#kurup ads
Explore tagged Tumblr posts
thefirstpov · 20 days ago
Text
Sanjna Kurup's DP Report for the workshop film project
This is a blog on my daily progress as First AD on the workshop film project, "mother" by Sahil Gada
My role as the first includes handling the logistics [ creating breakdowns, lists, schedules, etc] but also overlooking each department and their progress. Communicating the required to the right people to ensure the set runs smoothly and Leading the direction team.
Me and my partner Atharva are so excited for the same!
Crew :
Writer & Director: Sahil Gada
Associate Director: Abhishek Chaturvedi
Director's Assistants: Om & Alvina
Second ADs : Ralph & Karan
Second second : Aastha
Script soup 🍲: Punarvasu & Anshvir
Tumblr media
Welcome to the first's pov!
1 note · View note
adaptedijital · 8 months ago
Text
KVKK Uygulama Rehberi İşletmeler için Temel Bilgiler
Günümüzde, kişisel verilerin korunması her işletmenin öncelikli sorumlulukları arasında yer almakta. KVKK, yani Kişisel Verilerin Korunması Kanunu, bu sorumluluğun temelini oluşturur. İşletmeler için KVKK‘ya uyum, sadece yasal bir zorunluluk değil, aynı zamanda müşteri güvenini kazanmanın ve sürdürmenin de anahtarıdır. Bu rehberde, KVKK’nın temellerini ve işletmelerin nasıl uyum sağlayabileceğini detaylı bir şekilde ele alacağız.
KVKK’ya Uyumun İlk Adımı olarak, işletmelerin bir veri envanteri oluşturması gerekmektedir. Bu, işletmenin işlediği kişisel verilerin türlerini, işleme amaçlarını, kimlerle paylaşıldığını ve nasıl korunduğunu belirleyen kritik bir süreçtir. Veri envanteri, KVKK’ya uyum sürecinin temel taşıdır ve işletmelerin risklerini doğru bir şekilde değerlendirmelerini sağlar.
KVKK uyumunda, alınacak teknik ve idari tedbirler büyük önem taşır. İşletmeler, veri güvenliğini sağlamak için gerekli tüm önlemleri almalı, çalışanlarını düzenli olarak eğitmeli ve veri ihlallerine karşı hazırlıklı olmalıdır. Bu süreçte, güçlü şifre politikaları, veri erişim kontrol sistemleri ve şifreleme teknikleri gibi güvenlik önlemleri öne çıkar.
Son olarak, KVKK uyumu bir sürekli süreçtir ve işletmelerin düzenli olarak kendilerini gözden geçirmeleri, politikalarını güncellemeleri gerekir. 🔄 Bu, sadece yasal yükümlülüklerin yerine getirilmesini değil, aynı zamanda müşterilerinize karşı sorumluluklarınızın bilincinde olduğunuzu ve onların verilerini korumaya yönelik proaktif adımlar attığınızı gösterir.
KVKK, işletmeler için hem bir zorunluluk hem de bir fırsattır. Müşteri güvenini artırmanın ve rekabette öne çıkmanın bir yolu olarak görülebilir. Adapte Dijital olarak, KVKK’ya uyum sürecinizde sizlere rehberlik etmek için buradayız. Unutmayın, kişisel verilerin korunması sadece bir yükümlülük değil, aynı zamanda çağımızın bir gerekliliğidir.
KVKK Nedir? İşletmeler için Önemi ve Temel Kavramlar
KVKK, Kişisel Verilerin Korunması Kanunu‘nun kısaltmasıdır ve bireylerin kişisel verilerinin korunmasını amaçlar. İşletmeler için bu kanun, veri güvenliği ve müşteri gizliliğinin sağlanması açısından kritik bir öneme sahiptir. Bu bölümde, KVKK’nın işletmelere etkisi ve temel kavramlarını detaylandıracağız.
Kişisel Veri Nedir?
Kişisel veri, bir bireyi tanımlamaya veya tanımlanabilir hale getirmeye yarayan her türlü bilgidir. Ad, soyad, telefon numarası gibi doğrudan tanımlayıcı bilgilerin yanı sıra, lokasyon verisi veya IP adresi gibi dolaylı tanımlayıcı bilgiler de kişisel veri kapsamına girer. İşletmeler, bu verileri işlerken büyük bir dikkat ve hassasiyet göstermelidir.
Veri Sorumlusu Kimdir?
Veri sorumlusu, kişisel verilerin işlenme amaçlarını ve vasıtalarını belirleyen, veri kayıt sistemini kurup yöneten gerçek veya tüzel kişidir. İşletmeler, KVKK kapsamında veri sorumlusu olarak kabul edilir ve uyumla ilgili yükümlülükleri yerine getirmekle sorumludurlar. Bu, veri güvenliği politikalarının oluşturulması ve uygulanması anlamına gelir.
Veri İşleyen Kimdir?
Veri işleyen, veri sorumlusunun verdiği yetkiyle kişisel verileri işleyen kişi veya kurumlardır. Örneğin, bir bulut hizmeti sağlayıcısı veya pazarlama ajansı veri işleyen olabilir. İşletmeler, veri işleyenlerle çalışırken KVKK’ya uygun sözleşmeler yapmalı ve verilerin korunması için gerekli tedbirleri almalıdır.
Kişisel Verilerin Korunması İçin Alınması Gereken Tedbirler
Kişisel verilerin korunması, sadece yasal bir zorunluluk değil, aynı zamanda işletmelerin itibarı için de kritik bir öneme sahiptir. Veri güvenliği için teknik ve idari tedbirler alınmalı, düzenli eğitimler ve denetimler yapılmalıdır. İşletmeler, bu süreçte şeffaflık ve hassasiyet göstererek müşteri güvenini artırabilir.
KVKK Uyumunda Teknik ve İdari Tedbirler
KVKK uyum sürecinde, teknik ve idari tedbirlerin alınması, işletmelerin kişisel verileri etkin bir şekilde korumasının temelini oluşturur. Bu tedbirler, veri güvenliğini sağlamak ve potansiyel ihlalleri önlemek için hayati öneme sahiptir. İşletmeler, bu tedbirleri uygulayarak hem yasal yükümlülüklerini yerine getirir hem de müşterilerinin güvenini kazanır. Bu bölümde, KVKK uyum sürecinde alınması gereken önemli teknik ve idari tedbirleri ele alacağız.
Teknik Tedbirler Nelerdir?
Teknik tedbirler, veri güvenliğini sağlamak için kullanılan teknolojik çözümleri içerir. Bu tedbirler arasında şifreleme, güvenli ağ bağlantıları, erişim kontrol sistemleri ve güvenlik duvarları bulunur. İşletmelerin, veri saklama ve aktarımı sırasında güçlü şifreleme yöntemleri kullanması, kişisel verilerin yetkisiz erişime karşı korunmasını sağlar. Ayrıca, düzenli güvenlik testleri ve sızma testleri yapmak, olası zayıf noktaları belirleyerek bunlara karşı önlemler alınmasını sağlar.
İdari Tedbirlerin Önemi
İdari tedbirler, teknik önlemleri destekleyen yönetimsel ve politik süreçleri ifade eder. Bu süreçler arasında veri koruma politikalarının oluşturulması, çalışan eğitim programları ve veri ihlali durumunda izlenecek prosedürler yer alır. İşletmeler, KVKK’ya uyumlu çalışma politikaları geliştirerek ve bu politikaları düzenli olarak güncelleyerek idari tedbirlerin etkinliğini artırabilir. Çalışanların veri koruma bilincinin artırılması da idari tedbirlerin önemli bir parçasıdır.
Risk Değerlendirme ve Yönetimi
Teknik ve idari tedbirlerin belirlenmesi ve uygulanması sürecinde, risk değerlendirme ve yönetimi kritik bir önem taşır. İşletmeler, düzenli risk değerlendirmeleri yaparak, karşılaşılabilecek riskleri tanımlamalı ve bu risklere karşı en uygun tedbirleri belirlemelidir. Bu süreç, işletmenin güvenlik politikalarının ve uygulamalarının sürekli olarak güncellenmesini sağlar, böylece yeni tehditlere karşı proaktif bir koruma sunar.
Denetim ve Uyum Süreçleri
KVKK uyumu, sürekli bir denetim ve gözden geçirme sürecini gerektirir. İşletmeler, uyguladıkları teknik ve idari tedbirlerin etkinliğini düzenli olarak denetlemeli ve uyum süreçlerini sürekli iyileştirmelidir. İç ve dış denetimler, işletmenin KVKK’ya olan uyumunun objektif bir şekilde değerlendirilmesini sağlar ve gerekli düzenlemelerin yapılmasına olanak tanır. Bu süreç, işletmenin veri koruma standartlarını sürekli olarak yüksek tutmasını sağlar.
KVKK Uyum Sürecinde Karşılaşılabilecek Zorluklar ve Çözüm Önerileri
KVKK’ya uyum süreci, işletmeler için çeşitli zorluklar içerebilir. Bu zorlukların üstesinden gelmek, etkili stratejiler ve proaktif planlama ile mümkündür. Bu bölüm, KVKK uyum sürecinde karşılaşılabilecek tipik zorluklara ve bu zorlukları aşmak için önerilen çözümlere odaklanacaktır. Uyum sürecini kolaylaştırmak ve veri koruma standartlarını iyileştirmek için bu önerileri dikkate almak faydalı olacaktır.
Bilgi ve Farkındalık Eksikliği
Birçok işletme, KVKK’nın gereklilikleri ve uyum sürecinin kapsamı hakkında yeterli bilgiye sahip değildir. Bu durum, yanlış uygulamalara ve potansiyel ihlallere yol açabilir. Eğitim ve bilgilendirme programları düzenlemek, bu zorluğu aşmanın anahtarıdır. İşletmeler, çalışanlarını düzenli olarak KVKK ve veri koruma konularında eğitmeli ve güncel bilgilerle donatmalıdır.
Yetersiz Kaynak ve Altyapı
KVKK‘ya uyum, özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeler için, finansal ve teknik kaynak zorlukları içerebilir. Uygun altyapıya ve kaynaklara yatırım yapmak, bu zorluğu aşmanın temelidir. Dış danışmanlık hizmetleri ve uyum yazılımlarından yararlanmak, kaynakları etkili bir şekilde yönetmeye ve uyum maliyetlerini optimize etmeye yardımcı olabilir.
Teknik ve İdari Tedbirlerin Uygulanması
KVKK’ya uyum sürecinde, etkili teknik ve idari tedbirlerin uygulanması zorlayıcı olabilir. İşletmelerin, veri güvenliğini sağlamak için gereken teknolojik çözümleri ve yönetimsel politikaları entegre etmesi gerekmektedir. Bu süreçte, deneyimli IT profesyonelleri ve veri koruma uzmanları ile çalışmak, işletmelerin teknik ve idari tedbirleri etkili bir şekilde uygulamalarını sağlayabilir.
Sürekli Değişen Veri Koruma Düzenlemeleri
Veri koruma mevzuatı sürekli evrim geçirmekte ve işletmelerin bu değişikliklere ayak uydurması gerekmektedir. Bu durum, özellikle birden fazla yargı bölgesinde faaliyet gösteren işletmeler için karmaşık hale gelebilir. Sürekli eğitim ve mevzuattaki değişiklikleri takip etmek, işletmelerin güncel kalmasını sağlar. Ayrıca, uzman hukuk danışmanlığı almak, mevzuat değişikliklerine uyum konusunda işletmelere rehberlik edebilir.
