#kesesinden
Explore tagged Tumblr posts
birguzelllincirkini · 5 months ago
Text
Bu aralar safra kesesinden kaynaklı olarak karaciğer yağlanması ve bagirsaklarsa sindirim ve midede aşırı ağrıdan müzdaribim. Resmen gece yerlerde kıvranıyorum yeşil reçeli ağrı kesıci ile ağrım zar zor diniyor.
İki üç doktorda ve tetkikten sonra tavuk safrasından üretilen Ursovef verdiler yüksek ateş ve halsizliğe neden oluyor gün içinde böyle iş yapamaz hale getiroyor.
Ama en kötüsü Magnesie calcinee diye bişey yazmış..Sabah bir kaşık suyla kariştırıp içtim allah böyle ilacin belasını versin,bağırsaklarımda kentsel dönüşümlü semt havası matkap,kepce,yıkım sesleri üstüne birde ishal yapiyor vs vs ofisten dışarı adım atamıyorum lavaboya koşa koşa gidiyorum iyi ki altıma sıçmıyorum.Gün bitsin aq perişan oldum
12 notes · View notes
nefes3534 · 2 years ago
Text
Dün gece, ortak yayın aracılığıyla sahnelenen bağış şovunu nemli gözlerle ve alkışlayarak izleyenler bunu okumasın.
Ben tırnaklarını yiyerek, hop oturup hop kalkarak, ihmal ve beceriksizlik yüzünden enkaz altında can veren on binlerce cana ve yakınlarına karşı büyük mahcubiyet duyarak izleyenler için yazıyorum.
Öncelikle dün geceki şovun önemli bir eksiği vardı, onu söyleyeyim: Tekbir korosu!
Evet, afet alanlarına askerden, AFAD' dan, devletten bile önce gidip konuşlanmış, canla başla hizmet görmüş böyle güzide bir ekibin her büyük bağıştan sonra tekbir Allah diyerek bağırması gayet şık olurdu.
Sonraki sözüm bay Püskevit' e:
Eminim dün geceki şovu başından sonuna dek izlemiştir ve umarım gerçek ahbap çavuş ilişkisi nasıl olur görmüştür! Acun telefonla bağlanan bağışçıya " Çok sağ olun bilmem kim bey, bilmem kim abi sizin yakınınızmış, onun hatrına şu 25 milyonu 30' a yuvarlasak mı?" diyor. Bağışçı beyefendi de " Ne demek? Başımla beraber. Bilmem kim abi der de yapmaz mıyız? " diyerek saniyeler içinde 5 milyon daha bağış ekliyor. Dünyanın her yerinde buna ahbap-çavuş ilişkisi denir!
Gelelim bağışçı profiline:
Kumbaralarından para bağışlayan çoluk çocuk, elindeki üç beş kuruşu feda eden duygusalları saymıyorum. Bu ikisi dışındaki, bağışçıların önemli bir kısmı halkın kesesinden halka bağış yapan kamu yöneticileri ve büyük kısmı da 20 yıllık iktidarın besleyip büyüttüğü sonradan görmeler olduğu net olarak görüldü! Hepsi çıkıp ne kadar yardım yaptıklarının reklamıyla beraber tekmillerini verdiler ve muhtemel kara deftere not edilmekten kurtuldular.
Telefon başındaki oyuncular:
Biliyorum ki bir çoğu çağdaş, aydınlık Türkiye' ye inanan, bu iktidara zerre prim vermeyen gençler! Yapımcılarına sözleşme yoluyla esir edilmiş oldukları için çağrıya icabet edip oraya oturmuşlar, vitrin ve reyting görevlerini yapabildikleri kadarıyla yapmaya çalıştılar. Çoğunun gözünde, beden dilinde bu gösteride benim ne işim var sorusunu okudum ben.
Acun:
Bir zamanlar Acun Firarda' sını kaçırmadan izlediğim, pek de sevdiğim bu adam neye dönüşmüş öyle? Tam bir kasaba tüccarı havasında, büyükbaş pazarlığı yapar gibi " Onu yuvarlayalım, bunu yuvarlayalım!" dedi durdu. Gözümden zaten düşmüştü, tek bir saniye bile kanalını izlemiyordum, anladım ki çok haklıymışım.
Bu halk bu iktidarın 20 yıldır pompaladığı ve düzenli olarak uygulamalı olarak gerçekleştirdiği " Para her kapıyı açar. Paranın yüzü tatlıdır. Para her derde devadır. Parayla saadet olur." düsturunu bir kez daha gördü! Aşağılanmayı yaşadı. Afet bölgesinde yaşadığı, kalan ömrüne mal olacak travmalara, kimisi parçalanmış cansız yakınlarının kanına parayla karşılık verileceğini gördü. Kan parası denen ilkelliğin hala damarlarımızda dolaştığını gördü!
Beyler, bayanlar, isterseniz 500 milyar toplayın, isterseniz oraları yeniden inşa edip Avrupa' ya benzetin, ben ömrüm oldukça enkazın altında günlerce " Benim adım Zeynep, imdat kurtarın, adım Zeynep!" diye bağıran ama sonra sesi kesilen kadını, ölü kızının yıkıntı altındaki elini tutarak oturan babayı, kurtarılabilecekken koordinasyon zafiyeti yüzünden donarak ölenleri ve yükselen acı dolu depremzede çığlıklarını unutmayacağım!
Dilerim bu halk da unutmaz ve gereken karşılığı artık verir. Son olarak, bilmem ne holdingler, şunlar bunlar, halkın sırtından kazanıp halka bağış adı altında lütuf gibi sunduğunuz paraların içinde nefessiz kalır, kurtarın bizi diye bağırırsınız dilerim...📌
43 notes · View notes
hatiragulzaman · 2 years ago
Text
⚘️⚘️⚘️
Tavus Hâlıkının yaldızlı bir mektubudur.
İşte şimdi tavusa bak, o mektubu oku. Kâtibe mâşâallah, tebârekâllah, sübhanallah de..
Barla Lahikası -Bediüzzaman
1 .Güzel bir bahar günüydü. İki talebesiyle birlikte, öğle namazını kılmak için, Yavuz Selim Camii’ne gitmişlerdi. Namazlarını kılıp tesbihatlarını yaptıktan sonra camiden çıktılar.Hep beraber bahçeye indiler. Rengarenk tavus kuşları, kanatarını açmış etrafta geziniyorlardı.
Bediüzzaman bu kuşları görünce hemen onların yanına gitti. Bir süre hayran hayran seyretti:
–2Maşaallah, barekallah, dedi. Cenab-ı Allah ne güzel yaratmış. Ne muhteşem, ne hârika bir sanat eseri!.– Bakın bakın, dedi. Ben Risale-i Nur’da bunlardan bahsetmiştim.
