#onlar da evlerine gelir bir gün
Explore tagged Tumblr posts
Text
NOW WE WAIT
#😭😭😭 13-17 arasında kargolayacağını söylemiş... bu da bu hafta da kesin kavuşamayacağız demek... sonraki hafta da kargo için beklesem...#kafadan bi iki hafta daha bekliyorum ben#ama iyi yanından bakalım#HEYECANLI VE MUTLU Bİ ŞEKİLDE BEKLİCEM. moralim bozulduğunda aklıma düşüp beni mutlu edicek bi şeyin kilidi açıldı😕✨️#bu sefer de “neden hepsini almadım” diye üzülücem ama fjnewlisçxöcmxşsşdkx olsun. dimi.?! olsun.............. üzülmeyelim sevinelim#onlar da evlerine gelir bir gün#AAAaaAAAAAAAAAA#PEKİ benim en sonki jinxlenişimden sonra burda tek başıma da olsam artık bi şeyleri anlatamayışım xjlsşsşxöcndksşxöcmc#olunca konuşuruz.....#zaten kargom gelince... buraya atarımkiben😕😔 ama kargom gelene kadar çok da heveslenmesem mi hala belli olmaz xhejqlşxçxmdnfkdşsşeğsşxnc#bu yaz yaşadığım düşüş yüzünden hiçbi şeye heyecanlanamıyo oluşum. biraz abartıyosyn abla ama neyse#uf trajikomik de bi olay aslında biliyo msn. ajandama yazmam lazım hemen ajandamda güncele gelmem lazım ya of ben niye#bu kadar takıntılı bi insanım.. bi de niye çok heycanlanınca buz kesiyorum xjwlsixöcmndlsxşmcjx ellerim buz gibi oldu şu an HAH#şimdi uyumam lazm... 3 saat sonra kalkıcam ama HAH fhrnwşdğcşöxmsşw uffffffgfg
1 note
·
View note
Text
insanları sevmek gerekir, bağlanmadan. insanlardan sevgi almak gerekir, yine o sevgiye muhtaç olmadan. o kişiyi elinde tutmaya gerek yok. o kişi gitti.
hep demez miydim ben kendime? hayat bir yolculuktur; eve giden, o yolculuk boyunca da hayatına bir sürü yol arkadaşı girecek, diye. o yol arkadaşları seninle aynı yolda yürümek zorunda değiller, bir süre sonra onlar da kendi evlerine giden yola dönecek ve sen tek başına kalacaksın yeniden. belki bir gün yeni bir yol arkadaşıyla tanışacaksın ama illaki bir gün o da gidecek kendi yoluna.
insanlar gelir ve gider, buna şimdiye kadar alışamadın mı? oysa çoktan alışmış olman gerekirdi.
akışa yön verme, akışa izin ver. akması gereken yönde akıyor o zaten, neden sen akışın önüne kaya koyup akışı tıkıyorsun ki?
hayata izin ver.
hayatına izin ver.
0 notes
Text
Taş Duvara Kazılı, Yazılı Kimlikler
Bir yazı ya da resim duvarda yalnızca bir süs değildir. O yazı ve resimler bizim kim olduğumuzu yansıtır. Nasıl bir kültür ve medeniyetten geldiğimiz, dünya görüşümüz, zihniyetimiz, kimliğimizdir onlar.
Zamanında Almanya’da Türk bir doktorun evine hırsız girer ve doktorun para edecek neyi varsa alır götürür. Birkaç gün sonra doktora bir mektup gelir. Mektupta şöyle yazmaktadır: “Abi ben de Türküm. Senin Türk olduğunu bilseydim evini soymazdım. Eşyaların filan yerde, gidip alabilirsin. Ancak insan duvarına bir ayet, bir ‘maşallah’ olsun asmaz mı? O vakit Türk olduğunu anlardım.”
Ey Koruyan, Hıfzeden!..
Eski evlerimizin dış cephelerinde en fazla dikkat çeken yazı “Ya Hafız” ism-i celilidir.
“Ya Hafız”, Esma’ül Hüsna’dan bir isimdir ve “ey koruyup kollayan” manasını içermektedir.
Bu ismi o taş duvarlara nakşeden usta bu yazı ile koruyup esirgeyenin ancak Allah olduğunu eserine işlemiştir.
Rivayet odur ki zamanında İstanbul’a Avrupa’dan bir sigorta şirketi çalışanı gelir. Maksadı şehirdeki mülkleri kendi sigorta şirketleri üzerinden sigortalamaktır. Bir süre şehirde gezdikten sonra şirketi arar ve şöyle der: “Biz bu şehirdeki evlerin hiçbirini sigortalayamayız zira buradaki evlerin hepsi Hafız isimli bir şirket tarafından sigortalanmış.”
Bir başka rivayet de şöyledir: Zamanında Osmanlı evlerinin dış duvarlarında “Ya Hafız” yazılarını gören İngiliz sefiri, Keçecizade Fuat Paşa’ya bu yazıların manalarını sorar. Nüktedan bir şahsiyet olan Fuat Paşa da “Osmanlı Sigorta Şirketi Poliçeleri” diye cevap verir. Buna karşılık İngiliz sefiri de “Cirosu oldukça yüksek bir sigorta şirketi olsa gerek. Çünkü bütün evlerde görüyorum” der.
Mal Sahibi, Mülk Sahibi…
Evlerin duvarlarında dikkat çeken bir başka yazı olan “Maşallah” ise hayranlık bildirir.
“Allah nazardan saklasın, Allah’ın dilediği olur, Allah kem gözlerden esirgesin” anlamına gelir. Bir güzelliğe hayran kalındığında o güzelliğin insanın kudretinden değil de Allah’ın (c.c) kudreti ve nasibinden geldiğine inancın ifadesidir. “Ya Malikü’l Mülk” ise yine Allah’ın isimlerindendir ve “ey mülkün sahibi” anlamına gelir. Bizlere mülkün hakiki sahibinin kim olduğunu hatırlatır. Bir bakıma “Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?” der.
Bir başka yazı ise “Allah’ın dediği olur” yazısıdır. Binaların dış yüzeyine işlenen bu yazı binayı yapanın bir ifadesi olarak duvarda yerini alır. Biz inşaatı bitirdik ama takdir Allah’ındır. Takdir edilen neyse o oldu ve o olacaktır demektedir ev; kapısına gelene, önünden geçene, ev sahibine, evin önünde şöyle bir duraklayana.
Duvarlarımız, iç ve dış duvarlarımız. Sanmayalım ki birer taş, beton ya da kerpiçtir.
O duvarlar birer aynadır. O duvarlar, evlerimizin içindeki ya da dışındaki o duvarlar içimizin aynasıdır. Kimliğimizin aynasıdır. O levhalarda “Ya Hafız” yazılıdır. “Maşallah” yazılıdır. “Malikü’l Mülk” yazılıdır. Besmele yazılıdır, “Edep ya Hu” yazılıdır. Bize hatırlatır o duvarlar unuttuğumuzda, O’nun adını ve O’nun adına başlamayı. Hatırlatır o duvarlar korktuğumuzda, koruyan ve kollayanın O olduğunu… Hatırlatır duvarlar şımardığımızda, mülkün sahibinin ancak ve ancak O olduğunu. Ne çok şeyler söyler bir taşın kalbine kazınanlar.
Bir taş duvara asılanlar. Bize bizi hatırlatır. Nereden geldiğimizi ve nereye gideceğimizi. Der ki dünyanın renklerine, cümbüşüne kanma, aldanma Her renk biter haki kalır.”
|Semerkand Aile Dergisi - Zehra Korkmaz
27 notes
·
View notes
Text
Kızı, oğlu, gelini, damadı ve torunları toplanmış pür neşe tatile gitmeye hazırlanıyorlardı. Seksen yaşındaki yaşlı adam karısını iki yıl önce kaybetmiş, ayaklarından rahatsız olduğu için tek başına kalamayınca çocuklarının yanında kalmaya başlamıştı. Üç ay oğlu, üç ay da kızı olmak üzere sırayla bakıyorlardı. Ama buna da bakma denmezdi çünkü her gün duyduğu iğneli sözler yaşlı adamı yaşamdan soğutmuş mecbur kalmadıkça konuşmaz olmuştu. İşte şimdi de tatile gitmeye hazırlanıyorlardı. Yaşlı adam içinden dur bakayım beni ne yapacaklar diye düşündü. Çünkü fısıldaşmalar çoğalmıştı. Zaten fazla beklemesine de gerek kalmadı. O akşam sofrada oğlu baba biz iki haftalığına tatile gidiyoruz senin durumun malum onun için bizimle gelemezsin ama merak etme sana iki haftalığına bir bakıcı tutacağım biz dönene kadar o sana bakar deyince yaşlı adama söyleyecek söz kalmamıştı mecburen ,"Öyle olsun oğlum siz rahatınıza bakın" dedi. Oysa içinden beni de götürseniz nereniz eksilir, ben de içerde oturmaktan bıktım deniz havası bana da iyi gelir bir iki insan görür içim açılırdı ben sizleri büyütmek için gece gündüz çalışmaktan tatile gitmeye bile vakit bulamadım hem şunun şurasında ne kadar ömrüm kaldı ki diye düşünüyordu. Babası içi acıyarak bunları düşünürken ,oğlu da oh be kolay atlattık iyi ki ben de geleceğim diye tutturmadı diye düşünüp seviniyordu. İki gün sonra adet yerini bulsun gibilerden babalarıyla üstünkörü vedalaşıp gitmişlerdi. Tuttukları bakıcı yabancı uyrukluydu. Yaşlı adam onun yaptığı yemekleri yiyemiyor çoğu zaman aç yatıyordu. Aradan bir hafta geçmişti o gün yaşlı adam kendini hiç iyi hissetmiyordu en yakın arkadaşına telefon edip durumunu anlattı. Yarım saat geçmeden arkadaşı gelmişti. Yaşlı adam kesik kesik nefes alıyor konuşmakta güçlük çekiyordu. Arkadaşı onun öleceğini anlamıştı ama kendini zorlayarak metanetini korumaya çalıştı ve yaşlı adama çocuklarına haber vereyim gelsinler dedi. Yaşlı adam, "Hayır arkadaşım, onları çağırma rahatları bozulmasın eğer bana bir şey olursa o zaman söylersin. Sen beni yalnız bırakma yeter" dedi ve önceden hazırlayıp yastığının altına koyduğu parayı arkadaşına verip "Beni benim paramla gömün. Ben ölümün çocuklarıma yük olmasın istemiyorum." dedi. Yaşlı adam her ne kadar çağırma dese de arkadaşının içine sinmemişti gizlice telefon edip babasının durumunu oğluna bildirince oğlu keyfi kaçmış bir ses tonuyla, "Sen ona bakma numara yapıyordur onu getirmedik diye huzurumuzu kaçırmak istiyor." diye cevap verdi. Bu cevabı duyan adam içinden, sizin gibi evlatlar olmaz olsun; ben tanıdım tanıyalı babanız değil huzur bozmak, sizi rahat ettirmek için çalıştı derken gözleri dolmuştu.Yaşlı adam iki gün sonra ruhunu teslim etti, son sözleri beni karımın yanına gömün olmuştu. Babalarının ölüm haberini alan çocukları gönülsüz olsa da gelmişler ne bir acıma ne de bir damla gözyaşı dökmeden sessiz sedasız gömmüş, iki gün geçmeden herkes işinin başına dönmüştü. Onların bu tutumu komşuları bile isyat ettirmişti. Sözünü esirgemeyen bazı komşu kadınları, "Siz de evlat yetiştiriyorsunuz bekleyin görün." diye yüzlerine söylemişlerdi. Evet, bekleyip görmek gerekti. Çünkü buğday ekilen yerde arpa çıkmazdı ve herkes ektiğini biçecekti.
Yaşlıları horlamayalım, onları hastanelere veya huzur evlerine terk etmeyelim yalnız başlarına bırakmayalım.Bizim için ne kadar fedakarlık yaptıklarını, ömürlerini bize adadıklarını unutmayalım. Eğer onlar kadar ömrümüz olursa bir gün biz de aynı yaşlılığı yaşayacağız. Sevdiklerimiz bize de yırtık bir ayakkabı, eski bir dolap gibi davranırsa incinir üzülür ve kahroluruz... Yaşlılar çok kırılgan olurlar; onları terk etmek, onları yaşarken öldürmek demektir. Onlar çoğu zaman birinin onları hatırlaması umuduyla yol gözlerler. Çok çabuk yorulur erken uyumak isterler çünkü onlar için zaman hızlı geçer. Çoğu geceler onların sessiz hıçkırıklar arasında çocuklarını korunması için Allah'a yalvarıp dua ettiklerini duyarsınız. Unutulmak yutulması zor bir lokmadır. Bazıları nasıl bu kadar zalim ve bencil olabiliyor? Kendilerini bir ömür boyu çocukları için feda eden anne babalarını lüzumsuz bir eşya gibi kenara atabiliyorlar. Onlar terkedildikleri için göstermeden için için ağlarlar. Ufak bir hediye aldıklarında bir çocuk gibi sevinir ve onu bir mücevhermiş gibi saklarlar. Çünkü onlar için mühim olan hediye değil hatırlanmış olmaktır. Evet, sofrası dolu ama kalbi boş olan bütün hayırsız evlatlara Allah'tan merhamet ve vicdan diliyorum...
Alıntı
22 notes
·
View notes
Text
FOSEPTİK ÇUKURUNA NEDEN CİĞER ASILIR ?...
'' Özellikle gurbette yaşayan memur aileler,okulların tatile girmesiyle birlikte köydeki evlerine gider, tatili orada geçirirler.
Köy yerlerinde altyapı olmadığı için foseptik çukuru olur.
Yaz tatili bittiğinde, evden çıkmadan önce, aile tüm hazırlıklarını tamamlar ve en son bir kuzu ciğerini de ipe bağlayıp, tuvaletin çukurunun üzerine asardı...
Temmuz başında tekrar köye döndüğümüzde foseptik çukurunun tertemiz ve bomboş olduğunu görürdük...
Bir gün anneme sordum :
"Anne, biz neden bunu yapıyoruz ?"
O da izah etti :
" Burada asılı olan ciğere, bir müddet sonra kurtçuklar üşüşür. O kurtçuklar ciğeri yer ve çoğalırlar. Onlar çoğaldıkça ciğer azalır.
Bir gün kurtçuklar ciğeri tamamen yer bitirirler ve aşağıya düşerler. Bu sefer oradaki pislikleri yemeğe başlarlar...
Kurtçuklar yine çoğalmaya başlarlar; bu defa da oradaki pislikler azalır, gün gelir, o çukurdaki pislikleri de yer bitirirler...
Aç kalan kurtçuklar, en sonunda birbirlerini yemeğe başlarlar... Nihayet, onlar da biter ve kuyu tertemiz olur yavrum..."
Menfaat grupları arasında son yaşanan çıkar çatışmalarını gördükçe, aklıma, o evin lağım çukurunun tepesine asılan ciğer geldi...
Üzülerek söylüyorum. ama, vaziyetin aynen böyle olduğu kanısına vardım... ''
Yıllar evvel bir ciğere saldırdılar...
Saldırdıkça da çoğaldılar.
Şimdi Ciğer bitti,
ve lağım çukuruna düştüler...
O kadar açtılar ki, oradaki pislikleri de yediler...
Doymadılar...
Şimdi birbirlerini yiyorlar...
Yakında tertemiz olacak her yerler...
