#metni parçalamak
Explore tagged Tumblr posts
tuzcularisin · 4 years ago
Text
Zeliha Sevim Burak
(29 Haziran 1931- 31 Aralık 1983) Sevim Burak, 1931 yılında kaptan Mehmet Seyfullah Burak ile Bulgaristan’dan İstanbul’a göçeden Yahudi bir ailenin kızı olan Anne Marie Mandil’in ikinci kızı olarak Ortaköy’de dünyaya geldi. Sanatının  ana damarının  kılcallarını  kendi yaşamından besleyen yazarın çocukluğu ve ilk gençliği Kuzguncuk’ta geçmiştir. Mankenlik , tarzilik gibi farklı mesleklerde…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
belkidebirharfimben · 5 years ago
Text
Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (2)
Allah azze ve celle doğrunun yardımcısıdır. Ben de Onun dostlarını savunurken Ondan yardım dilerim. Bir önceki yazının finalinde dilegetirdiğim bir hakikatin tekrar altını çizerek bu yazıya başlamak istiyorum: Sahabe bütünlüğünü parçalamak, onlardan birisini/birkaçını sahabelikten 'aforoz' etmek veyahut onlardan birisinin/birkaçının duruşunu (diğerlerini gözden düşürecek şekilde) öncelemek, tarih boyunca 'fırka-i dâllenin/sapkın fırkaların' takındığı bir tavır olmuştur. Şianın Ehl-i Beyt radyallahu anhum ecmain ekseninde yaptığı da budur. Daha ahir bir dönemde FETÖ'nün Ebu Zerr radyallahu anh üzerinden yaptığı da budur. Evet. O dönemin şahitleri olanlar anlatırlar ki: Gülenciler nurculardan kopuşlarını Ebu Zerr Hazretlerinin sahabenin geneline göre aykırı bir görüşe sahip olup uzlete çekilmesiyle açıklamışlardır. Sonra bu genelden kopuşun, aykırı duruş sahibi oluşun, kendini daha özel görüşün işi nereye getirdiği ise malumdur. Allah tekrarını bir daha bu millete yaşatmasın. Âmin. Yani özetle demek istediğim o ki: Bu 'dışarıya atmalar' da 'aşırı parlatmalar' da aslında maksadlı şeyler. Denge dini olan İslam'ın ahengini bozan şeyler. İşte bu yüzden ümmetin istikametli ana omurgasını teşkil eden Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat sahabeyi birbirine tercih etmemeyi bir şiar olarak edinmişler. Büyük resimde görünen hakikatin daha küçük resimler üzerinde yapılan manipülasyonlarla bozulmasını böylece engellemişler. Bunun yanında şunu inkar etmiyoruz: Elbette sahabiler içerisinde derece farkları var. Fakat onların içinde hain yok. Düşman yok. Münafık yok. Ajan yok. Hepsi, Bediüzzaman'ın da altını çizdiği üzere, 'adalet sahibi' kişiler. Bununla beraber şunun da uyarısını yapmak isterim ki: Böyle sahabeden birini/birkaçını diğerlerini gözden düşürmeye eşdeğer bir şekilde vurgulayan bir ekole rastladığınızda onlardan hemen uzaklaşmalısınız. Zira muhtemelen sizdeki manevî muvazeneyi bozmaya çalışıyorlardır. Şia bunu en fazla Ehl-i Beyt vurgusu üzerinden yapar. Her müslümanda Kur'an'ın emriyle bulunması gereken Ehl-i Beyt'e karşı muhabbeti kendi kanallarına doğru akıtmaya çalışırlar. Safevîliğin ilk kurulduğu dönemde Sünni bir tarikat olduğu fakat ilerleyen zamanda tarikatlerde hep varolagelmiş Ehl-i Beyt muhabbeti suistimal edilerek şiiliğe saptırıldığı bilinen bir gerçektir. Şia bunu bugün de yapıyor. İran'ın devlet desteğiyle/imkanlarıyla finanse edilen organizasyonlar dünyanın her yerinde Ehl-i Sünnet müslümanları şialığa döndürmeye gayret ediyorlar. İşte ben bu yüzden Muaviye radyallahu ahn ismi üzerinden yaşadığımız gerilimi önemsiyorum. Ve korkuyorum. Zira bu gerilimde oluşan saflar bizim üzerimizde de bir operasyon yürütüldüğünü ve epeyce de başarılığı olduğunu gösteriyor. Yoksa nurcular, Ehl-i Sünnet müntesibi müslümanlar olarak, Muaviye radyallahu anh hakkındaki bu düşmanlığı kendi kaynaklarından ders almıyorlar. Yok ki ders alsınlar. Bu fikirler içlerine dışarılardan sokuluyor. Görememek körlüktür. Şimdi, bu fazla kaçırdığım girizgâhın ardından, bir