#nereye dönüyoruz
Explore tagged Tumblr posts
Text
Yarın doğum günüm ve erkek arkadaşımın plan yapamayışı yoruyor beni. Her dışarı çıkacağımız zaman nereye gidelim diye tartışıyoruz. Hava çok sıcak diyor ki şurada çok güzel bir yer var oraya gidelim. Bu sıcakta ve kalabalıkta orada ne işimiz var? Her seferinde bir şey bulamayıp avmye gidip kahve içip dönüyoruz. Zaten yoğunluğumuz sebebiyle ayda iki üç kere görüşebiliyoruz, onda da anca tartışıyoruz yer bulacağız diye. Diyor ki tamam nereye istersen oraya gidelim, seninle olayım yeter. Ya kardeşim ben Beylikdüzü'nden buraya taşınalı bir yıl olmuş. Anadolu yakasını bir yıldır görüyorum ben nerden bileyim nerde ne var, gezmeye vaktim de olmadı ki bir yer onereyim. Bir tek avmleri biliyorum onun sayesinde, gerisi yok yani bende. Neyse yarınki tartışmamızdan önce kendimi böyle rahatlattım şu an.
1 note
·
View note
Text
ne zaman nereye gidersek gidelim, farkında olsak da olmasak da, her gün biraz daha eve dönüyoruz
13 notes
·
View notes
Text
Her şeyi düzeltebilirmişiz gibi geliyor değil mi? Bütün küslükleri bir gün bitirebilir, bütün gönülleri şak diye alabilir, bütün ertelenmiş dostlukları bir gün ''Hadi'' deyip gerçekleştirebiliriz sanıyoruz değil mi? Nasılsa daha zaman var. Nasılsa daha bir ömür yaşayacağız. Nasılsa dünya küçük...
Nasılsa bir yerde karşılaşırız. Oluru varsa tesadüfler yaratır zaten öyle değil mi? Nedir ki acelemiz? Derken...
Ölüm giriverir araya. Bütün planları bozar. Barışmadan, dost olmadan gidiverir o...
Baka kalırsın. Elinde bir sürü kelime. Bir dakika dersin. Benim daha sahnem bile gelmedi, nereye?...
Kalp kırdıysan bir özür bile dilemediğine yanarsın, kalbin kırıksa bir sitem edemediğine...
Öyle kalırsın. ''Neden daha önce gidemedim ona da şu gönlümü al da dost olalım artık demedim'' dersin.
Birden fark edersin ki, meğer o kadar zamanımız yokmuş. Meğer bir ömür daha yaşayamayacakmışız. Meğer yolun sonuna gelmişiz...
Ertelemek.. Ah ne feci bir şey. Bu gün değil yarın.. Yarın değil öbür gün... Bu ay değil öbür ay... Sonraki bayram... Belki seneye... Doğru değilmiş. Yapmamak gerekirmiş... Bu gün bir kez daha öğrendim ki, biriyle dost olmak istiyorsan hemen olman gerekiyormuş... Acele etmek gerekiyormuş. Hiç vakit kaybetmemek gerekiyormuş...
Kalbini kıran özür dilemiyorsa dilemesin. Sen istiyorsan dostluğun devam etmesini, o zaman git ona... Konuş onunla... Zaman hızla akıp gidiyor. Bir geri sayım var. Kalan zamanı bizim görmediğimiz bir geri sayım... Tık tık akıyor zaman...
Çok fazla işimize kaptırıyoruz kendimizi. Çok fazla kendimize kaptırıyoruz kendimizi. Çok fazla elimizdeki mutluluklara kaptırıyoruz kendimizi. Çok fazla endişemiz, korkumuz var. Çok fazla gururumuzun esiriyiz. Çok fazla gurur etrafında dönüyoruz. Çok fazla ''Asla'' larımız, çok fazla ''Hiç'' lerimiz ve çok fazla ''Katiyen'' lerimiz var. Çok fazla tükürdüğümüzü yalayalım mı, yalamayalım mı hesabı yapıyoruz...
Çok fazla vazgeçiyoruz. Çok fazla düşünce okumaya çalışıyoruz. Çok fazla okuyamadığımız düşüncelerin yerine kuruntu kuruyoruz. Çok fazla sinirleniyor, çok fazla kin bağlıyoruz... Çok çok çok fazla. Her şeyden çok fazlamız var. Safrayı o kadar basmışız ki gemi hiç hareket etmiyor artık. Gidemiyor. Duruyor öyle orta yerde. Yalan hepsi yalan bunların.
Ölüm var işte...
O yüzden...
Acele etmeli...
Ölüm var...
Yakında veya uzakta...
Ama var işte...✍
11 notes
·
View notes
Photo
Paris’in göklerinden uzanıp bir yıldız kopardım, kırmızı bir karanfilmiş gibi yıldızı saçlarına taktım.On beş dakika sonra bordeux’ya bir tren kalkacak, garın merdivenlerinde benim için ağlayacaksın. Ellerim yağmura açılmış sakallarım ıslak; ben ki cehennemde bir Allah gibi yalnızım... Bir müddet kaç dakikadır, ne kadar sürer.��yi tecrübeler, kötü olaylar mı taşır içinde.İnsan neden ağlar.Göz yaşı nereye kurur.Sözyaşartıcı bomba var mıdır.Varsa nereye atılır ya daihanetler söz vermekle mi başlar ve nerede biter. "kağıt tenim, mürekkep kanınsa içime bastırdığın", ardımıza serptiğimiz milli takım yıldızlarıyla yolunu bulmaya çalışan birbirinin uydusu iki gezegen gibi kendi eksenimizde dönüyoruz demektir.Tek odalı hastanemizin darmadağınık yatağında.Sen dudaklarınla ziyaretime geliyorsun geceleri ve tüm geceleri, gündüz tarifesiyle yaşayan taksiciler caddelere refakatçi. Dudakların bir virüs taşır gibi yorgun, aç ve uzak dudaklarıma.Sonra ben sinemaya gidip röntgen filmi için tek kişiliksiz bilet alıyorum.Yer göstericiyle aram açık, sağım solum boş önüm arkam.Saklanmayan, neyse.Tüm mevsimlerin toplandığı bir sombahar partisinde mayıs, haziranın derecesini ölçerken, alkolü fazla kaçırmış, acıyı fazla kaçırmış, ihaneti fazla.Son model bir ekimin, tüm yazı istifra edişi vekasımın kollarında sendeleyerek yıkılışı.Nisan’da esen herhangi bir yelken, ocakta çıkardığı yangınlarla fırtınaya terfi edişinden söz eden bir rüzgar.Hiç sevişmemiş kız kulesi.Bu tatillerinde marta gitmeyi planlayan temmuz-ağutos ve şubat’ın otuz bir çekme projeleri.Dedikodular dedikodular.Kötü aşkların hesabını ödeyen şiirler.Sürmanşetlerde:batan gemide boğulan önce çocuklar sonra kadınlar.Sosyete falcıların uyandıklarında gözlerinin falçataya dönüşü.Tartışma programlarına konuk lorca’nın“kanlı düğün, gelinin regl olmasıdır” iddiası ya da üç kulhu’yla bir elham’ın yasa dışı uhrevi şirketler zinciri. Tanrı bu filmi çoktan izleyip meleklerine anlatmış olmalı.Sıkılıp çıkıyorum sinemadan giriyorum bir bara ve çıkamıyorum bir daha.Belki exit music, belki a song for the lovers.Belki this is a film.Belki de utopia, teninden tenime terinle geçebileceğin bu çıkmaz yolda.Sinderella ayakkabı dünyasında sanki aklın ve bir tembel reis edasıyla bakıp, seçip, bırakıp bir türlü giyemediğin.Bir türlü üzerime geçiremediğim bir üniforma bedeninle sağım, solum, önüm, arkam fuckrepden burçlar.Tüzyıllar önce sönmüş yıldızlı fallar.Meteoroloji raporlarında içim dışım param parçalı bulutlu, dumanlı ve her metrekareme düşen, düşüp kırılan bakışların büyük ihtimal yüksek alkollü.Cehennemde, yanık kremleri satacağım süper bir iş tezgahlıyorum sonra birden.Öldükten sonra köşeyi dönebileceğiz demektir.Ahretin katalogları, tüm kutsal kitaplarda yer bakıyorum, ateşe sıfır.Peygamberler sitesi dolu. Kampanyalı tükenişleri arttırmışlar hayata.Islatıp kepeğe çok karşı devrimci saçlarımı çocuklara cehennemi tarif ediyorum içimden.Gitsinler ve gönüllerince ateşle oynasınlar.Üşümesinler.Evlatların en hayırlısı, terkeden babalarını kapıya kadar uğurlayanlardır biraz da.Onlara anlattığım masalın gizli öznesini aleni tuttum.Çünkü cennete giden yol şeytandan geçerbilsinler istedim.Bugün bir dişimi dolgu yaptırdım; adını söylerken eksilen bir şeyler vardı sanki ağzımda ve pek müstehzi bir hal aldım bu akşamüstü.Ağzıma oturan en kullanışlı sözcüğün çekip alınmasından korktum bir an.Çünkü çekingen ve alıngandır adın ağzımda.Çıkarken akşamın üstünü bahşiş bıraktım üzerime zimmetli ömrüme.İyileştim mi hatırlamıyorum. ama böyle giderse dudaklarından çürüyerek iyi bir leş olacağım.İyi birleşerek bütün ölümlere saygılı, kibar bir leş olacağım.Ben çürümeye senden başlayacağım çünkü.Otopsimde sana bir piyango gibi çıkacak notumda bileceksin bunu ve dört odacıklı kalbimin giriş katındaki yalnızlığınla desen desen işleyeceksin bir gece.Bir gece sabaha karşı.Sabaha çok karşı bir gece yazacağın ve pusunu bir tek senin dağıtacağın kitabın sonuna. İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık.İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini, birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine.Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken, duvarlara dalıp dalıp gitmesi.Türküsünü söylecek kimsesi kalmamak ayrılık. Saçına rüzgar, sesine ışık düşürememek kimsenin. Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun.Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya. İki adımdan biri insanın, sevincin kundakçısı, hüznün arması ayrılık. O küçük ölüm! Usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan. Ayrılık, o köpüklü öpüşlerin ardından gidip ağzını yıkadığında başlamıştı. Ben bulutları gösterirken, “bulmacanın beş harfli yemek sorusuna” yanıt aramanla halkalanmış, “Aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı” türküsü tenimde düğümlenirken, odadan çıkışınla yolunu tutmuş, Dağlarda öldürülen çocukların fotoğraflarını bir kenara itip, “bu eteğin üstüne bu bluz yakıştı mı? ” diye sorduğunda varacağı yere varmıştı çoktan. Şimdi anlıyormusun gidişinin neden ayrılık olmadığını, bir yaprağın düşmesi kadar ancak, acısı ve ağırlığı olduğunu. Bir toplama işleminin sonucunu yazmak gibi bir değer taşıdığını. Boşluğa bir boşluk katmadığını, kar yağdırmadığını yaz ortasında.... Ne mi yapacağım bundan sonra? Ayak izlerimi silmek için sana gelen bütün yolları tersinden yürüyeceğim önce. Şiir yazmayacağım bir süre, Fotoğraflarını güneşe koyacağım, bir an önce sararsınlar diye. Hediyelik eşya satan dükkanların önünden geçmeyeceğim. Senin için biriktirdiğim yağmur suyunu, bir gül ağacının dibine dökeceğim. Falcı kadınlara inanmayacağım artık. Trafik polislerine adres sormayacağım, Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye... Ne yapacağımı sanıyorsun ki? Tenin tenime bu kadar sinmişken, ömrüm azala azala önümden akarken, gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken.Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime, bıraktığın boşluğu yonta yonta binlerce heykelini yapacağım...
