#mahmut makal
Explore tagged Tumblr posts
okuryazarlar · 2 years ago
Text
Tumblr media
Türkiye'de köy gerçeğini Köy Enstitüsü'nden yetişmiş bir öğretmen olarak ilk kez cesaretle kaleme alan Bizim Köy'ün yazarı Mahmut Makal’ı aramızdan ayrılışının 5. yılında saygıyla anıyoruz.
41 notes · View notes
selcukaytimur · 2 months ago
Text
Öğretmenler Gününe dair
Öğretmenlerime dair ilk anım ilkokul birinci sınıfta iken yüzüme yediğim bir şamardır. Ne zaman aklıma gelse içim acır. Bu yüzden öğretmenlerimle ilişkilerim her zaman mesafeli oldu ve onları nedense pek sevemedim ben. İstanbul’da, Kağıthane’de otururken başlamış olmalıyım okula, 1960 – 61 olmalı. Neden yedim o şamarı bilmiyorum. 5-6 yaşındaki çocuğu neden tokatlarsın be adam? İlkokulu değişik…
0 notes
gokhanerturkey · 15 days ago
Text
Tumblr media
Harun aleyhisselamın peşinden gittiklerini söyleyen Siyonistler, Harun aleyhisselam gibi değil, Karun gibi yaşadıkları için kan dökmeye devam ediyorlar.
Paraya, sermayeye yön veren Karun karşısında, Harun aleyhisselamın başarılı olduğu gibi, Harun yolunda olan Müslümanlar, er geç Karun gibi dünya piyasasını elinde tutan Siyonizm’i mağlup edeceklerdir.
Mi’rac ve Kudüs davamız
Mahmut TOPTAŞ
Milli Gazete
27 OCAK 2025
•&•
https://www.milligazete.com.tr/makale/23491855/mahmut-toptas/mirac-ve-kudus-davamiz
0 notes
paravesiyaset · 7 months ago
Text
Türkiye'de Siyasal İslamcılığın Gelişimi: Kökenlerden Günümüze - Kendime Yazılarım
Siyasal İslamcılığın kökenleri 19. yüzyıla kadar uzanır. Tanzimat ve Islahat Fermanları ile birlikte modernleşme ve batılılaşma çabaları başlar.
Lakin bazı Müslümanlar arasında oldukça sert tepkilere neden olur. 2. Mahmut dönemi, sarığın yerine fes şalvarın yerine pantolon giyilmesi, hatta 2. Mahmut'un adı gavur padişaha çıkmasına neden olur.
Türkiye'de Siyasal İslamcılığın Gelişimi:
0 notes
eserozetlerim · 2 years ago
Text
İlk Köy Romanı
New Post has been published on https://eserozetleri.com/ilk-koy-romani/
İlk Köy Romanı
(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push();
İlk köy romanı olarak Türk edebiyatında akla ilk başta Nabızade Nazım’ın kaleme almış olduğu Karabibik adlı roman gelir. 1890 yılında yayımlanmış olan bu roman ilk Türkçe köy romanı olmasının yanı sıra bir de ilk gerçekçi köy romanı sıfatını da taşır. Aslına bakacak olursak Nabızade Nazım’ın kaleme almış olduğu bu eseri tam olarak bir roman diye de değerlendiremeyiz. Bu eser için aslına bakacak olursak bir öykü de demek mümkün olabilir. Romandan kısa ama öyküden de uzun olarak kabul edildiği için batı edebiyatının novel türüne daha yakın bir tür olarak düşünebiliriz. Karabibik adlı bu kitap beş ayrı bölüme ayrılarak yazılmıştır.
(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push();
İlk Köy Romanının Konusu
İlk koy romanının konusu nedir diye bir soru sorulduğu zaman Nabızade Nazım’ın eseri olan Karabibik kitabına göz atmak gerekir. Bu kitapta Antalya çevresinde yer alan bir köyden söz edilir. Karabibik adı verilen bir köylü üzerinden Osmanlı Döneminde köylülerin yaşadığı zorlukları, çektiği sıkıntılar, sefalet ve yaşama tutunma çabaları anlatılır.
Karabibik adındaki bir köylü bu dönemde hem sosyo – kültürel hem de maddi anlamda bir takım zorluklarla karşı karşıya kalmaktadır. Ve bu köylü üzerinden pastoral bir yaşamdan genel olarak Anadolu bazında söz edilmiştir. İlk köy konulu roman olarak Türk edebiyat tarihine geçmiş olan bu romanın aynı zamanda ilk gerçekçi köy romanı olması da bu sebepten dolayıdır.
İlk Köy Romanı
(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push();
Karabibik Nasıl Bir Roman?
Karabibik nasıl bir roman gibi bir soruya cevap verecek olursak ilk köy romanı ya da Nabızade Nazım’ın yazmış olduğu ve Türk edebiyatında ilk köy romanı diyebiliriz. Ancak bu romanın nasıl bir roman olduğundan teknik açıdan söz edecek olursak; Karabibik adlı eserin son derece açık, anlaşılır ve duru bir Türkçe kullanılarak yazılmış olduğundan söz etmek mümkün olacaktır. Böylece Türk edebiyatı da belli bir zümreye değil halkın çok kolay bir şekilde anlayabileceği bir dil kullanıldığı için herkese hitap edebilmiştir.
Karabibik romanı realist açıdan da farklı bir boyut kazanarak yaşam mücadelesi ve Osmanlının son dönemlerindeki köylülerin yaşantısı üzerinden toplumsal bir kavramı da beraberinde getirir. Dönemin diğer romanlarından da bu anlamda ayrılır. Genel olarak çağdaşı olan romanlarda zengin ve batıya açılmış olan insanlar söz konusu edilmiştir. Ancak Karabibik romanında Nabızade Nazım, gerçek Türk köylüsünden ve Osmanlı Döneminin son zamanlarındaki halkın yoksulluğundan söz etmiştir. Bu açıdan bakıldığı zaman da toplumsal bir statü kazanmıştır.
Köy Romanı Yazarları
Köy romanı yazarları olarak en başta elbette ki ilk köy romanının yazarı olan Nabızade Nazım gelmektedir. Daha sonra Abbas Sayar, Mahmut Makal, Fakir Baykurt ve Talip Apaydın gibi Türk edebiyatında önemli eserler kaleme almış olan yazarlardan söz edebiliriz.
