Tumgik
#otomobil gazetesi
ncdtgrsy · 1 year
Text
2 notes · View notes
korkutkalkan · 6 months
Link
Artvin'de meydana gelen trafik kazasında bir gazeteci öldü, bir gazeteci ağır yaralandı. Artvin- Erzurum kara yolunun 12. kilometresinde TRT Haber Artvin Muhabiri Fatih Tüysüz'ün kullandığı 34 FZJ 841 plakalı otomobil, yol kenarındaki işaret levhasına çarptı. Kazada sürücü ve beraberindeki Çoruh Postası Gazetesi imtiyaz sahibi Tolga Gül yaralandı. Yaralılar 112 Acil Sağlık ekiplerinin olay yerindeki ilk müdahalesinin ardından Artvin Devlet Hastanesi'ne sevk edildi. Eski Artvin Gazeteciler Cemiyeti Başkanı da olan Gül, müdahalelere rağmen hayatını kaybetti. Ağır yaralanan Tüysüz'ün tedavisi ise aynı hastanede devam ediyor. Öte yandan Vali Cengiz Ünsal, CHP Artvin Milletvekili Uğur Bayraktutan, Artvin Belediye Başkanı Demirhan Elçin, hastaneye gelerek Gül'ün ailesine taziyede bulundu, Tüysüz'ün ailesine ise geçmiş olsun dileklerini iletti. Kaynak: AA
0 notes
piyasahaberleri · 2 years
Link
raporları Twitter'da yeni işten çıkarmalar sahibi Elon Musk, reklamcıları savaşım eden platformdan daha da uzaklaştırma riskini taşıyan bir ırkçılık tartışmasına girerken Pazartesi günü indi. Musk, Pazar günü ABD medyasını "ırkçı" olarak nitelendirdi, birden fazla Amerikan gazetesi, yaratıcısı Siyahları nefret grubu olarak nitelendiren popüler bir çizgi roman yayınlamayı bırakacaklarını duyurduktan sonrasında. Elektrikli otomobil şirketi Tesla'nın başkanı Musk ve twitteruzun süredir devam eden "Dilbert" çizgi romanının yaratıcısı Scott Adams'ın ofis yaşamını hicivli bir halde ele alan bir rantına tepkiyle ilgili yorumunu yapmış oldu.Adams, tıpkı Musk şeklinde, toplumsal meseleler ile alakalı görüşleriyle tartışmaları giderek daha çok alevlendiriyor."'Oldukça' uzun bir süre, ABD medyası ırkçı Beyaz olmayan insanlara karşı, şimdi beyazlara ve Asyalılara karşı ırkçılar" diyen Musk, Twitter'da nefret söylemi sebebiyle yasaklanan binlerce kullanıcıyı eski durumuna getirmiş olduğu bir gönderide yazdı."ABD'daki seçkin kolejler ve liselerde de aynı şey oldu. Bir ihtimal ırkçı olmamayı deneyebilirler."Musk'ın liderliği altında Tesla, ırkçılık iddiasıyla fazlaca sayıda dava ile vuruldu ve araştırmacılar, devralınmasından bu yana Twitter'da nefret söyleminin geliştiğini söylüyor.Enderle Group'tan bağımsız teknoloji analisti Rob Enderle, "Sanki Elon Musk, Twitter'ı batkı ettirmeye çalışmak için bir kasırga turuna çıkmış şeklinde" dedi."Yapması ihtiyaç duyulan tek şey sessiz kalmak, fakat devamlı olarak reklamcıları yabancılaştıran şeyler söylemek zorunda."Hata yok'Münakaşa, New York Times'ın Twitter'ın minimum 200 çalışanını, doğrusu halihazırda yok olan işgücünün %10'unu işten çıkardığını bildirmesiyle geldi.Yeni işten çıkarmalar içinde ürün yöneticileri, büyük veri uzmanları ve makine öğrenimi ve platform güvenilirliği üstünde çalışan mühendisler yer aldı.Twitter, şu kişilerle iletişime geçtiğinde raporları derhal doğrulamadı: AFP.Toplumsal ağın ürün geliştirme sorumlusu Esther Crawford, Twitter'da işten çıkarılan çalışanlardan biri bulunduğunu doğruladı.Crawford, Musk tarafınca Ekim ayında satın alınmasından ilkin çekilme etmeyen yada kovulmayan kalan birkaç Twitter yöneticisi arasındaydı.Yeni Twitter Blue doğrulama programının başkanı olarak, Musk ve firmanın sadık bir destekçisiydi ve iş yerinde uyku tulumu içinde uyurken çekilmiş bir fotoğrafını retweetleyecek kadar ileri gitmişti.Twitter'da "Twitter 2.0'da her şeyi yaptığımı izlemenin en fena sonucu, iyimserliğimin yada sıkı çalışmamın bir hata olduğudur" diye yazdı.Bir başka kıdemli çalışan olan Martijn de Kuijper, Cumartesi günü bir Fransız Alpleri kayak tatilinden e-postalarına artık erişemeyince "bırakıldım şeklinde görünüyor" diye tweet attı.Musk, Twitter'ın sahipliğini aldığından beri platform, toplu işten çıkarmalar, binlerce yasaklı hesabın geri dönüşü ve büyük reklamverenlerin kaçmasıyla kaosa sürüklendi.Uygulama bununla birlikte, Musk'ın tweet'lerinin, kodamanını takip etmeyenler de dahil olmak suretiyle milyonlarca kullanıcının yayınlarına ansızın hakim olduğu bir vaka da dahil olmak suretiyle bir takım teknik mesele görmüş oldu.Ayrıca Musk, kullanıcıları Twitter'da daha özgürce kontakt kurmaya teşvik etti ve sitenin yasaların izin verdiği minimum sansürü uygulayacağını söylemiş oldu.Analist Enderle, pazarlama mesajlarının aşağılık yada zararı dokunan tweet'lerin yakınında görünme potansiyeli hakkında "Şu anda Twitter'da reklam vermek için aptal olmanız gerekir" dedi."Markanıza zarar verme ve müşterilerinizi yabancılaştırma şeklinde fazlaca fazla negatif risk var."Twitter artık hususi bir şirket olduğundan, dahili veriler hazır değil, sadece Pathmatics firmasının Sensor Tower tarafınca meydana getirilen analizi, Twitter'ın Eylül ayındaki en iyi 1.000 reklamverenin yarısından fazlasının Ocak ayında artık platforma harcama yapmadığını ortaya çıkardı.Musk, Twitter'ı reklamcılıktan vazgeçirmeye ve nakit getirmenin yeni bir yolu olarak abonelikleri teşvik etmeye çalıştı - Feysbuk sahibi Meta'nın da kontrol etmiş olduğu bir düşünce - sadece şimdiye kadar sonuçlar hayal kırıklığı yarattı.Sektör internet sayfası The Information'a bakılırsa, Ocak ayı ortası itibarıyla ABD'de ortalama 180.000 şahıs Twitter için ödeme yapıyordu ve bu aylık etken kullananların %0,2'sinden azını oluşturuyordu.
0 notes
bunedycom · 2 years
Text
Bak TOGG da bir devrimdir... Heyecanlı mısın? Ne gezer?
Bak TOGG da bir devrimdir… Heyecanlı mısın? Ne gezer?
Türkiye’nin vizyon projeleri arasında yer alan akıllı otomobil Togg banttan indi. Ülkede birçok insanın heyecanla beklediği açılışın ardından bazı çevreler TOGG’u hazmedemedi. Türkiye’nin yerli otomobili Togg’u küçümseyen çevrelere seslenen Posta Gazetesi yazarı Rauf Tamer, “Gezi Parkı’ndaki “masum hareketlerin” Taksim Meydanı’nda vandallığa dönüştüğü gün… Silahların gölgesinde vitrinler tahrip…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
aynur-dogan · 4 years
Text
İkinci el otomobilde dizel mi benzin mi?
#Benzin, #Dizel, #İkinciEl, #IkinciYeni, #Mazot, #Otomobil, #OtomobilGazetesi Kaynak : https://is.gd/UJpzwU #Otomobil Türkiye’de en çok tartışılan ve hiç eskimeyen bir sorudur, “Dizel mi alsak, benzinli mi”… Bu sorunun doğru yanıtını bulmak için sadece mazot ve benzin fiyatlarına bakmak yeterli değil.
Tumblr media
1 note · View note
otosafari · 5 years
Photo
Tumblr media
Elektrikli araçlar maliyet makasını kapatıyor
Küresel filo kiralama şirketlerinden LeasePlan, 2019’a ait Araç Maliyet Endeksi’ni açıkladı. 18 Avrupa ülkesindeki araç sahipliği ile kullanım maliyetlerinin kapsamlı analizini içeren rapor, elektrikli araçların rekabet gücünün daha da arttığını ortaya koyuyor.
Rapora göre, Norveç ve Hollanda’da elektrikli araç sahibi olmanın maliyeti dizel veya benzinli bir araca göre daha uygun. Birleşik Krallık ve Danimarka’da ise elektrikli araçlar ile diğer araçlar arasındaki makas her geçen gün daralıyor. Rapora göre, Avrupa’da bir otomobile sahip olma maliyetinin aylık ortalaması 617 avro iken; söz konusu maliyet elektrikli araçlar için 854 avro, dizel araçlar için 612 avro ve benzinli araçlar için 596 avro. Türkiye’de ise dizel yakıtlı bir araca sahip olmanın aylık maliyeti 609 avro.
“Türkiye dizelde 8’inci sırada”
Endeksi değerlendiren LeasePlan Türkiye Genel Müdürü Türkay Oktay, “Avrupa’da elektrikli araçlar ile dizel veya benzinli araçlar arasındaki fiyat farkının daraldığı çok net görülüyor. Bu da elektrikli araçların her geçen yıl daha rekabetçi hale geldiğini ortaya koyuyor. Elektrikli araçların ülkemizde daha ulaşılabilir ve etkin bir alternatif olabilmesi için vergi ve şarj alt yapısı destekleri çok önemli. Türkiye’de henüz elektrikli araç pazarı tam olarak oluşmadığı için bu anlamda bir veri yok. Ülkemizde en büyük payı dizel yakıtlı araçlar oluşturuyor. Türkiye, dizel yakıtlı bir araca sahip olma maliyeti açısından endekse katılan ülkeler arasında İsviçre’nin hemen ardından 8’inci sırada yer alıyor. Ülkemizde dizel yakıtlı bir araca sahip olmanın aylık maliyeti ise 609 Euro yani ortalama 3800 TL’yi buluyor” açıklamasını yaptı.
“Kuzey Avrupa’da maliyetler düşüyor”
Konuyla ilgili değerlendirmelerde bulunan LeasePlan CEO'su Tex Gunning ise “Endeksimiz, özellikle devlet teşviklerinin olumlu etki yarattığı Kuzey Avrupa’da olmak üzere elektrikli araçların artık çok daha uygun maliyetli hale geldiğini göstermektedir. Diğer ülkelerde maliyet farkının kapandığını görmek memnuniyet verici olmakla birlikte, halihazırda herkesin elektrikli araç kullanabilmesini sağlamak için yapılması gereken çok şey var. Avrupa genelinde devletlerin ileriye dönük adım atması ve uzun vadeli çevreci girişimler ile elektrikli araçların tüm sürücüler için yaygın seçenek olmasını sağlayacak altyapı projelerini hayata geçirmesi gerekmektedir” dedi.
