#lanet etmek
Explore tagged Tumblr posts
Text
Lanet etmek: Lânet etmek ister hayvana olsun isterse elbise ve insana, tümü yerilmiştir. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
"Mümin, lânet edici değildir." (Tirmizî, Birr, 72 (nr. 2019); Hâkim, el-Müstedrek, 1/13)
Ebü'd-Derdâ (radıyallahu anh) demiştir ki: "Bir insan, yere ya da bir şeye lânet ederse, lânet ettiği o şey, 'İçimizde Allah'a en âsi olana, Allah lânet etsin' der."
| Kimyâ-yı Saâdet - İmam Gâzâlî (k.s)
54 notes
·
View notes
Text
Klasik müzik dinleyerek birtakım matematik hesaplarından ve kalıp çıkarmalardan sonra gelinlik tasarımına geçtim, şimdi dikiyorum, uykum var ve yine sabaha kadar iki kreasyon tasarımı yapmam lazım keşke uyuyabilsem 24 saat
#subaylıktan caydığım ve moda tasarımcısı olmayı seçtiğim güne bazen lanet ediyorum#düzenli aile hayatım olsun istiyorum diye yaptığım enayi seçimlerinden#senin tüm sülalen subay pilot milot senin neyine aile akışını bozup marjinal olucam diye başka meslek tercih etmek enayi
6 notes
·
View notes
Text
˙ ˖ ╱ melisa sabia a principal regra da atuação : não misturar a ficção com a realidade . não sabia dizer em que momento perdeu seu profissionalismo ; ou talvez seu talento fosse tanto que ela se entregou de corpo e alma à sua personagem que tinha um arco romântico muito amado pelos fãs da série . preferia se agarrar à essa versão que não fazia com que sentisse tão culpada . apenas estava fazendo sua parte e entregando um belo trabalho com seu par interpretado por aaron , certo ? certo ! concordou consigo mesma , despertando dos próprios pensamentos e percebendo que tinha se perdido na leitura de roteiro . sua sorte era que estava sozinha e ninguém percebeu seu transe , podendo voltar a concentrar-se no que importava sem constrangimento . de qualquer forma , sentia orgulho de cada cena e cada episódio feito , o que tornava os ensaios de texto uma de suas partes favoritas . deslizava a unha curta pelos parágrafos , empolgada com a cena em questão por se tratar de um momento de ação e drama entre o grupo e seu sorriso estendia a cada palavra lida . o momento de êxtase foi diminuindo conforme tomava consciência do que estava prestes a acontecer , e como se o mccarthy sentisse o clima inapropriado , surgiu ao seu lado como um fantasma . “ lanet etmek , aaron ! ” levou a mão até o peito , se recompondo do susto . suspirou por alguns segundos e levantou os papéis em sua mão , erguendo uma das sobrancelhas para comentar sobre o assunto . “ já leu ? ” imaginou que a resposta fosse sim já que ela era a única atrasada com aquele roteiro , então prosseguiu com a conversa . “ nem em meu maior pique de criatividade eu poderia imaginar cena melhor para esses dois personagens profundamente fodidos decidirem , finalmente , ter seu primeiro beijo . �� soltou uma risada sem muito humor , desviando o olhar para que ele não percebesse seu nervosismo só de imaginar a gravação que ocorreria em instantes . @coupdecoevr
#lanet etmek = caramba ; caralho#ꮺ ˙ ˖ ヽ 𝐦𝐮𝐬𝐞 › melisa ersoy .#ꮺ ˙ ˖ ヽ 𝐩𝐚𝐫𝐭𝐧𝐞𝐫 › love .#ꮺ ˙ ˖ ヽ 𝐝𝐲𝐧𝐚𝐦𝐢𝐜 › melisa & aaron .
2 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
235. BÖLÜM - Cennete Uzanan Köprü - Üç salak geçmiş günlere dönüyor -
Kim bilir, yok olma korkusu mu, yoksa kavurucu sıcak lav mı ama Xie Lian’in tüm benliği suyun içine batırılmıştı.
Xie Lian'ın yavaş yavaş kendine gelmesi uzun zaman aldı.
Uyandığı anda soğuk, sert bir zeminde yattığını fark etti, Mu Qing onun yanına çökmüş, şaşkınlık içinde ona bakıyordu.
Xie Lian'ın görüşü hâlâ hafif kırmızıydı ve o anında ayağa kalktı, “SAN LANG!”
Ancak beklenmedik bir şekilde oturduğu anda Mu Qing pat diye bağırdı, “HAREKET ETME!”
Xie Lian yerden kendini desteklemek için elini uzatsa da eli boşluğa geldi ve dengesini kaybetti, tüm kişiliği neredeyse aşağı devrilecekti. Şaşırdı, Xie Lian sonunda düzgün bir zeminde uzanmadığını anladı.
Bir köprünün tepesinde yatıyordu!
Burası muazzam bir alana sahip bir yeraltı kaya mağarasıydı, kubbesi uçsuz bucaksız gecenin gökyüzüne nüfus ediyor, mağaranın içinde kutsal sayılmayan bir köprü "yüzüyordu".
Köprünün gövdesi taş ama aynı zamanda tahta gibiydi. Sanki binlerce yıl yağmur ve fırtına görmüşçesine hasar almış, korkunç derecede zifiri karanlıktı. Onu destekleyen sütunlar olmadan havanın ortasında asılı, her iki uçtan sonsuza kadar sonsuzca uzanıyordu; başlangıcı bilinmez, sonu öngörülemez ve yönü tam bir gizemdi. Bazı yerler otuz metre kadar genişti, bazı yerler ise o kadar dardı ki, yalnızca bir kişi geçebilirdi.
Bu kırık köprünün binlerce metre altında cehennemin kırmızı havzası gibi yanan ve yuvarlanan kırmızı, sıcak lav havuzu vardı.
Cennete Uzanan Köprü?
Bu üç kelime Xie Lian'ın aklına ilk gelen kelimelerdi.
İki bin yıl önce, felaketin üstesinden gelmek amacıyla WuYong’un veliaht prensi cennete uzanan bir köprü inşa etti. Köprü hala duruyor olabilir miydi?
Zorla yüzü olmayan beyaz tarafından aşağı çekildiğini hatırladı, o halde nasıl bu köprüye gelmişti.
Xie Lian ayaklarının üstünde süründü, “San Lang?”
Mu Qing hala kenarda oturuyordu, “Çağırma zahmetine girme, o burada değil.”
Xie Lian ona döndü, “Nasıl buraya geldik? Yarı yolsa mesafe kısaltma rünü mü aktive oldu?”
“Muhtemelen.” Dedi Mu Qing, “Lav havuzuna doğru düşüyordum ama havada yarı yoldayken buraya gönderildim.”
Zavallı Feng Xin; üçü de düşmüştü ve yukarıda geride kalan sadece oydu. Muhtemelen yine sokaklara lanet okuyordur. Ama Hua Cheng’i bulmak öncelikti; nereye gönderilmişti?
Xie Lian Fang Xin’i ve yan tarafa fırlatılan ve onları kaldıran uzun kılıcı fark etti, onu alarak Mu Qing’e doğru yürüdü. Mu Qing Xie Lian’ın ne yapmayı düşündüğünü bilmeden karanlık bir ifadeyle kılıcı sallayarak ona doğru yaklaştığını görünce aniden gerildi.
Ancak Xie Lian ona kılıcını verdi ve ardından ona elini uzattı, “İyi misin? Eğer kalkabiliyorsan yola çıkmalıyız.”
Mu Qing kendisine uzatılan ele baktı ve uzun bir sessizlikten sonra başını salladı, “Gelemem. Ellerin ve ayaklarımın her yeri yaralandı.”
Xie Lian çömelip bir anlığına onu kontrol etti ve tabii ki Mu Qing’in iki eli de kıpkırmızı, ayakları yanık doluydu bu yüzden muhtemelen yalnızca yavaşça yürüyebilirdi. Bir süre düşündükten sonra Xie Lian “O zaman sana yardım edeyim.” Dedi.
Bir kolunu omzuna uzatarak Mu Qing’i kaldırdı ve böylece bir süre bu şekilde yürüdüler. Birkaç adımdan sonra Mu Qing aniden ağzından kaçırdı, “Neden?”
Xie Lian yanıtlarken etrafı hesaplı bir şekilde tarıyordu, “Ne neden?”
“Benim iyi olduğumu gördükten sonra daha çok şüphelenirsin diye düşünmüştüm.” Dedi Mu Qing.
“Ah, hayır?” diye cevapladı Xie Lian.
“Neden?”
“Çünkü biliyorum.”
“Neyi biliyorsun?”
“Yalan söylemediğini.” Yanıtladı Xie Lian.
“…”
Mu Qing'in ifadesinin ne olduğunu tarif etmek gerçekten zordu.
Xie Lian oldukça önemli bir şekilde söyledi, “Sana inanıp inanmadığımı sormadın mı? Sana inanıyorum. Hepsi bu.”
“…”
“Nasıl söylesem…” Xie Lian başladı, “Sanırım seni uzun yıllardır tanıyorum diyebilirim, yani bu konuda hâlâ oldukça eminim. Sen öyle biri değilsin. Bunu daha önce söylememiş miydim? İnsanların içeceğine tükürebilirsin ama asla onlara zehir atmazsın.”
İlk kısmı duyduktan sonra Mu Qing biraz etkilenmiş gibi göründü ama ikinci yarıyı duyduktan sonra yüzünün yarısı karanlıklaştı, “Bu gereksiz bir örnek, cidden, konuyu daha fazla gündeme getirme. Tükürmek falan öyle bir şey yapmazdım. Bu çok bayağı.”
Xie Lian elini salladı, “Bu küçük detayları umursama. Ayrıca bir milyonda bir ihtimal senin hakkında yanlış yargıda bulunsam bile sen beni ya da San Lang’ı yenemezsin. Seni tek vuruşta hallederiz, yani hiç de tehdit oluşturmuyorsun ahahahaa…”
“…” Mu Qing mırıldandı, “Bilerek yapıyorsun değil mi? Beni ölesiye kızdırmak için çok çabalıyorsun.”
“Öhm, şaka yapıyorum. Her durumda.” Xie Lian gülmeyi kesti, ileriye doğru bakarken Mu Qing’in kolunu sıkıca kavradı, “Eğer gerçekten kötü niyetli bir eylemi yapmayı geri çevirdiysen ve Jun Wu da sana lanetli kelepçeyi geçirdiyse o zaman bunun için kötü bir bedel ödemene izin veremem.”
Sakin bir şekilde şunları söyledi, “ Çünkü yaptığın doğru olandı.”
Mu Qing uzun bir süre ona baktı ve sonunda dişlerini gıcırdattı, “Xie Lian, sen cidden şey gibisin…”
Xie Lian anında karşılık verdi, “Boş ver. Benim hakkımda ne düşündüğünü bilmediğimi sanma. Sana burada yardım etmem için hala bana bağlısın, seni bu lav havuzuna atmak istememi sağlayacak hiçbir şey söyleme.”
Mu Qing omuz silkti, “Ve burada, senin hakkında ne düşündüğümü bilmene rağmen beni kurtarıyorsun?”
