"...Şimdi düşünelim. "Ne için şu an buradayız? Ne için nefes alıyoruz? Neden insan şu an yaptığı hareketi, bulunduğu anı yaşıyor?..." gibi sorulara verdiğimiz "bilmem ki, herkes yaşıyor ya, böyle sorulara ne gerek var, geçinmek için..." vb. tek yönlü cevaplar gösteriyor ki insan aslında yaşamak için yaşıyormuş gibi davranıyor. İnsanın mutlak olarak potansiyeli ortaya çıksın diye kainatın yaratıldığı bir durumda insan bütün mevcudatın her zerresine karşı hakka girerek kainatın o tüm sesiyle seslendiği hal diline sükut ile cevap vermekle yetiniyor. Bırakalım kainata karşı insan kendi içinde ki hareketlerine, sözlerine, duygularına dahi sanki anlam ifade etmiyor gibi mana çıkararak etrafında ki mevcudat ile kendini ayırt edemiyor.
Aslında insan doğumunda kendisi ve kainat ile ilk nefes alıp görerek manayı anlama yoluna çıkıyor. Varlık alemi tasavvuru zihninde farklı manalar almaya başlıyor bu süreçte. Daha sonra duyularıyla hissediyor, duygularıyla iletişim kuruyor. Adeta varmış, varmışım diye farkındalıklar oluşuyor. Fakat farkındalığını yitiren insan sürecin içerisinde kendini kaybediyor. Gören gözü sadece bakıyor, hisseden kalbi sessizleşiyor. Bu kendini kaybetme onu daha da dehlizlere sürüklüyor. Ve varlık aleminin, eşyanın esiri olma noktasına kadar gelebiliyor. "Ne için burdayız?" sorusunu bırakın burda olmanın farkına varma fırsatını bulamıyor. Zaman ve mekan içinde savrulup gidiyor..."
"Ey hakikati arayan kişi, bu ağzı bağla. Yani çok yemekten, çok konuşmaktan vazgeç. Çünkü bunlar hakikat alemi için birer göz bağıdır. Fazla yemenin ve değersiz şeyler konuşmanın mana alemini müşahede etmeye engel olduğunu gör."
“İnsan olarak yaradılış amacımız nedir?, Ne yapmamız gerekiyor?, Ve bunun sınırı nedir?” gibi belli başlı sorular sınır kavramını düşünmeye başladığımız zaman aklımıza gelir. Bir insanın sınırı nedir? Neler yapmaya muktedirdir?
Bir insanın ne yapabileceği, sınırlarının ne olduğu ile alakalıdır. Sınırlarını ise ancak kendini bilen bilebilir. O zaman insanın en büyük açmazı, kendini bilmek ve sonra da kendini gerçekleştirmek sürecinde gözlemleneceği söylenecektir.
Açmaz. İçine doğduğu toplumda ve kültürde onun ne olduğu ve ne olması gerektiği dayatılır. Kendi özünde ise ne olması gerektiği sadece kendine açılır. Toplum kişiyi kendine hizmet etme boyutunda tutmak, onu köleleştirmek isterken, o ise kendi sınırlarını keşfedebilmek, kendini gerçekleştirebilmek için özgürleşmek zorundadır. İşte bu aşamada insanın ilk sınavı başlar.
Seçim ....
Ancak
Seçme işlemi ise mevcutlar arsından yapılır peki kendi sınırlarının ötesini algılayabilmek ve daha ileri bir algı düzeyine taşıyabilmek için seçimini bu verilerin daha ötesine taşımayı, yeni keşfedilen bilgileri anlamlandırıp, basamak yaparak ne yapabileceği ve kavrayabileceği hususunda kendini daha ileri taşımayı bir seçenek olarak görebilir mi?
Yöneticiler, sömürü düzenlerinin devamı için, toplumun önüne maddî zenginlik, mevki-makam, cennet vaadi gibi arzularını koyarak, bu arzuları aracılığı ile toplumu uyutmak ve sömürmek isterler. İnsanlar arzuladıkları şeyler için kendi iradelerinden vazgeçerek özgürlüklerini yitirirler ve arzuları uğruna toplumu yönetenlerin bilinçli veya bilinçsiz köleleri haline gelirler. Bu seçim bireyin ne kadar özgürlşebildiğine ve kendi tinini izleyebildiğine bağlıdır.