0 notes
hazansohbet · 10 months ago
Link
0 notes
serhatnigiz · 1 year ago
Text
Devlet mi Millet için? Millet mi Tayyibistan Krallığı için? Egemen olan kim?
Tumblr media
Cumhurbaşkanının parti başkanı olduğu...
Parti başkanı sıfatı ve seçim yasalarınca meclis çoğunluğuna sahip olduğu...
Parti başkanı olarak milletvekillerini seçtiği ve işine gelmediğinde milletvekilliklerine yol verdiği..
Parti başkanı olarak yürütmeye ve bakanlara hakim olduğu..
Parti başkanı olarak HSYK'nın 13 üyesinin 6'sını doğrudan 7'sini partisi aracılığıyla atadığı..
O HSYK'nın Yargıtay'ı, o HSYK'nın Danıştay'ı seçtiği..
Bu kurumlara atanmışların 4/1'ni Cumhurbaşkanının doğrudan seçtiği..
AYM'nin 12 üyesini Cumhurbaşkanının seçtiği..
Valileri, Kaymakamları vs. Cumhurbaşkanının seçtiği..
Hepsinin süreli olarak Cumhurbaşkanı tarafından seçildiği..
KHK, CBK, CK vs. "geniş yetkilere" hiç girmiyorum..
Düzen mi demek istersiniz, rejim mi demek istersiniz, yönetim şekli mi demek istersiniz, artık ne ad vermek isterseniz..
Dolayısıyla böylesi bir sistemin hala demokrasiyle, cumhuriyetle, Anayasa'da yazdığı şekliyle "laik, sosyal, hukuk devleti" ile bir alakasının kaldığını düşünmek abesle iştigaldir.
Tez vakit Türkiye Cumhuriyeti devleti adını değiştirmeli yerine de TAYYİBİSTAN KRALLIĞI ismini koymalıdır. Kendisine yakışan da bu olacaktır!
Bu ülke 100 yılın sonunda Erdoğan-Bahçeli ikilisinin etrafında kümelenmiş olan bir avuç memur kastının ve para babasının şahsi çifliğine (devlet-şirketine!) dönüşmüş durumdadır.
Peki "muhalefet" olduğu varsayılan temsiliyetist partiler ne durumda?
Bu fuhler partilerine verilmiş olan tek bir görev var: O da mevcut iktidar bloğuna ve sisteme karşı gerçek bir muhalefetin ve toplumsal mücadelenin oluşmasını engellemek!
14 Mayıs seçimlerinde iktidarla anlaşmalı bir şekilde sandık kurup milleti kandıranlar/milletin gazını alanlar önümüzde ki yerel seçimlerde de kendilerine verilen rolü oynamaya devam edeceklerdir.
14 Mayıs sonrası durduk yere "kaç paraya seçimleri sattınız?" diye hesap sormadık! Hani bunlar yalandı, neden dava açmadınız? Cebe attığınız milyon dolarların hesabını elbette birgün vereceksiniz. Siyaseti ticaret olarak yapanlar tabii ki bu sorulardan korkarlar ve cevap vermezler.
Ülkede yasama teminatı yok, yargı teminatı yok, yürütme teminatı yok, bir ülkede devlet kurumlarının ve memurun teminatı kalmamış ise, o ülkede de facto Anayasa ve kanunlar geçerliğini kaybetmiş (yargı dahi hukuka adil ulaşımın önünde bir engel haline gelmiş) ise, hepsinin dışında yetkinin tek elde toplandığı bir YÜRÜTME FAŞİZMİ VE DİKTATÖRLÜĞÜ uygulanıyorsa; bu durumda millet üzerine çöken bu karabasandan nasıl kurtulabilir?
Tek bir çıkış yolu var: O da usul, koruma ve dokunulmazlık yasalarını kendisine zırh yapmış bu memur kastlarının TOPLUMSAL DENETİM KURUMLARI aracılığıyla kontrol altına alınmasıdır. Devlet kurumları ve memur denetlenmediği sürece baskı, sömürü ve adaletsizlik kaçınılmazdır. Kim ki devlet kurumları ve memurlar denetlenemez diyorsa yalan söylemektedir. Zira devlet denilen kurum ve bu kurumun bürokratik işleyişinin parçası olan memur kastları bir avuç iken, millet ve milleti oluşturan emekçi sınıf ve katmanlar toplumun büyük ve ezici çoğunluğunu meydana getirmektedir.
Hangi etnik köken, hangi din ve inanıştan (hatta ideolojiden) gelirse gelsin toplumun en geniş denetimist birliğini kurmak gerekir. Bu da dünün ayrıştırıcı ve bölücü temsiliyetist politikaları ile değil, tüm kesimlerin temel hak ve özgürlüklerini esas alan yeni bir toplumcu söylemle mümkündür. Başörtülü Başörtüsüz, Alevi Sünni, Kürt Türk demeden her kimlikten emekçiyi denetimist fikirlere ikna etmek gerekir. İkna olmuyorlarsa da sabırla ve pes etmeden anlatmak şarttır. Ancak bu şekilde insanlar temsiliyetizm ve memuriyetizm karşısında kendi öz deneyimlerinden pratik dersler çıkararak denetimist fikirleri daha iyi kavrayabilirler. Kavradıkça da temel hak ve özgürlüklerin önemini anlayabilirler. Bu hem "öğreten" hem de "öğrenen" için en değerli okuldur.
Hak verilmez, hak alınır! Gerekirse zorla alınır. Tarihte hiçbir dönem yoktur ki armut piş ağzıma düş şeklinde bir kazanım elde edilmiş olsun. İnsanlığın ve emekçilerin tüm kazanımları mücadeleler sonucunda elde edilmiştir. Denetimist mücadele olmadan denetimist kazanımda olmaz. İşte bu yüzden denetimist bürokratik hukuki faaliyetler temsiliyetistlerin tüm engellemelerine ve üç maymun politikalarına karşın geniş toplumsal kesimlere ulaşmayı başarabilmiştir. Denetimist mücadele bunu siyaset yoluyla da değil, tüm toplumu ilgilendiren bireysel ve kümülatif hak-hukuk mücadelesinin yöntemlerinin yenilenmesi yoluyla gerçekleştirmiştir. Zira toplumsal denetim mücadelesi en geniş toplum kesimleri arasında mümkün olan en geniş alternatifin oluşturulmasını da kendisine görev ve hedef olarak belirlemiştir.
YASAMA, YARGI VE YÜRÜTME DOKUNULMAZLIKLARI KALDIRILMALIDIR! DEVLET KURUMLARINI VE MEMURU KORUYAN KORUMA YASALARI KALDIRILMALI YERİNE VATANDAŞ USUL VE MUHAKEME DENETİM KANUNLARI GETİRİLMELİDİR.
VATANDAŞ DEVLETE VE MEMURA DOKUNABİLMELİDİR! DEVLETİN VE MEMURUN DOKULMAZ BİR TANRIYA DÖNÜŞTÜĞÜ HER TEMSİLİYETİST SİSTEMDE DEVLET DİNE MEMUR İSE TANRIYA DÖNÜŞMEKTEN KURTULAMAZ.
DENETLENMEYEN BİR CUMHURİYET CUMHURİYET DEĞİLDİR. BU DEVLET OLSA OLSA BİR AVUÇ MEMUR KASTININ VE PARA BABASININ KAPİTALİST SÖMÜRÜ DÜZENİNDEN BAŞKA DA BİR ŞEY DEĞİLDİR!
EĞEMENLİK HAKKI MİLLETTEN VE MİLLETİ MEYDANA GETİREN EMEKÇİ SINIFLARDAN AYRI DÜŞÜNÜLEMEZ. DENETLENMEYEN BİR DEVLET GAYRİ MEŞRU BİR DEVLETTİR. ANCAK KİTLELER TARAFINDAN KURUMLAR ARACILIĞIYLA DENETLEN BİR DEVLET HALKIN DEVLETİNE VE CUMHURİYETİNE DÖNÜŞEBİLİR!
12.12.2023
Serhat Nigiz
1 note · View note
technuter · 2 years ago
Text
Tech Mahindra inks MoU with Axiata to Co-Develop 5G Enterprise Solutions Across 5 countries
Tumblr media
Tech Mahindra and Axiata Group Berhad (“Axiata” or “the Group”), a leading mobile telecommunications and digital conglomerate in ASEAN and South Asia, have signed a Memorandum of Understanding (MoU) to co-develop and market innovative 5G enterprise solutions across Malaysia, Sri Lanka, Bangladesh, Nepal, and Cambodia. The MoU aims to accelerate the seamless expansion of innovative new-age and cost-effective 5G solutions across industries, including manufacturing, oil & gas, and smart cities & services, among others. The partnership will combine Tech Mahindra’s industry knowledge to provide specialized services and digital solutions to customers, 5G enterprise solutions capabilities, SI (System Integrator) capabilities, and its domain expertise in planning, designing, deployment & management of private wireless networks, along with Axiata’s network infrastructures and product & services. Rajesh Chandiramani, Business Head, Communications-Media-Entertainment for EMEA and APJI Markets, said, “5G is the new evolved technology fabric which enables a seamless connection of fast and intelligent devices and provides an enhanced customer experience in the digital world. Tech Mahindra has created 100+ 5G For Enterprise (5G4E) industry solutions across all sectors which provide end-to-end digital solutions for enterprises to enable digitalization at pace in this new 5G arena. Tech Mahindra’s 5G4E solutions, coupled with Axiata’s leading communication 5G connected services and their focus on digital telco, digital business, and digital infrastructure, will help us extend our 5G services portfolios to deliver tangible business value to customers across APJI markets and help digitize enterprises across verticals. We are confident that this partnership will bolster growth, productivity, and innovation to monetize opportunities in 5G for Enterprises (5G4E).” 5G is the underlying fabric of an entire ecosystem of seamlessly connected intelligent devices and immersive customer experiences. Our strong network of industry solutions across sectors will provide value-driven end-to-end solutions for holistic enterprise digitalization. This, coupled with Axiata’s leading communication services and focus on digital telco, digital business, and infrastructure, will help us extend our 5G services portfolio to deliver tangible business value to customers and partner ecosystems in the APJI region. We are confident that this partnership will bolster growth, productivity, and innovation to monetize opportunities in 5G for enterprises.” Dr Gopi Kurup, Chief Executive Officer, Axiata Enterprise, said, “At early stages of 5G trials and rollout, all of our regional Enterprises clients are anticipating and positioning for the transformational enablers that the new technology offers for their core businesses. The availability of 5G capabilities opens up innovative possibilities in achieving digital transformation strategies for various Enterprises and industries. The guarantee of an improved and faster network performance to meet the high demands on network latency, reliability, and security is needed in delivering vertical industry solutions. In line with Axiata’s vision in becoming The Next Generational Digital Champion by 2024, Axiata Enterprise is committed in ensuring all our operators deliver best-in-class solutions beyond fixed mobile connectivity services. Leveraging the combined strengths of our operators’ mobile connectivity expertise and Tech Mahindra’s experience in delivering business transformation towards IR 4.0, we look forward to bringing 5G enabled Smart Services to Enterprise clients within our footprint, focused on key industries of O&G, Cities and Manufacturing,” Dr Gopi added. The new use cases and solutions developed as part of the MoU will help make enterprises future-ready for the 5G wave by providing a robust roadmap, unlocking new revenue streams, and eliminating business and operational inefficiencies. This partnership is in line with Tech Mahindra’s NXT.NOW framework, which aims to enhance ‘Human Centric Experience’, and focuses on investing in emerging technologies and solutions that enable digital transformation and meet the evolving needs of the customer. Read the full article
0 notes
youthblogs · 3 years ago
Text
Sajan Raj Kurup: The Life story of the Indian creative genius
Tumblr media
Sajan Raj Kurup is an Indian entrepreneur and businessman. He is the Founder and Creative Chairman of the Advertising Agency, Creativeland Asia (CLA). Kurup and his team at CLA aim to provide their clients with creative and innovative marketing solutions. It is now one of the most sought-after advertising agencies in India.
