#melih aşık
Explore tagged Tumblr posts
Text
GÖRÜCÜ USULÜ // BXB
21 | Alışveriş
Önceki Bölüm <- // -> Sonraki Bölüm
Bölüm Listesi
Medya: Melih Şarkı: Tarkan - Başına Bela Olurum
youtube
"Gitgide alışıyorum sana. Hiçbir alışkanlık bu kadar güzel olamaz..."
-Ümit Yaşar Oğuzcan.
* * *
Atakan onu gördüğü ilk gün başına bunların geleceğini hiç tahmin etmemişti. Kalbinin birine tekrar atacağını, yine bir ergen gibi elinin ayağına dolanacağını, yeniden aşık olacağını... Ama olanlar olmuştu işte. Her geçen gün Melih'e biraz daha alışmış, alıştıkça da aşkın büyüsüne daha kolay kapılmıştı. Ve bu, alışkanlıkların en güzeliydi.
Aytaç'la yaptıkları telefon konuşmasından sonra Melih'e takım elbise almak amacıyla yola koyulmuş, tatlı tatlı sohbet ede ede on beş dakika sonra caddede bir AVM'de almışlardı soluğu. Hızlıca -Atakan'ın da ısrarıyla- birer lahmacun gömdükten sonra da sıra sıra dizilmiş erkek giyim mağazalarının olduğu kata çıkmışlardı vakit kaybetmeden.
"Bitti yani her şey kesin olarak?"
Mağazalardan birine girerken teyit etmek ister gibi bir kez daha sordu Atakan. Melih'in kız kardeşiyle romantik bir ilişkisinin olmadığını zaten biliyordu ama yine de bu güzel haberin gerçek olduğuna inanası gelmiyordu bir türlü. O yüzden tekrar sorma gereği duymuştu.
"Bitti de... Biraz tek taraflı bitti sanki."
Atakan'ın kalbi sıkıştı.
"Nasıl yani?"
Melih onun yüzünün aldığı şekle anlam veremeyerek güldü. Cana yakın bir gülüştü bu.
"Demek istediğim... Biz yalandan ilişkimizi bitirdik ama annelerimiz yalandan dünürlüğü bitiremedi."
Atakan rahat bir nefes aldıysa da hemen sonra garip bir açıyla kaşlarını kaldırmıştı.
"Bi' dakika bi' dakika! Benim annem ve senin annen... ilişkinizi bitirmenizi istemiyor? Öyle mi?"
Melih de bir mânâ veremiyordu buna:
"İlginç ama evet. Ne kadar 'Biz artık konuşmak istemiyoruz.' dediysek de vazgeçiremedik. 'Az daha tanıyın birbirinizi, hemen kestirip atmayın.' deyip durdular. Bizi çok yakıştırdılar herhalde..."
Yakıştıracağım ben şimdi birini birine... Zorla güzellik mi olur ya? diye geçirdi içinden Atakan. Siniri bozulmuştu bu emrivakiye.
"El mahkum, bir süre daha rol kesip işler ciddiye binmeden 'Denedik olmadı.' diyeceğiz herhalde. Ama bunu benim tek başıma demem de bir şey ifade etmez. Şebnem'le danışıklı dövüş yapıp aynı zamanlarda, iki tarafı da işkillendirmeden söylememiz lazım. Gerçi... kafedeki olaydan sonra Şebnem'le aramız limoni. Anlaşmayı açığa döktüm ya. Sen öğrendin falan... Sinirli bana. Yüz yüze oturup konuşma şansımız olmadı o yüzden. Telefondan da en fazla bu kadar yönetebildik krizi. Annelerimize boyun eğerek..."
Atakan, Melih'in bu durumdan epey rahatsız olduğunu konunun bahsi geçince bile neşesinin kaçmasından, suratının iki karış olmasından anlamıştı. Onun asık yüzünü görünce sanki içinden bir şeyler kopuyormuş gibi hissetmesi de cabası... Bu yüzden tüm kalbiyle onu teselli etmek için aralamıştı biraz sonra dudaklarını:
"Aldırma. Sen doğru olanı yaptın Melih. Sakın bunun için kendini kötü hissetme. Ben o gün kafede sizi basıp olay çıkartmasaydım, kim bilir daha ne kadar onun elinde oyuncak olacaktın? Daha hangi mekânlarda, hangi konulara manken olacaktın?"
Başını yana eğip vakur bir duruşla devam etti konuşmasına.
"Tamam... Bahsi geçen kişi benim kız kardeşim. Ama eğri oturup doğru konuşalım. Burada utanıp mahcup olması gereken biri varsa o sen değilsin, Şebnem. Yüz vermişsin, astarını istemiş Küçük Hanım (!) Bir de güya ailemizin gözünde kendini aklayacakmış. Karga bok yemekten vazgeçer mi? Ne demek ya elin oğluyla evcilik oyunu oynamak? Adım gibi biliyorum ben onun sırf o Caner puştunu kıskandırmak için böyle bir işe kalkıştığını ama... Neyse daha konuşmayayım şimdi senin yanında. Aile meselemiz."
Sen 'aile meselemiz' deyip susarsın ama kız kardeşin senin nişan atma olayını elin oğluna ballandıra ballandıra anlatır. Ah be Atakan... Bazen harbiden üzülüyorum senin için.
Melih iç sesini susturmaya çalışarak onayladı Atakan'ı başını sallayarak. Her ne kadar sonlara doğru biraz atarlanmışsa da güzel bir teselli sayılırdı bu dedikleri.
"Ya, orası öyle de..."
Reyonlara göz gezdirirken hâlâ içine sinmeyen bir şeyler vardı:
"Ne bileyim? Keşke en başta ben kabul etmeseydim. Şimdi işler buralara gelmezdi."
O zaman seni tanıyamazdım ki? diye geçirdi içinden Atakan. Ama aklından geçeni ona olduğu gibi söyleyemeyeceği için Melih'in mahcup ifadesine karşılık sırtını sıvazlayarak "Boş ver, takma kafana. Olan oldu bir kere." diyebildi sadece.
"...Her şey zamanla hallolur, sen bana güven."
Ama Melih yine de tedirgindi:
"Bilmiyorum Atakan. İki günden aileler tanışıp kaynaşmak ister diye ödüm kopuyor. Ama neyse... şimdi bunu düşünmeyeceğim. Doğru diyorsun, bize biraz zaman lazım. En azından annemlerin hevesinin geçmesi için..."
Birazdan bir görevli gülümseyerek yanlarına geldiğinde konuşmaları yarıda kesilmişti.
"Buyurun efendim, ne aramıştınız?"
Atakan ve Melih bir an birbirlerine baktılarsa da ilk konuşan Atakan olmuştu.
"Abicim bizim yarına bi' düğünümüz var. Şöyle güzel, sofistike bir şeyler arıyoruz. Rahat olsun ama... Anahtar kelimemiz: Rahatlık."
Son anda tekrar Melih'e bakarak eklemişti bu detayı. Çünkü Melih'in gündelik hayatında da içinde rahat edeceği parçaları seçtiğini çok iyi biliyordu. Takım elbise de giyse tabi ki rahatlığından ödün vermek istemeyecekti.
"Hay hay efendim, beni takip edin lütfen. Size yeni koleksiyonumuzdan parçalar göstereyim."
Takım elbiseli, yakışıklı, janti mağaza görevlisinin peşine takılıp kocaman mağazanın derinliklerine doğru yolculuğa çıktıklarında Melih'in telefonu cebinde titremeye başladı. Delikanlı durup ekranına bakarken, Atakan çoktan görevlinin peşinden arka taraflara ilerlemişti. Melih için bulacağı güzel parçaların heyecanı vardı içinde.
(Şebnem Polat arıyor...)
Melih, arayanın o olduğunu görünce bir an şaşırdıysa da tereddüt etmeden açıp kulağına götürmüştü telefonu.
"Efendim Şebnem?"
Dünkü tartışmadan sonra (İstemeden de olsa ona sesini yükseltmişti.) baya bir trip yiyeceğinden emindi. Şimdi ilk onun araması garip gelmişti hâliyle. Bir şey mi olmuştu?
"Hah, Melih... Sana bir şey söyleyeceğim ama panik yapma olur mu?"
İnsanlar "Panik yapma." dediklerinde aslında "Panik yap ama belli etme." demek isterlerdi. Melih bunu çok iyi biliyordu.
"Şebnem n'oldu? İyi misin?"
Şebnem'in sesi epey endişeli, hatta korkmuş geliyordu:
"Ya sorma... Sabah annen bizi Gelin Hamamı'na çağırdı. Senin bir arkadaşın mı ne evleniyormuş. Annen çok ısrar edince biz de gittik. Okey, başta her şey güzeldi. Yedik, içtik, eğlendik. Ama sonra şey oldu..."
"Ne oldu?"
"...Hatun teyze bayıldı."
"Ne?!"
Melih bunu duymayı beklemiyordu. Endişelenmişti ister istemez.
"Nasıl oldu, bir düzgünce anlatır mısın olayı?"
Şebnem koşturmasına bir son vermiş olsa gerek, sakince anlattı olayı:
"Ya işte... Abla beni evire çevire keselerken, kazayla peştemalım kaydı. Annen de belimdeki dövmeyi gördü. 'Kızım o ne belindeki? Kına mı?' falan diye sorunca ben de 'Kalıcı.' dedim. Demez olaydım. Kadıncağız önce bir çığlık attı, sonra da göbek taşına yattı kalkamadı. Tansiyonu düşmüş galiba, bayıldı. Ay hayır yani... Bu ne drama queenlik anlamadım ki. Sanki ilk defa dövmeli kız gördü."
Melih elinde olmadan algıda seçicilik yapıp annesi hariç hiçbir detayı dinlememişti.
"Annem nasıl şimdi? İyi mi?"
"İyi iyi... Apar topar hamamın revirine getirdik. Serum falan bağladılar, kendine geldi. Ciddi bir şeyi yok yani. Gözünü açar açmaz 'Sıcaktan oldu herhalde. Melih'i aramayın, endişelenir çocuk.' falan dedi ama benim içim rahat etmedi. O yüzden aradım seni haberin olsun diye. Ayrıca bir şey diyeceğim... Sıcaktan falan bayılmadı annen. Gayet de keyfi yerindeydi keselenirken. N'olduysa, dövmemi görünce oldu. Hayır anlamadım, dövmeli kızdan gelin olmaz mı yani? Nedir?"
Ani gelen rahatlamayla o ana kadar tutmuş olduğu nefesi bir anda dışarı üfledi Melih. Annesinin iyi olduğu haberi içine su serpmişti. Olayın magazin kısmıyla pek ilgilenemeyecekti. Tam bir vakit kaybı olurdu çünkü.
"İyi yapmışsınız. Sağ ol, annemle ilgilendiğin için."
Şebnem uzun süre sessiz kaldı. Konuşmanın devamında ne diyeceğini bilemiyordu. Dün telefonda -çirkin bir şekilde- tartıştıklarından beri kendini kötü hissediyordu. Annelerinin inadı yüzünden Melih gibi iyi, saf, temiz kalpli birini üzmüş olmak canını sıkıyordu. Bütün plan ve sorumluluk kendine ait olmasına rağmen üste çıkmak ve Melih'i suçlamak bencilce bir hareket olmuştu. Farkındaydı.
"Melih... ben özür dilerim."
Melih afalladı.
"Ne için? Pardon?"
"Ya duydun işte. Uzatmasana. O kelimeleri bir araya getirip söylemek benim için ne kadar zor, sen biliyor musun?"
Şebnem uzun zaman sonra utanma duygusunu yeniden kazanmış gibiydi:
"Dün akşam... Biraz kabalık ettim sana telefonda. Gündüz kafede olanlardan dolayı hâlâ sinirliydim. Bir de sen üstüne 'Oyunu bitirelim artık.' deyince... Patladım birden kusura bakma. Halbuki her şeyi ben planlamıştım. Senin bir suçun yoktu..."