Burada arzu ve istek arasında bir ayrım yapmak gerekir. İstek içinde bulunduğumuz an için ihtiyaçlarımız ile sınırlıdır. Arzu ise bu sınırın aşılması halidir. İhtiyacımızın ötesine isteklerimiz taşmaya başlayınca bu arzuya dönüşür
-her şey seçimle başlar.(Morpheus)
+hayır, yanlış. seçim, güçlülerle güçsüzler arasında yaratılmış bir illüzyondur.(Merovingian)
bu unutulmaz repliği hatırladınız mı (Matrix)
otoriteyle ilgili sorunu olanlar keşfeder
içgüdü, gözlem, bilgi ve iç sessizlik sonrası gerçekleşen eylem var KEŞFETMEK
“all my life my heart has sought a thing i cannot name” -sylvia plath
bu dünyada henüz kimsenin görmüş olmadığı birşey
muhtemelen görülüp bulunabilseydi onu herkes isterdi.
bu yüzden dünya, herhangi birinin ona ulaşabilmesini engellemek için, onu sakladı…
ama bir gün birisi onu bulacak.
onu bulması beklenen kişi aynı zamanda onu bulacak kişi olacak.
olması gereken bu.varlıktaki mana arayışı oryantalizmi doğurdu halbuki bu kendini bulmak için alemi buna alet etmekti Edward Said, dünyanın o kısmına baktığımız bu merceğe oryantalizm ismini veriyor.ne demiş Edward Said amca “Oryantalizm: Batının Doğu Algılayışları” demiş yani şarkiyatçılığı tanımlamış bunun terside var
oksidentalizm yani Doğu'nun Batı algısı
oryantalizm durağan ve geri olduğu ileri sürülen Doğu toplumuna karşı “ilerlemeci, uygar Batı toplumu” şeklindeki tezler, kapitalizmin emperyalist aşamaya doğru ilerlemesinin zeminini oluşturan sömürgeleştirme sürecinin ideolojik kılıfını yaratmıştır. Gerilik ve ilerilik durumları, belli bir tarihsel döneme atfedilebilecek bir tez olabilirse de, Batı merkezci ideolojinin, kapitalizmin Batı’da ulaştığı aşamayı tarihin sonu olarak yüceleştiren çerçevesinden kaynaklanır
hepsine karşı olarak
Materyalizm neyi savunur?
Maddecilik, özdekçilik veya materyalizm, her şeyin maddeden oluştuğunu ve bilinç de dahil olmak üzere bütün görüngülerin maddi etkileşimler sonucu oluştuğunu öne süren, a priori olan hiçbir metafiziksel kavramı kabul etmeyen felsefe kuramıdır. Bir diğer deyişle madde, var olan tek tözdür.
peki ya idealizm
görülüyor ki
Gerçekliğe ilişkin bilginin nereden kaynaklandığı ve bu bilgiye nasıl ulaşılacağı felsefeye ait bir tartışma alanı
Sorunun özü nesne ile öznenin birbirlerinden bağımsız süreçlerin ürünü olup olmadıkları
üzerinden başlamakta ve daha sonra gerçekliğin kendisini üreten unsurların süregiden süreçte
birbirlerini dışlayarak mı, özdeşleştirerek mi yoksa koşullandırarak mı var oldukları konusuna gelip
dayanmaktadır. Bu ana sorunun cevabı ikincil bir soruyu da hemen peşi sıra gündeme getirmektedir.
Gerçekliğin kendisine zihinsel-bilinç (idealist) temelli olarak mı yoksa maddeci-varlık (materyalist)
temelli bir yaklaşımla mı ulaşılabilir?
Olgu ve olayları açıklama, bunların toplumsal bağlarını ortaya çıkartma, aralarındaki ilişkinin
nedensellik (içsel ilişkiler-çelişkiler-etkileşim-süreç) sürecini analiz etme ve varılan sonuçları
genelleştirerek tutarlı bir bütünsellik içinde açıklama ve öngörü oluşmasını sağlama bilimin temel
işlevidir.