Sajan Raj Kurup has made many strides in the creative industry since CLA’s inception. Kurup has garnered and provided services for several multinational brands such as Godrej, Audi, Mercedes Benz, Frooti, Appy Fizz, and Taj just to name a few. His success has been ever-expanding, but like all things in life, his journey in the industry started small.
Sajan Raj Kurup attended Xavier’s college and graduated with an honors degree in Mathematical Economics and later dropped out of business school to opt for a career in creativity. Kurup’s interests in creativity and design bloomed at a very early age in the campuses of the National Institute of Design (NID). Kurup grew up with his father who worked for NID and stayed on the campus. Kurup never studied at the campus but staying in a community of design and creativity, molded him to be the person he is today. The campus provided him with knowledge and insights about aesthetics, design, and innovation. All of these qualities allowed him to shape his career in creativity.
He started his career in 1996 and worked as a Senior Copywriter at the DDB Mudra Group before moving onto work as a Creative Director at Leo Burnett, Lowe Lintas, and Grey Worldwide. In 2007 Kurup finally made the decision of starting his own company. With four of his colleagues from Grey Worldwide, Kurup started Creativeland Asia from his living room dining table. A huge risk at the time, Creativeland Asia strived to be a platform for creativity and innovation. Their goal was to provide their clients with solutions that create strong and proactive relations between the brand and the users. Starting off as just an advertising agency, CLA’s activities now range from branding, design, licensing to film production, digital media, and event management.
Kurup’s huge success in the industry stems from the uncompromising beliefs and the lifestyle he follows for creativity. His personal life beliefs in creative thinking come from his love for history, religion, and the study of ancient cultures. He loves to study the psychologies of the human mind to better understand people’s thinking about his products. He practices Bach flower therapy and counsels people with psychosomatic disorders. He is a very spiritual person and loves to spend his time practicing yoga, chantings, and meditation.
0 notes
cesitkenar · 3 years ago
Text
Her şeyi fazlasıyla abartarak yaşayan ve hisseden birisi olduğum için hayatımdaki en ufak değişimler bile yaşantımı bambaşka bir yöne doğru ilerletiyormuş, o hislerin ve yaşananların aynıları bir daha yaşanmayacakmış gibi hissediyorum (ki aslında doğru da). Ve dün gece ankarada yürürken hava o kadar soğuktu ki sanki kışın gece bir şeyler yapmışım ve yurduma dönüyormuşum da son minibüs acaba kalkmış mıdır metroyla mı gideceğim kararını vermem gerekiyormuş gibi hissettim. Ayrıca bu yürüyüş sırasında tam böyle hissediyorken ankaradaki hayatının bu dönemindeki son gecesi nasıl hissediyorsun gibi bir soru yöneltildi bana ve o kadar üzüldüm ki bu ikisi birleşince?? Hayatımda çok büyük şeylerin değiştiği yok hatta zamanın ne göstereceğini bilmiyorum belki ankarada yaşamaya yeniden döneceğim ama şimdi yurt odamdan toplanıp eve dönmek, ayrılmak hissi (çok uzun zamandır zaten ayrıydım ama tamamen ayrılmak işte) hüzünlendirdi anlıyor musunuz?? İlerleyen yıllarda ankarada yaşamak ister miyim bilmiyorum aslında ama üniversite yıllarımı okulumu seviyor olma sebebim dışında da ankarada geçirdiğim için mutlu olduğumu hissettim ayrıca. Ve bir sürü insanın aksine ankarayı seviyorum da?? Ankaraya çirkin diyen olursa aç da götüne bak sen önce falan gibi saçma ve çirkin şeyler söyleyip insanların nihal ad hominem yapmana ne gerek vardı ya diye tepki göstermesine sebep olacak kadar savunacağım Ankarayı hayatımın sonuna kadar (abartıyorsun). Nihal sana ankaraya giriş yasağı mı getirildi ne kadar abartıyorsun diyen varsa da bilmiyorum dostlarım aile evindeyken şehir değiştirmeyi bırakın ilçe bile değiştirmeden yıllarınızı geçirip de sonra tek başınıza başka bir yerde yaşam kurup orada bir sürü şeyi ilk kez yaşadıktan sonra oradan tamamen ayrılıyormuşsunuz ve hayatınızın o dönemi kapanmış gibi hissedince üzülüyorsunuz?? Bir de okulda bir sürü şey değişmiş ayrıca en sevdiğim kafe kapanmış,, dr falafelin falafeli de eskisi kadar güzel bile değildi ve işte hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve nostaljik hissediyorum işte ANLIYOR MUSUNUZ???
16 notes · View notes
mavi-usta-77 · 4 years ago
Text
Atatürk’ün hep “kahraman” olduğunu söylediler bize… Düşmanları nasıl yendiğini, ulusunu karanlıktan aydınlığa nasıl çıkardığını, yurdu nasıl kurtardığını, zaferden zafere nasıl koştuğunu, yurtsever biri olduğunu ve ulusu için neler yaptığını, her başarıyı kendisine değil de ulusuna mal ettiğini, dünyaya hükmeden kararlı bir devlet adamı olduğunu anlattılar. Her söyleyen, her söylediğinde gerçekten de haklıydı. O, bizim için hep ulaşılmaz, hep ayrıcalıklı biriydi.
Atatürk’ü bir “kahraman” olarak değil de bir “insan” olarak düşündünüz mü hiç? Oysa O, saydığımız tüm üstün niteliklerinin yanında bir “insandı”. O da bizim gibi banyo yapan, yemek yiyen, pijama giyen, ağlayan, üzülen, gülen, seven birisiydi. Herkes gibi O’nun yaşamında da hırslar, heyecanlar, öfkeler, iniş ve çıkışlar vardı.
Renkli bir kişiliği vardı… Erleriyle sigara içip sohbet eden, köylüyle ayran bölüşen, şekerli kahve içen, fal baktıran, gecelik entarisi giyen, bağdaş kuran sade bir vatandaştı. Yemek seçmez, sofraya gelen her yemeği yerdi. Karnıyarığı, kuru fasulyeyle pilav��, gül reçelini ve kavrulmuş leblebiyi çok severdi.
Arkadaşlarıyla sokaklarda korumasız yürüyen, Lebon’a pasta yemeye, Rejans’a Borç çorbası, Vefa’ya boza içmeye giden, aklına eseni yapmayı seven, özgür ruhlu bir entelektüeldi.
Gramofonunu başucundan ayırmayan, vals ve tangoya bayılan, balolarda genç kızların en gözde kavalyesi olan bir salon adamıydı. Bir iğde ağacının kesilmesine üzülen, bir tayın ölmesine ağlayan, doğayı seven, ulu bir çınarın görkemiyle büyülenen ve bir dalının bile kesilmesine gönlü elvermeyen bu nedenle de o yılların teknolojik olanaklarıyla bir binayı yerinden 4. 80 metre kaydırtan bilinçli bir çevreci, insan sevgisiyle dolu bir askerdi.
Sık sık Sarayburnu’na giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla birlikte müzik dinlemeyi çok severdi.
O’na Sarı Paşa derlerdi… Kararlı bir devlet adamı sertliğine ve cesur asker kişiliğine karşın, özel yaşamında çok duygusaldı.
Belki de küllenmemiş aşklarıyla geçmişe özlem duyan, sık sık gözleri dolan bir adamdı… Selanik’teki çocukluk aşkını ve Fikriye’yi hiçbir zaman unutamadı. Başka aşklar da yaşadı. O’na neredeyse dönemin bütün kadınları âşıktı. Kadınlar, gazeteden kestikleri fotoğrafını, göğüslerindeki madalyonlarda taşırdı. Eşi Latife Hanım da genç kızlığında, Paris’te yayımlanan bir dergiden Paşa’nın fotoğrafını kesip madalyonuna koymuştu. Bunu da ilk karşılaştıklarında Mustafa Kemal’e göstermişti. Bu durum, romantik Mustafa Kemal’i, fazlasıyla duygulandırmıştı. O, genç kızlar için düş kurup özledikleri ve bir türlü ulaşamadıkları beyaz atlı bir prens, mavi gözlü çok yakışıklı bir asker, düşlere giren bir masal kahramanıydı.
Atatürk, tüm insanlara değer verirdi; ama kadına ve kadın haklarına verdiği değer kuşkusuz tartışılamazdı. Kadını kadın olarak değil de Avrupalılar gibi insan olarak görürdü. Onların eğitimini önemli bulurdu. Kadınların erkeklerden daha bilgili, daha aydın, daha verimli olmaları gerektiğini söylerdi. Kadınları geri kalmış toplumların uygar olmadığını düşünürdü.
Cumhuriyetin ilanından sonra Tarsus’a gittiğinde O’nu karşılayanlar arasında Kurtuluş Savaşı kahramanlarından iri yapılı, yağız çehreli Adile Çavuş da vardı. Adile Çavuş saygı, sevgi ve coşkusundan Atatürk’ün önünde yere kapanır, ağlayarak toprağı öper. “Bastığın toprağa kurban olayım Paşa’m! ” der. Atatürk, Adile Çavuş’un elinden tutarak onu yerden kaldırır. “Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil omuzlar üzerinde göklere yükselmeye lâyıksın.” der ve toplumun anası olarak gördüğü kadını yerden kaldırır.
O, Türk kadınına örnek olsun diye seçtiği, Sorbon’da eğitim gören modern Latife Hanım’la olan evliliğinde çok mutsuz oldu. Bu evliliği sürdüremeyeceğini anlayınca çaresiz kalıp boşandı, kendini bekarlığa mahkum ederek bir daha evlenmemeye and içti. Eşinden ayrıldığı gün gramofonda Sadettin Kaynak’ın şu şarkısını dinleyip ağladı.
Gördüm seni bir gün yeni açmış güle döndüm.
Coştum, şakıyıp aşk okuyan bülbüle döndüm.
Bak ayrılığın şimdi karanlık kucağında
Bir bağrı yanık, boynu bükük sünbüle döndüm.
Ömrü boyunca evlat özlemiyle yanıp tutuşarak manevi çocuklarıyla avundu… Cumhurbaşkanı oldu; ama mutlu bir aile reisi olamadı.
O’nu çoğu kez kahraman bir asker, başarılı bir devlet adamı, kararlı ve cesur bir devrimci, çağdaş bir halkçı, ender rastlanan bir deha; şık giyinen, yakışıklı bir lider fotoğrafı olarak tanıdık, sevdik ve anımsadık…
O, koyduğu eşyaların yerinin değişmesini sevmeyen, değişiklik yapılacaksa bunu yalnızca kendisinin yapması gerektiğini düşünen birisiydi. O’nun doğasında kendisi seçmek ve düzenlemek, kendi istediği yere koymak vardı.