Alıntı.... Mavi Gezegen 🌐
23 notes
·
View notes
Text
“Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar, diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar, mendilimde kan sesleri.” “Mendilimde Kan Sesleri” Edip Cansever’in çok çok güzel şiirlerinden bir tanesidir. Ki kalbini şiirin kıyısında bırakmış herkes bilir bu şiiri. Edip Cansever’in bir Ahmet Abi’si vardı bir zamanlar. İşçi bir babanın oğlu olan ve Kayseri’de, memleketinde Komünist Ahmet diye tanınan “Ahmet Gayretli” (1926 - 25 Mart 2015). Ahmet Gayretli’ye ithaf edilen şiirdir “Mendilimde Kan Sesleri”. Peki, kimdir bu Ahmet Gayretli... Değerli yazarlarımızdan Erdal Öz çok merak eder bu şiirde adı geçen Ahmet Abi’nin kim olduğunu. Ve şöyle öğrenir... Erdal Öz, cezaevinden çıktıktan sonra Edip Cansever’le görüşmek ve “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde geçen Ahmet Abi’nin kim olduğunu öğrenmek ister. Bir fırsatını bulur, doğruca Kapalıçarşı’ya, Edip Cansever’in antikacı dükkânına gider. Edip Cansever her zamanki gibi basık tavanlı üst kattaki çalışma masasının başındadır. Kapalıçarşı’dan Bebek’e geçerler. Cam kıyısında bir masaya otururlar. Balık, salata, rakı... Erdal Öz’ün çok özel bir soru soracağının farkındadır. Sözü döndürüp dolaştırıp “Mendilimde Kan Sesleri”ne getirir. Şiirden bölümler okur. Edip Cansever hem şaşırır hem sevinir. Bir ara bu Ahmet Abi’nin kim olduğunu sorar Erdal Öz. “Tanımak ister misin?” der Edip Cansever. Hesabı isterler. “Kalk, seni Ahmet Abi’ye götüreceğim.” der. “Şimdi mi?” “Kalk!” der. Kalkarlar. Edip Cansever küçük bir motor kiralar. Motorcu’ya, “Göksu’ya götür bizi,” der. İstanbul Boğazı’nı hiç konuşmadan motorun patpatlarıyla geçerler. İki yanlı yalıların arasından Göksu koyuna girerler. İskeleye yanaşırlar. Atlarlar motordan. Edip Cansever Ahmet Abi’yi sorar. “Bugün hiç görünmedi, evindedir.” der, kayıkçılardan biri. Yürürler. Dik bir yokuşu tırmanırlar. Yokuşun tam tepesinde alçak taş duvarlı küçük bir avlunun önünde dururlar. Avluda kocaman beyaz bir sandal, avlunun ötesinde de küçücük tek katlı sıradan bir ev. “Ahmet Abi” diye seslenir Edip Cansever. Kapıdaki zile basar. Avlunun içindeki küçük evin kapısı açılır. Bir hanım çıkar kapıya. “Ahmet Abi evde mi?” der Cansever. Kadın, Edip Cansever’i tanır. “Edip, canım, sen misin?” deyip gelir, kapıyı gıcırtıyla açar, sarılır Cansever’e. “Gelin gelin, Ahmet evde” der. İçeriye, “Ahmet, bak kim geldi!” diye seslenir. Karşılarında uzunca boylu, yapılı, yanık yüzlü Ahmet Abi belirir. Sarılırlar. Edip Cansever, Erdal Öz’le Ahmet Abi’yi tanıştırır. Ahmet Abi onları bahçeye buyur eder. “Durun hele!” der, içeri almaz onları. Girip iskemlelerle çıkar gelir. “Hanım, hemen bir masa hazırla!” diye seslenir. Az sonra toprak avluda küçük tahta bir masanın başındadırlar. Önce rakıyla su gelir. Üç beyaz bardağı havaya kaldırıp tokuştururlar. Karısı, tez elden masayı beyaz peynirle, domatesle, salatayla donatıverir. Erdal Öz, aklına gelen şu dizeleri okur: “Ve sana Ahmet abi / uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki / sofranı kurardı / elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı...” Ahmet Abi, heyecanlanır. “Yav, kimsin sen arkadaş, tanıtsana kendini!” der. O zaman, Erdal Öz’ün cezaevinden yeni çıktığını, uçak kaçırma suçuyla uzun süre hapis yattığını, Denizler’le buluştuğunu, onlarla buluşup notlar aldığını anlatır Edip Cansever. Ahmet Abi’nin Erdal Öz’e bakışı bir anda değişir. Güveni artar. Konu, Denizler’e, sonra Mahirler’e gelir. Mahir Çayan’la Hüseyin Cevahir, cezaevinden kaçmış, sonra Maltepe’de kıstırılmıştır. Hüseyin Cevahir acımasızca öldürülmüş, Mahir Çayan ağır yaralanmıştır. Kızıldere’ye ölmeye gider gibi giden Mahir Çayan’ın ölümüyle iyice sarsılmıştır. Söz, Kızıldere’ye, Mahir’e gelince Ahmet Abi öfkelenir. “Eşşoğlu eşekler!” der. “Var mıydı, o kadar yakışıklı ölmek yani? O cezaevinden kaçmayı başardınız. Ulan ne diye mahalle aralarında dolaşıp saklanırsınız. Ulan, burada Ahmet Abi’niz ne güne duruyor? Gelecektiniz, bulacaktınız Ahmet Abi’nizi, sonrası kolaydı. Ahmet Abi’niz atacaktı sizi takasına, ver elini Karadeniz. Ne asker yakalardı sizi ne polis. Kurtulacaktınız. Ne diye apartman aralarında kabadayılık yaptınız? Takır takır taradılar sizi! Yazık değil mi ulan bizlere? İçimiz kan ağlıyor şimdi.” Erdal Öz, Ahmet Abi’nin gözlerinde beliren iki damla yaşı hiç unutmaz. Ahmet Abi, 1951’de TKP tutuklamalarında hapis yatmış, çıktıktan sonra da her 1 Mayıs gözaltına alınmış, bir “eski tüfek”tir. Edip Cansever Ahmet Abi’yi Çiçek Pasajı’nda bir içki sofrasında tanımış, hem anlattıklarından hem kişiliğinden çok etkilenmiş ve onu şiirine taşımıştır. “Mendilimde Kan Sesleri” bir kavga şiiri değil, genç ölümlerden artakalan yaranın etkili bir biçimde aktarıldığı bir ağıttır. Darmadağın edilen gencecik insanların adına yazılan Mendilimde Kan Sesleri, “sosyalist gerçekçi” bir şiir de değildir. O günlerde ve sonraları, içinde “Deniz, Mahir, Ulaş” sözcüklerinin sıkça geçtiği “sosyalist gerçekçi” pek çok şiir yazılır; ancak bunlardan hiçbiri Edip Cansever’in şiiri kadar, okurun içini acıtmaz. * * * Mendilimde Kan Sesleri / Edip Cansever Her yere yetişilir, hiçbir şeye geç kalınmaz ama çocuğum beni bağışla, Ahmet abi sen de bağışla. Boynu bükük duruyorsam eğer içimden böyle geldiği için değil, ama hiç değil. Ah güzel Ahmet abim benim, insan yaşadığı yere benzer, o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer, suyunda yüzen balığa, toprağını iten çiçeğe, dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine, Konya’nın beyaz, Antep’in kırmızı düzlüğüne benzer, göğüne benzer ki gözyaşları mavidir, denizine benzer ki dalgalıdır bakışları, evlerine, sokaklarına, köşe başlarına öylesine benzer ki, ve avlularına (bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi) ve sözlerine (yani bir cep aynası alım-satımına belki) ve bir gün birinin bir adres sormasına benzer, sorarken sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne, camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına, öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına, minibüslerine, gecekondularına, hasretine, yalanına benzer, anısı ıssızlıktır, acısı bilincidir, bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan, gülemiyorsun ya, gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir, ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet abi. Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden dirseğin iskemleye dayalı, - bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben. - Cıgara paketinde yazılar resimler, resimler; cezaevleri, resimler; özlem, resimler; eskidenberi, ve bir kaşın yukarı kalkık, sevmen acele, dostluğun çabuk, bakıyorum da şimdi o kadeh bir küfür gibi duruyor elinde. Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet abi, biz eskiden seninle istasyonları dolaşırdık bir bir, o zamanlar Malatya kokardı istasyonlar, Nazilli kokardı ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası, kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen, kadının ütülü patiskalardan bir teni, upuzun boynu, kirpikleri... Ve sana Ahmet abi, uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki, sofranı kurardı, elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı, cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi, çocuklar doğururdu ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi. O çocuklar büyüyecek, o çocuklar büyüyecek o çocuklar... Bilmezlikten gelme Ahmet abi, umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır, diyeceğim şu ki yok olan bir şeylere de benzerdi o zaman trenler, oysa o kadar kullanışlı ki şimdi, hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse çocuklar, kadınlar, erkekler, trenler tıklım tıklım, trenler cepheye giden trenler gibi, işçiler, Almanya yolcusu işçiler, kadınlar, kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi, ellerinde bavullar, fileler, kolonyalar, su şişeleri, paketler, onlar ki, hepsi bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler. Ah güzel Ahmet abim benim, gördün mü bak, dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar ve dağılmış pazar yerlerine memleket, gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile, gelse de öyle sürekli değil, bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün, o kadar çabuk, o kadar kısa, işte o kadar. Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar, diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar, mendilimde kan sesleri. - Edip Cansever, Mendilimde Kan Sesleri (Sonrası Kalır, I, Bütün Şiirleri) - Görsel: Şiirde adı geçen Ahmet Abi (Ahmet Gayretli) ve Edip Cansever
#Edip Cansever#Mendilimde Kan Sesleri#Ahmet Abi#Ahmet Gayretli#Komünist Ahmet#Şiir#Şair#Erdal Öz#Anı#Hüzün#Y��rekbalı
61 notes
·
View notes
Text
FOSEPTİK ÇUKURUNA NEDEN CİĞER ASILIR ?...
'' Özellikle gurbette yaşayan memur aileler,okulların tatile girmesiyle birlikte köydeki evlerine gider, tatili orada geçirirler.
Köy yerlerinde altyapı olmadığı için foseptik çukuru olur.
Yaz tatili bittiğinde, evden çıkmadan önce, aile tüm hazırlıklarını tamamlar ve en son bir kuzu ciğerini de ipe bağlayıp, tuvaletin çukurunun üzerine asardı...
Temmuz başında tekrar köye döndüğümüzde foseptik çukurunun tertemiz ve bomboş olduğunu görürdük...
Bir gün anneme sordum :
"Anne, biz neden bunu yapıyoruz ?"
O da izah etti :
" Burada asılı olan ciğere, bir müddet sonra kurtçuklar üşüşür. O kurtçuklar ciğeri yer ve çoğalırlar. Onlar çoğaldıkça ciğer azalır.
Bir gün kurtçuklar ciğeri tamamen yer bitirirler ve aşağıya düşerler. Bu sefer oradaki pislikleri yemeğe başlarlar...
Kurtçuklar yine çoğalmaya başlarlar; bu defa da oradaki pislikler azalır, gün gelir, o çukurdaki pislikleri de yer bitirirler...
Aç kalan kurtçuklar, en sonunda birbirlerini yemeğe başlarlar... Nihayet, onlar da biter ve kuyu tertemiz olur yavrum..."
Menfaat grupları arasında son yaşanan çıkar çatışmalarını gördükçe, aklıma, o evin lağım çukurunun tepesine asılan ciğer geldi...
Üzülerek söylüyorum. ama, vaziyetin aynen böyle olduğu kanısına vardım... ''
Yıllar evvel bir ciğere saldırdılar...
Saldırdıkça da çoğaldılar.
Şimdi Ciğer bitti,
ve lağım çukuruna düştüler...
O kadar açtılar ki, oradaki pislikleri de yediler...
Doymadılar...
Şimdi birbirlerini yiyorlar...
Yakında tertemiz olacak her yerler . . .
Alıntı
3 notes
·
View notes
Video
instagram
... Gün boyu peşinde koştuğumuz serabın hakikate döndüğü yerdir akşam. Nasıl ölüm kendisinden başka her şeyi anlamsız kılıyorsa, misafir olduğu mekânlarda, akşam da bazen öyle anlamsız kılar. Gün boyu peşinde savrulduğumuz ümitleri ve hayalleri. Ve elmaslarımız cam parçalarına döner avuçlarımızda. Altın kulelerden yine kuşlar, Tekrarını ömrün eder i’lan. Eğer mevsimlerden yaz ise önce kuşlardan alırız haberini akşamın. Telaşlı cıvıltılarını üzerimize dökerek bin bir heyecan ve endişe içinde habire konar kalkarlar yuvalarının bulunduğu ağaçlara ve saçaklara. Bazen çığlığı bazen ağlayışı andıran sesleriyle kim bilir neler söyler, neler niyaz ederler. Böcekler kuşların tedirginliğini abartılı bulurlar biraz; fakat onlar da kendilerini alamazlar bu telaştan ve heyecandan. Mahcup bir ilahinin ürkek nağmelerini terennüm ediyor gibidirler taşların, çiçeklerin, otların duldasında. Irmakların, dalgaların bile sesi değişir bu vakitlerde. Gün boyu gölgesinde misafir ağırlayan ağaçlar, yapraklarında rüzgârın ipekten saçlarını hisseder hissetmez unutuverirler tüm yorgunluklarını. Son ile başlangıç arasında, ölümü ve yeniden dirilişi bir kez daha yaşatır akşam, gün boyu yürüyüp de kendine ulaşan herkese. Güneş çekildi demin, Doğdu bir renk akşamı. En ruhsuz şehirlerde bile akşamın rengi rahmetten bir örtüye dönüşür; caddelerin, çarşıların gürültüleri, sokak lambaları ve kocaman ışıklar, bu örtünün altında kalır. İlla evimize ulaşmak, evimizde olmak, sevdiğimiz herkesi yakınımızda bilmek arzusu bürür içimizi. Yeryüzü gölgelenir ve yorulan, ağırlaşan kalpler hızlı okunan bir ezanın dirilten sesiyle ebedi yurduna duyduğu hasretle titremeye başlar. Tez vakit sonra telaş ve endişe biter. Sanki bir eşikten geçilir, bir kapı kapanır her şeyin üzerine. Kuşlar susar, böcekler susar, ezan biter, pencerelerin perdeleri çekilir. Kuşlar yuvalarında derin bir sükûta bürünür, babalar omuzlarında günün ve dünyanın yorgunluğuyla evlerine ulaşır. Biter hasreti pencere önünde bekleyen küçücük çocukların. Annelerin ömrü biraz daha eskir mutfaklarda. Aceleci yıldızlar gökyüzünün tamamen kararmasını beklemeden kınalı keklikler gibi suya iner. Ve ölüm haberi gelir,.bir camı selasından... . #azize https://www.instagram.com/p/B7bkEDTFS6I59PNstwsDqzwwCgzR7ue0qF8kEo0/?igshid=3ovdnol9z4yu
12 notes
·
View notes
Text
‘BAŞLAYAN HER ŞEY BİR GÜN BİTER…’
Zor günlerden geçiyoruz.
Mart’ın sonuna geldik.
Önümüz Nisan, Mayıs, Haziran…
Mevsim Bahar.
Ama bahardan eser yok.
Evet.
Cemreler çoktan düştü, çoktan çiçek açtı erikler, ağaçlar halaya durdu. Çayır-çimen, tarlalar yemyeşi… Saçlarını suda yıkıyor salkım söğütler…
Ama nerede eski baharlar…
Güneş terk etti bizi. Dağlar sis içinde, deniz küskün, bulutlara esir düşmüş mavi gökyüzü… Nerede damlarda zıplayan kediler, çayırlarda meleşen kuzular… Nerede genç bir kızın elinde sararan âşıklar… Ayvalar bile çiçek açtı çoktan…
Belli ki, bahar, insanoğlu için kendini erteledi.
Baksanıza kanatları yağmurdan ıslanan leylekler toplu olarak mola vermişler.
Onlar da geç gelecek.
“İyisi mi kuşlardan özür dileyip hevesimizi kursağımızda uçuralım...”
Hayatın tadı-tuzu yok.
Manzara berbat!
Yıl 1941, Nâzım Hikmet Çankırı’da mahpustur.
Nazizm Avrupa’yı kasıp kavurmakta, Dünya ateş içinde yanmaktadır. Düşman Nazizm’dir.
Şair, “Zafere dair” adlı şiirinde şöyle yazar:
“…Günler ağır.
Günler ölüm haberleriyle geliyor…”
Ve devam eder:
“…En güzel dünyaları
yaktık ellerimizle…”
Yıl 2020.
Günler yine ağır, yine ölüm haberleri geliyor, yine yaktık dünyayı ellerimizle…
Fakat bu yangın başka…
İnsanoğlu, benzerini pek az gördüğü bir felaketle karşı karşıya.
İmkânı olanlar evlere kapandı, olmayanlar ölüm ihtimalini boyunlarında bir zincir gibi taşıyarak evlerine ekmek götürme derdinde.
Endişeli, tedirgin ve yalnızız…
Gözlerimiz ekranlara, aklımız geleceğe kilitli, elimiz yüreğimizde kendimize soruyoruz:
“Ne olacak?”
Kimse bilmiyor.
Bildiğini iddia edenler de geçmişte yaşanan salgınları örnek göstermekten daha ileri gitmiyorlar.
Salgın kadar tehlikeli olan bu:
Belirsizlik…
Belirsizlik, yalnızlık ve çaresizliği, teslimiyeti ve azmi içinde taşıyor.
Dün Jack London’un, artık çok yaşlanmış olan bir avcının karlar içinde yalnızlığa ve ölüme terk edilmesini anlatan, “Hayatın Kanunu” adlı hikâyesini okudum.
Geçmişin artık gözleri görmeyen ama kulakları iyi duyan avcısı, kampın bozumunu, bütün çadırların teker teker toplandığını ve kızakların uzaklaştığını görür.
En son kabile şefi olan oğlu yanına gelir. Elini avcının omzuna kor:
“İyi misin” der.
“İyiyim” der. Şikâyet etmez. “Böyledir hayat. Geçen yılın son yaprağıyım, sapına sımsıkı yapışan. Esen ilk nefeste kopacağım…”
Herkes gider.
Yaklaşan kurtların uluma sesleri duyulur…
“Sapına sımsıkı” yapıştığımız hayatlarımız, “Esen ilk nefes” olan virüsle birlikte kopuyor.
Kaybettiklerimiz hafızalarımızda hükümlü kalıyor.
Eski Japonya’ da tıpkı yaşlanan filler gibi, insanlar yaşlı ebeveynlerini tek başlarına ölsün diye ıssız bir yere bırakırlarmış.
Şükür o durumu geride bıraktı insanlık.
Yaşasın diye evlere kapatıyor.
Bir kısmı: “ bunları düşünmeyin, biz sizler için varız, yiyeceğiniz, içeceğiniz bizden” derken, diğer bir kısmı: Evin peşinatını düşürüyor, “dua ederek ölün” diyor…
Çok uzun zamandır dünyanın düzeni böyle, sınıflar çağı.
Bir tarafta açlıktan, diğer tarafta tokluktan ölüyor insanlar…
Geç anladık: Güneşin, zenginin de, fakirin de, şahın da, padişahın da üstüne aynı biçimde doğduğunu.
Hayat alınacak derslerle dolu; fakire- zengine, yönetene-yönetilene…
Biliyoruz ki, başlayan her şey bir gün biter.