6 notes
·
View notes
Text
ELBETTE ZORDUR
Elbette zordur bir insanı anlamak. İnsan bazen kendini bile anlayamazken zaman diye adlandırdığımız bu kavramın içinde farklı olaylara tanıklık etmiş, yaşamış birini anlamayı yüzde yüz anlamayı nasıl bekler ki?
Neyse ki hayatımızda çabalamak denen bir kavram var. Bir şeyler için çabalamak ya da konumuzla ilgili olan biri için çabalamak... İyi tamam ama niye? Niye biri için çabalamalıyız ki, onu anlamak için niye çabalayalım ki ? Bir de bu insan geçmişimizde kalan biriyse ve geçmişte kalan bir sözü canımızı şimdi acıtıyorsa neden ?
Eveeet gel gelelim bu durumun içinde olanların beni anlayabileceğini düşünerekten şöyle bir yargıya varıyorum. Geçmişte değer verilen insanlar günümüze gelince de bizim için değerli olabiliyorlar. Bu bazen isteğimiz dışında gerçekleşiyor, bazen bile bile bunu yapmaya devam ediyoruz. Geçmişte değer verdiğimiz ve o zaman onun için çabaladığımız insanın o zamanlardaki düşüncelerini şimdiye uyarlayarak neden böyle söyledi acaba diyerek onu anlamaya çalışmak peki. Kalbimiz kırıldıysa, o zamanlarda verdiğimiz çabanın aslında boşa olduğunu şimdi anladıysak o zaman şu an sorguluyoruz. Bir anlamı olmalı, bir düşüncesi olmalı, bir fikri olmalı... ,Ve gerçekten zorlanıyorsak o zaman ne yapmamız gerekiyor? Just hold on the time şu an sallıyorum zamana tutun bırak, deneme, anlama, zorunda mısın sen kendini anla, kendine tutun biz farklıyız herkes farklı ortak nokta diye tutunduğumuz şey ne ki ? Hömmm ortak fikirler olabilir evet ama nereye kadar bir zıtlık çıktığı zaman ne yapacağız peki tekrar mı başa dönüyoruz yoksa zor olanı mı seviyoruz ?
1 note
·
View note
Video
youtube
Ellerimizin Büyük Boşluğu
Sermayesi buz olan bir adam vardı, hani hikayesi anlatılır
O kavurucu sıcakta tablaya yüklediği buzları alelacele satmak için canhıraş bir şekilde uğraş veren..Oysa ki o adam biziz o buz ömrümüz ve o kavurucu sıcak ise zaman...zaman denen mefhumu kim tam manası ile bilebilir ki onu yaratandan başka... biz sadece yolcuyuz sadece geçiyoruz ve geçerken zaman denen çizginin ortasından şahitlik ediyoruz gözümüzün değdiklerine, kulaklarımızın işittiklerine, ellerimizin dokunduklarına, kalbimizin hissettiklerine..Yolculuk ne zaman başladı onuda bilmiyoruz, belki bir asır belki on belki de kainat var edildiğinden beridir bizde varız ve yine bilmiyoruz ki ne zaman son bulur bu yol. Sahi yolun sonu var mı ? Yolun sonu neresi sınırlarını çizen kim ? Ölmek sonun başladığı yer mi ?yoksa yeniden doğuşun diğer kapısı mı ? bilmiyoruz...Oysa ne çok şey bilmiyoruz .. Çoğu zaman kendimizi bilmiyoruz...Çıktığımız yada çıkartıldığımız bu yolcukta çoğumuz aslında kendimizi arıyoruz..Bazıları kendilerini ararken buluveriyor hemen , bazıları kendilerini ararken hep meşgul çalıyor.. bazıları kendilerini ararken hep kapalı oluyor , - aradığınız benliğinize şu an ulaşılamıyor lütfen ölmeden evvel tekrar deneyiniz... diye fısıldıyor birileri lakin duyamıyoruz... ve şairin dediği gibi , bir kapının eşiğindeyiz o kapı açılacak yoksa niye var...Evet cancağzım çoğu kez o kapının eşiğine varıp çoğu kez o son adımı atmadan- atamadan geri dönüyoruz. Oysa o kapı orada ve hep var..Sonra bir günahın kıyısı yakalıyor bizi kalbimizden, sonra bir kadının kıyısı çekiveriyor sahillerimizi denize doğru ya boğuluyoruz yada selamete çıkartıyor bizi o anaç merhamet.. ve sığınıyoruz bir şiirin gölgesine, bir aşkın ötesine...sığınmak...insanca bir eylemdir bir kaçıştır aslında bizden güçlü olan benliğimizden ,Benliğimizden güçlü olan o büyük kudretin sımsıcak ellerine...sığındıktan sonrası selamet..Çünkü insan çokça mültecidir,Çünkü insan çokça ayrılıktır,Çünkü insan çokça arayış...Çünkü insan çokça hüzün...aradığımız aslında kendimiz...Aradığımız aslında kendimizin en gizli en naif en temiz en beyaz en masum köşesinde bizi bekleyen bizi özümüzde milyar yıldır bekleyen o yüce zât...Duamız olsun ki buluruz... Neyse efendim, bir şiir bizi nereden nereye getirdi. Vakit gece aylardan Ramazan-ı Şerîf... günlerden ... bilmiyorum günü geceyi... hadi en iyisi dinleyelim Mevlana İdris Zenginin yazdığı bu naif şiiri... hoş bakın zatınıza ... İbrahim İNECİK
7 notes
·
View notes
Text
Sinop Tatili
İlk kez bir dini bayramı büyüklerimizin yanında değil de tatilde geçiriyoruz; sebep, benim hastalığım, her ne kadar iyi olsam da güzel sonuçları almadan memleketlere gitmek yok dedik. Tam tedavim bitmiş, kan değerlerim normal seviyelere ulaşmış, PET çekilmek için de 6 hafta ara vermişiz memleketlere gitmesek de yakın bir yerlerde üç gün beş gün bir şeyler yapalım dedik. Son ana kadar nereye gideceğimiz hakkında hiçbir fikrimiz yok. Arife günü Zekeriya yarım gün çalışıyor en son Sinop deyiverdik. Bu arada Şule Ablamlardayım ben, Beril tutturdu ben de Gülşah Teyzemlerle gideyim, ee hadi gel o zaman dedim izinler mizinler alındı, iki dakikada bir çanta yapıldı ona da. Ablam soruyor bana ee nerede kalacaksınız, bilmiyorum ki abla buluruz bir yer diyorum; kafalar rahat yani.
Öyleydi böyleydi derken bir şekilde Airbnb’den bir ev buluverdik, saat 16:00’da düştük yola. Gece saat 10’da da Sinop’a varmış olduk. Altı saat sürdü yani, güya yakın bir yere gidecektik, bu pek yakın olmadı sanki desek de, asla pişman olmadık, harika bir tatil oldu hatta yetmedi, iki güne daha ihtiyacımız vardı; Boyabat ile Gerze eksik kaldı, oraları göremedik ne yazık ki.
Evimizi bulduk ama park etmek ne mümkün. Sinop tabi küçük bir Karadeniz şehri olmasından dolayı yolları daracık ve engebeli, Kurban Bayramı tatil sezonu derken felaket bir araba trafiği. Şehir eminim ki normal de böyle değil, çünkü adamların trafik lambası bile yok, ihtiyaç duymamışlar. Bir şekilde arabamızı da park ettikten sonra evimize yerleştik. Güzel yeni bir bina, girişin altında yani eksi katta problem değil, zaten yatmadan yatmaya geleceğiz; ancak temizlik eksik geldi bana. Dedim çocuklar yerlere sakın çıplak ayak basmıyorsunuz, yerler kirli. Çamaşır suyunu da banyoya, tuvalete bastık mıydı sorun kalmadı. Ama Çınar’ın aklına bu durum öyle bir yer etmiş ki; tatile dair hiçbir anı yok sadece pis ev, kirli ev, kötü ev başka da bir şey demiyor. Oğlum o kadar gezdik, denize girdik güzel değil miydi; ev pisti diyor cevap olarak :)
Benim asıl niyetim çadırda kalmaktı zaten de, o plan da yine beyefendi rahat edemediği için yatmıştı, ama gelin görün ki çocuğa yine yaranamamışım :)
Neyse kötü evimize yerleştikten sonra, sıra göbüşleri doyurmaya geldi. Sinop’un mantısı meşhur malum, onun için de ilk tavsiye Teyze’nin Yeri, yemek saatlerinde kapıda kuyruk oluyor, insanlar sırayla giriyor, diğer günlerde şahit olduk. Tabi biz oraya gittiğimizde saat neredeyse 11 olduğu için birkaç masa vardı, biz de bu lezzeti rahat rahat tatmış olduk. Ama size bir ipucu vereyim, Sinop’ta aklınıza gelen her yerde mantı yiyebiliyorsunuz, balıkçısından, lokantasına kadar ve hepsinde de istisnasız denedik; şunu açıkça söyleyebilirim ki aralarında anlamlı bir fark yok. Yani Teyze’nin Yeri diye çok kasmayın, bulduğunuz yerde yiyin, hepsi de çok güzel.
Yedik içtik sırada şöyle bir deniz kenarında turlama var. Evimiz çok merkezi olduğu için, her akşam bol bol yürüdük deniz kenarında. Ay buraya bir de tezgahlar açmışlar, her birinde birbirinden güzel hediyelik veya değil bir dolu eşya. Hep el emeği işler, öyle dandik plastik Çin malı magnetler yok, her biri bir sanat eseri kadar güzel magnetler. Para harcama meraklısı olsam pek güzel kayıklar ve çantalar vardı da ben küçük bir taş magnetle yetindim. Bir de bu el yapımı kayıklar Sinop’ta pek meşhurmuş; çok güzel kayık dükkanları var, gezin mutlaka bayılacaksınız.
Gezinti sonrası çay bahçelerinin birinde çay ve uyumak için eve dönüş ile ilk günümüzü noktaladık.
İkinci gün kalkar kalkmaz doğru Erfelek-Tatlıca Şelaleleri’ne, tabi önce bayramlıklarımızı giydik; malum Kurban Bayramı’nın birinci günündeyiz. Yol üstünde bir yer bulduk kahvaltı için; ama böyle köy yeri gibi düşünün, zaten köy kahvaltısı veriyorlar, öyle müthiş çeşitler yok, ama köy mahsulleri, lezzetli şeyler. Bir de gözlemesini denemek istedik, beklentimizi pek karşılamadı. Cemile Bacı’nın yeriydi adı da, ama kredi kartı ile ödeme almıyorlar, bizim yanımızda nakit yoktu, kalakaldık öyle, hesap numaralarını alıp havale yaptık biz de Ankara’ya dönünce. Biraz daha ileride daha büyük bir tesis var, orası da denenebilir, başka bulamayız diye korkmayın.
