadığı şehirlerde aşırı milliyetçi gruplar, Araplara saldırmaya devam ediyor. İsrail polisi de saldırılarda faşist gruplara eşlik etti. İsrail devletine ait haber kanalı KAN’ın bildirdiğine göre, Tel Aviv yakınlarındaki Bat Yam’da düzinelerce İsrailli, Araplara saldırdı ve bir kişi ciddi şekilde yaralandı. Saldırılar OHAL ilan edilen Lod şehrinde de devam ediyor.
SouthFront’un aktardığına göre Bat Yam’ın yanı sıra kuzeydeki Tiberias ve Acre kentlerindeki faşist gruplar sokaklarda terör estirdi. “Araplara ölüm!” sloganları atan ve Araplara ait işletmeleri tahrip eden erkek güruhunun görüntüleri de sosyal medyada dolaşmakta.
Hareetz’in haberine göre İsrail başbakanı Benjamin Netanyahu’nun, ordunun konuşlandırılmasını düşündüğü ve olağanüstü hal ilan edilen şehirlerde herhangi bir suçlama veya yargılama olmaksızın idari gözaltına alınmasına izin vermeyi düşündüğü bildirildi.
Filistinli insan hakları örgütü olan Al Mezan, Çarşamba sabahı İsrail savaş uçaklarının hedef aldığı 14 direniş savaşçısının, zehirli gazların olası kullanımına işaret eden belirgin semptomlarla boğulma sonucu öldüğünü söyledi.
Gazetecileri Koruma Komitesi’nin (CPJ) bildirdiğine göre onun üzerinde medya kuruluşuna ev sahipliği yapan El Cevhara ve El Şoruk da İsrail’in hava saldırıları sonucu yıkıldı. Electronic Intifada’nın aktardığına göre kuleler Electronik Intifada’nın ve çok sayıda yayın kurumunun fotoğraflarını kullandığı APA Images adlı fotoğraf ajansına da ev sahipliği yapıyordu. CPJ, bu süreçte 8 gazetecinin de yaralandığını belirtiyor.
Ayrıca El Cezire’den Omar Zahzah, dünkü yazısında dijital alanda da Filistinlilere yönelik bir ayrımcılık yapıldığını belirtiyor. “Yine de teknoloji şirketleri şu anda aktif bir şekilde Filistinlilerin seslerini platformlarından dışlamak için çalışıyorlar, böylece planlı şekilde Filistinlileri sosyal medyadan silme ve susturulması durumunu yaygınlaştırıyorlar.” diyen Zahzah Zoom ve diğer sosyal medya şirketlerinin Leyla Halid’in katılmayı planladığı etkinlikleri engelleme kararı aldığını belirtti.”
Sıradan gibi görünen, oysa her anlamda bir coğrafya üstünde var edilen tahakküm ve tehdit dilinin nasıl sabit bir yıkıma evrildiği bir defa daha var edilir. Sıradan hayatların bir video kurgu içinde değil sahiden de aralıksız yıkımı güncellenendir. Her iki taraftan da insanların can verdiği, pogromların var edildiği, itham ve yaftaların birbirini kovaladığı, yaranın aralıksız kanatılmaya devam olunduğu bir suret karşımıza çıkar. Yıllar yılıdır süre duran tüm o imha tahayyüllerinin bir kez daha pratiğe dönüşümü var edilendir, eksiksiz bir biçimde güncellene gelendir.
Sınırın bu yanında gündelik siyaset pratiklerini var eden tüm o temsiller bu hali inatla görmezlikten gelerek, hazır bulunmuş fırsat gibi kendi cürüm ve çürüten eylemlerini, şiddet pratiklerini örtbas etmeye vesile kılarlar. Bunların yekunudur ikiyüzlülük. Her durumda, kapı arkalarında pazarlıklar, yeni silah anlaşmaları, içeriği hiç bilinmeyecek devlet sırrı diye geçiştirilecek ticaret hamleleri var edilirken, lafla Filistin’e destek olunmaz. Bir yıldırı devletinin her ne olduğuna en keskin örneği var edip, bir yandan anti-semitizm satıp, öte yandan mülteci düşmanlığına devam diyerek kim hangi yaraya merhem olabilir sahiden? İçeride edilmiş sözlerin yekunda ortaya serilen tüm bahislerin bir kere olsun karşılığı yokken, dahası orada da burada da insanlar ölmeye, hayatlarında kalıcı izler bırakılmaya devam olunurken hangi yaraya merhem olunabilir, sahiden de? Bir düşmanlı titrinin üstünden dünyaya meram eylerken sınırın içinde en olmayacak, en akla gelmeyecek yıkımların var edildiği bir hakikatken kime, neye merhem olunabilir, sahiden de?