Bu salgın da bir gün bitecektir.
Geride, binlerce ölü, çökmüş ekonomiler, sorgulanması ve cevaplanması gereken yüzlerce soru kalacaktır.
Dünya’da ne olur bilinmez ama biz de, birileri altın uykularında rahat uyusunlar diye
memleketin neredeyse her köyünde, her kasabasında var olan şehit mezarlıklarının yanına, steril yeni mezarlıklar eklenecektir…
Yazacak, söylenecek ne çok şey var!
Sözü uzatmayalım.
Gelin bu faslı kapatalım.
Şair’in sesine kulak verelim.
“…Hastalar
Kardeşlerim
İyileşeceksiniz.
Ağrılar, sızılar dinecek
Yumuşak, ılık.
Bir yaz akşamı gibi inecek
Ağır, yeşil dalların ardından rahatlık…”
Bahar, “ağır, yeşil dalların ardından” ne zaman inecektir bilinmez ama ne dünya eski dünya, ne Türkiye eski Türkiye olacaktır…
Sağlıklı iyi pazarlar…
Mirza ARABACI 🖌️ 💖
3 notes
·
View notes
Text
Herkese Merhaba
Öncelikle herkese merhaba Ben İlya...
Anlatacağım yazı çok uzun olabilir ve sadece ne anlatmak istediğimi okumayı sevenler anlayacaktır. Okumayı sevmeyen sadece hızlı hızlı geçen veya anlayarak okumayan birisi iseniz bu yazı size çok bir fayda sağlamayacaktır. Ama okuyanlar için güzel bir bilgi kaynağı olacaktır. Çok derine girmeden yüzeysel bir şekilde anlatım yapacağım...
Neyse girişi çok uzun tutmadan anlatacaklarıma başlıyayım. Bana çok fazla nasıl internet üzerinden çok kazanç sağladığımı ve bu kadar çok gezdiği soran çok insan var.
İnternet üzerinden nasıl kazanırız ? Ne tür işler yapabiliriz diye. Aslında İnternet üzerinden tonla yapılacak iş olmasına rağmen bunların %90 ı sizin ihtiyaçlarınızı karşılamayacaktır. Sebebi ise size çok iş yaptırır fakat karşılık olarak çok az bir miktar para sağlamaktadır. Harcadığınız zaman ve emeğe baktığınızda orantısız olduğunu görebilirsiniz.
Ben ailemi hiç tanımadım doğduğumda bir ailem yoktu. Sosyal hizmetler çocuk esirgeme kurumunda büyüdüm. Her ne kadar ailem olmasını istesem de zamanla ne kadar da özgür olduğumun farkına vardım.
Hayatta kimsenin size karışmadığını ve istediğiniz an istediğiniz şeyi yapabileceğinizi düşünüz mü ? Ben buna özgür olmak diyorum.
14 yaşımda İzmir’de bir aile beni sahiplendi ve onların yanına yerleştim. Beni okula yazdırdılar ve her gün okula gider daha sonra eve dönerdim. Fakat daha bu yaşta hayatta çok bir zevk alamıyor, hayalim dünyayı gezmek, istediğim şeyi yapmaktı.
Aile yanına yerleşmenin benim için tek avantajı soranlara en azından ailem var diye bilmemdi. Ama sadece okula gidiyorum ve dönüyorum ama üzerimde artık bir aile baskısı vardı.
15 yaşıma geldiğimde her şeyi iyicene boşlamıştım ve hayattaki hevesim kırılıyordu. Okul ve ev hariç yaptığım hiçbir şey olmamasına rağmen hayallerimde tükeniyordu. Yapmak istediğim çok şey olmasına rağmen param olmadığı için yapabileceğim şeyler sınırlıydı. Yeni ailem orta düzeyde gelire sahip insanlar olduklarından dolayı malesef çok bir bütçe ayıramıyorlardı.
16 yaşıma geldiğim zaman beni alan aile emekli oldukları için Bodrum’da olan yazlık evlerine taşınmıştık. Fakat benim işim sadece okul ile ev arasında olduğundan dolayı yapaabileceğim şeyler ve maddi açıdan yapabileceğim her şey yine kısıtlıydı. Okul ve ev başka bir şey yok.
17 yaşıma geldiğimde ise çok fazla bir arkadaşım yoktu. Çünkü kafa dengi kimseyi malesef bulamıyordum. Genelde yaşıtlarım aşk, sevgili, dedikodu ve boş işler yada gezmeler peşindeydi. 17 yaşlarımın başında ailem daha fazla sosyalleşmem gerektiğini ve daha fazla arkadaş edinmemi söyledi.
Okuldan birkaç kızla takılmaya başladım resmen kabus gibiydi... Sebebi şu insanların ileriye dönük bir hayat kaygısı olmaması sadece anı ve günü yaşamalarıydı. Benim ise hep düşündüğüm ileride ne olacaktım. Takıldığım arkadaşlarım sosyal medyada gezme, dışarı çıkıp gezen, aşk sevgi ve yakışıklı erkeklerin hayalini kuran kişilerdi. Barlar, eğlence mekanları her yere gider eğlenirlerdi.
Fakat anı ve günü yaşadıklarından, ertesi gün hayat sıfırlanır ve tekrar yeniden başlarlardı. Kendi ayakları üstünde duramayan ailelerine bağımlı insanlar.
Bu yüzden eve kapandım ve 1 yıl sonra hayatımı değiştirmek için neler yapabileceğime bakmak istedim.
İnternet üzerinden bildiğimiz veya bilmediğimiz yüzlerce iş seçeneği mevcut. Bunlardan çoğunu denedim evde yapılacak ve satılacak işler, anketler vs vs hiçbirinden para kazanamadım. İnternette tanıştığım biri sayesinde farklı bilgiler öğrenip, farkı konular hakkında bilgi sahipliği edinmiştim.
Youtube kanalı açtım fakat malesef çok uzun yıllar uğraşmanız veya fenomen arkadaşınızın olması yada çok para harcamanız lazım. Benim ise bunlara 3-5 yıl harcamam gerektiği ama benim sadece 1 yılda yapabileceğim bir iş seçeneği gerekliydi.
İnstagram üzerinde takipçi arttırarak reklam seçeneğini denedim oda olmadı hesabımı çaldılar. Geride alamadığımdan yeni hesap açmak zorunda kaldım.
Daha sonra “sohbet operatörlüğü” diye bir şey buldum. İnternet üzerinden kameralı sohbet ederek para kazanıyordunuz. Cinsellikte dahil bir çalışma sistemi. Çok iyi bir çalışansanız haftada ortalama 500-1000 TL arası ama değilseniz haftada 100-200 TL bırakıyordu. Bu işi 1 ay denedim fakat kazanılan para anca ev tutarsanız kirasına gidecek derecede az olduğundan işime yaramadı.
Yerli kaynaklar genelde insanları çok kullanayım ama az para vereyim modunda ve çok para kazandıran işler yoktu. Colombia hayalimden dolayı İspanyolca kursuna gidiyordum. Bu yüzden yerli kaynakların yetersizce gelmesinden dolayı, ingilizce ve ispanyolca olarak aramalara başladım. En azından colombiaya gidebilirsem orada kazanç sağlıcak bir iş bulabilirim hayalim vardı. Daha sonra internette araştırmalar yaparken “sugar daddy” diye youtube videolarından ve google haberlerinden bir bilgiye eriştim.
Bu bilgiler sonrası baya bir araştırma yaptım ve aşağıdaki bilgilere eriştim;
Sugar baby demek zengin dost, arkadaş ve sevgili arayan kadınlar. Yani maddi yardım bekleyen kadınlar.
Sugar daddy ise birlikte zaman geçireceği ve maddi yardım yapacak zenginlere verilen isimdi.
Daha sonra bir sistem bulup bu sisteme başladım. Bu sistemde yurt dışında yaşayan çok zengin insanlar olmakla beraber size servet yatıracak insanlar mevcuttu. Kadınlara harcanan paranın haddi hesabı yoktu. Uzun bir süre bu işi araştırdıktan sonra bulunduğum bölgede meğerse çok kızın bu işi yaptığını öğrendim.
Sistemden yapmanız gereken zengin biriyle tanışmak ve arkadaşlık kurmak. Gezmek, dolaşmak eğlenmek her türlü faaliyette bulunmak cinsellik vs.
Bu sayede ilk ay toplamda 12.000 dolar kazanç sağladım. Düşünebiliyor musunuz 12.000 dolar çok ciddi bir rakam. Bu kazançları sağladıktan sonra hayatımda çok değişiklik oldu. Lüks yaşamaya başlamıştım ve çevremdekiler soruyordu.
Birkaç güvendiğim arkadaşıma bu işleri anlattığımda verdikleri tepkiler sıradandı. Tepkiler : Sevmeden olmaz, böyle bir şey yapılır mı, para için ben yapmam, ben daha hazır hissetmiyorum ve yüzlerce farklı tepki. Anlattığıma pişman olmuştum
Fakat kimseyi dinlemeden devam ettim. Aileme artık kendi hayatımı yaşamak istediğimi söylediğimde anlayışla karşıladılar.
Sugar daddy sistemi beni ücretsiz olarak Dubai tatiline gönderdi. 1 hafta ücretsiz deliler gibi tatil sonrası, merak ettiğim 2. şehir Almanya’ya gittim. Daha sonra Colombia’ya gelip burada okul işlemlerimi hallettim ve hayalimdeki şehire geldim. Daha çok fazla gezecektim ama corona salgını başladığından dolayı gezme planlarım suya düştü :( Salgın sonra tüm dünyayı gezip Paris’te moda ve tasarım üzerine bir şeyler yapmayı düşünüyorum. Bu arada siz bu yazıyı okurken bankada nakit 270.000 dolarda birikimim oldu.
Bana şöyle böyle diyen arkadaşlarımın hayalleri yok. Onlar okuyup ilerde iş bulamazsalar evlenip kocalarına kendilerini baktırma derdindeler. Sonra anlaşamamazlık çıkıp boşandığında veya kocası terkettiğinde yada şiddet uyguladığında birikimi olmadığından dolayı bu durumu katlanmak zorunda kalırlar. Bunları size en güzel eşinden boşanmış sorunları olan birisi anlatabilir bana anlatıldığından çok iyi biliyorum.
Ülkede her şeyin pahalı, sevgilim, aşkım dediğiniz kişinin sizi zevki uğruna kullanıp kenarı ya attığı bu dünyada eğer ki gücünüz yani paranız yok ise ne ilerleyebiliyorsunuz, nede birşeyler yapabiliyorsunuz.
Lgbt üyesiyim ve yaptıklarımdan pişman değilim. Eskiden aşk sevgi desem de çevreme baktığımda herkesin ya birbirini aldattığını yada işi bitenin gittiğini görüyorum. İnsanların sizleri hep kullanma peşinde olduklarını görüyorum.
Ben 18 yaşındayım ve salgından dolayı insanların işsiz kalır benden para istediklerini görüyorum. Bir gün birikiminiz yok ise hayat size nasıl acımayacak bunları da bu sayede öğrenmiş oldum.
Değerinizi bilin kendinizi ya kullanır yada kullandırırsınız. Hayatta her şeyin maddiyat olduğu zamanlarda boş boş yaşarsanız ilerde biri size bunu yap der sizde yaparsınız...
2 notes
·
View notes
Text
Evlenmeyi düşünen herkesin okuması gereken; yaşanmış gerçek bir olaydır...
H A Y I R L I E Ş :
« Yaş 28... Evlilik zamanı geldi geçiyor » derken; annem açtı yuva kurma konusunu...
Saliha bir kız olsun gerisi gelir diye düşünüyordum....
Yakın bir akrabamızdan haber geldi; komşuları çok dindarmış, kızlarının ailesinden daha da dine bağlı olduğunu duyunca sevindim...
"Gidip bir görelim, görüşelim" dedim.
İlk ailesiyle konuştum. Hâttâ ben konuşmadım; sürekli onlar konuştu... Şaşırdım kaldım, birşey diyemedim...
" Kına gecesinde en iyi müzisyenler olacakmış...Düğün de kezâ aynı... Ev dayalı döşeli olacakmış, hem de hepsi en pahalısından! Araba olacakmış! Son model hem de... Çünkü; komşunun damadı, sıfır araba almış geçende..."
Anne hadi kalkalım, diyecektim, utandım... Kızla görüştürmek istediler. İslamiyete uygun olarak görüştük;
On beş bilezik... En güzel gelinlik « 10 bin tl » En büyük düğün salonu...vs, vs...
Ne diyeceğimi bilemedim...
Ben Saliha Bir Eş istiyordum sadace, fakat istekleri bir türlü bitmiyordu...O anda yan taraftaki aynaya göz ucuyla baktım kendime. Görünüşümdede bir iş adamı profili de yoktu. Yirmi beş dakika boyunca konuştu... İstekleri bitince de sıra bana geldi ; « Senin isteklerin nelerdir » dedi. Biran önce kalkıp gitmek istiyordum! Sıkılmıştım, geleli bir saat olmasına rağmen, dünya malına tamah edenlerle birlikte olmak içimi karartmıştı. Tekrar sordu; «isteklerin nelerdir?» « Hayırlısı olsun...» dedim ve kalktım... Nazikçe ayrıldık evden...
Yolda giderken telefon geldi, amcam arıyordu..
Yan komşularından Sebahattin amcanın kızı varmış. Sebahattin amca çok iyidir... Çocukluğumdan beri tanırdım kendisini... Tamam dedim amcama, geliriz. Sebahattin amcalara gitmek için hazırlanıp annemle koyulduk yola... Onbeş dakika sonra ulaştık evlerine. Sohbet açıldı çocukluğumuzdan ve başladı beni övmeye… Kızardıkça kızardım utancımdan birşeyde diyemiyorum… Derken söz asıl konuya gelmişti. «Evladım, seni severim. Maksat sizleri mutlu etmek Allah-u Teâlâ'nın izniyle » dedi ve başladı isteklerini saymaya… O kadar çok şey saydı ki; uykum gelmeye başladı… En sonunda da; « benim oğlumun kumar borcu var onu ödemeden evlilik de olmaz zaten » dedi. Birden gözlerim açıldı! Şaşırmıştım fena halde. Gözümü yerden alamadım uzun süre… Sebahattin amca; «gençleri görüştürelim » dedi… Bir odaya geçtik ve kız konuşmaya başladı; önceki görüştüğüm kız gibi, ne varsa herşeyi istiyordu... Konuşmasını, çalan telefonu böldü, açtı ve bir süre konuştuktan sonra kapattı. Tekrar çaldı, konuşup kapattı… Sonra tekrar, tekrar, ve yine tekrar... Dayanamadım, sordum « arayan kim » diye. Eski nişanlısıymış ve ayrılalı on gün olmuş henüz!.. Neden ayrıldıklarını sordum.
Çay bahçesinde bir erkekle otururken görmüş, sonra tartışmışlar. Tartışma büyüyünce de ayrılmak zorunda kalmışlar. «Oturduğunuz kişi kimdi ki ? » Çalıştığı yerdeki müşterilerinden biriymiş… « Demek önceden çalışıyordunuz » Yanıt pek manidar; « Evet, ben masörüm!.. »
Şoktan şoka giriyordum.! Beş dakika içerisinde; bilmediğim bir sürü şey çıkmıştı… Evlilik amacını sordum. Nişanlısı çok rahatsız ediyormuş,farklı bir hayat, farklı bir ortam istiyormuş… Açık konuşmak gerekirse hava değişimine ihtiyaç duymuş. Daha fazla dayanamayıp izin istedim kalktım. Ben sadece saliha bir eş istiyordum. Nazikçe evden ayrıldık annemle…
Daha sonra öğrendim ki; Sebahattin amca arkamdan bir sürü laf etmiş…
Gülümseyip, "bugün öven yarın söver " dedim içimden...
Artık evlilik düşüncesinden vazgeçmek üzereydim. Haftalardır dışarı çıkmıyordum.
Akşamları hava almak için balkonda oturup kitap okuyordum… Karşı komşumuz gece çalıştığı için, akşam dokuz gibi evden çıkıyordu. On yaşındaki oğlu da babasının peşinden ağlayıp dururdu her gece... Ablası çocuğu oyalamak için balkona çıkarıyor ve her fırsatta benimle konuşmaya çalışıyordu.
Bu sık sık tekrar etmeye başlayınca, zbunaldım artık.
Bir akşam kıyamet ve ahiret kitabını alıp aynı saatte çıktım balkona…
Beni görünce o da çıktı balkona, bir konu bulup yine başladı konuşmaya…
« Her akşam kitap okuyorsun, nedir onlar? »
İşte beklediğim fırsat gelmişti; « okumak istersen vereyim » deyince, olur dedi. Besmele çekip iki üç metre karşıdaki kıza attım kitabı ve « Haydi, gir de evde
okumaya başla » dedim. Kitabı okumuş olacak ki, bir daha balkona çıkmaz oldu…
Evlilikten vazgeçmiştim bir eş bulmak bana uzak görünüyordu…Aradan aylar geçmişti.
O zaman zarfında, birkaç kızla daha görüşmeye gittim annemle...
Fakat netice aynı, değişen bir şey yoktu…
Bir salı akşamıydı, içim çok daralmıştı. Adeta boğuluyordum…
O gece iki rekat namaz kılıp yattım… Acayip bir rüya gördüm. Birine anlatmalıydım bu rüyayı ama bu bunalımlı ruh haliyle kime?..