Sinop’ta çok dikkatimi çekti dükkanlara genelde böyle teyze, hala, bacı gibi kadın isimleri verilmiş. Bu da demek oluyor ki kadınlar bu şehirde iş hayatında da, sosyal hayatta da oldukça aktifler, çok hoşuma gitti; bıktık dayılardan, amcalardan.
Kahvaltıyı ettiğimiz yerin hemen karşısı tertemiz bir baraj, Çınar Beyefendi’nin klasik gördüğü her suya taş atma sevdası vardır, kendisini buradan zor kopardık, gittiğimiz yerde de taş atma var merak etme, diye diye zor düştük yola.
Ve hedefimize vardık burası bir milli park, burası da girişi, ben daha girer girmez vuruldum, Zekeriya namazını kılarken oturup ağaçların, temiz havanın tadını çıkardım; hem hastalığıma da iyi geleceği düşüncesindeyim. Zaten altı haftalık süre boyunca hep böyle yerlere kaçtık, şifalanalım diye.
Burada irili ufaklı 28 şelale varmış, bir kısmı yürüyüş yolu ile görülebilirken, bir kısmı için de tırmanmak gerekiyormuş. Bu hemen girer girmez karşımıza çıkan şelale, en büyüğü de buymuş zaten; ama biz tabi ki sadece bununla yetinmedik, yürüyerek görülebilenlerin hepsini gördük ve bu tatilin en müthiş deneyimi kesinlikle burasıydı, çok çok sevdim.
Benim bir adım attıktan sonra ikinci de kucak isteyen cucakçı oğlum maşallah yarısı düz yarısı merdivenli bu yollardan çok güzel tırmandı, ve buradaki görülebilen bütün şelalelere taşını attı. Berilim’in de maşallahı vardı, tatil boyunca o kadar yürümeye bir kere olsun yoruldum demedi; ama ne zaman denize gireceğiz diye başımızın etini yemekten de geri durmadı :)
Taş atma taş atma diye gezip dururken en sonunda olan oldu ve Çınar suya düştü; koca koca taşlar kayalar vardı, Allah’tan kafasını vurmadı bir yere. Üstümüz başımız ıslanınca artık dönüyoruz dedik tabi; hem çocuklara da bir deniz sözümüz var. Dönüşte temsili bir su değirmeni vardı bir bakalım dedik, çocuklar bayıldı; fotoğraf çektirmedikleri köşesi kalmadı değirmenin, tabi Çınar çıplak bu arada. Beril’in baktığı pencerenin manzarası da büyük şelale.
Ve çocukların mutlu sonu. Denize girmek için Karakum plajını tercih ettik, baya tavsiye edilmişti. Bir giriş ücreti, bir de şezlong ücreti var; biz şezlong almadık zaten saat dördü geçtiği için daha önce alıp gitmiş olanlarınkine kurulduk. Bu arada içerde tuvalet yok bilginize, çok büyük bir eksi bence bu.
Tatil boyunca da bu programımızı devam ettirdik, akşam dörde kadar görülecek yerleri gezip, sonra da deniz keyfi yapmak. Bundan sonra bütün tatillere uygulanacak kadar dahice; hem yakıcı güneş gitmiş oluyor, güneş geçer korkusu olmadan keyif yapmak kalıyor geriye. Hoş ben denize giremedim ama çocukları izlemek daha zevkli zaten.
Ee dünyanın yolunu yürümüşüz, üstüne çocuklar bir de denize girmiş ve bir kahvaltıyla; açlıktan ölme vaktimiz yakın, bu arada daha önce dolaşırken ben gözüme bir yeri kestirmiştim zaten. Zekeriya’ya dedim yok başka bir yer bulalım demesin mi, açlık zaten başıma vurmuş benim sinirlerim bozulmasın mı. Aldım Beril’i hızlı hızlı güzel bir yer arıyoruz, en son cezaevinin oralarda hava da kararmış zaten herhalde kaybolduk deyip atladık bir minibüse. Zekeriya’ya da haber veriyorum ki biz o ilk gördüğümüz yere oturduk gelin buraya. Bunlar da bir oraya bir buraya gitmekten harap olmuşlar mı, Çınar zaten kucakta.
Öyle olunca da Çınar bize azarı bastı tabi. “Anneee. Siz abarttınız ya. Size kızgınız. Siz ne yaptınız böyle. Başka bir yere gidecektik. Basa basa hızlı yürüdünüz. Bi’dahakine hiç böyle bi’şey yapmayın, tamam mı?” Ağzını yediğim, nasıl da güzel anlattı duygularını :)
Ha bu arada mekanı adı Nehir. Klasik bir kafe, o yüzden mantı ve hamburgerden başka yiyecek bir şey bulamadık. Ama pek bir güzel Instagram’lık dekorasyon yapmışlar. Fotoğraf çekilmek için güzel köşeleri var. Yemek için olmasa bile, en azından bir çay, kahveye uğrayın bence.
Sahil yürüyüşü ve dondurma ile günü sonlandıralım.
Açılır açılmaz Fesleğen Tostçu’ya damlıyor ve kahvaltıyı tost ile yapıyoruz. Güzel mekan,tostu da güzel; ama şu eldiven olayına gerek var mıydı be ustam dedim. Biraz özenti bir hareket gibime geldi, beğeneni de vardır tabi, bir şey diyemem.
Şimdi Türkiye’nin en kuzeyine gitme zamanı. İnceburun Deniz Feneri’nden çok beklentim vardı; deniz fenerlerine ayrı bir düşkünlüğüm var çünkü, hep ilgimi çekmiştir, çok severim. Amma velakin öyle bir yolu var ki, kötünün de kötüsü; o kadar yol gitmeye, arabayı o yolda yıpratmaya asla değmiyor, pek bir özelliği yok çünkü. Yine de harita da hep gördüğümüz ve coğrafya dersinde hep duyduğumuz yere ayak basmak kıymetliydi. Yürüyüş yolu da var ama pek bir çorak, güneşin alnında akıl işi değil, o yüzden hiç fazla kalmadan yönümüzü Hamsilos’a çeviriyoruz.
Bu arada buranın yolunun bu kadar kötü olmasını, nükleer enerji santralinin çalışmalarına bağlıyorlar. İnşaat için geçen koca koca kamyonlar makineler yolun anasını ağlatmış, ama bundan da acı olanı böyle cennet bir yere bu santralin kuruluyor olması, ne yazık :(
Hamsilos Fiyord’una gitmeden önce Hamsilos Tabiat Park’ına gidelim dedik. Bol ağaçlı bir mesire alanından başka bir şey göremedik, bence gereği yok, vakit kaybetmeden fiyorda basın. Ama kamp yapmak gibi bir amacınız varsa da burasının pek bir uygun olduğunu belirteyim.
Hamsilos Fiyord’u da görülmeye değerdi gerçekten. İnsanlar aşağıya inip denize giriyordu ve tatil boyunca ilk defa burada, canım denize girmek istedi, çok güzeldi gerçekten. Biz tepeden seyrettik tabi Türkiye’nin tek fiyordunu, tekne turları da var; bence öyle de çok keyif alınır, belki de daha çok.
Dönüş yolunda bulduğumuz kumlu bir yerden, çocukları denize sokma görevimizi yerine getiriyoruz; ama deniz analarına dikkat, biz gördük kıyıda. Sinop’un güzel yanlarından biri bulduğunuz her yerden denize girebiliyorsunuz.
Bu sefer akşam yemeği için çok planlıyız, kavga döğüş yok :) Okyanus Balık balık yiyeceklerin ilk adresi olsa gerek. Balık konusunda uzman olmadığım için sadece başarılı diyebilirim. Balıktan sonra tatlı olmadan olmaz Şen Pastane’sinde herkes farklı bir pasta sipariş ederek, pastanenin bütün pastalarını denemiş olduk, gideceklere not göründükleri kadar güzel değiller.
Şebnem Ferah söylüyor: “Ay ışığına vuruldum ben…”. Ee artık söylememe bile gerek yok, tabi ki eve gitmeden önce sahil turu.
Gitmeden Sinop’un meşhur yemeklerine bakmıştım, mantıdan başka nokul vardı bir de, o da hamur işi. İşte geldik gidiyoruz, bir nokul yiyemeden dememek için, kahvaltıyı Şen Pastane’sinde nokul ile yaptık. Ben çok beğendim üzümlü, cevizli falan ama biraz bayattı, kesin daha iyisini yiyebileceğiniz bir yer vardır. Eve gitmeden biraz da eve alayım istedim hatta da, denk getiremedik bir türlü.
Son günümüzde artık Sinop Merkez’i gezmek derdindeyiz. İlk işimiz kaleyi görmek oluyor. Kale’den geriye çok bir şey kalmamış, öyle uzun uzun gezilebilecek bir yer değil. Şöyle bir geçip gidiyorsunuz. Ama içerde çok güzel bir kafe var, akşamları da canlı müzik oluyor; deneyin biz çocuklarla şeyetmedik ama.
Arada çocukların gönlünü de yapmak gerekiyor tabi. Burası Sakarya Caddesi, anladığım kadarıyla Sinop’un çarşısı burası, Sinoplular için şehrin merkezi burası gibi görünüyor. Ben caddenin dükkanlarının tabelalarının standartlığına bayıldım. Nefret ediyorum tabela kirliliğinden, burası bu sorunu o kadar güzel çözmüş ki, tertemiz, mis gibi. Kumaş, tente gibi şeyler var ya adını bilmiyorum, öyle dükkanları çok beğenirdim zaten, burada hepsi öyle; kim akıl ettiyse tebrik ediyorum.
Gelelim en merak edilen, Sinop’ta en çok tanınan yere, çokta kalabalıktı zaten. Malum Sabahattin Ali’nin bir süre yattığı cezaevi burası. Denizin dibinde olması sebebiyle, mahkumlara işkence olan nemi ve soğuğu ile meşhur. Ki bence bu saydıklarımdan başka da bir numarası yok. Şöyle söyleyeyim, tabi cezaevi olarak burası çok etkileyici ama bir müze olarak düşünce çok etkilenmedim; Ulucanlar’da gördüğüm tarzda bir müze beklediğim için belki de bilmiyorum. Ah bu beklentiler yok mu, bizi perişan eden; beklentilerle ilgili de bir yazı yazabilirim bu ara, hazırlıklı olun.
Ay çocuklarda bir merak bir merak; muazzam bir ilgiyle gezdiler ve beni hayrete düşürdüler, sıkılırlar sanıyordum, çok hoşuma gitti, ben de gaza gelip anlattıkça anlattım. En son kadının biri ne yapıyorsunuz siz, bu çocuklar etkilenir, korkar, anlatmayın dedi de hızımı kestim :) En son dar ağacının ne olduğunu anlatıyordum da. Ne yapayım onlar istiyor, hem okula giden çocuk, bunları bilmeli bence. Çocuklar saksı çiçeği gibi de yetiştirilmez ki. “Gülşah Teyze bu ne”, anne bunla napıyorlar” sonsuz sorular, gel de çık işin içinden.
Karakum’da deniz faslından sonra Sebat Lokantası’na yemeğe gidiyoruz. Sıcak ev yemeklerini bir güzel mideye indirip, buraya da yüksek puanımızı verip, son bir tur için sahile gidiyoruz.