“Aynen. Seni sadece kendi prensiplerimi takip ettiğim için kurtarıyorum, hepsi bu.” Xie Lian cevapladı, “Ayrıca, sen ise her açıdan ilginç bir şekilde tuhaf olan birisin ve geçmişte seni gerçekten öldürene kadar yumruklamak istediğim zaman oldu, o zamanlar başaramadım ve zamanla umurumda olmadı. Ama ne kadar garip olsan da ya da ne kadar seni yumruklamak istesem de günahların ölümünü gerektirmiyor. Seni kurtarabilirsem tabii ki kurtaracağım.”
Mu Qing'in havası söndü ve birkaç kez homurdandı, ardından bir an sessizlik oldu ve ekledi, “Ekselansları, ben aslında…”
Tam o sırada her ikisinin de ayakları aşağıya doğru meyletti ve her ikisinin de yüzleri aniden renk değiştirdi.
Mu Qing yaralıydı ve zamanında tepki veremiyordu ama neyse ki Xie Lian hala tanrısal bir hızla hareket ediyordu ve ayak parmaklarının ucuna basarak ileriye doğru itti ve otuz adım ileriye hafifçe indi. Geriye dönüp baktıklarında, az önce üzerinden geçtikleri köprünün gövdesi çatlayıp kopmuş ve doğrudan aşağıya düşmüştü!
GÜMBÜR!
Köprünün zifiri karanlık gövdesinin bir kısmı kızıl cehennem havuzuna düşmüştü ve uzun zamandır havuzda yuvarlanmayı bekleyen kederli ruhlar hızla uzandılar ve yüzlerce çift el, sanki onu bu acı denizinden kurtulmak için bir araç olarak kullanmak istercesine yakalamak için savaştı. Ancak sayıları çok fazlaydı. Sakat köprünün o kısmı onları taşıyamadı ve kısa sürede battı. Yukarıdaki iki kişi titreyerek izlediler ve birbirlerine baktılar. Xie Lian yorumladı, "Görünüşe göre bu köprü pek sağlam değil!"
Mu Qing ağzını açıp kapattı, muhtemelen geri dönebileceklerini, daha önce uzandıkları köprünün yüzeyinin oldukça geniş olduğunu ve çökmemesi gerektiğini söylemek istiyordu, ancak o uzantının çökmesiyle artık yol kalmamıştı ve artık geri çekilemezlerdi. İkisi için tek yol ileri gitmekti ama önlerindeki köprünün yüzeyi sanki her köşesinde bir tehlike var, her yeri tuzak dolu gibi değişken bir şekilde bir genişliyor bir daralıyordu, kim bilir bastıkları hangi adım onların düşmesine sebep olacaktı.
Bir kelime etmeden Xie Lian Mu Qing’i sırtına aldı, “Aynı yerde uzun süre bekleyemeyiz yoksa köprü çökebilir. Sıkı tutun, hızlı bir şekilde bunun üzerinden geçeceğim!"
Söz verdiği gibi Xie Lian gerçekten de uçan adımlarla dışarı çıktı. Ne kadar ileri giderlerse köprü o kadar bunaltıcı bir şekilde darlaştı, hatta en geniş alan bile bir kapıdan geniş değil, en dar alan ise bir kişinin omuz genişliğini geçmezdi!
Ancak böyle tehlikeli bir durumda bile Xie Lian'ın geçtiği hiçbir yerde en ufak bir şey bile hareket etmedi. Ayaklarının altı her seferinde sadece hafifçe eğiliyordu ve her seferinde suyun yüzeyini hafifçe sıyıran bir kırlangıç gibiydi, temas olduğu anda geri çekiliyordu. Eğer orada başka savaş tanrıları olsaydı, hepsi dehşete düşürecek kadar zekice kontrol edilen bu adımlar karşısında şaşkına dönerdi, çünkü aynı şeyi yapabilecek ikinci bir savaş tanrısı yoktu. Bu sadece ruhani güçlere bağlı olmayan ve gün içinde güçlü bir şekilde eğitim almış birinin gelebileceği ustaca becerilerdi.
Birdenbire bir ateş sütunu gökyüzüne fırladı ve Xie Lian'ın önünü kesti. Eğer onun inanılmaz tepkisi ve zamanında frenlemesi olmasaydı, doğrudan ateşin içine girip cayır cayır yanacaklardı. İkili aşağıya baktı. Kim bilir ne zamandan beri, erimiş kayalarla aynı renkte milyonlarca kızgın ruh aşağıda toplanmış, çığlık atıp kıkırdayarak ellerini ikisine doğru uzatmıştı ve bu ateş sütunu onlar tarafından gönderilen bir darbeydi. Kulakları belli belirsiz ağrıyordu ve Mu Qing merak etti, "Ne diye bağırıyorlar?
Xie Lian mırıldandı, “… ‘Bize katılın, burada çürüyerek ölün!’ "
Mu Qing korkuyla ona baktı, “Onları anlıyor musun? WuYong dilini konuşuyor olmalılar!”
Xie Lian başını salladı, “En, onlar… Cennete uzanan köprü yıkıldıktan sonra lava düşmüş ve yanarak ölmüş WuYong insanları. Onlarla bulaşmamaya dikkat et.”
“İnsanları aşağı çekerlerse affedilebilirler mi?” Mu Qing sorguladı.
“Hayır.” diye cevapladı Xie Lian, “Başkalarını aşağı çekseler bile affedilemezler. Bu kederli ruhlar asla affedilemeyecekler. Ama, diğerlerinin acı kaderi yaşadığını görmekten zevk alıyorlar.”
Hiçbir zaman affedilemeyeceklerinin ve bu cehennem havzasının azabını çekmelerinin nedeni de tam olarak buydu.
“Ben de bilmiyorum.” Dedi Xie Lian, “Ama muhtemelen… bana söyleyen oydu.”
Tıpkı ceset yiyen farelerin çığlıklarının hatıralarını naklettiği gibi.
O erimiş küskün ruhlar hâlâ düşmedikleri için oldukça hoşnutsuz görünüyorlardı ve bir araya toplanıp fısıldaşarak, el ele tutuşarak yeni bir saldırı darbesi göndermeye hazırlanırken Xie Lian koşmaya başladı. Ateş sütunu anında ortaya çıktı ve zaten çukurlarla dolu olan köprü daha da harap oldu.
Misilleme yapmadan dayak yemeye devam edemezlerdi ve Xie Lian da aşağıya doğru havaya uçurmayı denedi, ancak çok fazla ruhani gücü kalmamıştı, bu yüzden çok uzağa patlatamadı. Mu Qing'in ruhani güçleri daha yeterliydi ve daha uzağa patlatabilirdi, ancak yine de onları biraz ıskaladı. Aşağıdan gelen ateş sütununun neredeyse ayak bileklerini yaktığı birçok zaman oldu ve o kederli ruh kalabalığı büyük bir grup haline geldi, enerjileri muazzamdı ve kıkırdadılar ve güldüler, onları işaret ettiler, gökyüzünde bir gösteri izliyorlar gibi fazlasıyla heyecanlıydılar. İkisi hiçbir şey yapamadılar, çok aşağılayıcı bir durumdu o kadar çok ki Mu Qing'in eklemleri çatladı!
Bir zaman sonra Xie Lian’in sırtına yaslanan Mu Qing çok zor bir karar vermeye azmetmiş gibi dişlerini gıcırdattı ve birkaç derin nefes aldı, “Unut gitsin, ekselansları… Xie Lian, indir beni!”
Xie Lian cevap verirken hızla koşuyordu, “Ne diyorsun? Sen tatlı canını çok seversin ve ölmekten korkarsın! Böyle bir şey diyecek biri değilsin!”
Aniden Mu Qing’in alnında damarlar kabardı, “Pekala, tatlı canımı sevdiğim ve ölmekten korktuğum için kusura bakma! Zaten her türlü öleceğimden… kararımı değiştirmeden önce acele et ve beni indir!”
“Dalga geçmeyi bırak, daha fazla konuşma, odaklanmamı bozuyorsun.” Dedi Xie Lian, “Şu anda önemli olan en kısa sürede bu köprünün sonunu bulmak.”
“KİM DALGA GEÇİYOR?” Mu Qing haykırdı, “Eğer bu köprü cidden cennete uzanan köprüyse, kim bilir daha ne kadar koşman gerekecek? er ya da geç onlar tarafından devrileceğiz. İndir beni, Ben gidip o gölgeli çöplerin hakkından geleceğim, sen devam et!”
Ardından Xie Lian’ın omzuna hafifçe vurdu ve hızla fırlayarak arkasına indi. Xie Lian arkasına bakıp birkaç adım ona attı ama Mu Qing konuştu, “Gelme, köprünün bu kısmı dar, gelirsen ikimiz de düşeriz!”
Xie Lian yalnızca adımlarını durdurabildi. Mu Qing yine omuz silkti, “Haklısın, benziyoruz. Sen benim garip olduğumu düşünüyorsun, bence sen de oldukça tuhafsın.”
Xie Lian’in gözlerine baktı, “Madem bu noktaya geldik, bunu sana doğrudan anlatabilirim. Senin hakkında pek çok düşüncem var.”
“Ah… pekala… bunu zaten biliyordum. Uzun zaman önce.” Dedi Xie Lian.
Mu Qing soğukça konuştu, “Ah cidden mi? O zaman biliyor muydun, sık sık senin sadece statüne bağlı olduğunu düşündüğümü, Veliaht Prens Hazretleri olmana ve iyi bir şansa sahip olmana rağmen yeteneklerinin benimkilerden çok daha iyi olmadığını?"
“…”
"Ayrıca, tüm bu iyilikleri sadece başkalarına gösteriş yapmak, övgü ve pohpohlamalardan zevk almak için yapmaktan hoşlandığını düşünüyorum. Aslında, bana yardım etmen tamamen bu nedenden kaynaklanıyordu, çünkü ben senin sempati ve nezaketini göstermen için mükemmel bir özneyim. Dürüst olmak gerekirse, şu anda bile bu inançlarımdan bazılarını değiştirmedim. Belki de hiç değişmeyecekler. Onları bir süre bastırsam bile, bir süre sonra yine ortaya çıkacaklar."
Xie Lian bu noktada ter döküp dökmeyeceğini veya ne yapacağını bilemedi, "Bunları bu kadar ayrıntılı bir şekilde kişinin kendisine anlatmaya gerek yok?!"
Yine de beklenmedik bir şekilde Mu Qing sözlerine şöyle devam etti: "Ama yine de çoğu zaman... sana hayranlık duyuyorum."
Xie Lian şaşırmıştı.
Mu Qing cesaretini topladı, sanki biri boynunu sıkıp onu konuşmaya zorluyormuş gibi görünüyordu ve sert bir sesle, "Bu normal değil mi? Sen... kesinlikle... oldukça şaşırtıcı birisin. Ayrıca sen… benden… daha iyi… birisin. Uzun lafın kısası, ben… gerçekten de… senin a-a-arkadaşın… olmayı çok istedim.”
“…”
Xie Lian bir milyon yıldır bu sözlerin Mu Qing’in ağzından döküleceği günün geleceğini hiç hayal etmemişti.
İsteksiz, katı, kekeme olmalarına rağmen bu kelimeler o kadar dürüst, samimi ve duygulu kelimelerdi ki!
Gözleri kocaman açıldı, “Sen…”
Mu Qing sonunda bu sözleri dişlerinin arasından sıkarak çıkardı ve bir nefes verdi, "Xian Le'nin düşüşünden sonraki o olay, doğru ya da yanlış, zor durumda olsam da olmasam da yine de sana bir özür borçluyum."