Bir akşam, balkonda dolunayı izlerken telefonum çaldı. Gözüm dolunayda, cebimden çıkarttım telefonu ve kimin aradığına bakmadan, kulağıma götürüp açtım telefonu. Arayan ses tanıdıktı.
Fakat o günden sonra hayatımın değişeceğini nereden bilebilirdim ki !
Arayan,en yakın arkadaşım Muhammed' di. Canı sıkılmış, beni çağırıyordu...
Abdest alıp evin yakınındaki çay bahçesine gittim. Çocukluğumuzdan açıldı konu sonra
gördüğüm rüyayı anlatmak istedim can dostuma;
« Tozlu bir köy yolunda gidiyordum... Elimde bir tane kılıç vardı, etrafımda ise bir sürü yılan... Yılanlar bir metre kadar yükseltmişler kafalarını yukarıya doğru,
hepsi üzerime atılmak için zaman kolluyorlardı ! Kılıçla kendimi savunuyordum. Bana yaklaşanları kılıçla öldürüp ilerliyordum. İleride uyuyan biri vardı. Ona doğru giderken, anlam veremediğim bir ses işittim ama, uyyan kişinin dışında etrafta kimsecikler yoktu…
Uyuyan kişiye doğru ilerliyordum ki, az önce işittiğim o ses; « Yatan kişi ; Musab bin Umeyr'dir » dedi...
Sonra ileride giden iki kişi gördüm; biri Peygamberimiz'di, fakat diğerinin kim olduğunu göremedim…
Muhammed yorumlamaya başladı rüyamı. « Düşmanlarını yenerek iyi bir neticeye ulaşacaksın inşallah » dedi…
Neden sonra, sohbet yine evliliğe geldi dayandı... Başımdan geçenleri anlattım. Oldukça dertliydim bu konuda. Aalında tarif oldukça basit ve sadeydi! Şöyle ki;
benim eşim dünyaya bağlı olmamalıydı,
sadece dünyalık uğruna yaşamamalıydı…
Uzun uzun dinledi Muhammed sıkıntılarımı… O konuşmaya başladı bu sefer.
« Evden çıkarken annem söyledi, bizim mahallede bir kız varmış onunla görüştürmek istiyorlar seni. »
Yok Muhammed! Bundan sonra kolay kolay kimseyle görüşmek istemiyorum, yoruldum artık, dedim… Kız da pek istekli değilmiş zaten, dedi… niye diye sordum; o da birkaç kişiyle görüşmüş, daha sonra evlilikten soğumuş iyice… Muhammed'in annesi ısrar edince de; olur, görüşelim, demiş...Tamam dedim, yarın gideriz.. diye sözleştik…
Rüyam gerçek mi olacaktı acaba… Bu zamana kadar sabrettim, önüme gelen
engelleri Allah-u Teâlâ'nın izniyle aşmıştım…
Muhammed ile vedalaşıp eve geldim ve hemen konuyu anneme açtım… Yarın gidecektik görüşmeye…
Çok heyecanlıydım nedense. Sabah erkenden kalkıp giyindim. Heyecan gitmek bilmiyordu, bir aağa bir sola yürüyüp duruyordum evin içinde... İlk defa bu kadar heyecanlıydım. Öğle namazını kıldıktan sonra yola koyulduk annemle. Muhammed bizi kızın evine kadar götürdü… Kapıyı çaldım.
Kapıyı babası açtı, eve buyur etti...
Dereden-tepeden sohbet ettik biraz ve söz asıl konuya geldi. Kızın babası; « evladım, benim söyleyeceğim bir şey yok. Sen kızımla konuş bu konuları » dedi...
Şaşırmıştım gerçekten çünkü ilk defa böyle bir durumla karşılaşıyordum… dünyalık bir konu açılmamıştı ilk defa… Bir odaya aldılar beni, kızla görüşecektim… Sandalyeye oturdum, ellerim masanın üzerinde avucumun içerisinde ise terleyen ellerimi silmek için bez bir mendil vardı… Kendinizi o dutumda hayal edebilirseniz, neler hissettiğimi eminim çok daha iyi anlayabilecrksiniz!.. O kadar gergindim ki, hiç durmadan avuçlarım terliyordu ömrümde ilk defa... Neden sonra kız kapıda göründü;
nûrani yüzlüydü. Önüne bakarak konuşmaya başladı…
Diğer kızlar gibi bilezikten gelinlikten girmedi konuya…
İlk sorusu; « namazdan » oldu….
Bana; namaz kılıyor musun demedi, namazı kaç dakikada kıldığımı sordu!
Meselâ, « öğle namazın kaç dakikada bitiyor » dedi. Onbeş dakika civarında, diye söyledim…
Memnun oldu... Sonra birikmiş ne kadar paran var deyince, "önceki görüştüklerim gibi konuşmaya başlayacak herhalde" dedim içimden… 45 bin lira var… Paranın zekatını veriyor musun deyince, yanlış düşündüğün için utandım.. Evet veriyorum dedim…
Konuşmasına ağır ağır devam etti ;
« Sizden önce üç kişi ile daha görüştüm hepsi de zengindi ve güvendikleri tek şeyleri paralarıydı.Bütün konuşmaları paraya zenginliğe dayanıyordu. Dine ait hiçbir bilgileri yoktu ve namaz bile kılmıyorlardı. Size ilk sorum namaz oldu çünkü; namazı doğru olan ve huşu içinde kılan bir insandan zarar gelemez. Ailesinin hakkını gözetir, haksızlık yapamaz. Herkes için en iyisini en güzelini ister. Kimseyi hor görmez ve ezmez... Böyle insanı bütün mahlukat sever, mahlukatın sevdiğini Allah-u Teâlâ da sever! Allah-u Teâlâ'nın sevdiği kul ise makbûl edilen kuldur... ve devam etti konuşmasına ; Sonra zekâtı sordum çünkü o parada fakirlerin hakkı da var. Fakirlerin hakkını gözetmeyen, eşinin hakkını da gözetmez. Allah-u Teâlâ ondan nasıl razı olur ki !..»
Ne kadar doğru konuşuyordu... Konuşmaları beni çok mutlu etmişti. Dünyalık bir şey istemiyorum diye dem etti... Yan taraftaki kitaplığı göstererek okuduğu kitapları gösterdi. Görünce çok mutlu oldum çünkü benim okuduğum Ehli sünnet Alimlerinin kitaplarını okuyormuş. Ben kızarıp terliyordum nedense, elimdeki bez mendil de iyice ıslanmıştı. Benim ise kıza soracağım bir şey kalmamıştı, ben sormadan herşeyi anlattı bana. Son olarak annemle konuşmak isteti, ben dışarı çıkmak için ayağa kalkınca elimdeki mendil yere düştü. Yere göz gezdirdim ama göremedim dışarı çıktım…
Annemle de on dakika kadar konuştular içeride, annem çıkınca evden izin isteyip ayrıldık. İki tarafta birbirinden memnun olmuştu. Anneme içeride ne konuştuklarını sordum. Anneme nasıl davrandığımı ailemle olan ilişkilerimi sormuş. Çünkü anne ve babanın razı olmadığı bir evlattan Allah-u Teâlâ razı olmazdı. Eve gidince konuyu babamla konuştuk çok sevindi. Abdest aldım ve iki rekat namaz kıldım odamda... Neden sonra, birkaç gün önce gördüğüm rüya geldi aklıma… Elimdeki sabır kılıcıyla zorlukları aşmak nasip olmuş ve sonuca ulaşmıştım… Bu günden itibaren düğün hazırlıklarına başlayacaktık artık…
Söz kesilip aileler arasında yüzük takıldı. Düğün konusu biraz sıkıntılı olmuştu... Akraba tarafı çalgılı olmasında ısrar ediyor, ben ise dînî yönden olmayacağını anlatmaya çalışıyordum. Ben yumuşak huylu oldukça onlar daha fazla üzerime geliyorlardı. Düğün çalgılı olurmuş onlara göre. Cenaze evi gibi dualar edilip mevlit okutulmazmış… Ne yapacağımı şaşırmış ve iyice bunalmıştım. Defalarca haram olduğunu anlatsam da çalgısız olması gerektiğini kabul ettiremiyordum… Bir akşam evde akrabalarla toplandık bu konu hakkında konuşuyorduk. Bir şartla isteğinizi kabul ederim deyince hepsi şaşırdı… herkes gözlerini bana çevirmiş ne diyeceğimi bekliyorlardı. Öldüğümde mezara benimle girecek olan varsa ve benim yerime hesap vermek isteyen olursa kabul edeceğimi söyledim… Kimse yüzüme bakmıyordu artık utanmışlardı açıkçası… Bu konu da böylece şekilde kapamış oluyordu…
Bir Perşembe günü kız tarafıyla sözleşip düğün alış verişine çıktık…
Nişanlım sanki yanımda köle gibi duruyordu. Ben ne göstersem olur beğendim diyordu.
Bir insan bu kadar mı mütevazi bu kadar mı ince olabilirdi. Onun bu durumunu gördüğüm zaman ben, en kaliteli, en güzel olan eşyaları alıyordum. Onu mutlu etmek için elimden geleni yapmak istiyordum… Evimizi döşemiştik her şey çok güzel gidiyordu… düğün günü gelip çatmıştı… heyecandan
ölecek gibiydim elim ayağıma dolaşıyordu adeta.
Düğün tam istediğim gibi olmuştu….
Evliliğimizin ilk yılları diğer evlikler gibi tartışma ya da kavga ile geçmiyordu.
Biz İslamın etrafında birleşmiştik. Hiçbir sorunumuz da olmuyordu.
Eşimin zekâsına, güzel ahlakına, güler güzüne hayrandım… Onsuz zaman geçmiyordu, işteyken fırsat buldukça arıyordum, sesini duyunca da çok mutlu oluyordum. Konuşmasında içimi rahatlatan bir tesir vardı. Bunu nasıl yapıyordu bir türlü anlayamıyordum. Eve gittiğimde beni
her zaman güler yüz ile karşılardı, o anda bütün yorgunluğum giderdi. Yemek hazırlarken yardım ederdim. Sen otur yorgunsun der, ben de içeri gidip otururdum. Onun üzülmesini hiç istemiyordum çünkü. Her ne isterse yerine getirmek için can atıyordum… Benden bir şey istesin diye gözlerinin içine bakardım. Arada bir arabamla gezerdik,gezdirince mutlu olurdu… Yine bir gün gezdirmek için çıkıp arabaya bindik. Dönüp bana baktı. Sabır çok güzeldir,sabır insanı bu araba gibi ulaşmak istediği yere götürür dedi. Neden böyle bir şey söylediğini anlamamıştım… biraz gezip eve gelmiştik… Birkaç gün önce yatak odasının kapısı bozulmuş, kilidi zor açılıp kapanıyordu.
Geçen gün mahallemizde hırsızlık olayı olduğu için odamızın kapısını kilitliyorduk…
Bir haftadır eşimin midesi bulanıyor bunun içinde geceleri sık sık kalkıyordu… benim uykum çok hafif olduğu içinde hemen uyanıyordum…
O gece tekrar midesi bulanmış olacak ki kalktı, kalktığını hissedip gözlerimi açtım ama uyandığımı anlamadı. Yavaş yavaş kapıya doğru ilerledi…Fakat o anda gözlerime inanamayacağım bir olay gerçekleşti ;
Ben rahatsız olmayım diye kilitli olan kap��nın anahtarına bile dokunmadı. Kapı kilitliydi. Eşim «Bismillahirrahmanirrahiym» dedi ve kapıyı açmadan dışarı çıkmıştı!!! Bu durumu görünce, kalbimin atışları hızlandı, terlemeye başladım... Yataktan kalktım, gözlerim kapıya odaklanmıştı! Yatak odasının camından lavabonun ışığı belli oluyordu… Lavaboda elini yüzünü yıkayıp ışığı söndürdü. Ben hemen yatağa yatıp uyuyormuş gibi yaptım. Fakat eşim kapıyı açmadan odaya girdi… Kalp atışlarım iyice artınca dayanamadım uyanmış gibi yaparak Yatakta doğrulup oturdum… Eşimin yüzüne baktım… adeta güzü nurlanmış parlıyordu… Uyandığımı görünce gülümseyerek yüzüme baktı. Ne yapacağımı ne diyeceğimi bilemedim. Rahatsız mı ettim diye sordu. Yok çıktığını bile duymadım deyince gülümsedi ve yattı…
Işe gittiğimde sürekli o anları düşünüp duruyordum. Bu nasıl olabilirdi?... Akşam eve gittiğimde zile basmadım ve kapıyı anahtarımla açtım. Kapıyı açtığımda eşimi karşımda buldum… işten geldiğimde kapıyı açmak için bekliyormuş… Selam verip içeri girdim elimi yüzümü yıkayıp sofrayı hazırladık yemeği yedik… Bu gün neden durgunsun bir şey mi oldu? Diye sordu… Cevap veremedim. Dün geceki olayı nasıl sorabilirdim ki… Sana bir şey söyleyeceğim diyerek elimden tutup beni ayağa kaldırdı. Gözlerinin içine bakıyordum, buyur söyle dedim ;
«Hamileyim ! » dedi… Ondan sonrasını hatırlamıyorum zaten… O anda ayaklarım boşaldı… Düşüp kalmışım yerde… Yarım saat sonra kendime geldiğimde eşim yanı başımda oturuyordu… Yattığım yerden doğrulup eşime bakınca utanıp yüzünü yere çevirdi… Bu habere o kadar sevinmiştim ki anlatamam…
Akşamları işten eve gelirken artık bebek eşyaları alıyordum… Gece yattığımızda eşimle hep hayal kurap duruyorduk… Çocuğumuz belli bir yaşa geldiğinde ilk hangi kitabı okumalıydı acaba. İlk önce namaz kitabındaki bilgileri öğrenmeliydi. Ondan sonra hangisini okutsak acaba İsâm Ahlâkını mı yoksa, Herkese Lazım olan İmanı mı okutsaydık… Yok yok, ilk önce Halifelerin menkîbeleriyle yeşertmeliydi kalbini. Benim evladım Ehl-i Sünnet'i savunan Ehl-i Sünnet'i yaymak için çabalayan bir kul olmalıydı! Onu bu şekilde yetiştirmeliydik. Her akşam belli bir zaman dilimi içerisinde eşimle İmam-ı Rabbani'nin «Mektubat» ını okuyorduk...
Bir akşam okurken yorgunluktan gözüme ağrı girince eşime rica edip sesli okumasını söyledim ve gözlerimi dinlendirmek için kapattım. 212. Mektubu okuyordu…
Bir ara gözlerimi açtım elindeki kitap kapalıydı. Gözlerimi açtığımı görünce hemen kitabı açıp gözlerini kitaba dikti. Anladım ki o kadar sayfayı ezberlemiş ve ezberinden okuyordu. Okuduğu mektup bitince durdu. «Mektubat» ı bu zamana kadar kaç defa okudun diye sorunca, bilmiyorum dedi… Peki kitabı bitirmen ne kadar sürüyor? Bir hafta diye cevap verdi.. Anladım ki eşim manevi derecelere yükselmişti..! Beni rahatsız etmemek için kapıyı açmadan çıkması, bir kerametti…
O günden sonra eşime olan hürmet ve saygım daha da arttı. Eşim bir evliya idi... İlmihâl okuduğumda, anlamadığım yerleri eşime soruyordum. Öyle güzel açıklayıp anlatıyordu ki hayran kalmamak mümkün değildi… Hikmetini bilmediğim en ufak bir davranışını görsem soruyordum. O da hemen açıklar; ilmihalin şu sayfasında yazıyor diye söylerdi… Her haline sabrediyordu ve her haliyle de şükrettiği ortadaydı… İslamiyeti yaşayan bir numune vardı karşımda, bu yüzden Allahü tealaya her saniye şükretsem yine az gelirdi… Eşimin birkaç kerametini daha görünce dayanamadım, artık ne pahasına olursa olsun bu konuyu konuşacaktım kendisiyle… her zamanki gibi işten geldim yemek yedik konuyu konuşmak için eşimi karşıma aldım… giderek büyüyen bir heyecanla yavaş yavaş konuşmaya başladım..
İslamiyetin en ince kurallarına en güzel şekilde dikkat ediyorsun.
Konuyu uzatmak istemiyorum dediğim anda eşim konuşmaya başladı… "Sabır güzel şeydir. Sabrederken şükretmek daha güzeldir. İnsan her haline sabreder ve şükrederse Allahü teala ona daha iyilerini ihsan eder"… Artık ağzımdan tek kelime çıkmıyordu, eşimde konuşmasını bitirmişti… O günden sonra ona olan davranışlarım daha dikkatliydi. Onu kırabilecek her şeyden uzak duruyordum...