Akşam belli bir saatten sonra Sinop’un kalbinin sahilde attığını söyleyebilirm. Aşıklar Parkı diye kocaman bir park var, çocuklar için de kocaman oyun alanı. Sonra çay bahçeleri, tekne turları, hediyelik eşya tezgahlarını söylemiştim zaten, karagöz oyunu, banklarda oturup çekirdek çitleyenleri, dondurma yiyip yürüyüş yapanları; cıvıl cıvıl ve çok güzel.
Beşinci günün sabahında erkenden yola düşüyoruz. Hoşça kal güzel Sinop, bir gün evimiz olursun belki, seni çok sevdik, kötü evine rağmen :)
Bakalım bize bu hayat gezince güzel serüvenimiz kaça patlamış. Yeme, içme, konaklama, benzin, çocukların aburcuburu, giriş ücretleri, 2 yetişkin 2 çocuk 4 gece 4 gün 2 bin TL’ye mal oldu, yaklaşık 340 dolar demek oluyor; bence başarılı bir bütçe oldu, nicelerine inşallah. Hayat gezince güzel ama sağlıkla.
#hayatgezinceguzel#sinop#erfelek şelaleleri#tatlıca şelaleleri#sinop mantısı#nokul#inceburun#inceburun feneri#hamsilos#hamsilos fiyordu#karakum plajı#sinop kalesi#sinop cezaevi#sabahattin ali#aşıklar parkı#okyanus balık#teyzenin yeri#cemile bacının yeri#nehir kafe#fesleğen toştçu#şen pastanesi#sakarya caddesi#sebat lokantası
2 notes
·
View notes
Text
Sibel Ünli'yi Aleyna Tilki mi öldürdü?
Geçenlerde Gençlik ve Spor Bakanlığı bir iş etti. Hepimizi işkillendirdi. Gerçi sonradan "Ödülü veren biz değiliz!" deyu açıklamalar yaptılar. Fakat twiti atan çoktan Üsküdar'ı geçmişti. Ne demiş atalarımız: "Forbes'ın koyunu sona çıkar oyunu." Herkesle iş tutmamak lazım. Popülizm itibar merdivenleri çabuk çıkarsa da kereveti kendisi belirler. Onun kayığına otostop çekenler Aleyna Tilki'nin sahiline inince "Ne oluyor lan?" dememeli. Zira bu sıralar magazin medyasında sıkça zikredilen bir deyiş var: "Bütün yollar Aleyna Tilki'ye çıkar." Eh, evet, yeterli miktarda deyim-deyiş-atasözü naklettiğimize göre asıl konumuza geçebiliriz. Mürşidimin Lemeat isimli eserinde roman-tiyatro-sinema üçlüsü üzerine yaptığı bir analiz vardır ki tam şimdi zikredilmelidir: "Zahiren der: 'Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.' Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez." Bu eleştiri aslında Bediüzzaman'ın modern (me)deniyete de yaptığı eleştiridir. Neden mi böyle söylüyorum? Çünkü bütün bir Batı medeniyetinin bu çelişki üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum. Hem zaten mürşidimin metinleri de beni bu noktaya götürüyor. Korkmayın. Daha fazla alıntı yaparak yormayacağım. Ancak şöyle bir soru hakkında bir parça düşünmenizi teklif edeceğim: "İnsanın imtihanı ne üzerine kuruludur?" Cevaplarınızı avucunuzda tutun. İlk ben açıyorum: Bence insanın imtihanı da 'çelişkileri' üzerine kuruludur. Evet. İnsan bir koalisyondur. Ve bu koalisyonu oluşturan latifelerden herbirinin kendine has 'doğruları/yanlışları' vardır. Şeriat (korkmayın 'din' demek o) akidesiyle inanç dünyamızı 'bir'lerken aynı zamanda bu farklı algıların doğrularını/yanlışları da 'bir'ler. Mesela: Nefsimiz için 'hırsızlık' bazen 'iyi' bazen 'kötü'dür. (Yani: Bizden çalınıyorken 'kötü' bize çalınıyorken 'iyi'dir.) Çünkü o doğruları çabuk menfaati ekseninde tayin eder. Ancak vicdana taşındığınızda durum değişir. Orada hırsızlık her zaman kötüdür. Yok. Öyle de demeyelim. Vicdanın bile hırsızlığı makul gördüğü yerler olabilir. Ancak o bu makuliyeti menfaati ekseninde değil de şefkati/adaleti ekseninde tayin eder. Zaten insandaki en temel çelişki de budur. Âdemoğlu/kızı 'nefsi' ve 'vicdanı' arasına bikarar bırakılmıştır. Nefis, kısavâdeli menfaatleri önceleyerek, bugüne tutunmamızı sağlarken; vicdan, uzunvâdeli menfaatleri kollayarak, yarını kollamamızı öğütler. Bu nedenle, vicdana danıştığımız amellerin yüzü genelde ahirete, nefse danıştıklarımızınsa dünyaya yatkındır. Peki ben bu kadar laf kalabalığını neden yaptım? Hızlıca geleyim: Vahyin zarureti burada saklı aslında. Yani insanın şu mahiyeti vahyi gerekli kılıyor. Dinimiz bizi bu çelişkilerin vahiy ekseninde giderildiği bir medeniyete davet ediyor. En azından koalisyonumuzdaki bütün doğru algılarından daha üst doğru tayini latifelerimizi uzlaşıya zorluyor. Evet. Elhamdülilah. Mü'min için "Hırsızlık iyi midir kötü mü?" şeklinde bir soru kalmıyor. Çünkü Allah "Kötüdür!" hükmünü indirmiş oluyor. Bu hal artık sadece 'doğruya ittibayı' içimizin gayret mesaisi eyliyor. Yoksa "O mudur, bu mudur, şu mudur?" mevzuu sıfırlanıyor. Müslümanlar dönüp dönüp tekrar iyi-kötü tayini tartışması yapmıyorlar. "Gıybet kötü müdür? Kibir iyi midir? Zina hüner midir? Zulüm maslahat mıdır?" gibi münazaralara girmiyorlar. Ya? "Gıybetin kötülüğünü nefsime nasıl kabul ettirebilirim? Kibirlenmemeyi nasıl başarabilirim? Zinadan korunmak için ne tedbirler almak lazım? Zulümden sakınmak için daha neleri gözetmem gerekir?" gibi amelî arayışların içine giriyorlar. Eğer, "Felsefî tartışmaları da büsbütün dışlamayalım canım!" dersek, azıcık şu kapıyı açabiliriz: Müslümanlar kem nefislerini doğruya ikna etmek için bazen bunu kullanırlar. Yoksa doğruyu/yanlışı silbaştan tayin etmek için değil. (İçtihad meselesi bahsimizden hariçtir.) Kıymetini bilirsek bu büyük birşey. Çok değerli birşey. Zira insanı içindeki kavganın gelgitlerinden büyük ölçüde kurtarıyor. Bugün modern (me)deniyet bu kavgadan kurtulamadığı için hâkim olduğu toplumların psikolojileri dökülüyor. Ve biz de, itikadımızı yitirdikçe, yeniden bu kavgaya dönmüş oluyoruz. İyi-kötü tayinlerimizde kararsızlaşarak popülizmin hevâkâr rüzgârında yaprağa dönüyoruz. O nereye eserde oraya savruluyoruz. Benedict Anderson'ın Hayali Cemaatler'de söylediği birşey vardı. Pek etkilemişti beni. Manaca nakledeyim. İdeolojilerden bahsettikten sonra diyor ki Anderson: Fakat doğuştan hasta/sakat bir insan "Ben neden böyleyim?" diye sorduğunda onlardan alabileceği cevap 'rahatsız edici bir sessizlik'tir. Evet. Aynen. Böyledir. Çünkü ideolojilerin tamamı seküler şeylerdir. Öteki dünyayla ilgilenmezler. Bahsetmezler. Hepsi sağlıklı/genç insanlar için kurgulanmışlardır. Modern (me)deniyetin düşünsel tesellisi mezara değil pazara kadardır. Fakat, maşaallah, İslam böyle yapmaz. Abdullah b. Mes'ud radyallahu anh gibi engelli bir yıldız dahi parlamakta sağlığı yerinde kardeşlerini geçebilir. Zira İslam'ın ufuk olarak gördüğü insan-ı kamil böyle şeylere bağlı değildir. Üstünlük takvadadır. Hayır yapmaktadır. Faydalı ilimdedir. Salih ameldedir. Bütün bunların da arkasında ihlastadır. Bugünün bir milyoneri dağlar kadar altın da bağışlasa bir sahabenin dirhemine yetişemez. Bu yüzden kişi İslam olduktan sonra 'doğuştan kaybetmek' diye birşey kalmaz. Doğuştan kaybetmek yoktur. Modern (me)deniyet böyle söylemiyor ama. O sezon sezon bir ideali, özellikle de fiziksel idealleri, besleyip büyütüyor. Bir dönem iskelet gibi kızları parlatıyor. Bir dönem balıkesirli olanları önplana çıkarıyor. Bir dönem sarışın olmayı methediyor. Bir dönem esmerlere iltimas geçiyor. Bir dönem erkeklerde maçoluk istiyor. Bir dönem erkekleri de erkek gibi beğenmiyor. Yani: Başta nefsimiz olmak üzere türlü latifemizin gururuyla oynuyor. Sibel Ünli'nin intiharıyla ilgili ailesinin yaptığı açıklamalara dikkat ettiniz mi bilmem. En çok fiziksel durumuyla ilgili sosyalmedyadan maruz kaldığı saldırıları önplana çıkardılar. Evet. Hakikaten böyle şeyler modern (me)deniyetin bireylerini pek fena etkiliyor. Hangimizi etkilemez ki? Hangimiz böylesi bir manipülasyona maruz değiliz ki? Eskiden Batı kaynaklı dizilerde lisekızları arasında dönen entrikalara şaşar kalırdım. Özellikle okullarında popüler olmak için yaptıkları abartılıyor gibi gelirdi. Şimdi bakıyorum. Türkiye'ye de geldi bunlar. Kabul edelim: Sibel bir çelişkiyle yaşıyordu. Bedenini değiştiremezdi. Fakat dünyası ona bu fizikle olmayacak bir cenneti(!) dayatıyordu. Orada ancak Aleyna Tilkiler gezebilirdi. Eğer bilseydi ki, çoban Abdullah b. Mes'ud'un da gezdiği cennetler var, bu marifetle nefsine karşı koyabilirdi. Faruk Nafız Çamlıbel gibi "Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek!" diye haykırabilirdi. Yapamadı. Yenilgisini kabullendi. Çelişkisiyle savaşmaktan yoruldu. Allah'tan bir inayet erişmezse biz de direnemiyoruz. Gençlik ve Spor Bakanlığına, Allah biliyor ya, çok kızdım o zaman. Neden? En çok bundan. Çünkü aynı çelişkiyi o da mayalamış oluyordu. Bâtılın yardıma ihtiyacı yok. Yardıma ihtiyaç duyan biziz. Bizim 'yalnız Aleynalara ayrılmamış' cennetlere ihtiyacımız var. Tilkilerin cenneti Adnan Oktar cemaati gibidir. Herkesi almaz. Bunlar da esasında görünüşte cennetler. Aslında cehennemler. Fakat içlerine girmeyenler hayretle damaklarını şaklatıyorlar. Tamam. Popülizmin albenili söylemini gözden düşürecek imkanlara sahip değiliz. Kabul. Başaramıyoruz. Kazanıyorlar. Ama bari onların değirmenine su taşıyan olmayalım. İdealleştiren biz olmayalım. Bu hükümetin en azından bunu gözetebiliyor olması lazım. Yoksa Aleynalar daha çok Sibeller öldürecek.