Melih elinde olmadan sırıttı. Şebnem'in hatasını kabul etmesi bir nebze yükünü hafifletmişti. Sonunda ortada buluşabilecekleri bir zemin oluşmuştu hiç değilse.
"Ha dertsiz başıma dert açtığını kabul ediyorsun yani? İyiymiş. Özeleştiri yapabilmene sevindim."
Şebnem o görmese de göz devirdi. Daha fazla ezik duruş sergilemeyecekti. Zira pişmanlık en nefret ettiği duyguydu. Hemen başından savdı bu özür muhabbetini:
"Neyse ne... Annenin durumu iyi. Endişelenecek bir şey yok. Benim annem yanında şimdi, ilgileniyor onunla. Akşama da kına varmış. Gelinin yanından ayrılmayacaklar yani anlayacağın. Ama bana afakanlar bastı Melih. Benim acilen buradan kaçmam lazım. Neredesin sen? Konum at da yanına geleyim, konuşuruz."
Melih bir an durup uzakta görevlinin tuttuğu takımları inceleyen Atakan'a baktı. Yeniden konuştuğunda sesi biraz tereddütlüydü:
"Yanıma gelmek istediğinden emin misin?"
"Evet, niye?"
Melih dudaklarını dişledi biraz gergin. İki kardeşin yan yana nasıl hareket edeceklerini merak ediyordu. 'Kavga etmeden kaç dakika dayanabilirler acaba?' diye düşünmeden edememişti.
"Şey... Abin de burada. Bir sıkıntı çıkmasın? En son kavga etmiştiniz."
Şebnem'in sesi hiç de endişeli gelmiyordu:
"En son seninle de kavga etmiştik hatırlarsan? Bir şey olmaz. Ayrıca ben doğduğumdan beri o kıroyla aynı evde yaşıyorum. Sen kimin için endişeleniyorsun hayatım? Gönder hadi konumu, yarım saate oradayım."
O da abisi gibi inattı. Bu yüzden hiç vazgeçirmeye uğraşmadı Melih. Bir tanesi yetip artarken, iki Polat'la nasıl uğraşacağını düşünerek telefonu kapatıp konum yolladı Şebnem'e. O gelmeden burayı terk etmiş olmayı umuyordu ama... Atakan'ın kollarına dizdiği takımlara bakılırsa, buradan o kadar da çabuk çıkamayacaklardı anlaşılan.
"Melih! Neredesin, Melih?! Gelsene buraya!"
Atakan'ın pazar esnafı gibi bağırarak kendisine seslendiğini duyunca adımlarını onun olduğu tarafa yöneltti vakit kaybetmeden.
"N'aptın? Bulabildin mi ✨sofistike✨ bir şeyler?"
Melih'in takılmak için sorduğu bu soru Atakan'ı gülümsetmişti.
"Buldum gibi... Bir sabit dur bakayım."
Atakan koluna dizdiği askılıklarda duran gömlek-ceket kombinlerini -ona yakışıp yakışmayacağını gözüyle ölçmek için- sırayla Melih'in üstüne tutup 'Bu değil, bu da değil, bu hiç değil...' dercesine değiştiriyor; dakika başı görevlinin elinden -kumaşı farklı- başka bir siyah takım elbise alıp onun üstüne tutuyordu.
"Merak etme Melih, seni jilet gibi yapacağım." dediğinde, Melih gülmemek için dudaklarını birbirine bastırmıştı kuvvetle.
Daha düne kadar 'Bacımla ilgili hayaller kuramazsın. Zeytin dalını bir tarafına sokarım. Bıdı bıdı...' diyen adamın şimdi ona karşı bu ilgili hallerini komik bulmuştu. Ama yine de sesini çıkartmadan bir süre kurbanlık koyun gibi hareketsiz kalmaya razı oldu. Bir yandan da karşıdaki kocaman aynada kendini, üzerine tutulan hilkat garibesi kara kara takım elbiseleri ve adeta kendinden Junior bir Atakan çıkartma hevesiyle yanıp tutuşan Atakan'ı inceliyordu. Fakat bu manzaraya en fazla beş dakika dayanabilmişti.
"Ohooo! Oğlum bunlar ne ya? Bırak, bırak..."
Üzerine tuttulan takımları itekleyerek kendinden uzaklaştırdı Melih.
"Hayret bi' şeysin ya! N'apacağız? Buradan çıkınca Karadenizli mafyaların dizisine figüran mı olacağız? Ulan bir insan ne diye gömleğine kadar siyah giyer? Onu da anlamıyorum ya, neyse..."
Bu hafif sitemli, hafif alaylı eleştiri karşısında görevli bıyık altından gülerken, Atakan'ın ciddiyet saçan gözleri onunkilerle buluştuysa da Melih sululuğundan asla taviz vermedi. Aksine, Atakan'ın gücenmiş suratıyla daha bi' keyiflendi.
"Ne bakıyorsun lan öyle kötü kötü? Bir de 'Az buçuk tanıdım artık seni.' falan diyordun arabada gelirken. Bu mu lan beni tanımış hâlin? Dolabımı da gördün üstelik. Ben bu kadar siyah giymiyorum ki oğlum. Kendine mi seçtin bu takımları? Kaldır hepsini kaldır, gözüm görmesin."
Melih yarım ağız gülerek konuşmuştu ama Atakan buna epey bozulmuş gibiydi. O kadar uzun zamandır siyah giyiyordu ki, farkında olmadan eli önce siyah takımlara gitmişti. Ne yapsın?
Ama yine de her zaman olduğu gibi kuyruğu dik tutacaktı.
"Allah Allah! Aslanlar gibi siyah takım işte, nesi var? Akarı yok kokarı yok. İstediğin beyaz gömlek olsun, içine gene giyerdin. Ama yoook... Beyefendi ille bizi mafya dizisine figüran yapacak. Nankörsün lan sen! Pis nankör!"
"Nankör mü? Ben?"
Melih sinirleri bozularak başını eğip burun kemerini sıktı kısa bir anlığına. Atakan'la makul bir zeminde buluşacaklarına olan inancı giderek azalıyordu. Her an alışverişi siktir edip düğüne eşofman takımıyla gitmeye karar verebilirdi. Ama neden pes eden o olsundu ki?
Derin bir nefes alarak zihninin içinden çıktığı gibi ortama geri döndü Melih. Birlikte geçirdikleri bu kadar zamandan sonra elbette şirret bir Atakan Polat ile nasıl baş edileceğini öğrenmişti. Sonuna kadar sakinliğini koruyacak ve makaraya devam edecekti.
"Dün akıllıydım, sanayide tulum giyiyordum. Bugün ise bilgeyim, siyah takımı reddediyorum."
"Ne?"
Atakan'ın yüzünde beliren alık ifadeye 'Zınk Erenköy!' diyemeyeceği için kahkaha atmakla yetindi Melih. Deminden beri gülmemek için kendini sıktığı için yanakları kızarmıştı şimdi.
Atakan onun kahkaha atarkenki doğallığını ve yer çekimine yenilerek alnına düşen sarı tutamları seyretti bir süre hayranlıkla. Neredeyse hiç çaba harcamadan almıştı bütün gerginliğini yine. Bu çocukta farklı bir şeyler vardı.
"N-Ne? Neye güldün bu kadar?"
Dilini yanaklarının içinde gezdirerek bundan rahatsız olmuş gibi görünmeye çalıştı ama bıraksalar dikildiği yerde saatlerce onu izleyebilir, hatta biraz cesareti olsa tutup öpebilirdi de.
"Ulan Atakan..."
Melih ufak kıkırtılarla kendini toparlarken 'Acaba derdimi anlatabildim mi?' diye düşünüyordu. Aytaç'ın düğününe Atakan'ın ucuz bir kopyası olarak değil, kendi gibi gitmek istiyordu. Mümkünse renkli...
"Hiç güleceğim yoktu var ya. Allah da seni güldürsün."
Amin, dedi Atakan içinden.
Duam belli, duyan belli.
Melih gülmekten yaşaran gözlerini elinin tersiyle sildikten sonra muzip bir tonda "Tartışmaya nokta koymak için 'Zevkler ve renkler.' diyeceğim ama sen şimdi onun için de kavga edersin benle." dediğinde görevli de güldü onunla beraber. Atakan anında kurulmuştu:
"Şşş... N'oluyor birader? Sen niye gülüyo'n bizim aramızdaki mevzuya? Komik mi?"
"P-Pardon, kusura bakmayın."
Atakan'ın atarlı çıkışına ve sert bakışlarına maruz kalınca bir tatsızlık çıkmasın diye elindeki askılıklarla beraber ufak ufak uzaklaştı görevli ama ilgili bakışları hâlâ Melih'in üzerindeydi. Her ne kadar Melih fark etmemiş olsa da Atakan bunun gayet farkındaydı. Ve Melih bunu gay olmadığı için (ya da gay radarı olmadığı için) değil, tamamen saf olduğu ve herkesi kendi gibi iyi niyetli sandığı için göremiyordu.
Her güzelin bir kusuru vardır, diye iç geçirdi delikanlı. Melih'in süt gibi temiz olması ona aşık olma nedenlerinden biriydi zaten. Kaldı ki, küfür ederken bile (sinkaflı küfürleri bir kenara bırakırsak) "lan" ve "anasını satayım" dan ileri gidemeyen biri için çok da elzem bir özellik değildi bu gay radarı. Pekâlâ Atakan onun yerine yapabilirdi bunu. Ve diğer tüm pis işleri...
Yeter ki Melih yanında ve güvende olsun.
"Ulan Atakan ne kasıntısın ya... Niye tersliyorsun adamı? Gülemez mi?"
Sırıttı elinde olmadan:
"Komikti ayrıca. Sen de güldün, gördüm."
Atakan onu duymamış gibi yüzünü buruşturup bakışlarını etrafındaki diğer raflara ve askılıklarda gezdirmeye başladığında "İlle herkes tek tip mi olacak?" diye sordu Melih düz bir sesle.
"...Bırak kim neye gülerse gülsün. Kim ne renk giyerse giysin. Düğüne gidiyoruz, mahkemeye değil. Sal kendini biraz. Neşelen ya!" diye isyan etti sonunda delikanlı. Atakan'la ikinci boktan kavgalarını ettiklerine inanamıyordu.
"Hee... Bırakayım da Cizreli Aziz Amca gibi git düğüne. Çorabına kadar turuncu, kırmızı falan..? Kafana da sim dökeriz?"
"Ulan..."
Melih alt dudağının içini dişleyerek sert sert baktı bir süre. Hem ona 'Neyin var lan senin?! İstediğimi giyerim. Sana ne?!' diye çıkışmak istiyor; hem de bu kadar küçük, siktiri boktan meseleden olay çıkartmak istemiyordu. Bu yüzden derin nefesler alarak kendini sakinleştirmeye çalıştı.
Öte yandan, Atakan onu kızdırdığının gayet farkında fakat geri adım atmayan bir pozisyonda durmaya devam ediyordu. Giyim kuşam, hassas olduğu birkaç noktadan biriydi. Karşısında kim olursa olsun, moda anlayışını sorgulanmasını asla olgun karşılayamıyordu. Bu yüzden Melih'in ısrarla onun tarzını eleştirmesi hoşuna gitmemişti. O da çareyi onun "renk" muhabbetine takılmakta bulmuştu. Ama bu çocukça bir kayıkçı kavgasından başka bir şey değildi tabi. Melih de zaten ciddiye almamış, gülüp geçmişti. Sinirlenince de susmuştu. Ciddiye alsa kavga çıkardı. Ne gerek vardı?
"Tamam ulan, tamam... Ağlama."
Elini uzattı ona doğru.
"Hadi ver hangisini beğendiysen de giyeyim, üstümde gör. Gönlün olsun."