önceki yazıya gelen bazı yorumları/soruları cevapmaya çalışayım. Belki bir-iki yazı daha bu soruları cevaplamaya gayret edeceğim. Keşke âlim olsaydım. O zaman daha yerinde cevaplar verebilirdim. Lakin ahirzamanda mü'minlerin bildiklerini saklamaları da hadisçe men edilmiş. Ben de bildiğim kadarını yazarım. Allah azze ve celle dilimizi doğrusuna döndürsün. Ağzımızdan hakikatlerini döktürsün. Âmin. 1) Halil Bey, yazımın altına şu metni bırakarak, muhtemelen bir itirazda bulundular: "Amma Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffin'de Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani, Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler." Burada hemen şu noktayı belirginleştirmek istiyorum: Çok nadir ifrat düşünüşler dışında Ehl-i Sünnet'in umumu ihtilaflarda 'İmam Ali radyallahu anhın haklı olduğunu' belirtmişlerdir. Bu konuda hiçkimsenin bir çekingesi yoktur. Benim yazımda itiraz ettiğim şey: Bu hatanın Muaviye radyallahu anhı 'sahabeliğin gerektirdiği hürmet ve sevgiden mahrum edemeyeceği'dir. Muaviye radyallahu anh Aleyhissalatuvesselamın vahiy katiplerindendir. Dualarına mazhar olmuştur. İdareciliği bizzat Ömer radyallahu anh gibi 'adam seçmekte çok hassas' kişiler tarafından dahi takdir edilmiştir. Zaten onu Şam'a vali olarak atayan da odur. Hilafeti boyunca orada vali olarak kalmıştır. Alınmamıştır. Osman radyallahu anh da bu durumu devam ettirmiştir. Zaten kendisi hakkında 'Arabın on dehasından birisi' olduğu yönünde bir şöhret de yayılmıştır. O böyle birisidir. Şunun da altını çizelim: Ebu Zerr radyallahu anhı, Müslim'de geçen bir rivayette "Ey Ebu Zer, kendim için istediğimi, senin için de isterim. Fakat, sen zayıfsın, iki kişinin bile başına geçme! Vazifesini hakkıyla yürüten kimseler hariç, âmirlik, kıyamet gününde pişmanlıktır!" diyerek idarecilikten men eden Aleyhissalatuvesselam, aksine, Muaviye radyallahu anha 'birgün müslümanların idaresi ona geçerse merhametli olmasını' tavsiye etmiştir. Yani onu men etmemiştir. Bu işe layık olduğunu düşünmüştür. Zaten âlimlerimiz de bu durum hakkında derler ki: "Muaviye radyallahu anh bu gibi hadis-i şerifleri kendisinin yöneticiliğine işaret/onay olarak da yorumluyordu. Bu yorum, Allahu'l-a'lem, hata değildi. Yalnız şu noktada hata etti: Ali radyallahu anh sağken bu iş ona düşmezdi. Onun liyakat sırası daha gerilerdeydi. O bu sıraya riayet etseydi hakka isabet edecekti." Nitekim Mektubat'ta İmam-ı Rabbani rahmetullahi aleyhin görüşü de bu yöndedir. Muaviye radyallahu anhın hilafete liyakati vardır. Fakat ondan büyükler sağken değil. Benim anladığım: Halil Bey gibi kişiler saltanat-hilafet meselesini düşünürken bir parça yaşadıkları konjonktürden etkileniyorlar. Hatta cumhuriyet Türkiye'sinin saltanata biçtiği 'hain-satıcı-sömürücü' yaftasını o döneme de taşıyorlar. Hayır. Bu tuzağa düşmeyelim. Ne yakın tarihte Osmanlı saltanatı ne de uzak dönemde Muaviye radyallahu anhın yönetimi büsbütün 'zaleme' dönemler değildi. Biz biliyoruz ki: Osmanlı padişahları genel anlamda âdil padişahlardı. Zaten devlet-i âliyenin 600 senelik ömrünün başka bir açıklaması da olamaz. Hatta içlerinde Fatih Sultan Mehmed Han gibi hadisle müjdelenenler dahi bulunmaktaydı. Şimdi, neden toptancılığın tuzağına düşerek, "Kim ki saltanat sürmüştür o haindir!" veya "Kim ki saltanat sürmüştür o zalimdir!" veyahut "Kim ki saltanata talip olmuştur o sömürücüdür!" gibi şeyler söyleyelim? Süleyman aleyhisselam da Davud aleyhisselamın sultan oğlu sultan evladı değil miydi? Bundan, böyle haksız genellemelerden, Allah'a sığınırız. Tarih bize aksi birçok örneği göstermiştir. Evet. Emeviye saltanatından gelmekle Ömer bin Abdülaziz rahmetullahi aleyh gözden düşer