Xie Lian bir an için afalladı, "...Her şey geçmişte kaldı, o yüzden boş ver. Bunun yerine, önce buradan çıkalım!"
Mu Qing sesini yükseltti, "Bana, eğer şüpheli olsam da benim yapmadığımı bilsen bile, yine de akışına bırakacağını ve beni kurtarmayacağını söyledi. Çünkü benden nefret ediyorsun, bana inanmazdın."
"O mu?" Xie Lian bu "o "nun kim olduğunu anladı.
Mu Qing devam etti, "Ona yardım etmeyi kabul etmemiş olsam da söylediği her şeyi ben de düşündüm. Her zaman içten içe benden nefret ettiğini, beni küçümsediğini düşündüm, bu yüzden ben, ben her zaman... Neyse, aslında bunu düşünmüyorsun. Buna sevindim”
Bir başka ateş sütunu göklere doğru kükredi ve Xie Lian ondan kaçmak için birkaç adım geri çekilerek Mu Qing'den uzaklaştı. Mu Qing'e gelince, öfkesi kabardı ve avucunu köprünün yüzeyine şiddetle vurarak yere yığıldı. Xie Lian’in gözbebekleri küçüldü, “NE YAPIYORSUN??”
Beklendiği gibi köprünün o kısmı Mu Qing’i de yanına alarak çöktü. Mu Qing yarı yolda ona doğru bağırdı, “ÇÖPLERİ TEMİZLEMENE YARDIM EDİYORUM!”
Kırık köprü havuza çarparak yüksek dalgaların kabarmasına neden oldu ve erimiş kederli ruhlar ilk başta onu aşağı çekmeye hazır bir şekilde mutlu bir şekilde üzerine üşüştüler, ancak beklenmedik bir şekilde, gümbürdeyen bir patlama meydana geldi ve büyük bir alanı dağıttı. Hayaletlerin feryatları arasında Mu Qing yıkılmış köprünün ortasında durdu, ruhani ışık onu sararak en parlak haline ulaştı ve alaycı bir sesle, "Sizi gölgelerin derinliklerinden gelen süprüntüler, vicdansız yangınlar çıkarmaktan zevk mi alıyorsunuz? İYİ Kİ GELDİM, ŞİMDİ KAÇMAYIN!!!" dedi.
Şimdi, patlamaları nihayet o erimiş kederli ruhlara ulaşabilirdi!
Mu Qing kan kırmızısı avuçlarını kaldırdı, küskün ruhları çılgınca süpürdü, gönlünce öldürdü, o kadar vahşiydi ki, daha aşağıda sadece gösteriyi izleyen kederli ruhlar çığlıklar atarak dağıldılar, her yöne doğru yüzerek uzaklaştılar. Ateş kollarına ve eteklerine bulaşmaya başlamıştı ve Xie Lian yukarıdaki kenardan sarkıyordu, "MU QING? NE KADAR YÜKSEK ATLAYABİLİRSİN?"
Mu Qing bağırdı, “NEDEN SÖYLEYECEK BU KADAR BOŞ ŞEYİN VAR? HALA GİTMEDİN Mİ SEN?”
Xie Lian geri bağırdı, “BU BENİM SORUNUM DEĞİL. HAYATINDA SONUNDA DUYGULU BİR ŞEYLER SÖYLEDİN VE ARDINDAN ÖYLECE ATLADIN, NASIL GİDEBİLİRİM?”
Mu Qing çok öfkelenmişti, “ ‘SONUNDA DUYGULU BİR ŞEYLER’ DERKEN NE DEMEK İSTİYORS…” sözünü bitirmeden ayaklarının altındaki o kırık köprü parçası birkaç çentik battı. İkisinin de yüzü değişti.
Şu anda lav havuzuna gömülecek ve kemikleri havaya karışacaktı!
Mu Qing öncesinde can doluydu ama şimdi yüzü soldu ve kendi kafasını ateşte yanarak ölmeden önce parçalayacak gibi ellerini kaldırdı ve gözlerini kapattı, böylece daha doğrudan ölebilirdi. Xie Lian aceleyle haykırdı, “BEKLEBEKLEBEKLE ACELECİ OLMA! B-B-B-Bİ PLANIM VAR!”
Mu Qing yine gözünü açtı, “ NE PLANI?”
RuoYe en dibe ulaşamasa da yarı yola kadar gidebilirdi, Xie Lian aşağıya fırlattı, “HER ŞEYİNLE ZIPLA! ZIPLA VE YAKALA! SENİ YULARIYA ÇEKECEĞİM.”
Mu Qing’in yüzü daha da soldu, “ZIPLAYABİLSEM BİR YOL DÜŞÜNMEZ MİYDİM?” ardından tekrar kendini ölümüne vuracak cesareti topladı ki Xie Lian haykırdı, “BEKLEBEKLEBEKLEBEKLE! GERÇEKTEN, BEKLE!!! HEMEN BİR YOL DÜŞÜNECEĞİM!”
“PEKALA, KONUŞ, YANİ?”
Bir yol, bir yol. Çabuk, bir yol düşün!
HİÇBİR ŞEY YOLU YOKTU!
İkisinin de dayanma gücünün sonuna gelmişti ve Mu Qing tekrar elini kaldırdı. Ancak beklenmedik şekilde , tam o sırada, başka bir el PAT! Ve onu yakalamadan önce elini tokatlayıp uzaklaştırdı.
Sonra, boş fikirli bir adam Mu Qing'i elinde tutarak sallanarak sıçradı!
Xie Lian beyaz ipek kumaşın diğer ucunun gerildiğini hissetti ve aşağı baktığında hem şaşırdı hem de çok sevindi, "FENG XIN?"
Mu Qing'in üzerinde durduğu kırık köprü parçası lav akıntısının derinliklerine gömülmüş ve fokurdamaya başlamıştı. Beyaz ipek kumaşın uçlarında Feng Xin bir eliyle RuoYe'yi kavrarken diğer eliyle çelik suratlı Mu Qing'i tutuyordu ve ona doğru bağırdı, "Ekselansları, ÇABUK, BİZİ YUKARI ÇEKİN!"
Aşağıda kürek çeken daha fazla Boş Kabuklu mutant vardı ve görünüşe göre Feng Xin de yukarıdan süzülerek onlara biniyordu. Xie Lian'ın soru soracak vakti yoktu ve onları yukarı çekmeden önce aceleyle köprünün biraz daha geniş ve sağlam bir alanını buldu. İkisi istikrarlı bir şekilde yukarı çekiliyordu, ancak aşağıda, erimiş küskün ruhlardan oluşan yeni bir grup yavaş yavaş toplanıyor, kötü niyetle yukarı bakıyor, toplanırken homurdanıyorlardı ve kısa süre sonra başka bir ateş sütunu yükseldi!
Feng Xin ve Mu Qing havada asılı kaldılar, kaçamadılar ve Xie Lian RuoYe'yi kaldırdı ve bu saldırıdan kaçmak için birkaç adım uzaklaştı. Ama köprünün üstündeki hiçbir yer düzgün ve açık değildi yani o darbeden kaçtıktan sonra ancak yapabileceği tek şey yine geri dönmekti. Feng Xin neredeyse ateş sütunundan dolayı yanacaktı, büyük bir öfkeyle bağırdı, “BU KÖPEK B*KLARININ SORUNU NE? İNSANLARA AŞAĞIDAN SALDIRMAK MI, NE REZİLLİK! TÜM SÜLALENİZİ S*KEYİM!”
Xie Lian cevapladı, “EĞER TÜM SÜLALELERİ BÖYLE GÖRÜNÜYORSA HALA S*KMEK İSTEDİĞİNE EMİN MİSİN??”
Kederli ruhlar pes etmemiş, kıkırdayarak pusularına devam etmeye hazır görünüyorlardı. Feng Xin öfkesinin doruğundaydı ve Mu Qing'i havaya kaldırarak, "Tut şunu!" diye homurdandı.
Mu Qing daha önce gerçekten öleceğini düşünmüştü, şoku çok büyüktü, bu yüzden şimdi bile tepkisi biraz donuktu ve RuoYe'ye tutunma emrine uydu. Onu tutmaya gerek kalmadan, Feng Xin bir elini serbest bıraktı ve sırtında taşıdığı uzun yayı ve kim bilir nereden topladığı birkaç tahta çubuğu çıkardı. Çubukları ok olarak kullanarak, yayı bir eliyle tuttu ve kirişi ve yivleri ısırmak için dişlerini kullandı. Oku telin üzerine yerleştirerek istikrarlı bir şekilde geri çekti –FIŞT FIŞT FIŞT FIŞT, dört ok hızla uçtu.
Oklar lav havuzuna saplandı, dalgaların kabarcıkları patladı ve erimiş kederli ruhlar dehşet içinde kendi üzerlerine yuvarlanarak bir kez daha dağıldılar. Feng Xin sonunda tatmin olduğunu hissetti ve küfretti, "ŞUNU GÖRDÜNÜZ MÜ! SİZİ S*KECEĞİM DEMİŞTİM! S*KTİĞİMİN KÖPEK BOKLARI! BU ATA TEK ELİYLE HEPİNİZİ PATLATABİLİR!"
Sonunda üçü birlikte Cennete uzanan Köprü üzerinde durdular. Xie Lian alnındaki terleri çok kez sildi ve hala kalbi hızla çarpıyordu, “Feng Xin, nasıl geldin?”
Bu konunun tekrar gündeme getirilmesiyle Feng Xin hemen kafasını kavradı, “Nasıl mı geldim? Üçünüz de atladınız, ne yapacaktım? Neredeyse deliriyordum! O uçurumun dibine kadar dolaşmanın bir yolunu bulabildim sonra tüm yol boyunca buraya sürüklendim. Tüm gürlemeler ve seslerden sonra ikinizi buldum. İkiniz lav havuzuna atlayarak ne yapıyordunuz? Delilik!”
Mu Qing sonunda kendine geldi ve haykırdı, “Aşağıya sürüklendim.”
Feng Xin'in tüm yol boyunca küfürler ettiğini hayal eden Xie Lian cevapladı, “Tamam tamam tamam, sakin olun. Ne olursa olsun, sen gerçekten bir tanrının lütfusun, büyük bir yardımdın! Ne derler bilirsin, bazen insanlar cidden… cidden iki yakasını bir araya getirmek için bir insana ihtiyaç duyarlar, gerçekten!”
Üçünün de korkudan ödü patlamıştı ve kendilerini toparladıktan sonra çelikleşmiş yüzlerle nefes nefese kalarak etrafta dolaşmaya cesaret edemediler. Feng Xin Mu Qing'i sırtında taşıdı ve Cennete uzanan Köprüden aşağıya doğru sıçramaya devam ettiler. Bir süre sıçrayıp gördüklerini birbirlerine anlattıktan sonra Xie Lian, Feng Xin'in de Hua Cheng'i görmediğini öğrendi ve yüreğinin sıkışmasına engel olamadı. Hua Cheng neredeydi? Aramaya devam etmek için köprüde ilerlemeye devam edemezlerdi.
Tam o sırada Feng Xin, sırtına binmiş olan Mu Qing'e, "Bu arada, az önce haykırdığın o sözleri biraz duydum. İlk kısmı öfkelendiriciydi, seni dövmek istememe neden oldu ama sonunda seni küçük piçin tüm bunları gerçekten kalbinde düşündüğünü hayal etmemiştim!" dedi.
