#mürcie
Explore tagged Tumblr posts
teneres · 9 months ago
Text
Tumblr media
Suveyd b. Said el-Herevi'den şöyle rivayet edilmiştir;
Sufyan b. Uyeyne (rahimehullah)'a İrca hakkında sorduk şöyle dedi;
Onlar; "iman sözden ibarettir" diyorlar, biz ise "iman söz ve ameldir" diyoruz. Mürcie farzları terk etse dahi, kalbinden ikrar ile Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik eden herkese Cenneti vacip görüyorlar. Farzların terkini, haramları işlemek babında gördüklerinden dolayı "günah" olarak isimlendiriyorlar. Halbuki bunlar aynı değildir. Zira haramları, helal saymaksızın işlemek "masiyet"tir. Farzları cehalet ve mazeret söz konusu olmaksızın kasten terk etmek ise küfürdür. Bunun açıklaması; Adem (aleyhisselam) , İblis ve Yahudi alimlerinin durumlarıdır. Allah (azze ve celle) Adem (aleyhisselam)'ı ağaçtan yemekten yasaklamış ve O'na bunu haram kılmıştı. O ise melek olmak veyahut kalıcılardan olmak için ağacın meyvesinden kasten yedi. Bunun üzerine o küfürle değil de "asi" olmakla isimlendirildi. İblis'e gelince Allah ona lanet etmiştir. Çünkü Allah ona sadece bir secdeyi farz kılmıştı. O ise kasten karşı çıktı ve "kafir" olarak isimlendirildi.
Yahudi alimlerine gelince, onlar Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)'in özelliklerini, O'nun bir nebi ve rasul olduğunu, tıpkı kendi oğullarını bildikleri gibi biliyor ve dilleriyle ikrar ediyorlardı. Ancak O'nun dinine tabi olmadılar, bu yüzden Allah (azze ve celle) onları "kafirler" diye isimlendirdi. Sonuç olarak haram işlemek Adem (aleyhisselam)'ın ve diğer nebilerin işledikleri günah gibidir. Farzlara karşı çıkarak terk etmek ise küfürdür. İblis'in (Allah, O'na lanet etsin) küfrü böyledir. Farzları bildiği halde ve inkar etmeksizin kasten terk etmek ise, Yahudi alimlerinin küfrü gibi bir küfürdür. Allah en iyi bilendir.
Ebu Nuaym, Hilyetul Evliya 7/295
İsnadı sahihtir.
3 notes · View notes
emretekintr · 4 years ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
BANA MEHMET OKUYAN’I TANITMAYIN !
Şu yaşıma dek kimsenin şahsıyla bir derdim olmamıştır, olmaz da. Ferdî mevzularla ilgili konularda “Görmüyor kendisinin pür hezeyan kellesini, görüyor başkasının zerre kadar zellesini” şeklindeki mısraın tazammun ettiği ince mana rehnümam olmuştur her dem.
Bu gibi konularda “Sizden biriniz kardeşinin gözündeki ufak bir tozu dahi görüyorken kendi gözündeki kütüğü görmüyor” [1] şeklindeki Nebevî ihtarı düstur edinmişimdir her zaman.
Bütün bunlar insanların kişisel ayıpları ve mahfi günahlarıyla ilgili olan kısımdan bahsetmekte. Ancak mesele ümmeti bağlayan, İslam’ı zedeleyen, akidemizi örseleyen ve bütün aidiyetlerimizi yerle yeksan eden bir konu olunca iş değişir ve değişmelidir. Bu konu hakkındaki Nebevî tutum ve sahabe ahlakı da böyledir ve bunu rivayet kitaplarının özellikle “Kitabu’l-İ’tisâm bi’l-Kitab ve’s-Sünne” bölümüne az-çok muttali olanlar bilir.
Gerek ders ve seminer gibi faaliyetler için çağrıldığım meclislerde ve gerekse kaleme aldığım bir kısım makalelerdeki eleştirilerim üzerine bazı kardeşlerimin “O mevzu öyle değil, Okuyan hoca öyle demiyor, o aslında şunu demek istedi” gibi cümlelere benzer sözlerle yaptıkları itirazlara hedef oluyorum.
Öncelikle şunu belirtmek isterim: İlimle iştigal eden arkadaşlar da bilirler ki ulemanın bir kısım ifadelerinde işkâller olur ve bu talib-i ilim olan kimseyi yorar. Yahut bazı ibareler kimi zaman okuyanıyla konuşmaz ve saatlerce sizin kitap başında kalmanıza vesile olur. İşte bu tarz icmaller bir kelamı yanlış anlamanıza vesile olabilir. Yahut farklı etkenler de bu konu da müstakil bir sebep olma niteliğindedirler. Eşref Ali Tehanevî’nin “el-İntibahat”ı, yahut Habenneke’nin “el-Akîdetu’l-İslamiyye”’sinin ilgili bölümü bu konuda yeterli malumatı verirler zaten…
Ama biz burada ne İbn Hümam’ın “Tahrir”’i ne de Îcî’nin “Mevakıf”’ından bahsediyoruz. Biz burada konuşmasındaki sathîliğin ve sığlığın tabanla müsavi olduğu birisinden bahsediyoruz. Bizim burada bahsini yaptığımız kişinin niyeti de belli ameli de. Saklamıyor zaten, açık bir şekilde sünnet ve hadise mesafeli olduğunu haykırıyor bütün hissiyatıyla.
Müşahhas bir misal çerçevesinde biraz daha aydınlatalım konumuzu:
Of’ta, babamın takdimciliğini yaptığı bir kutlu doğum etkinliğine davetli olarak katılan Mehmet Okuyan orada da mahareti(!)ni sergilemiş ve –tabir yerindeyse- eteklerindekini dökmüştü bundan takribi on yıl kadar önce. Hadiseyi bilfiil müşahidi olan babamın yazısından alıntılıyorum:
“ (…) Of’ta kutlu doğum etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen konferansta konuşan 19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Mehmet OKUYAN da konuşma ve tavırlarıyla Hz. Peygamber’i üzmüştür. Konferans bitiminde kendisine eski Of Müftüsü Resul GÜMÜŞ Bey tarafından takdim edilen gülü aldıktan sonra tekrar mikrofonu eline alıp aynen şunları söylemiştir: “Bu gül çok güzel bir şey, Muhammed ﷺ ’i temsil ediyor. Ancak bana gül değil de Kur’an takdim edilmesini arzu ederdim. Bir daha ki gelişimde bana gül değil Kur’an verin.” [2]
Bu tavır çok söz götürürse de ben yazının hacmini göz önünde bulundurarak kanaati okuyucuya bırakıyor ve tek cümlelik “Bu Peygamber’le Allah’ın arasını tefrik etmek değilse nedir?” istifhamıyla iktifa ediyorum.
Bir diğer hadise;
Of’ta Kavakpınar (Yaranoz)’da katıldığı bir icazet merasiminde bir ayet-i kerimeyle ilgili şahsi görüşünü kürsüden dillendiren Okuyan’ı muhterem bir hoca efendi sohbetten sonra ikaz eder. Ve “Bu konuda Buhari’deki şu rivayet senin dediğinin aksini söylemektedir. Hz. Peygamber bu ayeti zaten açıklamış, böyle bir manaya niçin gidelim? Bu hadisi niçin zikretmediniz” der. Okuyan’ ın cevabı nettir: “İhtiyaç duymadım.”
Şimdi soruyorum: Sefer ayetiyle ilgili kendisine sorulan “Biz bunu Kur’an’da bulamamamıza rağmen niçin seferde namazımızı kısaltıyoruz? Hâlbuki biz Kur’an’da sadece korku namazının zikredildiğini görüyoruz ”şeklindeki soruya “Ey kardeşimin oğlu! Allah Muhammed ’i gönderdiğinde biz hiçbir şey bilmiyorduk. Şu halde biz sadece Resulullah ’ın yaptığını gördüğümüz şeyi yaparız. Seferde namazı kısaltmak Resulullah ﷺ ’ın takip ettiği bir yoldur” [3] cevabını veren İbn Ömer (r.a) ’le Kur’an hakkındaki şahsi görüşünü ille de diretmek ve haklı çıkarmak adına Hz. Peygamber ﷺ ’in sahih bir ayet tefsiri için “ihtiyaç duymadım” ifadesini kullanabilen Okuyan’ ın yolu aynı yol mudur?
Biliyorum, yine birileri çıkacak ve “Öyle demek istememiştir” gibi hezeyanlar savuracak. O halde soruyorum: Buhari rivayeti karşısında bir müminin yapacağı şey şundan başka ne olabilir: Ya bu rivayetin senet ve metin tenkidini yapıp mukni bir şekilde rivayetin Hz. Peygamber ﷺ ’e ait olmadığını ispat edecek, ya da Kur’an’a uyacak ve “ Ne inanan bir erkek ne de inanan bir kadın için Allah ve Resulü bir işe hükmettiğinde kendiişlerinden birini seçmeleri olamaz” [4] ayeti gibi Resul’e itaat ve ittibaya çağıran onlarca ayetle amel edecektir.
