'' Metin değişmez, yorumlar ise çoğunlukla yorumcuların hissettiği umutsuzluğun ifadesinden ibarettir. ''
Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Anadolu’da kurtlar bir belalıdır demiş ve devam etmiş büyük usta...
Bir kurt, bir koyun veya keçi sürüsüne dalar, kurt sadece bir tanesini alır götürür ancak bütün sürüyü parçalar.
Kurt dalmış sürüden artık hayır yoktur...
Koyundan, keçiden başka geçimi olmayan Anadolu köylüsü, eğer sürüsüne böylesine kurt girmişse çöker, biter, açlıkla karşı karşıya kalır.
Bu nedenle kurt gittikten sonra, sabah olduğunda sürü sahipleri gördükleri manzara karşısında donar kalır ve içleri kurda karşı kinle, öfkeyle dolar…
Bu durumda köylü, kurttan öcünü almak ister. Atlarına binerler, köpeklerini, iplerini alırlar, kurt avına çıkarlar. Kurtları intikam için diri yakalamaktır en büyük amaçları.
Usulünü de bilirler ve sonuçta kurtları diri diri yakalarlar.
Kin bağladıkları, öç almak istedikleri kurda bir fiske bile vurmazlar.
Kurdu hiç incitmezler.
Yalnız sağlam bir telle ya da kirişle kurdun boğazına bir çıngırak takarlar ve kurdu okşayarak, sırtını sıvazlayarak ve sevecenlikle öperek salıverirler.
Boğazı çıngıraklı kurt sevinerek, koşarak ayrılır köylülerden.
Ancak çıngıraklı kurt hiçbir canlıya yaklaşamaz çünkü çıngırak sesini duyan her hayvan önceden kaçar, kurt ise boğazında çıngırak, bozkırlar boyunca, dağlar boyunca boşu boşuna koşar durur.
Sonunda kurt dağlarda açlıktan önce yavaş yavaş zayıflar, sonra zayıflıktan güçsüz düşer ve sonunda bağıra, bağıra, bağıra ölür.
Bu, insan aklına gelen işkencelerin, zulümlerin en korkunçlarından birisidir.
Kurt ancak aç kalınca anlar, boynuna çıngırak geçirilirken kendisini okşayanların, sırtını sıvazlayanların ve kendisini sevecenlikle öpenlerin niyetini. ANCAK İŞ İŞTEN GEÇMİŞTİR…
Yaşar Kemal
8 notes
·
View notes
Text
SEVDADIR BU
Ankara'dan beni ikisi komiser dört polis götürdü.
Trenle gidiyoruz. Kompartımanda bir teyze ile bir amca var. Amca galiba demiryolu emeklisi. Yanılmıyorsam kızlarına gidiyorlar. Bir de ben ve dört görevli.
Bu arada polisler horlamaya başladı.
Bunun üzerine o teyze fısıltıyla bana sordu: ‘Oğlum nedir halin?’ Şimdi cevap olarak ne diyeyim?
Siyasi desem olmaz, üniversite öğrencisi, o da olmaz…
Eylemci desem, sosyalistim desem… Tutmayacak…
O kadıncağıza bunlar ne ifade edecek?
Müthiş bir sıkıntı çektim 5-10 saniye… Birden ‘Sevdadır bu teyze’ deyiverdim.
Nasıl aydınlandı kadıncağızın yüzü… Beni kucaklayıp öpmek istedi…
Bir sevgili, bir anne gibiydi. Ömrümce böyle bir anneye, bir ablaya hasret kaldım.
Ahmed Arif
8 notes
·
View notes
Text
Dostoyevski'nin hayatını değiştiren olay neydi biliyor musunuz?
Kendi idam sahnesi…
Çar'ın baskı döneminde, arkadaşlarıyla bir sohbet grubu kurmuştu. Yakalandı. 28 yaşında idam isteğiyle yargılandı.
Mahkemenin sonucunu beklediği gece hücresinden alındı. Ölüm kararı yüzüne karşı okundu. Papaz günah çıkarttırdı. Gözleri kapalı olarak bir direğe bağlanıp, müfreze karşısına geçirildi.