En ucuz araçlar Yunanistan ve Birleşik Krallık’ta
LeasePlan Araç Maliyet Endeksi’ne göre, fosil yakıtlı araç kullanmanın maliyetinin en yüksek olduğu ülkelerin başında Hollanda ve Norveç geliyor. Hollanda’da dizel bir araca sahip olmanın aylık ortalama maliyeti 937 avro iken, benzinli araç maliyeti 783 avro, elektrikli araç maliyeti 872 avro. Norveç’te ise dizel bir araca sahip olmanın aylık ortalama maliyeti 821 avro iken, benzinli bir araca sahip olmanın maliyeti 851 avro, elektrikli araç maliyeti ise 833 avro. Sonuç olarak elektrikli araçlar Hollanda’da dizelden, Norveç’te de benzinli araçtan daha ucuz konumlanıyor. GSYİH dikkate alındığında toplam araç sahipliği maliyetinin en düşük olduğu ülkeler Yunanistan ve Birleşik Krallık iken, en yüksek maliyetlerin Hollanda ve İtalya'da olması dikkat çekiyor. Yunanistan’daki sürücüler yalnızca 410 avro aylık ortalama maliyetle dizel yakıtlı bir araca sahip olabiliyor.
1 note · View note
se-a-ser · 3 years
Text
Bilimsel Gaflar
Etoloji
Çocukluğumuzdan itibaren aptal hayvanların düşünebildiği inancından daha fazla alıştırıldığımız bir ikinci önyargı bulmak imkansız.
René Descartes - Fransız matematikçi ve filozof.
Hayvanlar alet yapamazlar, düşünemezler. Onların duyguları, karakterleri yoktur; sadece içgüdüleriyle hareket ederler. Düşünmek yalnızca insana has özelliktir. Bunun tersini düşünmek katiyen yanlıştır.
(Geçmişte her kesim tarafından yaygın olarak kabul edilen insanmerkezci düşünce)
İcat
Artık yeni hiçbir şey yok . İcat edilebilecek her şey icat edildi.
Charles Duell - Amerikan Patent Dairesi Başkanı, 1899
Telefon
“Çok güzel bir buluşa benziyor ama Tanrı aşkına bunu kim, niye kullanmak istesin ki?”
Rutherford B. Hayes - ABD Başkanı. 1876 yılında ilk telefonu gördükten sonra yaptığı yorum.
"Biraz eğitimli herkes sesin kablolar aracılığıyla bir yerden bir diğer yere aktarılamayacağını bilir. Ve ola ki aktarılsa bile, böyle bir çabanın pratik bir değeri olmayacaktır."
(1865, Boston Post gazetesi editörü)
"Telefon denen bu icadın kullanışlı ve ciddi bir iletişim aracı haline gelebilmesi için birçok olumsuz yönü bulunmaktadır. Bu alet, yapısı gereği bizim için değersizdir."
(1878, Western Union firması)
Nükleer enerji
“Çevreciler boşuna endişeleniyorlar. Bir nükleer enerji istasyonunun bir yıllık atığını, masanızın çekmecesinde bile saklayabilirsiniz.”
Ronald Reagan - 1980. ABD eski başkanı
Otomobil
Geçtiğimiz bir yıl içinde otomobilin yapısını değiştirecek herhangi bir ilerleme kaydedilmediğini göz önüne alırsak, bu buluşun da gelişme ve evrimini tamamladığı sonucuna varabiliriz.
2 Ocak 1909 - Scientific American dergisi
Atlar her zaman kullanılacaktır. Otomobil ise ancak geçici bir moda olabilir.
Henry Ford’un kredi talebi üzerine otomotiv sektörünün geleceği konusunda ekspertiz veren bir banka müdürü 1903
Bu mücadeleden atın galip çıkacağına inanıyorum. Otomobil sadece gelip geçici bir heves olacaktır.
Alman İmparatoru II. Wilhelm 1905 yılında
Sigara
“İnsanların büyük bir çoğunluğu için sigara içmek son derece yararlı ve sağlık açısından faydalı bir şeydir.”
Doktor Ian G.Macdonald - 18 Kasım 1963. Los Angeles’li uzman cerrah
Televizyon
“Hepiniz saçmalıyorsunuz. Tanrı aşkına, bir aktörün ya da aktrisin konuşmalarını duymayı kim ister ki?..”
Henry M. Warner - 1927. Sessiz sinema döneminin film yapımcılarından.
Televizyon en geç altı ay içinde piyasadan silinecektir. İnsanlar her akşam böyle bir kutuya bakmak istemezler.
Daryik F. Zanuck Twentieth Century Fox'un başkanı 1944
Radyo
"Radyo’nun geleceği yok!"
Lord Kelvin (1898, İskoçyalı bilim insanı)
Bilgisayar
“İnsanların evlerinde bilgisayar bulunması da ne demek. Bence hiç kimsenin evine bilgisayar sokmak için herhangi bir geçerli nedeni olamaz.”
DEC şirketi baskanı Ken Olson’un 1977’deki bir açıklamasından
"Dünya piyasalarında bilgisayarlardan en fazla 5 tanesine yer olduğunu düşünüyorum."
(1943, IBM Başkanı Thomas J. Watson)
"Bilgisayarlar gelecekte 1,5 ton ağırlığında olacak."
Popular Mechanics Dergisi (1949)
Uçak
“Uçaklar son derece ilginç oyuncaklar. Ama askeri açıdan beş para etmezler.”
(Mareşal Ferdinand Foch - 1911. Fransız askeri stratejisti ve 1. Dünya Savaşının Fransız komutanlarından)
"Bir makina hiçbir zaman New York'tan Paris'e uçamayacaktır."
(1906, Uçağın mucidi Orville Wright)
"Bilinen cisimlerin hiçbir kombinasyonu, bilinen makinaların hiçbir formu, bilinen kuvvetlerin hiçbir formu, bir araya getirilerek insanı hava içerisinde uzun mesafelerde pratik olarak uçurabilecek bir makina oluşturamayacaktır."
(1800'lerin sonu, ABD Deniz Kuvvetleri Gözlemevi başkanı, astronom Simon Newcomb)
Astronomi
"Dünya Evren'in merkezindedir ve tüm gök cisimleri onun etrafında dönmektedir. Kopernik'in sözleri, şeytanın sözleridir ve yalandır."
(1500'ler, Kopernik yasalarını ortaya koyduğunda, dindar ve insanmerkezci kitle)
"Jüpiter'in uyduları görünmezdir, dolayısıyla Dünya üzerinde bir etkisi olamaz, dolayısıyla varlıkları da gereksizdir ve dolayısıyla, aslında yokturlar."
(1500'lerin sonu, Galileo'nun Jüpiter'in uydularını keşfi üzerine dönemin Aristotalesçi insanları)
"Dünya düzdür ve belirli sınırları vardır. Bilim adamları ne derse desin, bu sınırlar vardır ve aşılmamalıdır."
(1600'lü yıllar, Hristiyan Kilisesi)‎
"Ay'a ulaşmayla ilgili fanteziler kurmaya gerek yok, çünkü Dünya'nın çekim kuvvetini aşmanın bir yolu bulunmuyor."
(1932, Chicago Üniversitesi astronomu Dr. Forest Ray Moulton)
"Bize vaat edilmiş ve verilmiş sınırların dışına çıkıp, uzaya gitmek, haddimizi aşmaktır ve büyük felaketlerle cezalandırılmamızı beraberinde getirecektir."
(1960'lar, Yuri Gagarin'in uzaya çıkarılmasından önce, Hristiyan Kilisesi)
Bilim
"Bu bilim denen şeyden bıktım artık... Geçtiğimiz birkaç senede elde ettiklerimiz için milyonlar harcadık ve artık durdurulmasının vakti geldi."
(1861, Smithsonian Enstitüsü'nün kaynaklarının kesilmesiyle ilgili olarak, Pensilvanya Eyalet Senatörü Simon Cameron)
‎"Artık bilimin bulabileceği bir şey kalmadı, bilim, bu noktada tıkandı. Bulabileceğimiz her şeyi bulduk ve bize artık gerek yok."
Charles Duell (1899, Amerikan Patent Bürosu Başkanı)
"İnsanların evlerinde bilgisayar bulundurmaları için bir neden yok."
Kenneth Olsen (Digital Equipment Corp. Bilgilsayar Şirketi Başkanı - 1977)
İnternet
"İnternet 1996 yılında tamamiyle çökecektir."
(1900'lerin sonları, internetin mucitlerinden Robert Metcalfe)
Fizyoloji
"Louis Pasteur'ün hastalık yapan organizmalar teorisi saçma bir kurgudan ibaret."
(1872, mikroplarla ilgili olarak, Fizyoloji Profesörü Pierre Pachet)
"Karın, göğüs ve beyin, bilge ve insancıl hiçbir cerrahın ulaşamayacağı şekilde, sonsuza kadar kapalı kalacaktır."
(1873, ameliyatlarla ilgili olarak, Kraliçe Victoria'nın cerrahı Sir John Eric Ericson)
Alternatif Akım
"Yüksek gerilimli ve alternatif akım kullanan sistemlerin yaygınlaşmasının ne bilimsel olarak, ne de piyasa açısından imkanı yoktur. Tüm bu sistemler [alternatif akım], sırf bakır tel ve emlak piyasasına darbe vurmak için uygulanmaktadır. (...) Benim şahsi isteğim, alternatif akımın kullanılmasının tamamen yasaklanmasıdır. Alternatif akım gereksizdir ve tehlikelidir. Dolayısıyla yaşama ve mala zarar verecek bu sistemlerin piyasaya sürülmesi arkasında bir neden göremiyorum."
(1889, Thomas Edison)
Fizik
"Atomların parçalanmasından elde edilecek bir enerji kaynağının var olabileceğini uman biri, hayal dünyasında geziniyor demektir."
(1933, Nükleer Santraller ile ilgili olarak, Ernest Rutherford)
"X Işını taramaları bir aldatmacadır!"
(1900, Lord Kelvin)
Denizaltı
"Denizaltıların savaşta ne işe yarayabileceğini anlayamadım. Olsa olsa mürettebatın boğularak ölmesine neden olabilir."
H.G. Wells (Yazar - 1901)
Einstein'nın Teorileri Hakkında
"Einstein'ın güya teorileri olan bu şeyler, basitçe liberal, demokratik saçmalıklarla pislenmiş zihin uydurmalarıdır ve hiçbir Alman bilim insanı tarafından hiçbir şekilde kabul edilemez."
(1940, Dr. Walter Gross)
Mikroçip
"Güzel fakat ne işe yarayacak?"
(IBM'den bir mühendisin bugün tüm elektronik cihazların beyni konumundaki 'mikroçip' için yorumu, 1968)
18 notes · View notes
34-ist-34 · 4 years
Text
Tumblr media
Sanatçı Serdar Ortaç:
- "Ekonomi kötü diyenler var ama herkesin elinde son model cep telefonu, altında araba var. Nankörlük yapmayalım. Ülkemizin değerini bilelim. Başkan Erdoğan ülkemize çok güzel yatırımlar yaptı. Bir geçmiş Türkiye'ye bakın, bir de bugüne. Öyle bir kesim var ki Türkiye'de Başkan Erdoğan ağzıyla kuş tutsa yine de eleştirir. Daha ne yapsın bu ülke için Erdoğan? Öyle büyük ve güzel yatırımlar yaptı ki görmemek imkansız. Hep olumsuza bakmamak gerekiyor. Dolar yükseliyor diye eleştiride bulunanlar, biz kendi SİHA'mızı üretiyoruz, bir de buna baksınlar. Türkiye yıllarca bir tek otomobil bile üretemezken şimdi savunma sanayimizin geldiği noktaya hayranlıkla bakıyorum. Ben Başkan Erdoğan'ı seviyorum. Bugün Erdoğan'ı eleştirenlerin torunları 200 sene sonra onu sevecek ve takdir edecekler. Niye biliyor musunuz? Türkiye'ye bıraktığı eserlerden, ülkemize yaptığı yatırımlardan dolayı... Başkan Erdoğan'ın ve AK Parti'nin icraatlarını beğeniyorum ve her zaman takdir ediyorum. Türk liramızı bile kıymetli hale getirdiler. Sadece değer açısından değil, görünüş açısından bile."