3. Bu güzelliği onlara, Allah’tan başka kim verebilir? Kim bunların bir tüyünü yapabilir?Kuşların sahibi de onları izliyordu. Bediüzzaman, kesesinden bir miktar para çıkardı, adama uzattı:
– Bu parayla kuşlara yem alıver, dedi
(Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler kitabından)
7 notes · View notes
baybaykus · 2 years ago
Text
İslam'a en büyük zararı, "Bedir'de Hz.Peygamber'e kılıç çekenler değil, bu devirde millet kesesinden çaldıklarını, keyifle yerken besmele çekenler vermiştir.
- Güven Taşdemir -
1 note · View note
cengish05 · 2 months ago
Text
Fenerbahçe Teknik Direktörü Mourinho, safra kesesinden operasyon geçirdi
İstanbul Sarı-lacivertli kulüpten meydana getirilen açıklamada, Portekizli teknik insanın ülkesinde başarı göstermiş bir safra kesesi operasyonu geçirdiği ve sıhhat durumunun iyi olduğu açıklandı. Jose Mourinho için “Geçmiş olsun” dileğinde bulunulmuş oldu. Kaynak: AA
0 notes
ninemin-tekerlekleri-blog · 8 months ago
Text
ÇAKAL!
Muhalefet partileri, iktidarın yolsuzluk yaptığını söyleyerek bir şey elde edemez.
İktidardaki partiyi destekleyenler bunu gayet iyi bilirler. Böyle bir iktidara, dürüst gerekçelerle, samimi nedenlerle kimse destek vermez.
Yandaşlarının zaten bildiği, hatta daha iyi bildiği gerçekleri tekrar etmek, onlar üzerinde etki etmez.
Bazı insanlara "AKP yandaşlarını kayırıyor, milletin kesesinden çalıp onları besliyor" dediğin zaman, aklına gelen şey, hırsızlığa karşı çıkmak değil, koşa koşa AKP'ye kaydolmaktır.
Bazı insanlar, milletin kesesinden yapılan hırsızlığa kızmaz. O hırsızlıktan kendisine pay verilememesine kızar.
"Müteahhitlerimiz iş alamıyor" diye yakınan sözde muhalefet partisinin ağzına bir parmak bal çalarak sesini kesmek mümkündür.
Bazı insanlara göre, haram saltanatı denen şey, makama oturduğu zaman çalabileceği şeyleri, şu anda başkalarının çalıyor olmasıdır.
Siyasi partiler, bazı sermaye sahipleri açısından "yatırım aracıdır".
Kapitalist açısından bütün memleket, sadece ticaret sahasıdır.
Bazı insanlar, paradan başka kutsal değer tanımaz.
Eğer hükümet partisi mensubuysanız ve mesela Katar'ın başındakiler, bazı özelleştirmeler hatrına size oluk oluk rüşvet akıtıyorsa, oraya kaç asker gönderildiğinin ve o askerlerin başına ne geldiğinin bir önemi yoktur.
Önemli olan, asker de olsa bazı fakirlerin ölmesi-kalması değil, sizin çarkınızın dönmeye devam etmesidir.
Bu türlü insanlar, yolsuzluğu, hırsızlığı, usulsüzlüğü çok iyi takip eder, herkesten iyi bilir.
İlgilendikleri tek şey, yapılan hırsızlıktan kendilerine ne kadar kemik düşeceğidir.
Akbabalar avcılıkla ilgilenmez.
Çakalın yakaladığı avın ne kadarını yediğini de dert etmez.
Çakal, doyacağı kadar yedikten sonra akbabalar leşe üşüşür.
Akbabanın vereceği tek kavga, aynı leşe üşüşmüş diğer akbabalara karşıdır.
Bu karakterleri onları avcıdan yana olmaya iter.
Çakalın av yapmasına karşı çıkan herkes, karşısında akbabaları da bulur.
Ağızlarında hangi kutsal değerin pörsüdüğünün, hangi mevhumun hatrına çakalı tuttuklarının, hangi bahaneyle çakalın sırtını sıvazladıklarının önemi yoktur.
Hepsi palavradan ibarettir.
Akbabanın tek derdi leştir.
Önüne kemik atacak her türlü çakalı korumaya hazırdırlar.
Aynı leşe konan akbaba sayısını da dert ederler.
Herkes kendileri gibi leşçil olsa, kim av olacak?
Çakalın yakınında olmaya, sempatisini kazanmaya özen gösterdikleri gibi, bu döngünün devam etmesini de hayat-memat meselesi olarak görürler.
Avcıyla av arasında bir ittifak olması, akbabaların sonu demektir.
Böyle bir tehdide tahammül edemezler.
Onların dünyasında, iktidar ve muhalefet kavgası hayati önem taşır.
1 milyon garibandan vergi diye alınmış 1'er lira, akbabanın bir tek ihalede kaldıracağı 1 milyon liradır.
1 lirası elinden alınacak 1 milyon kişinin, diğer tarafta kalması önemlidir.
Paylaşım halkası mümkün olduğu kadar dar tutulmalıdır.
Yüzde yüz oranında toplumsal barışın olduğu bir ülkede, ötekiler-berikiler ayrımının ortadan kalktığı bir durumda, kapitalizm, demokrasi, liberalizm çöker.
Yandaşın sömürebileceği kitlenin geniş tutulması çok önemlidir.
Kapitalizmin çakalı olmuş bir yönetici, çevresinde toplanmış akbabaları memnun edebilmek için, mümkün olduğu kadar geniş kitleleri ötekileştirmek zorundadır.
Organize olmamış, arasına fitne sokulmuş, dayanışma içine girmesi mümkün olmayacak şekilde kan davalı edilmiş kitlelerin, ne kadar geniş olduğunun önemi yoktur.
Hırsızlık sanatında ustalaşmış ufacık bir çakal sürüsü, menfaatte birleştiği zaman oy çalmakla başlayarak, her türlü hırsızlık için gerekli olan gücü elde edebilir.
Böyle bir çalışmada, her türlü leşçil, akbabadan kargaya kadar, çakallara destek vermeyi vazife bilir.
Kendi ülkesindeki bütün hayvanları memnun etmek isteyen bir çakal, başka ülkelerde av arayan bir emperyalisttir.
Başka ülkelerde avlanmaya gözü kesmeyen, maçası tutmayan çakallar, kendi ülkesinin içinde av partisi düzenlemek suretiyle pis karnını doyuran ve leşin kalanını akbabalara ikram eden bir sözde demokrattır.
Demokratik düzende vatandaş denen şey, gövdesinden bir takım parçaları, çocuklarının rızkını, alın teriyle kazandığının bir kısmını, seve seve olmasa da çakallara veren avdır.