"Ateş" emrini beklerken gerçek karar bildirildi kendisine…
Aslında mahkeme 8 yıl hapis vermiş, Çar bunu 4 yıla indirmişti; ama ona ders olsun diye böyle bir gösteri planlanmıştı.
Böylece "ölüm"le tanıştı; oysa bu sefil oyunda asıl keşfettiği şey, "yaşam"dı.
Stefan Zweig'a göre 4 yıl sonra yaralı parmaklarından zincirleri çıkardıkları zaman sağlığı bozulmuş, şöhreti uçup gitmişti, ama kırık dökük bedeninden her zamankinden daha parlak fışkıran tek bir şey vardı;
Yaşama sevinci…
Yüksek ve sarp bir kayalıkta, ancak iki ayağamın sığabileceği, dar bir çıkıntıda, dört yanım uçurumlar, okyanuslar, sonsuz bir gece, sonsuz bir yalnızlık ve hiç bitmeyecek fırtınayla sarılmış durumda yaşamak zorunda olsam ve bütün ömrümce, bin yıl boyunca, hatta sonsuza kadar o bir karış toprakta durmam da gerekse; o şekilde yaşamak, şu anda bir yarım saat içinde ölecek olmaktan çok daha iyidir.
Bu sözler Dostoyevski'nin Suç ve Ceza kitabında Raskolnikov karakterinin sarf etmiş olduğu sözlerdir.
Aslında Dostoyevski'nin idam anında yaşamış olduğu tecrübelerin aktarıldığı bir metindir.
Durumu en iyi anlatan cümle Nietzsche'nindir;
"Hayatı kaybetmenin kıyısına yaklaşanlar, onu daha iyi tanırlar."
5 notes
·
View notes
Text
Alay Tabibi Yüzbaşı Dimitroyati
57. Alay Şehitliğinin içerisinde Türk ordusunda görev yapan ve burada yatan bir Rum asıllı Dimitroyati’nin mezar taşıdır. Anlatılan hikâyesi şöyledir:
Alaya ölümüne taarruz emri verilmiştir. Tüm subay ve erler ölüme, şehadete hazırlanmaktadırlar. Yüzbaşı Dimitroyati yanında Kur’an okuyan çavuşa seslenerek;
– Çavuş şu Kur’an-ı bana versene!
– Hayırdır Komutanım. Müslüman mı oldun?
– “Yok, be çavuş. İnancımı değiştirmedim Az sonra taarruza kalkacağız ve hepimiz öleceğiz. Biz öldükten sonra bizim cesetlerimizi gömmeye gelenler benim künyemi görünce gâvur zannedip beni düşmanın yanına gömmesinler. Ben bu ülke için yaşadım. Bu ülke için vuruştum ve bu ülke için öleceğim. Vasiyetimdir beni Mehmetçikten ayırıp başka bir yere gömmeyin”
Ver şunu, der. Ve Kur’an-ı alır. Ünüformasının içine koyar Artık o da burada Mehmetçik ile yan yana yatmaktadır.
2 notes
·
View notes
Text
Uzaylı Kafatası Hikayesi
Arkeologlar Afrika'ya gelip uzun kafatasları bulduklarında, Afrika'nın dört bir yanına dağılmış bu sofistike ve ileri medeniyetleri inşa edenlerin "UZAYLILAR"ın kafatasları olduğunu düşündüler.
Uzatılmış kafatası, bazı Afrika kabilelerinin, özellikle de Kongo'nun Mangbetu kabilesinin geleneklerinin bir parçası olmuştur.
Aşağıda 1930'da Kongo Demokratik Cumhuriyeti'ndeki Mangbetu kabilesinden bir anne ve kızı görülüyor. Limpombo'nun (kafa uzaması) beynin daha da büyümesine ve dolayısıyla zekanın artmasına olanak sağladığına inanılıyordu ve bu aynı zamanda bir güzellik işaretiydi.
Mangbetu, kültürel mirasını simgeleyen ünlü Mangbetu arpı/gitarıyla birlikte enfes sanat ve müzikleriyle ünlüdür. Bu değerli enstrümanlar 100.000 dolardan fazla gelir elde ederken, müzikologlar da büyüleyici melodilerini belgelemeye çalışıyor.