Bilgiye ulaşma yöntemi ile bilginin kendisi arasında ayrılmaz bir bağ vardır ve bilimsellik
epistemoloji-ontoloji birliği ile kanıtlanabilir. Başka bir deyişle, bilgiye ulaşma yöntemi ile ortaya çıkan sonuç
çelişkili olmamalıdır.
Kim olursa tanıdık tanımadık, birinin vefat haberini duyunca gözlerim ani bir doluluk oranına ulaşıyor. Aynı imtihanın muhatabı olan bireyler direk empati yoluna girerek acının derinliğinin farkındalığıyla sarsılabiliyor. Dünya üzerindeki hiçbir kayıp kolay ve atlatılır değildir. Ne yokluğu unutulur, ne varlığı. Üstün Dökmen'in cümlesiydi sanırım "sevdiğiniz birinin kaybı yaşandığında insanın içine bir ateş düşer. O ateş hergün biraz biraz azalır ama kırk günden sonra bir kıvılcım kalır ve o kıvılcım ölene dek sönmez, orada öylece kalır". Cümle tam olarak böyle olmasa da mana içeriği buydu. Çok zor, çok ağır, çok sarsıcı, çok yürek yakan, dehşet bir imtihan bu. Ama gerçekten burada Allah'ın rahmet ve merhametinin tecellisi bir anda kuşatıyor insanı. Eğer inanç ve itikad varsa gelenin O'ndan geldiğini, verdiği gibi birgün alacağını, tasarrufların ona ait olduğunu ve kuluna çekemeyeceği imtihanı asla yüklemeyeceğini bildiğimizde o yanan ateş insana zarar vermeyen, acı ama manevi kuvveti ve bereketi olan bir acıya dönüşüyor. İnsan imtihan olunduğu dert, keder ne varsa onları kucaklayabildiği kadar kul ve insandır. Sarıp sarmalamak, acıyı sabr ve tevekkülle beslemek, tüm hamlıkları inancın verdiği kuvvetle pişirebilmek. Kul hep toydur, acemidir, beceriksiz ve acizdir. Allah kuluna öğretir, hem de hediye ede ede öğretir. Bir kedere mi gark oldu, yakınını mı kaybetti, dünyası başına mı yıkıldı; hemen rahmet meleklerini gönderir, tüm o üstünden kalkılmaz sanılan derya deniz sancıların üzerine merhametini indirir, sabrı, tahammülü hediye eder, kalbe dokunur, inşirahını esirgemez.
Bu yazı ne kadar uzatsam da bitmez. Ne benim cümlelerim tükenir ne de o kadar cümleyle manayı anlatabilirim. Allah canları huzuruna çağıracak, farklı farklı vesile ve bahanelerle ölüm vuku bulacak. İsteriz ki hiç gitmeyelim sevdiklerimizi terketmeyelim onlar da hep yanıbaşımızda kalsınlar. Öyle olmuyor, gölgeleri hep üzerimizde, bazen nefesleri bile.. Ama varlıkları ebedi göğsümüzde. Mekanlarını hiç terketmiyorlar. Kim diyorsa ki gitmiş, yok gitmedi. Kim diyorsa ki bitmiş, yok bitmedi. Kalbim de, bu kelamları en aciz şekliyle kaleme döktüren parmaklarım da, hiç sensiz kalmayan aklım da şahit olsun alemi ervahta. Ben seni hiç gittin saymadım, buluşmamız mahşere kaldı, ben umutluyum. Allah ayırmasın, biz seni gittiğin yerde bulmak, beraber olmak, ve ebedi ayrılmamak istiyoruz. Rabbim dua say, yakarış say, dilek say.. Sabrımızın ve hasretimizin sancısını ahirette hediyelendirerek dindir.