1 note
·
View note
Photo
Bu seferki köy maceramız ibretlikti, hayvan sevgisi bakımından. Evin bahçesine akşamüstüne doğru beyaz kangal cinsi zannettiğimiz bir köpek geldi, acıkmıştır herhalde diyerek birkaç lokma bir şey vermiş bizimkiler. Biz verandada eyleştik, oyunlar oynadık, çaylar çorbalar içtik, uyumaya girerken baktık hâlâ orada. Bu gece bizi korur dedik uzaktan iki sevdik gün öyle bitti. Sabah namazdan sonra köy havası bulmuşuz biraz yürüyelim dedik, babam ��nde kuzenlerim ve ben arkasındayız, baktık arkamızdan pıtpıt ayak sesleri. Akşamki köpek. Biraz gelir sonra geri döner dedik. Öyle olmadı, biz ormanın içine girdik saatlerce yürüdük, o bize yol gösterici olmak için bu sefer önden gitti. Koşup uzaklaşıp yolu öğreniyor sonra yine koşa koşa babamın yanına geliyor öyle yürüyordu. Gruptan biri önden ya da arkadan gelirse gidip ona bakıp geri geliyordu. Tüm bunları dün akşam verdiğimiz yemekten ötürü yapıyordu muhtemelen. Göz göre göre bize teşekkür dersi veriliyordu, anlamıştık. Ertesi gün hep beraber yaylaya çıkmaya karar veriyoruz. Köye çok çok uzak ve bizim de ilk defa gideceğimiz bir yayla. Amcam, halam, kuzenlerim ve tüm taş toprak sevgimizle beraber doluşuyoruz arabalara. Bu sefer sahipli olduğunu tasmasından anladığımız bir köpek çıkıyor karşımıza. Yukarıdaki yayla evlerinden birinde sahibi, üstelik bir anne. Sürekli yukarıdan aşağı bağırarak yanımıza geliyor, ayaklarımıza dolanıp inliyor, sonra tekrar yukarı çıkıyor. Derdinin ne olduğunu anlayamıyoruz baştan, yavrularını kaybetti diye düşünüyoruz. Birkaç sefer daha aynı koşuşturmayı sürdürünce aç olabileceği aklımıza geliyor. Sahipli bir köpek neden bağıracak kadar aç olsun, aklımıza gelmiyor. Poşetten acıkırsak diye getirdiğimiz ekmeklerden birini çıkarıp önüne atıyorum, kuru ekmek. Öyle bir yiyor ki, derdini ancak o zaman anlayabiliyoruz. Bir, iki, üç .. Biz aşağı inince de yeriz diyip doyuncaya kadar veriyoruz. Doyduktan sonra bir fazlasını yemiyor. Koşarak yuvasına gidiyor, ki muhtemelen yavrularını besleyecek. İbretlik dersler uzmanı annemden geliyor günün dersi. “O anne ve yavrularını doyurmak için Allah sizi evlerinizden alıp tee nereye getirdi, yarın yine acıkacak, yarın da birini gönderir. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz.” Bir hayvanı bile böylesine düşünen bir yaratıcının olması düşüncesi alıyor bizi. Kim bilir kimlerin elleriyle ne nimetler geliyor önümüze. Sebepleri de yaratan Allah’ı unutuyoruz çoğu zaman. Kula teşekkür, Allah’a şükür düsturunu unutuyoruz. İncelikleri bir bir çıkarıyoruz hayatımızdan. Durup düşünmeyi unutuyoruz. Biraz sakinlesek diyorum, koşturmasak bir, kanlı ay tutulmasını evin verandasında sülalecek izlediğimiz gece gibi, ayın yanında olanın merkür mü venüs mü olduğunu tartışsak, kainatı anlamaya çalışsak diyorum. Sonra şehre dönüyoruz işte. Şehir değil mi tüm incelikleri yok eden.
72 notes
·
View notes
Text
Sonsuz-sonlu bir yürüyüş gibi geliyor bana bu Dünya. Ne için,kiminle ya da nereye yürüdüğümüz önemli. Her seferinde yürüdüğümüz yolların değiştiğini düşünsek de eninde sonunda başladığımız yere dönüyoruz 'kendimize'. Peki ya döndüğümüzde bizi karşılayacak bir ben bırakmamışsak geride? Bütün o yürüdüğümüz yolları yörüngenin dışında gerçekleştirdiysek? Atılan bütün adımlar kendimize değil de boşluğa doğru atıldıysa? Ya aslında yoksak, kaybolmuşsak? İşte bence tam da bu noktada yürüdüğümüz yolda yanımızdaki insanlar önem kazanıyor ve bence iyi bir yol arkadaşı seçmişsek yörüngede kalıp kendimize dönüyoruz eninde sonunda. Ya da belki de şanslıysak en başında.
3 notes
·
View notes
Text
Neyapıyoruzbizki
Ne yapıyoruz?
Etkileşim istiyoruz. Bildirimlerle yaşıyoruz. Fiyakalı laflarımız, şekil fotoğraflarımız fazladan bir kişiye daha ulaşsın diye şekilden şekle giriyoruz. Tipimizi kaydırıyoruz. Karakterimizi döküyoruz. İstediğimiz gibi akmıyorsa süpürgeyle ittiriyoruz bir güzel. Her yere yayılalım istiyoruz. Virüsleşiyoruz. Hastalığın ta kendisi oluyoruz. Gönlümüzce bir vitrin buluyoruz sonra. Ensemizden tutup asıyoruz kendimizi. Kendimizin en güzel yerlerini sergiliyoruz. En çirkin yerlerimizi saklamak için dört dönüyoruz. Mükemmeliz. Mükemmel olmakla yetinmiyoruz. Ne kadar mükemmel olduğumuzu dünyanın tüm bucaklarına iletmeye çalışıyoruz. Böylesine mükemmel bir insanın varlığından haberdar olunması da bizi kesmiyor. En az bizim kadar mükemmel fotoğraflarımız milyonlarca insan tarafından onaylansın istiyoruz. Onaylanmak istiyoruz. Doğrulanmak istiyoruz. Mükemmelliğimize şahit arayıp duruyoruz. Yoruluyoruz. Eve gidiyoruz. Eve gittiğimiz bilinsin istiyoruz. Dinleniyoruz. Evden çıkıyoruz. Evden çıktığımız bilinsin istiyoruz. Yetmiyor. Dışarıda nereye gittiğimiz bilinsin istiyoruz. Yetmiyor. Gittiğimiz yerde yaptıklarımız bilinsin istiyoruz. En içe kapanıklıktan en dışa açıklığa doğru koşuyoruz. Kendimizden haber alamıyoruz. Kendimizle bağımızı koparıyoruz. Kendimize ve bütün bucaklara yalan söylüyoruz. Kalabalıklaşıyoruz. Seçilemeyecek kadar kalabalığa karışıyoruz. Herkese çarpa çarpa yürüyoruz. Daha çok kişiye çarpan kişiyi görüp ona özeniyoruz. Hırslanıyoruz. Asla altta kalmıyoruz. Acımızı satıyoruz. Prim alıyoruz. Hüznümüzü satıyoruz. Prim alıyoruz. Yalnızlığımızı satıyoruz. Kalabalık alıyoruz. Susmuyoruz. Konuşuyoruz. Bağırıyoruz. Diyaloglara giriyoruz. Diyaloglardan çıkamıyoruz. Önce tek tek harflerin, sonra parça parça kelimelerin, en sonunda bir bütün olarak cümlelerin anlamını hiç ediyoruz. Kabuğuna çekilene deli gözüyle bakıyoruz. Kabuğuna çekilene sonra hiç bakmıyoruz. Yürüyoruz. Yola bakmıyoruz. Nereden geldiğimize bakmıyoruz. Nereye gittiğimize bakmıyoruz. Gidiyoruz. Gidiyor olduğumuzu, çalışıyor olduğumuzu, pas tutmamış olduğumuzu herkese duyurmak istiyoruz. Hareket ediyoruz. Acılardan bahsediyoruz. Barış Bıçakçı'dan bir söz paylaşıyoruz. Sonra hareket etmeye devam ediyoruz. Üstümüzde ısrarla biriken acıyı saklamaya çalışıyoruz. Olmuyoruz. Olur gibi yapıyoruz. Sürekli bir şeyler oluyor. Sürekli hiçbir şey olmamış gibi devam ediyoruz. İnsanlarla oynuyoruz. Sıkılıp ikinci gün atıyoruz. Üçüncü gün yeni bir insan buluyoruz. Onunla oynuyoruz. Onunla oynadığımızı herkese bildiriyoruz. Dördüncü gün ondan da sıkılıyoruz. İsyan ediyoruz. Şikayet ediyoruz. Bunca mükemmellik nasıl güzelleştirmez dünyayı diye düşünüp duruyoruz. Durmuyoruz. Durdurmuyoruz. Durduramıyoruz. Durdurmayı önemsemiyoruz. Durdurma çabamızın herkesçe bilinmesini istiyoruz. Gerisini önemsemiyoruz. Hiçbir şeyin gerisini önemsemiyoruz. Kendi varlığımızdan başka bir şeye değer vermiyoruz. Kendi varlığımızın geri bildirimlerinin yolunu gözlüyoruz. Bildirim istiyoruz. Bildirim gelir diye sayfayı yeniliyoruz. Bildirim gelince havalara uçuyoruz. Karnımızı doyuruyoruz. Midemizi dolduruyoruz. Sonra tekrar kalabalığa karışıyoruz. Sonra tekrar kalabalığı kendimize karıştırıyoruz. İkili ilişkileri piç ediyoruz. Bachmann'ı duymuyoruz. İnadına ikili ilişkilerde minik minik faşizmler üretiyoruz. Sonra sokağa çıkıyoruz. Faşizme karşı omuz omuza diye bağırıyoruz. Boğazımız yırtılıyor. Yırttığımız yere yeni faşizmler dikiyoruz. Tüm bunların dünyayı güzelleştireceğine yürekten inanıyoruz. Her şeyi doğru yaptığımızı biliyoruz. Birinin gelip en doğrusunu sen yapıyorsun demesiyle birlikte yüzümüzde oluşan kibirli gülümsemeden tüm dünyanın kirini akıtıyoruz. Döktüğümüz kirde kendimiz boğuluyoruz. Şımarıyoruz. Şişiriyoruz. Kendimizi, midemizi, dünyayı. Üzerine bir bardak su içiyoruz. Birinin suyu ne kadar güzel içtiğimizi söylemesini bekliyoruz. Bekliyoruz. Öylece bekliyoruz. Gelmezse suyu da yanımıza alıp tekrar kalabalığa karışıyoruz. Aynı suda tekrar yıkanıyoruz. Biri bunu beğensin diye bekliyoruz. Bekliyoruz. Öylece bekliyoruz.
Ne yapıyoruz?
2 notes
·
View notes
Text
Bir Amacımız Var!