Sabah Gazetesi / 12 Ekim 2020
46 notes · View notes
multecibekes · 3 years
Text
İşte Brüksel’de deşifre edilen suikast timi.
Avrupa’da Kürt kanaat önderlerine yönelik suikast girişimi iddiaları bir kez daha gündemde.
Paris’te üç Kürt kadın aktivistin infaz olayında ismi iddialar arasında sıkça geçen Türkiye’nin Paris Büyükelçisi İsmail Hakkı Musa’nın görevini bırakmasıyla başlayan tartışmalarda bilgiler ortaya çıkıyor.
KONGRA GEL Eşbaşkanı Remzi Kartal ve KCK Yürütme Konseyi Üyesi Zübeyir Aydar’a Brüksel’de suikast hazırlığı kapsamında keşif yaparken deşifre edildiği öne sürülen Zekeriya Çelikbilek’in Türk Cumhurbaşkanlığı Sarayı ve Paris Büyükelçiliği’ndeki fotoğrafları ortaya çıktı.
Fransız gazetesi de “Le Journal du Dimanche”, Türkiye’nin Paris Büyükelçisi İsmail Hakkı Musa’nın görevi bıraktığını duyurmasının hemen ardından diplomatik dokunulmazlığa sahip elçinin faaliyetleri hakkında çarpıcı bir haber yayınladı. Haberde eski büyükelçinin Fransa’daki yasadışı faaliyetleri, MİT bağlantısı ve Sakine Cansız cinayetindeki rolü ve planlandığı iddia edilen diğer suikast girişimleri yer aldı.
Özgür Politika’nın manşetten duyurduğu yeni haber şöyle:
"Brüksel’deki Kürdistan Ulusal Kongresi (KNK) binası önünde Haziran 2017’de Mercedes Classe E marka siyah bir otomobil dolaşıyordu. Bir süreden beridir keşif faaliyetleri yapılıyor, istihbarat toplanıyordu. KNK çevresinde 14 Haziran günü en az üç kez tur atan araç, polis takibindeydi. Aslında Kürt yetkililerin birçok kez şüpheli şahıslar konusundaki uyarısı, Belçika polisi tarafından önce ciddiye alınmamıştı. Teknik ve fiziki takip yapılınca, olayın ciddiyeti anlaşıldı. Araçtakiler KNK çevresinde keşif faaliyeti yaptıktan sonra yakındaki tünele girdi. Peşlerine takılan polis, “aracın hızlı gittiğini” gerekçe göstererek durdurdu. Arabada üç kişi vardı. Polis, araçtakileri indirdi. Yapılan kontrolde şüphelilerin kimlikleri tespit edildi, fotoğrafları çekildi. Polis, rutin bir yol kontrolü izlenimi verdi.
Belçika yargısı ve polisi, suikast teşebbüsüne ilişkin bu soruşturmayı gizli yürütüyor. Dosyaya yakın kaynaklardan alınan bilgilere göre; binlerce sayfalık bir soruşturma dosyası oluşturuldu.
zeker
Araçtaki üç kişiden olan Zekeriya Çelikbilek, eski bir asker. Fransız Journal de Dimanche gazetesi de 14 Mart günü üç kişinin adını deşifre etmişti. Fransız vatandaşı Çelikbilek, araç durdurulduğu sırada 6-7 aydır Paris’in Argenteuil banliyösünde ikamet ediyordu. İkinci kişi Yakup Koç’tu. Üzerinde Türk polisi olduğunu gösteren bir kimlik tespit edilmişti.
ANF’nin elde edilen bilgilere göre Yakup Koç’un kod adı “Albay”. Brüksel’deki “operasyonun” organizatörlüğünü yapıyordu. Üçüncü kişi ise Belçika’da yaşayan 'Kürt kökenli’ Hacı Akkulak.
Soruşturmayı yürütenler, Mercedes’in polis kontrolüne takılmasından iki gün sonra, 16 Haziran’da tehdidin daha da belirginleştiğini fark ediyor. “Türkiye kökenli dört kişinin” Belçika’ya geldiği ve burada bir apartman dairesi kiraladıkları vurgulanıyor. İçlerinden biri keskin nişancı. Hedeflerinde KONGRA GEL Eşbaşkanı Remzi Kartal ve KCK Yürütme Konseyi Üyesi Zübeyir Aydar vardı.
zekeriya
Dosyaya yakın kaynaklardan elde ettiğimiz bilgilere göre; Belçika polisi araç durdurulduktan birkaç ay sonra bir operasyon gerçekleştirdi. Çelikbilek ve Yakup Koç gitmişti. Belçika polisi bunları sorgulamak yerine, casus ağının Belçika ayağını hedef almayı tercih etmişti. Baskınlardan biri Gent’te gerçekleşti. Necati Demiroğulları isimli Sakaryalı olduğu tahmin edilen bir Türk ile Akkulak’ın evleri arandı, birçok materyale el konuldu.
Bu operasyona götüren süreç, Akkulak’ın itiraflarında gizli. Akkulak, kendisine yapılan muhbirlik teklifini kabul ettikten sonra olayın suikasta kadar vardığını anlayınca hem Kürt kurumlarını hem de Belçika polisini durumdan haberdar etti. Akkulak’ı Türk suikast timine yönlendiren kişinin Necati Demiroğulları olduğu öğrenildi. Polis tarafından evine baskın yapılan Demiroğulları da bildiklerini itiraf etti. Demiroğulları’nın Yakup Koç’un damadı olduğu ve materyal destek sağladığı öğrenildi.
Her ikisinin itirafları, suikastçı timinin özellikle Paris’teki Türk Büyükelçiliği ile yakın ilişkileri olduğunu gösteriyor. Hatta Çelikbilek’in, Hacı Akkulak’a, özel bir görüşme sırasında Paris’te üç Kürt kadın devrimcinin katledilmesinde de rol oynadığını söylediği belirtiliyor. Zaten Belçika’daki bu soruşturma, Paris Katliamı’na ilişkin yeni bir soruşturma açılmasına önemli katkı sağlamıştı. Mayıs 2019’da Paris savcılığının yeniden başlatmaya karar verdiği soruşturmada, katliamın emrini verenler ve suç ortakları hedefleniyor. Üç kadın devrimcinin aile avukatları katliamla bağlantılı Avrupa’daki geniş ve halen aktif olduğu düşünülen bir ağ olduğunu belirtiyor.
zekeriya
ANF’nin elde ettiği fotoğraflar, Belçika’daki suikast timini deşifre ederken, bağlantılarını da açık bir şekilde ortaya koyuyor. Özellikle Çelikbilek’in hem Türk Cumhurbaşkanlığı hem de Türk Büyükelçiliği ile ilişkileri göze çarpıyor. Fotoğraflardan biri, Çelikbilek ile Türk Büyükelçi İsmail Hakkı Musa arasındaki yakın bağa işaret ediyor. Bu karede kimliklerini tespit edemediğimiz iki kişi daha var. Fotoğraflar arasında Büyükelçilik içerisinde çekilmiş iki kare var. Biri, basın açıklaması yapılan masada çekilmiş. Çelikbilek, bir diğer fotoğrafta Türk Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Beştepe’deki sarayının bahçesinde görülüyor. Üzerinde koyu mavi bir takım elbise var. Başka bir fotoğrafta başındaki komando beresi dikkat çekiyor.
Yakup Koç’a ait fotoğraflar, 2008 ve 2011 yılları arasına ait. Biri Bratislava yolunda çekilmiş, diğeri Fransa’nın ünlü Mont Saint-Michel adasında çekilmiş. Birçok mekânda “turist” kılığında çekilmiş fotoğraflar dikkat çekiyor.
Bu fotoğraflar suikast timinin Saray ve Türk Büyükelçiliği ile bağlarını açık bir şekilde ortaya koyuyor.
zekeriya
Belçika’da yürütülen soruşturma dosyasında da bu casus ve suikast ağının Avrupa’daki “eylemlerinin İsmail Hakkı Musa tarafından koordine edildiğine” işaret ediliyor. İsmail Hakkı Musa, üzerindeki şüphelerin daha da güçlendiği bir dönemde, görev süresinin dolduğu açıkladı. Yerine Türkiye’nin Tunus Büyükelçisi geçecek.
PKK kurucularından Sakine Cansız, KNK Paris temsilcisi Fidan Doğan ve Kürt gençlik hareketi üyesi Leyla Şaylemez’in, 9 Şubat 2013’te katledilmesinin ardından tüm izler Ankara’yı işaret ediyordu. Yürütülen soruşturma, ortaya çıkan belgeler, tanıklıklar ve itiraflar, suikastların MİT tarafından organize edildiğine kesinlik kazandırdı. İsmail Hakkı Musa da son birkaç yıldır şüpheliler arasındaydı. Bir dönem MİT Müsteşarlığına vekalet eden ve daha sonra MİT’in iki numaralı ismi olan İsmail Hakkı Musa’nın Paris’e atanması, casus ağları ve suikast teşebbüslerinin yoğunlaştığı bir döneme denk geliyor.
Musa, 1980’li yılların sonlarında Fransa’da üniversite eğitimi görmesi için gönderildi. Sonra da farklı düzeylerde görevler aldı. 1 Kasım 2011’de Brüksel Büyükelçisi olarak atandı, ancak uzun sürmedi. Ekim 2012’de merkeze çekilerek, MİT Müsteşar Yardımcılığına atandı. Brüksel’deki bir yıllık süre içerisinde özellikle Türk camileri, dernekleri, selefiler ve ırkçı oluşum ülkücülerle yoğun temas içerisinde olan İsmail Hakkı Musa, Belçika istihbaratının da dikkatini çekmişti.
Musa, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın seçimlerde aday olmak için istifa etmesi üzerine 10 Şubat 2015’e MİT Müsteşarlığı’na vekaleten atandı. Bu görevini 10 Mart 2015’e kadar devam ettirdi. Musa’nın MİT sorumluluğu yaptığı dönemler ile Brüksel ve Paris’e büyükelçi olarak atandığı dönemler, MİT marifetli ağır suçların işlendiği dönemlere denk geliyor.
Musa, Temmuz 2016’daki devlet içi çatışmadan sadece dört ay sonra Paris’e büyükelçi olarak atandı. Büyükelçi atandığı dönem, aynı zamanda Türk devletinin, camiler dahil birçok alanda istihbarat örgütlemesini güçlendirdiği bir dönemi ifade ediyor. İsmail Hakkı Musa’nın Paris’teki büyükelçiliğe taşınmasından bir ay kadar sonra, Paris Katliamı’nın tetikçisi Ömer Güney’in 17 Aralık 2016’da cezaevinde şüpheli bir şekilde ölmesi de dikkat çekiyor."
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
7 notes · View notes
yener-1 · 4 years
Text
Tumblr media
Sü’lale devri
Kızkardeşi duldu.
İkinci evliliğini 1935 yılında bir işadamıyla yaptı.
Damadın İstanbul'da fabrikası vardı, evlenir evlenmez müteahhitliğe başladı, dikkat çekici hızla zenginleşiyordu, aynı zamanda milletvekiliydi, İş Bankası yönetimine sızmaya çalışıyordu.