mi? Hâşâ. Kişileri başa gelişlerindeki sistemle değil idareciliklerindeki tasarrufla yargılamak gerekir. Hitler seçimle başa gelmiştir de insanlığa çok büyük faydalar mı dokundurmuştur? Saltanat bir sistemdir. Cumhuriyet de bir sistemdir. Demokrasi de bir sistemdir. Meşrutiyet de bir sistemdir. Bunların herbiri bir yönetim sistemidir. Kur'an'da ve sünnette "İslam devleti şu şekilde yönetilecek!" diye belirgin bir emir yoktur. Emredilen şeyler vardır: Adalet, meşveret, merhamet vs. Dört halifenin başa geçişleri dahi farklı farklı şekillerde olmuştur. Muaviye radyallahu anh da kendi bilgisince o dönem için bir içtihadda bulunmuştur. Ha, hatalıdır, o ayrı. Fakat bunu 'güç tutkusundan' falan yapmış gibi anlamak, hâşâ, sahabeyi anlamamaya işaret eder. Bunu böyle söyleyen "Ashabım yıldızlar gibidir!" buyuran Aleyhissalatuvesselamın sırrını da anlamamıştır. Neyse. Yazı çok uzadı. Bir dahaki yazıda da soruları cevapmaya devam edelim. Halil Bey'in sorusuna da 'ruhsat'ı hatırlatarak veda edelim: "Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."
1 note · View note
mutsuzluktananlamcikart · 4 years ago
Text
Bir anlamı olmak zorunda (mı?)
ğlum çok kötü bir dönemdeyiz lan. Herkesin kafayı yediğini düşünüyorum şu son birkaç haftadır. Hayatımdaki en büyük ikilemin olduğu yılların içindeyim. Hayatımın hiçbir evresinde böyle bir duygu, fikir, tavır karmaşası yaşamadım. Mantıklı gelen her şeyi parçalarına ayırıp anlamsız hale getiriyorum. Bir kelimenin anlamını, hatta bir ekin ve bir bağlacın anlamını çıkarırsan geriye hiçbir şey kalmaz. ''-Da'' hecesi tek başına bir anlam ifade etmez. Fakat cümle içinde kullanırsanız ek veya bağlaç görevini başarıyla yerine getirir. Böyle deyince KPSS'den tam not almış birini övüyor gibi hissettim lan. Heheh. Fakat benim derdim bu kadar basit değil. Dövüş Kulübü filmi çıktığında 11 yaşındaydım galiba. Tanıştığımda ise 16. Her insanın hayatında dipler ve zirveler vardır ya moruk, benim ilk dibe dalmam tam da o filmle tanıştığım yaşın bir yıl öncesiydi. Ölümü bekliyordum o yaşlarda. Şaka yapmıyorum. Eğer beklentileriniz varsa bilirsiniz, ki bu kötü bir şeyse ne demek istediğimi çok iyi anlarsınız. Daha ölümü filmlerden gördüğü kadar bilecek yaştaysanız, ölümü bayılmak veya kısa süreli uyumak olarak tanımlayabilirsiniz. Geceleri nefesiniz kesik uyanmaya kaç gün dayanabilirsiniz? Düşüncesi bile kötü değil mi? Gerçi bunu ilk kitapta yazdım ama tam manasıyla anlatabildiğimi zannetmiyorum. Aynı filmde ''dibe vurmak, haftasonu gidilen bir piknik ya da tatil değil'' diyordu. Fakat aynen öyleydi. Gittiğiniz tatilde dibe vurabilirsiniz. Hatta tatile giderken bile dibe vurabilirsiniz. Ufak bir kaza sizin dibe vurmanızı sağlayabilir. O kazada herhangi bir uzvunuzu kaybetmeniz de bunu sağlayabilir. O nedenle şükretmeyi seviyoruz. Çok garip lan. Harbiden çok garip. Neyi, neden yaptığımızı bilmeyi geçtim sorgulamadan ölüp gidiyoruz. Buradayken yaptığımız şeyler popüler olmak için götünü vermek, duyarlı görülmek için kılıf değiştirmek, anlaşılmaya çalışmak, yarak kürek unvanlara sahip olmak için alçalmak, paraya domalmak, bilgili ve zeki görülmeye çalışmak için okumadığımız şeyleri savunmak, kaybetmenin ne olduğunu bilmeden nihilist takılmak, çıkarlarımızı hesaplamak, kazık atmak, intikam almak, boşluğu değerlendirmek, kaliteli görülmek adına saçma sapan şeyler yapmak, marka uğruna ölmek, tanımadığımız insanların düşüncesine uygun davranmak, kuralsız görülmek için ''x yerde x şeyi yapmak yasaktır'' levhalarının önünde çizgiyi geçtiğimizi düşünüp poz vermek, sürekli çelişmek, asla sorgulamamak... Kuralsız olmak; trafikte kırmızı ışıkta geçmek değil, ters yönde devam etmektir. Kuralsız olmak (?) Bilmiyorum moruk. İnsanları anlamayı geçtim, tanımanın bile zaman kaybı olduğunu düşünüyorum. Sonra da bana ait olmayan zamanı kaybettiğimi zannetmemenin denyoluk olduğunu düşünüyorum. İyi bir şeyi yapmadan önce milyonlarca kez düşünürken, şimdi yapmamayı düşünüyorum. Kötülük ve iyilik kavramlarını, fizik ve matematik kuralları içinde birleştirip kuralların aslında sonuca gitmenin en mantıklı olduğuna inanıyorum. Sonra o üstte yazdığım ters yönde ilerlemenin cesaret değil de aptallık olduğunu düşünüyorum. Evet, çelişiyorum. Belli bir zaman sonra paniğin bile azaldığını fark ediyorum. Çok feci ölümlerin bile hızla unutulduğunu, fakat modası geçmiş malzemeleri süper bir reklamla sattıran projeler gibi tekrar kendini hatırlattığını seyrediyorum. Fırtınadan kurtulamıyorum. Mahcubiyetin; milletin dalga geçeceğini düşünüp X büyük marka poşetlerin içine markasız elbise koymaktan çok, gücü yetmeyen insanlara ayıp olacağını düşünüp X büyük marka ayakkabıyı siyah poşetlerin içine koymak olduğunu biliyor muydun? O nedenle Sokrates, ''hiçbir şey bilmiyorum'' diyerek aslında cehaletin gösteriş olduğunun altını çizmek istemiş. Bunu da kişiliğinden ve bilgisinden çok maddiyat ve unvanın arkasına sığınan sığırlara hitaben söylediğini fark edebiliyor musun sen de? Doktorlar neden yemin eder hiç düşündün mü? Bunu Google'da arama ananı sikerim senin. Çok basit bir soru sordum ve cevap vermek için o motordan harmanlanma. Peki, ''heyecanlanma'', ''üzülme'', ''korkma'' diye başlayıp önüne de ''ama'' bağlacı getirilen cümlenin sonunda karşı taraf neden tam tersini yapar; bunu hiç düşündün mü? Sermayesiz ortaklık yaptın mı hiç? Kumar, illegal mi olur hep? Hayat nedir? Ezberlediğin tekerleme var mı? Babam bu kadar iyi pasta yapmayı nereden öğrendi... Chuck Palahniuk; dünyayı parçalara ayırdık, fakat o parçalarla ne yapacağımızı bilmiyoruz, demiş. Peki, bütün haldeyken, parçalara ayırmaktan başka bir şey aklımıza neden gelmedi? Düşünsene, başkasına ait bir tuvaleti bile temiz bırakmak için yırtılıyoruz. Hatta ses gelmesin diye neredeyse susturucu takacağız bir yerlerimize. E abisi, dünya da bize ait değilse parçalamak niye? Düşün kardeşim, ne olur düşün biraz. Rahatlamak için yaptığın şeyleri getir aklına. Ya da volta atarken yaktığın sigara bitene kadar yaptığın en mantıklı şeye odaklan. Kuralları olmayan cennetten, kuralları olan dünyaya gönderilip, kurallara uyarak kuralsızlığa ulaşacağını sana inandıran olguyu bul içinde. -x-= + öğrendiğin matematik formüllerini düşün. Ne olur biraz akışına bırakmayı somut bir şekilde yapacak kadar, neyi neden yaptığını iyice bil! Bunun için çabala. (ma?) Parçalara ayırmak? Hatırladın mı? Anlam, mana, ananın amı. Benim hayatımda hep dibe vuruşlar vardı. Bukowski lalesinin dediği gibi hem de; ''dibe vurduğunu zannedip bir dip daha keşfediyorsun''. İlk kitabımın ismi neden ''Dibe Vurma Sanatı'' anladın mı? Dışarıdan bakınca ne gördüğünü bilmiyorum, beni ne olarak görüyorsun onu da bilmiyorum ama emin ol çok sağlıklı değilim içeride. Önüne ne gelirse gelsin parçalayan manyağın birini getir gözünün önüne. Sonra da o parçaladığı neyse onu bir araya getirip; ''benim kalbim daha kötü halde moruk'' dediğini düşün. Hatta sigarayı bile adam gibi içmeyen birini getir aklına. İkinci kitabım da neden ''Bubi Tuzağı'' diye sormama gerek yok herhalde. Çünkü dibe vurmaya başlarsanız, tuttuğunuz dallar, bastığınız yerler, konuştuğunuz kişiler, inandığınız değerler, anlamı olan kutsallar... hepsi birer bubi tuzağıdır. Bunlardan kurtulmanın tek yolu da ''bir parçanı feda etmek''tir, ama yaşamaya devam edebilmek için daha fazlasını kaybedeceksin, unutma. Kırmızı ışıkta beklerken, arkadan vuran şey