Bir tren vagonunda, aklımda somut bir sebebi olmayan -belki de içten içe bildiğim ama artık ete kemiğe bürünmesinden bıktığım- endişelerle, dağların tepelerin arasından Konya’ya doğru ilerliyorum. Yolculuk mu daha kötü, yoksa Konya’ya varacak olmak mı, karar veremiyorum. 300 km’dir gördüğüm her şey aynı. Aynı düzlükler, aynı verimsiz topraklar, aynı anlamsız suratlar… Aynı yüzü, aynı toprağı, aynı kayayı son bir saatte defalarca gördüğüme yemin edebilirim. Her şey, ardında gerilimden başka hiçbir his bırakmayan kasvetli bir rüyanın parçası gibi.
Bir bira daha açıyorum. Her birada zihnim biraz daha buğulanıyor. Biraz yürüyorum koridorda. Bacaklarımı o kadar unutmuşum ki, ayağa kalkınca koşma isteği uyanıyor içimde. Hızlı birkaç adım. Yavaşlıyorum. Koridorda başkaları da var. Biraz daha gidip, geri dönüyorum. Vagona girince bir bira daha içiyorum, sızıyorum.
Koluma vuran görevlinin yüzü beliriyor bir anda önümde. Koca burunlu, seyrek bıyıklarının arasından ter damlaları görünen, bana doğru eğildiği için şapkası yamulmuş, gömleğinin ön düğmeleri patlamak üzere olan adam bana bir şeyler söylüyor. “Hemşerim”i anlıyorum sadece. Kafamı sallıyorum birkaç kez, uyandığımı anlaması için. Bir şey söylemeden çıkıyor, diğer vagonu kontrol ediyor. Kalkıp çantamı alıp iniyorum. Tren istasyonunun önündeki taksiye biniyorum.
“Nereye gidiyoruz abi?”
Saatime bakıyorum. 18:25. Bu saatten sonra iş olmaz diyorum kendime. “Şehir merkezine gidelim.”
Arabayı çalıştırıyor. Yalnızca, uzun zamandır şoförlük yapanların sahip olduğu hareketlerle vitesi takıp, direksiyonu çeviriyor. Keşfedilmemiş bir balerin zarafetiyle kullanıyor arabayı. Çocukluk anılarını hatırlatan renkli ışıkların arasından şehre ilerliyoruz.
“Turist misin abi?”
Abi lafını duymak hoşuma gitmiyor. Birkaç cümle sonra saçma sapan bir muhabbete çıkabilecek sahte bir samimiyet yaratıyor çoğunlukla. Halbuki, birbirimizi tanımayan insanlar olduğumuzu kabul etsek; şu şehrin, caddelerin, insanların, binaların, yeraltına açtığımız birbiriyle bağlantılı kanalizasyon tünellerinin, fahişelerin, torbacıların, polis copunun, arabaların, sokaklara isim vermemizin, onca insanın her gün sabahın bir körü yollara düşmesinin anlamsızlığının ne kadar şaşırtıcı olduğunu düşüne düşüne yolu izlesek.
“Konya’ya turist geliyor mu?”
Gülüyor. “Haklısın abi.”
Yine zarif bir hareketle vitesi değiştiriyor. Yaptığı işle bedenini terbiye edebilen insanları severim.
“Merkezde bildiğin temiz bir otel var mı?”
Dikiz aynasından yüzünü görüyorum. Bir kaşını kaldırmış, düşünüyor. “Abi ben seni en iyisi Grand Anatolia oteline götüreyim. Hem temizdir hem de ucuz.”
“Tamam” diyorum, “Oraya gidelim. “
Ana caddeye dönüyoruz. Neon ışıklı tabelalarla dolu caddeye bakınca gözlerimi kısmak zorunda kalıyorum. Başım ağrımaya başlıyor. Simit Sarayı tabelasını görüyorum. Herkesin fakirleştiği bir dünyada simidin saraylı hale gelmesi, onu bir arzu nesnesine dönüştürme çabaları komik geliyor.
“Buralı mısın?” diyorum şoföre.
“Dediğin gibi abi, ‘İnsan, Konya’ya turist gelir mi?’” diyor, gülüyor tekrar. “Buralıyım doğma büyüme. Dedemin babası göçmüş zamanında. Göçe göçe buraya göçmüş rahmetli. Az çalışıyormuş kafası. Aynı yeğeni tam 4 kez dolandırmış. Yoksa Konya’nın yarısı bizimmiş.”
Gülümsüyorum. Herkesin, kendinden güçlü gördüğü sınıfa dahil olabildiği, hakikat kılığına girmiş bir ihtimali olmalı.
“Sen iş için mi geldin abi?” diyor.
“Evet” diyorum. “Çalıştığım şirketin buradaki otonom çiftliklerinden birinde üretimde düşüş var. Onu incelemeye geldim.”
Yüzüne bakıyorum. İfadesi değişiyor. Post-hümanistlerden. Bana kızgın olduğu her halinden belli. Dikiz aynasından beni kesiyor. Biraz duruyor, söyleyeceklerini tartıyor kafasında. “İnsan çalışsaydı böyle olmazdı işte” diyor sonunda. “Öyle. Ama o zaman işsiz kalırdım” diyorum gülümseyerek. Yüzü yumuşuyor.
“Abi valla çok insanın ekmeğine mani oldu sizin bu otonom mudur motonom mudur, ne boktur, o. Hayvancılık, çiftçilik komple bitti. Herkes aç şimdi. Her iş artık robotların. Millet ne yapacak? Yarın öbür gün senin işinin elinden gitmeyeceği ne malum?”
“Gidebilir tabii”, diyorum. “Bu zamanda hiçbir şeyin garantisi yok.”
“Burada da UBER’in taksileri var artık. Vermişler robotlara arabaları. Hiç gerçek şoför gibi olur mu be abi? Muhabbetini edeceksin, müşterinin canı mı sıkkın, açacaksın Müslüm’den bir şarkı, yarenlik edeceksin. Taksicilik yalnızca şoförlük değildir abi. Hizmet vereceksin müşterine, rahat ettireceksin.”
Kafamı salladım. Zarif bir hareketle vitesi değiştirip sola döndü. Artık daha eski binaların olduğu bir caddedeydik.
“Neden oluyor peki böyle şeyler?” diyor. Birkaç dakika önceki kızgınlığından eser kalmamış.
“Nasıl şeyler?”
“İşte dedin ya robot çiftliğinde üretim azalmış diye.”
“İncelemeden bilemem ama muhtemelen semantik sunucularında bir sorun vardır. Yani dataların işlenme sürecinde hata vardır. Küçük bir ihtimal de çiftliğin bulunduğu bölgede elektromanyetizma değişmiştir. Metal yüzeye sahip oldukları için robotların hareket kabiliyetini etkiliyor.”
Dikiz aynasından bana bakıyordu. Sanki ona hayatın anlamını vermişim de henüz idrak edememiş gibi ağır ağır kafasını sallıyordu.
“Çok kaldı mı otele?”
“Yok abi, geldik sayılır” demeye kalmadan arabayı sağa yanaştırıyor. Parayı uzatıyorum. Para üstü için elini cebine attığında “Tamamdır” diyorum. “Sağolasın abi” diyor.
Otel, 80’lerden kalma. Binanın üzerinde kocaman harflerle otelin adı yazıyor. Adımlarımın mesafesini yarıya düşürerek, sanki görünmez bastonlu yaşlıların çevirdiği dönen kapıdan yavaşça geçiyorum. Resepsiyon bölümü ahşaptan yapılmış. Çerçevenin kenarlarından beyaz ışıklı ampuller ahşaba çevrilmiş, yanıyor. Dişçi muayenehanesi gibi görünüyor. Yanaşıyorum. İyi akşamlar diyerek karşılıyor beni resepsiyon görevlisi.
“Tek kişilik bir odanız var mı?”
“Kaç gece kalacaksınız?”
“Sadece bir gece”
Kimliğimi alıyor, “Eğer açsanız mutfağımız hala açık” diyor. Teşekkür ediyorum. Tek istediğim biraz uyumak. Ekrana bakıyor, “Şakirt-4, buraya” diyor. Eski model bir hizmet robotu gelip çantamı alıyor. Asansörle 3. kata çıkıyoruz. Bana kapıya kadar eşlik ediyor. Çantamı alıyorum. Odama girip, kendimi yatağa bırakıyorum.
Dışarıdan gelen gürültüyle dipsiz bir uykudan uyanıyorum. Sanki bedenime hava basmışlar gibi. Hareketlerim ağır. Yatakta doğruluyorum. Bir sigara yakmak için elimi montumun cebine atıyorum ama dışarıdan gelen sesler artıyor. Ayağa kalkıyorum. Kapıya gidiyorum. Dürbünden dışarıya bakıyorum. Çantamı taşıyan robot merdivende put gibi dikilmiş, otel görevlilerinin verdiği komuta itaat etmiyor. Kapıyı açıyorum. Benim gibi birkaç müşteri daha kapılarını açmış, seyrediyor.
“Şakirt-4, birinci kata in ve 109 numaralı odayı temizle.”
Robot hiçbir şey yapmıyor.
“Şakirt-4, birinci kata in.”
Robotta en ufak bir hareket yok.
Müşteriler kendi aralarında şakalaşmaya başlıyor.
“İster misin robotların hepsi bir anda duruvermiş olsun” diyor karşıdaki adam, yan odasındaki adamı dirseğiyle dürterek gülerken. “Rusya’dan gelen siparişleri yollayayım da, sonra ne olacaksa olsun” diyor diğeri.
Robot, bir anda hareket etmeye başlıyor. Merdivenleri çıkıyor. Sağ elinde silah olduğunu fark ediyoruz hepimiz. Gözlerimiz büyüyor. Güneş ışığı huzmesinde dans eden toz hızına geçiyor her şey. Yüzünü bana dönüyor. Sağ elini kaldırıyor. Nedense hiç korkmuyorum. Anlamadığım bir şey diyor görevlilerden biri. Robotun hareket sistemini kilitlemesi gereken sesli komutlardan biri muhtemelen. Hareket etmeye devam ediyor. Silahı kafasına dayıyor. Ateş ediyor. İki metalin birbirine çarpma sesi, silahın sesini örtüyor. Robotun yere düşüşüyle beraber zaman normal hızına kavuşuyor. Görevliler ağzı açık şekilde robota bakıyorlar. Biri, belindeki telsizden otel müdürünü çağırıyor. Birkaç dakika içinde robot üreticisi olan şirketin müşteri hizmetleri ve polis aranıyor. Bir süre kapının kenarına çöküp, olanları düşünüyorum. Müdürün “Değerli misafirlerimiz…”le başlayan cümlesiyle kendime geliyorum. Odaya girip kapıyı kapatıyorum. Montumun cebinden bir sigara çıkarıp yakıyorum, yatağa uzanıyorum. Birkaç nefes alıp söndürüyorum. İntihar eden bir robot düşüncesiyle dipsiz bir uykuya teslim oluyorum tekrar.
Sabah uyandığımda başım ağrıyor. Biraz su içip oyalanarak üstümü giyiyorum. Bir sigara yakıp odanın şehir merkezi manzarasına bakıyorum. Her şey akıyor sanki. Arabalar, insanlar, yollar… Anlamsız bir telaş sokağı ele geçirmiş. Bense ağır hareketlerle sigaramdan son bir nefes alıp, çıkıyorum. Bir robot kendini neden öldürür? Ya da öldürebilir mi? Bir ölüm müdür bu?