Ama gel gör ki; heyhat, “Müminlerin seslerini dahi Hz. Peygamber ﷺ’in sesinden daha yüksek çıkartmalarının amellerinin iptaline kadar gideceğini haber veren Kur’an’ın sözde okuyucusu Okuyan, şahsi tefsir çıkarımlarını ve kişisel istinbatlarını Peygamber ﷺ’in tefsirinin önüne takdim etmekte hiçbir beis görmüyor ve gayet rahat bir tavırla “ihtiyaç duymadım” diyebiliyordu.
O günden bu yana farklılık arz edecek en ufak bir değişme var mı? Pek tabi ki yok, olamaz da. Çünkü Müminlerin cumhurunun yolunu bırakıp da şaz görüşlerle yeni bir İslam anlayışı türeten kişilerin ilk cezasının tercih ettiği batıl inancıyla baş başa bırakılmak olduğunu söyleyen bizzat Kur’an’dır. [5]
Rabbimiz! Bizi hidayet buyurduktan sonra kalplerimizi kaydırma ve bize tarafından bir rahmet bahşet! [6]
Sözün özünü söyleyelim öyleyse dostlar!
Okuyan gibilerinden ötürü ümmet adına en ufak bir kaygım yok şahsen benim.
Çünkü bunların Oku yandır ve tarihten bu yana hedefini hiçbir dem bulmamıştır, bulamaz da zaten.
Bunlardan kat kat daha birikimli ve sünnete mesafeli tavrın atası sayabileceğimiz Alois Sprenger’lerin adını duyan var mı sahiden? Kuraniyyûn ekolünün mesnetleri Abdullah Çekralevî, Ahmeduddin Amritsârî, Gulam Ahmet Perviz, Seyyit Ahmet Han’ların sanından bahseden var mı hiç? Hepsi tarihin çöplüğündeki layık olan yerlerindeler şu an.
Bu gök kubbe altında 13 asra yakındır Şark’tan Garb’a her dem konuşulan yine Ebu Hanife’dir. On üç asra yakın zamandır adı anıldığında ağızlardan Rahimehullah cümlesinin eksik edilmediği kişi yine İmam eş-Şafii’dir.
Adları hadis halkalarında yüz yıllardır sena ve rahmetle anılan yine İmam Malik’ler ve Ahmed b. Hanbel’lerdir.
Yüz yıllardır ders halkalarındaki rahlelerin üzerinde yine İbn Salah’lar, Gazaliler, Razi’ler, Cürcani’ler, Taftazâni’ler, İbn Hacer’ler, Aynî’ler, Mollla Hüsrev’ler, Münavi’ler, Suyuti’ler, Ailyyu’l-Kârî’ler, İbn Abidin’ler, Halebi’ler’in eskimez eserleri vardır ve kıyamete kadar da eksik olmayacaktır biiznillâh.
İşte bu Allah Teâlâ’nın ehl-i sünnetin yolunun hakkaniyetine adeta bir delil olarak tayin ettiği bereket değil de nedir kardeşlerim?
Nerede tarihin fî sayfalarına gömülen Mu’tezile? Nerede Hariciye, Mürcie, Neccariye, Cebriye ve Dırariye gibi yüzlercesi? Hepsi Şehristani’nin “el-Milel”i, İbn Hazm’ın “el-Fisal”i, İsferâyini’nin “et-Tabsir”i veya Sırrı Giridî’nin “Ârâu’l-Milel”’inin sayfalarında kaldılar.
Yazık!!!
ÖMER FARUK KORKMAZ
-----------------------------------
[1] Benzer bir rivayet için bkz. Buhari, “el-Edebu’l-Müfred”, No: 886
[2] Kemal KORKMAZ, “Cemre Dergisi”
[3] Nesaî, Kitabu Taksiri’s-Salat fi’s-Sefer, No: 1434, İbn Mace, “Sünen”, Kitabu İkameti’s-Salat, No: 1066, Suyuti, “ed-Dürru’l-Mensur”, II/609, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabî, Beyrut-Lübnan, 2001, B.I
[4] Kuran, Ahzab, 36
[5] Kur’an, Nisa, 115
[6] Kur’an, Âl-i İmrân, 8
12 notes · View notes
belkidebirharfimben · 3 years ago
Text
Bediüzzaman 'helalleşmeye' ne derdi?
Peyami Safa'nın 'Kavga Yazıları' isminde bir eseri var. Belki pek bilinmeyişinin bir nedeni de eserdeki ağır CHP eleştirileri. 'Eleştiri' derken bile çok iyimser olduğumu düşünüyorum arkadaşlar. Çünkü söylenilenler 'eleştiri' boyutunu çok aşıyor. Neredeyse 'umutsuzluğa' dönüşüyor. Evet. Peyami Safa CHP hakkında umutsuz. Değişebileceğine inanmıyor. Hatta bir yerinde güldürerek de diyor ki: İsminin başındaki 'cumhuriyet'i kaldırıp yerine 'şeriat'ı da getirse dine karşı kem tutumunun değişeceğine inanılmaz. Daha buna benzer çok şeyler söylüyor. Meraklananları kaynağa havale edelim. Peki ben bu kitabı neden hatırladım? Malumunuz: Bugünlerde bir 'helalleşme' tartışmasıdır gidiyor. Kabukta görünen birşey yok gerçi. Ama içini alabildiğine iyimser hayaller dolduruyor. İşte ben bu iyimserliğe de taraftar değilim. Şeytanın sağdan yaklaşması gibi görüyorum. Kolay yutulan bir zokanın tekrar suya salınması zannediyorum. Hani Kur'an'da Cenab-ı Hak uyarıyor: Şeytan insanı Allah'la da kandırabilir. Sözgelimi: 'Rahmet' gibi bir marifetullah elmasında ifrat ettirerek de yoldan çıkarabilir. Nitekim Mürcie gibi sapkınlıkların ortaya çıkışı bu demagojiyledir. Onlar sonsuz rahmeti 'ne kadar günah işlerlerse işlesinler cehenneme atılmayacaklarına' yormuşlardır. Elbette bu tevil bâtıldır. Çünkü Allah sadece 'Rahman' değildir. Aynı zamanda 'Kahhar'dır. 'Celil'dir. 'Azizün Züntikam'dır. Demek kandırılmak en masum manalarla bile mümkün. 'Rahmet' gibi en parlak bir kemalle olabileceği gibi onun bizdeki gölgesi nakıs 'merhamet' ile de olabilir. Yani biz de kimi zaman merhametimiz suistimal edilerek kandırılabiliriz-kandırılıyoruz: Kendisini çok zor durumdaymış gibi lanse edene yardımda bulunduktan sonra anlıyoruz ki mesela: Aslında hiç öyle değilmiş. Veya hatasından çok pişman bir dostumuzu affediyoruz. Fakat o hatalarını pişkince tekrarlıyor. Bunlar oluyor. Elbette Allah iyiliğimizi zayi etmiyor. Fakat bazen süreç bizi ağır sıkıntılara uğratabiliyor. Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikası'nda 'affedişte yapılacak bir ifrat'ın nasıl kem sonuçlar doğurduğunu-doğurabileceğini şöyle anlatıyor: "Ehl-i Sünnetin selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebep ihtar edildi. Birincisi: Bu asrın acip bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; 'Biz buna müstehakız' derler. (...) Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur." Bakınız, Bediüzzaman'ın "Zulme rıza zulümdür!" sözü çok iyi bilinir, ama "Başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur!" dediği çok bilinmez. Mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde yine der ki: "Fert mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; mütekellim-i maalgayr olsa hıyanettir, amel-i tâlihtir. Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefis eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefis edemez." Benim bu beyanlardan bir anladığımsa şudur arkadaşlar: Ahirzaman müslümanları çok kolay affediyor. Kalplerinde diri tutmaları gereken buğzu çok kolay bırakıveriyorlar. Tek bir iyilik görmekle yüzbin kötülük gördükleri zalimi bağışlıyorlar. Bediüzzaman Hazretleri bu tavrı 'safderunluk' isimlendiriyor. Tuzağa karşı uyarıyor. Zira, sayı olarak çok olsak bile, bu saflığımız yüzünden azınlığa düşüyoruz. İçimizden bir kısmın karşıya geçmesine sebep oluyoruz. Evet. Buğzunu yitiren taraftarlığını da değiştirmeye meylediyor. Safını terkediyor. Üstelik burada şöyle bir adaletsizliğimiz daha var: Biz yaşamadığımız zulümleri de affeder oluyoruz. Sözgelimi: Yüz köyü yakan bir zalimi yüzbirinci köyde oturanlar olarak affediyoruz. Halbuki biz o yüz köyün yaşadıklarını görmedik. O acıları tecrübe etmedik. Onlar hakkında helalleşmemiz mümkün değil. Onlar adına da bağışlayamayız. Buna hakkımız yok. Bağışlamak ancak kendi adımıza olabilir. İskilipli Âtıf Hoca'nın hakkını helal edecek biz değiliz. Erbilli Esad Efendi'nin hakkını helal edecek biz değiliz. Bediüzzaman Said Nursî'nin hakkını helal etmek bizim uhdemizde değil. Ancak böylesi 'helalleşme' mevzularında onlar adına da helalleşmek gündem ediliyor. Nitekim arzulanan da budur. CHP'nin yakın tarih boyunca işlediği zulümlerin affıdır. CHP elbette azınlığının iktidarı elde etmeye yetmeyeceğini gayet iyi biliyor. (Zaten darbeler dışında başka hangi yolla başa gelebildiler ki?) İlla karşı taraftan adam eksiltmesi gerek. Hatta tarafına çekmesi gerek. Bunun en kolay yolu ne? Bazı müslümanların safderunluğa varan merhametini kullanmak. Yahut da yine safderunluk derecesinde iyimserliklerinden istifade etmek. Geleceğin CHP'yle tozpembe olacağına, artık değiştiklerine, bundan sonra mübarek işler eyleceklerine 'dindar veya dine hürmetkâr' kesimi inandırmak. Buna inandırırlarsa, tamam, mahalle değişimi başlıyor. Fakat, ne acıdır ki, yalnız bizim mahalleden o tarafa taşınan oluyor. O mahalleden buraya gelen olmuyor. Halbuki hakiki bir 'özür dileme' aksini sonuç vermeliydi. Evet. CHP hatalarıyla gerçekten yüzleşirse bu CHP'lilerin mahallelerini terketmelerini gerektirir. Çünkü özürde utanmak manası da vardır. Sahada aksi oluyorsa hüsnüzan edenler oturup tekrar tekrar düşünmelidirler: Özür dilenen kendi yerini bırakıp nasıl karşıya geçer? Özür dileyen nasıl çoğalır? Eşyanın tabiatına zıt bir iştir bu. Demek ki sahada olan 'özür dileme' değildir. Ya? 'Husumet unutturma'dır. Zaten 'helalleşme' başlığının seçilmesinde de bir sinsilik hissediliyor. Helalleşme kavramına biraz dikkatle baktığınızda, iki tarafın da birbirine zulmettiğini, eşitler arasında bir "Al gülüm ver gülüm!" yaşanacağını zannediyorsunuz. Yani siz de helal edeceksiniz onlar da. Yakın tarihe bakınca CHP'yle bizim durumumuz böyle mi Allah aşkına? Bizim aslında muhatap olmamız gereken süreç 'helalleşme' değil "CHP'nin özür dileme" sürecidir. Çünkü Tek Parti döneminden beri gadreden onlardır. Zulmeden onlardır. İnleten onlardır. Bugün boğuştuğumuz problemlerin başını tutan onların kem tasarruflarıdır. Özetle: Arkadaşlar, Cenab-ı Hak bu kandırmacaya karşı gözümüzü açsın, mü'minane feraset versin. Vaktiyle Bir Başkadır dizisinin mahallemizdeki yansımalarına bakıp demiştim ki: Ne zaman gençlerimiz "Solcular bizi anlıyor artık. Yehu! Yaşasın! Yuppi!" derlerse bilin ki oraya taşınmalar başlar. Sonra işin tam öyle olmadığını farkederler, nitekim biz de Gezi'de farkettik, ama iş işten geçmiş olur. Kanaatimi tekrar ediyorum: Bu bir 'takıyye' operasyonudur. Bizi anladıkları falan yok. Sadece yüzlerini saklıyorlar. Safderunluğa düşmeyelim. Saflarına iltihak etmeyelim. Kadere acı fetvalar verdirmeyelim. Burada AK Parti'nin de şöyle bir kabahati var ki söylemeden geçemeyeceğim: Yakın tarihin arızalarını gündem etmeye cesaret edemiyor. MEB'se müfredat işlerinde daha cüretkâr olamıyor. Beyin yıkamayı engelleyemiyor. Hafızayı koruyamıyor. Hükümetin bu noktadaki gevşekliği gün gelip iktidarı kaybetmesine neden olabilir. Gençlerinin 'yaşananları unutması' daha fazla 'affedici' olmalarını netice verebilir. Zira mevcut eğitim sistemi 'birer CHP seçmeni' yetiştirmeye ayarlıdır. Değişmemiştir. Marifet, sineklerle kavga etmek değil, bataklığı kurutmaktır. Hak Teala rüşdümüzü ilham eylesin. Âmin.
1 note · View note
efsunkarbirblog-blog · 6 years ago
Text
Aklımda yine bir soru takıldı ve başladım araştırmalara...
Evet İslam'ın kızları erkekleri araştırmalı, soruşturmalı..
Özellikle Endonezya - Malezya'da çok yoğun olan 'güzellik için peçe' modası dünyada da yayındır. Bu insanların harama gitmesidir. Hatta dinden çıkmaya kadar gider.
Böyle giyinmeyi fotoğraf çekinmeyi helal zannedecek konuma' gelmesine kadar gelen bu fitne dinden çıkabilir.
'İslam Hak Din Değil' diyerek kandıramayacağını anlayan şeytan tesettürün ayarlarını değiştirerek yavaş yavaş dinden çıkarıyor.
Özellikle bu islami butik sayfalarına arada denk geliyorum. Genelinin tesettür ile alakası yok. Hatta birisi için 'Acaba hristiyan olabilir mi ?' diye düşünmüştüm. Böyle butiklerden alışveriş yapan kimi bacılarda virüsü kapıyorlar ve 'tesettürlü gibi çek kanka' gribine yakalanıyor ve boy boy fotoğraflarını atıyorlar.
Genel diyorum. Çünkü böyle yapmayan butiklerde var. ama peçe takıp kozmetik sayfasını yöneten, çırılçıplak kadınların fotoğraflarını olduğu sayfayı yöneten, haremlik selamlığa dikkat etmeyen.... Benim görmem için eşi ile yaptığı mangal fotoğrafını paylaşıyor butikçi kadın.(özür dileyerek devam ediyorum kardeşlerim) kalçalarını belli olacağı örtülerle uygun olmayan bir şekilde duruşu ile fotoğraf atan bu kadın PEÇELİ haberiniz olsun.!
Ne garip SAPITMA paketini alanlara, bedavadan TAKİPÇİ paketi veriyor şeytan.
Çok fazla peçeli var.
Özde peçeli çok az maalesef.
Ben nice peçesiz bacı biliyorum, 1000 peçeliden daha iffetli,ve tesettürlüdür. o yüzden bırakın popülerliği. beğeniyi..
ŞEYTAN SİZİ YEMEĞE ÇIKARIYOR,HESABI SİZE ÖDETTİRİYOR.
Fotoğraf konusuna gelecek olursak.
Bu çok yanlış bir hata. etrafta çok görmeye başladım.
Arkanız dönük dahi olsa, eliniz bile görünse , kucağınızdaki kitabı çekerken ucundan fotoğrafta çıkacak bile olsanız fotoğrafınızı sosyal medyaya atmayın derim..
Çünkü şeytan bu şekilde yoldan çıkarıyor.
Hemen örneklerini verelim.
Bir ayettle şuan Şia Mutezile Cehmiyye Mürcie ... Bunlar piyasa da ....
Nefsinde senden bunu istiyordu zaten. En sonunda da 'ne olacak ki yanar çıkarız'' diyerek dinden çıkanlardan olamayın. Ne alaka diyorsanız eğer tarihe bakın kardeşlerim.
ŞEYTAN İNSANLARI HEP KÜÇÜK BİR TAVİZLE SAPTIRMIŞTIR.