Verecek bir şey kalmadığında ve avcının canı istediğinde, sıranın kendisine geleceğini bilerek, haysiyetinden de vergi verir.
Sıranın kendisine geleceğini bilerek....
Velhasıl,nasıl yaşarsanız,neye layık iseniz,
öyle yönetilirsiniz...
1 note · View note
sondakika02com · 1 year ago
Text
Tumblr media
78 yaşındaki hastanın safra kesesinden yüzlerce taş çıktı http://dlvr.it/T1dZwx
0 notes
dakikamagazin · 1 year ago
Link
Ünlü popçu Sefo ameliyat oldu! Sağlık durumunu soranlara "Sünnet oldum" esprisini yaptı
0 notes
m-bf-y-al-pw-i · 1 year ago
Text
Borç yiyen kesesinden yer
Kesede sonsuzluk varsa?
0 notes
drakifakca · 1 year ago
Video
youtube
Bir gün, halktan biri Bursa Kadısı’nın huzuruna çıkıyor, destur alıp derdini anlatmaya başlıyor: “Dün at pazarından bir at satın aldım. Evime götürürken, aldığım atın hasta olduğunu farkettim.”
Kadı Efendi akıl vermeye başlıyor: “Hemen eski sahibine iade etseydin.”
“Ben de öyle yapmaya karar verdim, amma atı iade etmeden önce, makamınıza uğrayıp görüşünüzü almak istedim, fakat makamınızda yoktunuz, görüşemedim.”
Kadı Efendi’nin yüzü değişiyor: “Ha evet” diyor, “Emir Hazretlerine çok mühim bir mesele danışmaya gitmiştim. Yarım saat bile sürmedi, hemen makama döndüm.”
“Eminim ki işiniz mühimdi. Lâkin benim işim de benceleyin mühimdi.
Sizi makamda bulamayınca, ‘yarın tekrar gelirim’ dedim, atı evime götürdüm.”
Kadı Efendi, sorunun çözüldüğünü zannedip rahat bir nefes alıyor:
“Eh, ben de olsam öyle yapardım. Bak bugün ne güzel anlatıyorsun derdini.”
“Anlatmasına güzel güzel anlatıyorum, ama bakalım derdimin dermanı var mı?”
“Elbette var” diye atılıyor Kadı Efendi, “atı eski sahibine hemen iade ediyorsun!”
Adam derin bir soluk alıyor: “Ne yazık ki, artık mümkün değil.”
“Nedenmiş canım. At pazarı şuracıkta, gider adamı bulursun, böyle iken böyle dersin, Kadı Efendi’nin hükmü var dersin; hatta yanına bir de hüküm kâğıdı veririm, inanmazsa onu gösterirsin. İtiraza mecali kalmaz.”
“Mümkün değil Kadı Efendi, çünkü dün sabaha karşı at sizlere ömür!”
Kadı Efendi yerinden fırlıyor: “Ne!.. Öldü mü?”
“Maalesef. Bu yüzden geri veremem. Anlayacağınız zarara uğradım. Mağdur oldum. Mağduriyetimi giderin.”
Kadı Efendi birden yoruluyor, derin bir can sıkıntısının kıskacına düşüyor. Alt ediyor, üst ediyor, nihayet kararını açıklıyor: “Benim yüzümden zarara uğradığın apaçık ortada. Şayet makamdan ayrılmasaydım, zarara uğramayacaktın. Bu hâdisenin böyle gelişmesi benim ihmalimden kaynaklanmıştır. Binaenaleyh zararını ben karşılayacağım!” 
Adam hayretle soruyor: “Asıl suçlu bana hasta atı satan adamdır, ondan tahsil edin, sizin ödemenize gerek yok. Mutlaka çok mühim bir işiniz olduğu için mahkemeden ayrılmak zorunda kaldınız.”
“Ne olursa olsun” diyor Kadı, “mahkemeden ayrılmamam gerekiyordu. Bu durumda kusurlu taraf benim. Eğer dün geldiğinizde beni yerimde bulsaydınız, olaya müdahale edip atı eski sahibine geri vermenizi sağlayacaktım. Böylece paranı geri alacak, zarara uğramayacaktın.
Benim görevimin başında bulunmamam sebebiyle bu imkân ortadan kalktı. Bu yüzden zararını kendi kesemden karşılamam gerekiyor.” 
Öyle de yapıyor, atın parasını kendi kesesinden ödüyor.
Bu çarpıcı levha, ondan sonra gelen bütün Osmanlı kadılarının “ibret levhası” oluyor…
Adâleti geciktirdiği için zarara uğrayan vatandaşın zararını kendi kesesinden karşılayan Bursa Kadısı, “Molla Fenari” lâkabıyla tarihimize geçen ilk Osmanlı Şeyhülislâmı Şemseddin Muhammed’dir.
https://youtube.com/shorts/vx3E6-5iycM?feature=share
0 notes
infinityvenom · 2 years ago
Text
Zidal’de karşılaşma
Zidal şehrine henüz gelmişti Ghin. Limandan şehir merkezine geçene kadar etrafında koşuşturan küçük sokak çocukları yüzünden şimdiden gürültülü ve kalabalık bulmuştu şehri. Etrafa çok fazla dalmadan, sanki yolu biliyormuş gibi yürüyordu; yavaş ama sağlam adımlarla. İçki içip karnını doyurabileceği bir taverna arıyordu ve yeni ayak bastığı her şehirde tavernanın yerini eliyle koymuş gibi bulmayı başarırdı. Birkaç çocuk etrafında dönerek koşmaya, kollarını iki yana açarak epeyce gürültülü kuş sesleri çıkarmaya başladılar. Bu Ghini daha da rahatsız etmişti ki aniden durdu ve içlerinden birini kolundan tutup "Çocuk!" dedi. Ateş kırmızısı saçları kirden ve tozdan keçe gibi olmuş, gözlerinin yeşili güzel bir tonda olsa da beyazı iyice sararmış sağlıksız olduğu kokusundan bile anlaşılan bir çocuktu bu. Burnundan üst dudağına doğru akan sümüğünü yalarken "yabancı" dedi çocuk. "Bana tavernanın yerini söylersen sana para veririm" dedi Ghin. Çocuk gözlerini Ghinin upuzun örgülü saçından ayırmadan sol elinin işaret parmağıyla sokağın hemen köşesindeki küçük, tahta çatılı dükkanı işaret etti. Ghin elini cebine attı, kesesini çıkardı ve kesesinden aldığı gümüş sikkeyi çocuğun açık halde bekleyen avcuna koydu. Çocuk şaşırmış ama sevinmişti. Hiçbir şey söylemeden, korkudan birkaç metre geriye sinmiş bekleyen arkadaşlarının yanına koştu. Garip bağrışma sesleri eşliğinde zıplamaya, oynamaya başladılar. Ghin, yaklaşık bir dakika boyunca çocukları izledikten sonra geriye dönüp tavernaya baktı. "Umarım