  (adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push();
0 notes
365lugat-blog · 8 years ago
Photo
Tumblr media
Mermerden de olsa, topraktan çıkmış taştan da olsa, üzerine gelindi mi gidilecek yer aynı. Gerisi lafü güzaf.
5 notes · View notes
bulaniklara · 5 years ago
Text
Alfabede, "Baba bana bal al" cümlesini okurken, sordum: Elli altı öğrenci içinde, yalnız bir tanesi bal görmüş. Gerisi bilmiyor. O çocuk da, başka bir köye gezmeye gittiğinde görmüş. "Öğretmenim, ata mı benzer bal, yoksa kuzuya filan mı?" diye bir soru yağmuruna tutulup tanımlayamamıştım.
26 notes · View notes
hetesiya · 3 years ago
Text
Tumblr media
BÜYÜK YAZARIMIZ YAŞAR KEMAL'İ 7 YIL ÖNCE KAYBETMİŞTİK
28 Şubat 2015'te, 91 yaşında yaşama veda eden Yaşar Kemal sadece ülkemiz gerçeklerini şiirsel bir dille haykıran bir edebiyatçı değil, aynızamanda ulusal sorun da dahil Türkiye'nin tüm temel sorunlarına çözüm getirebilmek için ömrünün önemli bir kısmını sosyalist mücadeleye hasretmiş bir aydındı.
Yaşar Kemal'le ilk örgütlenme yıllarında Türkiye İşçi Partisi saflarında birlikte yer almıştık.
Yaşar Kemal 1964-66 yıllarında yönettiğim Akşam gazetesine sürekli katkıda bulunmuş, Üç Anadolu Efsanesi adlı yapıtının ilk bölümünü oluşturan Köroğlu Efsanesi'ni de ilk kez bu gazetede yayınlamıştım.
Yaşar Kemal, 1967 yılında yayınlamaya başladığımız sosyalist Ant Dergisi'nin de yazar Fethi Naci ile birlikte kurucularından ve sürekli yazarlarındandı.
Yaşar Kemal'in 17 Ocak 1967'de Ant Dergisi'nde yayınladığımız Amerikan Yazarlarına Açık Mektup başlıklı yazısı Türkiye'de anti-emperyalist mücadelenin yükseliş günlerinde uluslararası planda büyük yankı yapmıştı.
Yaşar Kemal 1968'den itibaren eşi Tilda Gökçeli'yle birlikte Ant Yayınları'nın kuruluşuna da katkıda bulunmuş, İnce Memed, Ölmezotu, Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır, Üç Anadolu Efsanesi adlı yapıtları yayınevimiz tarafından yayınlanmıştı.
12 Mart Darbesi'nden önceki dönemde Ant'ta yayınlanan yazıları nedeniyle Yaşar Kemal hakkında açılan 10 davada 43,5 yıl hapis istenmişti.
Kurucularımızdan Yaşar Kemal'i 28 Şubat 2015'te, Fethi Naci'yi ise daha önce, 23 Temmuz 2008'de yitirdik.
Her ikisini ve Ant Dergisi ile Ant Yayınları'na yazıları ve çizgileriyle katkıda bulunmuş olup sonsuzluğa uğurladıgımız Abidin Dino, Alpay Kabacalı, Asiye Eliçin, Ayhan Erer, Aşık İhsani, Aziz Nesin, Barbro Karabuda, Bedrettin Cömert, Can Yücel, Cemal Süreya, Çetin Altan, Çetin Özek, Demir Özlü, Eflatun Nuri, Emin Türk Eliçin, Erol Toy, Fakir Baykurt, Ferruh Doğan, Fethi Naci, Feyzullah Ertuğrul, Güneş Karabuda, Güzin Dino, Haldun Taner, HalukTansuğ, Harun Karadeniz, Hasan İzzettin Dinamo, Hikmet Kıvılcımlı, Hüseyin Baş, Hüseyin Kıvanç, İdris Küçükömer, Kemal Sülker, Kerim Sadi, Mahmut Makal, Mehmed Kemal, Mehmet Ali Aybar, Mekin Gönenç, Memet Fuat, Mıstık, Mim Uykusuz, Muzaffer Erdost, Mümtaz Soysal, Müşür Kaya Canpolat, Müslim Özbalkan, Nadir Nadi, Nebil Varuy, Necdet Onur, Oğuz Aral, Onat Kutlar, Orhan Duru, Orhan Kemal, Orhan Suda, Rauf Mutluay, Refik Erduran, Sabiha Sertel, Sedat Özkol, Selahattin Hilav, Sencer Divitçioğlu, Sermet Çağan, Süleyman Ege, Tektaş Ağaoğlu, Tilda Gökçeli, Ülkü Tamer, Yalçın Çetin, Yalçın Yusufoğlu, Yaşar Uçar, Yıldız Sertel ve Zekeriya Sertel'i saygı ve sevgiyle anıyoruz.
---------------------
Yaşar Kemal üzerine anılarımı ayrıntılı olarak 28 Şubat 2021'de Siyasi Haber'de paylaşmıştım:
3 notes · View notes
caginmumineleri · 4 years ago
Text
PARTİDEN PARTİYE FARK VAR TABİİ!