Mangbetu, Lipombo olarak bilinen geleneksel uygulamayla elde edilen, belirgin şekilde uzun kafalarıyla Avrupalı sömürgecileri büyüledi. Bebeklerin başlarını bezle sıkıca sararak kültürleriyle özdeşleşen dikkat çekici bir görünüm yarattılar.
Ancak Avrupalıların akını ve Batılılaşmanın yaygınlaşmasıyla birlikte bu uygulama 1950'lerden itibaren giderek azaldı. Bununla birlikte, Afrika sanatındaki şaşmaz Mangbetu figürleri, onların eşsiz estetik mirasının kalıcı kanıtları olarak hizmet etmeye devam ediyor.
3 notes
·
View notes
Text
Bir gün, bir çiftçinin eşeği kuyuya düşer.
Adam ne yapacağını düşünürken,
hayvan saatlerce anırır.
En sonunda çiftçi, hayvanın yaşlı olduğunu
ve kuyunun da zaten kapanması gerektiğini düşünür
ve eşeği çıkartmaya değmeyeceğine karar verir.
Bütün komşularını yardıma çağırır.
Her biri birer kürek alarak kuyuya toprak atmaya başlarlar.
Eşek ne olduğunu fark edince, önce daha beter bağırmaya başlar.
Sonra, herkesin şaşkınlığına, sesini keser.
Birkaç kürek toprak daha attıktan sonra,
çiftçi kuyuya bakar.
Gözlerine inanamaz.
Eşek, sırtına düşen her kürek toprakla müthiş bir şey yapmakta, toprağı aşağıya silkeleyerek yukarı çıkmasına basamak hazırlamaktadır.
Bir süre sonra, komşular toprak atmaya devam edince, herkesin şaşkınlığı altında eşek, kuyunun kenarından dışarı bir adım atıp, koşarak uzaklaşır!
Hayat üzerinize hep toprak atacaktır her türlü pislik ile.
Kuyudan çıkmanın sırrı, bu pisliği silkeleyip bir adım yükselmektir.
Sıkıntılarımızın her biri bir adımdır.
En derin kuyulardan bile yılmayarak,
usanmayarak çıkabiliriz.
Silkelenin ve biraz daha yukarı çıkın...
3 notes
·
View notes
Text
Ey uzak akrabalarım, üvey aşklarım
Mevsim sonu dostlarım, işporta malı ayrılıklar
Arkadaş ölümleri, dost hançerleri, talan ettiğimiz zulalar
Gece telefonları, ıssız konuşmalar
Mağrur incelikler, vurgun yemiş ilişkiler
Uçurum duygusuyla yaşadığımız hayat ey
O kadar çok anlattım ki
Kendime kaldım anlatmaktan...
Bunaldım kendisiyle boğuşmasını
Başkalarında çözmeye çalışan insanlardan
Usandım sözcük oynamalarından, tılsımlı sıfatlardan,
Ofset duyarlılıklardan
Kaç zamandır duru, yalın, çalışkan, iyi insanlar özlüyorum
'İçtenliğin' ya da 'dünya görüşünün' kirletmediği
Kendime bir yeni yıl kartı yazarak bunları diliyorum
Aranıp duruyorum adresini yitirdiğim insanları
Vitrin camlarına yansıyan yüzlerde
Bilmiyorum kalmış mıdır adresini yüzlerinde taşıyan insanlar
Hâlâ bir umut var mıdır
��ıkmaz bir sokağa benzeyen bu avare avunması vitrinlerde
Ne çıkmaz sokaktayım ne de mutsuz
Sadece rüzgârlardan daha güçlü olmak istiyorum o kadar
Açık denizlerde nice yolculuklara yelken açarken
Kış güneşinin mutlu ettiği bir kedi gibi mutlu, emin, tasasız
Sere serpe ve keyifli olmak tek isteğim ve dileğim
Senin ve benim , yani bizim için...
Murathan MUNGAN
5 notes
·
View notes
Text
Bakkal Amca.