Benim Hakk Muhammed Ali Yolu içinde Yolumuza İkrar ve İnancımızaı bağlılığımı dil-e getirdigim bu sözlerimi kötü niyetle elestıren yolunu inancını inkar noktasına gelen erüf ve adetlerini unutan Canlarımız beni incitsede benim onları incitmem söz konusu olmaz çünkü benim almış olduğum yol terbiyem buna izin vermez. inanın bugün bu sözlerimi yed-i ulu Ozanlarımız yazmış olsaydı bugün yolunu inancını erüf ve adetlerini unutan canlarımız yed-i ulu Ozanlarımızıda eleştiri yağmuruna tutmuş olacaklardı..Musa-i kazım düzgün candan alıntıdır
Biri görünen, yani varlık alemi. Tıpkı bir ağacın dalları ve gövdesi gibi göz önünde. Dallar budanır, gövde her kış uyur.
Diğeri gizli olan yani ruhsal alem, ağacın kökleri gibi. Her daim canlı ve uyanık.
Bizim amacımız köklere ulaşmak. Sonsuz, sınırsız olan köklere ulaştığında maneviyatla ilgili olan ruhsal enerjimiz de yükselmiş olur. Çünkü bizler beden kılıfına hapsolmuş ruhlarız.
Mevlana der ki;
İki alem vardır: ilki varlık alemi, ikincisi mana alemi. Varlık alemi gündür gibidir, olan biteni açıkça görürsün. Mana alemi ise gece gibidir, onu bulmak için mutlaka gönül ışığını yakman gerekir.
"İki âlem vardır: ilki varlık âlemi, ikincisi mana alemi. Varlık âlemi gündüz gibidir, olanı biteni açıkça görürsün, kendini kolayca ele verir. Mana âlemi ise gece gibidir, onu bulmak için mutlaka gönül ışığını yakman gerekir."
Burada her makamı kendi döngüsünde dinleyip, kendimce sağaltarak hisler diyarından yazıya döküyorum. Neva vakti döngüsünü tamamlarken havalar ısındı, kuşlar cıvıltısıyla uyandırdı.
Neva makamını yaşarken çok şeyler oldu. Çok şeyler de olmadı. Olmakla olmamak arasında bir gerilim oluşup durdu ve bu gerilim beklenmedik bir alan temizliği, genişleme getirdi.
Neva makamı cesaretin bilgelik ile imtihanı.
Katrede kaynayan manevi yaraları bir bir bulup deşen; önce batından zahire taşıyan -yani bizim bilmediğimiz derin rüya kuyularından, içine uyandığımız bu dünya ve yaşam rüyasına aktaran- ardından ehlileştiren ve hepsini büyük okyanusa yani ummana katan bir makam neva.
Bir meydan açıldı neva makamında.
Herkes kendini getirdi tüm parçalarıyla.
Eksik parçalar uçup geldi oturdu yerine. Oluşturuldu tamamlandı.
Döküldü bu meydana
Meydanda tanımlar ikiliği doğurdu.
Biri tanımlamaya kalktıkça elde var hep iki
Ekilen bir tohumun çatlaması, bir tırtılın kabuğunu kırması, yılanın derisini bırakması, bir insanın ölmesi bir başka insanın doğması gibi mahrem dönüşüm yolculukları neva ile desteklenebilir. Mahremi bozarsak tohumu acaba çatladı mı bakıyım diye alsak ölür, tırtıla kabuğunu kırması için yardim edince o kelebek ölü doğar, insan da geçişlerinde bir içe çekilme ihtiyacı duyar. Yanına gelen insan yardım etmek ister ama seni bir türlü anlayamaz o anda. Daha çok karşılıklı sinir bozukluğu ve düş kırıklığı olur.
Bu hüzünlü yoksunluk hissi de neva nağmelerde gizlenir. Neva bu hali hatırlatıyor. Hücrelerimdeki dönüşümün marşı oluyor.
– Søren Kierkegaard'in dediği gibi "Bana bir ad verirsen o ad dışındaki tüm varlığımı inkar etmiş olursun. " böyle inkar dolu bir hayalin içindeyiz çoğunlukla. Noktaya ulaşmaya çalışan spiraller çiziyoruz. Neva çizilen spirali merkeze çeken bir kuvvet olabilir mi?