Tumblr media
Bu Hafta Makale Değerlendirmesi köşemize “Partiden Partiye Fark Var Tabii! ” başlığı altında yazılmış olan değerli bir makaleyi konuk alıyoruz. Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu’nun bu hafta gerçekleştirdiği Haftalık Değerlendirme Toplantısı sonucunda Mahmut Kar: “Pandemi şartlarında karşılamaya hazırlandığımız Ramazan ayını Müslümanların İslâmi ruhi bir atmosferde geçirmeleri için gayret göstereceğiz inşallah. Bu çerçevede İslâm’ın değerlerini Müslümanlara hatırlatacağız, bu değerlere sahip çıkmak ve korumak için mücadele edip gayret göstereceğiz. Müslümanlardan da bu değerlere sarılmalarını isteyeceğiz.” şeklinde açıklamada bulunurken ardından Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Erdoğan, partisinin Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısında: “Amacımız, ülkemizi Ramazan’da genel olarak dinlendirerek bayram sonrasındaki güzel günler için hazırlamaktır. Bugün Avrupa’nın tamamı Türkiye’den daha ağır kapatma tedbirleri uyguluyor. Bu ülkelerin sağlık sistemleri de felç durumdadır. Biz Ramazan’daki tedbirlerle vaka sayılarını birkaç binli rakamlara düşürebilirsek, Mayıs’ta başlayacak turizm sezonu ve ticari hareketliliği yakalayabiliriz” dedi. Şahidiz ki İkisi de siyasi parti ancak ilkinin amacı İslam Dini’ni hayata hakim kılmak ve Ramazan ayını tüm olumsuzluklara rağmen en iyi şekilde değerlendirmek iken ikincisinin amacı ise İslam’ı kendi kötü emelleri için araç olarak kullanmaktır. Yazarımız bununla ilgili çok veciz bir değerlendirmede bulunmaktadır: “Salgının başladığı bir yılı aşkın süredir, Türkiye ve bütün İslâm beldelerinde tek bir tedbir dahi İslâmi ölçüler referans alınarak uygulamaya sokulmadı. Aksine İslâm düşmanı Batılıların aldığı tedbirleri hiç tetkik etmeden yürürlüğe koydular. DSÖ ne dediyse onu yaptılar. İlk taviz verdikleri şey İslâm oldu. Hoş, İslâm yüz yıldır zaten bu rejimlerin hiçbiri için merkezî bir öneme sahip olmadı. Tali meselelerde bir takım İslâmi görüntülere müsaade ettiler; onu da yine halklarını susturma, sindirme ve manipüle etmek için yaptılar.” Sonuç olarak tüm bu muameleler sonucunda ortada bir suçlu arayacak olursak kendini basiretsiz, sefil, batı kölesi, aciz yöneticilerin yönetimine mecbur bırakan biz Müslümanlar suçluyuz. Yapmamız gereken ise bir an önce bu gafletten kurtulup Sadece Allah’a itaatin hakim olduğu Raşid-i Hilafet devletinin kurulması için çalışmaktır.
(İlyas Kösem)
4 notes · View notes
tcmustafaacar · 4 years ago
Text
Biraz uzun bir makale gibi ama çok bilgili çok akıcı ve ilgi çekici. TENGRİ Mİ, TANRI MI, ALLAH MI?
Askerin yemek duası değiştirildi:
Mehmetçik artık… “Tanrımıza hamdolsun” demiyor!
Mehmetçik artık… “Allahımıza hamdolsun” diyor!
Özellikle son yıllarda Peygamber Ocağı'nda askerler arasında sessizce “Tanrı” mı, yoksa “Allah” mı deneceği tartışmaları yaşanırdı.
Kimi “Tanrı” derdi…
Kimi “Allah” derdi…
“Allah” diyenlerin iddiası şuydu:
“Tanrı sözcüğü Hıristiyanlara aittir! Bu söylem İslam'a aykırıdır. Samimi Müslümanlar Allah der!”
Hangi Hıristiyan “Tanrı” diyor:
İngilizler “God” diyor.
Fransızlar “Dieu” diyor.
Almanlar “Gott” diyor.
İtalyanlar “Dio” diyor.
İspanyollar “Dios” diyor.
Daha geçmiş dillere gidersek Latincede “Deus” demek.
Uzatmayayım… Hıristiyanlar “Tanrı” demiyor.
Peki… Nerden çıktı bu hurafe?
Cüneyt Arkın'ın “Kara Murat” filmlerinden! Şaka bir yana…
Filmden romana her dildeki farklı “yaradan” sözcüğü Türkçe'ye “Tanrı” diye çevrilirdi.
Çünkü:
Daha İslamiyet yokken “Tanrı”, eski Türkçe'de “dünyanın tek yaratıcısı ve koruyucusu” anlamındaki “Tengri” sözcüğünden geliyordu.
“Tanrı”, Türkçenin temel sözcüklerindendi. Çinceyi bile etkiledi; “Tengri” Çince'ye “T'ien” olarak geçti. (Çinliler, Orta Asya'daki Tanrı Dağları'na “T'ien-Şan” der.)
Yani… “Tanrı” kelimesinin bizim kültürümüzde binlerce yıllık geçmişi var…
Bu sebeple…
“God”, “Dieu”, “Gott”, “Dios” ya da diğerleri Türkçe'ye “Tanrı” olarak çevrildi. Keza Arapça'da…
Daha düne kadar Diyanet'in, sure-ayet çevirilerinde “Tanrı” sözcüğü kullanılırdı:
“Tanrı'mız bir tek Tanrı'dır. O, merhamet eden, merhametli olandan başka Tanrı yoktur.” (Bakara/163)
Şu anımsatmayı yapmalıyım:
KELİMENİN KÖKÜ
“Tanrı”…
Türk dillerinde, şive ve lehçelerinde ortak olarak hep kullanıldı:
Yakut dilinde “Tangara”,
Tatar-Kuman dilinde “Tengre”,
Çuvaş dilinde “Tura”,
Kırgız-Kazak dilinde “Tengri”,
Karaçay-Malkar dilinde “Teyri” vs…
İktidarda hiç mi kimse kalmadı kendi tarihini bilen!
– Göktürkler yazıtlarında “Tengri” sözcüğü kullanmadı mı?
– Kaşgarlı Mahmut “Divanü Lugati't-Türk” eserinde “Tengri” sözcüğünü kullanmadı mı?
– Oğuz Türkçesinin destanı Dede Korkut hikayelerinde “Tengri” sözcüğü kullanılmadı mı?
– Ahmet Yesevi ‘Divan-ı Hikmet' eserinin 12 şiirinde “Tengri” sözcüğünü kullanmadı mı?
– Yunus Emre, Niyazi Mısri şiirlerinde “Tengri” anlamında “Çalab” sözcüğünü kullanmadı mı?
Liste uzar gider…
Bu sebeple Atatürk döneminde binlerce yıllık Türk kültürüne sadık kalınarak “yaradan” sözcüğü “Tanrı” olarak dilimize çevrildi.