Makarna, nişatsa, bulgur, konserve, salça rafları ayrıydı, tıpkı deterjan rafları gibi... Omo, Fay, Pop, Vim, Güneş Sabunu, Puro gibi mamuller bulunurdu. Güneş Sabunu en çok satılan mamul-dü herhalde. Macun kıvamındaydı ve hemen hemen her evde bu¬lunur ve her işi görürdü. Çabucak ve çok köpürürdü.
Necip Akar'ın Gripin'i, Opon, Aspirin gibi ilaçlar, Havilland marka kremler, Pe-re-ja kolonyaları, iğne, dikiş ipliği makaraları, mezuraların yanında dururdu. Defter, kalem, silgi, etiket, dosya kağıdı, kalemtraş, iletki ve gönyenin yerleri de ayrıydı elbette. Bir de kırmızı ve mavi renkli defter kitap kaplanan yağlı kâğıtlar... Karton ve yapıştırıcılar...
Gazocağı iğnesi, her aklı ermeye başlamış erkek çocuğunun ille bir tane satın aldığı, arkasında bir horoz bulunan küçük cep aynaları... Bu ayna kutusunun en vefalı arkadaşı tarak kutusuydu. Ayna alan tarak da alırdı. Karamela, çukulata taklidi tuhaf şekerlemeler de artık çoktan tarih oldu.
1 note
·
View note
Text
ŞARKILARDA GİZLİYDİ ONLARIN BÜYÜK AŞKI..
Çiğdem Talu, Ercüment Ekrem Talu’nun torunu ve Recaizade Mahmut Ekrem’in torununun kızı. Edebiyatçı bir aileden geliyor yani. Filoloji eğitimi aldı, 17 yıl bir özel okulda İngilizce öğretmenliği yaptı.
Mutsuz bir evlilikten sonra, şarkı sözü yazarlığına başladı. Kader karşısına 24 yaşında bir kimya mühendisini çıkarmıştı: Melih Kibar. Kendisi o zaman 36 yaşındaydı.
Çiğdem şarkı sözü yazıyor, Melih beste yapıyordu. Sekiz sene beraber çalıştılar, 270 şarkı yaptılar. Melih’in ifadesiyle öyle görür görmez aşık olmadılar birbirlerine. Önce, ”İşte öyle bir şey,” derken ısındılar birbirlerine, sonra da
“Bende bu cehennem gibi yürek olmasa,
Bende deli rüzgâr gibi hasret olmasa,
Bir de cana can katan o sevdan olmasa,
Ah bu hayat çekilmez” diyerek sanki bir şeyler anlatmak istiyorlardı.
Birlikte gittikleri Sopot Festivalinde, artık her şey ayan beyandı. Ama Çiğdem korkuyordu. “Kocaman kadının çıtır sevgilisi var.” dedirtmek istemiyordu.
Sonra zoraki bir ayrılık… Melih yüksek lisans yapmak için Londra’ya gitti. Ama aşk aşktır. Çiğdem sevdiği adamı görebilmek için fırsat buldukça Londra’ya uçtu.
İki sevgili, 1976 sonunda İstanbul’da buluştular ve 1977’yi Tarabya’da bir restoranda birlikte karşıladılar. İlhan İrem ve Erol Evgin’in desteğiyle Melih Çiğdem'e dedi ki;
Çiğdem, Çiğdem, çiçeklerin en güzelisin sen
Bilmem ki bundan başka sana neler söylesem
Şarkılara can veren ilham meleğimizsin sen…
Ama aradaki yaş farkı hep duvar gibi durdu karşılarında. Dostça ayrıldılar, birleşmeden. Saray terbiyesiyle yetişmiş Çiğdem, bu farkı anlatamıyordu mantığına. Ama birlikte çalışmayı, birlikte üretmeyi sürdürdüler.
1980’lerin başında göğüs kanseri dediler Çiğdem’e. Geç konulmuş bir teşhisti. Çiğdem bu sefer Londra’ya tedavi için gidip geliyordu. Neşeli görünmeye çalışıyordu. Ama lanet bir hastalıktı bu. Bir türlü geri adım atmıyordu. Masraflar artmıştı.
Dostları bir araya geldi, Çiğdem’e destek için. “Çiğdem Talu’ya Selam” adıyla bir konser düzenlediler. O gece bütün dostları şarkı söyledi.