15 notes · View notes
takvaaihlas · 4 years ago
Text
Muhtasar Akîde BeyânıBismillah.Şüphesiz hamd Allah'adır. Salât we selâm, Rasûlullah sallAllahu aleyhi we sellem'in üzerine olsun.Allah Te'âlâ vardır.2. Allah Te'âlâ'dan başka rab yoktur. Rab ise yaratan, rızık veren, kainatı çekip-çeviren, yaşatan-öldüren we yaratmış olduğu kullarına hükümler/kanunlar koymak suretiyle hayatlarına yön verendir. Bu vasıflarında Allah Te'âlâ'ya ortak olan weya olacak bir şey yoktur.3. Allah'tan başka ibâdete layık ilâh yoktur. İlâh ise kendisine ibâdet edilendir. İbâdet; Allah'ın sevip-razı olduğu amelleri kapsayan genel bir isimdir. Namaz, zekât, hac, oruç buna dâhil olduğu gibi muhakeme olma/hüküm talep etme, dua, yardım talep etme, sığınma, umma, korkma, tevekkül gibi ameller de ibâdet kapsamına dâhildir.4. Allah Te'âlâ'ya ne zatında ne isim we sıfâtlarında ne de fiillerinde benzeyen, denk olan bir varlık vardır.5. Allah Te'âlâ'yı tanımak ancak Kur'ân we Sahîh Sünnet ile mümkündür. Kur'ân we Sahîh Sünnet'te Allah Te'âlâ hakkında sâbit olan isimlerine we sıfâtlarına îmân etmek, Allah Te'âlâ'yı bu isimleri we sıfâtları ile tanımak, bunlarla dua etmek her Müslümanın üzerine bir haktır.6. Kur'ân we Sahîh Sünnet'te Allah Te'âlâ hakkında sâbit olan sıfâtlar ya nefis, rûh, yüz, iki el, iki göz, ayak, baldır gibi O'nun zatına yönelik sıfâtlardır ya da rahmet, gazap, kızma, razı olma, hayret etme/şaşırma, ferahlama, gülme, semâya nüzul etme/inme, Arş'a istivâ etme gibi O'nun fiillerine yönelik sıfâtlardır.7. Allah Te'âlâ'nın isimlerine we sıfâtlarına geldiği gibi îmân etmek, bu isim we sıfâtların nasıllığı hakkında düşünmemek/konuşmamak, bu isimleri we sıfâtları tahrîf we te'vîl etmemek (anlamlarını bozmamak) we herhangi bir varlığa teşbîh etmemek (benzetmemek) gerekir. Kur'ân we Sahîh Sünnet'in emrettiği, Sahabenin we onlara ihsân üzere tabi olanların yolu bu şekildedir.8. Allah Te'âlâ, -Kur'ân we Sahîh Sünnet'te de sâbit olduğu üzere semâdadır we Arş'ın üzerine istivâ etmiştir.9. "Allah Te'âlâ her yerdedir" weya "Allah zamandan we mekândan münezzehtir" gibi Kur'ân we Sahîh Sünnet'te yeri olmayan sözlerden kaçınmak we bu sözleri reddetmek gerekir. Zira Allah Te'âlâ semâdadır we Arş'ın üzerine istivâ etmiştir. Bu apaçık delîllerle sâbit olmuş bir meseledir.10. Tâğutları reddetmek we onlardan içtinab etmek/uzaklaşmak gerekir. Bu Allah'ın kullarına Kendisine îmân etmeden önce yapmalarını emrettiği bir şeydir.Allah Te'âlâ şöyle buyurmuştur; "Kim Tâğûtu reddedip Allah'a îmân ederse, kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa tutunmuş olur." |Bakara, 256| Tâğût ise Allah'a karşı haddini aşan, kendisine ibâdet edilen, hükmüne başvurulan, helâl we haram noktasında kendisine itaat edilen/tabi olunan varlıklara verilen bir isimdir.11. Kişinin Allah'a olan îmânının geçerli olabilmesi için tâğutlara yapılan ibâdetlerin bâtıl/geçersiz olduğuna îmân etmesi, onlardan nefret edip uzak durması, onlara düşmanlık göstermesi, onların ne Allah Te'âlâ ile ne de İslâm ile bir bağlarının olmadığını ikrar etmesi gerekir.12. Muhammed sallAllahu aleyhi we sellem Allah'ın kulu we rasûludur we O'ndan sonra başka bir nebi olmayacaktır.13. Muhammed sallAllahu aleyhi we sellem'e îmân etmek, O'nu sewmek we saygı duymak Allah'ın bir emri we Allah'a îmânın bir gereğidir.14. Rasûlullah sallAllahu aleyhi we sellem'in Sahîh Sünnet'i dînde kaynaktır we hüccettir. Bunu inkâr etmek ise küfürdür.15. İslâm, bütün rasullerin ortak daveti we dînidir. Allah katında geçerli olan tek dîn İslâm'dır.16. Kur'ân Allah'ın kelâmıdır we mahlûk/yaratılmıştır değildir. Kur'ân'ın yaratılmış bir şey olduğunu iddia etmek, Allah'ın da yaratılmış bir varlık olduğunu iddia etmek anlamına geldiği için böyle bir iddia küfürdür we sahibini kâfir yapar.17. Kur'ân we Sahîh Sünnet'te ismi geçen we geçmeyen tüm meleklere, rasullere/nebilere kitâblara îmân etmek gerekir.18. Kadere, hayrın we şerrin Allah'tan olduğuna, Allah'ın kıyâmete kadar vuku bulacak her şeyi bildiğine, bunları bir kitâbta yazdığına we yeri we zamanı geldiğinde ise bunları dileyip yarattığına îmân etmek.19. Âhiret hayatına, cennet we cehennemin varlığına îmân etmek.20. Cennet we cehennemin ebedi olduğunu, cennete ancak Müslümanların gireceğine, cehenneme ise ancak kâfirlerin we müşriklerin gireceğine îmân etmek.21. Şirk we küfür dışında kalan günâhları işlemek kişiyi kâfir we müşrik yapmaz. Ancak böyle bir kimse fasıktır.22. Tevbe etmeden büyük günâh üzere ölen kimseler ise Allah'ın dilemesine kalmıştır. Allah dilerse onları affedip cennetine koyar diler ise günâhları sebebiyle cezalandırıp daha sonra da cezaları bittikten sonra cennetine koyar.23. Kabir azabı haktır.24. Îsâ aleyhisselam Allah'ın kulu we rasûludur. Allah O'nu kendi katına yükseltmiş we kıyâmete yakın yeryüzüne adil bir hakem olarak geri gönderecektir.25. Kur'ân we Sahîh Sünnet'te sabit olduğu gibi Kıyâmet Günü we alametleri vardır.26. Îmân; kalbin marifeti we tasdiki, dilin ikrarı we azaların amel etmesidir. İtikad, söz we amel îmândandır. Bu üçü olmaksızın îmân geçerli olmaz. Îmân artar we eksilir. Günahlar ile eksilir we itaatlerle/ibâdetlerle artar. Bunun zıddı olan küfür de itikad, söz we amel iledir.27. Dünyâda hükümler zahire göre yani kişide açığa çıkan sözlere we amellere göredir. Kişinin kalbinde ne taşıdığı ise bizi ilgilendirmez.28. Küfür weya şirk olan amellerden birini işleyen kimse bununla kâfir we müşrik olur.29. Şirk we küfür hususunda cehâlet, taklîd we te'vîl mazeret değildir. İradeyi ortadan kaldıran ikrâh we hata mazerettir.30. Tekfîr noktasında mutlak/genel we muayyen/şahıs şeklinde bir ayrım yoktur. Böyle bir ayrım Kur'ân we Sahîh Sünnet'te sabit olmayan we Selefin uygulamadığı bir ayrımdır we bid'attir.31. Oy kullanmak şirktir. Zira bu Allah'a ait olan kanun koyma/hükmetme yetkisinin başkalarına verilmesidir.32. Tâğûta askerlik yapmak küfürdür. Zira Allah bizlere Tâğûtları reddetmeyi we onlardan içtinab etmeyi/uzaklaşmayı emretmiş, onlara velayet vermemizi yasaklamıştır. Tâğûtların yolu üzere savaşmak küfürdür.33. Tâğûta muhakeme olmak/hüküm talep etmek, ihtilafların çözümü için davayı onlara götürmek küfürdür.34. Muhakeme; Anlaşmazlığa düşen yahutta bir şeyi iddia eden/inkar eden kimsenin (davacının) karşı tarafı (davalıyı) hakime şikayet etmesi iledir we dört rükun üzerine kuruludur; Davacı, davalı, hakim we hüküm. Davacı iddiası ile muhakemeye dahil olduğu gibi davalı da bu iddiayı inkar etmek/çürütmek ile muhakemeye dahildir. Davalının kendini savunmasını muhakeme kapsamından çıkaranların ne Arap Lügatı'ndan ne de Kur'ân we Sahîh Sünnet'ten bir delîlleri yoktur. Bu konuda ancak şüphe ortaya atabilirler.35. Avukatlık memurluk olup küfür olduğu gibi avukata muhakeme hususunda vekalet vermekte küfürdür.36. Tağutun okullarında okumak küfürdür. Zira günümüz okulları şirk we küfür yuvaları haline gelmiştir.37. Eş'ariler we Maturudîler ne Ehl-i Sünnet'tendir ne de İslâm Ehlindendir.Eş'ariler; Selefin icma ile tekfir ettiği Cehmiyye'nin sahip olduğu akîdeye muvafakat eden bir fırkadır. Allah'ın isim we sıfâtlarını tahrîf we te'vîl etmişlerdir. Kur'ân'ın mahlûk/yaratılmış olduğunu söylemişler, harf we sesi Kur'ân'dan nefyetmişlerdir. Elimizde olan Kur'ân'ın hakîki Kur'ân olmadığını, Kur'ân'ın Allah'ın nefsinde var olan bir mana olduğunu we elimizde olan Kur'ân'ın bu mananın bir hikâyesi olduğunu iddia etmişlerdir. Îmânın kalbin ma'rifeti we tasdîkinden ibâret olduğunu we amelin îmândan olmadığını söylemişlerdir. Maturidîler de amelin Îmâna dâhil edilmemesi we isim we sıfâtların tahrîf we te'vîlinde Cehmiyye'ye muvafakat etmişlerdir.38. Dînde hüccet Kur'ân, Sahîh Sünnet we Selefin icmasıdır. Kıyas, şahsi görüş, mezhep, keşf, rüya vb. şeyler hüccet değildir.39. Dînde sonradan ortaya çıkarılmış şeyler bid'at we dalalettir.40. Rasûlullah sallAllahu aleyhi we sellem'den sahîh olarak sâbit olan hadîsleri inkâr etmek küfürdür.41. Küfür we şirkleri sâbit olan kimselere İslâm hükmü werilmesi ancak küfür we şirklerinden beri olmaları we Sahîh Akîde'ye rücu etmeleri ile mümkündür. Kendilerinde ne İslâm ne de küfür alametleri bulunmayan kimseler ise dâru'l-küfür de zahiren kâfir konumundadırlar.42. İslâm alametleri ise Müslümanları, müşriklerden we kâfirlerden ayıran şeylerdir.43. Müşrikleri we kâfirleri tekfîr etmek we onların İslâm ile bağlarının olmadığını ikrar etmek zorunludur.44. Kaderiyye, Şia, Cehmiyye, Mu'tezile, Havaric, Mürcie gibi fırkalar kafirdir.45. Namazı terk etmek küfürdür.46. Zekat, Hac we Oruç gibi amelleri kasten terk edenler de -tercih ettiğimiz görüş üzere- kâfirdir.47. Sahabeyi sevmek, onlara dua we istiğfar etmek, onlardan razı olmak îmân; onlara buğz etmek, sövmek, alay edip küçümsemek küfür we nifâktır. Allah'ın onlardan razı olduğu gibi bizlerde onlardan razıyız we onların adaletine şahitlik ediyoruz.Bu esaslar; menhec we akidemizin maddeler halinde bir beyanıdır.Ve Lillahi'l-hamd
0 notes
vuslatahasret01 · 7 years ago
Text
Hicrî yedinci asırda, İslâm âlimlerinin büyüklüğünü anlıyamayan ve ilminin kendisini saptırdığı Takıyyüddîn ibni Teymiyye el-Harrânî, müşebbihe fitnesini yeniden alevlendirdi. Talebelerinden İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye de aynı fikirleri benimseyerek Selefiyye adını verdikleri bu yolu devam ettirmeye çalıştı.