Peki…
Ya “Allah” sözcüğü?
Henüz ortada İslamiyet yokken…
Henüz ortada Arapça yokken…
Sümer ve Babil'de bazı putların “Al-Mah” gibi adları vardı.
Bu dillerdeki “Al” ve “El” sözcüğü daha sonra İbranice ve Arapça'ya girdi. Tevrat üzerine çalışan Alman teolog Prof. J. Wellhausen, “Araplar, tıpkı Nabatlar gibi ‘Allah' adını verdikleri puta taparlardı” diye yazdı. Kaynağı İbnü'l-Kelbî'nin kaleme almış olduğu “Kitabü'l Esnam” idi.
Arapların taptığı putların adları Kur'an-ı Kerim'de de geçer: “El-Lât”, “El-Uzzâ” ve “El-Menât”…
İslam Ansiklopedisi'ne göre “Allah” sözcüğünün kökeni, (4 bin yaşındaki) “Arami” dilindeki “Alaha” kelimesinden gelmekteydi.
“Allah”; Aramiceden doğan Süryani dilinde “Aloho” ve Tevrat İbranicesinde “Elah/Elahim” demekti.
Bu nedenle…
“Allah” adını; Mizrahi/Doğulu Yahudiler, Bahailer, Arapça konuşan Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlar, Türkiye'de yaşayan bazı Hıristiyanlar da kullanıyordu.
Evet. “Allah” sözcüğü İslam'dan çok önce vardı. Örneğin… Daha İslamiyet'in doğmasına 1200 yıl varken Arabistan'da -özellikle şiirde- bolca “Allah” sözcüğü bulunurdu…
HURAFE YENDİ
“Tanrı” değil…
Aksine “Allah” sözcüğü tarih boyunca hep tartışıldı.
Kelimenin kökeni hâlâ tartışma konusu…
Kimine göre “Allah”, “tahayyere” sözcüğünden,
Kimine göre “Allah”, “vilah” sözcüğünden,
Kimine göre “Allah”, “lahe yeluhun” sözcüğünden,
Kimine göre “Allah”, “ma'bud” ya da “liyah” sözcüğünden türetildi. Onlarca örnek veriliyor.
Tek bu tartışma yok.
Kimine göre “Allah” özel isimdir; kimine göre değildir.
Bu tartışmalar hiç bitmeyecek.
Diğer yanda… Dünyanın dört yanındaki Müslümanlar yaradana bildikleri dilde seslenmeye devam edecek. Örneğin…
Farsça “Hüda” diyecek…
Arnavutça “Zot” diyecek…
Boşnakça “Bog” diyecek…
Kimi Müslüman “Rabb” diyecek…
Kimi Müslüman “Rahman” diyecek…
Kimi Müslüman “İlah” diyecek…
Kimi Müslüman “Allah” diyecek…
Ama…
Türk Ordusu'nun yiğit ASKER'i kendi dilinde “Tanrı” diyemeyecek!
İnsanın ağırına gidiyor kulaktan dolma bilgilere yenik düşmek!
Şu hurafenin gücüne bak!
Türkçe kaybetti…
Esenlikler dilerim...
Aziz ÇAKIL
4 notes · View notes
berkayhocamatematik · 5 years ago
Text
Can Sıkıntısı Nedir
Tumblr media
Can sıkıntısı(en. boredom), insanın yapacak bir eyleme sahip olmadığı duygusal durumdur. Oyalanma imkanı bulunmayan bunalım ve tedirginlik hali olarak da düşünebiliriz. Bireyin ilgi eksikliği ile ortaya çıkar. Mevcut koşullara ilgi duymama halidir. Bilişsel açıdan dikkati yöneltme işlemiyle alakalıdır. Dikkatsizlik, ilgisizlik hissi olarak özetlemek mümkündür. Pozitif psikoloji açısından “bireyin yeterli olandan daha fazla beceriye sahip olması” durumudur. Varoluşçulara göre: oyalanmayı sürdüremeyen kişinin varoluşu fark etmesidir. Üç şekilde ortaya çıktığı söylenebilir. Bunlar:
1.İstenen etkinlikten alıkonulma hali 2.İstenmeyen etkinliğe zorlanma hali 3.Nedensiz biçimde, uğraşacak eylem bulamama hali.
Dilin göreliliği ve sınırlılığı içerisinde “can sıkıntısı” içerisine yerleşmiş anlamlardan 3. sünü işleyeceğiz. Can sıkıntısını hareketlerin temeli olarak irdeleyecek, dikkati odaklama eyleminin öncülü olarak anlayacağız. Buradaki sorgulamalar acı çekme, eziyet, üzüntü, vesvese anlamlarından hariç, var oluşsal neden olarak can sıkıntısı anlamına dahildir.
FELSEFEDE CAN SIKINTISI Schopenhauer’e göre: gündelik yaşantımız tutkularımız tarafından yönlendirilmediği sürece can sıkıcıdır. Tutkularımız bunu esir aldığında da  bize acı vermeye başlarlar. Bu nedenle mutluluk için gerçek bir kuvvet fazlalığı gereklidir. Yani istençlerinin hizmeti için gereken ölçünün üstünde zeka fazlalığına sahip olanlar mutludurlar. Yaşam, can sıkıntısı ile acının arasında sallanarak gidip gelendir. İnsan da hayatı boyunca bu ikisi arasında çaba verir. Schopenhauer can sıkıntısını insanın kibrine kanıt olarak gösterir. Ona göre hayat kendi içinde yetkin ve iyi bir şey olsaydı sıkıntı diye bir şey olmazdı. Sadece var olmak bile bizi doyuma ulaştırmalıydı. Hayatın içeriği pozitif değildir. Sıkılmak gibi eylemler hayatın nahoş tarafının belirdiği anlardır. Bak: dmy.info/schopenhauer-felsefesi-hayati/
Heidegger can sıkıntısına büyük dikkat gösterir. Metafiziğin Temel Kavramları ve Metafizik Nedir? adlı eserlerinde özellikle inceler. Ona göre can sıkıntısı, bireyin kendi oluşturduğu dünyaya katlanamadığı bir duruma denk gelir. Varoluş ile beraber olduğu her şey arasına giren ve bunların yaşayan bireye suskun kaldığı durumdur.  an sıkıntısı zamanın donduğu andır. Varlık ve zamanın ivmelenemediği zamandır. Heidegger’e göre insan kendisiyle karşılaşmamak için meşguliyet arar. Kendi içerisinde bir umutsuzluk çölü vardır ve burada yalnız kalmamak için dışarısı ile oyalanır. Tüm dünyada neredeyse herkesin belli başlı inançlar edinmesi bu oyalanmaya örnektir. Din oyalanma için anahtar ögerledendir. İnsan din ile zamanı saklar. En büyük uğraş alanlarındandır. Can sıkıntısı bizi zaman ve varlık problemine götüren bir araç olarak, aynı zamanda bir fırsattır da. Böylelikle hep bastırmış olduğumuz varlık problemini sorgulamanın bir yolu ortaya çıkar.