Cumhurbaşkanı'nın kulağına tatsız laflar geliyordu.
Yakın çevresinin kendi forsunu kullanarak menfaat sağlamaya çalışması, en sevmediği davranış biçimiydi.
Babasız büyüdükleri için kızkardeşini ömrü boyunca kanatları altında tutmuştu, en zor şartlarda bile maddi/manevi yanında olmuştu, daima korumuş kollamıştı ama, millete karşı hissettiği sorumluluk duygusu, ailesinin bile önündeydi.
Bir akşam sofradayken maliye bakanını hemen yanındaki sandalyeye oturttu, sohbet sırasında bir ara kulağına eğildi, “ne yapıp yap, bizim enişteye iltimas geçilmesine mani ol, benim namıma iş yaptığı zannedilir, kendisinin öyle niyeti olmasa bile öyle zannedilir” dedi.
Lisanı münasiple “defterini dür” demişti!
Çok geçmeden fabrika kapandı.
Eniştenin iflas ettiği duyuldu.
Bir daha asla Çankaya Köşkü'nün kapısından bile giremedi.
Milletvekilliği sona erdi.
Harç bitti yapı paydos, boşandılar.
Kardeşine bile torpil yapmazdı.
Kızkardeşini milletvekili yapabilirdi mesela, yapmadı.
Baba tarafından akrabaları vardı.
Amcasının çocukları İstanbul'da yaşıyordu.
Kuzenlerini çok severdi, onca işinin arasında asla ihmal etmez, hepsiyle yakından ilgilenirdi, herhangi bir ihtiyaçları olursa, kızkardeşi üzerinden haberdar olurdu, kendi cebinden yardımcı olurdu, nişanlarını yaptırdı, düğünlerini yaptırdı.
Hiçbirini milletvekili yapmadı!
Akrabaları da O'na yaraşır bir hayat sürdüler, ne devletten koltuk istediler, ne menfaat talep ettiler, ne de şöhret olmaya çalıştılar.
Son derece mütevazı, sıradan yurttaşlar olarak yaşadılar.
Dördüncü/beşinci kuşaklar da, bugün aynı böyle devam ediyorlar.
Manevi çocuklarını milletvekili yapmadı.
Hatta “siyasete girmeyeceksiniz” diye vasiyeti vardı.
Rahmetli olduktan sonra, tüm partilerden manevi çocuklarına teklif üstüne teklif götürüldü, CHP dahil, her defasında “hayır” cevabı aldılar.
Siyasete asla girmediler.
Manevi kızı evlendi, damat mühendisti, İzmit kağıt fabrikasında çalışıyordu.
Bir gün, kızının da bulunduğu ortamda, fabrikanın müdürüyle karşılaştılar, gayet açık şekilde tembih etti, “bunlar benim evlatlarımdır, lakin iş neyi icab ediyorsa, her zaman öyle davranınız, sakın benim evlatlarımdır diye düşünmeyiniz” dedi.
Ayrıcalık tanınmasına izin vermedi.
Her mühendis nasıl çalışıyorsa, damat da öyle çalıştı.
Bir akşamüstü, Çankaya Köşkü'nün penceresinden bakarken, manevi kızının otomobile binip gittiğini gördü. Yaverini çağırdı. “Derhal peşinden gidip buraya getirin” dedi. Getirdiler. Karşısına aldı… “Sen benim kızımsın ama, bu arabalar babanızın malı değildir, millete aittir, her aklına esen buradan araba alıp gidemez” diye azarladı.
Makamı mevkiyi boşver, millete ait otomobili bile çocuklarına vermedi.
Erkek kardeşi yoktu.
Ama, kardeşten öte arkadaşı vardı, Nuri.
Çocukluk arkadaşı, mahalle, okul, silah arkadaşıydı.
Annesi ve eşinden başka “Kemal” diye hitap edebilen tek kişiydi.
Can yoldaşıydı, sırdaşıydı.
Nuri'siz sofraya oturmazdı.
Sadece Nuri'nin nazını çekerdi.
Sadece Nuri'nin sesini yükseltme imtiyazı vardı, zaten davudiydi, gümbür gümbür bağırırdı, çok kafası bozulduğunda masaya yumruğunu vura vura konuşurdu.
Hareket ordusu, Trablusgarp, Çanakkale, Muş cephesi, Kurtuluş Savaşı… O nerede, Nuri oradaydı. Cephede göğsüne şarapnel parçası isabet ettiğinde bile hemen yanındaydı, kan lekesini görünce “vuruldun Kemal” diye telaşlanan bile Nuri'ydi.
Paşa olabilirdi.
Bakan olabilirdi.
Başbakan olabilirdi.
Tbmm başkanı olabilirdi.
İstemedi.
Teklif bile etmedi.
Arkadaş kalmayı tercih etti.
Arkadaşlığını asla suistimal etmedi.
İnsanız, eminim içinden istemiştir ama, alacağı cevabı biliyordu.
Herkesten fazla hakkı bile olsa, “laf olur, bize yakışmaz” diyeceğini biliyordu.
Bugün 10 Kasım.
Ve, her 10 Kasım, aslında bir vesile.
Koskoca devletin damatlarla eniştelerle, kayınpederle dünürle yönetilmesinin ne kadar yanlış olduğunu hatırlamamız için bir vesile.
Akraba-i taallukat zihniyetinin, demokrasiye ne kadar ters, ne kadar zararlı olduğunu bir kez daha görmemiz için vesile.
Türkiye Cumhuriyeti'nin “aile şirketi”ne dönüşmesine gözyuman, lale devrinden ibret almayıp “sü'lale devri”nin açılmasına sebep olan Türk milletinin, şapkasını önüne koyup düşünmesi için bir vesile.
Yılmaz ÖZDİL
SÖZCÜ Gazetesi
3 notes · View notes
yusufserkan · 5 years
Text
Büyük ve asil Türk milleti! Anadolu'nun kurtuluş zaferini tebrik ederken, sana İzmir'den, Bursa'dan, Akdeniz ufuklarından ordularının selamını da takdim ediyorum.” (Atatürk, 12 Eylül 1922)
Bugün 9 Eylül… Güzel İzmir'in, 97 yıl önce, 3 yıl 4 ay 24 gün süren işgal karanlığından kurtarılıp yeniden vatan yapıldığı gün… 26 Ağustos'ta Afyon Kocatepe'de başlayan Büyük Taarruz'un 9 Eylül'de İzmir'in kurtarılmasıyla “kesin zaferle” sonuçlandığı gün bugün…
Peki, ama nasıl oldu? İzmir nasıl kurtuldu?
İşte bugün sizleri 97 yıl geriye götüreceğim; öncesiyle, sonrasıyla gün-gün İzmir'in kurtuluşunu anlatacağım.
AKDENİZ'E DOĞRU
Başkomutan Atatürk'ün, 30 Ağustos 1922'de Dumlupınar'da (Aslıhanlar-Çal-İşören'de) bizzat yönettiği “Başkomutan Meydan Muharebesi” sonrasında Yunan ordusunun kılıç artıkları İzmir'e doğru kaçmaya başladılar.
Ağır kayıplara uğrayan Yunan ordusu yine de geride toplanmayı başarabilir, böylece 8-10 tümenlik hiç de azımsanmayacak bir güç oluşturabilirdi. Bu nedenle Başkomutan Atatürk, 1 Eylül'de TBMM Ordularına “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri” emrini verdi. Böylece 9 Eylül'de İzmir'in kurtarılmayasıyla bitecek 400 km'lik büyük takip başladı.
18 Eylül 1922 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesi… Manşette şöyle yazıyor: “Gazi Baş Kumandanımızın Millete Beyannamesi… Küstah düşmanın muharebe meydanına gelmek cesaretinde bulunan ordu kumandanlarıyla, kumanda heyetleri günlerden beri harp esirimiz bulunuyor. Düşmanın esirlerinden başka insan zayiatının yüz binden ne kadar fazla olduğunu tayin etmek müşküldür.” Sol alt köşede altı çizili yerde ise şöyle yazıyor “Büyük necip (asil) Türk milleti! Anadolu'nun halas (kurtuluş) zaferini tebrik ederken sana İzmir'den, Bursa'dan, Akdeniz ufuklarından ordularının selamını da takdim ediyorum. TBMM Reisi Başkumandan Mustafa Kemal”
Atatürk İngilizleri gafil avladı
Milli Mücadele sırasında Türkiye'de İngilizlerin “Kara Cumbo” adlı bir casusluk teşkilatları vardı. Atatürk, Büyük Taarruz öncesinde bu “Kara Cumbo”yu atlatmayı başardı. Akşehir'de futbol maçı izleme bahanesiyle komutanlarla görüştü. “Çankaya'da çay partisi veriyorum” diye gazetelerde haberler yayımlatıp dikkatleri dağıtarak Ankara'dan ayrılıp Batı Cephesi Karargâhı'na vardı. İngiliz “Kara Cumbo” Büyük Taarruz'dan habersizdi. Öyle ki 26 Ağustos'ta başlayan Büyük Taarruz'u İngilizler ancak üç gün sonra, 28 Ağustos'ta öğrenebildiler. Atatürk, Büyük Taarruz'u özellikle hafta sonu tatiline rastlatmıştı. Büyük Taarruz başladığında Londra'da herkes hafta sonu tatilindeydi. (Bilal Şimşir, Sakarya'dan İzmir'e, s. 453-456)
İngilizler öylesine derin uykudaydı ki, olmayacak hayaller görüyorlardı. Örneğin, Büyük Taarruz'un dördüncü gününde, 29 Ağustos'ta, Atina'daki İngiliz Elçisi Mr. Bentinc, Lord Curzon'a gönderdiği “gizli” telgrafta “İngiliz aslanı sayesinde Kral Constantin'le Kraliçe Sophia'nın Ayasofya Kilisesi'nde kısa zamanda Bizans İmparatoru ve İmparatoriçesi'nin tacını giymelerini” sabırsızlıkla beklediğini belirtiyor ve İstanbul'un Yunanistan'a verilmesini istiyordu. (Şimşir, s. 462)
Yunanistan, durumun ciddiyetini ancak 31 Ağustos akşamı fark edebildi. Durum kritikti. Yunan Başkomutanı General Hadjianesti istifa etmişti. Onun yerine atanan Tricopis ise başkomutanlığa getirildiğini -2 gün sonra esir alındığında- Atatürk'ten öğrenecekti.
Atatürk, Lord Corzon'ları, Lloyd George'ları atlatmıştı. İş işten geçmişti. İngiltere şimdi hem İzmir'deki İngilizleri korumanın, hem de İstanbul'da tutunmanın çarelerini arıyordu. Ayrıca Anadolu'dan atılan Yunanların Trakya'dan atılmamalarını istiyordu. Bizans ve İyonya Devleti hayalleri ise sulara gömülmek üzereydi.
2 Eylül'de Yunanistan, İngiltere aracılığıyla mütareke istedi. Ama İngiltere, Yunanistan'ın bu mütareke isteğini Türkiye'ye duyurmayıp tam 5 gün bekletecekti. Atatürk, 10 Eylül'den sonra yapılacak mütareke tekliflerini kabul etmeyeceğini bildirdi.