Bir akşam annem aradı, komşu kızının düğünü varmış iki gün sonra. Düğüne beni de davet etmişler. Eşimle birlikte gittik düğüne, her şey İslama uygun düzenlenmişti. Erkekler ve bayanların yerleri farklı bölümlerdeydi. Düğündeki İslama uyma titizliğini görünce çok sevindim. Bir akşam kendisine balkondan verdiğim Kıyamet ve ahiret kitabı geldi aklıma. On dakika sonra küçük bir çocuk geldi, o kızın kardeşiydi bu. Babası işe giderken arkasından ağlayan çocuk… Abi eğilir misin dedi.. eğildim kulağıma ablasının bana çok teşekkür ettiğini söyledi. Ben vesile olmuşum onun bu duruma gelmesinde. Bunu öğrenince çok sevindim… Eşim hamile olduğu için fazla kalamadık düğünde eve gittik…
Aradan aylar geçmiş ve eşim doğurmuş ve Bir tane oğlum olmuştu. Hayatımızdan çok memnunduk. Eşimle her akşam kitap okumaya devam ediyorduk yine. Eşime üstadım diye hitap ediyordum. O benim üstadımdı. Dünya ve ahiret saadetim için en büyük vesile idi. Geceleri rahatsız olmasın diye oğlumuz ağlayınca çocuğu alıp başka odaya gidiyordum. Aradan iki yıl geçmiş oğlumuz büyümüştü… Eşim her fırsatta sabır ve şükretmemi telkin ediyordu. Bir zaman sonra eşim hastalandı. Zamanımızın çoğu hastanede geçiyordu. Eşimin hastalığı artmış, benim ise elimden bir şey gelmiyordu. Bir akşam işten eve geldiğimde kapıyı çalmama rağmen açmadı. İçeri girdim içeriden bilemediğim mükemmel bir koku geliyordu. İçeri girdim eşim yatıyordu ilk önce uyuyor zannettim. Uzun zaman uyanmayınca gidip uyandırmaya çalıştığımda vefat ettiğini anladım. O anda yıkılmıştım. İçim yanmıştı. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Annemi aradım gelmesini istedim…. Eşimi diğer gün defnettik…
Eve girdiğimde burnuma gelen o güzel koku mezardan gelmeye başladı…
Her gittiğimde o kokuyu duyardım… giremiyordum. Onu özlüyordum sadece.. Canım eşim, üstadım vefat etmişti. Söylediği gibi yapmaya çalışıyor sabretmekten başka çare bulamıyordum. Her an onu düşünüyordum. Aylar sonra eve girme cesareti gösterdim. Gözlerim doldu ağlamaya başladım. Balkonda çıkıp sandalyeye oturdum. Dolunay vardı. Muhammed'in beni aradığı o akşam geldi aklıma… O akşamda aynı dolunay vardı. Gözlerimden yaşlar akarak dışarıya çıktım; doğru üstadımın, eşimin mezarına gittim. Saatlerce ağladım…. O güzel kokuyu hissetmeye başladım tekrar. Arkamdan bir el omzuma dokundu. Arkama döndüm eşim nurlar içinde arkamda duruyordu… Heyecandan bir şey söyleyemiyordum.. Başım dönmeye başladı ve bayılmışım sonra…
Uyandığımda sabah ezanı okunuyordu. Kalktım etrafıma baktım. Eşimi gördüğüm anda. Sabret dediğini hatırladım. Camiye gidip sabah namazını kıldıktan sonra dışarı çıkarken cebimde bir şey olduğunu fark ettim. Elimi cebime attım bir tane mendil vardı. Eşimin evinde ilk konuştuğumuz zaman avucumun içindeki mendil ayağa kalkarken yere düşmüştü bulamamıştım daha… demek ki eşim bulup saklamış. Mendilin bilmediğim şekilde çok güzel bir kokusu vardı…
N o T ;
« Bu yaşananları, rahmetli babamın günlüklerinden derleyerek sadeleştirdim... Hikâyede anlatılan kişiler, annem ve babamdı, doğan o çocuk bendim..! Sabır ve şükür, insanı en üst derecelere yükseltecek mukaddes birer kanattır... »
Allah-u Teâlâ herkese böyle eş nasip eylesin...
A l ı n t ı d ı r . . .
3 notes
·
View notes
Text
Mıgırdiç Margosyan / Çocukluğumda annem kedimizi dört dilde azarlardı
Mıgırdiç Margosyan'ın 27 yıl önce yayımlanan Gâvur Mahallesi adlı öykü kitabı, şimdi de Türkçe, Ermenice, Kürtçe olarak bir arada yayımlandı. Margosyan, "Bizim evde annem, babam, nenem dört dilde konuşurdu. O yüzden öykülerim kadar bu kitabın üç dili barındırması da bir gerçek,'' diyor
Yabancı olanlar için 'gavur' tabirini kullanan kaldı mı hâlâ, bilmiyorum. Vardır mutlaka! Ama elimde tuttuğum kitabın başlığı olan Gâvur Mahallesi, Diyarbakır'ın suriçinde gerçekte de var olan bir mahallenin adı. Geçtiğimiz günlerde Aras Yayıncılık'tan çıkan kitabın, sırlarla dolu bir kapının önünden geçen küçük bir çocuk fotoğrafına yer verilen kapağında, Türkçenin yanı sıra Ermenice ve Kürtçe isimleri de yazılmış. Nedeni basit. İçindeki öyküler, üç dilde toplanmış. Belki de ülkemizde bir ilk olan bu 'üç dilde kitap', üzerinde düşünülecek bir dönüm noktası: Herhangi bir dilden, bir kitaptan, öykü tadında yazılmış ama hepsi yaşanmış anılardan, bir arada olmaktan korkmamanın dönüm noktası... Zaten kitapta adı geçen ebeden, neneden, anadan, çocuklardan geriye de sadece yazarı Mıgırdiç Margosyan kalmış aramızda... Onun da küçükken evinde, avlusunda, mahallesinde, sokaklarında duyduğu konuşmaları, gördüklerini, onlar da yok olmasın, unutulup gitmesin diye yazmaktan başka bir gayesi yok...
Öykü derlemeniz, ilk yayımlanışının üstünden 27 yıl geçtikten sonra bu kez bir kitabın içinde üç dilde çıktı karşımıza. Bu hiç aklınıza gelir miydi? - Bu kitabımın üç dilde değil, Türkçede bile yayımlanacağını düşünmemiştim. Gâvur Mahallesi adlı hikaye kitabımı ilk Ermenice yazdım. Adı Bizim Oralar'dı. Burada çok ilgi gördü. O yıl Paris'te Ermeni yazarlara verilen bir ödülü de kazandı. Türkiye'de bir yayınevi Türkçe yayımlamak istedi. Herhangi bir şey talep etmedim. 'Benim zamanım yok, Türkçeye siz tercüme eder misiniz? Ayrıca ben tekrar yazarım ama belki de siz güzel değil diyeceksiniz, sizin de benim de zamanıma yazık,' dedim.
Hayal kurmadım
İçeriğini hiç bilmeden mi kitabı Türkçe yayımlamak istediler?
- Evet, ama ödül aldıktan sonra sağa sola sormuşlar. Sonra bir hikayeyi tekrar yazdım. Çok beğendiler, devam etme kararı alındı. En sonunda kitabın ismi ne olacak, noktasına geldik. 'Ben karışmam, yayıncı sizsiniz,' dedim. Yine de 'Ben kitaptaki bir öykünün adı Gâvur Mahallesi. İsterseniz o olsun!' dedim. Yayıncı 'Boş verin, gavur mavur,' dedi. Sonra da 'Arkadaşlarla görüştüm, yazarı çekinmiyorsa, sana ne oluyor?' dediler,' diye kabul etti. Kitap yıllar içinde 13. baskıya geldi.
Türkiye'de şu aralar seçim öncesi siyasi zıtlaşmaların yaşandığı bir ortamda, üç dilde yayımlanmasını kim düşündü?
- Diyarbakır'a son yıllarda sık gidiyorum. Suriçi Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, çok dilli kitap çalışması yapıyor. Bu kitabın da Kürtçe yayımlanmasını isteyince, daha önce basıldığını söyledim. Bunun üzerine 'Acaba Türkçe, Ermenice, Kürkçe olarak aynı kitapta basarsak nasıl olur?' dedi. Ben de Diyarbakırlı olduğum için bu fikre sıcak baktım. Bu İngilizce ve Fransızca da olabilirdi, ama doğrusu bana o kadar içten gelmiyordu. Ama Türkçe, Ermenice ve Türkçe bu coğrafyada konuşulan diller. Bunların yan yana gelmesi, çok daha tabi...
Çokkültürlü bir hayatı yansıtan öykülerinizden anladığımıza göre çocukluğunuz da yine bu üç dili duyarak geçmiş... Kürtçeyi de kısmen biliyormuşsunuz...
- Kulak misafiri olarak... Hikayelerden birinde evimizdeki kedimizi anlatıyorum. İsmi Mestan. Annem kediyi terbiye etmek istiyor. Bizim oralarda evde çok da kedi bakılacak imkan yoktu. Tek gözlü evlerde yaşayan insanlardık biz. Ama bizim Mestan, nasıl olduysa geldi, evin bir kenarına yerleşmeye çalıştı. Anam ile Mestan arasında devamlı bir kavga vardı. Anam mutfakta yemek mi pişiriyor, Mestan da gelip, neyi araklayabilirim, diye bakardı. Anam bir gözünü de maalesef hastalıktan kaybetmişti. Hep derdim ki; 'Anam tek gözüyle Mestan'a öyle dikkat ediyordu ki bir türlü hırsızlık işini beceremiyordu.' En sonunda artık anam tekme tokat değil de diliyle anlatmaya başlıyordu. Önce Türkçe 'Mestan hırsızlık yapma,' diyor, sonra kedi anlamayınca Ermenice, sonra Kürtçe, o da olmadı Zazaca söylüyordu. Evet, çünkü bizim evde anam, babam, nenem hep dört dille konuşuyordu. Dolayısıyla Mestan da bu dört dili öğrenmek durumundaydı.
Kitabın üç dili barındırması da 'Yaşadığım gerçekliğin ta kendisi,' diyorsunuz o halde...
- Gerçek bu. Zaten kitaplarımın şu veya bu şekilde ilgi görmesinin nedeni, olayları olduğu gibi anlatmam... Tipler, karakterler, yaşam. Hayal kurmadım. Belki de o tabi hali insanlara daha cazip geldi.
Ermeniceyi 15 yaşında İstanbul'a gelince öğrendim
Bir açıklamanızda 'Kürtçeyi çok az hatırlıyorum, Ermeniceyi de İstanbul'da öğrendim,' diyorsunuz. Çocukken hangi dili konuşuyordunuz?
- Ermenice'yi 15 yaşında Diyarbakır'dan İstanbul'a geldikten sonra öğrendim. Evimizde yarım yamalak konuşulan bir dildi. Büyükler kendi aralarında konuşurdu ama biz üç beş sözcüklük cümlelerle konuşurduk: Git, gel, su, toprak, ekmek gibi sözcüklerle cümle kurardık. Kürtçeyi de bilmiyorduk. Çünkü evimizde, okulda hep Türkçe konuşuyorduk. Ama babamlar yerine göre kendi aralarında Kürtçe, bazen anlamamızı istemedikleri şey olduğunda Zazaca konuşurlardı.
Çocukluğunuzu özler misiniz?
- Aslında çocukluk yıllarımı hiç unutamadım. Çünkü 15 yaşında İstanbul'a bir turist gibi değil, sürgün gibi geldim. Babam burada ana dilimi öğrenmem için baskı yaptı. Şişli'de bir yetimhanede, sonra Üsküdar'da bir zamanlar benim de müdürlük yaptığım okulda kaldım. Çoğu da benim gibi Anadolu'dan gelen öğrencilerdi. İlk geldiğimiz gün hayretler içinde kalmıştık. 1950'lerden bahsediyorum, biz Anadolu'dan geldiğimiz için kendi geldiğimiz diyalektle konuşurduk. Oradaki Ermeni çocuklar bizi duyunca 'Kürtler gelmiş,' diyordu. Oysa biz buraya anadilimizi öğrenmeye gelmiştik. Korkunç da bir ironiydi yaşadığımız. Yıllar içinde son derece duygulanıyorum. Çünkü benim bıraktığım o Diyarbakır, kalmadı. 1950'li yıllarda sokaklarda menekşe mevsiminde menekşe satılırdı. Demek ki o toplum, Gâvur Mahallesi'nde bir tutam menekşeye üç kuruş mu beş kuruş mu verip, üç gün onun zevkini sürebiliyordu. Böyle bir kültür vardı. O yaşam, o kültür 50 yılda tamamen bitti. Bu hüzün veriyor bana. Onun için her gittiğimde yalnız başıma dolaşmayı seviyorum.
Kitabınıza bir barış misyonu da yüklemek doğru olur mu? Yoksa herkes, ne isterse onu mu anlasın?
-Doğrusu ben bir kitap yazayım, böyle de bir misyon yükleneyim diye yola çıkmadım. Asla öyle peşin hükümlü bir davranışım yok. Kitaplarımda, benim kanaatimce, iyi bir okuyucu, benim direk bazı şeyleri söylemediğimi çok iyi görür. Ben o misyonu, hep satır aralarında vermeye çalıştım. Ben hep hümanistçe şeyler yazdım. Kişiliğimde de bu vardır. Asla peşin hükümlü davranmadım. 'Bu Kürttür, dolayısıyla şudur, bu Ermenidir, dolayısıyla budur,' gibi yaklaşımlar yapmadım. İnsan kimliği önemlidir. Ama o insan kimliğinin içinde çeşitli kademede, herkesin kendine göre bir karakteri vardır. Onların içinden olumlu olanları bulursunuz. Zaten bir yazarın, edebiyatla uğraşanın, bir ressamın, şairin bence yapması gereken de budur. Bizde mesela siyasilerimiz gerçekten ne kadar okuyorlar, bilemiyorum. Anlatmaya gelince çok şey söylüyorlar. Tabii istisnalar var.
Evimizin bulunduğu sokağa benim adımı verdiler
Çocukluğunuzun geçtiği Gavur (Hançepek) Mahallesi'nde artık kitabınızda sözünü ettiğiniz o insanlardan kimse kalmadı mı?
- Hiç yok. Sadece yaşlı bir beyle hanım var. Geçtiğimiz günlerde bir açılış için Diyarbakır'daydım, Sarkis Bey'le Bayzar teyzeyi de getirmişlerdi. Bu kadar senelik bir kadim halktan geriye baki kalanlar olarak çok hazin bir tablo çizdik.
Sık sık gidiyor musunuz doğduğunuz şehre?
- Ben neredeyse 40 yıl gitmemiştim. Ortaokulda İstanbul'a gelmiştim. Sonra bir gittik, pir gittik. Genelde söyleşiler için gidiyorum.
Tek göz odalı eviniz ayakta kalabilmiş mi?
- Hayır, ama evimizin bulunduğu sokağa benim ismimi verdiler. Eskiden bu Gâvur Mahallesi, Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bir yerdi. 6-7 Eylül olaylarından sonra yavaş yavaş oradan göçler başladı ve şu anda hiç Ermeni kalmadı. Sur içindeki tarihi evlerin çoğu da yıkıldı, gecekondulaşma oldu. Şimdi Diyarbakır'ın sur dışı çok büyüdü, ama benim için bir şey ifade etmiyor.
Kitap yayımlandıktan sonra ne tür yorumlar, eleştiriler aldınız? Yadırgayanlar, beğenenler...
- Henüz bir eleştiri almadık çünkü kitabı ilk kez bu hafta Diyarbakır'da başlayacak Kitap Fuarı'nda göstereceğiz.
(Figen Yanık / 15 Mayıs 2011 / Sabah Gazetesi)
2 notes
·
View notes
Text
Türk Edebiyatımızdan çok güzide bir insanın hüzünlü bir anısını bırakıyorum şuraya. Canı isteyen alsın, okusun, hissedebilirse hissetsin diye.
Ahmet Haşim, kendisini hiç beğenmezmiş biliyor musunuz? Hem de o kadar beğenmez, çirkin görürmüş ki kendini, insanların evlerine gitme zamanında o dışarı çıkarmış. Yani akşamları. Batan güneşi seyrederken de şiirlerini yazarmış.
Bigün Ahmet Haşim’e bir mektup gelir. Mektubu yazan kadınla tam 6 ay mektuplaşırlar. Aşk mektuplarıdır bunlar. Ahmet Haşim çok mutludur o 6 ay boyunca. Peki aşk, insanı mutlu edebilir mi o zaman? Yoksa insan kafasında yarattığına mı aşık olur?.. Gelgelelim, mektuplaşma devam ederken anlaşılır ki, kadın mektubu 6 ay önce yanlış adrese yollamıştır ve Ahmet Haşim’in dolu dizgin bu aşkı da burada noktalanmıştır. Yine kabuğuna çekilmiş, akşamları dışarı çıkmış ve şiirleriyle ruhundaki sancıyı aksetmiştir adeta..
Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümayan,
Güller gibi... sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nalan;
Gün doğdu yazık arkalarında!
Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrarını ömrün eder ilân.
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Alemlerimizden sefer eyler?
Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde sema kavs-i mutalsam!
Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!
(1921) - Ahmet HAŞİM
#my post#new post#hayatadair#sevgi#edebiyat#yazılarım#ahmethaşim#gece#günün sözü#günün yazısı#uzun yazılar#tumblr yazılı post
7 notes
·
View notes
Text
Mehdi mi yener Süpermen mi?
"Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir." İmam-ı Âzam Ebu Hanife (r.a.)
Bedri Rahmi Eyyüboğlu İnsan Kokusu isimli kitabında sinemanın 'rüya tekelciliği' yaptığıyı söyler. Eskiden herkes kendine ait bir hayal dünyasında yaşarken bugün popüler filmlerin/kahramanların hegemonyası yaşanmaktadır. Kahramanlar yöresel değil küreseldir. Dekorlar/hikayeler Hollywood'a aittir. Esas oğlanlar/kızlar bellidir. Herkes onları düşler. Herkes onlarla yetişir. Hatta bir dostum anlatmıştı. 5-6 yaşlarındaki oğluyla Risale dersine gitmişler. Dersin konusu Mehdi hakkındaki rivayetlermiş. Bir saate yakın dinlemişler. Evlerine dönerlerken oğlu kendisine sormuş: "Peki baba şimdi Mehdi'yle Süpermen dövüşse hangisi yener?"