Misak TUNBOYACI – İstan’2021
Görsel: A Man From Khan Yunis – Said KHATIB – AFP
#devlet nedir?#yıkım#yıldırı#çürüme#dünya#israil#filistin#tahayyül#savaş#tirat#hayat#anlam#siyasa#biyopolitika#anonymous#apartheid#rejim#karanlık#sorgulama#ihtimaller#yüzey#yeni türkiye#barışmak
1 note
·
View note
Text
Minoktokratik Gloktokratik Sandık Dansı Eşliğinde Başkanlık Hayaletleri
Daha önceki seçimlerle kıyaslanacak olursa; 24 Haziran’da gerçekleşecek olan dayatmalı-seçimin en önemli özelliği: minoktokratik-kapitalist-parlamentarizm ile gloktokratik-kapitalist-parlamentarizm arasındaki oylama olacaktır. Dolayısıyla; ortaya çıkan iki ana bloktan biri (AKP’nin başını çektiği sözde “cumhur ittifakı”) zorla plebisit yoluyla seçim dayatmasına giderken, yani “Türk tipi” gloktokratik-parlamentarizm de ısrar ederken; CHP’nin başını çektiği (ve içinde İYİ Parti’nin de olduğu) blok ise “eski tip” minoktokratik-parlamentarizm de ısrar etmektedir. Başka bir deyişle; 24 Haziran seçimleri asıl olarak minimalist-burjuva güçler ile glokalist-burjuva güçler arasında ve dahası onlara eklemlenmiş olan daha zayıf kuvvetler arasındaki bir sandık mücadelesi olarak geçecektir.
Öte yandan, bu iki blok karşısında ayrı bir yerde duran Kürt seçmenler ise ellerini güçlendirebilmek için bu iki blok arasındaki güç dengelerine göre kendilerine “en avantajlı koşulları” sağlayacak olan cephenin yanında konumlanmak yönünde genel bir politik eğilim belirlemiş gözükmektedir. Diğer taraftan; özellikle HDP şahsında cisimleşen “kürt siyasal hareketi” (silahsız legalist-reformist kanat) her iki taraf karşısında “tarafsız” gibi gözükerek siyasal pazarlık için sıranın kendisine gelmesi şeklinde bir bekle ve gör politikasına uygulamaktadır. Keza; bu iki bloğun seçimlerde yenişememesi halinde, hangi tür parlamentarizmin daha ağır basacağı noktasında Kürt oylarının belirleyici olma ihtimali, sözde tarafsızlığın korunmasınında ki asıl ve yegane nedendir. Zira; HDP açısından gloktokratik-parlamentarizm glokal-Kürt-kapitalizminin glokal-Türk-kapitalizmi karşısında daha da çok palazlanmasına ve avantaj elde etmesine olanak verecekmiş gibi gözükse de, yine de glokal-Kürt-ulusçuluğu bu defa elini temkinli tutma çabası içindedir. İşte bu koşullar altında; iki ana ittifak bloğu ve diğer koltuk değnekleri ile seçimlere gidilmektedir. Ve ne yazık ki; HDP ve sağ Kürtler burada koltuk değnekçiliğinden başka da bir politika üretmemektedir.
Her burjuva parlamenter seçimde olduğu gibi bu seçimde de; devrimci güçler açısından ise iki seçenek vardır: Birincisi; kendisini sandığa gitmeme temelinde ortaya koyan boykot seçeneğidir. Sınıf mücadelesinin ve siyasal güç ilişkilerinin koşullarına göre belirlenen boykot seçeneği kendi içinde “pasif” ve “aktif” olmak üzere iki biçim altında ayrıştırılabilir. Keza; programatik ve kitlesel bir boykot çalışmasının olmadığı ya da yapılamadığı koşullarda gerçekleşen bir boykot; özü itibariyle sandığı protesto etme biçiminde bir “pasif boykot” olarak da tarif edilebilir. İkincisi ise; demokratizmin genel ve özel ilkeleri ile çelişmemek kaydı ile, hangisi daha avantajlı konumda ise o partinin (örneğin, varsayalım ki bu HDP ya da CHP olabilir) listelerinden ya da böylesi bir güç varsa bağımsız adaylar temelinde seçimlerden ve parlamentarizmden (burjuvazinin ağırından) en uygun şekilde yararlanmak adına da “taktiksel” olarak seçimlere girilebilir. Kuşkusuz bu taktik devrimci bir taktik olmadığı gibi, yapısı ve işleyişi itibariyle de içinde burjuva politikasının her türden tonunu da barındıran özgün bir demokratik taktik ve kadro yapısı kapsamında ele alınmak zorundadır. [1].