Atakan'ın gözleri parladı birden. Mağazaya girdiklerinden beri istemsizce Melih'in onun gibi göründüğü bir senaryo çiziyordu kafasında. Çocuksu bir heyecanla 'Baştan aşağı siyah giymiş bir Melih nasıl görünür?' diyordu içinden. Ve birazdan görecekti. Ayrıca... Melih'in hiç istememesine rağmen sırf onun gönlü olsun diye siyah giymeyi kabul etmesi de onu gözünde bir üst konuma yükseltmişti farkında olmadan. Atakan bu fedakârlığı en son tabağındaki karnıyarığı kendi tabağına koyup yediğinde görmüştü. Bir de şimdi görüyordu. Ve Melih'in gözlerindeki merhamet timsali yumuşak ifadeye bakılırsa... Daha da görecekti.
Melih gerçekten merhametli bir insandı. Ve Atakan'ın onu sevme sebeplerinden biri de kesinlikle buydu.
Emin olmak için sordu:
"Harbi mi?!"
Atakan'ın ona uzattığı takımı alırken güldü Melih pes ettiğini belli eder biçimde, muzip.
"Harbi."
'Ne takımmış arkadaş, giyeyim de bitsin şu tantana.' diyordu içinden de. Asla bir mağazada bu kadar oyalandığını hatırlamıyordu. Takımı aldığı gibi kabinlere doğru ilerledi. Yaklaşık on dakika sonra daracık kabinde cebelleşe cebelleşe eteklerini siyah kumaş pantolonun içine soktuğu, jilet gibi ütülü siyah gömleğin yakalarını düzelterek kabinden çıktığında Atakan da görevli de bakakalmıştı ona.
"Al sana siyah takım!"
Melih bir eliyle saçlarını geriye atarken diğer elinin parmak uçlarına astığı siyah ceketi omzuna atıp özgüven dolu bir edayla karşısındaki dev aynaya doğru birkaç adım yürüdü. Bu takım onu olduğundan daha geniş omuzlu, daha uzun boylu göstermişti sanki. Ve... Tam da olmaktan korktuğu kişilere, o bayat mafya dizilerindeki façalı elemanlara benzemişti. Üstelik, bu kadar sarı bir mafya da görmemişti hiç. Kendisi ilk oluyordu. Gülesi geldi.
"Nasıl olmuş?"
Atakan gözünü kırpmadan onu seyrediyor; sanki ayaklarına beton dökülmüş gibi olduğu yerden bir milim oynamıyordu. Tahmininden daha çok yakışmıştı siyah Melih'e. Belki beyaz giyse bu kadar dikkat çekmezdi, diye düşündü Atakan.
Melih bu takımın içinde muhteşem görünüyordu. Hafif güneşten kızarmış buğday teni, ara ara altın ışıltılarla parıldayan sarı saçları, aralık pembe dudaklarının altında köşeli çenesi ve boynunun iki yanında uzanan siyah yakalar... Ölüm gibi bir şeydi onu seyretmek ama ölmüyordu.
"G-Güzel... Çok güzel olmuş. Tam oturmuş üstüne. Potluk falan da yok..." diye geveledi Atakan, gözlerini bir an olsun ondan ayırmadan.
"Hakkaten hee... Tam bedenimi bulmuşsun, aferin."
Olduğu yerde sağa sola dönüp poz vererek aynada kendini inceledi Melih. Uzun zaman sonra ilk defa üstüne bu kadar oturan bir şey giyiyordu. Genelde kıyafetleri ya bol ya uzun ya da dar olurdu. Bolsa salaş giyer, uzunsa paçasını kıvırır, darsa kışın içine giyer ya da en kötü ihtimalle temizlik bezi yapsın diye annesine verirdi. O da babası gibi 'Ne gerek var kıyafete çok para harcamaya?' derdi. Hatta okula giderken babasının gençliğinde giydiği hırkaları, gömlekleri, ceketleri kombinler; soran olursa "Vintage bunlar." deyip devam ederdi. Sevmezdi alışverişe çıkmayı. Hem buna ayıracak bütçesi yoktu hem de AVM'ler başını döndürüyordu. Ayrıca günlük kıyafetlerin marka ya da çok şık olması gerekmediğini biliyordu. Melih'e göre eski de olsa temiz giyinmek yeterliydi. Tabi bu da Melih'i başkalarının karşısında ✨pespaye✨ gösteren birkaç nedenden biriydi. Hele ki her giydiği marka olan bir ağır abinin karşısında...
"Dur bir dakika, ceketi de giyeyim."
İki parmağıyla omzuna astığı ceketi düzgünce kollarından geçirip sırtına giyerken "...Bir de böyle bak." dediğinde, Atakan heyecanını gizleyemeyerek gülümsedi kocaman. Bu da laf mıydı? Zaten kabinden çıktığından beri gözlerini ondan alamıyordu ki.
"Nasılım?"
Melih cilveli bir edayla kendi etrafında dönüp -kendince- havalı bir bakış attı ona. Farkında olmadan kalbini tam 12'den vurmuştu yine.
"Eee tabi..."
Atakan onu baştan aşağı süzerken kalp atışlarını dizginlemeye çalışarak "...Bütüne baktığımızda çok klas göründüğünü söyleyebilirim." diye devam etti futbol yorumcusu gibi. Sakinliğini korumakta zorlanıyordu.
"Şaptın şeker oldun!" diye ekledi gergince gülerek. Saçmalamıştı ama elinde değildi. Bakmalara doyamadığı Melih, onun için seçtiği takımın içinde parıl parıl parlarken dilinin tutulmadığına şükrediyordu.
"Ne diyorsun oğlum? Olmuş mu olmamış mı?"
"Ehe, eee... Olmuş olmuş! Çok güzel olmuş."
"Ay inanmıyoruuum!"
Tam Melih başını çevirmişken ve eline onu doya doya izleme fırsatı geçmişken, arkalarından gelen cırtlak sesle yerinden sıçradı Atakan birden. Panikten eli ayağına dolanmıştı.
"...Melih!! Bu sen misiiin?"
Melih ve Atakan aynı anda birbirlerine bakıp gözlerini mağazanın kapısına çevirdiler hemen. Bu tiz sesi nerede duysalar tanırlardı.
"Ş-Şebnem?"
Şebnem abisinin -sanki iş üstüne yakalanmış gibi- şaşkın bakışlarına ve bocalayan hareketlerine aldırmadan yanlarına gelirken, bir yandan da tepelerine eleştiri yağdırıyordu:
"Hayatım kim giydirdi ya seni böyle kara böcek gibi?"
Melih bir an istemsizce dudaklarının arasından bir kıkırtı kaçırdıysa da Atakan'ın demir gibi sert bakışlarıyla karşılaşınca tuttu kendini.
"Eee... Şey..."
İki kardeş arasındaki negatif elektrikten o da nasibini alacak gibiydi. Bu yüzden her ikisinin de ne lehine ne aleyhine bir şey söyleyip de okları kendine çekme riskini göze alamamıştı.
Sonunda dilinin bağı çözüldüğünde "H-Hoş geldin Şebnem." diyebilmişti sadece.
"Pek hoş bulmadım! Ama neyse..."
Şebnem hafif iğneli bir sitemle elleri belinde ikisine tepeden bakarken, yutkunup en iyisi susmak, diye geçirdi içinden Melih.
En iyisi susmak ve olacakları izlemek...
"...Altın gibi çocuğun ışığını söndürmüşler ya resmen! Kim yaptı bu kötülüğü sana Melih? Ay dilim varmıyor ama... Abime benzemişsin. Tövbe tövbe..."
Atakan yüzünü buruşturdu kardeşine dönerken:
"Senin ne işin var burada lan?! Nereden öğrendin burada olduğumuzu? Ayrıca ne olmuş Melih bana benzediyse? Bununla bir sorunun mu var?"
Onunla göz teması bile kurmadan direkt laf sokmaya girişti Şebnem. Abisiyle uğraşmak için her zaman formundaydı:
"Yooo benim ne sorunum olacak? Ama görünüşe bakılırsa senin bizimle epey bir sorunun var. İlk buluşmada çocuğa 'Bacımla yanınızda ben olmadan buluşamazsınız. Bensiz bir yere gidemezsiniz car curt.' diye esip gürledikten sonra, ilk fırsatta beni ekip gizli gizli buluşmak ne oluyor abicim? Bir de bana 'Ne işin var burada?' diye soruyorsun. Asıl senin ne işin var burada pardon? Hani hiç haz etmiyordun sen Melih'ten?'İtici ana kuzusu.' diyordun.'Bir tokatlık canı var diyordun.' N'olduu? Başına saksı falan düştü herhalde? Pek bi' kaynaşmış gördüm sizi."
Şebnem'in taramalı tüfek gibi ardı ardına soluksuz konuşmaları Atakan'ın içini şişirmişti. Derin nefes alarak, bıkkınlıkla cevapladı bütün soruları delikanlı:
"Ya bi kes kızım ya! Amma tatava yaptın. Erkek erkeğe buluşmada ne var? Sen yalnız buluşamazsın dedim, o kadar. Adamı kontak ediyorsun iki dakkada ya, Allah Allah... Hem biz Melih'le ✨kanka✨ olduk. Kankamla da buluşamayacaksam kimle buluşacağım anasını satayım? Sen de bi' alemsin."
Kanka mı?
"Ne?"
Melih garip bir açıyla büktüğü kaşlarıyla gülmeye başladı içine içine. Atakan'la samimiyeti bu kadar ilerlettiklerini kendi de bilmiyordu. Komiğine gitmişti. Sonuçta esip gürleyip azarlama faslından bağırmadan konuşma, insanca muamele etme faslına yeni geçmişlerdi. Kanka olduklarını pek sanmıyordu Melih.
Öte yandan Atakan da bu söylediği lafa gülmek istemişti ama yüzünü ifadesiz tutmaya o kadar alışmıştı ki artık, mimik oynatmamıştı.
Şebnem ise sadece kıskançlıkla karışık bir şoka girmiş gibiydi.
"Hah! Kankasınız demek? Ne yani sevap olsun diye müstakbel kankana (pardon eniştene) damatlık bakmaya geldin buraya?"
Müstakbel enişte derken?
"Ne damatlığı salak? Melih'in arkadaşı ev-"
"Benim yerime sen mi evleneceksin yoksa Melih'le?" Şebnem nefes almadan konuşuyordu.
"...Eğer öyle bir niyetin varsa abicim baştan söyle, aradan çekileyim."
Hassiktir...
Melih duydukları karşısında kahkahalarla gülmemek için dudaklarını dişleyerek -herhangi bir şiddet içerikli eyleme karşılık- Şebnem'i korumak için aralarına girmiş beklerken; Atakan nutku tutulmuş vaziyette, öylece kalakalmıştı.
"...Bilirsin, aşka saygım vardır benim."
Şebnem hiçbir şey bilmeden her şeyi bilmesiyle soğuk duş etkisi yapmıştı abisine.
"N-ne diyorsun kızım sen?..."
Delikanlı bir an diyecek kelime bulamayıp bocaladıysa da, ilk şaşkınlığı attıktan sonra gözlerinden ateşler saçarak "NE ALAKASI VAR LAN?!" diye çıkışmıştı öfkeyle. Sesinin bu kadar gür çıkması genç kızı olduğu yerde titretirken, Melih'e yüzünü dirseğine gömdürerek güldürmüştü.
"Ahahhaha!"
"Off! Kulak zarımı patlattın be! Ne böğürüyorsun ayı gibi?"
Atakan hızını alamayıp Şebnem'in üzerine yürüdü bir an. Yanakları kıpkırmızı olmuştu.
"Aradan çekilecekmişmiş... Ayarsıza bak!"
Melih'in arkasından uzanıp Şebnem'in kafasını itti işaret parmağıyla sertçe. Kızın kafası araba konsolundaki oyuncak köpeğin kafası gibi bir ileri bir geri sallandı iki saniyeliğine. Melih bu görüntüye kahkahayla gülmek istese de insanlık vazifesini yapmalıydı.
"Hey hey! Sakin. Atakan..."
Melih anında gülmeyi kesip kollarını açarak iki kardeşin arasında etten bir duvar oluşturduysa da Atakan şu an onu görmüyordu.
"Kızım sen kuaförde fön çektire çektire yaktırdın galiba en sonunda o fındık beynini! Kafada kurup kurup sarıyorsun millete. Hatırlat da bi' ara doktora götüreyim seni, kalıcı hasar var mıymış bi' baksınlar kafanın içine. Saçma sapan konuşuyorsun!"