Okuyanlar hatırlayacaklar. Geçmiş yazılarımdan birisinde (Çocuklar Adam Olmasın Yalnız, Adamlar da Çocuk Olsun), Aleyhissalatuvesselamın çocuklara ve yağmura dair hadislerine atıf yaparak, çocukların da yağmurlar gibi 'fıtrî ahidleri yeni' hediyeler olduğunu söylemiştim. Ve fıtrata (yani fabrika ayarlarımıza) yakınlıkları nedeniyle bize ders verici meziyetlere sahip olduklarına dikkat çekmiştim. 'Çocuktan al haberi' gibi tabirlerin onların aptallığına değil, saflığına ve dürüstlüklerine atıf yaptığını; bununsa 'yalan' denen kurgunun ahlaklarına sonradan eklediğimiz birşey olmasından kaynaklandığını belirtmiştim. Hâlâ da böyle düşünüyorum. Ve hatta arttırıyorum: Çocuklar gibi peygamberler de bize Allah'ın bir 'Fıtrata dön!' çağrısıdır.
Yani nasıl ki bir çocuğun saflığı sizi onun yanında tedbirli davranmaya zorlar, aynen öyle de, bir nebinin ismetinden gelen nezaketi de çevresindekileri edepli olmaya çağırır. Bir çocuğun yanında yalan söylemekten, küfür etmekten veya kem bir davranışta bulunmaktan çekinen büyük, daha aşkın bir şekilde nebinin yanında da aynı şeyleri yapmaktan çekinir. Nebinin pâklığı muhatabını da ahlaklı olmaya zorlar. Yani onlar duruşlarıyla bile insanları dönüştürürler.
Bunu pazusuyla, ordusuyla veya kılıcıyla yapmaz elbette nebi. Onun bulunduğu hal, yani kamil insan hali, vicdan denen yerimizin işiteceği şekilde asl-ı insanı bağırır. Çalışan her alıcının kolaylıkla algılayacağı bir fıtrat frekansını sürekli yayar. Ve siz bu bağırış karşısında kayıtsız kalamazsınız. Kâfir de kalsanız meziyetlerini takdir eder ve yanında davranışlarınıza çekidüzen verirsiniz. Bunun delili çoktur. Bunlardan yalnız Mekke'nin fethinden sonra yaşanan bir diyaloğu hatırlatmak isterim.
Müşrikler Aleyhissalatuvesselamı nasıl tarif etmişlerdir o gün? Ben şöyle biliyorum: "Sen kerim bir kardeşimizsin ve kerim bir kardeşimizin oğlusun." Yanlış anlaşılmasın. Bu onun nübüvvetine iman ettiklerinden dolayı söyledikleri birşey değildir. Bu karşıkonulmaz bir şekilde maruz kaldıkları güzel ahlakın itirafıdır. Mürşidim bir yerde bu sadedde der ki:
"Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti, yalnız mu'cizâtına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah ibni Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnız o Zât-ı Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın simasını görmekle, 'Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz' diyerek imana gelmişler."
Aleyhissalatuvesselamın bu yönünü ayrıca önemsiyorum ben. Çünkü bu yön bize 'kamil mürşidin' neden gerekli olduğunu da hatırlatıyor. Hikmetini anlatıyor. Öyle ya. Herhangi bir ahlakî değeri 'ilmî bir kavram olarak' ve/veya 'entelektüel bir haz duyarak' konuşabiliriz. Hakkında muhteşem aforizmalar kasabiliriz. Edebiyatın gözüne basabiliriz. Cakkıdı cakkıdı ahkam kesebiliriz. Daha önce söylenmemiş betimlemeler yapabiliriz. Bunlarla tıkına bereket 'retweet' veya 'beğen' de alabiliriz. Fakat etrafında kelimelerle döndüğümüz o hakikatin tesirini yine de 'yaşayanı' belirler.
Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz ihlası/ahlakı kelimelerde değil insanlarda okuruz. Kelimelerle değil insanlarla taşırız. Yani insan pratiği istenen mesajın asıl taşıyıcısıdır. Taşıyıcı da mesajın parçasıdır. Bu nedenle peygamberler de Allah'ın kelamını bize taşıyan Allah'ın kevnî kelamlarıdır.
Kur'an'ın ilk musfahı Aleyhissalatuvesselamın mübarek zatıdır. Fiiller ve tavırlar, hem de o hakikatin sınanmasının en gerekli olduğu zamanlarda sergilenenleri, ahlakı nakletmemizin yegane aracıdır. Bir ahlak salt kitabî bilgiyle nakledilebilir mi? Bence bu mümkün olamaz. Mümkün olamayacağı için Aleyhissalatuvesselam buyurmuştur: "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." Ve Aişe radyallahu anha annemiz demiştir: "Onun ahlakı Kur'an'dı." Yani Kur'an'ın dersi sünnetle tamam olmuştur.
Evet, en yakıcı sınavlarında bile fıtratının ismet derecesindeki saflığından ödün vermemiş Allah Resulü, hem canımız-ciğerimiz, hem de güzel ahlakın insanlar arasında 'olabilir/başarılabilir' birşey olduğunun ilk delilidir. Yani peygamber kulluğun 'yapılabilirliğinin' ilk delilidir. Bu noktada Kur'an'ın onu anarken vurguladığı 'içinizden biri' ifadesi 'sizin gibi yaratılmış ama sizin gibi olmamış-bozulmamış birisi' diye de algılanabilir. Yani içimizden birisi, içimizden herhangi birisi gibi davranmayarak, herşeyi değiştirmiştir.
Bu açıdan bakınca "Biz bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz!" buyuran İsrâ sûresi bir açıdan da şunu söylüyor olamaz mı: "İçinizden birinin herşeye rağmen fıtratını koruyabildiğini ve gönderdiğim vahye uygun yaşayabildiğini sizlere göstermedikçe ve o size 'bizzat yaşayanı olarak' vahyimi/davetimi tebliğ etmedikçe size azap etmeyiz." Bu davetin hayatla bütünlüğünü anlama noktasında çok kıymetlidir. Teori pratiğiyle birlikte aktarılmadığı zaman gırtlaktan aşağıya inemez çünkü.
"Mu'cize-i Muhammedî aynı Muhammeddir (a.s.m.)..." derken Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği de biraz bu değil midir? "Bütün ümmet hattâ düşmanları da dâhil olduğu halde icmâ etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye câmidir." Onun metinlerinde sıklıkla vurgu yaptığı birşeydir şu. Peygamberler, sadece dillerindeki vahiyle ve ellerinden vücuda gelen harikalarla değil, onun uygulanabilirliğini göstermeleriyle de davetin bir parçasıdırlar. Hâşâ, sümme hâşâ, mesajı getirince işleri bitmiş bir postacı gibi görülemezler. Çünkü insanlar bir mesaja, onu uygulayan kişinin elinden/dilinden muhatap olmadıkça, uymazlar. İnsanların, özellikle avamın, söylem ile yaptıkları ilk kavga nasihatin sahibindeki tutarlılığıdır. Bunu şöyle bir örnekle biraz daha açmak istiyorum:
Biz güzel ahlakın varlığına onun edebî metinler içinde varoluşuyla inanmayız. Aforizmalar bizi güzel ahlaka inandıramazlar. Bu nedenle büyük meblağlar bulmuş ama tek lirasına dokunmadan onu sahibine iade etmiş veya hiç tanımadığı birisine çok büyük bir fedakârlık yapmış veya daha başka bir şekilde güzel ahlakın bir nümunesini/uygulanabilirliğini bize göstermiş insanların hikayeleriyle çok meşgul oluruz. Onları gazetelerimize manşet yapar ve/veya televizyonlarımızda duygusal bir haber olarak geçeriz. Büyük büyük söyler ve/veya yazarız: "İnsanlık ölmemiş!" Veya deriz: "İşte günün kahramanı!"
İnsanlığın ölmediğine bizi kim inandırır? Metinler mi? Aforizmalar mı? Felsefe mi? Bizi insanlığın ölmediğine insanlığının hakkını veren hayatlar inandırır. İşte nebiler de bu yüzden kıymetlidir. Ve onların varisleri olan âlimler de. Mürşid talebesi için dersin tamamlayıcı parçasıdır. Bir mürşide intisabın tasavvuf geleneğinde çok önemsenmesi, bir usûle intisabın hakikate vusûlde çok vurgulanması, bunlar boşuna değildirler. Geleneği hakikatin inanılırlığını arttırır.
Bana öyle geliyor ki: Nebileri postacı konumuna indirmeye çalışanlar da aslında kem bir amaçla bunu yapıyorlar. O da şudur: Vatanı değil amma mü'minin anavatanını, yani güzel ahlakın bütünlüğünü parçalamaya çalışıyorlar. Halbuki, bu dangalakların sünnet-i seniyye yerine ürettikleri hiçbir aforizma, hiçbir entelektüel eğlenti Abdullah b. Selam radyallahu anh gibileri kandıramaz. Onun gibilerin Aleyhissalatuvesselamın yüzünü görmesi gerekir. Bizim gibilerin onun ahlakını bilmesi gerekir. Öyle bir hayatın mümkün olabildiğine şahit olunması gerekir. "Bu yüzde yalan olmaz!" ancak bu bilgiden/görüşten sonra söylenebilir.
Düşünelim: Bediüzzaman'ın istikametten şaşmamış ve büyük bedeller ödemekten çekinmemiş hayatı olmasa, Risale-i Nur metinleri, sırf bir didaktik eser olarak, bu kadar insana hakikatin yolunu göstermeyi başarabilir miydi? Said Nursî'siz Risale-i Nur tavsiye edenler, Peygambersiz Kur'an arayışına girenler, güya iyi niyetlerle vurguyu aslolana getirmek için bunu yaptıklarını söylüyorlar. Ya arkaplana attıkları parça aslın da parçasıysa? Ya onsuz asıl da yarım kalıyorsa?
Yani ya sandıkları gibi bir hiyerarşi yoksa? Mürşidin hayatı tebliğden kopmayan ve hatta tebliğin sağlığını sağlayan en birinci etkense? Bugün âlem-i İslam'ın durumuna bir bakınız. Hiçbirimiz doğruyu bilmiyor veya doğru kavramlara birbirimizi çağırmıyor değiliz. Ortalık müçtehid kaynıyor(!) Herkes bir taraftan "Ey müslüman uyan!" diye bağırıyor. Asıl sorun çağrıda değil. Sorun şu: Biz birbirimizin samimiyetine inanmıyoruz. Çünkü öyle bir ahlak göremiyoruz bir diğerimizde.
Bu yüzden hem nübüvvet, hem varisi olmak hasebiyle hakiki âlimler, hem bunun altbaşlıkları olarak müceddidlik ve mehdilik gibi kavramlar-kişiler, bunların hepsi gerekli. Hiçbirisi küçük görülmemeli. Ben Mehdi'den bazılarının karikatürize ettiği gibi süpergüçlerle gelmesini beklemiyorum. Ama, evet, hepimizi inandıracak bir samimiyet ve ahlakla ortaya çıkmasını bekliyorum. Eksik olan o çünkü. Mü'minin süpergücü o. Yoksa, maşaallah, hepimizin ağzı süper laf yapıyor. Fiyakalı sözlerden geçilmiyor. Fakat salih seleflerimizin mirasını yemekten başka birşey de elimizden gelmiyor. En nihayet demem o ki kardeşlerim: "Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz." Çünkü mehdinin de süpergücü o olacak.
4 notes
·
View notes
Note
Bugün cami ye bir hanım gidebilirmi. Gidebilirse kaçta gitmemiz gerek abi acaba
Kardeşim, bu ve bunun gibi konular hakkında gidersin gidemezsiz, yaparsın, yapamazsın, caizdir, caiz değildir diyemem asla. Ama ehliyet sahibi hocaların görüşlerini paylaşabilirim. İzleyip, dinleyip, okuyup kendin karar ver inşeAllah...Bir Hanım bugün camiye gidebilir mi sorusundan önce kadınların camiye gitmesi konusunu iyi anlamak lazım. Bu konu gerek diyanetin yanlış fetva vermesi gerek başka çevrelerin özgürlükçü kadın dernekleri gibi yanlış anlatımı sebebiyle bi zatihi bayanlar açısından yanlış anlaşılmasına sebep oluyor.Bu konu hakkında İhsan Şenocak Hoca'nın kapsamlı bir yazısını paylaşıyorum. Sıkılmadan oku inşeAllah...KADIN, CAMİ VE ÖZGÜRLÜKYazar: İhsan ŞenocakAğustos 21, 2015Giriş________________________________________İslam, insanı dünyaya geldiği ilk anda günahsız kabul eder ve ona günah işlemeden nasıl yaşayabileceğinin yolunu gösterir. Fıtratındaki kodlara uygun olarak kadını, kadın, erkeği de erkek olarak kalmaya davet eder.Kendi olabilen kadın ve erkek, sahip oldukları farklılıklar içerisinde daimi ve izafi görev alanlarında varoluşlarının gereğini ifa ile sorumludur. Onlar, kendileri için aktivitede bulunur ya da önlem alırlar. İmanlarıyla ve amelleriyle önce kendilerinin yol emniyetini alır, sonra da tebliğ ile muhataplarının kurtuluşu için çalışırlar.Erkek baba, kadın ise annedir. Bu yüzden ne kadın erkektir; ne de erkek kadındır. Fiziki durumları ve algılayışları itibarıyla farklıdırlar. Birbirleri üzerinde bu farklılıkları da hissederler. Bir erkek bir kadına, kadına baktığı gibi bakar. Bir kadın da erkeğe, erkeğe baktığı gibi bakar. Yani hiçbiri kadınlıklarından ve erkekliklerinden mahrum değillerdir.[ ]İsmet Özel, Sorulunca Söylenen, Şule Yay., İstanbul, 1999, s. 115.[/ ]Mahrum olmamalarının hukuki bir kimlik kazanabilmesi ya da memnunlar içerisinde mağdurlar sınıfı oluşmaması için her şeyi en doğru bilen yaratıcıları[ ]Bkz. Mülk(67): 14.[/ ] onlar için mahremiyeti emretmiştir. Bir araya gelişleri belli ölçülerle kayıt altına alınmıştır. Buna göre her ikisi de gözlerini harama bakmaktan korurlar.[ ]Nûr(24): 30-31.[/ ] Kadınlar ziynetlerini açığa çıkarmaz[ ]Nûr(24): 31.[/ ], yabancı erkelerle çekici eda ile konuşmaz[ ]Ahzâb(33): 32.[/ ], yürüyüşlerine hayâyı egemen kılar[ ]Kasas(28): 25.[/ ], açılıp saçılmaz,[ ]Ahzâb(33): 33.[/ ] üçüncü bir şahsın olmadığı yerde yabancı erkekle baş başa kalmazlar. İslam iki farklı cinsten oluşan insan gerçeğini bu çerçevede ele almış ve emirlerini bu gerçeklik üzerine bina etmiştir.Tahrîru’l-mer’e________________________________________İslam, ailede son sözü söyleyen olması cihetiyle[ ]Nisâ(4): 34.[/ ] bir adım öne çıkardığı erkeğe kadın üzerinde mutlak otorite vermemiş, onları birbirini tamamlayan iki unsur olarak görmüştür. İslam’ın, kadını sahip olduğu özelliklerle değerlendiren bu bakış açısı mustağriblerin “Tahrîru’l-mer’e(kadını özgürleştirme)” hareketinden ya da bizdeki “hocaya, kocaya, paşaya hayır!”ironisinden çok daha öncedir. “Kadın kadındır.” diyen İslam, bugün kadın haklarından bahseden modernizmden çok daha kıdemlidir.Modernitenin öncülük ettiği “kadını özgürleştirme hareketi”nin temelinde kadını kendisi gibi görmeyen din ve ideolojilere başkaldırı vardır.Çünkü modernite, yegâne kadınca yaşam tarzının kendisi tarafından önerildiğine inanır. Bu yüzden kendi anlayışına uymayan yaşam tarzlarını reddeder.Kadını erkek hegemonyasından kurtarmayı vadeden modernite ataerkil yapıya karşı tepkisini ortaya koyarken ölçüyü kaçırdığından kadını yeni argümanların boyunduruğuna mahkûm etmiştir. Koca hâkimiyetinden kurtardığına inandığı kadını, sanayi devriminin ağır çalışma şartları ile gelen modern müstemlekeciliğe kurban eder.İslam geleneği içerisinde kadın probleminin önemli bir yer işgal ettiğini düşünen modernistler, “kadını özgürleştirme” hareketinin gölgesinde kadın lehine(!) orta rezervli bir yenilenmeyi kaçınılmaz çözüm olarak görmüş ve kadınla alakalı içtihatların Kur’an-ı Kerim’in kadın tasavvurunu yansıtmadığını savunmuşlardır. Modernistler, Kur’an-ı Kerim merkezli bir arınma hareketiyle İslam geleneğinde egemen olduğunu iddia ettikleri erkekçe bakış açısının izlerinin silinebileceğini düşünmüşlerdir.Özgürlükçü Dernekler________________________________________Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde eş zamanlı olarak –özellikle- İstanbul ve Kahire’de kurulan dernekler vasıtasıyla “kadını özgürleştirme” hareketi kısmen kurumsallaşmıştır. Dernekler tarafından neşredilen mecmualarda İslam toplumunda kadının eve hapsedildiği, gerçekte ise şeriatın –adeta- kadının her yaptığına evet diyen “izinler manzumesi”nden ibaret olduğu vurgulanmıştır. Osmanlı Müdâfâ’a-yı Hukûk-i Nisvân Cemiyeti’nin yayın organı olan “Kadın Dünyası” dergisi feminist söylemlerin egemen olduğu önemli yayın organlarından biriydi. Batı yanlısı bir yayın politikası izleyen bu derginin yazarları erkekten yana tavır aldığını düşündükleri İslam ulemasına karşı ortak dayanışma platformu oluşturmuşlardı.