Blaise Pascal’a göre bazı engellere karşı rahatlık ararız. Rahata ulaştığımızda rahat katlanılmaz olur, çünkü can sıkıntısı gelir. Birey, uyarıcı veya odak olmazsa: hiçlik, varoluşun anlamsızlığını ve varoluşsal kaygı ile karşı karşıyadır. Pascal sonsuz ve sınırsız objenin, yani tanrının bu sonsuz boşluğu doldurabileceğini düşünür.
Erich Fromm gibi eleştirel teoriye mensup düşünürler can sıkıntısını, endüstriyel topluma yönelik psikolojik bir cevap olarak tasarlar. Fromm’a göre: sanayi toplumundaki insan yabancılaştırılmış işgücüdür. Doğadan uzaklaşır, yaşam koşullarında yabancılaşır. Sanayinin, sömürünün ve yıkımın bir üyesi olur. Can sıkıntısı bunların sonucunda ortaya çıkan bir edimdir. Şiddet ve yıkıcılığın en büyük kaynağı olması muhtemeldir. Bilinç harici olarak her zaman devam eder. Teknoloji ve tüketim kültürü sadece buna yönelik dikkati dağıtır. Can sıkıntısı üretici gücümüzün felce uğraması olarak da algılanabilir.
YORUM Her an uğraşacak bir şey, bir meşguliyet aramıyor muyuz? İnsanın doğal uyaranı can sıkıntısı, tepkisi de oyalanmadır. Can sıkıntısı tüm hareketlerin kaynağı olabilir. Aslında tüm evrenin can sıkıntısıyla oluştuğunu söylemek mümkündür. Evren dediğimiz şey, enerjinin yoğunlaştığı odak noktaları ve geriye kalan büyük boşluklardır. Her ne kadar biz gök cisimlerinden bahsetsek de, evrende aslolan boşluktur. Big- Bang(büyük patlama) dediğimiz şey enerjinin küçük bir noktaya yoğunlaşması ve hızlı şekilde genişleyerek dağılmasıdır. Dağılmanın ardından enerji, boşlukta çok ufak noktalarda yoğunlaşmış ve bildiğimiz anlamdaki cisimleri meydana getirmiştir. Atomun %99,999’unun boş olduğunu, evrendeki boşluk oranının da %99.9…(sonrasında 28 tane dokuz var) olduğunu bilmek boşluktaki meşguliyetimizi betimleyebilir. Bu boşlukla ilgili bir yazı daha sonra yazacağım. Şimdilik evrenin oluşumunun dahi boşlukta bir uğraş bulma hareketi olarak göründüğünü söylemeliyiz.
İnsan hayatının büyük kısmı uyumakla ve beklemekle geçiyor. Eylem halinde bile, eylemin içerisinde bekleyişler ve boş zamanlar var. Günümüzün ne kadarı dolu geçiyor? Uyku, trafik, sıralar, insanlar hep vakit alıyor. En dolu anlarda dahi bir şeyler beklemek durumundayız. En basit oyunu oynarken bile yükleme süresini bekliyoruz. Her amaç için kat edilmesi gereken boşluklar var. Hayatın çoğunlukla boşluk olduğunu söylemek mümkün. Anlamlı diyebileceğimiz hareketlerimiz ise, büyük boşluktaki yoğun noktalardır. Bu noktalar haricinde boşluktayız. Boşluk ise can sıkıntısının belirdiği yerdir. Can sıkıntısı insanın boşlukla buluştuğu yerdir.
La_Touche_Lennui_1893-can-sikintisi-dmyinfoBoşluğu hissettiğimiz anda yapacak bir şeyler ararız. Can sıkıntısı, boşluğu doldurma arzusudur. Mevcut koşullar bizi oyalamaya yeterli gelmemektedir. Tatmin olmak için değişiklik yaparız. Olağan akışı bükerek tatmin olacağımız hale getirmeye çalışırız. Evreni oluşturan enerji de varlığı bozunuma uğratarak olağan olmaktan alıkoymuştur. Tüm evreni stabil ve yaygın şekilde oluşturmak yerine odaklamıştır. Belli ki insan dilinde bir arayış olarak anlayabileceğimiz ve can sıkıntısı dediğimiz fenomeni, evren öncesine atfedebileceğimiz bir durum söz konusudur. Evrenin, insanın, kültürün oluşumu boşluk hissinin değişik şekillerdeki doldurulmasıdır. Can sıkıntısını da tüm hareketlerin nedenler bilimi olarak betimleyebiliriz.
Evren can sıkıntısından mı meydana geldi?  Biz de can sıkıntısından mıyız?  Varoluşsal bir neden arıyorsanız soruların cevabı evet’tir. En azından insan dilinde benim bulduğum en doğru sözcüktür. “Sıkıntı” tüm bu gidişatı açıklamaya yaklaşabilen bir sözcüktür. Bir düşünün, neden evren diye bir şey olsun? Atalarımız neden çocuk yapsınlar? Hayatı yaşayıp ölüp gitmek varken, ne diye çocuklarla uğraşmışlardır? Amaç oyalanmak olabilir mi? Binlerce yıldır fiziksel koşullarımız yeterli olduğu halde, neden hala gelişmişlik peşindeyiz? Hayatın bir hedefi yok. Belli bir amacı da yok. Gidişatı ise içeriden betimlemek zor. Ama hala bir şeylerle uğraşıyoruz. Neden arkamıza yaslanıp gökyüzünü izlemiyoruz? Evlerimizde mutlu olmak varken neden dışarıda uğraşlar arıyoruz? Belki de her hareketimizin öncülü olarak “can sıkıntısı”nı tanıyabilir ve bu hissi evrenin diğer parçalarında da görmeye çalışabiliriz.