Şebnem alnını ovalayarak göz devirdi abisine:
"Off... Şaka yaptık herhalde! Abartmaz mısın?"
Kız kardeşi elbette onun yönelimini bilmiyordu ama az önceki ima Atakan'ın tüylerini diken diken etmeye yetmişti. Çünkü Şebnem bu durumunu "EN" bilmemesi gereken kişiydi.
Çünkü Şebnem bilirse, herkes bilirdi.
"Neyse... Güleyim de boşa gitmesin bari bu acınası laf sokma çaban. Hayır, nereden bulursun bu lafları da bilmem ki? Hakkını yemeyeyim ama son kalan iki beyin hücrenle iyi iş çıkarıyorsun. Tebrik ederim."
"Kes lan!"
Şebnem abisini tiye alarak, sanki onu hiç duymamış gibi yargılayıcı bakışlarını Melih'e çevirdi bu sefer:
"Sana da teessüf ederim Melih. Gerçekten... Ben bu oyunu iki kişilik sanıyordum. Üçe çıkartmışsın, şoktayım."
Melih ne diyeceğini bilemedi. Ama az çok tahmin edebiliyordu şimdi maruz kaldıkları bu tavrın asıl sebebini. Şebnem şımarık yetişmiş (bir evin bir kızı) bir çocuktu. Ayrıca da eski sevgilisini hâlâ unutabilmiş değildi. Tabi ki Melih'i çok sevdiği için (!) abisinden kıskanmıyordu. Melih onun için bir oyuncaktı ve her çocuk oyuncağı elinden alındığında yaygara koparırdı.
"Biliyorsun ki, annelerimiz bizim konuşmaya devam etmemizi istiyor. Bir süre daha oyunumuza devam edeceğiz. Yani, teknik olarak benimle buluşman lazımdı şekerim, abimle değil. Hem ayrıca... Sen n'apıyorsun burada pardon?"
Sonlara doğru çatılan sarı kaşlarının altına gizlenen kısık, yargılayıcı bakışları yeniden abisine mıhlandığında, havalanan topu göğsünde yumuşatmak maksadıyla öne atıldı hemen Melih.
"Ee şimdi Şebnemciğim... Biliyorsun ki yarın benim çok yakın bir arkadaşımın düğünü var. Aysu'yla tanışmışsındır?"
Şebnem başını salladı.
"Hah işte... Aysu ve Aytaç'ın düğününe giyecek takım elbisem yoktu benim. Çok da anlamıyorum bu işlerden. O yüzden abine ricada bulundum. Sağ olsun o da kırmadı beni. Birlikte takım elbise bakıyorduk bana."
Melih araya girince ortam biraz yumuşadıysa da iki kardeş hâlâ çatık kaşlarla bakıyordu birbirine. Şebnem buraya güdümlü bomba gibi abisinin üzerine patlamaya gelmişti belli ki ama konu moda olunca dikkati biraz dağılmışa benziyordu.
"Hah! Abim mi giydirecek seni? Benim abim?"
Duyduklarına inanamamış gibi gözlerini ardına kadar açıp bir süre öyle kaldıktan sonra bir kahkaha patlattı Şebnem. Öyle içten öyle dalga geçerek gülüyordu ki, kasada duran görevli ve mağazada gezinen birkaç müşteri hususi dönüp onlara bakmıştı.
"Ağzının üstüne bi' tane patlatacağım şimdi. Ne gülüyorsun kızım? Komik mi? Bak hâlâ..."
Atakan ya sabır çekerek gözlerini mağazanın tavanına mıhlarken, Melih ikinci bir saldırıya karşı gayet temkinli, iki kardeşin arasında etten duvar örmeye devam ediyordu.
"K-Kusra bakma Melihciğim... Sinirlerim bozuldu da bir an."
Melihciğim lafını duyan Atakan'ın öldürücü bakışları anında Şebnem'i bulmuştu.
"Şebnemciğim, bozulan sinirlerini de al terk et burayı canım! Hadi... Saçını başını yoldurtma bana."
Atakan böyle diyordu demesine ama hayatında kardeşlerine bir fiske vurmuş adam değildi. Şiddet söylemleri sadece dilindeydi. Ama bu sefer hakikaten biraz ileri gitmişti Şebnem. Sevdiği çocuğun yanında onu küçümsemesi Atakan'ın canını çok sıkmıştı.
"Ayh sen olmayan moda zevkinle Melih'e takım elbise mi bakıyorsun? Bir de kapkara giydirmişsin çocuğu veba doktoru gibi. Bu mu moda? Tek renk, tek tip mi giyinmek moda? Bırak Allah aşkına..."
Atakan tabi ki altta kalacak değildi:
"Haspama bak... Ekoseli etek üstüne fiyonklu bluz giyince Ivana Sert mi oldun başımıza? Sen ne anlarsın lan modadan? Bi' kere bu işin doğayeni benim. Bak seçtiğim takıma..."
Tuzluk şekline getirdiği parmaklarının ucunu öptü abartıyla. "...Kutu gibi oturdu çocuğun üstüne şerefsizim."
Üzerinde malını öven esnaf özgüveni vardı.
"Şu duruşa, şu kaliteye bakar mısın? Dön bakayım Melih, endamını görsün bu Şebnem şıllığı."
Atakan biraz sonra aynı Recep İvedik'in terzisi gibi ayıla bayıla (onu ve takımı överek) onu kendi etrafında döndürmeye başladığında Melih gülmemek için tutmadı kendini daha fazla. Gözlerine yaşlar dolmuştu artık. İki kardeşin bu -Hacivat&Karagöz misali- atışmaları ilginç (ve aşırı komik) bir hâl almaya başlamıştı. Çekirdeği olsa kenara oturur çitleyerek izlerdi. O derece. Ayrıca... Atakan'ı hiç bu kadar heyecanla bir şeyleri savunurken görmediği içindi herhalde, bu tartışma her açıdan ilgisini çekmişti Melih'in.
"Sen de iyice saçmaladın hee! Burada yılların moda bloggerı Şebnem Queen dururken, sana mı kaldı bu işler ya? Hadi kes şovunu, çekil kenara off!!"
Şebnem abisini gram iplemeden uzun, protez tırnaklı elleriyle "kış kış" hareketi yapıp Melih'i kolundan tutup kendinden tarafa çekmeye kalkınca... Atakan adeta önünden kemiği alınan pitbull misali gerildi. Dişlerini sıkarken kirli sakallı çenesinin ucundaki kesik izi bile gerilmişti. Hatta iki dakika öncesine kadar teninin altında usulca akıp yolunu bulan kanı bile daha deli atmaya, içten içe fokur fokur kaynamaya başlamıştı.
"Hoop hoop!! Orada dur küçük hanım..."
Hissettiği bu şey, bu kıskançlık... Ona her şeyi yaptıracak cinsten bir kuvvet doğurmuştu içinde.
Kendi kendine 'Hayır, kardeş katili falan olmayacaksın. Sakin ol lan!' dese de bakışları hâlâ öldürücülüğünü koruyordu.
"Bana kaldı bu işler var mı? Bana kaldı!"
"Eyvah..."
İki kardeş arasında 'paylaşılamayan' olmak başta komik olsa da gittikçe tehlike arz etmeye başlamıştı. Adım adım tırmanan gerilimin sıcak nefesini yüzünde hissediyordu artık Melih.
"Mis gibi siyah takım işte lan! Nesi var? Gayet de güzel yakıştı Melih'ime. Ayrıca benim zevkim iyidir."
Melih'ime mi?
Hitap şeklindeki ✨sahiplenici tutuş✨ Melih'in kaşlarını değişik bir açıyla kaldırmasına sebep olurken, Şebnem konuşmanın (savunmanın) geneline kusacakmış gibi bir hareket yapıp göz devirmişti.
"Zevkine tükürsünler senin! Bulgur pilavına yoğurt katıp yiyen bi' adamsın sen. Neyi tartışıyorsun benle ya?"
"Şebneeem!"
"Hey hey! Gençler bi' sakin olun ya... Tamam. Alt tarafı bir takım elbise alıp çıkacağız. Sizce de çok abartmadınız mı?"
Zavallı Melih'i takan yoktu tabi. Ortamdaki konumu sivri sinekten halliceydi.
"Ne Şebnem? Ne?! Hanımefendi çizgimden kaydırttın beni en sonunda. Sana inat ben giydireceğim Melih'i. Var mı?!"
Atakan göz açıp kapamalık bir anda Melih'i kolundan tutuğu gibi kendine çekerken aşırı korumacı davrandığının farkında değildi. Bir anda sırtı onun göğsüne çarpınca neye uğradığını şaşırmıştı Melih:
"Yavaşş..."
"Hadi bi' dene! Hadi... Pabucumun hanımefendisi seni!"
Şebnem geri adım atacak gibi değildi.
"Yaa... Demek öyle? Tamam, ben de küçükken nasıl giyindiğini anlatırım o zaman Melih'e."
"Ne?"
Şebnem'in neden bahsettiğini çakozlayınca anında iri iri açılmıştı gözleri.
"Sakın!"
"N'oldu? Korktun mu? O çok önemsediğin karizman boydan boya çizilsin istemiyorsun herhalde?"
Melih hiçbir şey anlamadan güldü bu tehdide. Atakan'ın küçükken de (patron bebek gibi) simsiyah, mafya tarzında giyindiğini hayal edemiyordu. Ya da o masum çocuk yüzüyle, sümüklerini çeke çeke, elinde horoz şekeri, bakkal önünde arkadaşlarıyla top koşturduğunu... Atakan'ı genel olarak "çocuk" formunda hayal edemiyordu ya neyse.
Şebnem konudan gayet zevk alarak "Bu var ya bu... Bir keresinde annemin odasına girip dol-" diye başladığı sırada Atakan şimşek gibi fırlayıp yaba misali kocaman eliyle ağzını kapattığında cümlenin devamı boğuk bir serzenişten ibaret kalmıştı.
"Şebnem!.. Sen Melih'e takım bakmayacak mıydın kardeşim? Çok çene çaldın, çok eleştirdin beni. Hadi git bi' de senin bulduğuna bakalım? Hadi abicim, hadi abisinin gülü... Git bak oradaymış yeni gelenler. Koş, koş..."
Şebnem'i beyaz ağırlıklı (kır düğünü konseptli) takımların olduğu tarafa iteklerken kan ter içinde kalmıştı Atakan. Kız resmen abisini rezil etmeye şerefi üzerine yemin etmiş de gelmişti buraya. Ve (kısmen) başarmıştı da. Cümlesini tamamlamasa da Melih az çok tahmin edebiliyordu yaşanan hadiseyi.
"İyi peki, madem bu kadar ısrar ediyorsun... Bi' bakayım o zaman. Ben gidince sakın arkamdan dedikodumu yapmayın ha! Kulağımı burada bıraktım ona göre..."
Şebnem ikisine de tembihleyen bakışlar atıp yüzüne yerleştirdiği zafer gülüşüyle çeşit çeşit kumaşların arasında kaybolurken, Atakan 'moda' ile ilgili katı tutumundan ciddi taviz vermek zorunda kalmış olsa da onu son anda susturduğuna memnundu. Melih'in yanına döndü biraz mahcup. Az kalsın kestaneyi çizdiriyordu. Çocukluğunda en hatırlamak istemediği anıyı ulu orta hoşlandığı çocuğun önünde anlatmak gibi bir acımasızlığı ancak Şebnem gibi empati yoksunu bir şımarık yapabilirdi zaten.
"Sen Şebnem'i boş ver. İstediği olsun diye her yolu mübah sayar o kendine. Ben alışkınım. Sen de alış."
Atakan eli ayağına dolaşmış vaziyette sakallarını kaşıyor, faydasız bir çabayla kızarık yanaklarını gizlemeye çalışıyordu fakat Melih her şeyin fakındaydı. Atakan çok utanmıştı. Konunun bahsinden bile... Bu yüzden -her ne kadar merak etse de- üstüne gidip soru sormaktan vazgeçti. Onun yerine "Başka çarem yok zaten." dedi gülümseyerek. "...Bir süre daha böyle sürecek durumumuz."