Neva bülbülün güle "gel" diye şakımasıdır. Gül gelmez. Bülbül gidecektir, gel gör ki onun önce kanatlarını idrak etmesi gerekir. https://open.spotify.com/track/2XokZzZSmdnhxMMJEP0aRp?si=9lXw5f-_Qh6ZVut3eKSZng
Kraliyet müzik akademisine kabul edilen ilk duyma engelli müzisyen kendisi. Böylece hiç bir şeyin aşka engel teşkil etmediğini kanıtlıyor. Bir şeye o kadar aşk ile yürüyorsunuz ki birden kanatlar açılıyor.
Cesaretin binbir boyutu var. Lao Tzu'ya göre derin bir şekilde sevildiğini hissetmek güç verir. Derin bir şekilde sevdiğini hissetmek ise cesaret verir. Biz bu sevgiden doğan cesarette bir duralım. Bu derin sevgi insanı cesaret ile nerelere götürüyor görelim. Evelyn'in müziğe olan aşkı örneğin. kulağıyla değil bedeniyle duyarak müzik yapıyor. Işitme engelli bir müzisyen olarak daha idrak etmekte zorlandığımız detayda algılıyor sesleri.
Tabi burada aşk dediğim balık severim diyip onu yiyen anlayış değil. O Aşkın hal. Kendinden geçtiğin yere aşk diyorum. Kendini ya da nefsini beslediğin yere aşk demiyorum.
Biz de zevkin/acının doruklarında onu yiyiveriyoruz. Balık yer gibi...
Tasavvuf yolunda aşikânın kıblesi edeptir. Tüketim çağına denk gelen günümüz Aşkları nefsi emareye takılı kalabiliyor. Balık sevdiğimiz için onu bir güzel yeriz. Sevgiyi öldürme ile rahatlıkla ilişkilendirir sevdiğimizi kendi malımız saymaya ya da gönlünü kırmaya meylederiz. Insan nefsi çok kompleks, çok katmanlı. Insanın tekamülünde neye ihtiyacı varsa kuş avlamış kedi gibi getiriyor nefs önüne koyuyor.
"Afet ve af dile" çünkü ikiniz de yangın içindesiniz. Yangın kül eder o küllerden yeniden doğarsın affetdikçe...
Vakti seherde perde açıldı Neva ile. Bu meydana koştu cengaverler. Birliği dirliği dileyerek.
Perde mana alemi ile madde alemi arasindaydı. Işte o kalkınca cascavlak kaldık. Fikirler zikirler değil üryan insan olduk. Bu masivanin boş olduğu esas görünmeyende güzellikler olduğu, vadedilmiş bir cennet olduğu illüzyonu ile vedalaşıp yola çıktık.
Bir cennet varsa o burada her an kurulup her an yıkılıyor. Hep beraber sayemizde çok şükür. Hamdolsun ki biz ışk'dan varız. O ki onun için varız. Andolsun ki uykudayız ve neva bir uyandırma servisi makamıdır.
Cesaret courage cour yani kalpten hareketi getirir. Herşeyin bilgi ile yapıldığı sembolize edildiği, nesnelleştirildigi bu dünyada Cesaret insanın sezgileri ile beraber hayatına kendini kattığı tek gerçek şey. Bilgelik de o katılanlarin birikimi.
Kabuk degistirdin için yandı ama dışın aynı. Etraf aynı herşey aynı. Aç Neva dinle. Ya bu aynılık senin gözüne batmaz kabul gelir yahut da için gibi dışın da bir anda değişiverir. Cesaretin bilgelikle imtihanı Neva bir şekilde yolunu buldurur insana.
Kimi zaman kolektif bizi ortak bilişe getiriyor, kimi zaman da kolektif bizi ortak bölüşe götürüyor. O zaman kalbe ihtiyacımız var. Cesaret ateşi ile yanan yerden birliği doğurmaya ihtiyacımız var.
Pirler erler erenler bu dünyanın kuruluşundan beri derler ki gerçek insana hiç bir kural kaide şart değil o zaten bilgelik terazisine binmiş haritayı cesaretle adımlıyor. Aşk olmuş. Olay bitmiş. Bilgelik zamanla evrilmiş adap olmuş edep olmuş. Aşikanin ışığı bu perdesiz aleme durgun değil coşkun; taşkın da değil ama daim diri olan o ateşi barındırır. O ateş nefsde de vardır güneşte de vardır. Lazımdır lakin bilinmelidir denmişti ya; işte O ateşi unutan açıp Neva dinlesin.