“…”
Mu Qing'in yüzü tamamen karardı. Feng Xin, Xie Lian'a döndü, "Sana daha önce söylememiş miydim? Bu adamın duyguları derin haremin küskün cariyelerinden bile daha çarpık, tamamen akıl almaz!"
“…” Xie Lian, Mu Qing'in yüzünün artık tamamen örtüldüğünü görebiliyordu ve sinirle elini ona salladı. Feng Xin tamamen habersizdi ve Mu Qing'e döndü, “Ekselansları ile arkadaş olmak istiyorsan öyle desene! Sırf Ekselanslarının seni hor gördüğünü ve artık arkadaş olamayacağınızı düşündüğün için etrafta dolaşıp insanları iğneleyerek hasta ediyorsun, beyninin ne düşündüğünü gerçekten bilmiyorum?"
Xie Lian pes etti ve el salladı, "Küçüklüğümüzden beri böyle değil mi? Artık onu azarlama, bak yüzü kıpkırmızı oldu."
Mu Qing daha fazla dayanamadı ve kükredi, "LANET OLSUN! CİDDEN LANET OLSUN!! SUSAR MISINIZ ARTIK?"
Xie Lian ona, "Feng Xin'in kelime dağarcığını yakalamış gibi görünüyorsun. Ayrıca küfretmek de pek iyi bir şey değil," diye hatırlattı.
Feng Xin, "Kendin söyledin, E-ekselanslarının a-a-arkadaşı olmayı çok istiyordun!" diye söze girdi.
Mu Qing'in dişlerini gıcırdatarak kekelemesini bile bilerek taklit etti ve Mu Qing'in yüzü vahşileşti, eli kılıcını bulmak için çoktan sırtına gitti. Feng Xin ekledi, "Pekala, şimdi her şey açığa çıktı. Her neyse, şunu unutma: Ekselansları seni asla bu kadar pis düşünmedi. Çizgiyi aştığın ve kızdığı o zaman dışında, ama ondan sonra, benim önümde senin hakkında tek bir kötü söz söylemedi! Sen, bundan sonra düzgün bir insan gibi davran, kendini düzgünce ifade et, eğer yine iğneleyici konuşursan sana bağıracağım!”
Mu Qing ilk kısmı başını sarkıtarak dinledi, dudakları mühürlenmiş konuşmuyordu, ama ikinci kısmı dinlerken gözlerini devirdi, “Zaten bana yüzyıllardır bağırmıyor musun?”
Xie Lian “Mu Qing, sen cennet mensubusun, ifadelerine dikkat etmelisin, tamam mı? Öylece gözlerini deviremezsin, eğer inananların bunu yakalarsa hakkında bir şeyler düşünebilirler.” Diye hatırlattı.
“Lütfen.” Dedi Mu Qing, “Bu adam tüm gün üst cennette küfürler savuruyor.”
Feng Xin hıhladı, “Çünkü hakediyorsun.”
“Benimle eski kavgaları gündeme getirmeyi bırak.” Dedi Mu Qing, “Sen de bir oğul sahibi olmak için Majestelerini terk etmedin mi?”
Feng Xin’in alnındaki damarlar da ortaya çıktı ve kollarını sıvadı, “Kavga mı arıyorsun?”
Mu Qing küçümseyerek güldü, “kendinle kavga et. Eğer ekselanslarına bütün gün benim hakkımda saçma sapan konuşan sen olmasaydın bana yukarıdan baktığını ve tuhaflaştığımı düşünmüş olduğunu düşünür müydüm?”
Konu yine yasakların içine gömülmek üzereydi ki Xie Lian konuştu: "Böyle bir zamanda birbirinizin kirli çamaşırlarını ortaya dökmeseniz olmaz mı? Birbirinizi incitmenin ne anlamı var..."
Mu Qing yine gözlerini devirdi, "Ayrıca, şu haline bak, o zamanlar çıldırmıştın. Ne olmuş soygun yaptıysa? Ben Ekselanslarının yerinde olsaydım, o noktada on sekiz varlıklı, önde gelen haneyi soyardım ve gözümü bile kırpmazdım. Ve senin yardım eli olduğunu, ne olduğunu sormak için Ekselanslarının peşinden koştuğunu düşünmek."
Xie Lian'ın alnından ter boşandı ve arkasına baktı, "Bir saniye, benimkini de havalandırmaya gerek yok? Her halükarda, San Lang'i bulun, San Lang'i bulmama yardım edin! Hahahaha..."
#tian guan ci fu#xie lian#jun wu#feng xin#hualian#ling wen#jian lan#hua cheng#heavenlyblessing#heaven official's blessing#mu qing#xuan zhen#nan yang#mei nianqing#junwu#pei su#pei ming#yushi huang#ban yue#qi rong#shi wudu#shi qingxuan#hexuan
22 notes
·
View notes
Text
TERZİ, 0. BÖLÜM: BİR KATİL NASIL DOĞAR?
"her sese gidilmez, her kelime konuşulmaz. terzinin yarattığı bu oyunda, insanlık bulunmaz."
29.01.1963
Sıkı dur, birazdan sana bir adam ve bir kadının nasıl iki yabancı haline geldiği; kadının gittiği, adamın yanarak keder içinde öldüğü ve lanetli bir ruha büründüğü o hikâyeyi anlatacağım.
Ama önce beni tanımalısın.
Ben bir terziyim.
En azından bir zamanlar öyleydim.
O beni bulmadan önce.
Bazı kadınlar dünya üzerindeki en tehlikeli atomlardan yaratılmış varlıklardır, bilirsiniz. Yok etmek için doğmuş, kalbini yalnızca bir kişiye teslim etmek üzere yaşamış ölene dek ve emin olamadığı herkesi oyuncağı haline getirip sonra da bir köşeye atmış kadınlar...
Onlardan biri ile tanışma fırsatım oldu.
Onlardan biri ile tanışmama vesile olan tanrıya lanet ettiğim çok gün oldu, o günlerin sonunda ise hem tanrıyı kendi içinde yok edip kendi dünyasının tanrısı olan hem de başkalarının laneti olan o adam bendim.
Ne diyordum? Doğru, şeytan tüylü o kadın. Adını anmayacağım çünkü isminin geçtiği her cümle tüylerimi ürpertiyor.
Onunla tanışmamız şöyle oldu: Ne hayallerle kurduğum, işletmeye yeni başladığım dükkânımda her zamanki gibi iğne ve ipliklerle, kumaşlar ve dikişlerle uğraşıyordum. İşini tutkuyla yapan biriydim, bu tutku beraberinde başarıyı getirince kısa süre içinde şanım duyuldu, adım uzandı dillerden dillere. Her şey tıkırında gidiyordu, başıma talih kuşu konmuş gibiydi! Mutluydum. Geliştirdiğim, güzelliğine güzellik kattığım dükkânımdan içeri topuklusunun tıkırtısı ve pahalı parfümünün her yere yayılan hoş kokusuyla içeri o girene dek sahiden mutluydum. Üzerinde siyah, en göz alıcı ve pahalı kumaşlardan biriyle ustalıkla yapılmış bir elbise vardı. Omuzlarında şaşalı bir kürk duruyordu, sarı saçlarını yana doğru ayırarak dalgalı bir şekil vermiş ve dikkat çekici, kan kırmızısı ruj sürmüştü. Gerdanında parlak incilerle dizili, şaşalı bir kolye vardı.
Tehlike kelimesi eğer insan formatına uyarlanacaksa günün birinde, yanlarına çağıracakları kişinin ilk önce bu kadın olduğundan eminim, diye düşünmüştüm onu ilk gördüğümde.
Etrafa yaydığı aura kanımı harekete geçirmiş, yoğun bir ateş beni sarmıştı. Ben mest olmuş bir haldeyken son derece asil, insanın dokunmaya kıyamadığı bir çiçek edasıyla bana doğru gelmeye başladı. Bir zamanlar inandığımı sandığım tanrı şahidim olsun ki o an, canımı karşımdaki kadına bağışlayacağımı sandım.
Yakınıma geldiğinde bana bir şeyler söyledi fakat ben hiçbirini duyamadım çünkü tamamen ona kapılmıştım, sanki esiri olmuştum. Zarif elini gözümün önünde salladığını gördüğümde kendime gelip heyecan içinde konuştum bu kez. Ağzından çıkacak her bir kelimeye hazine değerinde bakıyordum artık. "Lütfen kusuruma bakmayın hanımefendi, hatamı mazur görün. Ne istemiştiniz?"
İçine derin bir nefes çekip tekrar anlatmaya başladı. "Buraların en gözde terzisi sizmişsiniz, beyefendi. Yakın zamanda bir baloya katılacağım, bunun için elbiseye ve sizin pek kusursuz işçiliğinize ihtiyacım var. Kumaşlar çoktan hazır, yalnızca tasarımı ve dikilme aşaması kalmıştı. Kendimi herkese öyle kolay teslim etmem ancak bir arkadaşım bana sizi ve yaptığınız işleri anlatıp dükkanınıza uğramam konusunda epey ısrar etti, takdir edersiniz ki ben de hayli meraklandım. Soluğu burada aldım."
Gülümsedim. "Siz hiç merak etmeyin hanımefendi, sizi pişman etmeyeceğim." Duraksadım. "Yalnız... Vaktinizin büyük bir kısmını burada geçirmeye hazır mısınız?"
O an bana zehirli gülümsemesini sundu, altın yansımalı bir tepsi içinde. "Elbette, tüm vaktim sizindir."
Elimle dükkânın içerisini işaret ettim. "Buyurun, önce ölçülerinizi alayım sonra da oturalım ve isteğiniz doğrultusunda beraber tasarım taslakları çıkartalım."
Griye çalan soğuk mavi gözlerini, siyah renginde olan gözlerimden bir an olsun ayırmadı ve gülümsemesini sürdürdü. Sonra da işaret ettiğim yere doğru adımlamaya başladı. Bir kasırga gibi ben de onun peşinden, ona doğru savruldum.
Gel zaman, git zaman. İstediği tasarımı yaptım, sonucu gördüğünde iltifatlara boğdu beni. Şimdi iş, tasarımı gerçeğe dökmeye gelmişti. Sonraki gün bana kumaşı getirdi, aslında istesem o gün içerisinde elbiseyi bitirebilirdim fakat bitirmek istemedim. Benimle işi bitince yanımdan geçip gittiği ve bir daha onu göremeyeceğim günlerin hayalini gerçek hayata uyarlamak istemedim. Bu yüzden olabildiğince ufak adımlarla elbiseyi tamamlamaya çalışıyordum. Bir yandan da bana günler önce söylediği balo tarihine yetişsin istiyordum.
İnce eleyip sık dokudum, her bir dikişte ustalığımı konuşturdum ve balo gününden yalnızca bir gece önce elbiseyi tamamladım. Günlerdir dükkânımı ziyaret eden zehirli çiçeğim, o gün de geldi ancak diğer günlere nazaran geldiği saat epey geçti. Hava çoktan kararmış, ıssız sokaklara vuran ay ışığında in cin top oynamaya başlamıştı.