Oysa O, bütün bu değerlerinin arkasında gizlenen, utangaç, ârif, duygulu, seçkin zevkleri ve sanat tutkusu olan, milyonların arasında yaşayan birisiydi.
Kimi zaman acı, kimi zaman özlem çeken, kimi zaman ağlayan, kimi zaman pişmanlıklarla sarsılan bir yalnız adamdı. Bazen bir çocukla gülen, köpeğiyle dertleşen, atıyla yalnızlığını paylaşan bir yalnız adam. O, gerçekten yalnız mıydı? Devrim yapan her lider biraz yalnız değil midir? Halkından hiç kopmayan, halkla arasında perde olmasın diye koruma bile kabul etmeyen bir yönetici nasıl yalnız olabilirdi? Çiftlik’ten tohum almaya gelen köylülerle konuşan, şakalaşan bir halk adamı yalnız olabilir miydi?
Değil yaşarken, öldükten sonra bile yalnız kalmadı. Norveçlilerin “Atatürk gibi olmak” diye bir deyimlerinin, tüm dünyada “Atatürk çiçeği” adıyla bilinen bir çiçeğin olduğunu hepimiz bilmiyor muyuz? Yunan Başkomutanı Trikopis, her “Cumhuriyet Bayramı”nda Atina´daki Türk Büyükelçiliğine giderek Atatürk`ün resminin önüne geçip saygı duruşunda bulunurmuş. Düşmanlarının bile saygı gösterdikleri ulu bir devlet adamı yalnız olabilir mi hiç?
Haiti Cumhurbaşkanı, mezar taşının üzerine “Bütün ömrüm boyunca Türkiye´nin lideri Mustafa Kemal Atatürk´ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm.” cümlesinin yazılmasını vasiyet etmiş. Vasiyeti de yerine getirilmişti. Bu vasiyet bile Ata’mızın hâlâ yaşadığını ve yalnız olmadığını kanıtlamaya yetmez mi?
Ne yapmak istediğini çok iyi bilirdi O. Adaletliydi. Başkalarını dinlerdi. Gazete kağıdına sardığı tütünü içmeye çalışırken eli yanan ve bu yüzden de kendisine söven bir köylüyü tutuklayıp yargılayanlara, “Bırakın o adamı, onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin edin.” deyip köylüyü serbest bıraktırmıştı. Hoşgörülüydü. Bilet almadan yolculuk yapan ve bunu mebus ayrıcalığı olarak gören milletvekillerine kızar ve onları çok ayıplardı.
Toplantılarda sık sık görülmezdi; ama toplantıları kendi yaratırdı. Bir halk toplantısında, kendisine “Paşa’m, size diktatör diyorlar, ne dersiniz?�� sorusunu yönelten gence, “Ben diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın! “yanıtını veren Sarı Paşa akıllı, hazırcevap bir yöneticiydi.
Türk ulusunun Ata’sı, kurtarıcısı, kahramanı, Cumhuriyet’in mimarıydı. Milyonlarca seveni, uğruna öleni, yoluna baş koyanı vardı.
Ömrünü ulusuna adadı, yüreğinde hep acıyı taşıdı, özel yaşamında ıssızlığı yaşadı… Aşklarını içine gömdü, baba olamadığı için çok üzüldü.
Bedevi bir falcının kehanetini 26 yıl içinde sakladı ve ondan çok etkilendi. Cumhurbaşkanlığının 15 yıl süreceğini, ne zaman öleceğini çok iyi biliyordu…
Savaşta yüz binlerce düşmanla çarpışıp onları yok etti; ama ölmek üzere olan atını vuramadı. Köpeği Foksi ölünce, onun doldurulmuş bedenini görmeye dayanamadı. Yeşile ve maviye tutkundu, kesilen bir ağaç için yas tutardı. Çankaya’dan Meclis’e giden yolun üzerindeki iğde ağacına sanki âşıktı. Bu benim ağacım der, gelip geçerken o ağacı selamlardı. Yol yapımı nedeniyle kesilen o ağaca çok üzülmüştü. Onu, bozkır Ankara’yı yeşile dönüştürecek bir umut simgesi olarak görmüştü. Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki ağacı kesen bahçıvanın işine son verilmesini; ama bahçıvana başka bir iş bulunmasını söylemişti.
Şarkılardan fal tutar, aşk ve özlem şarkıları çalınırken ağlardı. Özgür ruhuyla, bazen ortalardan kaybolmak ister, bir sade vatandaş gibi yaşamanın özlemi ve coşkusuyla, otomobilinden inip hareket etmek üzere olan trene atlar, tramvaya binip Beyoğlu’na çıkar; aklına esti mi türkü söyler, coştu mu zeybek oynar, erleriyle güreş tutar, gece yarısı mutfağa inip aşçısıyla omlet ya da yakınlarının pek sevdiği menemene benzer bir yumurta yemeği yapardı.
Sofrasında oturup da düşüncelerini söyleyen insanları cesaretli olarak görmez, üstelik söylemeyenlere çok kızardı. Bir şeye karar vermeden önce herkesin düşüncesini alırdı.
Ankara’nın değişik yerlerinden gelen konukları kabul eden Latife Hanım’ın kabul günlerine O da arkadaşlarıyla katılırdı.
Florya’da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi. Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi. O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi. Onlarla saatlerce söyleşirdi. Bir şenliğe rastlasa “Galiba burada bir düğün var.” deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi. Bazen de rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur, onlarla birlikte sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi.
Bir Adanalı kadar sıcakkanlı; Karadenizli olmamasına karşın, bir Karadenizli kadar cana yakın, bir Aydınlı kadar oturaklıydı. Kısacası O, Anadolu insanının mayasından, onun kumaşındandı.
Kendisini Türk ulusunun öğretmeni olarak görürdü.
Yakın arkadaşı Behçet Kemal Çağlar’dan, kendisinde gördüğü nitelikleri anlatan bir şiir yazmasını istemişti. Yarım saat sonra şiiriyle dönen ve Atatürk’ün yiğitliği, zaferleri ve devrimlerini bir bir dile getiren ünlü ozana, “Olmamış. Sen benim asıl niteliğimi yazmamışsın. Benim asıl niteliğim, öğretmenliğim, ben ulusumun öğretmeniyim, bunu yazmamışsın. “demiş ve buna da çok üzülmüştü.
Atatürk aslında öğretmen değil, dünyada “Başöğretmen” olarak kabul gören tek liderdi. Bir geometri kitabı yazmıştı. “Üçgen, açı, dikdörtgen …” gibi tam 48 geometri teriminin Türkçe ad babasıydı. Bu yönüyle de Mustafa Kemal, gerçekten bir öğretmendi.
En büyük düşü bir dünya turuna çıkmak, Türk dili ve tarihi üzerindeki çalışmalarını genişletmekti. Çok çalışkandı. Onun için çalışma saati diye bir şey yoktu. Yapacağı işi bitirinceye kadar uyumadan, dinlenmeden, yemek yemeden çalışırdı. Uykunun dostu değildi. Zaman zaman geçirdiği kısa hastalıklar bir yana, sabah güneşini görmeden yatağına girmez ve uyumazdı. Uykuda geçirdiği zamana acırdı. Başladığı kitabı çok sevmişse onu bitirmeden uyumazdı. Binlerce kitabı vardı; ama bunlardan birini, Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” romanını cephede bile başucundan ayırmazdı.
Giyimiyle ve ev düzeniyle yakından ilgilenirdi. Gömleklerinin hepsi beyazdı, başka renk gömlek giymezdi. Lacivert kıyafeti hiç sevmezdi. Çok şık giyinirdi. Takım elbiselerinin modellerini hep kendisi çizerdi.
Sabah kahvaltısını yapmak istemez, yataktan kalkar kalkmaz odasındaki divanın üzerine bağdaş kurup oturur ve kahvesini içerdi. Eğri duran eşyaları düzeltmeden rahat edemezdi.
Yufka yürekliydi. Gittiği yurt gezilerinde kendisi için kurban edilen hayvanlara bakamaz, böyle durumlarda sırtını dönerdi.
Sportmen bir kişiliği vardı. Her gün at biner, yüzmeye gider, kürek çeker ve tavla oynardı. Kısacası spor yapmayı çok severdi.
Değişik bir insandı..
Alçakgönüllüydü; ama hiç de uysal değildi, sertti. Yaşamı zor olaylarla geçmişti.
Her şeyi kazanarak elde etmek ister, hak etmediği hiçbir koltuğa oturmazdı. İstanbul Üniversitesinin bir salonunda yapılan açılış törenine katılmıştı. Herkes tahta iskemlelere, O da kendisi için hazırlanan kırmızı renkli süslü koltuğa oturacaktı; ama oturmadı. Yanındaki profesörlere bakarak “Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk yalnızca sizlere layıktır.” dedi.
En kıdemli profesörü o koltuğa oturtup programı tahta iskemlede izledi. Böylece dünya lideri olmanın yolunu da herkese göstermiş oldu.
Yoğurda “yuğurt”, tabancaya “tapanca”, sarhoşa “sarfoş”, derdi. Kendini övenleri ve yağcıları hiç sevmezdi. Lafı uzatanların sözünü “yani” diyerek keser, anlamsız sorulara sinirlenirdi. İlk mecliste, bir oturum sırasında üyelerden birinin “Paşam, laikliğin ne anlama geldiğini anlamadım, anlatır mısınız?” sorusuna çok kızmıştı. Elini kürsüye vurmuş, soruyu soran din bilgini üyeye, “Adam olmak demektir hocam, adam olmak!” diye yanıt vermişti.
Herkese “çocuk” demeyi pek sever, armağan vermeye bayılırdı. Durup dururken odasına çıkar ve çok özel, seçkin, şık eşyalarını sofradaki dostlarına seve seve dağıtırdı. Eli çok açıktı. Kimine kravat, kimine gömlek, kimine kürk hediye ederdi. Sofradakiler bu özel armağanların değerinden çok, Atatürk’ten armağan aldıkları için sevinirlerdi.
Bazen de cimriliği tutardı… Gardırobundaki on beş – yirmi zarif kalpağı arkadaşlarının başına tek tek yerleştirir sonra da ” lıh… Veremeyeceğim…” der, kalpaklarını geri alarak yakın arkadaşlarına şakalar yapardı.
Her insan gibi düşleri ve aşkları vardı. Bursa’yı ziyaret ettiğinde onuruna bir akşam yemeği verilmiş. Kendisini neşeli ama düşünceli gören davet sahibi Laika Hanımefendi, cesaretini toplayarak Gazi’ye,” Paşam! Af buyurunuz, hiç âşık oldunuz mu? Sevdiniz mi?”diye bir soru yöneltmiş. “Sevmek!… Sevmeye acaba vakit bulabildik mi Hanımefendi? Ömrü, çeşitli mücadeleler içinde geçen, dağ, tepe, dere demeden dolaşan, çadırda, karargâhta ömür süren bir askerin sevmeye vakti kalır mı sizce?” diyerek soruya, soruyla yanıt vermiş. Ardından da “Biz de insanız Hanımefendi! Bizim de çarpan kalbimiz, bizim de his tarafımız var… Yoksa, askeriz diye, bu yönümüzden kuşku mu duyarsınız?” demiş. Bu yanıt da sevmiş, ama çok sevmiş; ancak sevgiyi dilediğince yaşayamayıp içine gömmüş Mustafa Kemal’in, Latife Hanımefendi ile evlenmesinden bir hafta önceki itirafı olmuştu.