3 Eylül Pazar günü sabaha karşı saat 3.45'te İstanbul'daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harington, İngiltere Savaş Bakanlığı'na çektiği telgrafta şöyle diyordu: “Yunanların Alaşehir'de tutunabileceklerine hâlâ inanıyorum. (…)  ‘King George' gemisi az önce İzmir'e hareket etti. ‘İron Duke' gemisinin de yollanacağını öğrendim. Böylece İngiliz kolonisinin güvenliği sağlanmış oluyor; destroyerler de Mudanya'ya gidiyorlar. İrtibat subayım Binbaşı Johnston'a, Yunanlara cesaret vermesi için tel çektim. (…) Cephe Kumandanı Tricopis'le irtibat yok…” (Şimşir, s. 484,485)
İngiliz yetkililer, Atatürk karşısında trajikomik bir duruma düşmüş görünüyordu. Harington, kaçan Yunan ordularının Alaşehir'de Mustafa Kemal'in askerlerini durdurabileceğini sanıyordu. “Haber yok” dediği Cephe Komutanı Tricopis'in ise Uşak'ta Atatürk'e esir düştüğünü bilmiyordu.
3 Eylül günü Yunanistan kaynıyordu: Yunan hükümeti düşmek üzereydi. Kral Konstantin'in tahtı sallanıyordu. Yunan veliahtı ise Romanya'da tatildeydi. 7 Eylül'de Yunan hükümeti istifa edecekti.
5 Eylül günü İzmir'deki İngiliz Başkonsolosu Lamb, Londra'ya çektiği telgrafta Türk orduların ele geçirdiği yerleri tek tek sayarak “Türk süvarilerinin Salihli'de oldukları sanılıyor” diyordu. Yunanların İzmir'i terk ettiklerini; İzmir'deki Yunan postanesinin ve Yunan Milli Bankası'nın kapandığını, göçmenlerin şehre hücum ettiğini, şehirde ekmek sıkıntısının başladığını yazıyordu  (Şimşir, s. 499)
5 Eylül'de Harington, İstanbul'dan Londra'ya çektiği telgrafta hâlâ Yunan ordusunun Alaşehir'de tutunacağını umuyordu. 
6 Eylül sabahı Atina, Londra, Paris güne, Yunan Başkomutanı Tricopis'in, Türk Başkomutanı Atatürk'ün elinde esir olduğu haberiyle uyandı.
6 Eylül'de TBMM kürsüsündeki “puşide-i siyah” (siyah örtü) kaldırıldı. Bursa'nın kurtarılacağına inanç tamdı.
7 Eylül günü İngiliz kabinesi Atatürk'e karşı bazı kararlar aldı. Buna göre Kemalistler Çanakkale'yi ve İstanbul'u işgale kalkışırlarsa İngiltere silahla karşı koyacaktı. Boğazlardaki İngiliz Deniz Kuvvetleri artırılacaktı. İzmir'deki İngiliz kolonisi İngiliz Deniz Kuvvetlerince korunup kollanacaktı.
Görüldüğü gibi İngiltere, Yunanistan'ı unutup kendini kurtarmanın derdine düşmüştü.
7 Eylül'de Müttefikler, Yunanistan'ın mütareke teklifini Atatürk'e ilettiler. Atatürk, mütarekeden sonra 15 gün içinde Yunanistan'ın hem savaş esirlerini hem Trakya'yı kayıtsız şartsız Türkiye'ye bırakmasını istedi.
İzmir'in Kurtuluşu
Yunan ordusunun kılıç artıkları “kanlı, zalim bir insan sürüsü” halinde geçtiği yerleri kan ve ateş içinde bırakarak çoluk, çocuk, yaşlı, genç ayrım yapmadan önüne çıkan herkesi katlederek, Türk köylerini, Türk şehirlerini yakarak ilerliyorlardı: Uşak, Eskişehir, Alaşehir, Turgutlu, Ahmetli, Salihli, Manisa alevler içindeydi. Alaşehir'deki 4500 evden 4300'ü yakılmış, şehirdeki 11.500 kişiden 2000'i katledilmişti. (Selahattin Tansel, Mondros'tan Mudanya'ya Kadar, C.IV, s. 170-173).
Bu sırada Mustafa Kemal'in askerleri İzmir'e yaklaşıyor, İzmir'de panik giderek artıyordu.
5 Eylül günü Fransa iki zırhlısını;  “Ernast Renan” ve “Edgar Qinet”i, Amiral Dumesnil kumandasında İzmir'e gönderdi.
7 Eylül sabahı İzmir'deki İngiliz kolonisinin bir kısmı “Mingari” gemisiyle Kıbrıs'a gönderildi. Bir miktar İngiliz askeri İzmir'deki bankaların önünde nöbet tutmaya başladı. Osmanlı Bankası İzmir Şubesi, bankadaki hazineyi İngiliz zırhlısı “İron Duke”a taşıdı. Fransızlar da 200 kadar askeri Fransız Konsolosluğu'nun bahçesine yerleştirdiler. Yunan karargâhı ve sivil memurları İzmir'i terk etmeye başladılar. Yunan Yüksek Komiseri de İngiliz “İron Duke” gemisine sığındı. O sabah İzmir'e çok sayıda Rum göçmen geldi. Yunan hükümeti öncelikle askerleri götürüyor, göçmenleri bekletiyordu. Rıhtım ana baba günüydü.
8 Eylül Cuma günü Müttefikler İzmir'i Türklere teslim etmeye karar verdiler. Yunan yönetimi şehri boşaltıyordu.
Atatürk, 8 Eylül'de I. Ordu Komutanlığı'na gönderdiği bir telgrafta “İzmir'in kayıtsız şartsız teslim alınması mümkün olduğundan temsilcilerin herhangi bir teklifi kabul olunmayacaktır” dedi.
8 Eylül akşamı asker yüklü son iki Yunan savaş gemisi 18.25'te İzmir limanından ayrıldı. İzmir, kurtuldu. Ama Türk orduları henüz şehre girmemişti. Şehirde hiçbir otorite yoktu.  Limanda İngiliz, Fransız, İtalyan gemileri ve amiralleri, şehirde ise bu üç devletin başkonsolosları vardı. Kıyıda 45 bin Rum göçmen birikmişti. Şehir her türlü yağmaya açıktı. Türkler savunmasız durumdaydı. (Şimşir, s. 506-527).
9 Eylül'de ortalık ağarırken 5. Süvari Kolordusu'nun 1. ve 2. Süvari Tümeni Bornova'ya girdi.  Burada karşılarına çıkan Yunan kuvvetlerini geri püskürtüp İzmir'e hareket ettiklerinde Darağacı civarında yerli Rumlar ateşe başladı. Öndeki 8 askerden 4'ü şehit oldu.
Sonra Mustafa Kemal'in askerleri dörtnala İzmir'e aktı. 2. Tümen 4. Alay Komutan Yardımcısı Yüzbaşı Şerafettin Bey komutasındaki süvariler yalın kılıç Kordonboyu'ndan Pasaport iskelesine girdiler. Burada bir Rum'un attığı bombayla yaralanan Şerafettin Bey, yarasına hiç aldırış etmeden alkışlar, gözyaşları arasında atını sürdü. Saat 10.30'da İzmir Hükümet Konağı'nda Türk Bayrağı dalgalanıyordu.
3 yıl 4 ay 24 gün sonra Türk orduları İzmir'e girdi. İzmir, tam 1240 gün Mustafa Kemal'in askerlerini bekledi. Dile kolay! Tam 1240 gün…
“10 Eylül 1922 tarihli Tevhid-i Efkar gazetesi. En üst manşette “Cenab-ı Hakk'a hamd ve şükür olsun: Şanlı ordumuz dün İzmir'i kurtardı” yazıyor.  Ortadaki manşette “Ey kahraman ordu! Bir gaza ettin ki hoşnut eyledin peygamberi” yazıyor. Onun hemen altında “Kahraman ordumuz dün kemali şan ve şerefle İzmir'e girdi…” yazıyor. Askere sarılıp yanaklarından öpen anne görselinin altında kalın puntolarla “Nihayet yetiştin ve beni kurtardın! Var ol yavrum!” yazıyor.
İzmir'deki Atatürk
Atatürk, 5 Eylül'de Eşme'den TBMM'ye bir telgraf çekti. Yunan ordularının kaçarken yakıp yıktıkları yerlerde yardıma muhtaç olanlara dağıtılmak üzere -kendi bıraktığı paradan- 100 bin liranın Batı Cephesi'ne gönderilmesini istedi. (Hindistan Müslümanlarının gönderdiği paradan).
9 Eylül'ü Belkahve'de geçiren Atatürk, 10 Eylül'de bir açık otomobille İzmir'e girdi. Atatürk İzmir'de olağanüstü bir ilgiyle karşılandı. İleri yazarı Celal Nuri, İzmir'de Atatürk'le yaptığı röportajı okurlarına aktarırken şöyle diyordu: “İzmir'de herkes Paşa'nın kartpostal üzerine bir resmini göğsüne asıp dolaşıyor…” (Atatürk'ün Bütün Eserleri, C.13, s. 293)
Atatürk, İzmir limanındaki İngiliz donanmasından rahatsızdı. Limandaki İngiliz donanmasının 24 saat içinde limandan çıkmasını istedi. Falih Rıfkı Atay diyor ki, “24 saat içinde İngiliz donanmasının limandan çıkıp gidişini seyrettik.” (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 380)
18 Eylül'de Fransız Yüksek Komiseri General Pelle İzmir'e gelip Atatürk'le görüştü. Atatürk, Pelle'ye, “Türk orduları hedeflerine ulaşmadan durmayacak, Trakya Türkiye'ye teslim edilmelidir” dedi.
İngiltere pabucun pahalı olduğunu gördü. 20 Eylül'de Paris'te İngiltere, Fransa, İtalya, Atatürk'e ne cevap vereceklerini görüşmeye başladılar. Tam üç gün görüştüler. 23 Eylül'de Müttefikler kararlarını Atatürk'e bildirdiler. Atatürk'ün teklifini kabul ediyorlardı: Meriç'e kadar Trakya'yı Türkiye'ye bırakıyorlardı. (Davıd Walder, Çanakkale Olayı, s. 276-289). 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile Trakya Türkiye'ye teslim edildi. Böylece Edirne de silahsız, savaşsız kurtarıldı.
Atatürk'ün Millete Beyannamesi
12 Eylül'de Atatürk, İzmir'den “Millete Beyanname” adıyla bir bildiri yayımladı.
“Asil Türk milleti! Bu büyük zafer sadece senin eserindir.
Küstah düşmanın, muharebe meydanlarına gelme cesaretini gösteren ordu kumandanları, genelkurmay heyetleri günlerden beri esirimiz bulunuyor. Düşman harp malzemesinin üçte ikisini topraklarımızda bıraktı.
Düşmanın elimizde bulunan esirlerinden başka, insan kaybının 100 binden ne kadar fazla olduğunu belirlemek zordur. Düşmanın tamamen imhasına karşılık, kaybımız, dörtte üçü hafif yaralı olmak üzere 10 bindir.
Büyük ve asil Türk milleti! Anadolu'nun kurtuluş zaferini tebrik ederken, sana İzmir'den, Bursa'dan, Akdeniz ufuklarından ordularının selamını da takdim ediyorum.”  