Kendilerine Selefî adını veren, bulundukları memleketlerdeki Ehl-i sünnet din adamlarını her fırsatta kötüleyen, Selef-i sâlihînin yolunu beğenmeyen kimseler, bugün müşebbihe ve mücessimeye ait fikirleri benimsemekte ve yaymağa çalışmaktadır. Kendilerine Haşevî adı verilen, Allahü teâlâyı mahlûklara benzeten, madde ve cisim diyen kâfirlerin büyük bir kısmı, müşebbihe ve mücessimedirler.
Abdülkâdir-i Geylânî (rahmetullahi aleyh) Gunye kitabında, yetmiş iki bid’at fırkasının esâsı dokuz fırkadır. Bunlar; haricî, şiî, mu’tezile, mürcie, müşebbihe, cehmiyye, dırâriyye, neccâriyye ve kilâbiyye��dir buyurdu. Bu dokuz fırkadan biri olan müşebbihe, esasda iki kısma ayrılmaktadır.
3 notes · View notes
sinasigunes · 4 years ago
Text
ATALAR DİNİ...
Hepimiz farklı coğrafyalarda doğduk..
Doğduk ve önümüze bir din sunuldu, kabul buyurduk (!)
Mesela ben karadenizde doğdum ve bana büyüklerim "sen sünni/hanefi bir Müslümansın" dediler, kabul ettim.
Fakat şunu düşünmedim;
İranda doğsam muhtemelen şii olacaktım, Arabistanda vehhabi veya avrupada doğsam bir hristiyan....
Hiç sorgulamadım yıllarca. Önüme sunulan din hakikat mi diye sorgulamadan benim gibi inanmayan şiiyi, vehhabiyi hep sapık saydım. Güya ben cennetliktim, onlar cehennemlik.
Oysa bunun bir kriteri olmalıydı. Kimin sapık kimin mümin olduğuna insanlar değil inandığımı sandığım (!) Allah karar vermeliydi. Veya neyin hakikat, hangi yolun doğru yol olduğuna....
Tabiri caizse önüme bir yemek sunulmuştu ve o yemeğin gdo'lu mu, zararlı mı olduğunu sorgulamadan yiyordum.
Bir çoğumuz böyle değil miyiz?
Hiç şu soruyu soruyor muyuz: "ya atalarımız aklını kullanmamış ve yanılmışsa"...
Oysa sorgulamadığın din senin dinin değil atalarının dinidir.
Yıllar sonra sorgulamaya başladım atalarımın dinini, Kuranla kıyasladım. Sonuç tam bir faciaydı benim için. Kuran bana müşriksin diyordu.
Çünkü atalarımın dini Kurana göre değil putlaştırdığı ruhbanlara göre hüküm veriyordu. Üstelik bir yandan da hüküm Allah’ındır diyordu.
İnsanlar Kurana inanıyor fakat ayetlere inanmıyordu.
Kimi bir kısmına inanıyor bir kısmına inanmıyordu.
İnsanlar Kurana şüpheyle bakıyor, biz anlamayız diyordu. Fakat iş rivayetlere gelince sorgulamıyor, uyuyordu.
İnsanlar adeta; Kendini ifade edemeyen, meramını açıklayamayan ve kullarına bırakan,
Bize zor bir kitap gönderip o kitaptan sorumlu tutan zalim (!) bir Allah'a inanıyordu.
Hadis, Fıkıh kitapları arapça olmasına rağmen anlaşılıyor, Kuran güya anlaşılmıyordu. Hadisi türkçe okumakta sorun yok fakat Kuranı türkçe okuyunca sapık, mealist deniyordu.
O Allah ki herşeyi gören ve bilenken bize çok uzaktı ve Ona ulaşmak için aracılar gerekiyordu.
Üstelik torpilciydi ve ameline göre değil adamına göre muamele yapıyor ve kimilerini günahkar olsa bile şefaatçilerin şefaati ile cennetine alıyordu.
O Allah ki ayetlerini keçiden koruyamıyordu.
Ne zaman bana sunulan dini sorgulasam "aklını kullanma sapıtırsın" deniyordu. Ayet okuduğumda "sen atalarımızdan iyi mi bileceksin" deniyor, insanlar ruhbanların peşinde sürü gibi hareket ediyordu. İnsanlar akla ve vahye değil atalarına iman ediyordu.
İnsanlar Resulun sözü olan vahye itibar etmiyor, Ebu Hureyreye, Buhariye itibar ediyordu. Hatta Buharinin rivayeti Allah’ın ayetlerini neshedebiliyordu.
Buhari, Tirmizinin hadislerini reddedince sorun olmuyor, biz reddedince hadis inkarcısı kafir oluyorduk. Oysa asıl hadis inkarcısı atalarıydı fakat basireti bağlanmış gözler bunu görmüyordu.
Kuranı alimler açıklar diyene recm hükmünü alimleriniz hangi ayete göre veriyor dediğimde cevap veremiyordu.
Kuranı hadisler açıklar diyene evrenin bütünken parçalara ayrıldığını bildiren ayetle (Enbiya 30) ilgi hadis istediğimde susup kalıyordu.
Cennet o kadar beleşti ki, insan istese de cehenneme gidemiyordu. İllaki biri gelip kurtarıyordu. Bu yüzden Allah gündemden düşüyordu. İnsanlar ahireti önemsemiyor dünya hayatının zevklerine dalıp gidiyordu.
İnsanlar Allah deyip geçiyor, gavs deyip geçemiyordu. Hele sadece Muhammed desen kıyametler kopuyordu. Tıpkı hristiyanlardaki gibi sevgili Nebi Allahın peşisıra ilah olmuştu. Ruhbanları da sayarsak ilahlar silsilesi demek daha doğruydu..
Allah kahrediyor, belanı veriyor, yakıyor fakat ruhbanlar kurtarıyordu. Ruhbanlar Allahtan daha merhametli oluyordu.
Kuran her yerde çoğunluğu eleştirirken, bunlar ehlisünnet velcemaat diyerek çoklukla övünüyordu. Ayrıca insanlar işine gelmedimi diğer mezhebin ictihadını çalabiliyor, amel edebiliyordu. Kaldı ki mezheb içtihadları resmen Kuranla savaşıyordu.
Dini kolaylaştırıyor denen mezhebler aksine dini detaylara boğuyordu. Kuranın tek kelime ile izah ettiği gusl'ü mezhebler yüzlerce sayfalık kitapla anlatıyordu. Hiç olmayan kıyamet alametleri için yüzlerce sayfa kitap yazılıyordu. Mezhebler insanların sırtına yük bindiriyor, dini zorlaştırıyordu.