Atakan onun konuyu değiştirmedeki isteğini ve yüzündeki anlayışlı ifadeyi görünce biraz olsun rahatlamıştı. Hem zaten (tahmin ettiği gibi) Melih insanların zaaflarıyla oynayacak, onların çekindikleri şeyleri dalga konusu yapacak tıyniyette biri değildi. Ve... Atakan böyle anlayışlı birini sevmekle ne kadar doğru bir iş yaptığını şimdi fark ediyordu.
Melih onun sevgisini sonun kadar hak ediyordu.
"Ee... Ne diyorsun? Üstündekini alalım mı?"
✩ ✩ ✩
Bölümü iki parta böldüm (daha doğrusu bir gün içinde geçecek olan olayları) diğerini tamamlar tamamlamaz atacağım. Aklınızda bulunsun baya sıcak 🔥bir bölüm olacak 😉 terleteceğim sizii eheheh güneş kremlerinizi sürün öyle gelin 😆🤭
Bundan sonra hız kesmeden devam edelim. Yeteri kadar durakladık.
Bölüm hakkında size soracağım birkaç soru var:
✯ Şebnem kötü karakter olmak için çok müsait ama iyi olmasını ister misiniz?
✯ Şebnem'in bu bölümde Melih ve Atakan'la şaka yollu atışmasını sevdiniz mi? Melih'i (oyuncak gibi) sahiplenip kıskanması falan... Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
✯ Atakan Melih'e açıldığında Melih'in tepkisi nasıl olur sizce?
Sorularım bu kadar :)
Yeni bölümde görüşmek üzere...
Kendinize iyi bakın, hoşça kalın efenim. <3
Önceki Bölüm <- // -> Sonraki Bölüm
Bölüm Listesi
11 notes
·
View notes
Text
Genç kız Moda Atıfet sokakta kaldırım kenarında bir taşın üzerine oturmuş biraz ötesindeki karga yavrusunu gözlüyor... Bir fevkaladelik olduğu belli..
- Ne o, uçamıyor mu yoksa, diye soruyorum...
- Uçamıyor, diyor, annesi de ağacın tepesinde ben yaklaşınca üzerime doğru geliyor...
- Ne yapmayı düşünüyorsunuz?
- Kediler yaklaşınca onları kovalıyorum, diyor, başka ne yapabilirim...
Ertesi gün aynı yerden geçerken bu defa aynı yerde bir delikanlı var. Genç hanımı soruyorum. O yameğe gitti, diyor, nöbeti ben devraldım...
- Siz arkadaşı mısınız?
- Ben eşiyim...
- Öyle mi ne kadar gençsiniz?
- Biz de yeni evliyiz zaten...
Karganın uçamadığın görmüşler. Onu kedilerin insafına terkedip gitmeyi duyguları kaldırmamış. Onu korumaya almışlar.
Genç adam bir yandan benimle konuşurken bir yandan da yaklaşan kedileri kovalıyor... Gitmeyen olursa elindeki su tabancasıyla su sıkıyor.
- Gece ne yaptınız?
- Aldık onu eve götürdük bir kafese koyduk sabah yine buraya getirdik...
Genç adamın adı Efe Tuzcu... Eşinin adı İlkem Tuzcu... Efe İBB'de, İlkem ise Apple şirketinde çalışıyormuş. Hafta sonunu yavru karganın başında geçiriyorlar.
Üçüncü gün aynı yere gidiyorum. Tuzcu çifti yine olay yerinde.
- Nasıl durum?
- Bugün yatay olarak uçtu ama havalanamadı, diyor Efe...
- Acaba bir sakatlığı mı var?
- Öyle görünmüyor, sanırım bir iki güne kadar uçacak...
Eğer uçmazsa Efe yıllık iznini kullanarak karganın başında beklemeye devam edecekmiş...
Genç adam:
- Eğer bizi burada bir daha görmezseniz bilin ki yavru uçup gitmiştir, dedi gülerek...
Kolay gelsin deyip yanlarından ayrıldım...
Bir yavru karganın başında sabahtan akşama dek bekleyip sürekli kedileri kovalamak ve onun uçmasını beklemek... Bu zahmeti hiçbir karşılık ve beklenti olmaksızın sadece bir insani sorumluluk olarak üstlenmek... Ne yüce bir duygu... Ne derin sorumluluk...
Yavru karga bugün yarın uçup gidecek...
Geriye sadece iki genç insanın anlayabileceği ve sadece onların paylaşabileceği büyük bir mutluluk kalacak... Tarifsiz bir mutluluk...
Melih Aşık
56 notes
·
View notes
Text
Ben Orhan Veli
1914'te doğdum
1 yaşında kurbağadan korktum
2 yaşında gurbete çıktım
7'sinde mektebe başladım
9 yaşında okumaya
10 yaşında yazmaya merak saldım
13'te Oktay Rıfat'ı
16'da Melih Cevdet'i tanıdım
17 yaşında bara gittim
18'de rakıya başladım ve şarkı söylemesini çok sevdim
19'dan sonra avarelik devrim başlar
20 yaşından sonra para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim
25'te başımdan bir otomobil kazası geçti
Çok aşık oldum
Hiç evlenmedim
Ben Orhan Veli
Ben Orhan Veli
Saygıyla anıyorum..
16 notes
·
View notes
Text
EY ÖZGÜRLÜK / PAUL ELUARD
Fransız şair Paul Eluard bir kadına aşık olur. Kararlıdır, onun için bir şiir yazacaktır. Paris kafelerinde otururken cebinden çıkardığı kağıtlara hep o şiiri yazar. Uzun bir şiir olacaktır bu. Dörtlüklerden oluşacak ve şiirin son dizesinde o çok sevdiği kadının adı olacaktır.
Bu sırada Naziler Paris’i işgal eder. İkinci Dünya Savaşı yaşanmaktadır. Şiiri yazmaya devam eder ama bakar ki her yerde baskı, zulüm, işkence, tutuklamalar, sokaklarda şiddet gören, öldürülen insanlar.. Çok sevdiği ülkesi ve kenti işgal altındadır. Şiir biter ama son dizeye sevdiği kadının ismini yazmaya gitmez bir türlü eli. Çok ister ama yazamaz.. Onun yerine o sırada aşk’tan daha da tutkuyla istediği şeyi yazar: Özgürlük.
Bu şiirin M.C. Anday ve O. V. Kanık tarafından yapılmış çevirisi aşağıda.
Çok uzun yıllar sonra Zülfü Livaneli bu şiirden çok güzel bir şarkı yapar. “Ey Özgürlük” diye. Konserlerinde çok istenen, herkesin coşkuyla dinlediği bir şarkı.
LIBERTE / ÖZGÜRLÜK
Okul defterlerime
Sırama ağaçlara
Kumlar kar üstüne
Yazarım adını
Okunmuş yapraklara
Bembeyaz sayfalara
Taş, kan, kağıt veya kül
Yazarım adını
Yaldızlı tasvirlere
Toplara tüfeklere
Kralların tacına
Yazarım adını
Ormanlara ve çöle
Yuvalara çiğdeme
Çın çın çocuk sesime
Yazarım adını
En güzel gecelere
Günlerin ak ekmeğine
Nişanlı mevsimlere
Yazarım adını
Gök kırpıntılarıma
Güneş küfü havuza
Ay dirisi göllere
Yazarım adını
Tarlalara ve ufka
Kuşların kanadına
Gölge değirmenine
Yazarım adını
Fecrin her soluğuna
Denize vapurlara
Azgın dağın üstüne
Yazarım adını
Bulutun yosununa
Kasırganın terine
Tatsız kaba yağmura
Yazarım adını
Parlayan şekillere
Renklerin çanlarına
Fizik gerçek üstüne
Yazarım adını
Uyanmış patikaya
Serilip giden yola
Hınca hınç meydanlara
Yazarım adını
Yanan lamba üstüne
Sönen lamba üstüne
Birleşmiş evlerime
Yazarım adını
İki parça meyveye
Odama ve aynaya
Boş kabuk yatağıma
Yazarım adını
Obur köpekçiğime
Dimdik kulaklarına
Acemi pençesine
Yazarım adını
Kapımın eşiğine
Kabıma, kacağıma
İçimdeki aleve
Yazarım adını
Camların oyununa
Uyanık dudaklara
Sükutun ötesine
Yazarım adını
Yıkılmış evlerime
Sönmüş fenerlerime
Derdimin duvarına
Yazarım adını
Arzu duymaz yokluğa
Çırçıplak yalnızlığa
Ölüm basamağına
Yazarım adını
Geri gelen sağlığa
Kaybolan tehlikeye
Hatırasız ümide
Yazarım adını
Bir tek sözün şevkiyle
Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum
Seni haykırmaya
Özgürlük…
TÜRKÇESİ: Melih Cevdet Anday – Orhan Veli
4 notes
·
View notes
Text
EY ÖZGÜRLÜK…
Fransız şair Paul Eluard bir kadına aşık olur. Kararlıdır, onun için bir şiir yazacaktır. Paris kafelerinde otururken, cebinden çıkardığı kağıtlara hep o şiiri yazar. Uzun bir şiir olacaktır bu. Dörtlüklerden oluşacak ve şiirin son dizesinde, o çok sevdiği kadının adı olacaktır. Bu sırada Naziler Paris’i işgal eder. İkinci Dünya Savaşı yaşanmaktadır. Şiiri yazmaya devam eder, ama bakar ki her yerde baskı, zulüm, işkence, tutuklamalar, sokaklarda şiddet gören, öldürülen insanlar!! .. Çok sevdiği ülkesi ve kenti işgal altındadır. Şiir biter ama, son dizeye sevdiği kadının ismini yazmaya gitmez bir türlü eli. Çok ister ama yazamaz! ..
Onun yerine, o sırada, aşk’tan daha da tutkuyla istediği şeyi yazar: 'Özgürlük'..
Çok uzun yıllar sonra Zülfü Livaneli bu şiirden çok güzel bir şarkı yapar.
“Ey Özgürlük“ Konserlerinde, en çok istenen şarkılardan biridir :
'özgürlük' Çeviri :Melih Cevdet Anday & Orhan Veli Kanık
EY ÖZGÜRLÜK !
Okulda defterime
Sırama ağaçlara Yazarım adını
Okunmuş yapraklara
Bembeyaz sayfalara Yazarım
adını
Yaldızlı imgelere Toplara tüfeklere Kralların tacına En güzel gecelere Günün ak ekmeğine Yazarım adını Tarlalara ve ufka Kuşların kanadına Gölgede değirmene yazarım Uyanmış patikaya Serilip giden yola Hınca hınç meydanlara adını Ey özgürlük! Kapımın eşiğine Kabıma kacağıma İçimdeki aleve Camları oyununa Uyanık dudaklara Yazarım adını Yıkılmış evlerime Sönmüş fenerlerime Derdimin duvarına Arzu duymaz yokluğa Çırçıplak yalnızlığa Yazarım adını Geri gelen sağlığa Geçen her tehlikeye Yazarım ben adını, yazarım Bir sözün çoşkusuyla Dönüyorum hayata Senin için doğmuşum haykırmaya Ey özgürlük! PAUL ELUARD
7 notes
·
View notes
Text
ŞARKILARDA GİZLİYDİ ONLARIN BÜYÜK AŞKI..
Çiğdem Talu, Ercüment Ekrem Talu’nun torunu ve Recaizade Mahmut Ekrem’in torununun kızı. Edebiyatçı bir aileden geliyor yani. Filoloji eğitimi aldı, 17 yıl bir özel okulda İngilizce öğretmenliği yaptı.
Mutsuz bir evlilikten sonra, şarkı sözü yazarlığına başladı. Kader karşısına 24 yaşında bir kimya mühendisini çıkarmıştı: Melih Kibar. Kendisi o zaman 36 yaşındaydı.