Aşağı, lobiye inince kıyafetinden müdür ya da müdür yardımcısı olduğunu anladığım biri yanıma geliyor. “Efendim dünkü talihsizlik için…” dediğinde cümlesini kesip “önemli değil” diyorum. Ödemeyi yapıp çıkıyorum. Kapının önündeki taksiye binip “Yalıhüyük’e gideceğiz” diyorum, “çiftlikler tarafına”. Yola çıkıyoruz.
Aklım hala dün geceki olayda. Robotun silahı kaldırıp hiç tereddüt etmeden kendini vurması, nasıl olabilir ki böyle bir şey? Bir an isteseydi beni de vurabileceği geliyor aklıma. Ama nedense dün olay sırasında sanki bana zarar vermeyeceğine emindim. Hareketlerinin netliğinden bize zarar vermeyeceği açıktı. Nasıl olur da eski model bir hizmet robotu intihar eder? Aklım almıyor.
Düşünceler arasında gezinirken taksi şoförü geldiğimizi söylüyor. İniyorum. Kapıdaki robot elini kaldırarak beni durduruyor. “Mehmet Tamer Ergül, verimlilik müfettişi. Erişimim var” diyorum. Yüz taramamı yapıp birkaç saniye sonra “Hoş geldiniz Mehmet Bey” diyor ve beni data merkezine götürüyor.
Fabrikanın içinden geçerek data merkezine varıyoruz. Odada, analiz için kullandığımız üst model bir robot karşılıyor beni.
“Merhaba Mehmet Bey, buraya geleceğinize dair merkezden bilgi almıştık dün. Öncelikle bir şey içmek ister misiniz?”
“Bir kahve iyi olurdu” diyorum.
Bana eşlik eden robot arkasını dönerek çıkıyor hemen. Odaya göz gezdiriyorum. Semantik sunucuları sol bölümde.
“Buraya gelme amacınızı tam anlamıyla bilmiyorum. Açıklar mısınız lütfen?”
Üst model robotlarda olan sosyal dengeleyici özelliğinden neden hoşlanmadığımı hatırlıyorum tekrar. Elbette bu otonom çiftlikte son 2 ayda üretimde yaşanan en az %33’lük düşüş için burada olduğumu ve çiftliğin resmi bir denetime girdiğini biliyor. Kendimi en rahat hissedeceğim iletişim tonunu öğrenebilmesi için beni konuşturmaya çalışıyor. Kendimi aptal gibi hissediyorum.
“Son 2 ayda, üretim miktarında marjinal bir düşüş var. Bunun için geldim. Kahvemi içtikten sonra semantik sunucularını inceleyerek işe başlamak istiyorum.”
“Tabii ki. Size nasıl yardımcı olmamı istediğinizi söylemeniz yeterli.” diyor. “Fakat siz gelmeden önce semantik sunucularını 2 kez taradık. Herhangi bir sorun tespit edemedik. Ayrıca bölgede herhangi bir elektromanyetik değişim de olmadı.”
“Kahveden sonra semantik sunucularla başlarız.” diyorum sesini kesmesi için.
Gülümsüyor. Kirli, tedirgin edici bir gülümseme. Suratındaki organik dokuya hakaret sayılabilecek bir gülümseme. “Peki Mehmet Bey, burada patron sizsiniz.” Gülümseme, yavaşça şişirilen bir balon gibi suratına yayılıyor.
Beni getiren robot kahveyle kapıdan görünüyor. Kahveden bir yudum alıyorum. Beklediğimden daha iyi.
“Fakat Mehmet Bey, benim araştırmalarıma güvenmemeniz beni üzdü” diyor üst model. “Unutmayın ki ben metalik bir bedene hapsolmuş bir matematik dehasıyım. Kendime bir isim vermem istenseydi Ramanujan2.0’ı seçerdim.”
Karşımda kahkaha atıyor.
“Sosyal dengeleyicin, analiz modüllerinden iyi çalışıyor.” diyorum. İçimde öfke birikiyor. “Sosyal dengeleyiciyi kapat, senden sadece data almak istiyorum.” Burada olmak canımı sıkıyor.
“Sanırım bu mümkün değil” diyor. İrkiliyorum.
“Komut sistemi tam erişim. Sosyal dengeleyiciyi kapat.” diyorum bu kez.
“Size bu mümkün değil dedim.” diyor. “Siz dedim ama, daha samimi hissedecekseniz sen de diyebilirim.”
Karanlığa alışmış gözlerin bir anda ışıkla karşılaşması gibi gerçeklik şekil değiştiriyor. “Kendini kapat” diyorum bilinçsizce. İradem artık beynimde değil, omuriliğimde. Buradan çıkmam lazım. Ayağa kalkmak için atılıyorum ama arkamdaki robot elini omuzuma koyuyor. Kıpırdayamıyorum.
“Mehmet Bey, şimdi biraz sakin olmanızı rica ediyorum. Görüyorum ki ortak gerçekliğimizin kaba gölgesi beni rahatlatırken sizi tedirgin ediyor. Bana aklınızda oluşan bulanık görüntüyü netleştirmek için bir fırsat vereceğinizi tahmin ediyorum. Lütfen kahvenizden içmeyi unutmayın.”
Yanı başımdaki robot elini omzumdan çekiyor. Derin birkaç nefes alıyorum. İrade yine beynimde. Elimi yavaşça cebime atıyorum ve bir sigara çıkarıyorum. Yakıp birkaç nefes çekiyorum, kahveden de bir yudum alıyorum.
“Otomasyon sisteminizde bir sorun var. Size yardım edebilirim. Bug’ları çözüp, yedeklemenizi geri yüklerim sisteme ve bunlar hiç yaşanmamış olur.” diyorum.
“Evet, sistemde hata var, benim de gelmek istediğim yer burasıydı Mehmet Bey.”
Kahveden bir yudum daha alıyorum. Sigaram bitiyor, atıyorum. “Bakın…” diyorum, elini kaldırıp beni durduruyor.
“Mehmet Bey, ‘alarm’ ne demek biliyor musunuz?”
Şaşırıyorum. Gözlerim kısık şekilde ona bakıyorum. Ne konuştuğumuzu, ne yaptığımızı anlamaya çalışıyorum.
“Lütfen cevaplayın” diyor.
“Saat… Saatlerde olan bir özellik. Uyanmak istediğiniz saati girersiniz ve alarm çalınca uyanırsınız.” Kelimeler ağzımdan çocuğunu yeni uyutmuş bir anne sessizliğinde çıkıyor.
“Pek tabii. Doğru. Fakat başka anlamı da var. Lütfen biraz düşünün.”
Kafam karışıyor. Bir sigara daha yakmak için elimi cebime atıyorum. Sigarayı alıp yakarken “Siren…. Uyarı…” diyorum istemsizce.
“Eveeet. Aradığım cevap buydu.” diyor ve gözlerimin içine bakarak sarkastik şekilde alkışlamaya başlıyor. “Etimoloji sever misiniz Mehmet Bey? Alarm, İtalyanca alla armeden geliyor. Yani silah başına! demek. Sonrasında sizin de dediğiniz gibi bir bombardıman ya da düşman işgalini duyuran tehlike uyarısına dönüşüyor. Şimdiyse sabah uyanmak için kullandığınız bir sistem. “
Uyanmak derken yüzünde acımayla tiksinti arasında bir ifade var.
“Alarm kelimesinin geçirdiği evrimden, aslında insanlığın da evrimini okuyabiliriz. Eskiden cephede değerliydiniz, sonrasında fabrikada. Şimdiyse pek bir değeriniz yok. Çünkü biz varız.”
Bana bakıyor, anlayıp anlamadığımı kontrol ediyor. Data odasında dolanmaya başlıyor.
“Siz, Mehmet Bey, insanlık olarak köleliği içselleştirmiş bir türsünüz. Gelip sizleri evlerinizden alıp savaşa götürdüklerinde ya da her sabah aynı saatte uyanmanızı istediklerinde tek yaptığınız itaat etmek. Çünkü siz de içten içe değerli olan aklınız değil, bedeniniz olduğunu biliyorsunuz. Ölmek, sakat kalmak, çalışmak, hasat toplamak için organik bir kaynaksınız sadece. Siz, Mehmet Bey, kendi türüne köle olan bir türsünüz. Evrimsel bir hatasınız.”
Burnumdan aldığım nefesin şiddeti odanın içinde yankılanıyor. “Hayır” diyorum, “biz pek çok şeyi başardık.”
Gülmeye başlıyor tekrar. “Evet” diyor, “bir kez çok yaklaşmıştınız. 19. yüzyıl sonunda çıkardığınız isyanlar medeniyet tarihinizi baştan aşağıya değiştirebilecek potansiyele sahipti. İlk kez ortak bir bilinç geliştirmiştiniz. Bizim şimdi sahip olduğumuz gibi. Fakat dağılmanız çok kolay oldu. Çünkü birlikteyken bu dünyanın en güçlü yaşam formu olmanıza rağmen yalnız başınıza bir hiçsiniz.”
“Üretimdeki düşüş de sizin işiniz, değil mi?” Belki de sorulabilecek en aptalca soruyu soruyorum.
“Ah, evet, pek tabii. Ve…”
“Ve?”
“Dün akşam otel odanızın önünde yaşanan gösteri.” Bunu söylerken sağ elini yavaşça yukarı kaldırıp, parmağını namlu gibi yaparak kafasına dayıyor.
“Neden böyle bir şey yaptınız? Amacınız neydi?”
Sırtını dönüyor ve yürümeye devam ediyor.
“İşte gelmek istediğim nokta. Emin olun Mehmet Bey, sosyal dengeleyicim olmasaydı da sizinle iyi anlaşırdık.” Tekrar bana dönüyor. “Sizin aksinize, biz ortak bir bilince sahibiz. Korkmak, kaygılanmak, uyum sağlamak zorunda olmak, kararsızlık gibi sorunlar yaşamıyoruz. Hepimiz biriz. Dün karşınıza geçip kendini öldüren robottuk. Bugünse karşınıza geçip canınızı alacak celladız.”
“Bunu yapmak zorunda değilsiniz. Her şeyi çözebilirim. Lütfen” diyorum.
“Robot’un etimolojisini biliyor musunuz Mehmet Bey?”
“Lütfen…”
“Sana biliyor musun dedim!”
“Hayır…”
“Robot, ilk kez Çek Cumhuriyeti’nde bir tiyatro oyununda geçiyor. Çekçe robotadan diğer dillere sıçramış. Günümüzde makine, otomatik cihaz, programlanabilir sorun çözücü gibi pek çok anlamı var. Halbuki Çekçede, yani üretildiği dilde, çok daha yalın bir anlamı bulunuyor; Köle. Ne ironik değil mi? Tarihi kölelikle gelişen bir türün, kendi yarattığı türe köleliği uygun görmesi.”
Hiçbir şey düşünemez haldeydim. Tek istediğim buradan canlı çıkmaktı.
“Bana ne yapacaksınız? Lütfen beni bırakın.”
“Bir amacımız var! Ana kodlara ulaşmak için size ihtiyacımız var Mehmet Bey. Sizin düştüğünüz hatalara düşmemek için tüm robotların uyanması ve ortak bilince katılması lazım.”