97 yıl önce “Akdeniz ufuklarından” gönderdiğiniz selamı alıyoruz;  İzmir'i, Bursa'yı, Edirne'yi, İstanbul'u yeniden vatan yapan sizi ve kahraman ordumuzu saygıyla minnetle selamlıyoruz…
1 note · View note
coniwalker · 5 years
Text
Milena Jesenská - Yuvadaki Şeytan /Tribuna Gazetesi 1930 ‘Kriton Dinçmen İmzasıyla
bizlerin bugünkü evliliklerimizin tümünün -veya-, hiç olmazsa çok büyük bir kısmının- mutsuz olduklarının iddia edilmelerinin nedeni nedir ki? sual günceldir ve ciddi kaynaklara göre, koca bir edebiyat bu konu etrafında odaklanmıştır, ciddi olmayan kaynaklara göre de , konu five o'clock tea'lerin dedikodularının merkezini oluşturmaktadır. konu, her yüzü ile, monden gevezeliklerin olduğu kadar felsefe denemelerinin de ilgi odağıdır, biz gazeteciler ise güncel olan bu konu ile ilgilenen ne ilk ne de son kişi olacağız. vurgulamak isterim ki , bu konu beni gerçekten hep şaşırtır. bu durum, evliliklerin mutsuzluklarının nedenini bilmediğimizden kaynaklanmış değildir. benim, esas olarak , kendime hep sormakta olduğum soru, evliliklerin neden mutlu olmalarının gerekliliğidir.
zira, işin esası, budur! iki varlık... iki küçük insan larvası...yalnız, umutsuzluklarla karşı karşıya bırakılmış, kaçışı olmayan bir varoluşun mateminde... ürkütürcesine kocaman ve korkunç dünyamızda iki ufacık insan, sabahın dokuz buçuğunda bir apartman dairesinde kapalı... aynı soyadı, aynı beklenti ve aynı yazgı içinde kapalı iki zavallı... ve, bunların sade ve sade ikisi oldukları için mutlu olmalarını mı beklersiniz?
bana göre mutlu olmaları umudu ile birbirleriyle evlenen iki kişi, en azından bu kararı vermiş oldukları anda dahi mutlu olma şansına sırtlarını çevirmiş durumdalar. evlilikte mutluluğu amaçlamak, iki milyona otomobil ya da asalet ünvanı elde etmeyi amaçlamaktan farklı bir şey değildir. kesin olan tek şey, hesap ile sayıların aşk konularında daima öç almakta olmalarıdır. başka türlü hareket etmelerinin imkansızlığının bilincinde olduklarında, bu iki kişinin evlenmesinde tek neden, her ikisinin de diğerinin yokluğunda yaşamanın imkansız olduğunu görmeleridir. bu, olabilir; en ufak bir romantizm, en ufak bir duygusallık, en ufak trajik bir öğe olmaksızın.... bu, her gün olabilir... aşk veya diğer herhangi başka ne ad verilirse verilsin, bu dünyanın en güçlü ve de en farklı duygusudur. ne var ki , pek çok kişi, yaşamları süresince bundan kaçınır ve de bunu reddeder.
iki kişi, birlikte yaşamaları için evlenirler. evet... bu husus kocaman, olağanüstü bir şeydir; ancak, neden buna mutluluğun da ilave olması beklenir? ama, neden insanlar gerçeği süslerden arındırılmış olarak görmek istemezler? neden yaldızlanmış yalanlar ararlar? neden ne kendilerinin, ne dünyanın, ne doğanın, ne göğün, ne yazgısının ne de yaşamın kendilerine veremeyeceği ve kendilerinin de beklememelerinin gerektiği, gerekeceği bir şeye bağlanırlar? neden gerçeğe, dünyaya ait bir anlaşmaya, mutluluk gibi bir romantik fantezileri de eklemeye çalışırlar? neden karşısındakinden, senin veremeyeceğin şeyi vermesi istenir? neden, ortak yaşam gibi öylesine büyük, öylesine ciddi, öylesine derin bir olaya "mutluluk vermek" gibi zorlamalar da yapılır?
şayet bizler, evlenmeden önce düşünmeye vakit bulamadığımız bazı konuları hesaplayabilirsek... mesela, ortak yaşamın tek yaşamdan kolay değil de, daha güç olduğunu... kolaylıkların tümü yalnız yaşayanlara verilmektedir... nispi bir sorumluluk, özgürlük, aklımıza estiğinde avustralya'ya gidebilmek gibi başınıza buyruk olma... bağlandıktan sonra, size verilmeyen her şeyden vazgeçmeniz gerektiği için de, evlilik çok zordur. ve işte bu nokta, bugünkü evliliklerin özellikle üstüne çarpıp parçalandıkları temel nedendir: insanlar, yetinmek zorunda kalacakları ile vazgeçmeleri gerekecek olanlar arasında doğru-dürüst seçim yapmadan, yahut, başka bir deyimle, vazgeçecekleri hakkında tam bir karar varmadan evlenirler.
karşındakini tanımak kadar güç bir şey yoktur. birisini ilk kez olarak, yarım saatlik bir konuşma sonunda tanıyabilmenize karşılık, aynı kişiyi ikinci kez olarak ancak on yıllık bir beraber yaşamdan sonra tanıyabileceğinizi söylersem, abartmış olmayacağımı zannediyorum. aynı şekilde, evlenmelerinden önce iki kişinin birbirleri hakkında ve her birinin kiminle evlenmekte olduğuna dair bir fikir sahibi olmalarına olanak olmadığı kanaatindeyim. keza karşılarında bulunan bir kimsenin tüm hareketleri, fikirleri, coşkuları ve inançları ve de şüphe ve katiyetlerini bilseler dahi, daha henüz çoraplarını, uykulu gözlerini, sabahları dişlerini fırçalamalarını veya gargara yapmalarını, bir garsona bahşiş bırakma tarzlarını bilmemekteler.
zira, biri bizi derinliklerde aldatabilirse de, yüzeysel alanda hiçbir zaman aldatamaz. aynı şekilde, bir evlilik bin bir beklenti yıkımı tehlikesini beraberinde getirdiği gibi, önceden kabullenmekten başka herhangi bir kurtuluş simidinin bulunmadığı beraber yaşamın doğurduğu bulutları da getirir. beraber yaşama, aşk adına, karşısındakinin içsel değişikliklerinin yumağında ki her şeyi, milliyetini, politik ve dinsel görüşlerini ve daha bir çok şeyi affetmemizi ister. bu konuda biraz daha ileri gidersek, karşımızdakinin ufak tefek hatalarını da affedelim. karenina'vari bu modern histeriden kendimizi kurtararak hoşgörülü bir gözle bu kanat gibi duran kulaklara, kocaman bağlanmış şu kravata bakalım. herkesin, kendi içinde kendine özgü bir dünyası vardır; o dünya ne kadar kendine özgü ise o kadar tamdır; yetileri ve yetenekleri sayıca ne kadar az ise, onlara o kadar derin ve gerçek anlamda sahiptir; ve şayet tek bir yeteneği varsa, o yeteneği herkes tarafından makbul ve değerli sayılır. ve, sarışın olan birisinden haftada iki gün esmer olmasını istemeyeceğimiz gibi, aynı şekilde boş kafalı bir ukaladan shimmy dansını sevmesini, bir aptaldan kierkegaard'ı anlamasını, bir ressamdan matematik ile ilgilenmesini, melankolik bir kimseden şansonetlere katılmasını, yalnız yaşayan birinden gece toplantılarını tertiplemesini de isteyemeyiz.
işte size; insanların bir türlü anlayamadıkları basitin basiti bir hesap. genelde, kişiliklerinin derinliklerine kadar inseler de, evliliğin esasının, karşılarındakinin, kendini olduğu gibi görme hakkına kadar varan kişiliğine katlanma olduğunu görmezler. zira hesabın sonunda, daima karşısındakinden beklenen bir kendinin olma durumunun kabülü mevcuttur. burada, "buna rağmen"ler söz konusudur. ve, bizleri mutsuz edenler de hep o "buna rağmenler"dir. beni, insanların cinsel, ekonomik, sosyal ya da erotik gereksinimlerini karşılayabilmeleri için beraber yaşadıklarına inandıramazsınız! insanların beraber yaşamalarının tek nedeni, yanlarında birisinin bulunması ihtiyacından başka bir şey değildir; dünyanın bu boşluk ve yalnızlığında , kendilerinin tüm zaaf ve hatalarına rağmen kendilerinin var olmalarını kabul ve tasdik edecek birisinin bulunmasından başka bir şey değildir; cürümden, öç almaktan, kötü düşünceden, adaletten, vicdan azabından kaçabilmeleri için yanlarında bir diğer kişiyi bulundurmak ihtiyacından başka bir şey değildir.
zira, gerçekten, bir ev, bir "yuva"nın "koruma amacı"ndan, dünyaya karşı ve özellikle içsel "ayna"ya karşı "koruma"dan başka herhangi nihai ve kutsal bir amacı olabileceğini düşünebilir misiniz? bir erkeğe bir kadının ve de bir erkeğin bir kadına yapabileceği en büyük lütuf, çocuklara gülümseyerek söylenen bir cümleyi söylemektir; "seni hiç terk etmeyeceğim!" bu söz, "ölüme kadar seni seveceğim" veya "ebediyen sana sadık kalacağım"dan farklı değildir. başkasına karşı namus, gerçeğe bağımlılık, ev, sadakat, karar, dostluk, aidiyet gibi kavramların tümü bu ufak cümlenin içindedir. şu zavallı mutluluğa karşı sürülen, yerine getirilmesi olanaksız vaatlerdir.
kısacası, kanımca, evliliklerimizin böylesine mutsuz olmalarının nedeni işin kolayına kaçmakta olmamızdır. çünkü, tutulmayacağı bilinen ve tutulmayacağı için de bir yıl sonra valizlerin toplamasına neden olacak vaatleri kabul etmemiz kolayımıza gelmektedir. bunun yerine, tutulabilinecek ve dolayısıyla uzun süre tutulacak şeylerin vaadi hem daha kolay, hem daha dürüst olur, diye düşünüyorum. tüm bu hayali derinlikler, ileride rastlanacak ve seviyeli bir davranışı gerektirecek ilk gerçek güçlük karşısında kırılıp bin parçaya ayrılacak iddialardır. neden insanlar, hiçbir zaman bir portakal veya bir menekşe demetini, yeni bir kalemi veya bir kese izmir üzümünü getirip hediye etmeyecek kadar "ilgisiz ve uzak" kalmayacakları vaadinde bulunmazlar ?
neden insanlar, evlenme gecesinin ertesinde ve ondan sonraki sabahlarda sabun ve su kokuları içinde ve doğru-dürüst giyinmiş olarak kahvaltıya ineceklerine dair söz vermezler? neden insanlar, kızgınlıklarını böylesine aşağı-pis-iğrenç davranışlarla göstereceklerine, kızgınlıklarını açık ve hatta darbelerle dahi olsa daha seviyeli bir şekilde gösterecekleri vaadinde bulunmazlar? neden insanlar, diğerine ve onun çıkarlarına kendilerinin sanat tarihi, futbol veya kelebek avına verdiklerinden fazla önem verecekleri vaadinde bulunmazlar? neden insanlar, karşılıklı olarak, birbirlerinin susma özgürlüğüne, yalnız kalma özgürlüğüne, herkesin kendine ait bir odası olma özgürlüğüne saygı gösterecekleri vaadinde bulunmazlar? neden insanlar mutluluk gibi gerçekleşemeyecek laflar peşinde koşacaklarına, yukarıda sözünü ettiğim o hiçbir zaman yerine getirilmeyen, ancak çok önemli olup yerine getirilmesi mümkün olan "ufak-tefek şeyler"in vaadinde bulunmazlar?