İster birinci seçenek ister ikinci seçenek açısından hangi seçenek seçilirse seçilsin, devrimci güçler açısından belirli bir güç düzeyine ulaşılmadan bu seçeneklerden hangisi tercih edilirse edilsin; bu haliyle burjuva seçimlere ve parlamentarizme karşı demokratik bir politika geliştirmek pekte mümkün gözükmemektedir. Dolayısıyla; alternatif bir demokratik program ve parlamentarizm modeliniz yoksa, ister seçimlere HDP’den ya da CHP’den girin, ister bağımsız adaylar olarak girin, yapılan şey devrimci bir seçenek olarak değerlendirilemeyeceği gibi, böylesi bir yönelim son tahlinde seçimin/sistemin koltuk değnek��iliğinden başka da bir sonuç doğurmayacaktır. Bu açıdan HDP’den ya da CHP’den aday olarak seçimlere katılacağını açıklayan sözüm ona kimi “devrimcilerin”, “sosyalistlerin”, “komünistlerin” vs. kaderi de daha önceki örneklerde olduğu gibi yine koltuk değnekçiliği olacaktır. Hele ki; yasama organında milletvekili olmanın getirdiği dokunulmazlık, usul ve koruma avantajları ve dolgun maaşlar da düşünüldüğünde, lafta en keskin söylemler ile seçmenlerden oy isteyen böylesi adayların alternatif bir demokratik program ve parlamentarizm modeli önerisinin de olmadığı koşullarda mecliste yürüteceği faaliyetler kendilerinden önceki örneklerde de görüldüğü gibi parlamentodaki her hangi bir milletvekilinin faaliyetlerinden farklı da olmayacaktır. Bunun en bariz örneği; geçmişte HDP’den ya da CHP’den aday olarak meclise girmiş olan sözde “solcu” milletvekilleridir. Keza; bu tip vitrin ve konu mankeni milletvekilleri demokrasi mücadelesi bile vermekten aciz siyasi karakterler olmanın ötesine de geçememiştir.
Ana konumuza dönecek olursak; dolayısıyla birinci tercih devrimci seçenek açısından en uygun ve gerçekçi politik tercih olarak belirse de, bu seçeneğin de bugün ki koşullarda pasif bir protesto eylemi olmanın ötesinde de bir siyasi işlevi olmayacaktır. Buradaki asıl sorun; seçimlerlerden ve burjuva ahırdan devrimci ve sosyalist amaçlar için yararlanabilecek ve emekçi kesimlere çok yönlü ajitasyon ve propaganda yapabilecek devrimci-komünist bir partinin olmayışıdır ki, böylesi bir parti var olmadığı içindir ki; burjuvazinin kürsüleri olan seçimler ve parlamentodan emekçiler lehine yararlabilecek milletvekillerine de bugüne kadar hiç şahit olunamamıştır. Dahası; bu boşluğu HDP’nin ya da CHP’nin doldurabileceğine ilişkin görüşler traji-komik olmanın ötesinde, o kadar saçmadır ki; bunu söyleyenlerin kendisi bile bu görüşe inanmamaktadır. Sırf proletaryan-sosyalizan soldan ve diğer sollardan bir nebze olsun oy devşirebilmek için söylenen bu yalanlar er ya da geç bu yalanları söyleyenlerin de ayağına dolanmaktan kurtulamayacaktır.
Diğer taraftan; yeni emeğin hareketi olan protekyanın siyasal güçlerinin oluşum süreçlerinin mayalandığı bugün ki koşullarda karşı karşı kalınan bu seçim dayatması, daha önceki seçimlerde de görüldüğü gibi, hem protekya açısından hem de onun politik kurmaylarının devinimi açısından da çok hassas bir süreçden geçildiğine işaret etmektedir. Dolayısıyla; bir yandan bilimimiz Emekoloji’nin devinimi, diğer yandan sınıfımız protekyanın ve onun siyasal sözcülerininin devinimi; öte yandan vatandaş denetim kurumu temelli doğrudan demokratizmin alternatif programının ve düşüncesinin devinimi sürer iken ve minoktokratik-parlamentarizm ve gloktokratik-parlamentarizm arasındaki güç savaşımının devinimi ve dahası proletaryan-sollar ve UKKTH’ci liberal silahlı ve silahsız reformizmin eridiği bir süreçte seçimlere gidilmekte olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır.