Üstelik Ebu Hanifeye kafir, mürted, sapık mürcie diyen Buhariye, Şafiye hanefiler toz kondurmuyordu. Cehalet, körü körüne iman, asabiyet atalar dininde bedava satılıyordu. Ve malesef alıcısı da çoktu...
...
Daha yazacak çok şey var dostlar fakat yazım çok uzadı, şimdilik bu kadar yeter...
...
İşte dostlar önümüze sunulan atalar dini böyle bir din...
Lütfen sorgulayın ve size sunulan her dini veriyi Kuranla kıyaslayın.
Dinde tek kaynak, tek rehber Kurandır. Yarın hesap günü kaybetmemek için atalarınızın dininden kaçın ve Kurana sarılın.
Bizleri Kuranla şereflendiren; Kendisinden başka ilah olmayan, adaleti, merhameti ve ikramı sınırsız Allaha hamd olsun, elçilerine ve ayetlerine inananlara selam olsun...
0 notes
1-yolcu · 5 years ago
Text
Bu toprakların mayasındaki ana unsurlardan biri olan Mâturîdîlik günümüzde çifte tehdit altındadır: Selefîlik ve Türk İslamı söylemi.
Mâturîdîliği Selefîler Mu'tezile ile eşleştirip reddetme, Türk İslamı savunucuları ise Mürcie ile eşleştirip laikleştirme gayretindedir.
Mâturîdîlik/Eş'arîlik, Hanefîlik/Şâfiîlik ve Tasavvuf bu toprakların temel harcıdır. Bunların ikamesi yoktur.Bunlardan birinin kaybedilmesi, mücadelenin kalıcı olarak kaybedilmesi demektir.
| Ebubekir Sifil Hoca
18 notes · View notes
saidqusay · 7 years ago
Text
Mürcie ve şiaların ibni teymiyeyi sevmedikleri doğrudur
0 notes
ders-kitabi · 7 years ago
Text
Mürcie Nedir?
Mürcie Nedir? http://ders-kitabi.blogspot.com.tr/
View On WordPress
0 notes
ders-videolari · 7 years ago
Text
Mürcie Nedir?
Mürcie Nedir? http://ders-kitabi.blogspot.com.tr/
0 notes
teneres · 9 months ago
Text
Abdullah ibn Mesud radıyallahu anh'tan şöyle rivayet edilmiştir;
Ahir zamanda bir kavim sultanın huzuruna varır. Sultanlar Allah’ın emriyle hareket etmezler, onlar da nehyetmezler. Allah’ın laneti işte bunların üzerine olsun.
Ramuzel Ehadis syf:518, hadis no:7
Ebu Hureyre radıyallahu anh'tan şöyle rivayet edilmiştir;
Cehennemde bir vadi vardır. Cehennem her gün, bu vadiden yetmiş defa Allaha sığınır. Allah bu vadiyi amelleriyle riya yapan, okumuş mürailer için hazırladı. Allah indinde en fazla buğza layık kullar, sultanlara, baştakilere sokulan alimlerdir.
Ramuzel Ehadis, syf:127, hadis no:2
Huzeyfe el-Yeman radıyallahu anh'ın bildirdiğine göre Rasulullah ﷺ şöyle buyurmuştur: "Yalan söyleyip zulmedecek bir takım idareciler olacak. Onların yalanlarını doğrulayan, zulümlerine yardımcı olan bizden değildir, ben de ondan değilim. Benim yanıma Havz'ıma da gelemeyecektir. Ama onların yalanlarını doğrulamayan, zulümlerine yardımcı olmayan ise bendendir, ben de ondanım ve benim yanıma Havz'ıma yakında gelecektir.
Hadisi İmam Ahmed, Bezzar ve İmam Taberani, el-Mu'cemu'l-evsat ve el-Mu'cemu'l-Kebir'de rivayet etmiştir. Ayrıca bk: Mecmauz Zevaid 9265
Abdullah ibn Ömer radıyallahu anh'tan şöyle rivayet edilmiştir;
Sultan ve maiyetindekilerin kapılarından sakının. Çünkü insanlardan onlara en yakın olanı, Allah’tan en uzak olanıdır. Her kim Sultanı, Allah Teala üzerine tercih ederse, Allah o kimsenin kalbinde gizli ve açık fitne yaratır. Ondan Vera'yı giderir. Ve o kimseyi şaşkınlık içinde terkeder.
Ramuzel Ehadis syf:14, hadis no:9
Tâbiînin büyük isimlerinden Said b. Müseyyeb çevresini şöyle ikaz ederdi:
“Âlimin, emîrlerin meclisine gittiğini görürseniz, ondan sakının”
Muhammed bin Seleme (radıyallahu anh) şöyle demiştir:
Pisliğin üzerine konan karasinek, şu adamların kapısında bekleşen kurralardan daha güzel ve daha hayırlıdır.
İmam Gazali, İhya-u Ulumiddin, Cilt:2 , syf.378
Mubarek Ebû Hammâd anlatıyor: Süfyân es-Sevrî’nin, Ali b es-Selîmî’ye şöyle dediğini işittim;
“… Sultanın kapısına, onun kapısına varanların kapısına ve onlarla aynı arzuların peşinde olanların yanına gitmekten sakın. Onların fitnesi Deccâl’in fitnesi gibidir. Onlardan biri sana gelecek olursa onlara karşı suratını as ve onların hiçbir şeyini önemseme. Yoksa haklı olduklarını zannederler ve sen de onlara bunda yardım etmiş olursun. Onlar beraber oldukları her bir kişiyi kirletirler…”
Ebu Nuaym el-İsbehani, Hilyetul Evliya, cilt:5 , syf: 348
El Hatib, Ömer ibn İbrahim isnadıyla şöyle rivâyet etmiştir:
Abdullah İbn Mubarek'in (Allah O'na rahmet etsin) şöyle dediğini duydum:
Ebu İsme, İmam Ebu Hanife'ye ‘Kimin rivâyetlerini dinlememi emredersin?’ diye sordu;
O (Allah O'na rahmet etsin) şöyle cevap verdi: Şia hariç, görüşünde adil olan herkesin. Çünkü onların akidelerinin temeli, Muhammed'in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ashabını (Allah onlardan razı olsun) sapıklıkta suçlama esasına dayanır. Bir de yöneticilere kayıtsız şartsız itaat eden alimlerin rivâyetlerini dinleme.
el Kifaye, syf.203. 
İmam Ebu Hanife'nin İtikad Esasları, syf.92
5 notes · View notes
kitapindiroku · 7 years ago
Text
Sorularla İslam Akaidi Kitabı pdf indir pdf indir
Sorularla İslam Akaidi “Akidenin merkezine ve belkemiğine zuhur eden tahrifatlar sebebiyle, İslam âleminin semasında Laiklik ve Demokrasi sancağı dalgalanmaktadır. Bu nedenle Batının kurtları ve Tağutların kuyruğu mesabesinde olan belamlar, çirkin fikirlerini ve bozuk görüşlerini yaymak için önemli bir fırsat yakaladılar. Diktatörlük ve zulümden kurtulmak için özgürlük adı altında Orta Doğuda BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) projesi uygulanmakta ve Allah’ın şeriatı dışında yasama yapılmaktadır. Tağutlar bir taraftan ise dilleriyle La ilahe illallah, Bismillah, Maşallah diyerek avam tabakasından büyük bir kitleyi kendi anayasalarına kul etmeyi başardılar. Bu kimseler hakkı, batılla karıştırıp İslam dinini din adıyla yok ettiler. Allah’ın rahmet ettiği az kişiler müstesna insanların birçoğu bu yaygın olan Duheyma fitnesinden dolayı sarsıntıya uğramıştır.   Çağdaş Mürcie fikriyle temiz beyinler kirletildi. Öyle ki kişinin niyeti ihlaslı olduğu sürece ikrah olmaksızın açık bir şekilde küfür kelimesini söylemesi kişinin imanına zarar vermeyeceğine inandılar. Eğer Murcielerin arasından bir Muvahhid kalkıp “kim ikrah olmaksızın küfür kelimesini telaffuz ederse veya kim Allah’ın dinine aykırı olan kanunlarla hükmederse ümmetin icması ile kâfir olur” derse ona çeşitli ithamlarda bulunurlar ve ona karşı tek yumruk olurlar. La Havle ve la Kuvvete illa billah..