Sabahlara kadar çalıştığım dükkânın camdan kapısı tıklatılınca merak içinde ilerledim, kapıyı açtığımda ise zehirli çiçeğimi gördüm. Sırılsıklam ve nefes nefeseydi, bu hali kanıma karıştırdığı ateşi harlamaya yetti. Adını andım o an fakat dile getirmeyeceğim çünkü içinde adı geçen her cümle sanki beni tekrardan bir yangının içinde mahsur bırakıp yeniden cayır cayır yakıyor. "İyi misiniz?"
"Değilim. Bu gece sizinle..." Yutkundu. "Kalsam olur mu?"
Benim için hava hoştu ama yine de şaşırmıştım. Onu içeri buyur ettim, derdini tasasını dinledim. Gece bitene, ufuk çizgisinde güneş görünene dek konuştuk ve o geceden sonra bir şeylerin değişeceğini aklımın dolambaçlı bir köşesinde, 7.2'lik bir depremin şiddetiyle hissettim. Öyle de oldu. Artık aramızda resmiyet yoktu, senli benli diyaloglar döndürüyorduk zehirli çiçeğimle. Sabah olduğunda ve artık gitmesi gerektiğinde arkasını döndü ancak kapıyı açtığı sırada arkasını dönüp bana son kez baktı. "Yarınki baloda yanımda seni istiyorum, sevgili terzim. Sen bana denksin." İnci gibi parıl parıl dişlerini ortaya sermekten çekince duymadan gülümsedi. "Birkaç saate yeniden geleceğim, sen de o zamana dek her zamanki el çabukluğunla," Ah, lafı burada bana dokunduruyordu. Sanırım elbisesini bilinçli olarak yavaş diktiğimi tahmin ediyordu. "Yanıma yakışacak bir takım elbise dikersin kendine diye düşünüyorum."
Zehirli çiçeğim, sen her zaman böyleydin. Her zaman en ufak hareketimin altında yatan nedeni sezer fakat bana belli etmezdin, bazen ufak dokundurmalarla bazense cevabını bildiğin sorularla bunu bana belli ederdin ve ben de her seferinde beni nasıl bir bulmacaymış gibi kolayca çözebildiğine ve kafatasının içine gizlenmiş zehir zemberek aklına hayret ederdim.
O gün seni onayladım, birkaç saat sonra geldiğinde ise yapımı günler süren göz alıcı elbise ile bütünleşmiş bedeninin karşısında yalnızca birkaç saatimi alan, yanına yakışan bir takım elbise ile dikildim. Gülümsedi. Yapabileceğimi biliyordu. Gülümsedim. Onu tanımıyordum.
Balo gecesinden sonra hep bir bahane bulup bir araya geldik, saatlerce sohbet edip sınırlarımızın üzerine kurulu dikenli telleri bir bir söküp attık. Bir zaman sonra biz dost değil, sevgiliydik. Ona deliler gibi âşık olmuştum, onun da bana âşık olduğunu sanmıştım. Neredeyse tüm hayatımı ona adamış ve kariyerimi farkında bile olmadan bir köşeye atmıştım. Ben ki, evini otel gibi kullanan adam evden çıkmaz olmuştum çünkü dört duvar arasında yalnız değildim, artık o da vardı. Benimle kalıyordu. Bazen gidiyordu, saatler boyu gelmediği oluyordu ve ben de yoksunluk krizine girmiş uyuşturucu bağımlısı gibi bana geri dönmesini bekliyordum. Bunu neden yaptığımı bile bilmiyordum, sorgulamadan öylece oturuyor ve sadece gelmesini bekliyordum.
Bir gece yarısı pencereden dışarı baktım, seni gördüm. Yanında bir adam vardı ve o ben değildim. Boyu uzundu, kılık kıyafeti âdeta ben soyluyum der gibi bağırıyordu. Kaşlarım çatıldı, anlamaya çalışır gibi baktım. O ânı, hissettiğim çarpıntıyı bugünmüş gibi hatırlıyorum. Parmak uçlarında yükseldin, o adamı dudaklarından öptün. Hayır, öptüğün ben değildim. Başka biriydi. Başka bir adam. Gözüm döndü, bir anlığına pencereyi kırıp aşağı atlayacağımı sandım.
Ben öfke problemleri olan bir adamdım bir zamanlar, sırf bu yüzden yıllar boyu terapilere gitmiştim. En sonunda kendimi terzilik yaparken bulmuştum çünkü dikiş, nakış, kumaş parçaları ve iğne ile iplik benim tutkum, ilgi alanımdı. Tüm bunlar bir arada olduğunda sakinleşiyordum, diğer insanların normlarına uyan insan profiline bürünüyordum fakat zehirli çiçeğimin hayatıma girmesiyle ben artık terzi olmaktan çıkmış, bir kadına bağlı yaşayan herhangi bir insan haline gelmiştim.
Şeytan tüylü kadın benden kendi de dahil olmak üzere her şeyimi almış, elde avuçta bir şey bırakmamıştı. Ben artık kaybedecek hiçbir şeyi olmayan, gözü öfkeden başka hiçbir şeyi görmeyen o adam olmaya geri dönmüştüm.
Tüm bunlara o sebep olmuştu.
Gülüşü dikenli, içten içe sinsi, zehirli çiçeğim.
Yine de bekledim. Yukarı çıkmasını ve bana açıklama yapmasını bekledim. Kapı çaldı, birkaç koca adım atıp kapıyı açtım. Bir zamanlar bana masum gelen gülümsemesini sergiledi. Öylece durdum ve karşıya baktım. Kollarıma atıldı, bana sarıldı. Tepki vermedim. Kollarımı kaldırıp sarılmaya tenezzül etmedim. Halimi fark etmedi, ya da görmezden geldi ve gününü anlatmaya başladı, salona yürürken bir yandan da üzerindekileri çıkarıyordu. Peşinden giderken kasırga gibi hissetmedim bu kez çünkü buz kesmiştim, gözlerimi kırpmayacak kadar hareketsizdim.
Salonun ortasında durduğumuzda sonunda halime aldırmaya başlamış olmalı ki, "Sevgilim, sorun ne?" diyerek söze girdi. Zarif, aklımı bulandıran elleri yapılı kollarımı buldu ve boydan boya okşamaya başladı. Beni parmağında oynatacak güce sahip bakışları yerli yerindeydi, bir cevap bekler gibi gözleri yüzümde geziniyordu. Elleri, kollarımı aşıp omuzlarıma vardığında az önce onu aşağıda, başka bir adamla nasıl gördüysem aynı şekilde parmak uçlarında yükseldi ve kırmızı rujunu eksik etmediği dolgun dudaklarını boynumda gezdirirken ardına birçok öpücük bıraktı. Bir gram etkilenmedim, oysaki şimdiye onu kollarımın arasına almam gerekirdi ama bir şeyler değişmişti, geçmiş zamanın saltanatı son bulmuştu.
Geriye çekilip dudaklarını büktü, gözlerimin içine baktı. "Yapma böyle."
Son derece duygusuz bir sesle, "O adam kim?" diye sordum.
Kaşlarını çattı. "Nasıl yani, canım?"
Bağırdım. "O adam kim?!"
O an elini eteğini benden çekti, kendini kapatmış çiçeğin bir damla suyla tekrar açması gibi birkaç katman açıldı ifadesi. Artık o bir yabancıydı.
Ağzını açtı, bir şeyler söyledi fakat kelimeler bana bir ninni, bir ezgi gibi geldi. Son derece tiz ama rahatsız etmeyen, pamuk yumuşaklığındaki sesi dolandı kulaklarımda ve ben ne olduğunu çözemedim çünkü beynim gerçeklik algısını yitirmişti. Konuştuğunu görebiliyordum ama kulağıma kelimeler değil, bir ağıtın sözleri geliyordu. Deliriyor muyum, diye düşünmüştüm o an.
Ne olduğunu anlayamadan üzerimde bir ıslaklık hissettim, hareket ettiremediğim gözlerimin ucuyla etraftaki ıslaklığı da fark ettim. Kokusu burnuma çalınan şey, kesinlikle benzindi.
Ona baktım. Gülümsedi. Bana baktı. Artık onu tanıyordum.
Nereden çıktığını bilmediğim, aslan şeklindeki çakmağı elindeydi. Yanıyordu. "Her şey bitti," dedi ve çakmağı yere fırlattı. Hareketsizdim, üstelik bu bilerek yaptığım bir şey değildi. Bir şey beni ve hareketlerimi engelliyordu, büyülenmiş gibiydim. Bağırmak istedim, kıpırdayıp buradan gitmek istedim fakat bir duvar kadar hareketsizdim.
Çakmağın yere düşmesiyle birlikte tesir ettiği her yer alev aldı, evimin her yanını ateşler sardı. Alevler ayak ucumdan bedenime yükselmeye başladı. Evim yanıyordu. Ben yanıyordum. Acıdan kavruluyordum, dünya üzerinde cehennemi yaşıyordum.
Büyüleyici elinin yüzümde gezindiğini, gözlerinin ise eliyle dokunduğu her yeri takip ettiğini istenmeyen hareketsizliğimle izledim. Nasıl olurdu da eli yanmazdı? O da ateşin içindeydi, nasıl olurdu da bedeni tutuşmazdı?
Gördüklerimin gerçek olduğuna inanamamıştım o an, sevgili çiçeğim çünkü seni de kendimi de fani sanıyordum.
O gece yarısı ben cayır cayır yandım, boğuk çığlıklarım içimde yankılandı; sen ise bir ışığın yanıp sönmesi kadar kısa bir sürede ortalıktan kayboldun. Yürümedin, koşmadın; yok oldun. Pencerenin hizasındaydım, dışarıyı görebiliyordum. Dışarıdaydın, yanında yine o adam vardı. O an anladım; ben senin için tecrübeydim, o adam ise kalbini adayacağın kişi. El eleydiniz. Bir savaş meydanından galip olarak ayrılmış gibi gözüküyordunuz birbirinize bakarken. Sonra birden bana döndün yüzünü, sinsice gülümsedin belki de ilk kez tüm gerçekliğinde. Sonra da önüne döndün, yanındaki adamla birlikte yürüyerek evimin önünden ayrıldınız.
Yana yana kül oldum, etrafa küllerim saçıldı. Evin içindeki tüm eşyalar yandı, duvarlar boylu boyunca simsiyah is lekeleriyle kaplıydı. Evin içinde yanmış et kokusu vardı; evet, benden kaynaklıydı.
O geceden sonra sana musallat oldu lanetli ruhum, seni öldürene dek de peşini bırakmadı.
Bir katil nasıl doğar, sevgilim? İşte böyle. Benim sonum sendin, senin sonun ise bendim, zehirli çiçeğim ve senin soyuna ait her bir kadını öldüreceğim; diktiğim her bir elbiseyi, parçalara ayırıp sonra da birbirine yamadığım ölü bedenleriniz üzerinde sergileyeceğim. Ben eski ünümü geri kazanacağım, şanımı cümle alem duyacak.
Ben bir terziyim.
Bu böyle.
Hiç değişmeyecek
❦
x/kuldikeni & ig/aksvedia
11 notes
·
View notes
Text
Kurt Wagner x Okuyucu
İlk başta bunu kafana takmıyordun.
Kurt'e onun dışlanmadığını, onu her şekliyle sevdiğini ve mavinin favori rengin olduğunu söyleyip ona moral verirdin.
Onun tabiriyle ona kendisinin 'canavar' olmadığını gösterirdin.