İktisadi, sosyal, kültürel, etnik, dini vs. her türden çelişkinin derinleştiği bu süreçte; minimalist-devlet güçlerinin çözüldüğü, lakin glokal-devlet güçlerinin güç devşirmedeki acemiliği ve programsızlığı ile birlikte ortaya çıkan bütün bu çatışmalar da, bu sürecin en belirgin özellikleri olmaya devam etmektedir. İşsizliğin, yoksulluğun, hak ve adalet kayıplarının, sömürünün, rüşvetin, talanın arttığı; minareyi çalan yavuz hırsız misali sanki bütün bunlar yokmuşcasına sorunların “çözümü” olarak egemenlerce burjuvazi içi iktidar değişikliğinin dayatıldığı bugün ki koşullar altında emekçi sınıflara yönetici sınıflar tarafından seçim yoluyla sahte bir “umut” aşılanmak istenmektedir.
Dahası; plebisit (seçme ve seçilme yasalarının ihlal edilmesi/zoraki seçim) biçiminde gelişen bu dayatma, her türden gerçek sorunun, yani göçmen sorununun, bölgesel savaş sorununun, hayat pahalılığı sorununun, doların ve euronun yükselişinin neden olduğu ekonomik sorunların üstünü örtmeye dönük bir egemen sınıf stratejisi olma özelliğine de sahiptir. Başka bir deyişle; bu stratejisi Türkiye’nin her geçen gün daha da kötüye giden iç ve dış krizini emekçi kitlelerden gizlemeye dönük daha kapsamlı bir hakim sınıf planının parçasıdır. Öyle ki; minoktokratik ve gloktokratik egemen güçler arasındaki yönetme ve yönetilme krizi de buna eklenince, çok boyutlu ve riskli bir sürece girildiği de anlaşılmaktadır ki; Türkiye’de hiçbir kesim eski statükolarını koruyacak koşullara da artık bundan sonra sahip olamayacaktır.
Minoktokratik ve gloktokratik güçler arası ikili iktidar sürecinin sonlarına yaklaşıldığı bugün ki koşullarda, devrimci güçlere düşen asıl görev; bu ikili bloklaşmanın ötesine geçerek, kendi demokratik ve devrimci alternatiflerini yaratabilecekleri nesnel ve öznel şartların zeminlerini bıkmadan usanmadan sabırla hazırlamaya devam etmek olmalıdır. Aksi takdirde; sınırlıda olsa kendi nitelikli öz gücüne güvenmeyen bir komünist faaliyet sırf seçimlerde ya da parlamentoda boy göstermek pahasına kendi programatik-ideolojik, taktik ve stratejik yönelimlerinden uzaklaşarak kimi “solların” düştüğü temel hataya, yani sözde “kitleleri kazanmak” adı altında yanaşmacı ve kuyrukçu bir dar pratikçilik hatasına düşmekten ve kendi varoluş nedenlerini inkar etmekten de kurtulamaz. Keza; geçmiş deneyimlerin acı yolu geleceği kuşatan perspektiflerin de asıl çıkış noktasıdır.
Lakin; gloktokratik güçlerin zoraki seçim müdahalesi ile sistemin yeniden entegrasyonuna geçiş için planladıkları program var olan glokal emperyalist sisteme de uyum sağlayamadığından dolayı, sistemin bu haliyle ulusal ve uluslararası ölçeklerde kriz yaşamaya devam edeceği de aşikardır. Dokunulmazlıkların, usul ve koruma kanunlarının kaldırılması ve vatandaş denetim kurumunun kurulması için yürütülen hukuki mücadele seçiminde iptal edilmesine yok açacak gibi gözükmektedir. Bu mücadele de iç hukukun bitirilmesinin Türkiye tarihinde bir ilk olması itibariyle, prusyatik memur kapitalizminin ve devletinin de zoraki olarak değişim sürecine gireceği anlaşılmaktadır. Bundan dolayıdır ki; 24 Haziran seçimlerinde seçimlerin iptal edilmesi ya da ertelenmesi birincil olasılıktır. Keza; “Türk tipi başkanlık sistemi” ve önerdiği devlet şekli ne eski minoktokratik parlamentarizme ve devletine, ne de yeni gloktokratik parlamentarizme ve devletine, yani her ikisine birden de uyum sağlayamamaktadır. Fakat; yeni bir devlet modeli olan, doğrudan demokrasi biçiminde gelişen, vatandaş denetim kurumu ilaveli devlet modeli, eski devlet modeline, yani yasamacı, yargıcı, yürütmeci üç bacaklı Hegelyan burjuva devlet modeline ek bir ilave olarak tam da yeni teknik emeğin doğasının ve güçlerinin ihtiyaçlarına cevap verebilecek olan bir devlet modelidir.