Bak: Can sıkıntısı nasıl geçer? Bak: dmy.info/yasamin-anlami-nedir/ Bak: dmy.info/hayat-nedir/ Bak: Mahmut Tezcan’dan Yaşlılıkta Boş Zamanlar ile ilgili bir makale.
ALINTILAR Gerçek şu ki: herkes sıkılmıştır ve kendini yeni uğraşlar bulmaya adar. Albert Camus
Herkesin üzerinde uzlaştığı konuşmadan daha sıkıcısı yoktur. Montaigne
Can sıkıntısı öyle bir derttir ki , birbirini sevmeyen insanları birbirine aratır. Arthur Schopenhauer
İnsanın aklı çoğaldıkça, can sıkıntısı artar. Dostoyevski
Can sıkıntısı tüm kötülüklerin anası olduğuna ve sürekli ilerlediğine göre, şüphe yoktur ki: dünya geriye gitmektedir ve kötülük yayılmaktadır. Bu dünyanın en başlarına kadar izlenebilir. Tanrılar sıkılmıştı, bu nedenle insanları yarattılar. Soren Kierkegaard
Bazı şeyler kanatlarımızı açar. Bazı şeyler can sıkıntısı yapar ve hayal kırıklığını incitir. Biri önümüzdeki bardağı doldurur. Biz sadece kutsallığı tadarız. Mevlana
Aynı şeyi tekrar tekrar yapmak sadece can sıkıntısı değildir, kontrol etmek yerine yaptığın şey tarafından kontrol edilmektir. Heraklit
2 notes · View notes
asiminnesliog · 6 years ago
Text
Tumblr media Tumblr media
Esselamu aleyküm!
Yarışma için neler yapılabileceği konusunda düşündük ve sizlere bir fikir listesi hazırladık. Bu liste yeteneklerimizi kullanmaya teşvik olsun, yeni fikirlere ilham olsun diye oluşturuldu. Bu fikirleri üreticiliğinizi kullanarak farklı bir alana adapte edebilirsiniz...
MAKALE İÇİN
🖊Çin-Amerikan çekişmesi ve Amerika'nın Doğu Türkistanlılar üzerindeki menfaati
🖊 Çin’in "Tek Kuşak Tek Yol" projesinin asıl amacı konusu
🖊Çinli düşünür ve aydınların Doğu Türkistan hakkındaki fikirlerini değerlendirme
🖊 Dilşad Hatun, Osman Batur, Mehmed Emin Buğra, Yusuf Has Hacip, İsa Yusuf Alptekin, Kaşgarlı Mahmut ve Rabia Kadir hayatları hakkında biyografik veya spesifik içerikli yazılar
ÖYKÜ İÇİN
🖊 Çin Doğu Türkistan kamplarında kalmış bir çocuğun yaşadıkları.
🖊Doğu Türkistan'da dünyaya gelmiş 7, 8 yaşlarında bir çocuğun gözünden Doğu Türkistan mahalleleri vs. ya da bir zaman kesitinin öyküsü.
DENEME İÇİN
🖊Doğu Türkistan vurgun ya Batı Türkistan?
🖊 "İnsanlara gemi yaptırmanın yolu onlara marangozluk öğretip görev vermek değil engin denizlerin özlemini aşılamaktır" cümlesini Doğu Türkistan temasıyla ümmet olma şuuruyla birleştirmek.
🖊 Uhuvvet değerimiz üzerine bir deneme yazısı.
RESİM ve FOTOĞRAF İÇİN
🌅Doğu Türkistanlı çocukların yaptığı bir "Türkistan Geceleri" romanı tahlil halkasının fotoğrafı
🌅Sahilde kumdan yapılmış bir Çin Seddi'nin dalgalarla yıkılışı
🌅İlham Tohti’nin kitabını okurken orada Müslümanların giydiği kıyafetlerin yasaklandığını söyleyen fotoğraflar var, onları tasviren olması gerekenin, özgür olmanın ifade edildiği çizimler
KARİKATÜR İÇİN
✏Toprak yemekten şişen ve şiştikçe balon gibi ordan burdan patlamaya hava kaçırmaya başlayan bir şişman insan çizip bunun gözlerini çekik, kıyafetini çin bayrağı şeklinde boyamak. Bunu seri şeklinde yapabilirsek 5 karede ne kadar toprak yediğini göstermeye çalışmak. En sonunda patlayarak ölümü. Son karenin bir köşesine şöyle bir şeyler yazılabilir "Çöküşü yakındır Çin'in..."
15 notes · View notes
ansiklomedia · 6 years ago
Text
Mahmut Makal Kimdir?
yazardır (Niğde/Aksaray/Demirci Köyü 1930).
İvriz Köy Enstitüsü’nde okudu, köy çevresindeki okullarda (Aksaray/Nurguz Çardak) öğretmenlik yaparken, gözlem, izlenim ve eleştirilerini “Köy Notları” başlığıyla varlık dergisinde yayımlatmak olanağım (1948) buldu. Çok partili rejime geçiş aşamasında ve 1946-1950 arasındaki CHP-DP çatışmalarında birer belge değeriyle kullanılan bu içten yazılar…
View On WordPress
0 notes
pdfekitaparsivi · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Mahmut Makal – Kuru Sevda
0 notes
edebiyatsoylesileri · 5 years ago
Text
Mahmut Makal / İstanbul'daki varlığı görüp köyümü düşündükçe fena oluyorum
Tumblr media
Mahmut Makal, altı yıllık köy öğretmenliğinden derlediği gözlemlerle 1950'de Bizim Köy'ü yazmış ve 20 yaşında aniden tanınmıştı. Şöhreti rahatsızlık yaratmış, hatta tutuklanmıştı. Aynı yıl İstanbul'a geldi. Akşam gazetesinin muzip muhabiri Ferdi Öner, yazarı Boğaziçi'nde gezmeye çıkardı. Tesadüfen Yahya Kemal ile karşılaştılar...