Çiğdem şarkı sözü yazıyor, Melih beste yapıyordu. Sekiz sene beraber çalıştılar, 270 şarkı yaptılar. Melih’in ifadesiyle öyle görür görmez aşık olmadılar birbirlerine. Önce, ”İşte öyle bir şey,” derken ısındılar birbirlerine, sonra da
“Bende bu cehennem gibi yürek olmasa,
Bende deli rüzgâr gibi hasret olmasa,
Bir de cana can katan o sevdan olmasa,
Ah bu hayat çekilmez” diyerek sanki bir şeyler anlatmak istiyorlardı.
Birlikte gittikleri Sopot Festivalinde, artık her şey ayan beyandı. Ama Çiğdem korkuyordu. “Kocaman kadının çıtır sevgilisi var.” dedirtmek istemiyordu.
Sonra zoraki bir ayrılık… Melih yüksek lisans yapmak için Londra’ya gitti. Ama aşk aşktır. Çiğdem sevdiği adamı görebilmek için fırsat buldukça Londra’ya uçtu.
İki sevgili, 1976 sonunda İstanbul’da buluştular ve 1977’yi Tarabya’da bir restoranda birlikte karşıladılar. İlhan İrem ve Erol Evgin’in desteğiyle Melih Çiğdem'e dedi ki;
Çiğdem, Çiğdem, çiçeklerin en güzelisin sen
Bilmem ki bundan başka sana neler söylesem
Şarkılara can veren ilham meleğimizsin sen…
Ama aradaki yaş farkı hep duvar gibi durdu karşılarında. Dostça ayrıldılar, birleşmeden. Saray terbiyesiyle yetişmiş Çiğdem, bu farkı anlatamıyordu mantığına. Ama birlikte çalışmayı, birlikte üretmeyi sürdürdüler.
1980’lerin başında göğüs kanseri dediler Çiğdem’e. Geç konulmuş bir teşhisti. Çiğdem bu sefer Londra’ya tedavi için gidip geliyordu. Neşeli görünmeye çalışıyordu. Ama lanet bir hastalıktı bu. Bir türlü geri adım atmıyordu. Masraflar artmıştı.
Dostları bir araya geldi, Çiğdem’e destek için. “Çiğdem Talu’ya Selam” adıyla bir konser düzenlediler. O gece bütün dostları şarkı söyledi.
Ama 28 Mayıs 1983’te gazetelerde bir haber vardı: “Şarkılar Öksüz Kaldı.” Evet, şarkılar öksüz kalmıştı ve Çiğdem artık şarkılarıyla anılacaktı.
Çiğdem’in ölümünden sonra Melih kapkaranlık bir sessizliğe büründü. Artık eskisi gibi beste yapamıyordu. Son olarak geçti piyanosunun başına ve selam gönderdi Çiğdem’ine, “Sessiz Veda” şarkısıyla.
Ya, sonra mı? Melih de kansere yakalandı ve 7 Nisan 2005’te Çiğdem’ine kavuşmak için kapadı gözlerini. Tıpkı Çiğdem gibi, aynı arkadaşları aynı camiden, Bebek’ten sonsuzluğa uğurladı Melih’i
İşte, yaşanmış ama bitmemiş bir aşk hikayesi…
Seni düşündüm dün akşam yine.
Sonsuz bir umut doldu içime.
Bir de kendimi düşündüm sonra.
Bir garip duygu çöktü omzuma.
Hani ıssız bir yoldan geçerken,
Hani bir korku duyar da insan,
Hani bir şarkı söyler içinden,
İşte öyle bir şey.
Hani eski bir resme bakarken,
Hani yılları sayar da insan,
Hani gözleri dolar ya birden,
İşte öyle bir şey, işte öyle bir şey.
Seni düşündüm dün akşam yine.
Bir garip huzur doldu içime.
Bir de kendimi düşündüm sonra.
Bir garip duygu çöktü omzuma.
Hani yıldızlar yanıp sönerken,
Hani bir yıldız düşer de insan,
Hani bir telaş duyar da birden,
İşte öyle bir şey.
Hani yağmurlar yağar ya bazen,
Hani gök gürler ya arkasından,
Hani şimşekler çakar peşinden,
İşte öyle bir şey, işte öyle bir şey. ���
alıntıdır
5 notes
·
View notes
Text
ŞARKILARDA GİZLİYDİ ONLARIN BÜYÜK AŞKI..
Çiğdem Talu, Ercüment Ekrem Talu’nun torunu ve Recaizade Mahmut Ekrem’in torununun kızı. Edebiyatçı bir aileden geliyor yani. Filoloji eğitimi aldı, 17 yıl bir özel okulda İngilizce öğretmenliği yaptı.
Mutsuz bir evlilikten sonra, şarkı sözü yazarlığına başladı. Kader karşısına 24 yaşında bir kimya mühendisini çıkarmıştı: Melih Kibar. Kendisi o zaman 36 yaşındaydı.
Çiğdem şarkı sözü yazıyor, Melih beste yapıyordu. Sekiz sene beraber çalıştılar, 270 şarkı yaptılar. Melih’in ifadesiyle öyle görür görmez aşık olmadılar birbirlerine. Önce, ”İşte öyle bir şey,” derken ısındılar birbirlerine, sonra da
“Bende bu cehennem gibi yürek olmasa,
Bende deli rüzgâr gibi hasret olmasa,
Bir de cana can katan o sevdan olmasa,
Ah bu hayat çekilmez” diyerek sanki bir şeyler anlatmak istiyorlardı.
Birlikte gittikleri Sopot Festivalinde, artık her şey ayan beyandı. Ama Çiğdem korkuyordu. “Kocaman kadının çıtır sevgilisi var.” dedirtmek istemiyordu.
Sonra zoraki bir ayrılık… Melih yüksek lisans yapmak için Londra’ya gitti. Ama aşk aşktır. Çiğdem sevdiği adamı görebilmek için fırsat buldukça Londra’ya uçtu.
İki sevgili, 1976 sonunda İstanbul’da buluştular ve 1977’yi Tarabya’da bir restoranda birlikte karşıladılar. İlhan İrem ve Erol Evgin’in desteğiyle Melih Çiğdem'e dedi ki;
Çiğdem, Çiğdem, çiçeklerin en güzelisin sen
Bilmem ki bundan başka sana neler söylesem
Şarkılara can veren ilham meleğimizsin sen…
Ama aradaki yaş farkı hep duvar gibi durdu karşılarında. Dostça ayrıldılar, birleşmeden. Saray terbiyesiyle yetişmiş Çiğdem, bu farkı anlatamıyordu mantığına. Ama birlikte çalışmayı, birlikte üretmeyi sürdürdüler.
1980’lerin başında göğüs kanseri dediler Çiğdem’e. Geç konulmuş bir teşhisti. Çiğdem bu sefer Londra’ya tedavi için gidip geliyordu. Neşeli görünmeye çalışıyordu. Ama lanet bir hastalıktı bu. Bir türlü geri adım atmıyordu. Masraflar artmıştı.
Dostları bir araya geldi, Çiğdem’e destek için. “Çiğdem Talu’ya Selam” adıyla bir konser düzenlediler. O gece bütün dostları şarkı söyledi.
Ama 28 Mayıs 1983’te gazetelerde bir haber vardı: “Şarkılar Öksüz Kaldı.” Evet, şarkılar öksüz kalmıştı ve Çiğdem artık şarkılarıyla anılacaktı.
Çiğdem’in ölümünden sonra Melih kapkaranlık bir sessizliğe büründü. Artık eskisi gibi beste yapamıyordu. Son olarak geçti piyanosunun başına ve selam gönderdi Çiğdem’ine, “Sessiz Veda” şarkısıyla.
Ya, sonra mı? Melih de kansere yakalandı ve 7 Nisan 2005’te Çiğdem’ine kavuşmak için kapadı gözlerini. Tıpkı Çiğdem gibi, aynı arkadaşları aynı camiden, Bebek’ten sonsuzluğa uğurladı Melih’i
İşte, yaşanmış ama bitmemiş bir aşk hikayesi…
Seni düşündüm dün akşam yine.
Sonsuz bir umut doldu içime.
Bir de kendimi düşündüm sonra.
Bir garip duygu çöktü omzuma.
Hani ıssız bir yoldan geçerken,
Hani bir korku duyar da insan,
Hani bir şarkı söyler içinden,
İşte öyle bir şey.
Hani eski bir resme bakarken,
Hani yılları sayar da insan,
Hani gözleri dolar ya birden,
İşte öyle bir şey, işte öyle bir şey.
Seni düşündüm dün akşam yine.
Bir garip huzur doldu içime.
Bir de kendimi düşündüm sonra.
Bir garip duygu çöktü omzuma.
Hani yıldızlar yanıp sönerken,
Hani bir yıldız düşer de insan,
Hani bir telaş duyar da birden,
İşte öyle bir şey.
Hani yağmurlar yağar ya bazen,
Hani gök gürler ya arkasından,
Hani şimşekler çakar peşinden,
İşte öyle bir şey, işte öyle bir şey.
Çiğdem Talu Melih Kibar
0 notes
Text
Kağıtları yaktık!
Türkiye’nin kağıdı yok. Kağıt üretmiyoruz. Çünkü fabrikaları yağmaladık. Nasıl mı? Bir örnek...
Giresun’daki AKSU Kağıt Fabrikasına 60 milyon lira değer biçilirken iktidar 2003 yılında bu kuruluşu 5 milyon liraya Milli Gazete’nin yan kuruluşu Milda’ya sattı...
Şirket fabrikayı işletemedi. Makinelerini 2010’da 11 milyon liraya hurdacıya okuttu.
2013 yılında hükümetin talimatı ile Giresun İl Özel İdaresi, SEKA Kâğıt Fabrikası’nın 684 dönümlük arazisini 68 milyon liraya Milda’dan satın aldı, TOKİ’ye verdi.. Toki arazi üzerine konut inşa etti.
Sonuçta Milda, 5 milyon liraya aldığı fabrikadan toplam 79 milyon lira gelir elde etmiş oldu. Ama fabrika yok oldu. Ülkenin temel direği olan diğer sanayi ve tarım kuruluşları benzer uygulamalarla yoklara karıştı. kendi kendimizi kurşunladık
YAYIN
Kitap piyasasında durum nedir? Uğur Mumcu Vakfı yöneticisi Özge Mumcu anlatıyor:
“Bugün tüm yayıncılar dolar veya euro’ya bağlı kağıt almak durumunda. Ödemeleri o günkü pariteye bağlı olarak yapmak durumundayız. Taksit yok. Ama kitapevlerinin aldıkları kitabın parasını bize ödemesi en erken 4 ayda mümkün oluyor.”
Yayıncıların beklediği bir çözüm var...
“İktidar kağıt üzerindeki vergileri kaldırmalı” diyorlar...
Seyyar Terbiye Sergisi
Cumhuriyet tarihini okurken kenarda kıyıda kalmış çok ilginç bilgilere raslıyoruz. Örneğin...
“Seyyar Terbiye Sergisi” diye bir şey duymuş muydunuz?
Biz duymamıştık... Neymiş Seyyar Terbiye Sergisi...
Üç vagonlu bir trendir bu...
Milli Eğitim Bakanlığı ve TCDD’nin beraber hazırladığı bu tren, 1930’larda Ankara, Kırıkkale, Yerköy, Fakılı, Kayseri, Şarkışla, Sivas, Zile, Amasya, Havza, Samsun gibi demiryolunun ulaştığı şehir ve kasabalarda belirli süre kalıyor... Bu vagonlarda eğitimdeki son yenilikler, halk sağlığına ilişkin faydalı bilgiler sergileniyor. Eğitim cihazları, beden sağlık bilgisine ait filmler, afişler, kitaplardan oluşan ekipman ile bir doktor, bir maarif müfettişi de bulunuyor. Cumhuriyet hükümetleri halkı eğitmek için böyle projeler uyguluyor. Saf ama iyi niyetli, yaratıcı projeler...
Balıkçı
Kim ne derse desin siyasi davetlilere her zaman saygılı davranmışızdır.