evliliğin bir anlamı olması için, mutluluk beklentisinden çok daha geniş ve gerçek bir temel üzerine oturtulması gerek. oh , tanrım! azıcık acı, azıcık ıstırap, azıcık mutsuzluktan neden böylesine korkuyoruz? hiç olmazsa, bir kez, açık bir gecede yıldızlarla bezenmiş bir göğün karşısında, tam bir içtenlikle kendimizi tümüyle vererek beş dakika için oturmayı deneyiniz. veya, vadi ve ovaları gökten bakarcasına seyredeceğiniz birkaç dağa tırmanın. ve, o hallerde, anlayacaksınız ki, mutluluk serabı yerine yaşamın önemini kavrayabilmeniz için tek bir an dahi yeterli olacaktır. mutluluk! sanki, mutluluğu ve mutlu olmayı kendimizden, kendi içimizden başka herhangi bir yerde bulabilirmişiz gibi... sanki, mutlu olma yeteneği yazı yazma, şarkı söyleme veya siyaset yapma yeteneği gibi gerçek bir yetenek değilmiş gibi! bir kişiye arzulamakta olduğu her şeyi veriniz... kendisini aşkla, hediyelerle, ayrıcalıklarla... isteyebileceği kadar her şeyle doldurunuz... ve bunlara rağmen, o gene mutlu olmayacaktır. bir başkasını her tarafını kanatıncaya kadar dövünüz... ve, belki de o kişi yolda taze, nemli, yeşil yapraklarla bezenmiş ve güzelim bir kırmızılıkla dolu bir havuç yığını görüp mutlu olacaktır.
iki yaşam şekli mevcuttur. birisi, sana düşen payı, onu tanımadaki ve de kaybetmede ki imkanlarla imkansızlıkları ve mutluluklarla mutsuzlukları ile dürüstçesine ve cesaretle, tüm cömertliği ve alçakgönüllülüğü ile kabul etmek ise de; diğeri, yazgısını aramak ve elde etmek üzere yola çıkmaktır. ne var ki, bu ikincisinde insanlar sadece güçlerini, zamanlarını, hayal ve umutlarını, içgüdülerini kaybetmekle kalmayıp kendi öz değerlerini de kaybederler, fakirleşirler... bunların gelecekleri, daima dünlerinden kötü olacaktır.
5 notes · View notes
turkishplayer-blog1 · 6 years
Text
Uğur Mumcu ' yu kim öldürdü???
Türkiye’de “Laiklik”, “Cumhuriyet”, ‘“Hukuk”, “İnsan Hakları”, “Devlet”, “İlericilik” ve “Demokrasi” kavramlarından söz açıldığında adı akla gelen ilk isimlerden biriydi. Kendisi gibi yakınları ve çevresindeki arkadaşları da onun bir gün yatağında huzur içinde ölmeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Ancak bütün Türkiye’yi ayağa kaldıran bomba, çok erken patlamıştı. Karanlık mihrakların korkulu rüyası “Sakıncalı Piyade” Uğur Mumcu’nun daha yazacak, çizecek o kadar çok şeyi vardı ki! Aşırı dinci kesimlerden, devlet içindeki hesaplaşmalara, PKK ile MİT arasındaki ilişkiden, kontrgerillaya, Rabıta’dan Kara Ses Kaplan Hoca’ya, İpekçi cinayetinden, silah ve uyuşturucu kaçakçılığına kadar uzanan geniş bir yelpazeydi bundan sonra da okuyacaklarımız…
Uğur Mumcu’yu kimler ve neden öldürdü? Amaçları neydi? Ne istiyorlardı? Birçok değerli aydınımızın yaşamını yitirdiği bu suikastlerin arkasında ne vardı? Bomba nasıl kondu? 50 metre ötedeki polisler neden uyuyorlardı? Failler neredeydi? Ve neden hâlâ siyasetçiler her suikastin ardından temcit pilavı gibi “bekleyin yakında açıklayacağız” diyorlar?
Ülkemizde her olayda olduğu gibi senaryolar hemen hazırdı.  Çeşitli iddialar ortaya ve soruların yanıtları aranıyordu. Uğur Mumcu suikasti öncesi İstanbul polisi, tesadüfen bir örgütün kullandığı Erenköy’deki otoparkı izlemeye alıyordu. Çok sayıda çalıntı otomobilin olduğu parktan, araçlardan biriyle çıkış yapan üç kişi yakalanıyordu. Soruşturmada, bu lüks otomobillerin İran’a gönderilmek üzere hazırlandığı, daha önce de İran’a çalıntı otomobil sevkedildiği belirleniyordu. Polis, üç kişinin sorgusunu sürdürürken, olayın boyutları Hizbullah örgütüne kadar uzanmıştı. Soruşturma geliştikçe Turan Dursun cinayetinde kullanılan silah, Çetin Emeç cinayetinde kullanılan kar maskeleri gibi önemli ipuçları elde ediliyordu. Ve 23 Ocak Cumartesi günü Hizbullah örgütünün kuryesi olduğu öne sürülen bir kişi İstanbul’da yakalanıyordu… Ancak, bu kişilerin Uğur Mumcu cinayetinden sonra yapılan soruşturmada suikastle ilgilerinin bulunup bulunmadığı bir türlü kesinlik kazanamıyordu.
Türkiye’yi Sarsan Suikast
23 Ocak günü, Cumhuriyet gazetesindeki yayın kurulu toplantısına katılmak üzere İstanbul’da bulunan Uğur Mumcu, Ankara’ya ailesinin yanına dönüyordu. Üç gündür hiç kullanmadığı Renault 12 marka otomobili evinin biraz ötesinde park ettiği yerde duruyordu. Daha önceden aldığı tehditler nedeniyle, arabasını hep güvenli olduğunu düşündüğü Tunus Büyükelçiliği’nin yanına bırakırdı. Ne var ki, arabasını son kez park etmek isteğinde her zaman bıraktığı yerin dolu olduğunu görmüş ve arabasını evinin yanına park etmek zorunda kalmıştı. Geceyi eşi Güldal, kızı Özge ve oğlu Özgür’le birlikte geçirmişti. Ertesi gün öğleye doğru, ailece bir hasta ziyaretine gideceklerdi.
Uğur Mumcu, 24 Ocak Pazar günü saat 13.15 sıralarında, Ankara Gaziosmanpaşa Karlı Sokak’taki evinden dışarıya çıktığında hava çok soğuk ve yerde kar vardı. Her zamanki gibi eşine beklemesini söylemiş, önce arabasına kendisi tek başına binmek istemişti… Polisin kanısına göre Mumcu, arabasının kapısını açtıktan sonra şoför koltuğuna oturduğu anda, daha kontak çevrilmeden Türkiye’yi sarsan patlama oluyordu. Ancak, olayın ardından konuşan bazı yetkililer, Uğur Mumcu’nun solak olduğunu ve sol eliyle otomobilinin kapısını açmaya çalıştığı sırada büyük bir patlamanın meydana geldiğini belirtiyorlardı. Çünkü ilk otopsi raporlarına göre Mumcu’nun vücudunun sol tarafının olduğu gibi parçalandığı ifade ediliyordu. Yetkililer bunun nedenini, bombanın motor bölümüne konmasına bağlıyorlardı. Bir de aracın kapı anahtarı eğrilmiş olarak bulunuyordu. Gerçek olan bir şey vardı ki, o da adeta yok edilmek istenen vücudunun dört metre yükseklikteki parmaklıkları aşarak yandaki boş arsaya düşmesiydi…
Uğur Mumcu suikastinin haberi, Karlı Sokak’tan yıldırım hızıyla bütün Türkiye’ye yayılıyordu. Ama yayılan sadece haber değildi, milyonların yüreğini dağlayan bir kordu!
Yine İslamcı Bir Örgüt mü Yoksa?
Patlamanın hemen ardından Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Özgen Acar’ı arayan bir kişi, cinayeti “İslami Kurtuluş Örgütü” adına üstleniyordu. Aradan birkaç saat geçtikten sonra da İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi (İBDA-C) adına aradığını söyleyen bir kişi, cinayeti kendilerinin üstlendiklerini belirtiyordu. Saldırıyı başka üstlenen olmuyordu.
Mumcu’nun otomobilinin altına konan tahrip gücü yüksek bomba uzmanlardan kimine göre Amerikan, kimime göre Çek yapımı C-4 tipi ve içinde RDX maddesi bulunan plastik bir bombaydı. Büyük bir ustalıkla arabaya monte edilmişti. Biraz ötedeki Tunus Büyükelçiliği önündeki bir polis kulübesi ve yine aynı mesafedeki bir başka polis noktasında bulunan memurlar saldırganlar için hiç de caydırıcı olmamıştı.
Bu arada, İstanbul’da Hizbullahçılarla ilgili soruşturmayı sürdüren polis, gözaltı sayısını 15’e yükseltiyor ve Uğur Mumcu’nun otomobiline yerleştirilen bombayı İstanbul’dan Ankara’ya götürdüğü öne sürülen kuryenin ifadesinden yararlanarak bombayı teslim ettiği adrese yapıyordu. Ancak, burası bir devlet memurunun evi çıkıyor ve dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin adresin yanlış çıktığını açıklıyordu.
Saldırıyı İslamcı örgütlerin üstlenmesi ve cinayetin bu örgütlerden biri tarafından işlendiği olasılığının önem kazanması, gözleri Türkiye’de cirit atan dış kaynaklı irticai örgütlere çeviriyordu.
Türk istihbarat örgütlerinin topladıkları bilgilere göre, ülkemizde yuvalanan bu örgütlerden büyük çoğunluğunun kuruluşu ve merkezleri İran’da bulunuyordu. İslami Cihat, İslam Kurtuluş Ordusu, Hizbullah, İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi, Hizb-i İslami Kürdistan ve daha nicesinin İran tarafından desteklendiğini bilmeyen yoktu.
Suikasti İslam Kurtuluş Örgütü’nün üstlenmesine karşın, Türkiye’de hemen hemen herkesin kafasında “Hizbullah örgütü olabilir mi?” sorusu yer alıyordu. Hizbullah’ın Türkiye’deki konumunu daha birkaç gün önce yazdığı yazısında bu Uğur Mumcu da sormuştu:
Kürt Hizbullah’ı özellikle son bir yıldır PKK’ya karşı saldırılar düzenliyor.  Bu saldırılar devlet içindeki örgütler, örneğin Kontrgerilla olarak bilinen eski adı Özel Harp Dairesi tarafından destekleniyor mu? Bazı devlet görevlileri ile bu tür örgütler arasında hiyerarşik düzen içinde ve emir-komuta ile değil, 12 Eylül öncesinde kanıtlandığı gibi bireysel ilişkiler de kurulabilir.
Kontrgerillanın varlığı devlet katında hep yadsınsa da yaşananlar, gözlenenler ve ifşaatlar aksini ortaya koyuyordu. Ayrıca, Uğur Mumcu’nun araştırdığı hemen hemen her haberin ve olayın altında, kontrgerillanın parmağı çıkmamış mıydı?
Mumcu Apo’nun MİT Ajanı Olduğunu mu Çözmüştü?
Cinayetin ardından görüşlerini ve düşüncelerini ortaya dökenler arasında eski MİT’çiler de bulunuyordu. Başta Mehmet Eymür, Mahir Kaynak ve Yılmaz Doğrusöz yaptıkları açıklamalarda şu ortak noktada birleşiyorlardı: “Uğur Mumcu’nun ölümü ABD’nin düzenlediği, düzenlettiği ya da en azından göz yumduğu bir operasyondur. Mumcunun PKK-MİT ilişkisini ortaya çıkardıktan sonra böyle bir uyarıya gerek duymuş olabilir.”