Sorularla İslam Akaidi Kitabı pdf indir pdf indir oku
0 notes
belkidebirharfimben · 5 years ago
Text
Bediüzzaman'ın dini 'demokrasi' miydi? (1)
Biz görmedik ya anlatıyorlar. Bir zamanlar Türk milliyetçiliğinin şöyle bir tartışması varmış: "Türklük mü önce gelir yoksa İslamlık mı?" Kimileri "Türklük!" der, sonra semaya doğru ağzını diker ve şöyle candan-ciğerden bir "Aaauuuuuu!" çekerlermiş. Yani, hâşâ huzurdan kârilerim, ulurlarmış. Kimileri de "İslamlık!" der, sonra ciğerlerini taze bir rüzgârla doldurup, akabinde kelime-i tevhidi şahitleri kılarlarmış. Elhamdülillah. Şimdi benzeri bir tartışma Nurcuların kucağında da büyüyor. Onun da şablonu şöyle: "Demokrasi mi önce gelir yoksa din mi?"
Tabii milliyetçilerin hakkını yemeyelim. Onlar ideolojilerini her zaman daha açıktan tüketmeyi seçtiler. Nurcuların hesaplaşmaları ise derinlerde/sessizlikte yaşanıyor. Perdeli yürütülüyor. Saman altından yol alınıyor. Zira Nurcular özlerinde, elhamdülillah ki elhamdülillah, dinî bir hareketler. Ve dinî bir hareketin mezkûr sual gibi bir cümleyi kurması, yani tutunmak istediği herhangi birşeyi açıkça dinin karşısına koyması, düşünülemez. Ya? Daha gölgeli şekilde sürer bizde mücadeleler. Daha alengirli yollar izlenir. Atılacak adımların ötesine-berisine "Aman kazlar uyanmasın!" hassasiyetiyle daha bir dikkat edilir.
Hasbelkader bu yolu gerektiğince izlemeyen çıkarsa, yani ki hırs yapılırsa, ümmet de alnına kaşeyi basar ve onu derhal ıskartaya çıkarır. Iskartaya çıkan da tartışmaların içine bir daha dönemez. Dönse de aynı etkiyi gösteremez. Çünkü varacağı yer anlaşılmıştır. Varacağı yer anlaşılınca birlikte yürümek isteyenlerin sayısı da azalır. Malum ya, hakkında hadis-i şerif de vardır, ümmet dalalet üzerine birleşmez. Bunun yazımızla ilgili bir türevini şöyle dillendirebiliriz: Ümmet dalalete gidildiğini bile bile hiçbir argümanın peşine düşmez. Ama? Ama bilmezse düşer. Düşürülebilir. Bu nedenle dinî hareketlerde sapmalar 'senin-benim-Mehmed amcanın' kadarcık kalmaz. Kitleselleşir. Bünyeyi sarar.
Çünkü dinî hareketler tartışmalarını açıkça yürütmezler. Azar azar, tevil tevil, yorum yorum, gıd��m gıdıp, sapmacık sapmacık, tabir-i caizse yağmurseven edasıyla (sümüklüböcek tabirini sevmiyorum) yürümeyi tercih ederler. Bu küçük ayaklı seferîlikler elbette devrimler gibi hemen sonuç vermezler. Fakat yeterince sabrederseniz, Hz. Ali sevgisinden bir Şiilik, Hakem ayetinden bir Haricilik, Tevhid ayetlerinden bir Selefilik, demokrasi muhabbetinden de bir CHP'cilik çıkarabilirsiniz. Ay, ben ne dedim, pardon. Son kısmı dikkate almayın. Ağzımdan kaçtı. Şimdi söylememem gerekiyordu bunu.
Orwell, Dali'den Karakurbağasına Bazı Düşünceler'de der ki: Demokrasilerde doğruya ulaşmak totaliter rejimlerden de daha güç bir hale geliyor. Neden? Çünkü totaliter rejimler zaten halkın düşüncesine önem vermedikleri için gerçeği çok iğreti şekillerde çarpıtıyorlar. Halk da çarpıtılanın gerçek olmadığını farkediyor. Ama demokrasiler halkı etkilemek, manipüle etmek ve kendileriyle beraber sürüklemek zorundalar. Bu nedenle bilgiyi avamın uyanamayacağı şekillerde bükebiliyorlar. Bu meşum yetenekte kendilerini geliştiriyorlar.
İşte dinî hareketlerde, Allah eksikliklerini göstermesin, işin böyle bir riskli yanı var: İstikametten sapmaya görsün, zehirli meyveleri kırk yıl sonra ortaya çıkıyor, evvelinde ancak ferasetli gözler tarafından sezilebiliyor. Ve bu teşhis güçlüğü nedeniyle hastalık bünyeyi sarmış oluyor. Tedavi müşkülleşiyor. Hatta imkansızlaşıyor. Bazen kıyamete kadar yaşayacak bir fırka-i dalle vücuda geliyor. Çünkü onların da, tıpkı demokrasilerde olduğu gibi, kitleleri etraflarında tutmaya temayülleri var. Evet. Şu kesin: Herhangi bir seküler aydın İslam toplumuna meydan okuyarak konuşabilir. Hakkında neler denileceğini umursamayabilir. Ancak sapkın bir kanaat önderi böylesi bir meydan okumayı göze alamaz. Çünkü bu zeminde işler öyle yürümez. Bu yüzden kafasındaki kaymaya etrafındaki kuşları ürkütmeyecek bir yol döşemek zorundadır.
Bu nedenle birincisi "Mini etek giymek kadının özgürlüğüdür!" diye bağırabilir de ikincisi Adnan Oktar gibi tutup mevzuyu Kur'an'daki tesettür emrine, bu emrin kat'iliğine, bu kat'iliğin teviline, bu teville beraber kuşanılabilecek tesettür şekillerine falan getirir, yani işi dallandırıp budaklandırır, herşeyi azar azar havaya kaldırır, altlarını oylum oylum oyar, ağzına bakan kalpleri gıdım gıdım çevirir, sonra en mutaassıp tâbileri bile bir noktada ikna olup "Kur'an aslında mini etek giymeyi yasaklamıyor!" demeye başlar. Disko müzikleriyle hoppala hoppala kıvırtır. Hatta bunu ibadet olarak sanrılar. Halbuki yolun başında aynı kişilere rastlasanız belki bu şu sözden 'nevzubillah' çektiklerini duyacaktınız. Şimdi duyamazsınız. Çünkü süreç onları da bir kıvama getirdi.
Buradan şuraya bağlayal��m: Mürşidimin Münazarat isimli eserinde 'istibdad-ı ilmî' dediği birşey var. Maalesef bu kavramlaştırmanın geçtiği yer Münazarat'ta en yanlış anlaşılan yerlerden birisidir. Daha doğrusu: Her nasıl olmuşsa olmuş, metnin en aktif yorumcuları elinde ehl-i sünneti suçlayıcı bir yorum gelişmiş, fakat isabetine dair hiçbir eleştirel süreç yaşanmamıştır. Kanaatimce; Nurculara da sirayet eden modernist bir damar, geleneği suçlamaya dayanak ararken bu metne rastlamış, "Belki işime yarar!" diyerek üzerine bir analiz yumurtlamıştır. Kimse de "Hakikaten bunu mu söylüyor?" diye sormayınca, mezkûr yorum genel-geçer hale gelmiş, istibdad-ı ilmî hakkında kendisine has istibdad-ı ilmîsini oluşturmuş. Fakat ona varmadan önce metni alıntılayalım:
"İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir."
Adım adım ilerleyelim: 1) Bu metnin içinde/devamında Bediüzzaman'ın ehl-i sünneti suçlayıcı bir izahı yoktur. 2) Bu metnin ne öncesinde ne de sonrasında ehl-i sünnete dair (konuyla ilgili-ilgisiz) olumsuzlama yoktur. 3) Münazarat'ın genelinde ehl-i sünnete dair hiçbir menfî yaklaşım yoktur. 4) Risale-i Nur'un genelinde ehl-i sünnete dair hiçbir olumsuzlama yoktur. 5) Bilakis Bediüzzaman'ın kendisini de ehl-i sünnetten saydığını gösterir şekilde kullandığı birçok ifade vardır. 6) Ehl-i hak ve istikametin ehl-i sünnet olduğunu belirtir birçok ifadesi vardır. 7) Mezkûr dönemlerin 'ümmetin en faziletli zamanları' olduğuna dair cümleleri vardır. 8) Selef-i salihînin müstebitlik yaptığına dair hiçbir ifadesi yoktur. 9) Bu bid'a fırkaların başlangıçlarının Hulefa-i Raşidîn dönemine kadar izleri sürülebildiğine göre, Bediüzzaman'ın Hulefa-i Raşidîn dönemini hiçbir zaman istibdatla suçlamadığı hatırda tutulmalıdır. 10) Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet ve'l-cemaat ulemasını istibdatla suçladığı vâki değildir. Her neyse. Adımlar çoğaltılabilir. Sonuçsa şudur:
Bu metnin bir ehl-i sünnet eleştirisi olduğu metazoridir. Yani ehl-i sünnetin zorbalığından dolayı dalalet fırkalarının ortaya çıktığı-tutulduğu-yayıldığı düşüncesi bu metinden hareketle söylenemez. Bu, Umberto Eco'nun tabiriyle, metne uygulanmış bir 'aşırı yorum'dur. Ve 'sahici yorum'u 'aşırı yorum'dan ayıran şey; metnin bütünlüğüne, yazarın tüm metinlerinin bütünlüğüne ve yazarının genel duruşunun bütünlüğüne uygun/uyumlu olmasıdır. Eğer böyle bir uyum kollanmazsa, bu yorum çıkartmak değil, düşünce dayatmak olur. Arzuya fikir sûreti giydirmek olur. Bugün Kur'an üzerinden yeni bir din inşasına girişen modernist-reformist-bid'a akımların düştüğü yanlış da budur.