içkileri yeterince acıdır" diye geçirdi içinden. Her zamanki yavaş adımlarıyla tavernanın kapısını açtı. İçerdeki hava tütün dumanı ve ter kokusundan oldukça bunaltıcıydı. Eski püskü birkaç masa, etraflarında ucuz tahta sandalye ve iskemleler, barın arkasında yaşlı şişman bir adam ve içkilerle yemekleri servis eden ; sarışın, biraz şişman ancak oldukça güzel gülümseyen genç bir kadın. Ghin salona hızlıca göz gezdirdikten sonra arkalarda, kimsenin oturmadığı, mekanı tamamen gören ancak dikkatli bakılmadıkça fark edilmeyen bir yer gördü. Karşılıklı iki iskemle ortasında diğer masalardan daha küçük bir masaya yaklaştı. Bundan başka boş masa yoktu. Önce sırtındaki küçük, her tarafı yamalı oldukça paspal bir görünüşe sahip çantasını çıkarıp yere bıraktı. Ardından sağ omzundan sol kalçasına kadar uzanan, oldukça heybetli, kabzası gümüş yılanlarla işlenmiş kılıcını kınıyla birlikte sırtından aldı ve otururken sırtını yaslayacağı duvara; yanında duracak biçimde yasladı. Salondaki birkaç meraklı göz kılıcın heybetinden gözünü alamasa da Ghinin soğuk ve sağlam ifadesi herkese kendi işlerine bakmaları gerektiğini hatırlattı. Ghin karşısında boşta duran sandalyenin konumunu ayarladıktan sonra bir ayağını üzerine uzattı. O esnada göz göze geldiği barın arkasındaki adama eliyle "bir" işareti yaptı. Adam hiç oralı olmadıysa da genç servis elemanı Ghinin masasına yaklaştı ve oldukça samimi hatta biraz da cilveli bir ifadeyle "ne istersin yakışıklı" diye sordu. Ghin, "içki" dedi donuk bir ifadeyle. Kadının cilveli tavrı aniden kayboldu ve "hangisinden" dedi, bara dönerek. Ghin "fark etmez" anlamına gelecek bir hareket yaptı. Kadın daha da bozulmuştı ama belli etmemek için " bira o halde" dedi. "Olur" der gibi başını bir kez eğdi Ghin . "Bir de yiyecek istiyorum" dedi , "eğer varsa etli börek" . Kadın, Ghine etli börek satmadıklarını ancak hindilerinin oldukça sevildiğini söyledi. Ghin kabul etti ve kadın, mutfak olduğu belli olan bir yere gitti. Ghin, iç cebinden çıkardığı, küçük bir parça tahtadan kabaca yontularak yapılmış ayı heykelciğine baktı. Üzerindeki ufak detayları yakından inceledi. Babasını son gördüğü günden beri günde birkaç kez bu heykelciği inceler ve babasının hatırasını yâd ederdi. Bu halde biraz oyalandıktan sonra sonunda kadın bir elinde çamur rengi bira diğer elinde kızarmış hindi budu ve biraz sebze bulunan tabak ile masaya yaklaştı. Suratında yine o yapmacık gülümse ile "afiyet olsun" dedi ve gitti. Ghin birasından koca bir yudum aldı. Birayı beğendi çünkü tadı acı ve paslıydı. Büyük bir yudum daha içtikten sonra yemeğine başladı. Salon oldukça gürültülüydü. Ama Ghin her geçen gün bu ortamlara alışıyor, alıştıkça da kendi köyünün sakinliğini, huzur bulduğu dere şırıltısını aramaz oluyordu. Tüm bu kaosun içinde Ghinin gözü kapıya takıldı. Kapıyı açan adam komik bir şapka takmış, üzerinde füme bir cübbe olan ve kadınlar için bile abartılı kaçacak topuklu çizmeler giymişti. Yürürken çıkardığı takırtı salonda herkesin dönüp ona bakamasına, tuhaf görüntüsü ise bakanların hemen başını başka yöne çevirmesine sebep oluyordu. Ghin de aynını yaptı ve yemeğine odaklandı. Tuhaf adam çizmesiyle çıkardığı sesten gurur duyarmışçasına yavaş ve mağrur bir yürüyüşle Ghinin masasına geldi.  Başını kaldırıp da adama bakan Ghin "ne var" diye çıkıştı. "Oturabilir miyim" dedi adam. Yüzünde haz duyan bir adamın gülümsemesi vardı. "Başka yer mi yok!" Diye adamı tersledi Ghin. Ancak kısa bir taramayla fark etti ki gerçekten yer yoktu. "Seni temin ederim ki rahatsızlık vermem, genç adam." Dedi ve Ghinin ayağını artık dayamıyor olduğu yamuk duran sandalyeyi geriye doğru çekti. Suratında ki iğrenç ifade bir dalkavuk olduğunu ele veriyordu ve gözlerindeki karşısında duran adama eziyet çektirdiğinden memnun bir işkenceciye yakışacak parıltı, Ghinin ondan hemen nefret etmesine yetmişti. Arkasına dönerek garson arayışına girişti ve en sonunda başardı. Kadının tam olarak yaklaşmasına izin vermeden Ghinin içkisini gösterdi ve işaret parmağıyla bir tane de kendisinin istediğini belirtti. Ghinin olmasından korktuğu gibi konuşmaya başladı: "neredeyse kendi boyun kadar bir kılıcın var ve onu yanında, davranmaya hazır tutuyorsun. Saçların eski Rokkun yerlileri gibi uzun ve örgülü. Gözlerin de tıpkı güney dağlarının halkları gibi. Masmavi bir alev gibi parıldayan bu gözler, belli ki çok ölüme şahit olmuş." Bu iddialı ve cesur sözler Ghinin ilgisini çekmişti çünkü tuhaf adamın söyledikleri doğruydu. Ghin güney dağlarındaki bir kasabadan geliyordu ve babası onu kendisi gibi bir Rokkun olarak yetiştirmişti. Adam konuşmaya devam etti: "oturuşundan ve ara ara etrafı kontrol edişinden anlıyorum ki yalnızsın. Bu da bir dosta ihtiyacın olduğu anlamına gelir." Ghin araya girdi: "Bir rokkunun tek arkadaşı kılıcıdır. " Adam kısa ve sessiz bir kahakaha attı. " Doğru dedin delikanlı. Şimdi son bir tahminde bulunmama izin ver. Sen bir ödül avcısı olmalısın. Ancak derdin asla para olmamış, doğru mu?" Bu adamdan her saniye daha da nefret ediyordu Ghin. Ama adam haklıydı. Ghin parayı umursamazdı. "Tek