hayattır. Hayat; ne kadar da önüne bir şeyler koysa da, önüne çıkan her şey seni arkandan vurur, bunu da unutma! Kürtaj edilen bebekler ne kadar sinirliyse annelerine, o kadar sıyırdığımı düşünüyorum ben de. Bir silah al eline. Cüneyt Arkın filmlerindeki gibi olsun. Rus ruleti tarzında yani. İçine de bir tane mermi koyup çevir kovanı ve kapat. Daya kafana. Sıkmaya başla, patlayana kadar. İşte insanın Bing Bang'i bu. Yani hayat ve ölüm böyle işler. Tek kullanımlık hayatının özeti budur; mermi gelene kadar yaşamak. İster sev, ister nefret et, istersen ölümsüzlüğü ara, istersen zırlayıp duaya başla, ya da kork. Ama aklından çıkarma, hayat hikayen sadece bu kadar. Anlık yaşamak dedikleri bu. Her patlamanın öncesi karanlıktır. Geçenlerde biri bana mesaj attı. Keşke silinmeseydi de buraya atsaydım. Bana, ''herkes kötü bir sen mi iyisin?'' yazdı. Ben de, ''hayır, en büyük orospu çocuğu benim.'' dedim. Eğer öyle olmasaydım, izin vermezdim bunlara. Vicdan ve tetik arasında ne var biliyor musun? Bok biliyorsun amın feryadı. Söylemeyeceğim de amına koyim. Sanki izin verdiğim her şey intikamını böyle alıyor kuzen. Cesaret ve aptallık arasında sadece ''bakış açısı'' vardır, bunu da unutma. Tıpkı delilik ve geri zekalılık arasındaki o incecik çizgi gibi. Ne olur anla. Bak şimdi iki seçenek veriyorum sana: 1- Evden çıkar çıkmaz kaza kurşununa denk geldin ve öldün. 2- Kutsal gördüğün bir şey uğruna öldün. Hangisini istersin? İkisi de aynı oğlum. Farkı yok. Donarak, yanarak, boğularak ve bir kamyonun altında kalarak ölmek üstteki iki maddeden farksız. Ölümü anlamlı kılan sikimsonik değerlerimiz olmazsa emin ol korkudan kafamıza sıkardık. Birinin sevgilini taciz etmesinden sonra kavga edip ölmeyi göze alabilirsin, öyle değil mi? Peki, ne olur sonra? Kız gider başkasını bulur. Tüm kutsal değerler de böyle amına koyim. Sen ölürsün ve senin ölümünü onurlandıranlar peşinden aynı şekilde ölmek için kuyruğa girer. Hayatın amacı budur artık. ''Neden?'' ve ''nasıl?'' sorusunun önemini anlıyor musun? Öleceksin, ama bunun için bile sebep gerekiyormuş hissi. Yani ''vade'', ''ömür'' ve ''taktiri ilahi'' dedikleri şey sadece ''sebep''. Bu sebep seni hayatta tutan en büyük etkendir moruk. Ölümün anlamlı olması için yaşıyorsun. Nietzsche gibi adamların da aramış olduğu sebep budur. Eğer böyle olmasaydı ve sen de hayatın anlamını ölüm sebebin ve vaatler (kutsal anlamlar) üzerine inşa olmasaydı şu an öldürürdün kendini. Eğer tersini düşünüyorsan öldür kendini. Niye mi? ''Çünkü'' Bilinmezliğin kucağında seni tutan yapıştırıcı budur! Geleceği bilmeden yaşamayı göze almanın sebebi budur! Boğularak, yanarak ve donarak ölme ihtimalini gözardı etmenin sebebi budur! Uyku haplarını kutusuyla içmenin, kanser olup kemoterapilerde sürünüp ölmekten daha mantıklı olduğunu bildiğin halde seni durduran tek şey budur! Beni korkutan ne biliyor musun? Yaptığım hiçbir şeyin benim kontrolümde olmaması. Tıpkı bunu inkar eden tanrı gibi! Anlayacağın senaryoyu doğaçlama oynamak istiyorum ben. Elimdeki metni okuyup ''böyle olmaz'' deyip kendim tekrar yazmak istiyorum. O nedenle bu kazayı yaptım;
Tumblr media
Hem de bilerek amına koyim. Çünkü eğer senaryoda böyle ölmek yoksa emin ol burnun bile kanamaz. Sanırım senaryoyu değiştiremeyeceğim. Fakat heyecan katabilirim, ya da buna inanıp sürekli böyle şeyler yapabilirim, ne dersin? İşte senin ''kutsal değer'' olarak belirlediğin ölümlerin aksine bu cesaret değil geri zekalılık, öyle değil mi? Peki, neye ve kime göre? Her neyse. Eline, benim deyimimle sikindirik, senin deyiminle X büyük markalı bir telefon alıp selfie çekmek ne kadar kolaysa, bunu yapmak o kadar kolay cici kız, ve bu doğrultuda da bir erkeğe memeni çekip atmak ne kadar cesaret istiyorsa, bu da o kadar cesaret istiyor. Fazlası değil. Tabii bunu herkes(e) yapamaz(sın). Ya aptallık derler. Ya da cesaret. Ama kimse kayıtsız kalamaz. Bunun için çabala. (ma!) Sonu da Tyler'ın, ''lanet olsun, yaşamı sevmemize ramak kalmıştı!'' sözüyle getirelim. Slm. Nbr? bn çk ktü. Şimdilik bu kadar. (Yeni yazıya kadar ölmeyin)