Ama 28 Mayıs 1983’te gazetelerde bir haber vardı: “Şarkılar Öksüz Kaldı.” Evet, şarkılar öksüz kalmıştı ve Çiğdem artık şarkılarıyla anılacaktı.
Çiğdem’in ölümünden sonra Melih kapkaranlık bir sessizliğe büründü. Artık eskisi gibi beste yapamıyordu. Son olarak geçti piyanosunun başına ve selam gönderdi Çiğdem’ine, “Sessiz Veda” şarkısıyla.
Ya, sonra mı? Melih de kansere yakalandı ve 7 Nisan 2005’te Çiğdem’ine kavuşmak için kapadı gözlerini. Tıpkı Çiğdem gibi, aynı arkadaşları aynı camiden, Bebek’ten sonsuzluğa uğurladı Melih’i
İşte, yaşanmış ama bitmemiş bir aşk hikayesi…
Seni düşündüm dün akşam yine.
Sonsuz bir umut doldu içime.
Bir de kendimi düşündüm sonra.
Bir garip duygu çöktü omzuma.
Hani ıssız bir yoldan geçerken,
Hani bir korku duyar da insan,
Hani bir şarkı söyler içinden,
İşte öyle bir şey.
Hani eski bir resme bakarken,
Hani yılları sayar da insan,
Hani gözleri dolar ya birden,
İşte öyle bir şey, işte öyle bir şey.
Seni düşündüm dün akşam yine.
Bir garip huzur doldu içime.
Bir de kendimi düşündüm sonra.
Bir garip duygu çöktü omzuma.
Hani yıldızlar yanıp sönerken,
Hani bir yıldız düşer de insan,
Hani bir telaş duyar da birden,
İşte öyle bir şey.
Hani yağmurlar yağar ya bazen,
Hani gök gürler ya arkasından,
Hani şimşekler çakar peşinden,
İşte öyle bir şey, işte öyle bir şey.
Çiğdem Talu Melih Kibar
0 notes
Text
İnsanlaɾ ɾuh eşinin mükemmel uyum olduğunu düşünüɾ ve hemen hemen heɾkes onu bulmak isteɾ.
Fakat, geɾçek ɾuh eşi,
seni hayattan geɾi koyan şeyleɾi gösteɾen biɾ ayna,
seni hayatını değiştiɾebileceğine daiɾ faɾkındalığa kavuştuɾan kişidiɾ.
Geɾçek ɾuh eşi muhtemelen hayatın boyunca tanıyıp tanıyabileceğin en önemli kişidiɾ.
Tüm duvaɾlaɾını yıkaɾ ve seni hayatın içinde uyanık tutaɾ.
Ruh eşinin amacı,
seni biɾ güzel saɾsmak, egonu biɾaz yıkmak,
sana engelleɾini ve bağımlılıklaɾını gösteɾmektiɾ.
İçeɾi yepyeni biɾ ışık sızabilsin diye kalbini biɾaz olsun kıɾmaktıɾ. Sana, hayatına daiɾ kontɾolünü öyle kaybettiɾiɾ ki değişimin kaçınılmazdıɾ...
Elizabeth Gilbert
3 notes
·
View notes
Text
Afyon'da "Kudret" adlı yerel gazeteyi çıkarmakta olan Cüneyt Mollaoğlu, 1950 yılının Mayıs ayında bir trene binerek Eskişehir'e doğru yola çıkar...
Cumhuriyet'in ilk yıllarından beri çalışan bir trenin kompartımanında, Cüneyt Bey'in yanına Kütahya Garı'nda bir kız çocuğu oturur... Cüneyt Bey cebinden gazetesini çıkarır, okumaya başlar; kız çocuğunun gözü de gazete sayfalarındadır... Akrabası sinirlenerek dirseğiyle dürter, "Evladım ayıptır başkasının gazetesi okunmaz, yapma etme.." Ama çocuk gazeteyi okumaya devam eder, üstelik bununla da kalmaz, Cüneyt Bey'e dönüp "Siz bitirdikten sonra gazetenizi ben okuyabilir miyim?" diye de sorar...