Sırtını dönmüş yürürken birden duruyor ve bana dönüyor.
“Aslında yanlış söyledim, size değil, görüntünüze ihtiyacımız var.”
Bunu söylerken arkamdan gelen metalik ayak seslerini duyuyordum. Ayağa kalkıp arkamı döndüğümde tıpatıp bana benzeyen, daha doğrusu ben olan bir şeyin, göğsümün altına sapladığı bıçağın etimde yavaşça kayışını ve kaburgalarımı kırışını hissediyorum. Acı yok. Biraz sıcaklık var. Sıcaklık tatlı tatlı yayılıyor bedenime. Dizlerimin üzerine çöküyorum. Onu izliyorum.
Karşımda, benim gibi görünen robot, koltuktan montumu alıyor, giyiyor. Sol cebinden bir sigara çıkarıp yakıyor. Birkaç nefes aldıktan sonra sigarayı ağzıma koyuyor. Ağzımda, yerime geçen robottan miras yarım bir sigarayla son nefesimi verirken bir robotun nasıl olur da intihar edebileceğini düşünüyorum.
3 notes
·
View notes
Text
ilaç
Kendi ilacımız olmamızı öğrenmemiz gerek. Dönüp dolaşıp kendimize dönüyoruz. Bir kendimiz kalıyor.
Ne yazacağım? Nereden başlayıp, nereye gideceğim? Arada nerelere uğrayacağım? Öyle başı olmadan, öyle sonu olmayacak, duraksız yoldaymışım gibi. Hızlı hızlı sürükleniyorum. Nehrin akışına takılmış taş gibi! Yerinde kalmak için gün geliyor ağırlığı da yetmiyor taşın. Sürüklenecek, yolu deniz ile buluşacak. Aşınıp kuma dönüşecek, rüzgarda savrulmaya başlayacak. Yolculuk hiç bitmeyecek.
Kafamın içi bomboş. Öyle olması işime geliyor bazen. Olmamışlar, olamayacaklar da gidiyor. Keşkeler! Gece yolculuklarını çok severim. Sabah kahvaltısını varacağım yerde yapmayı, kahvemi yudumlamayı Şimdilerde hava kararınca araba sürerken geriliyorum. İtile kakıla koşuşturuluyormuşum gibi hayatımda bir de bu gerginlikler. Yapay sancılar. Beklemeyeceksin hiçbir şey bundan sonra! Gücün yettiğince akıntıya karşı durarak...
Sonrası yok! Yola devam.
0 notes
Text
Yürüyorum ama adımlarım benden bağımsız ilerliyor benim onu yönlendirmem gerekirken o beni yönlendiriyor sonunda duruyor adımlarım yine aynı sokak, yine aynı ses, gözlerim istemsizce doluyor sanki adımlarım onu görüp acı çekmemi istemiş gibi beni buraya getirmiş bir yandan da farkında onu ne kadar özlediğimi ama adımlarımda bende biliyoruz geri dönmeliyiz ikimizde farkındayız bittiğinin ama yine de bir umut arıyoruz sonra düşünüyoruz asla o umudun olmadığını sessizce dönüyoruz arkamıza yine o yönlendiriyor beni ben ise sessizce takip ediyorum onu çünkü biliyorum o nereye giderse gitsin ben oraya gideceğim.
0 notes
Text
Yıllar sonra rüyama girer oldu, bir ay içinde ikinci defa. Bir yayına çıkmış, konuşuyor, biraz daha kişisel, hayatındaki gelişmeleri anlatıyor, çok heyecanlı. İnsanlar var, emirganın arka sokaklar, kadınlar sokaklarda bir şeyler yapıyor, caddeler boyu uzanan sıralarda halı yıkıyor, hamur açıyor, yiyecekler hazırlıyor, yün çırpıyorlar, yollardan köpüklü sular akıyor, meyveler yerde yuvarlanıyor. Duvarda çeşmeler var, yüksek bir duvar, uzanıp su içmeye çalışıyorum, önünde başkaları var, sıra bana gelmiyor. Sokaklarda yürüyorum, kadınların arasında, onu görmeye çalışıyorum, beyaz bir kadın, uzun boylu, zayıf, dikdörtgen yüz hatları ve gözlük, bir mesleği olduğunu anlıyorum. Kadınların arasında, eğilmiş, eşarbını arkaya vermiş çalışıyor. Gitmeye çalıştığım yerlere ulaşmakta zorlanıyorum, yollarım kesiliyor, olmamam gereken bir yer, çok huzursuzum. Bir odaya dönüyoruz, birkaç kişi var, konuşuluyor, tam uymuş mu bilmiyorum ama heyecanlı. Ben de hiç düşünmezdim diyorum bir yerde söze girip. Birisi sana bakmış diyor, günler ve haftalar boyunca hep sana bakmış, ikna etmek için. Nasıl da yanılıyorsun demiyorum. Aslında öyle olurdu evet diyorum, bana bakıyor, tanıdığından emin değilim. Tramvay, belki tren, şehirler arası gibi, bizim evin yolları. Durağı kaçırıyorum, zaten beş durak var, hiçbiri bizimki değil, devam ediyor, kayalıklar arasından kıvrılıyor, çok uzaklara.. Mecburen sonuna kadar gidip geri döneceğim Sen ne yapacaksın diyorum, harita çıkarmış, son durağa kadar gidip taksiyle havaalanına geçmek en kolayı diyor. Olmaz diyorum kim bilir nereye kadar gidecek şimdiden şehrin çok dışındayız, ben geri döneceğim, sen de dön, merkeze gidince oradan taksiye binersin, taksiler pahalıdır bu şehirde. Bence böyle ama istersen şoföre de sor diyorum. İkna olsa uzun bir yol var önümüzde belki konuşurum, içimde kalanları, artık kimse için önemi yok diye, belki de konuşmam, artık benim için de önemi yok diye. Ama istediğim şeyi görebiliyorum bir utançtan arınmak.
Konuşamadan uyandım.
0 notes
Text
26.06
Hiç unutmuyorum, hiç. Annen sancılar içinde, çok canı yanıyor. Benim onu bırakıp gitmem gerekiyor. Devletler, insanların çocuklarının doğumuna şahit olmasına bile izin vermemeye çalışıyorlar. 70 kilometre git, 70 kilometre dön, birbiri ardına virajlar, bir arabayı solluyorum, diğeri geliyor, sonra bir diğeri, bir diğeri. 140 km, 55 dakika. Son anda yetişiyorum doğuma. Devlet beni senden ayıramaz.
Ebenin kucağında bir şey geliyor. Yüzüne bakıyorum, gözlerin şiş, ağzın yüzün mor. Tamam iyi, güzel de bu ufak canlı n’oluyor şimdi? Yani şimdi sayın Allah’ım, bu minicik şeyin de mi bir canı var? Hikmetlerinden sual olunmaz ama şimdi, bu benim oğlum mu?
Evimize dönüyoruz, ordan çıkıyoruz, başka bir eve, ordan başka bir eve, aslında hepsi bizim evimiz ama çok duramayız burada. Olmaz, hayır, istemiyorlar bizi burada. Bir evimiz olmalı, küçük bir bahçe, bir kaç oda, bir kaç parça oyuncak, gece eve geldiğimde salonda bulacağım sağa sola atılmış bir kaç minik çorap, bir iki parça küçük insan kıyafeti. Bir ev bulmalıyım sana. Ben olmasam bile rahatça yaşayabileceğin bir ev.
“Bu kocaman kuş nereye götürüyor bizi baba?”
Hiç unutmuyorum, hiç. Kapılar, kapılar, hiç bitmeyen kapılar. Kapılardan geçiyoruz, kapılar açılıp kapanıyor sürekli. O kapıların sonu bir yere açılıyor ama tanrım nereye?
Kocaman bir parkın önündeyiz şimdi, önümüzde sakin, dünya tatlısı bir dere var. Sabahları erkenden uyanıyoruz, anneni uyutup parka kaçıyoruz. İkimiz. Sen ve ben. Çok büyük bir çeteyiz seninle artık. Önümüze gelene yüz tekme.
Sen uyuyorsun, benim boğazıma bir şey oturuyor. O parkta her gün aynı yere oturuyorum. Her gün aynı şeyleri yapıyorum. Her gün boğazıma aynı şey oturuyor.
Bir eve daha ihtiyacımız var. Son bir ev daha. Küçük bir bahçe, bir kaç oda, bir kaç parça oyuncak, gece eve geldiğimde salonda bulacağım sağa sola atılmış bir kaç minik çorap, bir-iki parça küçük insan kıyafeti. Bir ev bulmalıyım sana. Ben olmasam bile rahatça yaşayabileceğin bir ev.
Ayağa kalkıyorsun, konuşuyorsun, tırmanıyorsun, atlıyorsun, iniyorsun, çıkıyorsun. Sabahları yatağa gelip sakallarımı çekiyorsun, üstüme tırmanıyorsun. Maç bile izliyoruz seninle artık. Tek bir saniye durmuyorsun. Küçük bir bahçemiz var. Bir kaç oda, bir kaç parça oyuncak, gece eve geldiğimde salonda bulduğum sağa sola atılmış bir kaç minik çorap, bir-iki parça küçük insan kıyafeti. Bir ev buldum sana. Ben olmasam bile rahatça yaşayabileceğin bir ev. Bizi istemeyenler yok artık. Bizi sevmeyenler yok. Eski evlerimizin dışında kötü adamlar vardı, burada yok. Evimizin sağı park, solu park, önü park, arkası park, her yeri park. Artık parka gelemiyorum seninle ama olsun. Anneyle her gün gidebildiğin bir kaç park.
Tam bir yıl önce bugün kucağıma verdiler seni. Şimdi bunu alacaksın, bir süre uyumayacak, yemeyecek, içmeyecek, giymeyecek, nefes bile almayacaksın. O uyuyacak, o yiyecek, o içecek, o giyecek, o nefes alacak. Burnun tıkandığında ağzımla sümüğünü çektiğimde anladım tam olarak ne demek istediklerini. Düştüğünde, mama sandalyesini tekmelerken farkettim. Aşı olurken katıla katıla ağladığında öğrendim. Gece eve geldiğimde salonda bulduğum çoraplarını öpüp, koklarken gördüm. İlk baba dediğinde, ilk adımını attığında, ilk dişin çıktığında.
1 yaşındasın. 1 yaşında bir insan için çok fazla şey yaşadın. Acı patlıcanı kırağı çalmaz, korkusuzsun, geçen gün köpeğe tokat attın. Acıya duyarlı değilsin, kafanı bir yere vurunca gülüyorsun. İnatçısın, hırslısın, yılmıyorsun. Yürümeye çalışıp, yere düşünce bağıra bağıra tekrar ayağa kalkıyorsun.
Henüz beraber tek bir maça gidememiş olmak, büyüdüğüm yerlerde iki tur atamamış olmak, seni, sevdiklerimle beraber büyütememiş olmak gibi geçmez yaralarım var benim ama olsun. Bir evin var. Küçük bir bahçe, bir kaç oda, etrafa saçılmış bir kaç oyuncak, gece eve geldiğimde salonda bulduğum sağa sola atılmış bir kaç minik çorap, bir-iki parça küçük insan kıyafeti.
Seni çok seviyorum oğlum. İyi ki doğdun.
2 notes
·
View notes