Yaşamının her döneminde onurunu duygularından üstün tuttu. Birdirbir oynayan komşu çocuklarının oyun çağrısını kabul eder; ama onların üzerinden atlaması için eğilmezdi. Ama eğil ki atlayalım diyen arkadaşlarına başını sallayarak “Ben eğilmem, üstümden böyle atlayabiliyorsanız atlayın.” dedi.
Çok sık düş görür… Düşlerinin baş kahramanı Zübeyde Hanım’la, gelincik ve ayçiçeği tarlalarında buluşur, ömründe yalnızca bir kerecik giydiği mareşal üniformasıyla anasına kavuşmak için koşup durur, bir türlü ulaşamayıp ter içinde uyanırdı. Düşlerinde annesine ulaşıp onu kucaklayacağı gün, öleceğine inanırdı. Ölümü, Zübeyde Hanım’la randevu gibi düşünürdü. Bazı şeylerin olacağını önceden sezer, gördüğü kötü düşlere üzülürdü. Annesinin ölümünü de düşünde görmüş ve ardından da bu üzücü ölüm haberini almıştı.
Ankara’da, sıkça ve gizlice, Çiftlik arazisi içinde olan Söğütözü’nde bir kulübeye kapanır, ömründe en sevdiği kadın olan annesi için saatlerce Kur’an okurdu.
İnsanüstü değildi Atatürk; güzel insandı, tam insandı, büyük insandı. Onun büyüklüğünü yalnız biz değil, tüm dünya ulusları kabul etmişti. Kimi uluslar dünyanın tarihini değiştirdiğini, kimileri ise yüzyılın yetiştirdiği en büyük adam olduğunu belirtmişlerdi.
Her insan gibi O da ölümlüydü. Doğa O’nu da zamanı gelince alacaktı. Öyle de oldu, 1938 yılının 10 Kasım günü bu büyük insan, bu güzel insan aramızdan ayrıldı. Biz, bu ölüme hazır değildik kuşkusuz, o nedenle inanamadık. Bu ölüme bizim gibi başka uluslar da uzun süre inanamadı. Kimi uluslar bunu derinliği ölçülemez büyük bir kayıp büyük bir acı olarak gördü. Kimileri onun ölümünden sonra dünyayı eskisi kadar enteresan bulmadı. Kimileri ise Doğu’nun Ata’sının kaybolduğunu, bir güneşin battığını söyledi.
Yakasını ölümden kurtaramayan Ata’mızın o uğursuz ölüm haberi çok çabuk duyuldu. İstanbul’u taşa kesti, dondurdu. Dükkanlar kapandı, yaşam durdu. İnsanlar sustu, kendi içlerine çekiliverdi. İşte o gün İstanbul Üniversitesinde de saat dokuzu beş geçenin o uğursuz haberi duyuldu. Hukuk Fakültesinde çalışan bir Alman profesör ağlayan, üzülen öğrencilerin durumunu gördü ve çok şaşırdı.
Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremedi. Durumu anlatmak ve bilgi almak için rektörün yanına gitti. Ona:
-Efendim, ne yapacağımı bilemiyorum. Kararsızım. Derslere girmeli miyim acaba ? diye sordu.
Rektör:
-Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yapılıyorsa onu yapın, yanıtını verdi.
İşte o zaman Alman profesör, kollarını iki yana sarkıtarak:
-Efendim, bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki… dedi.
Sevgili Atatürk,
Bırakıp gittin bizi
Sen’i unuttuk sanma
Zaman alışmayı öğretir belki; ama
Unutmayı asla!
Bu muhteşem yazıyı Hazırlayanlara kucak dolusu selamlar sevgiler ve sonsuz saygılarımı sunuyorum/ÖZGÜRCE 💙🇹🇷❤
Özel Izmir Tevfik Fikret Okulu öğrencileri
9/B’den
Hüma Demirel
Ahmet Gümüş
Ege Dinler..
121 notes · View notes
nesrin-c · 5 years ago
Text
TÜRKİYE 9.SINIF ÖĞRENCİSİ 3 GENCİN YAZDIĞI YAZIYI KONUŞUYOR.
Atatürk’ün hep “kahraman” olduğunu söylediler bize… Düşmanları nasıl yendiğini, ulusunu karanlıktan aydınlığa nasıl çıkardığını, yurdu nasıl kurtardığını, zaferden zafere nasıl koştuğunu, yurtsever biri olduğunu ve ulusu için neler yaptığını, her başarıyı kendisine değil de ulusuna mal ettiğini, dünyaya hükmeden kararlı bir devlet adamı olduğunu anlattılar. Her söyleyen, her söylediğinde gerçekten de haklıydı. O, bizim için hep ulaşılmaz, hep ayrıcalıklı biriydi.
Atatürk’ü bir “kahraman” olarak değil de bir “insan” olarak düşündünüz mü hiç? Oysa O, saydığımız tüm üstün niteliklerinin yanında bir “insandı”. O da bizim gibi banyo yapan, yemek yiyen, pijama giyen, ağlayan, üzülen, gülen, seven birisiydi. Herkes gibi O’nun yaşamında da hırslar, heyecanlar, öfkeler, iniş ve çıkışlar vardı.
Renkli bir kişiliği vardı… Erleriyle sigara içip sohbet eden, köylüyle ayran bölüşen, şekerli kahve içen, fal baktıran, gecelik entarisi giyen, bağdaş kuran sade bir vatandaştı. Yemek seçmez, sofraya gelen her yemeği yerdi. Karnıyarığı, kuru fasulyeyle pilavı, gül reçelini ve kavrulmuş leblebiyi çok severdi.
Arkadaşlarıyla sokaklarda korumasız yürüyen, Lebon’a pasta yemeye, Rejans’a Borç çorbası, Vefa’ya boza içmeye giden, aklına eseni yapmayı seven, özgür ruhlu bir entelektüeldi.
Gramofonunu başucundan ayırmayan, vals ve tangoya bayılan, balolarda genç kızların en gözde kavalyesi olan bir salon adamıydı. Bir iğde ağacının kesilmesine üzülen, bir tayın ölmesine ağlayan, doğayı seven, ulu bir çınarın görkemiyle büyülenen ve bir dalının bile kesilmesine gönlü elvermeyen bu nedenle de o yılların teknolojik olanaklarıyla bir binayı yerinden 4. 80 metre kaydırtan bilinçli bir çevreci, insan sevgisiyle dolu bir askerdi.
Sık sık Sarayburnu’na giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla birlikte müzik dinlemeyi çok severdi.
O’na Sarı Paşa derlerdi… Kararlı bir devlet adamı sertliğine ve cesur asker kişiliğine karşın, özel yaşamında çok duygusaldı.
Belki de küllenmemiş aşklarıyla geçmişe özlem duyan, sık sık gözleri dolan bir adamdı… Selanik’teki çocukluk aşkını ve Fikriye’yi hiçbir zaman unutamadı. Başka aşklar da yaşadı. O’na neredeyse dönemin bütün kadınları âşıktı. Kadınlar, gazeteden kestikleri fotoğrafını, göğüslerindeki madalyonlarda taşırdı. Eşi Latife Hanım da genç kızlığında, Paris’te yayımlanan bir dergiden Paşa’nın fotoğrafını kesip madalyonuna koymuştu. Bunu da ilk karşılaştıklarında Mustafa Kemal’e göstermişti. Bu durum, romantik Mustafa Kemal’i, fazlasıyla duygulandırmıştı. O, genç kızlar için düş kurup özledikleri ve bir türlü ulaşamadıkları beyaz atlı bir prens, mavi gözlü çok yakışıklı bir asker, düşlere giren bir masal kahramanıydı.
Atatürk, tüm insanlara değer verirdi; ama kadına ve kadın haklarına verdiği değer kuşkusuz tartışılamazdı. Kadını kadın olarak değil de Avrupalılar gibi insan olarak görürdü. Onların eğitimini önemli bulurdu. Kadınların erkeklerden daha bilgili, daha aydın, daha verimli olmaları gerektiğini söylerdi. Kadınları geri kalmış toplumların uygar olmadığını düşünürdü.
Cumhuriyetin ilanından sonra Tarsus’a gittiğinde O’nu karşılayanlar arasında Kurtuluş Savaşı kahramanlarından iri yapılı, yağız çehreli Adile Çavuş da vardı. Adile Çavuş saygı, sevgi ve coşkusundan Atatürk’ün önünde yere kapanır, ağlayarak toprağı öper. “Bastığın toprağa kurban olayım Paşa’m! ” der. Atatürk, Adile Çavuş’un elinden tutarak onu yerden kaldırır. “Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil omuzlar üzerinde göklere yükselmeye lâyıksın.” der ve toplumun anası olarak gördüğü kadını yerden kaldırır.
O, Türk kadınına örnek olsun diye seçtiği, Sorbon’da eğitim gören modern Latife Hanım’la olan evliliğinde çok mutsuz oldu. Bu evliliği sürdüremeyeceğini anlayınca çaresiz kalıp boşandı, kendini bekarlığa mahkum ederek bir daha evlenmemeye and içti. Eşinden ayrıldığı gün gramofonda Sadettin Kaynak’ın şu şarkısını dinleyip ağladı.
Gördüm seni bir gün yeni açmış güle döndüm.
Coştum, şakıyıp aşk okuyan bülbüle döndüm.
Bak ayrılığın şimdi karanlık kucağında
Bir bağrı yanık, boynu bükük sünbüle döndüm.
Ömrü boyunca evlat özlemiyle yanıp tutuşarak manevi çocuklarıyla avundu… Cumhurbaşkanı oldu; ama mutlu bir aile reisi olamadı.
O’nu çoğu kez kahraman bir asker, başarılı bir devlet adamı, kararlı ve cesur bir devrimci, çağdaş bir halkçı, ender rastlanan bir deha; şık giyinen, yakışıklı bir lider fotoğrafı olarak tanıdık, sevdik ve anımsadık…
O, koyduğu eşyaların yerinin değişmesini sevmeyen, değişiklik yapılacaksa bunu yalnızca kendisinin yapması gerektiğini düşünen birisiydi. O’nun doğasında kendisi seçmek ve düzenlemek, kendi istediği yere koymak vardı.
Oysa O, bütün bu değerlerinin arkasında gizlenen, utangaç, ârif, duygulu, seçkin zevkleri ve sanat tutkusu olan, milyonların arasında yaşayan birisiydi.
Kimi zaman acı, kimi zaman özlem çeken, kimi zaman ağlayan, kimi zaman pişmanlıklarla sarsılan bir yalnız adamdı. Bazen bir çocukla gülen, köpeğiyle dertleşen, atıyla yalnızlığını paylaşan bir yalnız adam. O, gerçekten yalnız mıydı? Devrim yapan her lider biraz yalnız değil midir? Halkından hiç kopmayan, halkla arasında perde olmasın diye koruma bile kabul etmeyen bir yönetici nasıl yalnız olabilirdi? Çiftlik’ten tohum almaya gelen köylülerle konuşan, şakalaşan bir halk adamı yalnız olabilir miydi?
Değil yaşarken, öldükten sonra bile yalnız kalmadı. Norveçlilerin “Atatürk gibi olmak” diye bir deyimlerinin, tüm dünyada “Atatürk çiçeği” adıyla bilinen bir çiçeğin olduğunu hepimiz bilmiyor muyuz? Yunan Başkomutanı Trikopis, her “Cumhuriyet Bayramı”nda Atina´daki Türk Büyükelçiliğine giderek Atatürk`ün resminin önüne geçip saygı duruşunda bulunurmuş. Düşmanlarının bile saygı gösterdikleri ulu bir devlet adamı yalnız olabilir mi hiç?