Çocuğa refakat eden akrabası çok bozulur bu duruma, kızın kulağına eğilip, "Sen ne terbiyesiz bir kızsın, tanımadığın bir adamın gazetesi alınır mı?" der... Konuşulanları duyan Cüneyt Bey gülümseyerek gazetesini çocuğa verir ve ardından "Okumayı seviyor musun?" diye sorar... Tarlalar arasından akıp giden trende bir sohbet başlar, gazeteci ve kız çocuğu arasında...
Cüneyt Bey anlar ki yol arkadaşı, okumayı çok seven, kitaplara ilgi duyan bir çocuktur. Sohbet esnasında çocuk ona masallar yazdığını söyler, bu daha da hoşuna gider Cüneyt Bey'in. "Peki," der, "yazdığın masallardan birini bana gönderir misin? Eğer uygun görürsem gazetede basarım... Ama masalını mutlaka daktiloyla yazıp göndermen gerekir."...
Bu sözler çok heyecanlandırır kız çocuğunu, masalının bir gazetede basıldığı düşüncesi günlerce süsler hayallerini... Ama daktilo, ulaşılması zor bir araçtır o günlerde; her yerde bulunmaz, ancak devlet dairelerinde, okullarda vardır. Kız çocuğu, "Nereden, nasıl daktilo bulacağım?" diye düşünürken bir gün Kütahya'da, adliye önünde çalışmakta olan arzuhalcileri görür. Arzuhalciler, okuma yazma bilmeyen insanların devlet dairelerindeki işlerine dilekçe yazan, daktiloyla geçinen emekçi insanlardır. Küçük kız arzuhalcilerin yanına gider ve "Benim bir masalım var, el yazısı, onu size getirsem bana daktiloda yazar mısınız?" diye sorar... "Tamam," der arzuhalci, "ama 2 lira alırım."...
2 lira o zaman büyük bir para, hele ki bir çocuk için. Ama kararlıdır kız çocuğu; haftalar boyunca harçlıklarını saklar, almak istediği karamelaları, bisküvileri yemez, içmek istediği gazozları içmez ve o parayı biriktirip yazdığı hikâyeyi arzuhalciye daktilo ettirerek gazeteye gönderir. yayımlanan ilk öyküsü budur.. Ki yıllar sonra bu ülkenin çocuk edebiyatının en ünlü, en saygın ismi olacaktır. O kız çocuğunun adı, çok sevilen kitaplarının kapağında "Gülten Dayıoğlu" yazmaktadır...
Gülten Dayıoğlu, "Kudret" gazetesinde yayımlanan ilk öyküsünü kaybeder... Gazeteye başvurup arşivinden öyküsünü bulmak ister ancak gazete binasının yandığını öğrenir. Ne gariptir ki Dayıoğlu, gazetede yayımlanan ilk öyküsünde bir baca temizleyicisini anlatmıştır...
Gülten Dayıoğlu ailesiyle beraber İstanbul'a gelir ve ortaokula başlar... Türkçe öğretmeni onun edebiyata olan ilgisini kısa sürede keşfeder. Bir gün, Türkçe dersindeyken müfettiş gelir sınıfa... Öğretmen ders anlatırken müfettiş, Gülten Dayıoğlu'nun yanına oturur. Ders bittiğinde, sınıftaki çocuklar teneffüse çıkarken, öğretmen Gülten Dayıoğlu'nu müfettişle tanıştırmak için durdurur. "Biliyor musunuz Müfettiş Bey, bu çocuk edebiyatla çok ilgili ve inanıyorum ki ileride çok büyük bir yazar olacak."
Müfettiş, çocuğa bakar ve şöyle söyler: "Madem edebiyatı bu kadar seviyor, o zaman bu çocuğu kütüphanede görevlendirelim."
Gülten Dayıoğlu o müfettiş sayesinde kütüphanede görevlendirilir ve raflardaki kitapları tek tek okumaya başlar. O gün derse giren müfettiş, Reşat Nuri Güntekin'dir...
Sunay Akın
Alıntı-Küçük Şeyler
0 notes
Text
"Beyaz kardeşlerimiz bizi uygarlaştırmak için gelmeden önce, hiç hapishanemiz yoktu.