istediğin şey macera bence. Daha zor durumlardan sağ çıkmak, önünde sonunda görevini tamamlamak ve sonra uzaklara gidip yeni maceralar aramak sana paradan daha önemli geliyor, değil mi?" Ghin sabırsızca söze başladı: "Anladık, yabancı, gördüklerini okuyabiliyorsun. Ama benden ne istediğini anlamadım" adam konuşmak üzereydi ki Ghin beklemeden devam etti "sanma ki bu çok umurumda. Çünkü her ne istiyor olursan ol, ilgilenmiyorum." Adam hayal kırıklığına uğramış olsa da pek belli etmeden devam etti: "Maceraya aç bir delikanlıya göre biraz çabuk kestirip attın. Sana hayatın boyunca bir kez elde edebileceğin bir şans vermek istiyorum. Öyle ki, bu macerayı anlattığında çoğu insan sana inanmayacak bile." Adam sonunda Ghinin ilgisini çekmeyi başarmıştı ancak görebildiği tek heyecan belirtisi hafifçe kalkan bir kaş hareketi olmuştu. Yine de konuşmayı sürdürdü: "pek çoklarının rüyalarını süsleyen bir dizi seyahate çıkmak üzereyim. Ancak bana yoldaşlar lazım. Mesela güçlü, tecrübeli ve gözü pek bir savaşçı. Mümkünse genç ve hevesli olması da lazım. Sen bununla çok ilgilenmesen de karşılığında iyi para veririm. Tabi şanslıysak ve ikimiz de sağ kalıp dönebilirsek." Bu son detay Ghinin yüreğini hoplatmaya ve adamın teklifini merak etmesini sağlamaya yetmişti. Elindeki biranın kalanını bir dikişte içti ve adamın gözlerinin içine bakarak "Benim ismim Ghin, yabancı. Yalancı ve şarlatanlardan daha çok nefret ettiğim bir şey varsa o da masallardır. Ben efsanelere de vaatlere de inanmam. Bir antlaşma yaparız ve ona uyarız. Şimdi söylediklerinde ciddiysen, bana bir içki ısmarla ki konuşalım." Adamın gülüşü daha da çirkinleşti ve Ghine elini uzatarak "Benim adım Ejad Drahen." Dedi....
1 note · View note
memurlarsoruyor · 5 years ago
Photo
Tumblr media
Hastanın safra kesesinden bin 122 taş çıkarıldı Manisa'da ameliyat edilen bir kadın, safra kesesindeki bin 122 adet taşın çıkarılmasının ardından sağlığına kavuştu Manisa'da ameliyat edilen bir kadın, safra kesesindeki bin 122 adet taşın çıkarılmasının ardından sağlığına kavuştu.
0 notes
cheesyangels · 4 years ago
Text
*tabu oynuyoruz*
me: cisimizin biriktigi yer
seyit: safra kesesi
?????
seyit: ben disaridan nasil gozukuyorum
me: salak???
4 notes · View notes
derdiderun · 3 years ago
Text
Tumblr media
Kadın kocasının çalışma masasına oturdu, eline kalemi aldı ve yazmaya başladı; Geçen sene kocam safra kesesinden ameliyat oldu ve safra kesesi alındı.
Aylarca yataktan kalkamadı. 30 senedir çalıştığı kitapevindeki işinden ayrılmak zorunda kaldı ve yaşı 60 olmuştu.
Aynı sene babası vefat etti.
Oğlumuz trafik kazası geçirdiği için tıp bölümü lisans imtihanında başarısız oldu.
Kadın sayfanın sonuna şunu yazdı; Ey gidi uğursuz, kötü sene!
O anda kocası çalışma odasından içeri girdi ve hanımının yanına gelip yazdıklarını okudu.
Sonra hızla odayı terk etti. Ancak bir kaç dakika sonra döndü. Eline kalemi aldı ve o da hanımı gibi kağıda bir şeyler yazdı;
Geçen sene ALLAH teala beni uzun zamandır çektiğim safra kesemdeki şiddetli ağrılardan kurtarıp şifa verdi.
60 yaşına geldim, hastalığım tamamen iyileşti ve şu anda ağrılı, sızılı hiç bir hastalığım yok.
Yakında yeni kitabım bitip baskıya girecek.
Babam 95 yaşına kadar dinç bir şekilde, yatağa düşmeden, kimseye muhtaç olmadan, ağrısız, sızısız vefat etti.
Oğlum trafik kazasından sağ salim kurtuldu. Hiçbir yerinde bir sakatlık kalmadan iyileşti.
Adam sayfanın sonuna şunu yazdı; Ey kendisinde Rabbimden pek çok ikram ve nimet gördüğüm hayırlı sene!
----------------
ALLAH teala insanlara bol bol ikram ve ihsanlarda bulunur ama insanların çoğu olaylara şaşı baktığı için şükürden gafil olarak nankörlük eder.
Sen de olaylara şaşı bakıp da nankörlük etme, doğru bak ve şükür et!
| Kemal Savaş Hoca
298 notes · View notes
aynodndr · 3 years ago
Text
Tumblr media
ŞU MUHTEŞEM ZEKAYA BAKARMISINIZ
İki öfkeli adam bir garibanı sürükleyip sokakta yürüyen kadı efendinin önüne yıkarlar. O mahallede yaşayan dört yaşındaki çocuk, arkadaşlarıyla birlikte olay yerine koşar.
O iki kişi yere yığdıkları adamdan şikâyetçidirler. Davacılardan biri alelacele anlatmaya başlar:
Efendim biz üç arkadaştık. Birlikte bir iş yaptık ve bu işten iyice bir para kazandık. Yalanı yok ya birbirimize itimadımız yoktu. Paramızı hepimizin güveneceği birine, yani buna emanet ettik ve altını çize çize, üçümüz birlikte gelmedikçe bu parayı hiç kimseye veremeyeceksin diye tembihledik.
Ama o bize hıyanet etti.
Kadı yaka paça sürüklenen adama bakar:
Doğru mu söylüyor bunlar?
Doğru efendim ama eksik.
Nasıl yani?
Evet, bunlar dün akşam bana bir kese para bıraktılar ve birlikte gelmedikçe hiçbirimize verme dediler.
Ancak henüz elli adım bile gitmeden içlerinden biri geri geldi ve altınları istedi. Uzaktan bakın veriyorum diye bağırdım, bu ikisi de kafa sallayıp tamam dediler.
Söyleyin başka ne yapabilirim ki?
Kadı bu kez diğerlerine döner:
Peki, buna ne diyeceksiniz?
Onu da açıklayalım. Keseyi emanet edip giderken şimdi burada olmayan arkadaşımız aniden durdu. Bütün paramızı emanetçiye bıraktık ama bu akşam ne yiyeceğiz? dedi.