İlerleyen yıllarda “Kur’an’da, ‘hadiste’ Kadın” gibi başlıklar altında geleneği tenkit üzerine ibtina eden ve yeni kadın imajının nasıl olması gerektiğini konu edinen eserler kaleme alınmıştır. Bu tür eserlerde –sıklıkla- ayetlerin siyak ve sibakından kopartılarak işlenmesi, rivayetlerin dar anlamda değerlendirilmesi, ulemanın bazı rivayetleri kadınlar aleyhine yorumladıkları gibi uç iddiaların[ ]Karen Armstrong, Tanrı’nın Tarihi, Çev: O. Özel, H. Koyukan ve K. Emiroğlu, Ayraç Yayınları, Ankara 1998, s. 211–212.[/ ] yer alması güvenilirliklerini tartışılır hale getirmiştir.Kadın ve Ev_______________________________________Kadının özgür olmasını savunan ve bu savunma ile zımnen de olsa İslam geleneğinde kadının tutsak olduğunu iddia eden modernistler, evini sadece ibâte için kullanan bir kadın modeli önermişlerdir. Bu yüzden fitne olacak durumlarda kadının camide ibadet etmesinin kerahetine işaret eden içtihatları dini ve akli temelden yoksun ve yanlı değerlendirmeler[ ]Bkz: Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Hazm, el-Muhallâ, Kahire 1969, V, 55; Şemseddin es-Serahsî, el-Mebsud, Beyrut, 1982, II, 20-25; Abdulkerim Zeydan, el-Mufassal fî Ahkâmi’l-Mer’e, Beyrut, 2000, I, 268-269.[/ ] olarak nitelemişlerdir.[ ]Bu makalede İslam, kadına ibadet mekânı olarak nereyi uygun görmektedir.Kadın için daha hayırlı olan cemaatle mi yoksa evinde mi ibadet etmesidir. Bu noktada ulema iddia edildiği gibi ayet ve hadislere rağmen bir sınırlandırmaya gitmiş midir? gibi sorulara cevap arayacağız.[/ ]Kadın ve Cami________________________________________Kadının cami merkezli bir ibadet hayatının olması gerektiğini savunanlar, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Raşit Halifeler döneminde cami ile iç içe olan kadının, Emeviler döneminden itibaren cami ile münasebetinin giderek zayıfladığını, cinsiyet eşitliği prensibinden uzaklaşılarak sosyal, siyasal, ekonomik ve dini hayattaki konumlarının tekrar sorun haline getirildiğini iddia etmektedirler.[ ]Fıkhın kolaylaştırılmasını talep edenlerin açılımları hep bu şekilde başlar. Allah Resulü’nün kolaylaştırdığı dinin sahabe tarafından bir parça zorlaştırıldığı, tabiunun da dini sahabeden daha zor hale getirdiği ve bu durumun günümüze kadar artarak devem ettiği iddia edilir. İddianın vakıaya aykırı olduğunun en önemli göstergesi hadislerin fıkıh kitaplarında yer alan hükümlere kaynaklık etmesidir.[/ ]Bu iddia şu cihetle tarihi gerçeklerle çelişmektedir: Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’de mescidini inşa edince ona yakın olmak isteyen sahabe evlerini mescidin çevresine kurmuştu. Evlerin kapıları da mescide açılmakta idi.[ ]Bkz. Eb’u Davûd, Tahare 93.[/ ] Bu yüzden erkekler gibi kadınlar da her ne amaçla olursa olsun evlerinden çıktıklarında öncelikle mescide uğramak zorunda idiler. Bu durum kadınların mescit ortamında daha fazla bulunmalarını temin etti. Kadınların ibadetlerini camilerde yapması gerektiğini savunanların delil olarak ileri sürdüğü “bir kadın sahabinin namazda Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ağzından ‘Kâf Suresi’ni ezberleyecek kadar camide yer alması” meselesi de Medine’deki bu ilk yerleşim şartları çerçevesinde gerçekleşmişti.Medine döneminin ilerleyen yıllarında mescitle sosyal hayatın münasebeti değişince evlerin mescide bakan kapıları bizzat Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün emriyle kapatılmıştır. Böylece kadınların cami ortamında yer almaları, yeni düzenleme ile sınırlandırılmıştır. Fakat Hz. Ömer (radiyallahu anh) devrinde teravih namazları cemaatle kılınmaya başlayınca halife erkeler için ayrı, kadınlar için de ayrı mekânda farklı imam görevlendirerek onların daha geniş katılımla cemaatle namaz kılmalarına imkân hazırlamıştır. Hz. Ömer’in bu uygulamasında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kadınlar için camiyi ibadetten daha çok eğitim için kullanması başlıca etken olmuştur. Nitekim Ebû Said el-Hudrî’den gelen şu hadis bu hususu açıklamaktadır: “(Bir gün) Kadınlar ‘Ey Allah’ın Resûlü, erkeklerden bize meydan kalmıyor /galebenâ aleyke’r-ricâl, bize özel bir gün ayırır mısın?’ dediler. Rasûlüllah onlara bir gün belirledi. Kadınlar o günde Rasûlüllah’ın huzuruna gelir, O da onlara sohbet ederdi.”[ ]Buharî, İlim 36.[/ ] Kadınların Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) gelip “erkeklerden bize meydan kalmıyor/galebenâ aleyke’r-ricâl, bize özel bir gün ayırır mısın?” demelerinden, ‘erkekler her gün camiye devam ediyor, ilim öğreniyor ve dini meseleleri dinliyorlar. Biz kadınlar zayıfız, onlarla boy ölçüşemeyiz.’[ ]Aynî, Umdetu’l-Kârî, Beyrut, 2001, II, 202.[/ ] gibi bir anlam çıkmaktadır. Allah Resulü’nün bu uygulaması kadınların mescidi genelde ilim tahsil etmek için kullandıklarını bildirdiği gibi beş vakit dâhil diğer namazlar için sıklıkla camiye çıktıkları iddiası ile de çelişmektedir.Kadın sahabilerin cemaate çıkmaları ile alakalı Tahavî şunları söylemektedir: “Kadınların namazgâha gitmeleri İslam’ın ilk yıllarındadır. Bundan gaye ise, düşman nazarında Müslümanları çok göstermektir.”[ ]Aynî, a.g.e., III, 404.[/ ] Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) camiye girmelerinin helal olmadığını söylediği hayızlı kadınların bayram sabahı namazgâha çıkıp arkada durmalarını teşvik etmesi de, bu “çok görünme” fikrini desteklemektedir. İlerleyen yıllarda Müslümanların kemiyet itibarıyla büyük kalabalıklara tekabül etmeleri kadınların cemaate iştiraklerinin gerekçesini ortadan kaldırmıştır. Ayrıca kadınların mescidi amacı dışında kullanmaları da cemaatten geri kalmalarında etkili olmuştur. Konu ile ilgili Hz. Aişe şöyle demektedir: “Eğer Resülüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) kadınların (kendisinden sonra) mescitlerde neler ihdas edeceklerini bilseydi, İsrailoğulları’nın kadınları gibi, o da onların mescitlere girmelerini yasaklardı.”[ ]Buharî, Ezan 163.[/ ]Kadınlar Kapısı________________________________________Mescid-i Nebevi’nin başlangıçta kapılarından hiçbiri kadınlara tahsis edilmemişti. Camiye giden kadınların sayısında artış olunca Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem); “Şu kapıyı kadınlara tahsis etseydik.”[ ]Ebû Davûd, Salât 16.[/ ] buyurmuştur. Allah Resulü’nün bu ifadesi delalet cihetiyle tahsis içermektedir. Nitekim ifadeden kapının kadınlara tahsis edilmesi gerektiğini anlayan Abdullah b. Ömer (radiyallahu anhuma) Efendimiz’in -kıblenin Kâbe’ye çevrilmesinden sonra- Beyt-i Makdis yönüne açtırdığı bu kapıdan ölünceye kadar içeri girmemiştir. Eğer diğer sahabiler girdilerse bu ya namaz vakitleri dışındadır ya da onlar Allah Resulü’nden bu konudaki yasaklayıcı hükmü işitmemişlerdir.[ ]Mahmud Muhammed Hattab es-Sübki, el-Menhelü’l-Azbü’lMevrûd, Beyrut, ty., IV, 72. Yani böyle bir tahsisten haberdar değillerdir[/ ] Daha sonra Hz. Ömer (radiyallahu anh) Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından kadınlara tahsis edilen bu kapıdan erkeklerin girmesini bütünüyle yasaklamıştır.[ ]Bkz.Ebû Davûd, Salât 17.[/]Hayır Nerede?________________________________________Müslüman kadının cami merkezli bir ibadet hayatı olması gerektiğini savunanlar, kadınların ibadet etmeleri için evlerinin camilerden daha hayırlı olduğu görüşünün bir temenni ya da konu ile ilgili hadislerin yorum farklılığından kaynaklandığını, bazı rivayetlerin kadınlar aleyhine yorumlandığını[ ]Bkz: Karen Armstrong, a.g.e., s. 211–212.[/ ] dolayısıyla da kadınların camiye mesafeli durmalarını temin eden anlayışın dinî ve aklî temelden mahrum[ ]Bkz: Ignaz Goldziher, “İslâm’da Eğitim”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 7, Ankara, 1988, s. 90.[/ ] olduğunu ileri sürmektedirler. Evin camiden daha hayırlı olduğunu tasrih eden Ümmü Humeyd hadisinin ise o sahabinin ailevi sorunlarına matuf olduğunu bu yüzden genelleme ifade etmeyeceğini iddia etmektedirler.Gerçek şu ki kadınlar için evlerin mescitlerden daha hayırlı olduğunu bildiren hadisler yoruma ihtiyaç duyulmayacak derecede açıktır. Bu durum, Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) eşleri başta olmak üzere diğer bütün kadın sahabiler tarafından da böyle anlaşılmıştır. Nitekim Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in eşleri, cemaatle kılınan namazın ferdi olana nispetle 27 derece daha faziletli olduğunu bilmelerine rağmen namazlarını mescit yerine, mescide bitişik olan evlerinde eda etmişlerdir.[ ]Bkz. Zeydan, a.g.e., I, 212.[/ ]Ümmü Humeyd hadisi de iddia edilenin aksine genelleme ifade etmektedir. Kadınların ibadetlerini nerede yapmalarının daha faziletli olduğunu bildiren ilgili hadis şu şekildedir: “Odalarınızda kıldığınız namaz, salonlarınızdakinden, salonlarınızda kıldığınız binalarınızdakinden, binalarınızda kıldığınız da cemaatle kıldığınız namazdan daha faziletlidir.”[ ]Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Esîr, Üsdu’l-Gâbe fî Ma’rifeti’s-Sahabe, Beyrut, 1994, VII, 311.[/ ] Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Ümmü Humeyd’e “Selâtuki/senin namazın” şeklinde değil de “salatükünne/siz kadınların namazı” diye hitap etmiştir. Konu ile alakalı bir başka rivayet ise şu şekildedir: Ümmü Humeyd, Allah Resulü’ne gelip, Onunla birlikte namaz kılmayı arzuladığını söyler. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisini anlayışla karşıladığını fakat –ona- odasında kılacağı namazın salondakinden, salondakinin binadakinden, binadakinin aile mescidinden, aile mescidindekinin de Peygamber mescidindekinden daha hayırlı olacağını söylemiştir.[ ]İbn Abdilberr, el-İstîâb fî Esmai’l-Ashab, Beyrut, 2002, II, 580.[/ ]Ümmü Humeyd’le alakalı bu rivayette de ailevi bir nedene işaret eden herhangi bir unsur mevcut değildir. Konu ile alakalı el-İsabe’deki rivayette ise Ümmü Humeyd bütün kadınlar olarak serzenişte bulunmuş ve “Ey Allah’ın Resulü eşlerimiz seninle birlikte namaz kılmamıza engel oluyorlar.” deyince Hz. Peygamber bütün Müslüman kadınlara hitaben, iç odalarda kılınan namazın diğer bütün mekânlardan daha faziletli olduğunu bildirmiştir.[ ]Hadis metni için bkz. İbn Hacer, el-İsabe fî Temyizi’s-Sahabe, Beyrut, 1995, VIII, 383; Konu ile ilgili hadisler için bkz. Ebû Davud, Salat 53; Tirmizî, Reza’ 18; Ahmed, Müsned, II, 297-301, VI, 371.[/ ]Kadın, Cami ve İrşat________________________________________Asr-ı Saadet ve sonrası dönemlerde kadın, –iddiaların aksine– ihtiyaç hissetmesi durumunda cami ortamında yer almış, gerek çocukluk gerekse de yetişkinlik döneminde irşat hizmetlerinden faydalanmıştır. “Eşleriniz camiye çıkmak için sizden izin istediklerinde onlara engel olmayınız.” hadisi de bunda etkili olmuştur. Fakat tarihin hiçbir döneminde kadın, erkek gibi cami merkezli bir irşat ya da ibadet içerisinde yer almamıştır.Burada göz ardı edilen bir husus var ki, o da Allah Resulü’nün “kadının camiye çıkmak için eş ya da velisinden izin alması” gerektiğini belirtmesidir. Kadının, camiye çıkmasının izne tabi olmasının zımnında daimi ibadet yerinin evi olduğu gerçeği de vardır. Bunun içindir ki eş ya da veli cami ortamının kadın için müsait olmadığı kanaatine sahipse ona izin vermeyebilir.[ ]Zeydan, a.g.e., I, 214.[/ ]Kadın ve Fitne________________________________________Müslüman kadını evinden çıkartıp, tahsil ve iş hayatında erkeğin “paydaşı” yapmayı hedefleyen anlayış, onun rahatsız olacağı ortamlarda bulunmasını “fitne” olarak niteleyen ulemaya “eğer fitne iki cinsin bir arada bulunması şeklinde oluyorsa, bunun bedelini sadece kadınlara ödetmek adalete aykırıdır.”diyerek itiraz etmektedir. Onlara göre, kadının “arz-ı endam”ının din adına engellenmesi anlamına gelen bu durum, modern dönemin müslüman kadını tarafından “tecrit” olarak algılanmaktadır. Konu ile alakalı N. Göle’nin, sözlerini naklettiği bir kadın şunları söylemektedir: “(Müslüman erkekler) Sadece haramları öne sürerek kadınları toplumdan soyutlamaya çalışıyorlar. Mesela Müslüman bir erkek, hanımını okula göndermiyor, (hanımı) otobüse binsin istemiyor. Hanımlar açısından haramları öne sürüyorlar… Şayet ben bu durumda Allah’ın emirlerini uygulamama noktasında kalıyorsam, bu erkek için de söz konusudur. Onun da otobüse binmesi sakıncalıdır.”[ ]Nilüfer Göle, Modern Mahrem, İstanbul 1994, s. 123.[/ ]İslam’ın kadını kadın, erkeği de erkek olarak değerlendiren bakış açısından mahrum olanlar eşitlik adı altında her alanda erkekle boy ölçüşen bir kadın kimliği oluşturmuşlardır. Ne var ki yapay olan bu kimlik, fıtrat realitesine aykırıdır. Nasıl erkek, sahip olduğu özellikler itibarıyla kadınla eşit olamıyorsa; kadın da erkekle eşit olamaz. Çünkü kadın daha duygusal ve kolay incinen, erkekse daha realist ve güçlü yaratılmıştır. “Ay kardeş” diye konuşan erkekle, muhatabına “gel buraya azizim” şeklinde hitap eden kadın tiplerinin garabeti eşitlik iddialarının ne derece havada kaldığını açıkça göstermektedir.Cuma namazının erkeklere farz olması, bayramın da cuma kimlere farz ise onlara vacip olması, ayrıca vakit namazlarına sadece erkelerin devam etmesi geleneği, mazeretsiz olarak gelemeyenlerin Allah Resulü tarafından sert bir dille ikaz edilmeleri göstermektedir ki, camiye devam etmesi mutlaka gerekli olanlar erkeklerdir. Bu durumda “fitne” ifadesinden hareketle kadınlar gibi erkeklerinde camiye çıkmalarını tartışmaya açmak, camiyi erkek için daimi ibadet yeri olarak belirleyen Kur’an-ı Kerim ve sünnetle çelişmektedir.İslam kadına ev, erkeğe ise cemiyet merkezli bir hayat öngördüğünden kadının ev dışı ortamlarda bulunmasını arızî kabul etmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim kadınlara “Evlerinizde vakarınızla oturun.”[ ]Ahzâb(33): 33.[/ ] derken erkeklere “yerin sırtlarında dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin.”[ ]Mülk(67): 15.