05.07.2020
0 notes
irem-korkmaz-blog · 7 years ago
Text
"Ben seni cümle yapabilirim." - İsmet Doğan Söyleşisi
30 yılı aşkın sanat geçmişinde resim, heykel, yerleştirme, video gibi medyumlarda ürettiği çalışmalarını içeren geniş kapsamlı Melez Anlatılar kitabı ve 27 Ekim 2016’da Hasköy Yün İplik Fabrikası’nda açılacak In Retrospect sergisinin son hazırlıkları tamamlanırken, İsmet Doğan’ın Galatasaray’daki atölyesinde geçmişin sakladığı anılar ve yapıtlar, geleceğe dair tasarılar için duyulan heyecanlar ve şimdiki zamana tutunma güdüleri bir arada yaşanıyor… Türkiye Çağdaş Sanatı’nda çok özel bir konumda İsmet Doğan: 80’li yıllarda başlayan aktif sanat hayatında Dadaizm’in kolaj, ready-made, montaj ve graffiti tekniklerini, tarih, kültür, iktidar, kimlik, beden kavramları ile birleştirerek sorunsallaştırdığı çalışmalarıyla hassas noktaları kaşıma cesareti gösterebilen bir sanatçı ve düşünür olmayı sürdürüyor. Çağdaşlarından farklı olarak, sanatında sorgu öznesini dolaylamak veya direkt sunmak yerine, kulandığı yöntemlerle bu sorgulamayı seyircinin kendi vücudunda, kendi hisleri ve düşünce akışıyla üretmesini sağlıyor. Bir İsmet Doğan yapıtıyla karşı karşıya geldiğinizde, iletişiminiz karşısında fiziksel olarak ayırdığınız atımlı zaman dilimi ile kısıtlı kalmıyor; yeni bir atımlama biçimi de tarifliyor. Başka bir deyişle, yapıtlarının 4. boyutla ilişkisi, kinetik veya dondurulmuş imajlar olmaktan bağımsız; seyircisi üzerinden kurulu. Üretimin medyumu boya-resim, fotoğraf, kolaj, yerleştirme vs. olmaktan çıkıp bedene, diyaloga, kimliğe sürtünüyor. Kimi zaman seyirci düzleme yerleştirilmiş aynalarla, yapıtı izlediği süre boyunca yapıtın kendisine dahil olurken karşısından ayrıldığı anda yeni bir kompozisyonla karşı karşıya kalıyor. Bazen de  nesnenin “bir zamanlarki” imgesi fotoğraf aracılığıyla bulunduğumuz ortama çağrılırken, nesnenin kendisi zaman içinde girdiği tepkimenin ardından ortamda bizzat varlığıyla gerçeklik ve sanallığın konturlarını muğlaklaştırıyor. Doğan’ın da dediği gibi, “fotoğrafını çekemiyoruz; çektiğimiz an onu kaybediyoruz.”Bunun yanında izleyen göz, sadece zaman dahilindeki tutarsızlıklarla yüzleşmiyor; sanat eserinin üretim sürecini de sorguluyor. Özellikle son dönem çalışmalarında daraltılmış yargılarımızı irdelediği cesur üretim süreci, hem seyircisinin hem de sanatçının egolarının çarpıştığı, karıştığı ve paylaştığı bir yüzleşme düzlemi. Klasik nü resminin bedeni estetize ve idealize edişi ile çelişki içinde; seyirciyi iğrenç olanla, gözün reddettiğiyle çarpıştırıyor. Anlam katmanlaşmaları ve yarattığı sabotajlarla toplumun ve bireyin travmalarını nişan alıyor. Eserleri yalnızca aşılmış bir çıplaklık temsili kesinlikle değil; aksine, ilk karşılaşmanızın ardından çok sonra, belki okuduğunuz bir paragrafla, sokakta tanığı olduğunuz bir anla ya da aynadaki yansımanızla ayrıştırmaya başlayacağınız kabuklar ile örülü. Çıplak kalanın Doğan’ın imgelerinde değil; ona bakan göz olduğunu sakince hissettiriyor izleyiciye. Fakat Doğan asıl cesareti çıplaklığı imleyerek değil; eserlerinin geçkin örneklemlerle değerlendirilmesine ortam bırakarak gösteriyor. Geldiği son boyutta ise “delirmek”le bile itham edildiği oluyor. Çağdaş sanatçı İsmet Doğan’la neden delirmediği üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.