Bunu hala yapmaya devam ediyorsun. Asla ondan vazgeçmedin ve vazgeçmeyeceksin.
Ona moral verdiğin, onun saçlarını okşayıp kulağına güzel şeyler fısıldadığın her gece aslında kendinede moral verdiğinin farkında değildin.
O bir mutant ve sen de basit bir insansın...
Çoğu kişiye göre kötü bir eşleşme değil mi?
O tehlikeli ve fantastik görevlere sense normal sıkıcı işine gidiyorsun.
Fantastik ve sıkıcı kelimeleri cümlede ki en farklı iki şey... siz ikiniz de aynı o kelimeler gibisiniz.
O seni mutantların olduğu bir buluşmaya ya da malikaneye Rough, Gambit, Jean ve diğerleriyle bir akşam yemeği yemeye götürdüğünde boğazında oluşan o yumruya engel olamıyorsun.
Sen onlardan farklısın ve kendine ne kadar itiraf etmek istemesen de kendini içten içe dışlanmış hissediyorsun.
Şu anda da aynı duyguyu hissediyorsun.
Çoğunluğu mutant olan bir partide diğerleriyle birlikte büyük bir masada oturuyordun. Hepinizin bir masaya sığması zordu ama bir şekil de halletmiştiniz.
Siyah elbisenizin sırt dekoltesinden klimanın rüzgarını ve Kurt'un elini net bir şekilde sırtında hissedebiliyorsun.
Herkes ortak bir konu hakkında konuşuyordu ama sen hiçbir şey demiyordun çünkü konuştukları lanet konu hakkında hiçbir şey bilmiyordun.
1 yıl önce hep beraber gittikleri bir görevin anılarını anlatıyorlardı. Konuşmaları senin ilgini çekmese de huysuz Logan'nın bile viski şişesini yudumlarken dudaklarının kenarının hafifçe yukarı kalktığını görmüştün.
Aklına orada istenmediğin veya Kurt'un sana insan olduğun için acıyıp bu yüzden seninle sevgili olduğu düşünceleri geldi. Hafifçe gözlerinin yanmasını ve bir kaç tane göz yaşının gözlerini doldurmasına izin verdin.
Bugün için özenle seçip giydiğin elbisenin hatlarını inceledin dikkatini dağıtmak adına.
Bu sırada da sırtındaki elin hafif bir endişeyle yukarı aşşağı hareket edip seni rahatlatmak istercesine sırtını okşadığını fark ettin.
Bakışların Kurt'e döndü. Sanki bir sorun olduğunu anlamış gibi hafifçe kaşları çatılmıştı.
Kurt sesli ortamdan dolayı kulağına doğru eğilmek için başını hareket ettirdiğinde o daha bir şey diyemeden sen konuştun.
"İyiyim Kurt sadece müzikten dolayı başım ağrıdı."
Kurt dudağına küçük ama sevgi dolu bir öpücük kondurup elini sırtından indirdi ve elini sıkıca beline sardı.
Kulağına doğru eğilip nefesinin boynuna çarptığını hissedebileceğin bir şekilde konuştu.
"İstersen eve gidebiliriz Liebe..."
"Gerek yok Kurt. Ayrıca kaç gündür bu partiden ve eski dostlarla buluşmaktan bahsediyorsun. Burada daha fazla kalmak istediğini biliyorum. Ben iyiyim."
Geri çekilmeden önce kulağına güven verici bir şekilde son kez mırıldanır.
"Bir parti senden daha önemli değil istediğin zaman gidebiliriz sadece söylemen yeterli."
...
Evine geldiğinde saat 01.17 idi.
Kurt banyodaki su sesinden anladığın kadarıyla duş alıyordu. Normalde partiden sonra malikaneye gidecekti ama partideki yüz ifadenden dolayı seni yalnız bırakmak istemedi.
Sen yatakta bir şort ve bol bir tişört giyerek yatıyordun.
Gözlerin sımsıkı kapalıydı çünkü birazdan Kurt'un banyodan çıkacağını biliyordun, yani ağlayamazdın. Ağladığını görmesini istemiyordun.
Bir kaç aydır aklını yiyip bitiren düşünceler bu gecedeki partide tavan yapmıştı bu yüzden ağlama isteğin çok anlaşılabilirdi.
Bu sırada Kurt banyodan çıktı. Odanla bağlantılı olan banyonun kapısı açılınca karanlık yatak odana sıcak banyo buharı doldu.
Ona bakmak için bile gözlerini açmadın çünkü açarsan ağlıyacağının farkındasın.
Yatağın sol tarafa doğru eğilmesiyle yatağa oturduğunu anladın.
İlk başta Kurt sessiz kaldı. Sanki senin uyuyup uyumadığını anlamaya çalışıyormuş gibi bedenini inceledi.
Uyuduğunu düşünüp hafifçe iç çekti. Senin bugün iyi olmadığının farkındaydı bu konu hakkında seninle konuşmak istiyordu.
Örtülerin çıkardığı sesten yanına uzandığını anladın.
Sırtın ona dönük olduğundan ensene tüy kadar hafif bir öpücük kondurdu ve senin gibi sırtını sana dönerek yattı.
Normalde sana sarılarak uyurdu ama bu gece sana biraz alan vermeye karar verdi, ayrıca yaptığı banyodan dolayı hafif nemliydi, seni ıslatmak istemiyordu.
Sense aklında ki düşünceleri ve göz yaşlarını uzaklaştırmaya çalışarak uyumaya çalıştın.
...
Ne kadar denesen de uyuyamadın.
Kurt'un düzenli nefes alış verişlerinden uyuduğu belliydi.
Ayın ışığı odayı küçük süzmeler halinde aydınlatırken komodinin üstündeki saatte 03.23 yazdığını gördün.
Çok sessiz bir şekilde ayağa kalktın. Gıcırdayan parkelerin üstünden gitmemeye çalışarak yürürken adımlarını tüy kadar hafif tutmaya çalıştın.
En sonunda yatak odandan çıkmayı başarıp mutfağa doğru yöneldin ve rastgele bir tane bardağa su kattın.
Mutfak penceresinden elindeki bardakla yıldızlara bakmaya başladın.
Yıldızlar ya göz yaşları dolu gözün yüzünden ya da şehrin ışıkları yüzünden bir türlü gözükmüyordu.
Yalnız olduğunu düşündüğünden omuzlarının çökmesine ve göz yaşlarının birer birer yanaklarına damlamasına izin verdin.
Düşünceler kafanı talan ederken göz yaşlarında yüzünü talan ediyordu. Sessiz olmaya çalışsanda ağzından küçük hıçkırıkların kaçmasına engel olamadın.
Tam bu sırada mutfak kapısının eşiğinden uykulu bir ses duydun.
"Liebe... Yatağa gelmen neden bu kadar uzun sürdü?"
Sırtın ona dönük olduğundan ağlayan yüzünü göremiyordu sen de bundan yararlanarak ve sesinin kırık çıkmamasını sağlamaya çalışarak mırıldandın.
"Sadece yıldızları izliyordum, sevgilim. Sen bugün yoruldun yatağa geri git birazdan geleceğim."
Sana yaklaşan bir kaç tane ayak sesi duydun.
"İstersen birlikte izle-"
"Hayır gerek yok Kurt. Tek başıma izleyeceğim."
Sesin istediğinden daha otoriter çıkmıştı ve senin konuşmanla ayak seslerinin durduğunu hissetmiştin.
Kurt bir süre sessiz kaldı.
Yüzünü göremediğinden ne düşündüğünü tahmin etmek zordu.
O şu an aslında bir kaç gündür değişen davranışlarını, sessizleşmeni ve ondan yavaşça uzaklaşmaya başladığını gözden geçiriyordu.
Aklına gelen düşünceyi bu bir hafta boyunca göz ardı etmeyi başarmıştı ama anlaşılan bugün bir şeyleri açığa çıkarması gerekiyordu.
"Benden ayrılmak mı istiyorsun?"
Bunu kısık sesle söylemesine rağmen kalbine göre çok gürültü bir sesti.
O an hiç düşünmeden hızla arkanı döndün ve onun konunun sertliğiyle ciddileşmiş yüzünü gördün.
Az önce ağladığından kırmız olan gözlerin ve burnunun onun kadrajına giren ilk şeydi.
Yüzündeki ciddi ifade senin yüzünü görmesiyle sarsıldı.
Şu an seni kollarına alıp sımsıkı bir şekilde sarılmak istiyordu ama sorusunun cevabını alana kadar bunu yapmayacaktı.
6 aylık ilişkiniz gözlerinin üzerinden bir şerit gibi geçti.
Burnunu çektin ve göz yaşlarının tekrar yanaklarını kaplayacağını bilsende göz yaşlarını sildin.
Konuşmadan önce sertçe yutkundun.
"Kurt... B-Ben... Ben... Ugh!"
Sefil konuşma çabanı bir kenara bırakıp derin bir nefes aldın.
Kurt senin konuşmanı sabırla ve endişeyle bekliyordu.
Her bir göz yaşın ona göre kalbine saplanan bir hançerdi.
"Ben senden ayrılmak istemiyorum... Hiç istemedim. Sadece aklımı rahatsız eden bir kaç düşünce var ama ben seni hayatımdaki her şeyden çok seviyorum ve be-"
Belinin kıvrımına sıkıca sarılan iki tane mavi kol ile sözün kesildi.
Mavi mutant daha fazla konuşmaya çalışarak kendini yormanı istemedi. 'Seni seviyorum' demen onun için en yeterli cevaptı.
Onun tişörtünü göz yaşlarınla lekeleyeceğini bilmene rağmen kafanı onun göğsüne yasladın o da çenesini senin başının üstüne koydu.
Bir eli belinden saçlarına gidip saçlarını okşamaya başlarken kulağına fısıldanan Almanca cümleleri dinledin.
Ich liebe dich.
Weine so viel du willst, ich werde immer an deiner Seite sein.
Ne dediği hakkında hiçbir fikrin yok tek bildiğin sesinin çok rahatlatıcı ve uyku getirici olduğu.
Kurt sevdiği kadının kolları arasında vücudunun rahatladığını ve ağırlığının çoğunun kendisine yaslanmaya başladığını hissedince senin uyuduğunu anlar.
Saçlarının arasında nazikçe gezinen elini seni uyandırmamaya çalışarak geri çeker ve kolunu bacak eklemlerinden geçirir. Diğer elini belinden sırtına çıkarır ve sonra da seni yavaşça kaldırıp seni yatak odana taşımaya başlar.
Sessizce seni yatağa bırakıp örtülerin seni iyice kapladığından emin olduktan sonra yanına uzanır ve bir kolunu sıkıca senin etrafına dolayıp yüzünü senin boyun kıvrımına gömdükten sonra kendini uykunun ellerine teslim eder.
_______________________________________
Yazar notu: İlk oneshot yazışım bu, umarım ki beğenirsizniz :D
Almanca da bilgim sıfır ve google çevirinden çok fazla kopya çektim. Bilmeyenler için 'Liebe' aşkım anlamına geliyordu yanlışsam düzeltmekten çekinmeyin.
Not olarak kısa bir şey yazacaktım ama notu bile uzattım afedersiniz.