[/ ] diye emretmektedir. Buna göre kadın, merkezi yaşam yeri olan evinden cemiyete beli ihtiyaçlar için çıkar ve çıkarken şu hususlara riayet eder: “Eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki kalbinde maraz bulunanlar kötü ümide kapılmasınlar. Sözü ciddi ve güzel söyleyin. Vakar ve haşmetinizle evlerinizde oturun. Cahiliye dönemi kadınlarının kırıla döküle ziynetlerini göstererek yürüdükleri gibi süslenip yürümeyin.”[ ]Ahzab(33): 32-34; Allah Resulü’nün eşleri ile ilgili nazil olan bu ayetler bütün Müslüman kadınlara hitap etmektedir.[/ ] Bu uyarıları dikkate alan fakihler ayetten hareketle şöyle bir hükme varmışlardır: “Allah Teâla’nın kadınlara, dışarıya çıkmaya ihtiyaçları olmadığı durumlarda evlerinde oturmalarını emretmesi, boş boş dolaşmalarını da yasakladığı anlamına gelmektedir.” Çünkü kadının ahlakî kriterlere riayet etmeden sokağa çıkması fitneye sebep olur.[ ]Bkz. Alauddin Ebubekr el-Kâsânî, Bedâiu’s-Senâi’, Beyrut, 1997, II, 338.[/ ]Bu ifadelere dayanarak fakihlerin kadınları “fitne” olarak nitelediklerini söylemek maksadını aşan bir yorum olur. Çünkü fakihler bizzat kadınlara “fitne” demiyor, sadece cami vb. mekânlara çıkmalarının fitneye sebep teşkil edeceğini söylüyorlar. Metin ve şerh kitapları bütüncül bir bakış açısıyla okunduğunda bu incelik gözden kaçmayacaktır. Ayrıca İslami literatürde “fitne” sıklıkla “imtihan” anlamında kullanılmaktadır. Nitekim Yüce Allah “Şüphesiz mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer fitnedir/imtihandır.”[ ]Teğâbun(64): 15.[/ ] buyurmaktadır. Buna göre fakihlerin “fitne” ifadelerinden kadınların aşağılandığı hükmünü çıkarmak ayete aykırıdır. Ayrıca “fitne” kelimesi ile kadınların aşağılanması hedeflenmiş olsaydı, kadınların ümmetin coşkusuna ortak olma ve kalabalık görünme gibi gayelerin söz konusu olduğu bayram namazlarında namazgâhlarda yer almalarına sınırlama getirilirdi.Hadislerin Kadınlar Aleyhinde Yorumlandığı İddiası________________________________________Modernistler, Müslüman kadının evinde ibadeti camiye tercih etmesinin, ulemanın onu akıl ve din açısından eksik bir varlık olarak tanımlayan bazı rivayetleri Allah Resulü’ne isnat etmesi ve ilgili rivayetleri kadınlar aleyhinde yorumlaması[ ]Bkz: Savaş, Hz. Peygamber (s.a.v.) Devrinde Kadın, s. 46.[/ ] neticesinde oluştuğunu iddia etmektedirler.Modernitenin buyurgan aklının erkekle esaslı fiziksel farklılığa sahip olan kadını, erkeğin olduğu her yerde var olmaya çağırması, bazı Müslümanları mesnetsiz bir şekilde sahih hadisleri inkar gibi uç açılımlara “evet” diyebilen bir anlayışa esir etmiştir.Kadını misyon ve vizyon itibarıyla doğru anlayabilmek ancak onu Allah Teala’nın yarattığı koordinatlar çerçevesinde tanımakla mümkündür. Buna göre derin bir hayâ mevzuu olan kadın annelik vazifesini asıl kabul etmesi şartıyla –her nevi imamlık hariç- cemiyetin bütün noktalarında görev alabilir.[ ]Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve selem) uygulamasına baktığımızda kadına toplumsal anlamda ciddi roller yüklendiği görülmektedir. Kadın sahabiler, “ev merkezli” hayatları içerisinde cemiyetin bir çok ünitesinde görev almışlardır. Ümmü Atiye Efendimizle 7 gazveye katıldığını bildirmektedir. Hz. Aişe ve Ümmü Süleym Uhut’ta görev almıştır. Hayber kuşatmasında ordunun içerisinde altı tane kadın sahabi vardır. Nesîbe binti Ka’b Uhut’ta Allah Resulü’ne muhafızlık yapmıştır. Ümmü Haram Kıbrıs’ta şehit düşmüştür.[/ ] Fakat bu, onun erkelerle aynı özelliklere sahip olduğu anlamına gelmez. Hadisenin bu boyutuna vakıf olanlar kadının din açısından eksik olduğunu bildiren hadis-i şerifin İslam’ın özüyle çatışmadığını da göreceklerdir. Nitekim Allah Resulü ilgili hadiste geçen kadının dininin eksikliğinin nedenini; “hayızlı halinde namaz kılmayıp, oruç tutmaması”[ ]Buharî, Hayz 6.[/ ] olarak açıklamıştır.Kadının hayız hâlinde namaz kılmayıp oruç tutmaması erkeğe nispetle bir eksikliktir. Fakat bu eksiklik zannedildiği gibi kadın adına bir nakısa değildir. Bilakis bu durumda kadın namaz ve orucun haram olmasını dikkate alıp haramı terk ettiğinden sevap kazanmaktadır.[ ]Aynî, a.g.e., III, s. 403.[/ ] Yani bu durum, kadının bir zafiyeti değil bilakis sevap kazanmasına vesile olan nevi şahsına münhasır bir özelliğidir.Sonuç________________________________________Camiler, Asr-ı Saadetten günümüze kadar tüm Müslümanlar için ibadet yeri olmanın yanında daha birçok amaç için de kullanılmıştır. Hicretin ilk yıllarında Mescid-i Nebevi etrafında kurulan evlerin kapıları mescide açıldığından, -birçok amaca ilaveten- mescit, bir de geçiş yolu işlevi görmüştür. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı ilk yıllarda kadınların mescitle münasebeti sonraki yıllara nispetle daha yoğun olmuştur.Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine döneminin ilerleyen yıllarında erkekler için cami, kadınlar için de ev merkezli bir ibadet hayatını teşvik etmiş; özürsüz olarak cemaate gelmeyen erkekleri ikaz ederken, kadın sahabilere evlerinin iç odalarında ibadet etmelerinin kendileri için daha hayırlı olacağını buyurmuştur. Bunun içindir ki, Peygamber Mescidi’nin kadın cemaati gün geçtikçe azalmış, evleri mescide bitişik olan peygamber eşleri de namaz için mescide çıkmamışlardır.Müslüman kadınlar efdal olan evde ibadeti, mubah olan camide ibadete tercih etmişler, mescit olarak evlerini kullanmışlardır. Fakat dışarıda bulundukları zamanlarda da vakit namazlarını camilerin kadınlara mahsus bölümlerinde eda etmişlerdir.Hadiseye naklî ve aklî esaslar yerine “erkeğe bedel ödetme” gibi tepkisel olarak yaklaşanlar, konunun eleştirel değerini artırabilmek için mevcut kadın-cami münasebetini var olandan farklı gösterme gayreti içerisine girmişlerdir.İddiaların aksine, kadın Asr-ı Saadetin son yıllarına oranla günümüzde camide daha fazla bulunmaktadır. Nitekim teravih namazlarını camilerde kılmakta ve uygun şartlar oluştuğunda da cuma ve bayram namazlarına katılıp ümmetin ortak sevincine tanıklık etmektedir.Kadınların vakit namazlarını camide kılmaları noktasında ısrarcı davranan, Cuma namazının onlara da farz olduğunu savunanlar[ ]Süleyman Ateş.[/ ] nassa aykırı görüş bildirdikleri gibi toplumun sosyolojik durumunu da göz ardı etmektedirler. Günümüzde birçok köyde vakit namazları ya hiç ya da bir iki cemaatle kılınmaktadır. Buna göre erkek cemaat olmayan kırsal kesimdeki bir camiye gelen kadın imamla baş başa namaz kılacaktır. Bu durum, İslam’ın öngördüğü kadın erkek münasebetine aykırı olduğu gibi, kötü niyetli insanların istismarına da zemin hazırlayacaktır.Batı medeniyetinin kadın sorununu genelleştirip, İslam’la aynîleştirmek ne kadar yanlışsa, ondaki sorunlardan kaynaklanan özgürlük arayışlarını, İslam bünyesinde var farz edip, eğitimden ibadete kadar kapsamlı bir Tahrîru’l-mer’e projesi yürütmek de o kadar yanlıştır. Bu durum sağlam vücudu ilaçla tahrip etmeye benzemektedir.[]Urfa’lı bir taksi şoförünün ilahiyatçı olduğunu öğrendiği bir arkadaşa söylediği şu sözlerin doğruluk payı ne kadar da yüksektir: “Kardeşim! Allah aşkına dinimizle uğraşmayı bırakın!”[/]
2 notes
·
View notes
Text
Cemreler düştü yere, peki ben ne yapıyorum?
Dün üçüncü cemre de toprağa düştü. Bugün itibariyle akşamları kapşonlunuzu başınıza geçirip verandada, balkonda, bahçede oturubileceğiniz kıvama geldi güney beldeleri. Ben de ballandırdığım ıhlamur çayımı (şahane çay karışımları yaparım) avucumun içine alıp öylece oturdum. Sonra biraz bundan ve diğer şeylerden bahsetmeye karar verdim.
Geçen ay, Bodrum’da yaşayan bir çift arkadaşımla haberleştim. “Eyvah yaz geliyor,” diye bitirdik konuşmamızı. Evet, yaz geliyor. Ne kadar güneşi özlediysek de kalabalıktan da bir o kadar çekiniyoruz. “Yaz gelmeden görüşelim.” “Yaz gelmeden, gel.” Böyle bitiyor İstanbul’da yaşayan görüşmek, buluşmak istediğim arkadaşlarımla konuşmalarım. Bu sene -bu sefer kararlıyım- İstanbul’a gidip gelmelerim olmadan sezonu geçirmek istiyorum. Başka yerlere gidebilirim elbet.
Baharın coşkusuyla da öyle ilerliyor planlar. Halk Eğitim’de “Zeytin Ağacı Budama” eğitimine başladım. Bir süredir üzerinde çalıştığım, araya İstanbul girdiği için tamamlayamadım projemi bitireceğim. Bu sırada evimizin rutin işleri var. Size asıl onlardan bahsedeyim:
Biz evi ısıtmak için kuzine soba kullanıyoruz. Birçok insan özellikle de günden güne çoğalan, bölgeyi 60’ların İstanbul tepelerinin zengin haline (evler üç katlı apartman olarak inşa ediliyorlar) daha da benzeten evlerde (bu konuya ayrıca değineceğim) elektrikli sobalar yahut klima kullanmayı tercih ediyor. Hatta yeni yapılan evlerin çoğunda soba bacası bile yok. Buraya taşındıktan sonra öğrendim ki köy sayılan yerlerde elektrik daha fazla vergilendiriliyormuş. İkincil olarak bu sebepten, birincil olarak da bizim evimizde oda yok. (Ne demek oda yok!) İstanbul’da olsa loft diyeceğiniz bir evimiz var. Butik otel olarak tasarlanmış bir binanın kullanılmayan lobisini tuttuk vaktinde. Üst katların üç odasında da banyosu var. Bizim tek. Mutfağımız da enteresan şekilde ve büyük. Akşamdan akşama yakıyoruz sobayı. Gündüz ihtiyaç olmuyor. Nisan ortasına kadar seyrelerek de devam ediyor. Ama klima ile ısınamazdık. E hayliye odun taşıma, tahta kırma işlerimiz var, hafta içinde. İkametgahı burada olanlar Orman Bakanlığı’na bağlı yerlerden toplu odun alabiliyorlar. Bizim ikametgahımız da burada değil, kışlık odunu koyabileceğimiz bir yerimiz de yok. Kiracıyız. Odunu aydan aya veya iki aydan iki aya alıyoruz. Meşe diyorlar, elma geliyor. Kuru diyorlar, yosun tutmuş ıslak ağır odunlar geliyor. Bunları da kurutmak gerekiyor. Kuruyan odunlarla, ıslak odunları düzenli olarak yerlerini değiştiriyoruz. Bunlar hep rutin hep mesai :)
Tolga’nın gluten intoleransı var. Bu sebeple ekmeğimizi de kendimiz yapıyoruz. Henüz ekşi maya konusuna giremedim. Ama yakın. Farklı unlar karışım hazırlayıp haftada bir kuzinenin fırınına atıyoruz. Yaza kadar da böyle devam eder. Sonra elektrikli fırına geçeriz. Pastane ürünlerinde uzmanlaştım. Krakerler, rulo pastalar, poğaçalar, kurabiyeler… Hepsi glutensiz! :)) Hafta içi, yoğun bir şekilde özellikle masa başı çalışırken atıştırmalık şeyler istiyor insan. El alışınca da zor gelmiyor hamuru hazırlamak. Gerisini kuzinenin fırını hallediyor zaten.
Her cuma günü pazar kurulur Kaş’ta. Bizim alışveriş merkezimiz orası. Haftada bir yüklü alışverişimizi yapıyoruz. Ertesi gün ise haftanın geri kalanında bizi az mutfağa sokacak şekilde yemeklerimizi hazırlıyoruz. Eve yemek sipariş etmeyi çok istisna istediğimiz günler oluyor. Ama öyle bir lüksümüz yok. Hem gluten tüketmiyor hem de hayvan eti yemediğimiz için doğaçlama mutfak sanatında hayli ilerledik. Bir gün bekleriz :)
Yarın mesela pazar: Burada herkes cuma günleri birbirine “Hayırlı pazarlar,” der. İlk taşındığımda günleri karıştırmama sebep oluyordu. Sonra alıştım. Pazardan düzenli süt aldığımız bir amca var. Yine sütümüzü alırız. Eve dönünce de kaynatır, günü geçirmeden kefirimizi ve yoğurtlarımızı mayalarız. Merkeze hazır inmişken yapılacak diğer işleri de hallederiz. Kargoya bir şey mi verilecek, başka yerlerden bir şeyler mi alınacak… Merkezdeki işleri halletmek için harika bir gün. Pek sosyal insanlar değiliz, pek inmiyoruz bu sebeple merkeze. Bir arkadaşımız bizim için “seçici sosyaller” diyor.
Birkaç tane ağaç fidemiz oldu yıllar içinde. Onları hem toprağa ekmek istiyoruz, hem de taşınırsak ilgilenen olmaz diye kıyamıyoruz. İki önceki yıl, ürettiğimiz iki fide avokado fidesini birilerine verdik. Onlar da ekmeye üşenip başkasına vermişler. O başkası kim, ağaçlar ne durumdalar hiçbir fikrim yok. Arada aklıma geliyorlar, merak ediyorum. İyiler mi acaba? Yaşıyorlar mı? Çiçeklerimiz de bize fark ettirmeden günden güne çoğaldılar. Yarın hazır inmişken merkeze, toplu bir saksı alımı yapacağız. Ben de hafta sonu onların topraklarını değiştireceğim. Bakımlarını yapacağım. Şu an haneye para getiren işi Tolga üstlendi. Bu sebeple bu tip işler ağırlıklı şu an bende. Yoksa ev işlerinde ayrımız gayrımız yoktur. İkimizin de elinden birçok iş gelir. Sahi size geçen sene kendi ellerimle yaptığım çalışma masamı anlattım mı?
İstanbul’dan ayrıldığımdan beri (İstanbul’da da yapabilirdim ancak oradayken kendime zaman ayırmayı beceremiyordum) kendi cilt bakım ürünlerimi kendim yapıyorum. Tentür, yağ birleşimleri, sivrisinek ve böcek engelleyiciler, tonikler… Bunu daha düzenli yapan arkadaşlarım profesyonel olarak hayatlarına da soktular. Artık yan meslekleri bu. Instagram üzerinden satışlarını yapıyorlar. Kremler, tonikler vs. Mesela Bodrum’da kumbalak var. Ben giremedim o işe. Girmek de istemedim. Kendime kadarım.
Pazar günü, eğer rüzgar çok olmazsa uzun bir yürüyüşe çıkacağım. Nergislerin bitmiştir, kaldıysa biraz nergis toplar kokusunu bir yağa hapsederim. Geçen sene çok kalmamıştı. (Merkezde bir kafe masalarına nergisler koyuyor. Hepsini onların topladığından şüpheleniyorum!) Sonra nergis tarlası arazisini geçerim; kuşkonmazlar olmuşlar mı diye bir kontrol ederim. Köylüler kadar aceleci davranamıyorum. Ben gidene kadar toplanmış oluyorlar. Ama belki eve dönerken elim boş dönmem bu sefer. Akşam yemeğine ekleriz.
Bizim mevkinin etrafında çok fazla ot yok. Varsa da ben keşfedemedim. Uzun, kısa keşif yürüyüşleri yapıyordum. Bir gün iki köpek kıstırdı beni. O zamandan beri ürker oldu ayaklarım. Yazın gelenler çok hayvan bırakıyorlar. Barınak gönüllüleri var. Gönüllü doğa bakıcıları. Ne güzel insanlar! Çoğuyla ilgileniyorlar. Ama bu sene daha da arttı başı boş köpekler. Biz de araba ile arada sefere çıkıyoruz. Demre ile Kaş arasında öyle çok köpek var ki! Onlara mama götürüyoruz. Sadece biz de yapmıyoruz bunu. Ama yetişmiyor yine de.
Daha anlatacak çok şey var esasında. Ama kısa tutayım bu yazıyı. Zaman içinde daha ormansal bir alanda yaşamak istediğimi fark ettim. Veyahut zamanla birlikte ona evrildim. Kaş bize biraz fazla şehir gelmeye başladı. Yakın zamanda, umarım gerçekleşir bu hayalim. Hem o zaman, belki, insan görmüş köpeklerden de korkmam.
07/03/2019, Gökseki
*Trendhacker’da yayınlandı. 07/03/2019
3 notes
·
View notes