Biz de harcanacak kadar bir şeyler almasına izin verdik. Hepsini alıp kaybolacağını nereden bilebilirdik?
Hımmmm. Şimdi iş açığa çıktı. Arkadaşınız paraları alıp kaçtı desenize.
Evet, ama biz emanet verdiğimiz adamı tanırız. Ona üstüne basa basa üçümüz birlikte gelmedikçe verme dedik mi, dedik. O da bunu kabul etti mi, etti. Uyanık olaydı da aldanmasaydı.
Madem bir saflık yaptı, ceremesini çeksin, bedelini kesesinden ödesin.
Ödesin demek kolay ama adam o kadar parayı verecek güçte değildir. Zaten üzgün ve bitkindir.
Ağlamamak için dudaklarını ısırır ve büyük bir teslimiyetle boynunu büker. Zor duyulan titrek bir sesle:
Hatalıyım efendim der, cezama razıyım.
Hava bir anda emanetçinin aleyhine döner. Merhametli kadı gözlerini kısar, sakalını sıvazlar. Bir çıkış yolu arar Arar ama nereye kadar? İşte tam bu sırada kalabalığın arasındaki küçük çocuk adamın elinden tutar:
Ağlama be amca der, kendini niye üzüyorsun ki?
Nasıl üzülmem be gülüm, başıma gelenleri duydun işte.
Sen gel beni dinle ve de ki: Kese bende.
Haydi, istediğin gibi olsun. Diyelim ki kese bende olsun.
Emaneti almaları için bunların üç kişi birlikte olmaları gerekmiyor mu?
Gerekiyor.
Öyleyse söyle onlara getirsinler arkadaşlarını, alsınlar paralarını!
Ne berrak bir muhakeme ve ne müthiş bir zekâ değil mi?
Eh yıllar sonra İmam-ı Şafi diye anılacak bir çocuk başka nasıl olabilir ki.
Meral Tok Altınel’e Teşekkürlerimle
5 notes · View notes
tumitutscanlation · 4 years ago
Text
Heavenly Blessing – 182. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 182: Kahraman Bir Sikkeye Yeniliyor
Bütün şehir sıkı bir arama için kapatılmadan önce, Xie Lian ve ekibi bütün bir gece yol giderek başka bir şehre vardılar.
Yine de kral ve kraliçeyi izbe bir yere yerleştirdikten sonra Feng Xin ile birlikte para bulmaya gittiler. Ancak yeni bir şehre gelmek, para kazanmayı mucizevi bir şekilde daha kolay bir hale getirmiyordu.
İkisi bütün bir gün boyunca çalıştıkları halde, her zamanki gibi sadece cüzi bir miktar kazanabilmişlerdi, ama asla ayrılmayan üçlüden aniden bir kişi eksildiği için, ikisi de alışmakta büyük güçlük çekiyorlardı. Örneğin eskiden para kesesinden hep Mu Qing sorumlu olmuştu, her daim hesabı o tutardı. Şimdi Mu Qing gitmişti ve Feng Xin doğrudan para keselerini kazara kaybedebileceğini söylemişti, bu nedenle Xie Lian’ın paraya sahip çıkmaktan başka yapabileceği bir şey kalmamıştı. Ayrıca da, eskiden dilencilere verdiği para bile bundan daha fazlaydı.
Mu Qing’in gidişiyle, kral ve kraliçeye yemek getiren kişi de gitmişti, bu nedenle Xie Lian’ın Feng Xin’i de alarak kral ve kraliçenin gizli yerine günlük ihtiyaçlarını bizzat taşımaktan başka şansı kalmamıştı. Kraliçe ise oğlunu bu kadar sık görebildiği için çok mutluydu ve mutlu olduğu zaman mutfağa girerdi. O gün, Xie Lian ve Feng Xin için bir kez daha yeni pişmiş bir çorba yaparak onları masaya sürüklemişti.
“İkinizin de şişmanlaması gerek, çok zayıfladınız.”
Feng Xin soğuk terlerle kaplanmıştı ve poposu sandalyeye değdiği anda ellerini sallamaya başladı. “Hayır, hayır Majesteleri, Feng Xin buna cüret edemez, yapmamalıyım!”
Kraliçe memnuniyetle şakıdı. “Yavrum, korkulacak ne var? Gel, hadi oturun.”
Feng Xin ona gerçeği söylemeye nasıl cüret edebilirdi? Sahiden edemezdi ve onları zorla oturttuktan sonra, kraliçe çalışmasının meyvesini önlerine sundu. Feng Xin kesik bir nefes aldı ve tencerenin kapağını kaldırdı. Xie Lian masanın başına oturmuştu ve tencerenin içindekileri görünce ikisinin de yüzü soldu.
Xie Lian bıyık altından konuştu. “Bu tavuk… korkunç bir şekilde can vermiş.”
“…” Feng Xin’in dudakları titredi. “Ekselansları, yanlış gördün sanırım. Bu tencerede tavuk yok.”
“??? O zaman ölü tavuk gibi yüzen şey ne?” Diye sordu Xie Lian.
“Bence o erişte… ama şekli bir tuhaf?” Diye cevapladı Feng Xin.
İkisi uzunca bir süre tencereyi incelediler ama yine de anlamamışlardı. Kraliçe Xie Lian’ın önüne koca bir kase koyunca, Feng Xin hızla kendi yemeğini koymak için hareketlendi. Kraliçe odaya, kralın yanına gidince ise hemen kaselerini boşalttılar ve dudaklarını siler gibi yaptılar, sanki tek yudumda bitirmiş ve tadı damaklarında kalmış gibi davranıyorlardı.
“Doydum, çok doydum.”
Bunu görünce kraliçe mest olmuştu. “Güzel miydi?”
Xie Lian boş bir şekilde övdü. “Harikaydı, harika!”
Kraliçe memnuniyetle konuştu. “Öyleyse hadi biraz daha yiyin!”
Xie Lian asla-var-olmaması-gereken-çorba’dan neredeyse bir kaşık kadar tükürdü ve mendilini kaldırarak dudağını siliyormuş gibi yaptı.
Tam bu sırada kraliçe tereddütle konuşmaya başladı. “Oğlum, bir sorum var, lütfen anneni mazur gör.”
Xie Lian katılaştı ve mendilini indirdi. “Nedir? Lütfen sor.”
Kraliçe yanına oturdu ve sordu. “Mu Qing nerede? Neden günlerdir hiç gelmedi?”
Biliyordu.
Mu Qing’den bahsedilince Xie Lian’ın kalbi daha da sıkışmıştı. “Ah, ona bir görev verdim, bu yüzden başka bir yere gitti.”
Kraliçe rahat bir nefes vermiş gibiydi ve başını salladı. Hemen ardından tekrar sordu. “Ne zaman gelecek?”