Bir seferdeyiz; ya ebedi saadete, ya da ebedi felakete.. Cenab-ı Mevlâ’nın en mükemmel surette yaratmış olduğu insanoğlunun, varoluş gayesi nefsini tanıyarak yüce yaratıcısını bilmek ve O’na yakınlığı elde etmektir. Bu da, iki cihan serveri Efendimiz A.S.’ın haber verdiği üzere, “büyük cihad” denilen nefisle mücadele ve mücahedeyi başarmakla mümkündür. Hiç şüphe yok, nefisle mücadele, kişinin kendisini ciddi bir kontrol altında tutması, muhasebe ve murakabeyi hayat tarzı haline getirmesi demektir. Nefisle mücadele diyoruz; çünkü insan, bütün zıt sıfatları kendinde toplamıştır ve ciddi bir imtihan geçirmektedir. İnsanoğlunun ebedi hayatını belirleyecek olan bu ciddi imtihan, Rabbi’nin türlü hikmetli ve esrarlı işlerini ibret nazarıyla tefekkür etmeyi mecburi ve zaruri kılar. İnsanoğlu Meleküt Alemi ile şehadet Alemi arasında bir köprü mesabesindedir. Yani hem madde alemiyle, hem de mana alemi ile irtibatlıdır. Böyle iki yönlü yaratılmasının maksadı ve hikmeti, insanın et ve kemikten oluşmuş beden ülkesinden lâhutî iklime, ebedi mutluluk ve safa alemine yükselmesini mümkün kılmaktır. Beden ülkesinin saray hükmünde olan insanî kalp, mahiyeti itibariyle Alem-i Meleküt’tandır. Bu yüzden kalıbı küçük olan kalbin, manadaki enginlik ve genişliğine bir sınır çizilememektedir. Adeta bütün alemler, kainat, insandaki kalp okyanusunun derinliklerine gizlenmiştir. İşte bu şerefli vasıfları ve yüceliği sebebiyle kalp Rabbü’l-Alemin’in tecelligâhı olmuştur. Ve insan kainatın özeti ve yaratılmışların en şereflisi oluşuyla temayüz etmiş ve bütün mevcudatın üstünde bir makam kazanmıştır. İnsanoğlu yaradılış gayesine mutabık veya muhalif olarak müsbet yönde yükselmekte veya menfi yönde alçalmaktadır. Başka bir ifadeyle insan, “esfel-i safilin” ile “alây-i illiyyin” arasndaki büyük mesafede hareket halindedir ve bir yer işgal etmektedir. İnsanın bu iki uç arasndaki yeri, bir tek şeye bağlıdır: Yaradılış gayesi ve hikmetine göre bir tercih yapıp yapmamasna. İnsanın yapacağı bu büyük tercih sebebiyledir ki, o ne melektir, ne de hayvandır. İnsan, hem melekî ve hem de hayvanî sıfatları benliğinde taşır. Bu sıfatlarından hangisini kuvvetlendirici vesilelere yaprsa, o yanı ve o benliği gelişir.