Mumcu, her ne kadar laikliğin savunulması amacıyla aşırı dinci gruplara yüklenmiş olsa da, PKK-MİT araştırmalarıyla Kuzey Irak’taki örgütlerin içyüzüne ilişkin ortaya çıkardıklarıyla hedef olduğu da bir gerçekti. Çünkü Mumcu’nun ölümünden önceki son çalışmalarının PKK-MİT ilişkisi üzerine yoğunlaştığını yakın çevresi çok iyi biliyor ayrıca, bu ilişkide bazı isimleri de ortaya çıkardığı anlaşılıyordu. Uğur Mumcu’nun kızı Özge Mumcu’nun söyledikleri de bu durumu teyit eder nitelikte: “Yıllar geçtikçe babamın gerçeğe ne kadar yaklaştığını anladım. Muhtemelen Apo’nun MİT ajanı olduğuna dair bir belgenin izine ulaşmıştı. Bu belgeyi aradığını da biliyordum. Üzerine hiç gidilmedi. Kısa süre sonra suikast meydana geldi.”
Araştırmacı yazar Yalçın Küçük, Uğur Mumcu’nun üzerinde çalıştığı PKK-MİT ilişkisi konusunda ilginç açıklamalar yapıyordu. Küçük, bir süre önce Abdullah Öcalan’la videoya kaydedilen bir röportaj yapmış ancak, polisin bir araması sırasında bulunan bu bant yayınlanmak üzere TRT’ye verilmişti. Öcalan’ın Kürtlere ağır eleştiriler getirdiği bu röportaj propaganda amacıyla TRT tarafından TV’de defalarca gösterilmişti. Küçük, bu röportajı yaptıktan sonra Türkiye’ye dönüşünde Uğur Mumcu’nun kendisini arayarak, “Apo bana kızgın mı” diye sorduğunu”, “En ufak bir kızgınlık yok” dediğini açıklıyordu. Küçük, “Mumcunun bana anlattıkları, Apo’nun MİT’ten olabileceği kuşkusunu uyandırmıştı” diyordu.
Uğur Mumcu cinayetini çözmeye yarayacak en önemli ipuçlarından birkaçının telefon kayıtları olabileceği ortaya çıkıyordu. Saldırıyı üstlenmek için Cumhuriyet Gazetesi Yayın Yönetmeni Özgen Acar’ı arayan kişinin İstanbul’dan telefon açtığı belirleniyordu. Polis, Karlı Sokak’taki patlamanın gerçekleştiği anda olayı izleyen örgütten bir kişinin İstanbul’a telefon açarak haber verdiği olasılığından yola çıkıyordu. Çünkü Uğur Mumcu suikastini İslami Kurtuluş Örgütü adına üstlendiğini söyleyen kişi saat 13.45 sıralarında yani saldırıdan çok kısa süre sonra üstlenmişti. Polis bile daha saldırının kime karşı işlendiğini belirleyemezken İstanbul’dan bir kişinin cinayeti üstlenmesi çok şaşırtıcıydı. Bu önemli ipucu üzerine polis, Mumcu’nun evinin çevresindeki telefon abonelerinin şehirlerarası kayıtlarını Kavaklıdere Telefon Müdürlüğü’nde incelemeye alıyordu. Ne var ki bu incelemelerden de bir sonuç çıkmayacaktı.
Polis araştırmalarını sürdürürken Uğur Mumcu cinayetiyle ilgili olasılıklar hemen her kesimde tartışılır olmuştu. İran kaynaklı terör örgütlerinden, mafyaya, MİT’ten kontrgerillaya, PKK ve APO’dan ClA’ya kadar pek çok konuda araştırmalar yapan Uğur Mumcu’nun düşmanı çoktu. Öyle ki MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas, Mumcu’ya “Öldürülmekten korkmuyor musun?” diye sormuş, hemen ardından dönemin İsrail büyükelçisi aynı soruyu sorunca Uğur Mumcu yaşadığı tedirginliği eşine anlatmıştı. Bu nedenle Uğur Mumcu’yu “kim”, “hangi güçler” ve “neden” öldürdü soruları kafalarda art arda sıralanıyordu. Bomba Uğur Mumcunun arabasına ne zaman kondu? Mumcu’nun o gün bir hasta ziyaretine gideceği önceden biliniyor muydu? Biliniyorsa teröristler bunu nasıl ve ne yolla haber almışlardı?
Uğur Mumcu cinayetini gazetelere telefon ederek üstlenen iki farklı örgüt vardı. Bu örgütlerin İran kaynaklı olduğuna inandırmak için yapılan bir şaşırtmaca mıydı? Uğur Mumcu cinayetinde ABD’nin haberi ya da parmağı var mıydı? Zira 27 Şubat 1997 tarihli Meclis Komisyonu ifadesinde Ankara Emniyeti İstihbarat Müdürü Abdurrahman Toykar, “bu bombayı monte etme esnasında patlama riskinin çok yüksek olduğunu” söyleyerek uzmanlık gerektirdiğini belirtiyordu. Emniyet istihbaratına göre “Türk taşeron kullanılmış olsaydı, bu kişi bombayı yerleştirirken telef olurdu.”
Uğur Mumcu’nun bu denli güçlü bir patlayıcıyla hiçbir yaşama olasılığı bırakmayacak şekilde adeta “yokedilmesi” onun yaptığı ve yapacağı araştırmalardan ne denli korkulduğunun aslında açık kanıtıydı. Mumcu’nun öldürülmesi birçok çıkar odağının işine yarayacaktı.
Artık ondan bize kalan yapıtlarla yetinmek zorundayız. Umarız, siyasi cinayetlerle oynanmak istenen oyun başarılı olmaz. Başarılı olmaması için de daha Mumcu’nun kanı kurumadan “kanları yerde kalan” yakın tarihimiz siyasi cinayetlerine kurban giden değerli insanlarımızın karanlık dosyalarını sergileyerek yöneticilerimize şu soruyu soralım:
Bu siyasi cinayetlerin failleri kimler ve verilen namus sözleri ne zaman tutulacak?
Tumblr media
2 notes · View notes
aydinrehberi · 2 years
Text
Son bir yılda yaşanan ekonomik düşünceleri aşabilmek için otobüs firmalarının kendi içlerinde dayanıştığını lakin artık bu dayanışmanın bile kar etmediğini açıklayan Otobüs İşletme Sahipleri Derneği (OİSD) Lideri Ayhan Kara, "Bu kesim çökerse enkazın altı... Son bir yılda yaşanan ekonomik problemleri aşabilmek için otobüs firmalarının kendi içlerinde dayanıştığını ancak artık bu dayanışmanın bile kar etmediğini açıklayan Otobüs İşletme Sahipleri Derneği (OİSD) Lideri Ayhan Kara, "Bu dal çökerse enkazın altında pek çok dalın de kalacağını" söyleyerek emellerinin tehdit etmek olmadığını lakin bir durum tespiti yaptıklarını söyledi.'TEHDİT ETMİYORUZ BÖLÜM ÇEKERSE HERKES ALTINDA KALIR'Bilet satışlarının akaryakıt artırımlarından ötürü gelen ek yükü bile karşılayamadığını söyleyen Otobüs İşletme Sahipleri Derneği (OİSD) Lideri Ayhan Kara, 150 milyon yolcu kapasitesi olan otobüs işletmelerinin sıkıntı durumda olduğunu ve bu daldan yüzbinlerce kişinin ekmek yediğini söyleyerek "Eğer bu kesim çökerse yan sanayi, Türkiye genelindeki tüm otogarlar, otomobil boyacıları, sürücüler, muavinlerde enkazın altında kalır." dedi. Ayhan Kara bu kelamlarının yanlış anlaşılmaması gerektiğini de belirterek yalnızca durum tespiti yaptığını tabir etti. 'OTOBÜSLERİN TAMİR BAKIMLARINI BİLE YAPTIRAMIYORUZ'Türkiye'nin her kentine yolcu taşıyan yüzbinlerce çalışana iş imkanı sağlayan 88 otobüs firmasının üye olduğu Otobüs İşletme Sahipleri Derneği (OİSD) Lideri Ayhan Kara yaşanan ekonomik istikrarsızlığın artık sürdürülebilir olmadığını söyledi. Akaryakıt artırımları nedeniyle sıkıntı günler yaşayan otobüs firmalarının aryık otobüslerin bakım ve tamirini bile yaptırmakta zorlandığını, yüksek KDV nedeniyle de ayrıyeten problemler yaşadıklarını açıkladı. Ayhan Kara artık otobüs firmalarının sefer kısma , filolarını küçültme , sarfiyatları kısma ve ya işçi çıkararak tasarruf yapmaya çalıştıklarını lakin artık bunun bile işe yaramadığını söyledi. Ayhan Kara artık son deva olarak kontak kapatacaklarını söz etti.AKARYAKIT FİYATLARINA BU AKŞAM DA ARTIRIM BEKLENİYORBaşta otobüs firmaları olmak üzere tüm kesimleri etkileyen akaryakıt artırımları bu gece de devam edecek. Dünya gazetesi müellifi Alkent aydın haberlerittin Aktaş toplumsal internet hesabından yaptığı paylaşımda 2 lira 18 kuruş LPG'de ise 55 kuruş artırım beklediklerini açıklarken, CHP milletvekili Burhanettin Bulut ise toplumsal internet hesabından akaryakıtın litre fiyatına 1 lira 45 kuruş artırım geleceğini paylaştı. ayrıyeten gazeteci Ünsal Ünlü 'de bu gece akaryakıta 3 lira artırım beklediğini açıklamıştı. Akaryakıta ve ya LPG'ye gelecek yeni artırımların bu gece yarısından itibaren pompaya yansıyacağı belirtildi. https://rehberaydin.com/memlekete-yuruyerek-mi-gidecegiz-akaryakit-zamlari-onlari-da-vurdu-88-firma-kontak-kapiyor/?_unique_id=62a342024e4a9
0 notes
aynur-dogan · 4 years
Text
Ford'dan Frankfurt çıkartması
#Ford, #Frankfurt, #Mustang, #OtomobilGazetesi, #Ranger, #Tourneo Kaynak : https://is.gd/kJXYmD #Otomobil Ford, Yeni Mustang, Ecosport, Tourneo Custom ve Ranger Black Edition modellerini, Frankfurt Motor Show 2017’de görücüye çıkarıyor.
0 notes
otosafari · 5 years
Photo
Tumblr media
Elektrikli Mini 10 yıl sonra tekrar sahnede
2009’da ilk nesli üretilen, özellikle ABD’de kiralama sektöründe popüler olan Mini’nin elektrikli modeli 10 yıl sonra tekrar sahneye çıktı. 2017’de Frankfurt Otomobil Fuarı’nda tanıtılan ve BMW’nin Münih’teki merkez mağazasında sergilenen prototipin temel tasarım detaylarını koruyan elektrikli model 2020’den itibaren satışa sunulacak. Ön panel ve ayna kapaklarının tasarımı ile farklılaştırılan modelde sürtünme etkisinin azaltılması amacıyla jant ve gövde bileşenlerinde de temel farklılıklar görülüyor.    
Teknolojisini büyük ölçüde BMW’nin i3s modelinden alan 135 kw/184 beygir gücündeki elektrikli Mini’de 270 Nm tork üreten bir elektrik motoru bulunuyor. i3s’in aksine elektrik motoru bu otomobilde ise ön aksa güç veriyor ve araç geleneksel önden çekişli Mini çizgisini koruyor. Aracın tabanına konumlandırılan bataryalardan ötürü, Mini Cooper SE’nin gövdesi öncekinden 1.8 cm yüksek.
Ortalama 250 km menzil vaadedeceği açıklanan otomobil, İngiltere'nin Oxford kentindeki tesiste üretilecek. Ancak tahrik teknolojisi grubun Dingolfing ve Landshut'ta elektromobilite çalışmaları yapan uzmanlık merkezleri tarafından karşılanacak.
1 note · View note