“Belki, uzun bir zaman gelmeyebilir… yakın zamanda dönemeyeceği kesin.” Dedi Xie Lian.
Bunu duyunca kraliçe sıkıntıya düşmüş gibiydi ve Xie Lian fark etti. “Bir sorun mu var?”
Kraliçe hemen cevapladı. “Ah, yok yok.”
Feng Xin daha dikkatliydi ve aniden konuşmaya dahil oldu. “Majesteleri, elinize ne oldu?”
Eline mi?
Xie Lian başını eğdi ve donakaldı.
Annesinin narin, güzelce korunmuş zengin elleri şu anda korkunç görünüyordu. Eklem yerleri aşınmış ve soyuluyordu, hatta kandan izler vardı. Xie Lian hızla ayağa kalkarak ellerini tuttu. “Neler oluyor?”
Kraliçe açıkladı. “Yok bir şey. Sadece biraz kıyafet ve battaniye yıkadım, ama pek başarılı olamadım.”
Xie Lian haykırdı. “Neden kendin yıkıyorsun? Keşke…”
Ama sözlerini tamamlayamadan kekeleyerek sustu. Keşke, ne? Saray görevlilerine mi söyleseydi? Mu Qing’den mi isteseydi? Şu anda bunların hepsi imkansızdı.
Kaçış yollarında, bir hizmetkar gibi davranarak onların gündelik ihtiyaçlarını gideren Mu Qing olmuştu; Xie Lian, kral ve kraliçe de dahil. Onun gitmesiyle aniden bu tür işleri yapacak hiç kimse kalmamıştı.
Yemek yapacak kimse yoktu, kıyafet yıkayacak kimse yoktu, battaniyelerle ilgilenecek kimse yoktu. Eskinin basit günleri bir anda zor bir hal almaya başlamıştı. Xie Lian’ın kendisi bunları yaşamayı sorun etmiyordu, sonuçta endişelenmesi gereken çok fazla şey vardı. Ama hayatı boyunca rahat ve lüks içinde yaşamış annesi, nasıl böyle zor bir işi yapabilirdi? Ama eğer kraliçenin kendisi yapmazsa, kim yapacaktı?
Sessizliğin ardından Xie Lian tekrar konuştu. “Sen bununla uğraşma. Çamaşır yıkama işini ben hallederim.”
Kraliçe gülümsedi. “Gerek yok. Ben kendi başımın çaresine bakarım. Daha önce ne çamaşır yıkamıştım ne de yemek yapmıştım, ama artık her gün bir sürü boş vaktim olduğu için kendi işimi kendim görmek eğlenceli gelmeye başladı. Özellikle de her ikiniz de yemeği beğendiğiniz için çok mutluyum.”
O tencere yemeği annesinin elleriyle yapılmıştı. Xie Lian ve Feng Xin bakıştılar, dehşete düşmüşlerdi.
Tam bu sırada kraliçe ekledi. “Ah sahi, bir şey daha var. Yarın biraz ilaç getirmeniz mümkün mü acaba?”
Xie Lian’ın gözleri belli belirsiz açıldı. “İlaç mı? Ne türden bir ilaç?”
Kraliçe kararsızdı. “Of, ben de emin değilim. Şifacıya gidip sorgulasanız iyi olabilir, ne türden bir ilaç acaba kan öksürmeye iyi geliyor?”
“Kanlı öksürük mü?!” Xie Lian şok olmuştu. “Kim kan öksürüyor? Sen mi? Babam mı? Neden daha önce söylemedin?”
Sesi yükseldiği anda kraliçe onu susturdu. “Sessiz ol!”
Ancak çok geçti, kulübenin arkasından öfkeli bir ses yükseldi. “SANA GEREKLİ GEREKSİZ KONUŞMA DEMİŞTİM!”
Bu kraldı. Onun çoktan duyduğunu öğrenince kraliçe de artık sessizliği önemsemeyerek odaya doğru seslendi. “Ama böyle devam edemezsin!”
Xie Lian doğrudan odaya doğru gitti ve kralın bir yığın kaba battaniyenin arasında yatıyor olduğunu gördü. Uzun zamandır ona dikkatli bakmamıştı, ama şimdi kralın hasta olduğunu, yanaklarının çöktüğünü fark ediyordu, kasvetli odada olduğundan daha bile hasta görünüyordu. Bir krala hiç benzemiyordu; kül yüzlü yaşlı bir adamdı sadece.
Uzun zamandır hasta olduğunu bilmesi için Xie Lian’ın onu muayene etmesine gerek yoktu, ve üstelik hafif bir hastalıkta değildi. Hatta tüm oda hastalığın boğucu, küflü kokusuyla kaplanmıştı. Kraliçenin semptomları için ‘kanlı öksürük’ dediğini hatırlayınca, bir anlık hüzünle sesi yükseldi. “BURADA NELER OLUYOR??”
Kral yüzünü katılaştırdı. “Sesine hakim ol.”
Kraliçe ve Feng Xin de odaya girdiler.
Xie Lian azarladı. “Sesim kimin umurunda. Eğer hastaysan, neden daha önce bir şey söylemedin?”
Kral sinirlenmişti. “Sen krala ders mi veriyorsun? Bu kralın ne söyleyip ne söylemeyeceği seni ilgilendirmez!”
Onu güçlü davranmaya çalıştığını görünce Xie Lian kulaklarına inanamıyormuş gibiydi. “İnanılmaz! Böyle bir zamanda unvanının ağırlığını mı kullanmaya çalışıyorsun?”
Kral köpürüyordu. “ÇIK DIŞARI! ÇIK HEMEN DIŞARI!”
Kraliçe ve Feng Xin hemen Xie Lian’ı dışarıya sürüklediler. “Oğlum! Böyle yapma. O senin baban ve hasta. Alttan al.”
Kaçışları ve bu hastalık, kara buz eklemek gibiydi. Xie Lian yüzünü ellerine gömdü. “Anne! Neden daha önceden bir şey söylemedin? Eğer söyleseydin hastalığı kan tüküreceği kadar ilerlemezdi! Tedavisi ne kadar zor biliyor musun?”
Ya da, işin doğrusu, şu anki durumlarında ne kadar imkansız olduğunu!
Kraliçe hem korkmuş hem incinmişti. “Bu… Bu kadar kötüleşeceğini biz de bilmiyorduk.”
Feng Xin ekledi. “Evet. Ayrıca, bütün yol boyunca Yong An tarafından kovalandık, durmaya hiç fırsatımız olmadı.”
Xie Lian ellerini yüzünden çekti. “Onu hemen doktor bulmak için şehre götürüyorum.”
“GEREK YOK!” Kral diğer odadan bağırdı.