Bizim Köy'ün müellifi Mahmut Makal'la dün de İstanbul'u dolaştık. Genç köy öğretmeni hayatında ilk defa gördüğü kayığı meğer ne kadar merak ediyormuş. Bir kayık gezintisi yapmamızı istedi.
Yüzme biliyor musun Mahmut Makal?
Mahmut Makal bu sorumdan pek haklı olarak endişe duymuş olacak ki, ürkek ürkek yüzüme baktı, sora cevap verdi:
- Yoksa bir tehlike mi sezinledin ağabey? Suya dökülür müyüz, dersin?
Bizim Köy müellifini bayağı bir korku almıştı. Köylerinin alt başından akan çaya, paçalarını sıvayıp dize kadar girdiğini söylüyor, kayığa binmeyi pek arzuladığı halde denize düşmekten kortuğunu anlatıyordu.
Yeniköy'e geldik ve bir dostun yalısına misafir olduk. Ev sahipleri kayıkhanelerindeki sandalı denize indirdi ve bizim Mahmut Makal'ı teknenin içine buyur ettiler. Yalının önü gerçi kıyı köşe bir yerdi ama küçük küçük dalgacıklar, köy öğretmeninin bineceği sandalı sağa sola yalpalatıyordu. Makal, bir müddet teknenin bu sallanışını seyretti, sonra:
- Bismillah,
diyerek sağ ayağını sandaldan içeriye attı. Bu sırada Makal'ın hali görülecek şeydi. Suyun üzerinde bir türlü sabitleşemeyen bu kaypak nakil vasıtasına her halde itimad edemiyordu. Ben de kayığa atlayınca biraz rahatlar, ferahlar gibi oldu. Sandalcı kürekleri işletince, teknemiz yavaş yavaş açılmaya başladı. Bu esnada Mahmud Makal'ın gözleri küreklere takıldı. Bu acayip tahta parçalarının içine girdiğimiz bu tekneyi istediği istikamete nasıl sürüklediğine akıl erdirmeye çalışıyordu her halde...
Aksilik bu ya... Tam bu sırada 100 metre ötemizden bir Boğaziçi vapıru geçmez mi? Mahmud, vapuru dikkatle seyretti. Fakat az sonra Boğaz vapurunun yaptığı dalga, bindiğimiz sandalı bir çöp gibi sallamaya başlayınca Makal'ın rengi değişti. Kollarını gerdi, bir beşik misali sallanan sandalın pervazlarına olanca kuvvetiyle yapıştı. Genç öğretmen bu hareket ve tedbirle güya sandalın muvazenesini temine çalışıyordu. Makal bir aralık denizin suyunu da merak etti. Denizin tuzlu olduğunu biliyordu şüphesiz. Fakat Mahmut bu bilgisiyle yetinmedi, avucuna doldurduğu deniz suyunu ağzına götürdü ve böylece çeşnisini bizzat muayene etmiş oldu.
Mahmut Makal, köyde ve ilçede telefon görmüştü tabii. Fakat otomatik telefonun ne olduğunu öğrenmek arzusundaydı. Sandal gezimiz bitip de sahile çıktığımız zaman ilk işimiz, köy öğretmeninin matbaaya telefon etmesi için bir telefon aramak oldu. Makinenin başına geçen Makal, numaraları telaştan titreyen parmaklarla döndürdükten sonra aradığı muharrir arkadaşın karşısında hazır olduğunu duyunca hakikaten şaşaladı. Köydeki bataryalı telefonlarla konuşmanın alışkanlığı olacak, karşısına çıkan arkadaşla avaz avaz bağıra bağıra muhavere ediyordu.
Mahmut'un bu telefon bahsinde en hayret ettiği nokta, parmakla çevrilen şu arakamların nasıl olup da bir anda, ta uzaklardaki telefonu çaldırdığı ve muhattabını konuşmadan haberdar edişiydi. Sandal bahsinde olduğu gibi bu otomatik telefon mevzuunda da köydekilere izahat verdiği takdirde kimsenin bu söylediklerine inanacağına ihtimal vermiyor ve şöyle diyordu:
- Tövbe olsun ki, inanmazlar bütün bu olan şeylere...
Öğleden sonra Emirgan Kahvesi'nde meşhur çınarın altında bir müddet oturup yorgunluk çıkarmak istedik. İşte tam bu sırada üstüd Yahya Kemal Beyatlı'nın kahveye geldiğini gördük. Meğer bizim muharrir köy öğretmeni, büyük şairin ezelden hayranıymış. Üstadı görünce, onunla konuşmak çiin can attığını sezmiştim. Telakkileri cidden çok canlı ve pek samimi oldu. Büyük şair, genç köy öğretmeninin eserini okumuş bulunuyordu. Mahmut Makal üstadın uzattığı eli hürmetle öperken, Beyatlı da kollarını açtı:
- Canım evladım Mahmudum..
diyerek onu tam manasıyla bağrına bastı. Her ikisi de bu karşılaşmadan sonr edrece mütehassis olmuştu. Türkiye'nin en genç ve en realist yazarıyla en büyük ve en tanınmış şairi şimdi karşı karşıyaydı. Ne de çabuk anlaştılar, hala şaşıyorum. Beyatlı, Bizim Köy müellifinin sık sık omzunu okşuyor, şöyle diyordu:
- Mahmut Makal evladım, İstanbul'u nasıl buldun? İstanbul güzel şehirdir ve dünyanın hayran olduğu bu beldede yaşamak zevkli olduğu kadar çok zordur. Bilmem sen de böyle mi düşünüyorsun?
Mahmut cevap verdi:
- Ben de sizin gibi düşünüyorum. Üstelik bu güzel manzaralar, benim köye olan bağlılığımı çok daha kuvvetlendiriyor. İstanbul'da her şey var, köyle bunların hiçbiri yok. Bu varlığı görüp öteki yokluğu düşündükçe fena oluyorum. Bu ziyaret ve seyahatim yepyeni bir ufuk açtı bana.