Bu yolda ne kadar ileri gittiğimizi rahmetli Gazeteci Çetin Özbayrak Gündüz Vassaf’a anlatmış... O da “Türkiye Sen Kimsin” adlı kitabında (S.254) bize aktarıyor:
“Zamanın Finlandiya Cumhurbaşkanı Kekkonen Türkiye’ye resmi bir ziyarette bulunuyor. Çankaya’da görüşmeler bittikten sonra birkaç gün de İstanbul’da ağırlanıyor. Konuk Cumhurbaşkanı’nın zevklerinden biri balık tutmak... Yılların balıkçısı Boğaz’da balığa çıkıyor. Devlet yabancı konuğunu mahcup etmemek için Deniz Kuvvetlerine bağlı balık adamlar aracılığıyla harekete geçiyor. Kekkonen’in suların derinliklerine sarkan oltasının ucundan birkaç kez çektirilip ucuna canlı balık takılıyor...”
Sahi mi bu yoksa şaka mı, diyecekseniz... Onu Gündüz Vassaf’a soracaksınız...
ARABİK
İstanbul’da bir Arap turist bolluğu göze çarpıyor. Esnaf bu durumdan memnun. Çünkü döviz geliyor. Kimi kesimler ise Arapları maalesef sevmiyor. Oysa Arapların kimseye zararı yok,kimseye sataşmıyor, olay çıkarmıyorlar. Tatlıcılara çok düşkünler. Büyükada’yı seviyorlar.Ancak denize girmiyor, öğle vakti ada turunu bitirip geri dönüyorlar. Bir twitter mesajı gözümüze çarpıyor:
“Nereye gitsem çok miktarda Arapla karşılaşıyorum. Müzeler hariç. Müzelere hiç uğramıyorlar.”
Bu arada çok miktarda gayrimenkul ve şirket satın alıyorlar. Bazılarımız Arapların gelecek yıllarda bizi azınlıkta bırakacağından kuşkulu!
24 notes
·
View notes
Text
"Faiz Lobisi" Tanımının Kökeni
Faiz Lobisi Deyiminin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Danışmanlarının “Interest Lobby” İfadesini Yanlış Çevirisi ile 2013 Yılında Gezi Protestoları Döneminde Oluştuğu İddiası Doğru Değil “Dış güçler”, “karanlık mihraklar”, “kriz lobisi”, “üst akıl”, “paradigma” gibi ifadelerin yanı sıra “faiz lobisi” de son yılların anahtar sözcüklerinden. Bugünün konusu, “çıkar grubu” anlamına gelen İngilizce…
View On WordPress
0 notes
Text
BEN ORHAN VELİ
Ben Orhan Veli
1914'te doğdum
1 yaşında kurbağadan korktum
2 yaşında gurbete çıktım
7'sinde mektebe başladım
9 yaşında okumaya
10 yaşında yazmaya merak saldım
13'te Oktay Rıfat'ı
16'da Melih Cevdet'i tanıdım
17 yaşında bara gittim
18'de rakıya başladım ve şarkı söylemesini çok sevdim
19'dan sonra avarelik devrim başlar
20 yaşından sonra para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim
25'te başımdan bir otomobil kazası geçti
Çok aşık oldum
Hiç evlenmedim
Ben Orhan Veli
Yazık oldu Süleyman Efendi'ye mısra-i meşhurunun yazarı
Duydum ki merak ediyormuşsunuz hususi hayatımı
Anlatayım
Evvela adamım yani sirk hayvanı filan değilim
Burnum var kulağım var pek biçimli olmamakla beraber
Bir evde otururum
Bir işte çalışırım
Ne başımda bulut gezdiririm
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet
Ne İngiliz kralı kadar mütevazıyım
Ne de Celâl Bayar'ın ahır uşağı gibi aristokrat
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele biterim
Malda mülkte gözüm yoktur
Vallahi yoktur
Oktay Rıfat'la Melih Cevdet'tir en yakın arkadaşlarım
Bir de sevgilim vardır pek muteber
İsmini söyleyemem
Edebiyat tarihçisi bulsun
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım
Meşgul olmadığım ehemmiyetsiz
Sadece yazarlar arasındadır
Ne bileyim belki daha bin bir huyum vardır
Ama ne lüzum var hepsini sıralamaya
Onlar da bunlara benzer..
#kaftanheceler ✒️📚☕🍂
17 notes
·
View notes
Note
Netice
Niçin senelerce bütün kuşlara
Mavi denize ve mavi göğe
Hep şiir yazmak için baktım?
Hâlâ hatırlıyorum o günü
Uzun bir hastalıktan kalkmıştım
Yalnız ilk bakışımda camdan
Deniz denizdi, bir defaya mahsus...
Yarım metreyi aşan bu kol
Nasıl tutar gemi direklerini uzaktaki
Ve güzelim çakılları derinliklerde...
Kuş her isteyene türküsünü söyler
Ağaç şairin gidemeyeceği yerde
Gök onu sevenlere kaçmış...
Melih Cevdet Anday
gününün güzel geçmesi dileğiyle 🌼
Beni böyle kendinize aşık edeceğinizi sanıyorsanız doğru sanıyorsunuz Melo hanım 💖 günün benimkinden kırk kat güzel geçsin 🌠
5 notes
·
View notes
Text
Ben Orhan Veli
1914'te doğdum.
1 yaşında kurbağadan korktum.
2 yaşımda gurbete çıktım.
Yedisinde mektebe başladım.
9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak saldım.
13'te Oktay Rifat'ı, 16'da Melih Cevdet'i tanıdım.
17 yaşında bara gittim.
18'de rakıya başladım.
19'dan sonra avarelik devrim başlar.
20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim.
25'te başımdan bir otomobil kazası geçti.
Çok aşık oldum, hiç evlenmedim..
17 notes
·
View notes
Text
Onur ve Zeynep’in karanlığına
Ege ve İzmir’in ışıklarına
Melih ve Eylül’ün karanlığa kibrit yakışına
Efe ve Mine’nin notalarına
Bora ve Nehir’in soy adına
Cihan ve Deniz’in motosikletine
Enes ve Nefes’in asansörüne
Yazıyorum bu satırları başka kitaplardan da çiftleri ekliyerek de yazabilirdim bu satırları ama Beyza Alkoç’un kitaplarından sonra öğrendim kitap sevgimi ve zevkimi. Daha önümde bir sürü okuyacağım kitaplarım, yazacak satırlarım var. Bu karakterler gibisini bulamazsınız başka kitaplarda.
Bazılarının sevdiği kişi ilham oldu notalarına. Bazılarının sevdiği kişi ile buluşma alanı ilham oldu kafesine. Bazılarının hediye ettikleri şeyler ilham oldu çocuklarının adlarına. Bazılarının aşkı ilham oldu ışıklarına. Bazılarının yarış alanı ilham oldu aşklarına. Bazıları aşkları ile anladı soyadının önemini. Bazıları ise bilirsiniz beklenmedik bir yerde tanıştılar, birbirlerini kurtardılar, birbirlerini benzerlikleri ile anladılar, birbirlerini sakinleştirdiler. Bazıları ise bu aşklara şahit olarak bu aşklara aşık oldular. Hayatta çok “bazılar” olacaktır. Belkide bu saydıklarımdansınızdır. Kim bilir? Hayatın çok süprizi var. Mine’nin kaçırdığı 3652 günbatımı gibi kaçırmayın sizde bu hayatı. Her ne kadar kötü zamanlardan da geçseniz şunu anlayın; Zor zamanlarınız, kötü zamanlarınız habercisidir aslında iyi ve süpriz zamanların..
2 notes
·
View notes
Text
ŞARKILARDA GİZLİYDİ ONLARIN BÜYÜK AŞKI!
Kadın 12 yaş büyüktü erkekten.
“Bana mısın?” demediler.
Aşklarını dolu dolu yaşadılar.
Tam “sekiz yıl, üç gün” süren emsalsiz bir hayat ortaklığını, Azrail’in “The End” dediği güne kadar.
Hazin bir ayrılığın / bitişin sembolü gibi.
Bu aleme “Hediyemiz olsun” diye sundular
7 Nisan 2005.
Hikayedeki erkeğin 15’inci ölüm yıl dönümü…
Büyük aşkının bu dünyaya veda edişi ise,
neredeyse 37 yıl oldu.
Masal gibi bir aşk yaşadılar.Duyanlar inanmadı.Tanık olanlar ise, o hazin aşkın bitişine sadece,gözyaşları ile eşlik ettiler.
Genç kadın, İstanbullu aristokrat bir ailenin kızıydı.
İsviçre’de filoloji eğitimi görmüştü.Özel bir lisede İngilizce öğretmeniydi.
O tarihe kadar, bırakın şarkı sözünü, iki satır şiir bile yazmamıştı.
Genç adam, çocukluğundan beri müziğe tutkundu ama Konservatuvar yerine kimya mühendisi olmayı tercih etmişti.
Kendisini “Notaların Efendisi” gibi hissediyordu.
Haksız da değildi aslında,daha o yaşta,
1975 Eurovision Şarkı Yarışması’nın sinyal müziği “Çoban Yıldızı”nı besteleyerek,
şöhrete giden yolun kapısını aralamıştı.
Esmer güzeli naif İngilizce öğretmeni ile Kimyacı bestekar, ilk kez bir davette karşılaştılar.
Ve...
“İşte Öyle Bir Şey…” dedirten,bir sevda masalının kahramanları oluverdiler.Sonra bir daha hiç ayrılmadılar.
Ruhların ve kalplerin valsi başlamıştı.
Ve, o sırada takvimler 1975 yılının serin bir sonbahar akşamını işaret ediyordu.
O günden sonra,içtikleri su ayrı gitmedi.
Aslında dünyaları apayrıydı ama, Müzik onları hep bir çizgide birleştiriyordu.
Artık, dünya onlara “dar” geliyordu.
Genç kadın şarkı sözü yazıyor, Kimyacı sevgilisi onları sihirli notalar eşliğinde unutulmazlar arasına yerleştiriyordu.
Türk Pop Müziği’nin, hala ölümsüz eserleri arasında yer alan
“İşte Öyle Bir Şey”,
“Sevdan Olmasa”,
“Bir de Bana Sor” gibi…
Dillerden düşmeyen şarkılara birlikte imza attılar.
Büyük aşkın bestekarı,
“Hababam Sınıfı” filmine yaptığı müzikle,
“Altın Portakal” ödülünün sahibi oldu.
Türkiye’nin ünlü sesleri için yaptıkları şarkılar
sanki onların aşkını anlatıyordu.“Bende bu cehennem gibi yürek olmasa,
Bende deli rüzgar gibi hasret olmasa,
Bir de cana can katan o sevdan olmasa,
Ah, bu hayat çekilmez…"
Erol Evgin’in seslendirdiği o şarkı
bir kor ateş gibi düştü sevenlerin yüreğine.
43 yıl önce altın plak aldı; o tarihte milyon sattı.
Aralarındaki “derin yaş farkı”na karşın
Türkiye, onları birbirine çok yakıştırdı.
Mümkün olduğunca gözlerden uzak yaşadılar aşklarını.
Ne var ki…
“Koca kadının gencecik çıtır sevgilisi var!” yakıştırması bir “leke” gibi üstlerine yapışır kalır diye çok korktular.
Birlikte gittikleri Polonya’daki Spot Müzik Festivali’nden sonra radikal bir karar verdiler.
“Aşkımızı, bundan söyle kimselerden saklayıp, gizlemeyeceğiz.”
O günlerde, film gibi bir olay geçer başlarından
Kimya mühendisi, yüksek lisans için İngiltere’ye uçar.
Yolculukta müthiş bir fırtınaya yakalanır, ölümden döner.
O heyecanla bir beste yapar ve sevgilisine yollar.
İngilizce öğretmeni, sevdiği adamı korkutan fırtınadan habersizdir.
Hissettiklerini binlerce kilometre öteden satırlara döker.“İşte o an bir fırtına kopar.