Haiti Cumhurbaşkanı, mezar taşının üzerine “Bütün ömrüm boyunca Türkiye´nin lideri Mustafa Kemal Atatürk´ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm.” cümlesinin yazılmasını vasiyet etmiş. Vasiyeti de yerine getirilmişti. Bu vasiyet bile Ata’mızın hâlâ yaşadığını ve yalnız olmadığını kanıtlamaya yetmez mi?
Ne yapmak istediğini çok iyi bilirdi O. Adaletliydi. Başkalarını dinlerdi. Gazete kağıdına sardığı tütünü içmeye çalışırken eli yanan ve bu yüzden de kendisine söven bir köylüyü tutuklayıp yargılayanlara, “Bırakın o adamı, onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin edin.” deyip köylüyü serbest bıraktırmıştı. Hoşgörülüydü. Bilet almadan yolculuk yapan ve bunu mebus ayrıcalığı olarak gören milletvekillerine kızar ve onları çok ayıplardı.
Toplantılarda sık sık görülmezdi; ama toplantıları kendi yaratırdı. Bir halk toplantısında, kendisine “Paşa’m, size diktatör diyorlar, ne dersiniz?” sorusunu yönelten gence, “Ben diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın! “yanıtını veren Sarı Paşa akıllı, hazırcevap bir yöneticiydi.
Türk ulusunun Ata’sı, kurtarıcısı, kahramanı, Cumhuriyet’in mimarıydı. Milyonlarca seveni, uğruna öleni, yoluna baş koyanı vardı.
Ömrünü ulusuna adadı, yüreğinde hep acıyı taşıdı, özel yaşamında ıssızlığı yaşadı… Aşklarını içine gömdü, baba olamadığı için çok üzüldü.
Bedevi bir falcının kehanetini 26 yıl içinde sakladı ve ondan çok etkilendi. Cumhurbaşkanlığının 15 yıl süreceğini, ne zaman öleceğini çok iyi biliyordu…
Savaşta yüz binlerce düşmanla çarpışıp onları yok etti; ama ölmek üzere olan atını vuramadı. Köpeği Foksi ölünce, onun doldurulmuş bedenini görmeye dayanamadı. Yeşile ve maviye tutkundu, kesilen bir ağaç için yas tutardı. Çankaya’dan Meclis’e giden yolun üzerindeki iğde ağacına sanki âşıktı. Bu benim ağacım der, gelip geçerken o ağacı selamlardı. Yol yapımı nedeniyle kesilen o ağaca çok üzülmüştü. Onu, bozkır Ankara’yı yeşile dönüştürecek bir umut simgesi olarak görmüştü. Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki ağacı kesen bahçıvanın işine son verilmesini; ama bahçıvana başka bir iş bulunmasını söylemişti.
Şarkılardan fal tutar, aşk ve özlem şarkıları çalınırken ağlardı. Özgür ruhuyla, bazen ortalardan kaybolmak ister, bir sade vatandaş gibi yaşamanın özlemi ve coşkusuyla, otomobilinden inip hareket etmek üzere olan trene atlar, tramvaya binip Beyoğlu’na çıkar; aklına esti mi türkü söyler, coştu mu zeybek oynar, erleriyle güreş tutar, gece yarısı mutfağa inip aşçısıyla omlet ya da yakınlarının pek sevdiği menemene benzer bir yumurta yemeği yapardı.
Sofrasında oturup da düşüncelerini söyleyen insanları cesaretli olarak görmez, üstelik söylemeyenlere çok kızardı. Bir şeye karar vermeden önce herkesin düşüncesini alırdı.
Ankara’nın değişik yerlerinden gelen konukları kabul eden Latife Hanım’ın kabul günlerine O da arkadaşlarıyla katılırdı.
Florya’da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi. Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi. O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi. Onlarla saatlerce söyleşirdi. Bir şenliğe rastlasa “Galiba burada bir düğün var.” deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi. Bazen de rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur, onlarla birlikte sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi.
Bir Adanalı kadar sıcakkanlı; Karadenizli olmamasına karşın, bir Karadenizli kadar cana yakın, bir Aydınlı kadar oturaklıydı. Kısacası O, Anadolu insanının mayasından, onun kumaşındandı.
Kendisini Türk ulusunun öğretmeni olarak görürdü.
Yakın arkadaşı Behçet Kemal Çağlar’dan, kendisinde gördüğü nitelikleri anlatan bir şiir yazmasını istemişti. Yarım saat sonra şiiriyle dönen ve Atatürk’ün yiğitliği, zaferleri ve devrimlerini bir bir dile getiren ünlü ozana, “Olmamış. Sen benim asıl niteliğimi yazmamışsın. Benim asıl niteliğim, öğretmenliğim, ben ulusumun öğretmeniyim, bunu yazmamışsın. “demiş ve buna da çok üzülmüştü.
Atatürk aslında öğretmen değil, dünyada “Başöğretmen” olarak kabul gören tek liderdi. Bir geometri kitabı yazmıştı. “Üçgen, açı, dikdörtgen …” gibi tam 48 geometri teriminin Türkçe ad babasıydı. Bu yönüyle de Mustafa Kemal, gerçekten bir öğretmendi.
En büyük düşü bir dünya turuna çıkmak, Türk dili ve tarihi üzerindeki çalışmalarını genişletmekti. Çok çalışkandı. Onun için çalışma saati diye bir şey yoktu. Yapacağı işi bitirinceye kadar uyumadan, dinlenmeden, yemek yemeden çalışırdı. Uykunun dostu değildi. Zaman zaman geçirdiği kısa hastalıklar bir yana, sabah güneşini görmeden yatağına girmez ve uyumazdı. Uykuda geçirdiği zamana acırdı. Başladığı kitabı çok sevmişse onu bitirmeden uyumazdı. Binlerce kitabı vardı; ama bunlardan birini, Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” romanını cephede bile başucundan ayırmazdı.
Giyimiyle ve ev düzeniyle yakından ilgilenirdi. Gömleklerinin hepsi beyazdı, başka renk gömlek giymezdi. Lacivert kıyafeti hiç sevmezdi. Çok şık giyinirdi. Takım elbiselerinin modellerini hep kendisi çizerdi.
Sabah kahvaltısını yapmak istemez, yataktan kalkar kalkmaz odasındaki divanın üzerine bağdaş kurup oturur ve kahvesini içerdi. Eğri duran eşyaları düzeltmeden rahat edemezdi.
Yufka yürekliydi. Gittiği yurt gezilerinde kendisi için kurban edilen hayvanlara bakamaz, böyle durumlarda sırtını dönerdi.
Sportmen bir kişiliği vardı. Her gün at biner, yüzmeye gider, kürek çeker ve tavla oynardı. Kısacası spor yapmayı çok severdi.
Değişik bir insandı..
Alçakgönüllüydü; ama hiç de uysal değildi, sertti. Yaşamı zor olaylarla geçmişti.
Her şeyi kazanarak elde etmek ister, hak etmediği hiçbir koltuğa oturmazdı. İstanbul Üniversitesinin bir salonunda yapılan açılış törenine katılmıştı. Herkes tahta iskemlelere, O da kendisi için hazırlanan kırmızı renkli süslü koltuğa oturacaktı; ama oturmadı. Yanındaki profesörlere bakarak “Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk yalnızca sizlere layıktır.” dedi.
En kıdemli profesörü o koltuğa oturtup programı tahta iskemlede izledi. Böylece dünya lideri olmanın yolunu da herkese göstermiş oldu.
Yoğurda “yuğurt”, tabancaya “tapanca”, sarhoşa “sarfoş”, derdi. Kendini övenleri ve yağcıları hiç sevmezdi. Lafı uzatanların sözünü “yani” diyerek keser, anlamsız sorulara sinirlenirdi. İlk mecliste, bir oturum sırasında üyelerden birinin “Paşam, laikliğin ne anlama geldiğini anlamadım, anlatır mısınız?” sorusuna çok kızmıştı. Elini kürsüye vurmuş, soruyu soran din bilgini üyeye, “Adam olmak demektir hocam, adam olmak!” diye yanıt vermişti.
Herkese “çocuk” demeyi pek sever, armağan vermeye bayılırdı. Durup dururken odasına çıkar ve çok özel, seçkin, şık eşyalarını sofradaki dostlarına seve seve dağıtırdı. Eli çok açıktı. Kimine kravat, kimine gömlek, kimine kürk hediye ederdi. Sofradakiler bu özel armağanların değerinden çok, Atatürk’ten armağan aldıkları için sevinirlerdi.
Bazen de cimriliği tutardı… Gardırobundaki on beş – yirmi zarif kalpağı arkadaşlarının başına tek tek yerleştirir sonra da ” lıh… Veremeyeceğim…” der, kalpaklarını geri alarak yakın arkadaşlarına şakalar yapardı.
Her insan gibi düşleri ve aşkları vardı. Bursa’yı ziyaret ettiğinde onuruna bir akşam yemeği verilmiş. Kendisini neşeli ama düşünceli gören davet sahibi Laika Hanımefendi, cesaretini toplayarak Gazi’ye,” Paşam! Af buyurunuz, hiç âşık oldunuz mu? Sevdiniz mi?”diye bir soru yöneltmiş. “Sevmek!… Sevmeye acaba vakit bulabildik mi Hanımefendi? Ömrü, çeşitli mücadeleler içinde geçen, dağ, tepe, dere demeden dolaşan, çadırda, karargâhta ömür süren bir askerin sevmeye vakti kalır mı sizce?” diyerek soruya, soruyla yanıt vermiş. Ardından da “Biz de insanız Hanımefendi! Bizim de çarpan kalbimiz, bizim de his tarafımız var… Yoksa, askeriz diye, bu yönümüzden kuşku mu duyarsınız?” demiş. Bu yanıt da sevmiş, ama çok sevmiş; ancak sevgiyi dilediğince yaşayamayıp içine gömmüş Mustafa Kemal’in, Latife Hanımefendi ile evlenmesinden bir hafta önceki itirafı olmuştu.
Yaşamının her döneminde onurunu duygularından üstün tuttu. Birdirbir oynayan komşu çocuklarının oyun çağrısını kabul eder; ama onların üzerinden atlaması için eğilmezdi. Ama eğil ki atlayalım diyen arkadaşlarına başını sallayarak “Ben eğilmem, üstümden böyle atlayabiliyorsanız atlayın.” dedi.
Çok sık düş görür… Düşlerinin baş kahramanı Zübeyde Hanım’la, gelincik ve ayçiçeği tarlalarında buluşur, ömründe yalnızca bir kerecik giydiği mareşal üniformasıyla anasına kavuşmak için koşup durur, bir türlü ulaşamayıp ter içinde uyanırdı. Düşlerinde annesine ulaşıp onu kucaklayacağı gün, öleceğine inanırdı. Ölümü, Zübeyde Hanım’la randevu gibi düşünürdü. Bazı şeylerin olacağını önceden sezer, gördüğü kötü düşlere üzülürdü. Annesinin ölümünü de düşünde görmüş ve ardından da bu üzücü ölüm haberini almıştı.
Ankara’da, sıkça ve gizlice, Çiftlik arazisi içinde olan Söğütözü’nde bir kulübeye kapanır, ömründe en sevdiği kadın olan annesi için saatlerce Kur’an okurdu.