Bu yüzden aramızdan serseri de çıkmazdı.
Hapishane yoksa serseri de yoktur. Kapılarımızın kilidi de olmazdı bu yüzden, hırsızlar da bulunmazdı.
Eğer aramızdan biri; at, çadır ya da battaniye edinemeyecek kadar yoksul ise, bu durumda bütün ihtiyaçları kendisine hediye edilirdi.
Özel mülkiyete çok büyük önem verecek kadar uygarlaşmamıştık.
Para nedir bilmiyorduk. Bu yüzden bir insanın değeri serveti ile ölçülmezdi.
Yazılı hiç bir yasamız, dolayısı ile avukatlarımız ve politikacılarımız da yoktu.
Bu yüzden birbirimizi aldatmak ve kazıklamak durumunda da kalmazdık.
Demek ki Beyaz Adam gelmeden önce çok berbat durumdaymışız.
Bilmem ki, Beyaz Adamın uygar bir toplum için son derece gerekli olduğunu söylediği bu temel şeyler olmadan binlerce yıl hayatta kalmayı nasıl başarabildik?"
Reis John Fire Lame Deer
Dünya Gözüme Kaçtı
1 note
·
View note
Text
Kimsenin birbirine acımadığı, herkesin kolayca birbirinden nefret ettiği, birinin ötekine yardım etmeyi aklından dahi geçirmediği soğuk ve umutsuz bir dünyada yaşıyoruz.
Yalnızlıktan korktuğumuz ama sürekli yalnız kalmaya çalıştığımız, yalnızlığımızın yetmediği ve bitmediği bir çağdayız...!
Ercan Kesal
4 notes
·
View notes
Text
Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır,
Güneş onu yakıp kavurur.
O da Tanrı'ya yakarır, keşke güneş olsaydım diye.
"Ol" der Tanrı.
Güneş oluverir; fakat bulutlar gelir örter güneşi, hükmü kalmaz.
Bulut olmak ister.
"Ol" der Tanrı.
Bulut olur. Rüzgar alır götürür bulutu, rüzgarın oyuncağı olur.
Rüzgar olmak ister bu kez.Ona da:
"Ol" der Tanrı.
Rüzgar her yere egemen olur, fırtına olur, kasırga olur.
Her şey, karşısında eğilir.
Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar.
Oradan esen buradan eser, kaya bana mısın demez!
Tanrı kaya olmasına da izin verir.
Dimdik ve güçlü durmaktadır artık dünyaya karşı.
Sırtında bir acı ile uyanır.
Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır.
Kaderini sev, belki seninki en iyisidir.
Friedrich Nietzsche
61 notes
·
View notes
Text
Kendisini pazarlamaya çalışan kocasını öldüren Çilem Doğan’ın tarihi savunması;
“Erkekler takım elbise giyip önüne bakınca cezası iniyor, benim takımım, kravatım yok, annem apar topar bu tişörtü bulabilmiş. Bir de ne yalan söyleyeyim hayatta kalmış olmanın saklayamadığım bir sevinci var içimde.
Şu adliye koridorlarında yüzüm mor şekilde çok dolaştım koruma kararları için. Başka bir seçeneğim kalmamıştı. O ölmese ben ölecektim.
O size beni pazarlamaya karar verdiğini söylemeyecekti başka adamların koynuna beni sokma planlarını anlatmayacaktı benim patlıcan fazla pişti diye perdeler azıcık kirlendi diye masada kırıntı kaldı diye yediğim dayakları söylemeyecekti.
Kaç kere hastanelik olduğumdan bahsetmeyecekti. Çay bahçesinde çekilmiş bir fotoğrafım var. Biraz yan gülmüşüm. Belki de o fotoğrafı gösterip namussuz karılar gibi çıkmış filan diyecekti. Karısını başka adamlara satan o değilmiş gibi “namusumu temizledim” diyecekti.
Siz onu 3-5 yılla yargılayıp namusu kirlendi diye mazur görüp yandan gülüşümü tahrik sayıp bir de üzülecektiniz adama. Oysa namus benimdir Hakim Bey bir kağıda imza attık diye kimselere bırakmam.
45 notes
·
View notes
Text
27 notes
·
View notes