Sanki o an yer yerinden oynar
Hoyrat bir rüzgar eserken
Sallanan gemi misali
Sallanır durur içimde dünya…”
Artık, aşk aşktır ve aşk...
Dolu dolu yaşanmaya başlamıştır.
Sonra?Sonra fena halde korktular.Ya bu aşkı Türkiye kabullenmezse?Nitekim, korkuları ağır bastı.Aşklarını kalplerine gömerler ve
saygın bir şekilde bu sevda masalını bitirmeye karar verirler.
Ne var ki,dudaklardan dökülen “inkar sözcükleri”ne karşın, gözlerin yalan söyleyemediği bir kez daha kanıtlanıyordu.
Sadece “iş arkadaşı” olmaya / kalmaya yemin ettiler.
Ve, kader ağlarını örmeye başladı.
İngilizce öğretmeni göğüs kanserine yakalandı.
Tedavi için İngiltere’ye gidip, gelmeye başladı.
O melun hastalığı yenmeye yemin etmişti.
Neşeli görünmeye çalışıyordu ama, aslında
uçsuz, bucaksız derin bir hüzün yaşadığı,
“Koca Çınar” şarkısının sözlerinde kendini belli ediyordu: “Serde delikanlılık, gençlik var koca çınar.
Sevda var, sen sevdanı çiğneyip geçer misin?
Öte yanda gurur var, ölesiye gurur var
Seni unutanları
Sen olsan sever misin?”
*O İngilizce öğretmeni
Unutulmaz aşk şarkılarının söz yazarı Çiğdem Talu’ydu.
28 Mayıs 1983’te o güzel şarkıları öksüz bırakıp, bu dünyaya ve deli gibi aşık olduğu genç sevgilisine veda ederek bu dünyadan göçtü, gitti.
O, milyonların ezberine giren şarkı sözlerine
besteleri ile can veren kimya mühendisi ise
Sihirli notaların yaratıcısı Melih Kibar’dı.
Büyük aşkını kaybettikten sonra, her şeyden elini eteğini çekti.
Müziğe bile kahretti.
O’na da 2000’li yıllarda cilt kanseri teşhisi koydular.
15 yıl önce,7 Nisan 2005’te hayata veda etti.
*Çiğdem Talu ile Melih Kibar’ın “imkansız” aşkı
sekiz yıl, üç gün sürdü.
O zaman diliminde 250’dan fazla şarkıya birlikte imza attılar.
Bunca yıldan sonra bile geriye,dinlerken hepimizin kalplerini “pır pır” ettiren emsalsiz aşk şarkılarını bıraktılar.
Çiğdem Talu ve Melih Kibar,eşi, benzerine az rastlanan ölümsüz bir aşkı yarattıkları şarkılarda yaşadılar ve hissettiklerini Türkiye’ye de yaşattılar.
Şimdi, sizin başınıza gelse, sevdiğinize yaşatabilir misiniz böyle bir sevda masalını.
Son söz: “Her şey seninle güzel; olmayacak düşlerin peşinde koşmak bile…"
9 notes
·
View notes
Audio
“..bir de sevgilim vardır, pek muteber; ismini söyleyemem, edebiyat tarihçisi bulsun.”
Ben Orhan Veli 1914'te doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 2 yaşında gurbete çıktım. 7'sinde mektebe başladım 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım. 13'te Oktay Rıfat'ı, 16'da Melih Cevdet'i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18'de rakıya başladım ve şarkı söylemesini çok sevdim. 19 yaşından sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25'te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşık oldum, hiç evlenmedim. Ben Orhan Veli..
Ben Orhan Veli, “Yazık oldu Süleyman Efendiye” Mısra-i meşhurunun mübdii... Duydum ki merak ediyormuşsunuz Hususi hayatımı, Anlatayım: Evvelâ adamım, yani Sirk hayvanı falan değilim. Burnum var, kulağım var, Pek biçimli olmamakla beraber.
Bir evde otururum, Bir işte çalışırım. Ne başımda bulut gezdiririm, Ne sırtımda mührü-ü nübüvvet. Ne İngiliz kıralı kadar Mütevazııyım Ne de Celal Bayar’ın Sabık ahır uşağı gibi aristokrat. Ispanağı çok severim. Puf böreğine hele Biterim. Malda mülkte gözüm yoktur. Vallahi yoktur.
Oktay Rıfat’la Melih Cevdet’tir En yakın arkadaşlarım. Bir de sevgilim vardır, pek muteber; İsmini söyleyemem, Edebiyat tarihçisi bulsun. Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım, Meşgul olmadığım ‘ehemmiyetsiz’ Sadece üdeba arasındadır. Ne bileyim, Belki daha bin bir huyum vardır... Amma ne lüzum var Hepsini sıralamaya? Onlarda bunlara benzer.
Orhan Veli Kanık, Ben Orhan Veli / Müşfik Kenter'li geceler ...
77 notes
·
View notes
Text
Hayal eden değil, gerçekleştiren!
Rakip Napoli... Dakikalar 9... Rakibin en süratli oyuncusu ceza alanına giriyor... Kırmızı kart ve penaltı riski yüzde 90... O an yapılacak tek bir doğru var ve Merih Demiral o doğruyu yapıyor! Mertens'in ayağına kayıp, tere yağından kıl çeker gibi topu alarak pozisyonu engelliyor. O anı sadece Merih biliyor... Neler yapabileceğini ve daha önemlisi neler yaptığını!
youtube
1998 yılında Kocaeli- Karamürsel'de doğan Merih Demiral, her çocuk gibi sokakta tanıştığı futbola aşık olur. İnşaatlarda kalıp işçisi olarak çalışan babası Burhan Demiral, yaşıtlarına göre fiziği daha iyi olan Merih'i Karamürsel İdman Yurdu'nun futbol okuluna yazdırır. 9 yaşında girdiği Karamürsel altyapısında 4 sene oynadıktan sonra o dönemki hocası Hasan Özeren'le birlikte Fenerbahçe tesislerinin yolunu tutar...
Fenerbahçe'de altyapı hocaları, birlikte geldiği Onur Kaçar'ı beğeniyor ancak Merih'i yetersiz bulurlar. Karamürsel'e dönen Merih 45 günlük özel bir idman yapar ve yeniden denemelere katılır. Bu sefer olmuştur: Merih Demiral, 13 yaşında Fenerbahçe'nin kapısından içeri girer.
Ancak mutluluğu kısa sürer genç Merih'in... 28 Aralık 2012 tarihinde, talihsiz bir trafik kazasında canından çok sevdiği annesini kaybeder. Babası, abisi, Fenerbahçe'deki takım arkadaşları ve hocaları ne kadar uğraşsalar da dindiremezler acısını... Bugünleri en çok annesinin görmesini ister Merih... Juventus formasının sırtında taşıdığı 28 numara da annesinin anısı içindir...
Annesini kaybettikten sonra kendisini tamamen futbola veren Merih, Fenerbahçe'nin ve milli takımın tüm alt yaş kategorilerinde oynar. Vitor Pereira döneminde, henüz 17 yaşındayken A takım kadrosuna alınır. Pereira da Terraneo da, U21 hocası Hasan Kemal Özdemir de Merih'in mutlaka oynaması gerektiğini söyler ancak 'futbol' başka bir şeydir artık... Fenerbahçe yönetimi, Türkiye Kupası'ndaki Antalyaspor maçı öncesi asgari ücret maaşla bir sözleşme önerir. 4 arkadaşı teklifi kabul eder ancak Merih 'hayır' der!
Küçük yaştan itibaren hayalini kurduğu takımın sunduğu teklife 'hayır' demek kolay değildir... Birkaç gün sonra, hala telefonunda duran ve Abdullah Avcı'dan gelen 'Seni Başakşehir'e transfer edelim' mesajına da 'hayır' demek zordur... Ama Merih küçük yaştan itibaren başka hayal daha kurmaktadır; Avrupa'da futbol oynamak. Oynayacaktır da... Çünkü 2012 yılında Twitter'a yazdığı gibi: "Tarih hayal edenleri değil, gerçekleştirenleri yazar.."
Karamürsel'den çocukluk arkadaşı olan menajeri Cenk Melih Yazıcı ve yine Karamürsel'de yetişen, hatta Merih gibi Karamürsel altyapısında oynayan kişisel antrenörü Tayfun Kıy'la birlikte, daha 16 yaşında çizmiştir rotasını... 2015/16 sezonunu sonunda da bedelsiz olarak Alcanenense'ye gider... Bu tercih tesadüf değildir. Hem Tayfun Kıy daha önce bu kulüpte çalışmış ve iyi ilişkiler kurmuştur hem de kendisi gibi Karamürsel'den Fenerbahçe'ye gelmiş olan sol bek Bahadır Çiloğlu, 2016'nın Şubat ayında Alcanenese'ye transfer olmuştur. Bahadır birkaç yıl sonra Türkiye'ye döner ama Merih için bambaşka bir hikaye başlamıştır...
Portekiz'in 3. Lig takımı olan Alcanense'de ilk günleri zor geçer. Ne dillerini bilir, ne yemekleri alışık olduğu gibidir... Evde çok iyi yaptığı kuru fasulye pilavı özler ama pes etmez. En sevdiği film olan Cesur Yürek'i izleyerek motive olur. Bir de hayallerine kavuşunca ne kadar mutlu olacağını bildiği annesini düşünerek... Bu motivasyonu, başarı merdivenlerinden bir adım daha yukarı çıkmasını sağlar ve 6 ay sonra, Portekiz'in en ünlü futbol akademilerinden Sporting'e transfer olur. Bu transfer akademi scoutlarının hazırladığı ve A takım teknik direktörü Jorge Jesus'un imzaladığı bir raporla gerçekleşmiştir.
Sporting U19 takımıyla 1 sezon oynayan Merih, 20 yıllık şampiyonluk hasretine son veren kadroda yer alır ancak A takıma yükseldiğinde 4. stoper olacağını öğrenir. Bu yaşta yedek kulübesinde beklemektense oynayabileceği bir takıma gitmek ister ve kendisine talip olan Alanyaspor'a 'evet' der. Alanya'da da sadece futbola odaklanan ve Süper Lig'e damga vuran bir yarım sezon geçiren Merih, son 7 maçta 4 gol yiyen savunmanın en önemli oyuncusu olur. Bu performansı İtalya'da, Sassuolo'da yankılanır ve Çizme'nin yolunu tutar.
Sassuolo sonrası, hikayenin girişinde anlattığımız Napoli maçı ve Mertens'ten çaldığı topla başlar... Herkesin 'çok konuşup az iş yaptığı' günümüz futbolunda Merih, 'az konuşup çok iş yapar'. Saçıyla, sakalıyla, kıyafetlerle ya da arabalarla değil, futboluyla ilgilenir sadece. Evden idmana, idmandan eve bir hayat yaşar. Beslenmesine, uykusuna, bireysel çalışmalarına dikkat eder ve nihayetinde 2019 yılının yaz ayında 15 milyon Euro karşılığında Juventus'a transfer olur. Yıllardır verdiği mücadele, döktüğü gözyaşı, alın teri sonunda karşılığını bulur. İtalyanların dediği gibi: Roma, bir günde kurulmamıştır...
Merih'in yeni evi artık Juventus... Kısa sürede herkesle arkadaş olan genç futbolcu özellikle Cristiano Ronaldo ile çok iyi anlaşır. Kendisi gibi Sporting altyapısında oynayan Merih'e özel ilgi gösteren Ronaldo, Portekizce de konuşabilen genç stoperi yanından ayırmaz. Küçük yaşta babasını kaybeden Ronaldo, aynı yaşlarda anne acısı yaşayan Merih'i en iyi anlayanlardan... Bu yüzden kendisine benzettiği Merih'in Juventus'a adapte olması için elinden geleni yapar.
Merih, her zamanki gibi canını dişine takarak çalışıyor ve kendi futbolunu oynamak için yeni sezonu bekliyor. Çünkü biliyor ki başarılı olursa herkesten çok annesi mutlu olacak... Merih'in de bu hayattaki en büyük amacı, annesini mutlu etmek...
27 notes
·
View notes