İnsanüstü değildi Atatürk; güzel insandı, tam insandı, büyük insandı. Onun büyüklüğünü yalnız biz değil, tüm dünya ulusları kabul etmişti. Kimi uluslar dünyanın tarihini değiştirdi��ini, kimileri ise yüzyılın yetiştirdiği en büyük adam olduğunu belirtmişlerdi.
Her insan gibi O da ölümlüydü. Doğa O’nu da zamanı gelince alacaktı. Öyle de oldu, 1938 yılının 10 Kasım günü bu büyük insan, bu güzel insan aramızdan ayrıldı. Biz, bu ölüme hazır değildik kuşkusuz, o nedenle inanamadık. Bu ölüme bizim gibi başka uluslar da uzun süre inanamadı. Kimi uluslar bunu derinliği ölçülemez büyük bir kayıp büyük bir acı olarak gördü. Kimileri onun ölümünden sonra dünyayı eskisi kadar enteresan bulmadı. Kimileri ise Doğu’nun Ata’sının kaybolduğunu, bir güneşin battığını söyledi.
Yakasını ölümden kurtaramayan Ata’mızın o uğursuz ölüm haberi çok çabuk duyuldu. İstanbul’u taşa kesti, dondurdu. Dükkanlar kapandı, yaşam durdu. İnsanlar sustu, kendi içlerine çekiliverdi. İşte o gün İstanbul Üniversitesinde de saat dokuzu beş geçenin o uğursuz haberi duyuldu. Hukuk Fakültesinde çalışan bir Alman profesör ağlayan, üzülen öğrencilerin durumunu gördü ve çok şaşırdı.
Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremedi. Durumu anlatmak ve bilgi almak için rektörün yanına gitti. Ona:
-Efendim, ne yapacağımı bilemiyorum. Kararsızım. Derslere girmeli miyim acaba ? diye sordu.
Rektör:
-Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yapılıyorsa onu yapın, yanıtını verdi.
İşte o zaman Alman profesör, kollarını iki yana sarkıtarak:
-Efendim, bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki… dedi.
Sevgili Atatürk,
Bırakıp gittin bizi
Sen’i unuttuk sanma
Zaman alışmayı öğretir belki; ama
Unutmayı asla!
Hazırlayanlar:
Özel Izmir Tevfik Fikret Okulu öğrencileri
9/B’den
Hüma D
Ahmet G
Ege D….
ataturkiyehaber.com
14 Mart 2018
130 notes · View notes
hazansohbet · 2 years ago
Link
0 notes
bulletnews · 3 years ago
Text
“Ellam Sheriyakum” Review: It is a family drama with a political background, says director Jibu Jacob
Tumblr media
In Malayalam, "Ellam Sheriyakum" means "everything will be fine". Director Jibu Jacob is pleased with the suitability of his new film's title in a post-pandemic world. With Asif Ali and Rajisha Vijayan, the film hits the big screen on Friday (19 November). "I've been waiting for cinemas to open again. But I fear that the decision will cause financial loss for my producers. Now my hope is Ellam Sheriyakum," Jibu said, referring to the upbeat mood in the industry after cinemas reopened. He is happy that he has brought audiences back to the cinema with Dulquer Salmaan Kurup. "Our films are not star films. But there is trust throughout the team, as Kurup has received an overwhelming response. We hope the mood will last when our film comes out," he said. "The story is about the personal lives of politicians. The incidents that happen in their families. And how this affects their political careers and image. Both right and left party cadres are represented in the state," said Jibu, director of Vellimoonga, Munthirivallikal Thalirkkumbol and Aadyarathri. Asif plays Comrade Vinet, the leader of the party's youth wing. Against his will, he marries Anne (Rajisha), the daughter of VK Chacko (Siddique), a prominent leader of a rival party. Vanity and Annecy are like chalk and cheese. Annecy, who is open and persistent, has the upper hand over Vineeth, who is always low on self-esteem. Her nature ends up creating problems in their relationship. Annecy gets angry when Weinite makes more time for her. The party activities went on just like he did. In the end, pregnant Annecy is torn between her love for her father and her husband," Jibu said. Adding that all the characters have their political views. Be it Annecy or Asif's parents, which ultimately marks the beginning of several conflicts. Jibu, a filmmaker-turned-director, mentioned that. Although Elam Sheriakum Vellimoonga's first hit film (2014) also dealt with politics, it fell into a different genre. "Velimunga is for a street politician named Mamachan. The character in Ellam Sheriyakum will remind viewers of certain real-world politicians and political events in the state. Sidick's character is actually a mix of our two leaders. But I'm not taking sides. I'm stuck believing that all countries have good and bad and we don't hesitate to say it," he added. The film, written and written by Sharis Mohammed, is set in downtown Travancore and parts of Kannur. For the Asif-Rajisha combo, he believes they are the best couple in Malayalam cinema right now. "They did it as a couple in their first film . I really enjoyed working with them. It's so easy to work with two great actors who seem to be competing in their talents," said Jibu. Also in the cast are Johnny Anthony, Sudhir Karamana, Sridjit Ravi, Kottayam Ramesh, Suresh Kumar, Tulasi Mani (who played in Sankarabharanam) Niraja Rajendran. "This is the 200th project of the Usepachan film composer, who also played an important role. I am honored to have him on board. He's the oldest member of our crew, but nothing can match his energy," Jibu said. Thomas Thiruvala directed the film, and Dr Paul Vargese produced it. There are some cute details like how the priest and the mute tailor, believed to be Chako's assistant, chose. And the emotional scene with a young poet student (Balu Varghese) plays out accurately without being overly dramatic. The acting is excellent, especially Sidick as Chaco. Asif Ali has shown that he knows how to take on a mature role. And is doing an excellent job here again. Rajisha had a significant but small role and played it well. The younger characters, whether Johnny Anthony or Calabhavan Shajon, played well. Ouseppachan's melody, which also makes a stunning cameo, is sure to become famous. Ellam Sheriyakum's success is that he doesn't support the ideology. But he doesn't reflect the problems of both sides and isn't conscientious about it. This is a film that the whole family can enjoy; This is a great story and it will give you really something to discuss out and think about. She also provides a brief overview of other topics, such as women in politics and careers. Read the full article
0 notes
youthblogs · 3 years ago
Text
Sajan Raj Kurup’s most Creative Ads on TV
Advertisers have always found new ways and mediums to reach their intended audience. It is important to find the right method in which your message is conveyed to your audience. Whether it be billboards for your movies or small pamphlets for your local restaurants, how you reach your audience impacts your overall reach. Especially with the digital era we live in today, brands are constantly finding new and innovative methods of content delivery. Although we are making strides towards new platforms, Television has always been and is the world’s favorite video platform. Television has been remarkably resilient to the changing nature of content consumption. Despite the emergence of online video platforms such as YouTube and Netflix, TV remains steadfast around the globe. TV continues to be at the top as it remains the most trusted form of advertising, viewers are more likely to trust the advertisements they see on TV as compared to the ones they see on online platforms.
Brands have always tried to capitalize on the effectiveness of TV advertisements and give their audience entertaining and compelling ads. TV has limited time to spare on advertising, so brands need to come up with quick ways to introduce their products and entice the viewers to buy the products. Because of the limited time, TV ads usually end up being about 30 to 40 seconds. This restriction of time forces advertisers to become innovative with their storytelling and find creative ways to sell their products.
One such company that pushed the TV advertisement space forward is Creativeland Asia (CLA). Founded in 2007, CLA is an Indian Advertising agency headed by Founder and Creative Chairman, Sajan Raj Kurup. Kurup is a firm believer in creativity and aims to bring out the best version of his client’s products to the screen. Ever since its inception in 2007, Kurup and CLA represented several multinational brands and designed many creatively compelling ads. These ads range from funny to downright iconic.
Ad campaigns like the Audi A8 series campaign showed innovative use of CGI to depict the comforts of a sedan. The A8 series is a luxury sedan aimed at customers who want a comfortable ride, and to showcase this Kurup and the team used CGI to visualize the experience. They created a 40-second ad in which we can see an entire corner office smoothly gliding down a road as the man inside sits in comfort at his desk, the camera quickly pans across the office and watches him step out of a door, revealing that indeed he was sitting in a car. This clever visualization used CGI to great effect and illustrated that the Audi A8 is a luxury experience.
Another ad campaign that showed great use of CGI was the ‘MTS Internet Baby’ campaign. The internet baby ad is a 60-second spot that shows a mother giving birth in the hospital, the ad starts off frantic but quickly comes to a halt as a completely animated baby crawls out of the doctor’s hands and starts using a mobile phone. This funny little ad manages to create a strong impression on the viewer’s mind. Seeing a baby immediately starts to walk out of the womb and go viral on the internet will surely make you remember the MTS brand.  
Ads like the HomeShop 18 spot also used CGI to great effect. This ad campaign showed two completely animated cats as father and son. Both the cats sit at their desk and talk to the camera explaining the process of ordering something from HomeShop 18.
CLA also had great success with visualizing beverage brands such as LMN (or lemon), a lemonade brand. The whole conceptualization, packaging, and branding of LMN were handled by Kurup and his team. They crafted several stories of ads revolving around thirsty people looking for a drink. One of the iconic ones was ‘Dehydrated man’. It showed a 12-inch tall man stranded at the beach looking for a drink in the scorching sun. The man tumbles through groups of people, trying not to be crushed by these giant humans, finally finds a vendor selling LMN, drinks the beverage, and turns back into a fully grown man. The ad is exciting, chaotic, and overall very comic. It grabs your attention and sells the product while keeping you entertained.
Another beverage brand that CLA worked extensively on was Frooti. For Parle agro, one of their marquee clients, CLA rebranded Frooti as an exciting and fresh drink. Their ‘Crazy Mango Fun’ comprised of two videos, one was a mango-themed outdoor game show and another was a string of pranks done on pedestrians. The prank videos comprised of huge mangoes showing up in unexpected places like falling from a tree, rolling down a street, or in people’s baggage claim at the airport. The objective of these ads was to enforce to the community that Frooti is made with fresh and natural mangoes.
Over the past 14 years, Sajan Raj Kurup with CLA has worked with over 30 clients and made hundreds of TV advertisements. Their talents and creativity have boosted sales for their clients and promoted artistic content on the Television platform.
0 notes
fullhdfreemoviehere · 3 years ago
Text
South Africa's former president dies at 85
FW de Klerk, the former president of South Africa and the last white person to lead the country, has died at the age of 85.
De Klerk, who was also a key figure in the transition to democracy, had been diagnosed with cancer this year.
He was head of state between September 1989 and May 1994.
In 1990 he announced he was releasing Nelson Mandela, leading to historic elections that brought the anti-apartheid leader to power.
De Klerk shared the Nobel Peace Prize with Mandela for helping to negotiate an end to apartheid. But his legacy divides opinion in South Africa.
Watch ‘Kurup’ online Watch ‘Sooryavanshi’ 2021 online atch ‘Annaatthe’ 2021 online Watch ‘Premam Poojyam’ 2021 online Watch ‘Fuffad Ji’ 2021 online Watch kurup online Watch ‘jai bhim’ online
A statement from the former president's FW de Klerk Foundation on Thursday said that he died peacefully at his home in Cape Town following his struggle against mesothelioma cancer.
The foundation had announced the diagnosis - a cancer that affects the lining of the lungs - in June.