Şunu da eklemek isterim ki ben genelde ...x reader/...x okuyucuyu ingilizce bir şekilde okuduğumdan karşıma pek türkçe oneshotlar çıkmıyor türkçe yapan vardır illa ki ama ben pek karşılaşmadım. Eski hesabımda İnglizce hikayeler yazıyordum kendi dilimde karşıma pek bir şey çıkmıyordu. Türkçe ana dilim olmasına rağmen yazım veya gramer de sorun olabilir yaklaşık bir yıldır Türkiye de bulunmadım çünkü. Babamın işi yüzünden yurt dışındayım ve sadece kendi evimizde ailemle Türkçe konuştuğumdan belki paslanmışımdır biraz yani yanlışlarımı mağrur görün.
Her neyse iyi bir gün geçirmeni dilerim :)
Görüşürüz.
#kurt wagner#kurt wagner x reader#nightcrawler#nightcrawler x reader#comfort#marvel#marvel fanfiction#comic characters#x reader#türkçe#x men 97#mcu imagine#x men#Okuyucu#Kurt wagner x okuyucu#Nightcrawler x okuyucu#oneshot#Türkçe oneshot#Türkçe fanfic
12 notes
·
View notes
Text
Nasıl bir lanet bu diye sordu?
-Devam,devam etme laneti.İnsanlar ölüyor ama ben yemek yemeye, alışveriş yapmaya ,derse gitmeye devam etmek zorundayım. Ailemin içim darmadağın ama evime misafir kabul etmeye kocaman gülümsemeye devam etmek zorundayım. Ben yaşamaya devam etmek zorundayım ama halim sadece dizlerimin üstüne çöküp bin güllük ağlamaya varken…
25 notes
·
View notes
Text
MISIR VE BÜYÜK CİHAD / ŞEYH MUHAMMED NAZIM EL HAKKANİ ER RABBANİ www.bismillah.love
https://www.bismillah.love/misir-ve-buyuk-cihad-seyh-muhammed-nazim-el-hakkani-er-rabbani/
MISIR VE BÜYÜK CİHAD
Bismillahirrahmanirrahim. Evtadı Mısır; Mısır’ı koruyan Evliyalar, Evtad. Öyle değil mi? Onlar vardırlar. Ama onlar, ayağa kalkmıyorlar. Hareket etmiyorlar. Bu halkı desteklemek için hareket etmiyorlar. Eğer onların yaptıkları Allah için olsaydı, bütün bu müşkilatları onlar bir saatte durdururlardı. Ama halkın maksadı dünyadır. Onların talep ettikleri de dünyadır. Onlar Ahiret’i talep etmiyorlar. Ve Allah rızalığını istemiyorlar. Onun için onları bırakıyorlar. Birbirlerini yesinler, yoksa kolaydır. Evtadlar, Evliyalar için bunları durdurmak çok kolaydır. Bu şeyi durdurmak kolaydır.
Ama onlar, karışmıyorlar ve bu halkı desteklemiyorlar. Mısır halkını desteklemiyorlar. Çünkü onların talebi dünyadır. Ve talep ettikleri baş olmaktır. Onların talepleri, kendi nefislerinin arzularını tatmin etmektir. Onların maksadı budur. Camiler boştur. Duydum ki Kahire’de yirmi milyon kişi yaşıyormuş. O şehirde kaç tane cami vardır? En azından bin tane cami vardır. Bin cami olsa onları sığmaz. Her sokakta mahallede, kahveler, eğlence yerleri vardır. Allah’a ibadetten onları alıkoyan yerler. Ve insanlar arzularının arkasında, koşturuyorlar ki tatmin olmak için. Arzularını ve hevalarını tatmin etmek için.
Onların camiler için, namaz için, zikir için hiçbir dertleri yoktur. İnsanlar için kaç tane eğlence yeri vardır. Bu yirmi milyon insan için, en azından yüz bin eğlence yeri vardır. İnsanların toplanıp gittiği ve sarhoş oldukları; yiyip içtikleri yerler. Dedikodu yaptıkları, ve sövdükleri yerler. Kur’an-ı Kerim’i öğrenmeleri için yer yoktur. Kim ki evinde Kur’an-ı Azimuşşan’ın okunmasını dinlemezse o kişilere lanet iner. Modayı, İzliyorlar. Moda. Başka bir kelime var, İngizlizce’de. Fashion. (Moda). Yeni modaya tabi oluyorlar; onu izliyorlar.
Yeni yılda giyinecekler, çıkacaklar ve gösteriş yapacaklar. Nasıl gökyüzünün ahalisi onları desteklesin. Onları destekleyip de onların azgınlıkları artsın diye mi? Euzu Billah. Allah’a sığınırız. Onun için kolay değildir. Mısır’ın işi kolay değildir. Veyahut da Irak’ın, veya Şam’ın, veya Yemen’in. Veya Libya’nın, veya Fas’ın, Cezayir’in, Tunus’un. Veya Türkler’in, veya Hisdistanlılar’ın, veya İranlılar’ın işleri kolay değildir. Veya Sudanlılar’ın. Sebep budur. Onların alimleri bu sözlerimize baksınlar, dikkat etsinler. Onların alimleri kibirlenirler, büyüklenirler. Kendilerinin birşey olduklarını zannederler. Onlarda hiçbir şey yoktur. Bir sineği bile kovalamak için birşey yoktur.
Bunlar milyonlarca, milyonlarcadır. Halis, muhlis bir insan olsa; onları doğru yola sürer. Musa (as) kendi arkasından bütün Beniisrail’i getirdi. Yalnız başına. Allah Azze ve Cel ona denizi yardı ve onlar geçtiler. Ötekiler dünya ehlidir; bunlar Ahiret ehlidir. Allah bizi affeylesin. Ve bize mağfiret etsin; merhamet etsin.Mısır yeni moda oldu. Yeni sene. Para istiyoruz. Karun’un yedi hazinesi onlarda olsa bile; bu onlara yetişmez. Onlara yetişmez; kafi değildir. Halimizi Allah bilir.
“Cin ve insi ancak Bana ibadet etmek için yarattım.” Ayet-i Kerime. Bunu bilecekler. Dünyanın arkasından koşturmasınlar ama bilecekler ve öğrenecekler. Bunların yaratılışının ve dünyada yaşamaları; “Cin ve insi ancak ibadet etmeleri için yarattım.” Onu bilecekler. Tövbe Ya Rabbi. Tövbe Ya Rabbi. Bir kişi vardır ki onun sebebiyle, onun adı anıldığında, duyulduğunda bütün insanlar titreyecek. Öyle Evliyalar vardır. En azından öyle titrer. Dünya boş değildir. Ama sizin yaptıklarınız sizi bağlar. Sizi yargılar. Kötü amel. Onlar şeytana çalışıyorlar ve şeytan onlara bu kargaşalık ile bir karşılık veriyor.
Meded Ya Seyyidi. Destur. Tövbe Ya Rabbi. Tövbe Estağfirullah. Ya Rabbi bizi hidayete erdirdiklerinle beraber et. Ya Rabbi Ya Allah. İnsanların en kötüsü nefsine ve hevasına tabi olandır. Eğer hevalarına tabi olanları görürseniz, ve her kişinin kendi reyini beğenmesi; ve itaat olunan cimrilikten. Sen kendi nefsini kurtarmaya bak. İşte budur. Olmayacak. Sadece bu olacak. Onlara bu ceza gelecek. Enbiyalar (as) geldiler. İnsanları yönlendirmek için geldiler. Onları Mevla’ya döndürmek için ve onları, dünyaya olan hevalarından; Mevla’ya döndürmek için. Bunlar dünyanın arkasından koşturuyorlar. Onlara zafer yoktur. Estağfirullah.
Ya Rabbi bizi hidayete erdirdiklerinle beraber et. Ya Rabbi bize bir Melik gönder ki, Sen’in yolunda cihad edelim. İlk önce nefislerimizle. Küçük cihaddan döndük, büyük cihada geldik. Büyük cihadda İslam alemi mağluptur. Niye? Çünkü büyük cihad yapmıyorlar. Hepsi hevalarının, nefislerinin arkasından gidiyorlar. Hevalarının arkasından gidiyorlar. Aman Ya Rabbi. Tövbe Estağfirullah. Estağfirullah. Allah’ım akıbetimizi hayır eyle. Hidayete erdirdiklerinle beraber et. Bizi ıslah edecek, bir kişi yolla. Kuvvetle ve kılıçla. Kılıçla. Aman Ya Rabbi. Fatiha. Bu bizim nefislerimizdendir. Çünkü biz nefislerimizi üzerimize sultan eyledik. Aman Ya Rabbi. Fatiha.
14 notes
·
View notes
Text
Bazı hastalıklar size hiç uğramaz, sevdiklerinize dokunmaz sanırsınız. Her zaman başkalarında görüp duyacağınızı düşünürsünüz. Hayal aleminde yaşadığınızı hep çok acı bir şekilde öğreniyorsunuz. O çok sevdiğiniz kişi karşısına alıyor sizi en mutlu anınızda, ellerinizi tutuyor. Aslında o an içiniz sıkılıyor, kararıyor rengarenk olan her şey. Anlıyorsunuz yani aslında hayatınıza bir kara leke çalınacağını. Gözleri doluyor, elleri titriyor, sesi titriyor yine de sizi sakinleştirmeye çalışırken gülümsemesini asla düşürmüyor yüzünden. Kalbiniz içeride çırpınıyor, gitmek, kaçmak istiyorsunuz. Her cümlesini hayranlıkla dinlediğiniz insan size kanser olduğunu söylüyor. İşte tam o an dünya sizin için yıkılıyor. Geriye inanılmaz bir enkaz kalıyor. O evinize girmez sandığınız lanet hayatınızın merkezine konuyor. Dönmeyi bırakıyor bazı şeyler. Pes etmek istiyorsunuz, onunla birlikte kaybolup gitmek istiyorsunuz. Kabullenmek ilk kez kızdırıyor sizi, güçlü durmak ya da omuzlarınızın dik olması canınızı yakıyor ilk kez. Düşmek istiyorsunuz, dizlerinizin üzerine sertçe düşmek istiyorsunuz. Biri saçlarınızı okşasın, dizlerinde yatırıp dinlendirsin, gözyaşlarınızı silsin. Fakat tüm bu isteklerinize rağmen, içinizde kopan tüm fırtınalara rağmen, yıkılan enkaza dönen her şeye rağmen biri için güçlü kalacaksınız. Zorunda olarak güçlü duracaksınız. Bir hastalık, bir kelime, 6 harf hayatınızı alt üst edecek. İşte o zaman her şeyi daha iyi anlayacak, anlamlandıracaksınız. Her şeyin sonunda :)
7 notes
·
View notes
Text
...
Koca 24 saatin içinde o kadar şey yaşanıyor ama yaptığın tek mücadele kendinle. Başkalarını görmezden gelerek, duygularını dışarı kapatarak, susarak, kendini soyutlayarak, boğazını düğüm düğüm yapan her şeyi içine atarak...
Bırak her ne oluyorsa. Biz de aynı şeyi çekiyoruz. Biz de bu mücadele içindeyiz. Ailemiz bile farkında değil. Geçer derler ve giderler. Geçer evet izi geçmiyor işte. O yüzden yaşadığın sıkıntı ne olursa olsun sana yaklaşamaya çalışan kişiyi uzağına çöp gibi atamazsın. Sana iyi gelecektir belki, senin yaralarını dikecektir, gözyaşın olacaktır, ellerini tutup bırakmayacaktır. Bilemezsin işte.