Aynalar, özportreler, kanibalizm… Yansımasıyla baş başa kalan Narkissos, bir süre sonra suya bakmakla yetinmiyor; kaydeden ve izlenen konumunu alıyor. Ardından onu yemeye başlıyorsunuz ve sonrasında kusuyorsunuz. Egonuzu hem sunuyor hem de siliyorsunuz. Ego ile kurduğunuz bu iletişimi nasıl tanımlarsınız?
Batı demek egoloji tarihi demek. Her şeyi merkeze alıyor. Bir merkez var, bir de periferi var: Ben ve öteki. Dolayısıyla bedenim bu ayrıştırmayı hissediyor ve rahatsız oluyor. 90’larda Paris’teydim ama merkezde de kalmak istemedim. Meseleyi burada, periferide sorgulamak istedim. Batı’da sanat ve sanatçı ego merkezli tanımlandığı için ona karşı duyarlılaşıyorsunuz. Egoya takmıştım; okul döneminde gördüğüm sanatçılar hep egosantrikti. Paris’te gördüğüm sanatçılarda da ego duvarıyla karşılaştım: “Benim sanatım…” Nefret ediyorum bu tabirden. Batılı sanatçı için ego başat bir şey. Ama bana göre egoyu belirleyici kılmak iyi değil. Egoloji eleştirimin yanında, kendi egomu/yapımı yer yer yapısöküme uğratarak yeniden işaretliyorum. Şu sıralar üzerinde çalışmakta olduğumuz monografik kitabın bağlamını da kendi işlerime mesafeli durarak kurdum:
Ataerkil’den Kusma’ya; önce yiyorum, yutuyorum, sonra kusuyorum.
Tumblr media
"Priapos", 2012 , Heykel,  37x22x17 cm
…ve tüm bu süreç boyunca harfler size eşlik ediyor; Hurufilik, Foucault, belki Magritte çağrışımları… Harflere biçtiğiniz rol nedir?
 Ben de 78’de harflerle yaptığım resmi hâlâ anlamaya çalışıyorum. Hurufilikle öncesinde karşılaşmıştım. Çocukluğum Doğu’da geçti. Alevi-Bektaşî resimlerinde Arapça harfler vardı, harfle uğraşılıyor, harflerden muska yapılıyordu. Dayımın matbaasında yanlışlıkla üst üste basılmış Latin ve Arap harfleriyle yazılı metinleri çalışmalarımda kullandığım 70’li yıllar boyunca da Derrida’yı bilmiyordum.  Fakat bu parçalar 80-90’lı yıllarda Derrida ve dekonstrüktivizm üzerine okurken su yüzüne çıktılar.
Modernleşme yukarıdan aşağıya gerçekleşiyor. Latin Alfabesi’ne geçmek de toplumda bir travma yaratmıştı. Travmayı ben bedenimde yaşıyorum. Travmanın da bir belleği var; o bana hatırlatıyor. Bellek de katman katman olduğu için bu parçalar birleşti. Metni bozmak ve yeni bir inşa kurmak; dolayısıyla cümleyi de parçalamak… Bir resmin altına “Ben seni cümle yapabilirim” yazmıştım. Harflerin de varlığı vardır. Ben yüzleri harflerle
görüyorum. Surete harf yapıştırmak, bana göre hâlâ önemli bir şey. Harfi parçalayıp bir bulmaca haline getiriyorum. Bir cümleyi ya da metni tuval üzerinde parçalıyorum.