De Klerk is survived by his wife Elita, his children Jan and Susan and his grandchildren, the statement said.
Ending apartheid
The former president was born in March 1936 in Johannesburg, into a line of Afrikaner National Party politicians.
He worked as a lawyer and served in a series of ministerial posts before taking over from PW Botha as the head of the National Party in February 1989, and months later becoming president.
In a famous speech to parliament the following year, he announced that he was removing the ban on parties that included Mandela's African National Congress (ANC).
He also announced that Mandela would be released from prison after 27 years.
His actions helped bring an end to apartheid-era South Africa, and he became one of the country's two deputy presidents after the multi-party elections in 1994 that saw Mandela become president.
He retired from politics in 1997 saying: "I am resigning because I am convinced it is in the best interest of the party and the country."
'Uneven legacy'
Although the relationship between De Klerk and Mandela was often punctuated by bitter disagreements, the new president described the man he succeeded as someone of great integrity.
In a statement on Thursday, the Nelson Mandela Foundation said De Klerk would "forever be linked to Nelson Mandela in the annals of South African history".
"De Klerk's legacy is a big one. It is also an uneven one, something South Africans are called to reckon with in this moment," the statement added.
0 notes
azadaldanmaz · 3 years ago
Text
Ehyeh Asher Ehyeh
*Neysem O’yum.”
(אהיה אשר אהיה)
Eng: “I am that I am”
Mısırdan Çıkış 3:13
Bir miti irdelemek insanı irdelemektir.
I. Bölüm
Jung'a göre: "Bilinçdışı özerktir. Doğanın ve onun sırlarının ne geliştirilebileceği ne de bozulabileceği bir alanda öznel kontrolün ulaşamayacağı, dinleyebileceğimiz ama karışamayacağımız bir yerdedir ve orada kalacaktır. Bilinçaltına addettiği özellikler bana Locke'un töz (substantia) tanımını hatırlattı. Nasıl ki bilinçaltı, anlaşılması -bir manada; var sayılması- için bilinçten destek alıyorsa; Locke'un töz tanımında da niteliği tek başına kavrayamadığımızı ve dolayısıyla mecburen buna destek veren başka bir şeye ihtiyaç duyduğumuz yer alır. Şeylerdeki bu ortak desteğe töz diyor. Şeylerin bağımsız ele alınamaması gibi, bilinç de bağımsız ele alınamıyorsa (yani bilinçaltı da töz de özerk ise), burada bir bağ kurup, şu halde insan'ın töz'ü bilinçaltı mıdır diye diye merak ediyorum. Descartes'ın töz anlayışı örneğin hiç de böyle değildir. Olmak için kendi varlığından başka bir şeye ihtiyaç duymayan şeydir töz der; ve bu koşulu sağlayan tek şey de Tanrıdır diye çıkarımı tamamlar. Yani töz'e bir bağımsızlık addeder.
Şimdi buradan bakınca demek istiyorum ki Tanrı Descartesçıdır. Tevrat'ta tanrı Musa'ya "Neysem, o'yum" diyor. Aynı zamanda töz'ün, Descartes'ın töz tanımlarından biridir bu.
Soren'de de aynı tözün ne olduğuna dair benzer bir işaret görülebilir sanırım. Ne diyor Soren: “Örneğin bir taşın var olduğunu değil, var olan bir şeyin taş olduğunu ispat ederim. Mahkemede bir suçlunun var olduğu değil, gerçekten var olan sanığın suçlu olduğu ispat edilir. Varoluşa ister accessorium(ek) ister ebedi prius(varsayım) densin asla ispat edilemez.”
Devamında bir yerde diyor ki, "Tanrı bir ad değil, bir kavramdır; belki bu yüzden, essantia involvit existeniam (özü varoluşu içerir).
Şimdi Spinoza'ya göre de tanrı "bir" ise, -doğa ise- biz de doğanın (tanrının) bileşenlerinden bir parça isek, şu halde biz de "neysek, o" muyuz?
Ya da kavramsal olarak iddia edilen Tanrının tözü biz miyiz?
II. Bölüm
Şeylerin ne’liğini niteleyen belirtmeler ya da tanımlar, başka bir “şey”in ne’liğini belirtmeye muktedirdir. Bir şey’in niteliğini belirtmek amacıyla başka bir belirtme sözcüğüne olan ihtiyaç, kısır döngü halinde görünür. Yani her şey birbirini açıklıyorsa öyleyse ilk açıklama neye dayanmaktadır sorusu sorulabilir. Fakat burada döngü yoktur. Yani ilk defa demir’i nitelemek için önceden hakkında sahip olunan bir kayaya; ya da akan bir lav yatağını nitelemek için önceden görülmüş bir nehir yatağına ihtiyaç duyulabilir. Herhangi bir duyuyla elde edilmiş epistemik nitelik, yine herhangi bir duyuyla deneyimlenmiş başka bir şey’i nitelemek için aktarılabilir. Döngü yoktur demiştim, çünkü elde edilen ilk bilgi linguistik değil, duyusaldır. Bu yüzden bir şey’e ait olan nitelik, başka bir şey’e aktarılması “bütünen aynılık” olmadığı ön kabulünün üzerine kuruludur. Bu ön kabul zaten şey’lerin bağımısız bir evrende olduğunu örtük olarak kabul eder. Fakat şeyler bu bağımısızlık evreni içinde özerk yapıda gibi görünürler. Çünkü her biri ancak birbiriyle ya varlar ya da yoklar.
Yaratılış 9:6’da “Çünkü Tanrı insanı kendi suretinde yarattı” diye yazıyor.
Bunun tam tersininin geçerliği olduğunu söylemek de mümkün: “İnsan tanrıyı kendi suretinde yarattı.”
“Tanrı insanı yarattı, çünkü bilinmek istiyordu” fikri tek tanrılı teolojiler içinde yaygın bir yere sahip. Bunun da tersinin geçerli oluğunu söylemek mümkün. İnsan tanrıyı yarattı çünkü bilinmek, anlaşılmak istiyordu. Bir anlama gelmek istiyordu.
Tevrat’a göre Musa tanrıya “adın nedir diye sorar”, tanrı da “Ben benim” der. 
Burada bir isim yoktur. Zamanla “Yahve”ye dönen Ehyeh Asher Ehyeh, esasen bir niteleme cümlesidir. “Adın nedir” için verilebilecek bir cevap gibi görünmemektedir. Cevabı üretinin gerçekten de bir tanrı ya da insanın ta kendisi mi olduğunun bir önemi yok. İkisinde de kapı aynı yere çıkar. Ehyeh Asher Ehyeh diyen bir tahta parçası olduğunda bile tahtanın haksız olduğunu kimse söyleyemez. İster teolojik epistemolojiye göre ister bilimsel epistemolojiye göre; şeylerin biricikliğini reddetmek mümkün değil. Her ne kadar totolojik bir bilgiye benziyor olsa da doğruluğu şüphe götürmez. A=A’dır. Bu nitelemenin zamandan bağımsız olması oluşun kendisine içkin bir durum.
“Neysem o’yum” nitelemesinin yapıştığı şey, sadece diğer şeylerle değil, şey’in kendine yönelik geçmişteki kesin ve gelecekteki olası halinden bile bağımsızdır. 
Varoluş neyse o mudur?
(Buna yalnızca bir alegori gözüyle bakıyorum. Platon’un mağarası ve  o mağaradaki gölgeler alegorisi ne kadar gerçekse, Musa-Tanrı buluşması da o kadar gerçek. )
0 notes
lahoreherald · 3 years ago
Photo
Tumblr media
In India, the hashtag 'Happy Birthday Manju Warrier' is trending
One photograph displays her face, which is partially obscured by colorful patterns covering the rest of the photograph.
She has a beautiful smile on her face despite the riot of colors. She appears to be in complete shock in the other photograph, with her locks actually rising up on her head. She is surrounded by four other people, who are all in varying levels of burns and injuries. Interestingly, both photographs were taken around the time of her birthday – Manju Warrier’s — which falls on September 10. The actor, who is widely regarded as a superstar in Malayalam, has a slew of films scheduled for release in the near future.
The first of the two photographs mentioned above, with a semi-hidden face, is a poster for her bilingual, cross-cultural film, Ayisha, which was released in 2012. Zakariya K – the director of Sudani from Nigeria as well as Oru Halal Love Story – is producing the film, which is directed by Aamir Pallikal. Ashif Kakkodi has authored the screenplay for the film.
The other image is a poster for Lalitham Sundaram’s first appearance in a film. Sitting next to her in the ad is a cheerful Biju Menon, who has his nose pasted in place. The two are flanked by three additional persons in a poor state: Saiju Kurup, Deepti Sati, and an unidentified third person, all of whom have damage marks on their faces and appear to be dazed.
The poster was released on September 9, which occurred to be Biju Menon’s birthday, which was a happy coincidence. Madhu Wariar, Manju’s brother and actor, will make his feature film directorial debut with this project. Century Kochumon and Manju have collaborated on the production of the film.
Kayattam, directed by Sanal Kumar Sasidharan, is another film that Manju has produced and is currently in the process of being released. It features her as the main character, trekking through the Himalayas with others. For the film, a new language was created specifically for it.
There’s more to it than that. Only a few days ago, the first look at another of her flicks, Meri Awaz Suno, was unveiled to the public. It has a happy photograph of her and actor Jayasurya, with a radio dangling from the latter’s neck. This is the second film written and directed by G Prajesh Sen, who was previously responsible for the film Captain, which earned Jayasurya the state award for Best Actor in that same year.
Another Manju Warrier film, Kaapa, was announced in August by Mammootty and Mohanlal, who both shared the motion poster for the film on their respective social media accounts. In addition to Prithviraj Sukumaran, Anna Ben, Asif Ali, and others, the film stars. It is directed by Venu, who made his directorial debut with Manju Warrier in the lead role in a film named Daya 23 years ago, when he made the transition from cinematography to filmmaking.
Published in Lahore Herald #lahoreherald #breakingnews #breaking
0 notes
boycottbollywood · 4 years ago
Text
Review : Forensic -Malayalam film on Netflix
Tumblr media
Starring : Tovino Thomas, Mamta Mohandas Directed by : Akhil Paul & Anas Khan Produced by : Navis Xaviour, Siju Mathew Music by : Jakes Bejoy Cinematography : Akhil George Edited by : Shameer Muhammed So, continuing the series of reviewing movies and shows during the lockdown period, our today’s pick is the Malayalam thriller Forensic. The film is available on Netflix and let’s see how it is. What’s it about The film is about small girls being kidnapped and killed in a mysterious manner. Rithika Xavier IPS (Mamta Mohandas) is assigned the case. Joining her team is Samuel John Kaattoorkkaran (Tovino Thomas) ), a forensic expert and Shikha (Reba Monica John). But both Rithika and Samuel are not comfortable with each other as they have a troubled past. With each passing day, the case keeps getting intense with a link related to what happened ten years back. How will the two officers solve the case is the whole story of the film. What’s good? Tovino Thomas is good as the suspicious cop. His performance in key investigation scenes is pretty good. Mamta Mohan Dad gets a key role and she is top-notch. The glitches between her and Tovino and how Mamta reacts to all this in the case have been shown well. The interval bang is quite decent and lifts the film quite well. Saiju Kurup and Renji Panicker are solid as always, lending support and adding to the guessing game. Jakes Bejoy’s music adds depth to all the tense moments, while Akhil George’s camera work is sleek. Read the full article
0 notes