Protekya sınıfının siyasal sözcülerinin tarih sahnesine çıkmaya hazırlandığı, mayalandığı, hem minoktokratik hem de gloktokratik güçlerin rotasını şaşırdığı bu koşullar da zorla ve hukuksuz bir biçimde yapılan bu seçim dayatması karşısında en makul seçenek dokunulmazlıkların, usul ve koruma kanunlarının kaldırılması ve vatandaş denetim kurumunun kurulması için sandığa gidilmemesi (sandığın boykot edilmesi) tercihidir. Keza; demokratik denetim kurumu mücadelesi hukuki açıdan hem içerde hem de dışarda sandıksızların da hukuksal seçilerini ve taleplerini savunmaktan da geri durmamaktadır.
Demokratik olmayan yüzde 10 barajı ile birlikte ittifak ve sonradan çıkarılan başkanlık-uyum-sandık yasaları plebisit bir yasa halini alarak, burjuva seçme ve seçilme kanunlarına dahi taban tabana ters düşmektedir. Dolayısıyla; sırf bu nedenden dolayı bile 24 Haziran’da sandıksızlık tercihi en demokratik tercih olacaktır.
Dipnot:
[1] Demokratizm, sosyalizm ve komünizm mücadeleleri kesişim noktalarına sahip olsa da, özü/tözü itibariyle bir ve aynı şey de değildir. Başka bir deyişle; bütün bu kategoriler özsel karşıtlıklar değil, yapıları ve işleyişleri gereği tözsel karşıtlıklar içermektedir. Örneğin; kimi solların iddia ettiğinin aksine, her demokratizm reformizm olmadığı gibi (ki bu indirgemeci, mekanik ve idealist bir bakış açısına tekabül etmektedir), her reformizm de zorunlu olarak liberalizme kapı aralamaz. Dolayısıyla; gloktokratik otokratizme/tek adam rejimine geçişin zeminini döşeyen gayri meşru plesibit (zoraki seçim) karşısında ideal anlamda demokratik bir programın, dahası sosyalist ya da komünist bir programın söz konusu olmadığı bu şartlar altında; HDP’nin, CHP’nin ya da diğer solların sandık bürokratizmine dayalı dayatmacılığının demokratik bir program içermediği de ortadadır. Diğer bir deyişle; bütün bu sollar “kötünün içinden en iyisini seçelim” biçimininde de dile getirilebilecek olan bir tarzda seçmenleri korkutarak onları bir tercihe zorlama politikası gütmektedir. Keza; “Oy vermemek Erdoğan’ın işine yarayacaktır!”, “Şu parti meclise girmezse felaket olur” vs. gibi nakaratlar da yine aynı liberal mantık sinsilesinin izdüşümleridir. Bu durum devrimci saflarda liberalizm tehlikesi yaratsa da; en az onun kadar “sandıksızlar bürokratizmi’nin de bugün ki haliyet-i ruhiyesi itibariyle “edilgenlik” ve “pasifizm” ürettiğini de görmeden geçmemek gerekir. Asıl sorun: komünizm düşüncesinin bugüne (Emekoloji’ye) kadar bilimsel bir kalıba bürünememiş olmasından dolayı, başta demokratizm olmak üzere geri kalan tüm mücadele biçimi-kategorilerinin, emeğin bugün ki tarihsel seviyesine uygun bir sınıf perspektifi hattına oturtulamamış olmasıdır. Seçim demenin bile güç olduğu bu sözde “seçimlerin” burjuva yasalarına/demokratizmine dahi sığmayan glokal kalıpları sollar arasındaki ideolojik ve politik kafa karışıklığını daha da arttırmaktadır. Keza; ister sandık bürokratizmi ister sandıksız bürokratizmi biçiminde olsun, kim neyi tercih ederse etsin, hakim sol zihniyet değişmediği müddetçe düşüncelerini değiştirmeye cesaret edemeyenlerden dünyayı değiştirmelerini beklemekte ham bir hayalperestlikten başka da bir şey olmayacaktır. Tüm dünyanın gözü önünde yeni bir emek biçiminin ve sınıf biçiminin mayalandığını göremeyenlerden gelecek adına bir şeyler beklemekte açıkcası budalaca bir saflık olacaktır.
13.06.2018
Serhat Nigiz
1 note
·
View note