Üstad Yahya Kemal Beyatlı, Mahmut'u onayladı ve şöyle dedi:
- Anadolu'nun yürekler acısı sefaletini içimde duyuyorum. Bizim Köy'ü de gözlerim yaşararak okuduğuma inan evladım. Bu dert, asırların kangren haline getirdiğe bir derttir ki devasını bulmak da sizin gibi idealist gençlere düşüyor.
Kısacası büyük şairle, köy öğretmeni yazar bir anda birbirlerini anlamış, anlaşmıştı. Çaylarını içerken her ikisini de dikkatle süzüyordum. Mahmut'da tevazu ve üstada karşı hayranlık, büyük şairde bu yetenekli köy çocuğunu okşayan ve şevk veren bakışlar...
Mahmut'a dolaşmalarımıza devam edeceğiz...
(Ferdi Öner / 25 Mayıs 1950 / Akşam gazetesi / Arşiv çalışması, dizgi: Serhan Yedig)
Tumblr media
1 note · View note
operasyon · 3 years ago
Text
İntihar eden tıp öğrencisinden sonra CHP’nin tavrı yeniden dikkat çekti.
AKP geçmişin, Demirel’in de değil Çiller’in DYP’sidir diyorum. CHP’ de Atatürk’ün kurduğu partiyle isim benzerliği dışında hiç bir ilgisi kalmamış gerici, aşırı sağcı bir partidir.
Bunu bilmeyenler de bir gün bilecek.
Dersim isyanındaki tavrından dolayı Mustafa Kemal’in çizgisini terketsinler diye oraya sembolik olarak alevi birini uygun görmüş emperyalizm. Bundan ibaret. Adamın böyle bir misyonu olmasa orda beş dakika tutmazlardı.
Benim için Mustafa Kemal İslamcıları orta çağdan çıkarmaya çalışan adam. Sadece bu yönüyle bile tüm dünyada saygıyı hakediyor.
Adam dinden nemalanan müslümanlıkta olmadığı söylenen ve bal gibi de olan ruhban sınıfına savaş açmış, herkes dininin bilsin diye Kuran’ı Türkçeye çevirtmiş, Hırıstiyanlığın Martin Luther’i, neyse İslam için de Atatürk o. Fakat şanssızlığı şuradaki dünyanın en gerici damarı belki bu topraklarda kök salmış. Koskoca imparatorluğu batırmış, çok güçlü bir gericilikten bahsediyoruz burda. Osmanlıyı o kadar geri o kadar kendi başına ayakta duramaz hale getirmişler ki, artık devlet memurları arasında bile yabancı dil bilen kimse kalmamış. 2. Mahmut bu perişanlığa çare olsun diye, dil öğrenmeleri için 150 kişiyi Avrupa'ya göndermek istemiş, ona bile engel olmuşlar gericiler. Padişah bunu bile başaramamış. 
Lafa gelince ilk dünya haritasını Piri Reis çizdi derler. Dine aykırı olduğu gerekçesiyle haritaları yasaklamışlar. Yine Osmanlının son döneminde ülkede harita yok. Savaşa giden nereye gittiğini bile el yordamıyla biliyor. Sarıkamış'ta donan askerlerin komutanlarında bile sadece Rusların hazırladığı haritalar var. Çünkü Osmanlı ülkesinde harita yasak.
Ülkenin yöneticileri bile nereleri Osmanlı toprağı nereleri yabancı ülkelere bağlı artık bilemez hale gelmiş.
Düşünün gerileme halini. Böyle bir ülke ayakta kalabilir miydi?
Gericilik demiri kemiren pas gibi. Koskoca imparatorluğa yapışmış kemiriyor. 
Aynı pas Osmanlıdan miras kalarak cumhuriyete yapıştı. Kurulur kurulmaz yapıştı çünkü gerici damar imparatorluğu yoketmiş olmakla kendi de ölmemişti. Cumhuriyetin ilk yıllarında gericilik virüs gibi mutasyon geçirdi. Dincilik ilk mutasyonsa, aşılar onu tanıyınca,  gericilik bu sefer milletçilik kılığına giren mutasyon oldu.  Bu sözde milliyetçiliğin milletle hiç bir ilgisi yoktu doğal olarak, --  apaçık gördüğünüz gibi şimdide yok- varyant virüsü faşizmdi.
Bir zaman ulusun bütün gelişme çabalarını “şeriat isterük”  “Sümme haşaaa günahh” diye baltalıyorlarsa, sonrasında da bütün gelişmeleri, komünizim propogandası, moskof uşaklığı vb sayarak baltaladılar.
Öz değişmemiştir. Varyant ne olursa olsun özü hep ülkenin ilerlemesini durdurmak, geri bırakmak, değişimleri mümkün mertebe geciktirmektir.
Konunun sınıfsal temellerine girersem, üstüne bir de emperyalizmin gericiliğe olan desteğini, kullanışlı bulmasını da eklersem bu makale kitap olur zaten, ben özet geçmek niyetindeyim.
Güncel durumda ne güzel uydu sembollere. Şimdi artık kendini saklamak zorunda hissetmeyen dincilik ve faşizm olarak iki varyant birleşmiş halde, tüm güçleriyle vücuda saldırıyorlar yok etmek için. Aslında dedikleri şu “ Osmanlı’dan sonra CUmhuriyeti de yıktık yokettik. Sizin hatırladığınız eski Türkiye, biz en geri Türkiyeyi her gün yeniden inşaa edeceğiz. Tamamen yok edene kadar virüs gibi davranacağız.”
Özetle bunu diyorlar bunu diretiyorlar insanlara.
---------
Burdaki anlattıklarımı ben mi anlatmalıyım Kılışdar mı anlatmalı?
Her hafta konuşuyor en az bir gün. Her hafta polemiklere girmek yerine, boş suçlamalarla yada uyduruk savunmalarla uğraşacağına, her hafta on beş dakika halka bunları anlatsa, insanların bilinç düzeyi yükselir biraz daha, biraz daha aydınlanırlar, ama niyet halkı aydınlatmak değil ki, niyet varyantların  gücüne tabii olup ölmekte olan ülkeden bir parçada kendi sefil nefislerine için koparmak. Bence başka hiç bir niyetleri yok.
0 notes