Tumblr media
"i.s.m.e.t.",  2010, Tuval Üzerine Karışık Teknik,  50x60 cm
Dil şüphesiz hem mekanik hem de ontolojik kurgusuyla sanatınızın kemikleşmiş bir parçası. Harflerin yapısöküme uğratılmış imgelerinin yanında ısırma/yeme/kusma eylemleriyle de yakından ilişki kurduğunuz dil hakkında neler söylersiniz?
Dil göstergelerden oluşur, “metaforlardan oluşan bir uzlaşmadır”. Wittgenstein’ın “Dil kafesi içinde yaşıyoruz.” sözü beni düşündürmüştü; dışsallık ve içsellik, dilin yapıyı belirlemesi... Ve “Bilinçdışı dilden oluşur” diyen Lacan’ın bu sözünün doğruluğunu sorguluyorum. Sözcüklerle değil imgelerle düşünüyorum. İmge de bir dildir; onlar da kesişir, birbirini içerir ve bütünlerler. Oysa ki ses gerçeği kusurlu kılar. Ancak ben hakiki bir diyalogun peşindeyim. Gençliğimde konuşurken harfleri kusardım. Bilinçaltım grameri, kuralları, yüklemi, özneyi reddetmişti. Öyle ki yemekten bile zevk alamaz olmuştum. Sorguladığım şeyle hemhâldım. 2000’lerden sonra çözüldüm ve dengelendim; ama hâlâ düşünüyorum dil ile neden bu kadar sorunluyum diye.
Tumblr media
"Siz    Buradaymışsınız Gibi",  2007,    Karışık Teknik, Tuval Üzerine Ayna
Çokça kritiğini yaptığınız Türkiye sanatının modernleşme öyküsü, bir bakıma çıplaklık ile tanışmakla başlıyor. Bu tanışmadan yaklaşık 200 yıl ardından çıplaklığı kendi pratiğinizde nereye koyuyorsunuz?
Türkiye’de resim pratiği Batı üzerinden onay almak üzerine kuruluydu. John Berger, Görme Biçimleri’nde sanat tarihinin etleştiğinden, et sattığından bahseder. Sanat ortamı da “abject”. Modernite bedeni steril kılıyor, onu tamamıyla göstermiyor. Çalışmalarımda beden atıklarını göstermek fikri bu eleştirel bakışla ortaya çıktı. Sanatın ontoloijisiyle birlikte tarihini de sorguladım. Eleştirel teoriden yararlandım. Sol gelenekten geldiğim için argümanı olan bir eleştiri üretmenin peşinde oldum hep. Bu yüzden her sergi bir bildirge gibiydi. Örneğin; Eat Me Serisi’nde, haremi farklı bir şekilde kurdum. Haremin sözcük anlamı ”ailem” demek. Eat Me ise haremi yeniden tahayyül ediyor ve o tahayyül üzerinden yeni bir oryantalizm üretiyor.
Meşru olmak istemedim, bilerek de olmadım. Meşrulaşırsam kaybederim. Eserlerimi ne avant-garde ne de cesur olsun diye üretmedim. Avant-garde öldü, biliyorum. Sanat tarihindeki çıplaklığın eleştirisini kendi bağlamımda yaptım. Ben neredeyim? Bir ek yapıyorum ve eklemleniyorum. Modernizmde her şeyin başı vardır ve bir de sonu. Onda ilerlemeci anlayış hakimdir. Fakat Deleuze, ortasından da girebileceğimizi söyler. Ben de böyle düşünüyorum. Bir şey geliyor, onunla cebelleşiyorsun ve onu gösteriyorsun. Orada bir hesap yok.
Antropofaji ve en üst noktada otofaji, sindirmesi oldukça güç ve güçlü kavramlar. Bu yoğunluk düzeyi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kanibalizm, politik bir alegoriydi. Kendimi bir yamyam olarak kurguladım. Egolojiyi yuttum ve ardından üzerine kustum. Böylece tıpkı Freud’un öpüşmek konusunda bahsettiği gibi, ‘öteki’ olanı kendimden bir parça haline getirdim ve sonunda kustuğumda ben de artık başlangıçtaki kişi değildim. Sokakta koluna jilet atan, kendine yaralayan insanlarda da aslında onlara dışarıdan dayatılan ego kavramına dair bir karşı çıkış var. O kanı görmek, simülasyon dünyasından çıkıp gerçeği yaşamak istiyor. Bunu başkası değil de kendi bedeni üzerinden yaparak yaşaması da ilginç bir durum. “Farklılık farklı biçimler arasındaki farklılık veya özgün bir modelden farklılık değildir, farklılık tekrar tekrar yeni biçimler üreten bir güçtür.”(Colebrook, 2009)
Tumblr media
"Kusma",  2007 ,Tuvale Marufle Renkli Fotoğraf    Üzerine Akrilik,  90x116 cm
0 notes