Burada asıl suçlanan; cadde-i kübra, sahabe mesleği, istikamet dairesi, fırka-i naciye ehl-i sünnet ve'l-cemaat değil; bu fırkaların kendi içlerinde oluşturdukları ilmî istibdattır. Bilgi/yorum tekelciliğidir. (Zaten ehl-i sünnetin kanaatini zorbalıkla yaydığına dair, oryantalist okuyuşlar dışında, bir kanıt da bulamazsınız.) Yani bu fırkalar ilmî istibdatları sayesinde toplulukları kitlesel şekilde dönüştürmüşlerdir. Bunu günümüzde örneklemek de basittir. FETÖ sapması, bu ülkenin ehl-i sünnet müslümanları onlara istibdat uyguladığı için değil, kendi içlerinde bir endoktrinasyon sistemi kurguladıkları için meydana gelmiştir. Onların bu noktada kendi etbalarına nasıl bir 'duvarsız hapishane' inşa ettiklerini az-çok onlarla temasta bulunanlar bilirler. İşte ilmî istibdat budur. Ve bu ilmî istibdat onların fırkalarını büyütmüştür. Yavaş yavaş ama kalıcı şekilde tâbilerini dönüştürmüştür. Ki bazılarını halen ayıltamıyoruz.
Yani, bıraktıkları talebelerden kendilerine muhalif müçtehidler çıkabilen bir İmam-ı Azam, bir İmam Malik, bir İmam-ı Şafii, bir İmam-ı Ahmed b. Hanbel (radyallahu anhum ecmain) değildir müstebit olan; asıl müstebitler, kendi görüşlerinden farklı görüş duyunca kulaklarını kapayan ve kapattıranlardır. Delilsiz yorum yapanlardır. Bu yorumları dayatanlardır. Salih selefimiz değildir.
Çok dağıttım. Şurada toparlayıp bitirmeye çalışayım: Arkadaşlar, bugün de 'demokrasi-din' ikilemi üzerinden yürütülen bir endoktrinasyon var. Ağır yürüyen bir iş fakat meyveleri de görülmüyor değil. Bediüzzaman'ın meşrutiyet-i meşruaya, meşverete, istişareye, dindar demokratlara taraftarlığı üzerinden neredeyse 'dininin demokrasi olduğu' noktasına varılıyor. Neden böyle söylüyorum? Çünkü bu arkadaşlar, bazı noktalarda 'daha dinî' ile 'daha demokratik' olanın arasında kalınsa, Bediüzzaman'ın seçiminin 'daha demokratik'ten yana olacağını söyleyebiliyorlar. Bu nedenle Liberal söylemleri de kolaylıkla içselleştirebiliyorlar. Bu perspektifte artık odağın din değil demokrasi olduğunu, yani araç ile amacın birbirine girdiğini, hatta dinin demokrasi için araçsallaştırıldığını görmüyorlar veya görmek istemiyorlar. Halbuki yazdıklarından-çizdiklerinden biz görüyoruz. Her neyse. Bu yazıda bu işi toplayamayacağım galiba. Bir sonraki yazıyı tastamam buna hasredelim. İnşaallah. Tevfik ise Allah'tan. İstikametimizi de ondan dileriz.
1 note · View note
akademikfikir · 9 years ago
Text
Risâletü Ebî Hanife’ye Dair
Risâletü Ebî Hanife’ye Dair
Risâletü Ebî Hanife’ye Dair
Ebu Hanife; Kur’an, Sünnet ve sahabelerin görüşlerinin belirleyici olduğunu, bu üçünden farklı bir amel peşinde olanların bid’atçi ve kendi ihdas ettikleri şeylerin peşinden koşan kimseler olduklarını vurgular.
Ebu Hanife’nin, Basra Kadısı Basralı Âlim Osman el-Betti’nin mektubuna yazdığı cevaptır. Osman el-Betti’ye, Ebu Hanife’nin Mürcii olduğu haberi/iddiası ulaşmış…
View On WordPress
0 notes
teneres · 2 years ago
Text
Tumblr media
İRCA - MÜRCİE
İslam ümmeti içerisinde çıkan taifelerden birisidir. İman ve amellerin iman isminin/kapsamının dışında olması görüşleriyle tanınırlar. İrcâ, Arap lügatinde ertelemek, bekletmek manasına gelir
Bir işi erteleğinde "İşi ircâ ettim" denilir. Mürcie'nin bu ismi almasının sebebi amelleri iman kapsamından ertelemeleri/çıkarmalarıdır. Aşırıya gidenleri şöyle demişlerdir: Küfürle beraber itaatin fayda vermemesi gibi imanla beraber de isyan fayda vermez.
Mürcie bu itibarla üç sınıftır:
Birinci sınıf: İmanın mücerret (soyut) kalpteki marifet olduğunu söylerler. İşte bunlar Cehmiyye ve onlara uyanlardır.
İkinci sınıf: İmanın dilin fiili (şehadet) olduğunu söylerler. Bunlar da Kerrâmiye'dir.
Üçüncü sınıf: İmanın kalbin tasdiki ve dilin sözü olarak görürler. Bu, Ebu Hanife rahimehullah ve ondan başka bazı fakihlerden meşhur olan görüştür.
Geçen görüşler için bkz. Lisânu'l-Arab, 14/311; İbn Teymiyye, el-Îmân, s.184; İmam Eşari, Makâlâtu'l-İslâmiyyin, 1/213; Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal, 1/139; İsferâyînî, et-Tebsir fi'd-Din s.97; Abdulkahir el-Bağdadi, el-Fark beyne'l-Firak, syf. 202
Ebu Bekr el-Hallal el-Hanbeli (rahimehullah) şöyle demiştir;
Harb ibn İsmail el-Kirmâni bana şöyle haber etti: Ahmed ibn Hanbel (rahimehullah)'a "Mürcie kimdir?" diye sorulurken onun şöyle dediğini işittim: "İmanın sadece sözden ibaret olduğunu iddia eden kişidir."
|| Hallal, Kitabus Sunne, syf. 245
Harb el-Kirmani şöyle demiştir; İshak ibn Rahuye'yi şöyle derken işittim: "Mürcie o kadar ileri gitmiştir ki (onlardan) bir topluluk şöyle der olmuştur: 'Farz namazları, Ramazan orucunu, zekâtı, haccı ve bütün farzları inkâr etmeksizin terk eden kimseyi biz tekfir etmeyiz. Bunları ikrar eden bir kimse olduktan sonra onun durumu Allah'a havâle edilir.' İşte bunlar kendileri hakkında hiçbir şüphenin söz konusu olmadığı Mürcie'dir. Sonra onlar sınıf sınıftır. Bazıları "Biz kesinlikle müminleriz" deriz fakat "Allah katında" demeyiz' der, imanı söz ve amel görürler. Bunlar hakka en yakın olanlarıdır. Bir fırkası şöyle der: 'iman sözdür. Amel onun tasdikidir. Amel imandan değildir. Fakat amel farzdır. İman sözden ibârettir. Yine bunlar şöyle der: "İyiliklerimiz kabule mazhar olmuştur. Biz Allah katında müminleriz. İmanımızla Cibril'in imanı birdir."
|| Harb el-Kirmani (rahimehullah), Kitabus Sunne, 189. no'lu rivayet
Bize Abdullah b. Hubeyk tahdis etti, dedi ki: Yusuf b. Esbat'ı şöyle derken işittim: "Mürcie'ye gelince onlar şöyle derler: 'İman amel olmaksızın sözdür. Kim Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah resûlü olduğuna şehâdet ederse şu kadar mümini öldürse, namazı, orucu, cenâbetten guslü terk etse bile Cibril'in ve Mikâîl'in imanı gibi kâmil bir imana sahiptir.
Harb el-Kirmani (rahimehullah), Kitabus Sunne, 190 no'lu rivayet
Benzeri "eş-Şeria"da (2062) Sufyan es-Sevri (rahimehullah)'tan rivayet edilmiştir.
Bize Ali b. Yezid tahdis etti, dedi ki: Bize İsme b. el-Mütevekkil tahdis etti, dedi ki: Süfyân b. Uyeyne'ye Mürcie'yi sordum. "Namazın ve zekatın imandan olmadığını söyleyenlerdir" dedi.
Harb el-Kirmani (rahimehullah), Kitabus Sunne, 191 no'lu rivayet
3 notes · View notes