Böylece insan, ebedi felaket ile ebedi saadet arasnda gezinir durur. İman ile inkâr arasında sayısız konaklarda mevki ve mertebe sahibi olur. Menfi yönde sonsuz ile müsbet yönde sonsuz arasında insan manen bir seyir ve seferdedir. Bu iki sonsuz arasında iman, sıfır noktasından müsbet sonsuza doru insanı derhal miraca başlatır. Küfrü tercih ise insanı menfi sonsuza doru ebedi felaket vadisine iter. Sıfır noktasından müsbet sonsuz istikametinde alınan manevi mesafe, imanın kemali ve amel bakımından kuvvetliliği nisbetindedir ve buna nisbetle Cennet-i Alâ da derecesine göre bir mertebedir. Sıfır noktasından menfi sonsuza doru yaratılış hikmetine ters yönde gidiş ise, ancak hakikatlere karşı inatçılığın ifadesidir. Küfrün şiddeti ve manevi benliği tahribat nisbetinde, insan ebedi felaket yurdu olan Cehennemde hak ettiği dereceye iner. İnsanoğlu işte böylesine iki yönlü bir yapıya sahiptir. Unutulmamalıdır ki, her insanın Rabbi’nin uzağına ya da yaknına götüren bir yolculuğu mutlaka vardır. Ve bu yolculuk, insan yaşadıkça devam eder, gider. Mükellef kılınmış varlıklar olan insan ve cinlerin dışında, bütün mahlukat tercih hakkı olmaksızın Rabbi’ne itaat eder ve ister istemez O’nun adına iş görür. Bu haliyle bütün alem O’nun büyük kudretinin şahidi, sanat ve itirazsız kuludur. Her zerresiyle bütün mevcudat kendi hal lisanıyla O’na işaret eder, O’ndan bahseder. Eşref-i mahlukat olan insanın Rabbi’ni anması, hatırlaması, O’nu şanına yaraşır mahiyette yâdetmesi ise, kendi arzu ve iradesine bırakılmıştır. İnsanın iradesiyle Rabbi’ni zikri, mahlukatın hal diliyle yaptığı zikre, cemaatin tesbihine şuurlu bir iştiraktir. Bu durum varoluş gayesinin kalplerdeki tecellisi, dillerdeki terennümüdür. Bu hal, bütün ilimlerin neticesinin, kalbî bir haz, bir feyz ve bir mana olarak, Kelime-i Tevhid gibi bütün hakikatleri temsil eden bir formül halinde dilden dökülmesidir. Bu ses ebedi saadeti müjdeler. Bu ses ve tad imana, iki cihan saadetinin teminatıdır. Bu mübarek telaffuz ve terennüm, daha dünya hayatında iken ebedi cennet hayatnın küçük bir numunesi olan marifetullah ve muhabbetullah deryasına dalarak, doya doya, kana kana içmektir. İşte bu kurtuluş vesilesi, mana hayatının çeşmesi, Kur’an-ı Hakim’in sırrı, kulluğun alamet-i farikası, ebedi saadetin müjdecisi zikrullahtır. Yani Allah’ı anmak, hatırlamak, O’nu yâd etmektir. O’nun noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf olduğunu ikrar ve teyit etmektir. Yani zikrullah, kulluğun özeti, ibadetlerin ruhu ve mihveri, saadetin şifresi ve müminlerin en şerefli nişanıdır. Zikrullah, her şeyden ama her şeyden büyüktür; hatta içinde zikri ihtiva etmeyen her ibadetten de. Çünkü zikrullah en güzel isimlerin sahibi yüce Mevlâ’yı anmaktır. Hakka vuslat yolunda nefs ve şeytanla mücahede ve mücadelede en müessir, en etkili silah zikrullahtır. Zikrullah marifet ve muhabbetin sebebidir ve imanı güçlendirir.
Neticede de müminleri Cennet ve Cemâl’e vasıl eyler. Zikir, tevhide kadar bütün makamları meyvelendirir. Baka hiç bir vasıta ile ulaşılamayan makamlara ulaştırır. Bütün kainat, cereyan eden hayat cazibesiyle, hep aynı gayeye doru bir koşturma içinde. Mutlak kudrete, Hakk’a vuslata, ehad olan Yüce Allah’a doğru koşu içinde. Bütün varlıklar sermest halde dönmede. Ve insanoğlunu kendi fıtratı çağırıp durmada. O’nun vuslatına davet etmede. Kopup geldiği ebed ve ezel sırrı, içinde yanıp durmada. Koşmak, rahmet deryasının muhabbetiyle aynı hedefe koşmak… İşte fıtrata dönüş bu. Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun.
Sureti gördün ama manadan gafilsin…
Bil ki güzel ve iyi yüz, kötü huyla beraber olunca kalp akçaya (Sahte Para) bile değmez. Bil ki zahiri suret yok olur gider, fakat mana alemi ebedi kalır.
Testinin şekliye ne vakte kadar oyalanıp duracaksın? Testinin nakşından geç, ırmağa, suya yürü. Şeklini gördün ama manadan gafilsin. Akıllıysan sedefteki inciyi bul.
Alemdeki bu sedefe benzeyen kalıpların…