Ben bunu sevmiyorum işte, birileri için çabalıyorsun karşı taraf farkında bile değil. Onu mutlu etmek için tüm gününü çöpe atarsın oysa karşı taraf hiçmiş gibi davranır. Böyle insanlara LANET OLSUN!!!
#kafamın içi#geceye not#düşünmek#book blog#kitap#düşünce#benlik#books#yalnızlık#yazılarım#tumblr yazılı post#gece
8 notes
·
View notes
Text
Geçen seneydi sanırım...
Cumartesi günü Kadıköy çarşıya indik, Mercan’da bir ekmek arası midye yiyelim dedik. Hava da buz gibiydi, içimiz ısınsın diye içeri geçtik, çıktık üst kata..
Kalkmamıza yakın arkamıza bir anne-kız geldi oturdu.
Soğuktan donan bizim gibi içeri atıyor kendini, tüm masalar doldu, garson oradan oraya koşturup duruyor.
Arkam dönük ama farkındayım, bir türlü dikkatini çekemediler adamın. Sonunda kadıncağız yüksek sesle seslendi :
-“ Kardeş, bakar mısın..!”
Hani filmlerde olur ya, zaman tüneline girer, döne döne bambaşka bir devirde bulur insanlar kendilerini..
Öyle oldum.
“Kardeş, bakar mısın?”
Yahu, biz çocukken tanımadığımız herkese böyle seslenilirdi..!!
Çünkü kalben, tanıdık-yabancı herkesin kardeş olduğuna inanarak büyütülürdük, yetişirdik biz.
Pazarda sebzeleri taşıyan hamal kardeşti, yolda adres sorduğumuz takım elbiseli adam da öyle, parkta salıncağımızı kapan çocuk da kardeşti, okul çıkışında renkli macun satan delikanlı da, kasapta sıra beklerken anneannemin sohbet ettiği teyzeler de..
Aslında nasıl bir sosyal adalet düşünsenize: “Herkes eşit!!”
Çocuk bahçesinde oynarken bir çocuk kaydırak sırasında sizi ittirip önünüze geçince veya tahtıravalliye sizden önce koşup binince, anne-babalar uyarırdı hemen :
-“Kızılmaz öyle! O senin kardeşin..”
Yani o yaştan itibaren, birbirimize karşı hoşgörülü olmayı öğrenirdik.
Hepimiz kardeşiz sonunda, ve birbirimize karşı anlayışlı, sabırlı olmalıyız.
Kızım üç yaşındayken, bir salıncak kuyruğunda, sıra kimin çocuğunda diye kavga eden iki anneyi gördüğümden beri şok içindeyim.
Biz neyi yanlış yapıyoruz diye sordum kendime o anda..
“Kızılmaz, o senin kardeşin” den, iki çocuk adına kavga ederek örnek olan annelere..
Bu ne zaman bu kadar değişti?
Niye değişti?
Sonra düşündüm ki, bu iki soru çok anlamsız aslında.
Sorulması gereken şu : Doğrusu hangisi?
Şimdi facebookda, orada burada yorumlar yazılıyor görüyoruz ya hani, “Biz buyuz, lanet olsun..” “Bu millet bunu hak ediyor “ .
O feci, dayanılmaz gündüz kuşağı saçma sapan programlarını izleyip de, aile içi en gizli derdini milyonların önünde paylaşan garip tiplere, “işte bizim özümüz bu” diyen arkadaşlarım var ya benim..
Siz özümüzü ne zannediyorsanız, sizin karşınıza “işte o” insanlar çıkıyor.
Peki, biz bundan mı ibaretiz ?
Bence değiliz.
Hangi dünya ülkesinde çocuğunu “siz kardeşsiniz” diye yetiştirecek bir bilgelik vardır sizce?
Anadolu’da bir köye gidin bakın, kendi aç kalır, son bardak ayranını size ikram eder.
Bir kamyon şoförüne , sigarasının izmaritini yere atmamayı öğretemezsiniz belki, ama bir zorda kalsanız, koşar yardıma gelir.
Yere biri düştü mü, on kişi toplanır başına , onu oradan kaldırmak için..
Şu sıralar daha değişik görünüyor olmamız, özümüzün değiştiği anlamına gelmiyor.
Ben özümüzün hala şahane olduğuna, ve bir süreliğine gömülmüş bu yönümüzü aslında hepimizin çok özlediğine şahidim.
İşte bu sayfada bana yazdığınız o yorumlardan görüyorum bunu.
Sadece birine “kardeş” diye hitap etmek bile, karşı tarafın yüreğini yumuşatmaz mı? İkinizin “bir” olduğunu düşündürmez mi?
Bence şu güzelim, şu hırpalanmış, şu inanılmaz derecede bahtsız ve aynı zamanda akıl almaz derecede şanslı ülkede, bizler hepimiz bin bir renkten acaip bir ahenk oluşturan kocaman bir aile değil miyiz?
Hem hangi kardeş birbirine tıpatıp benzer ki?
Birbirine kızar, küser, farklı görüşte olabilir, hayat kardeşleri farklı yollara sürmüş, farklı giysiler giydirmiş de olabilir.
Ama onlar özde kardeştir.
Birinin eli kesilse, öbürünün canı acır diğer odada..
Kardeşlik tam da böyle bir şeydir.
Bir şey oldu, bir virus girdi içimize, hani şu bilgisayarlarımıza girenler var ya.. İşte onlardan..
Fabrika ayarlarımıza dönmek çok kolay.
Şifre sorarsa hayat size...
Şifremiz şu : “Bakar mısın kardeş🙏🙏💖💖
Hayal Ağacım
Bige Güven Kızılay
7 notes
·
View notes
Text
Hava intihar etmek içinde çok güzel değil mi sevgilim?
Soğuk, yağmurlu ve gürültülü.
Sanki beni yansıtır gibi,
Sanki içimdeki bu lanet acıyı hisseder gibi.
Gözyaşlarıma eşlik ediyor bulutlar,
Ben onlara nasıl eşlik edebilirim?
Hissediyorum ilaçlarım yeniden artacak,
Yeniden başa döneceğim.
Aynı buluttan düşen bir yağmur tanesi gibi,
Önce buharlaşacağım ve yok olacağım.
Sonrasında aynı o damlacık gibi tekrar olduğum yere döneceğim.
Sana!
Yeniden sana döneceğim, yine kırıp dökeceksin beni.
Her kırdığında baştan toplanacağım, baştan yaratacağım kendimi.
Peki ya sonra?
-syonchez
4 notes
·
View notes
Text
Yüce Tanrım nedir bu yüreğimdeki sancı? Sanki terk edilmiş bir insanın kalbine sahip, göz yaşları dondurma alacak parası olmayan bir çocuğunki gibi kırık. Tanrım, sanırım ben yok olmak üzereyim. Bu kırgınlık, beni gittikçe içine çekiyor. Bu yüzden dualarım yarım kalıyor. Sanırım Tanrım, sesimi sana duyuramıyorum. Bu yüzden belki benim seni unuttuğumu düşünerek terk edeceksin beni. Ama inan ki aklımdasın, sadece yaşayışım o kadar yüzeysel ki o kadar tek düze ki beynimde dolanan kelimeleri dahi seçemeyecek kadar uyuşuk bir haldeyim. Acaba bu benim suçum mu? Bu yüzden belki de öylece ölmeyi bekleyen bir insana giderek daha çok benzemekteyim. Sanırım bu durumdan artık korkmuyorum. Ne olacağını merak etmiyorum. Artık birilerinin beni duymasını beklemiyorum. O yüzden şu an seslenmeyi bırakmış bir halde, içimden, gücüne güvenerekten konuşuyorum. “Ben artık kendimi tanıyamıyorum. Hatta çok özür dileyerekten hiçbir zaman kendimi tanıyamadığımı dile getirmek istiyorum. Hiçbir zaman yeterince çabalayamadığımı hatta belki de çabalamadığımı; başarısız olduğumu söyleyenlerin laflarına, belki de kolay kaçma düşüncesinden, artık daha fazla yara almak istemediğimden, onlara boyun eğdiğimi itiraf etmek istiyorum. Gerçekten affına sığınarak ve şu incecik boynumu ne kadar daha bükebileceğimi bilmeden eğmeye devam ederek; sınanmaya geldiğim şu dünyaya lanet etmeden önce, yarattığın insanların gelmiş olduğu vaziyeti kınayarak, kendimi onlardan ayrı tutma cüretini kendimde bulabiliyor olduğumu, bir soytarının sahip olabileceği bir cesaretle, buna kendimi inandırarak dile getirebiliyorum. Ben hiç sahip olmadığım gücü, kuvveti şu anki insanlarla kendimi kıyaslayarak yanına yaraşır biri olduğuma inanıyorum. Ben, Tanrım, belki de sana inanmayarak sana ibadet ediyorum. Ve belki de bundan, kendimi şuracıktaki yangına atabilecek kadar kudretli zannederek seni kendimle bir tutuyorum. Haşa derken kendime inanamıyorum.”
23 notes
·
View notes
Text
Nefret etmek istiyorum. Herkesten ciddi anlamda nefret etmek istiyorum. Hayatımı mahvedenlerden nefret etmek istiyorum. Lanet olası iyi niyetimi içimden koparıp atmak istiyorum.
3 notes
·
View notes
Text
Şimdi karşıma çıksan aylardır yuttuğum sözleri bir bir hiç gocunmadan dökerim sana. Sana kızarım, sana ağlarım, seni suçlarım, sana lanet okurum ama her şeyden çok, yemin ederim her şeyden çok günün sonunda hep seni severim çünkü her şey değişti. Senden sonra boşluğun bile değişti ve gözümden akan bu yaşların mezarını sulayacağını biliyorum o yüzden ağlamamaya çalışıyorum. Ama günlerdir beni kaplayan sıkıntı gidişini kabulleniyor oluşum.
Sis özür dilerim. Beni yaşatmaya çalışırken senden sonra yaşamak istemediğim için çok özür dilerim. Devam etmek istemediğim, gülümsemeyi unuttuğum, yaşama umudum kalmadığı için ben gerçekten özür dilerim.
Sadece bu sefer odam zifiri karanlık ve artık kimseyi göremiyorum, ensemde canavarın soğuk nefesi var ama artık o kadar kimsesiz kaldım ki o canavara sığınmaya başlıyorum yavaş yavaş.
Beni koruduğun canavarlara kaçıyorum. Ne acı sis.
Benim dışımda herkes yokluğuna alıştı.
Hepsi seni unutmam için bana kızdı.
Aşamadığım tek mesafesin.
Aşmak istemediğim, tek mesafesin.
Aşmaktan korktuğum tek mesafesin.
Aşarsam kim olduğumu unutacağım tek mesafesin.
Sis. Bugün yanımda olmanı çok istedim...
Ama bak karanlık.
Oda karanlık.
Sen karanlıksın.
Bense çoktan sana yakalanmışım bebeğim.
5 notes
·
View notes
Text
Yine lanet olası işe gidiyorum baba çok Saol hayatımı siktin attın eski liseden arkadaşlarım maşallah hepsi bir baltaya sap olmuş hayatlarını yoluna koymuşlar şunu söyleyim size her zorlukda destek veren bir aileniz varsa her daim o zaman hayat mücadeleside güzel anlamlı geçiyor ama yalnız başına mücadele etmek çok zor bazen insan dağ olamıyor...
14 notes
·
View notes