Xie Lian arkasına baktı ve tam ona ‘artık kararları ben veriyorum’ diye bağıracaktı ki, Feng Xin ilk cevap veren oldu. “Ekselansları, eğer Majestelerini şehre doktor bulmak için götürürsek yakalanırız.”
Bunu duyunca Xie Lian hemen dondu.
Kraliçe de ekledi. “Korktuğumuz da buydu, bu yüzden de daha erken bir şey söyleyemedik. Oğlum, neden önce… ilaç getirmenin bir yolunu bulmuyorsun?”
Odalarında, kral tekrar öksürmeye başlamıştı ve kraliçe hızla onunla ilgilenmek için gitti. Xie Lian uzunca bir süre hareket edemedi, ardından ise dönüp gitti.
Feng Xin arkasından seslendi. “Ekselansları! Ne yapacaksın?”
Xie Lian cevap vermedi, ama kulübedeki her çekmeceyi, her sandığı karıştırmaya başladı.
Feng Xin sordu. “Ne arıyorsun?”
Cevap vermedi ama kısa bir süre sonra sandığın dibinden bir şey çıkarttı. Kutsal bir kılıç.
Feng Xin görünce sorgulamaya başladı. “HongJing’le ne yapmayı planlıyorsun?”
Kısa bir sessizliğin ardından Xie Lian cevapladı. “Satacağım.”
Feng Xin şok olmuştu ve hemen haykırdı. “YAPAMAZSIN!”
Xie Lian sandığı sertçe kapattı. “Çoktan bir sürü kılıç sattım, bu sadece bir tane daha.”
Yolculuk boyunca araba ve kontrol noktalarından geçerken rüşvet için yeterince para bulmak adına, Xie Lian çok sevdiği kutsal kılıç koleksiyonunun neredeyse hepsini satmıştı. Ve büyük, kaliteli dükkanlara giremedikleri için, bazen karanlık tüccarlar tarafından şantaja maruz kalarak ederlerinin çok altında bile satmışlardı.
Feng Xin haykırdı. “Aynı şey değil! Bu kılıcı çok seviyorsun. Yoksa neden çoktan satmak yerine sandığın en dibine koyasın ki? Ayrıca, bu kılıcı sana İmparator hediye etti, satarsan hiç iyi olmaz!”
Xie Lian yorgunlukla konuştu. “Kılıca olan sevgim, bir yaşam kadar önemli değil. Gidelim hadi.”
Kılıçla birlikte şehre vardılar, her ikisi de üzgün görünüyordu. Rehin dükkanına geldikleri zaman Xie Lian duraksadı ve elindeki HongJing’e baktı.
Feng Xin ona bir bakış attı. “Neden satma işini unutmuyoruz? Önce… önce başka bir yol düşünsek?”
Xie Lian başını iki yana salladı. “Çok geç. Ayrıca yeterince para kazanmamızı sağlayacak başka bir yol bilmiyoruz.”
Çalmak, gasp etmek, kandırmak istelerdi, hiçbir ölümlü onlarla boy ölçüşemezdi ve çok daha hızlı para kazanırlardı. Ancak tam olarak bu sebeple doğru yolda kalmak ve ölümlülerin etik kurallarına uymak zorundaydılar, dürüst bir şekilde para kazanmalıydılar, bu yüzden bu kadar zordu.
Kararını veren Xie Lian tekrar konuştu. “Satmak zorundayız. Satınca gidip ilaç alalım.”
Bunları söylediği halde yerinden kımıldamamıştı.
Feng Xin onun tereddüt ettiğini biliyordu, bu Xie Lian’ın sahip olduğu son kutsal kılıçtı. Bu yüzden konuştu. “Biraz daha dolaşalım.”
Tam bu sırada, sokağın diğer ucundan bir feryat koptu, bağırışlar ve haykırışlar yükseldi ve birisi çığlık atıyordu.
“KİM SORUN ÇIKARTIYOR??”
“BU NE CÜRET!”
“YAKALA! YAKALA!”
İkisi de irkilmişlerdi ve Xie Lian tetikte bir şekilde yana çekildi. “Kim?!”
Feng Xin de gerilmişti ve kontrol etmek için gitti, emin olduktan sonra geri dönmüştü. “Hiç! Merak etme! Bizimle alakalı değildi. Bizi arıyorlarsa bile Yong An askerleri değillerdi.”
Xie Lian ancak o zaman rahatlayabildi. “Neler oluyor?”
“Bilmiyorum.” Dedi Feng Xin. “Görünüşe göre delirmiş birkaç hizmetçi kavga ediyor, gidip bakmak ister misin?”
“Hadi gidelim.” Dedi Xie Lian. “Umarım haydudun teki değildir.”
İkisi izlemek için araya karıştılar. Meydanın ortasında birkaç adamın kavga ettiğini ve çevredekilerin de onları kışkırttığını gördüler.
Feng Xin gösteriyi keyifle izlemekte olan bir adamın sırtına vurdu. “Dostum, neler oluyor burada?”
Adam kıkırdadı. “Bilmiyor musun? Çok heyecanlı! Hizmetçi efendisini dövüyor!”
Ne olaydı ama! Xie Lian’ın nutku tutulmuştu. “Nasıl olur? Ve neden bu iyi bir şey?”
“Elbette iyi bir şey!” Dedi adam. “Bu efendi sahiden beş para etmez bir herif! Hizmetçisi çocukluğundan beri onun yanındaydı, inanılmaz sadıktı, ama o! O sadece faydalanmayı bilirdi, yeterince para bile vermiyordu ve kanının son damlasına kadar ondan faydalandı. Hizmetçi de artık daha fazla dayamadı, anlıyorsun değil mi, anlıyorsun! Dövüşüyorlar!”
Sahiden de gerçekten saldıran kişi yumruk atarken bir yandan küfrediyordu, ‘o kadar uzun zamandır yanındayım ki!’, ‘Bana ne verdiğine neden dönüp bakmıyorsun??’, ‘Ailem o kadar fakir ki yiyecek tek lokmaları yok, ama sen yine de kurumlu kurumlu geziyorsun!’, ‘Bugünden itibaren, artık senin köpeğin değilim!’ gibi şeyler bağırıyordu. Dayak yiyen efendi ise başını kollarının arasına almış, kalabalığın tezahüratları arasında çığlıklar atıyordu ama tüm bu sesler Xie Lian’ın sendelemesine yol açıyordu, nedense ürpermişti ve düşünmeden Feng Xin’in yüzüne bir bakış attı.
Feng Xin ise onun bu tuhaf davranışını hiç fark etmemişti ve bahsedilen tüm bu suçlamaları duyunca, düşünmeden yorum yapmıştı. “Anlıyorum, efendisi sahiden boş herifin teki, hizmetçisinin isyan etmesine şaşmamalı.”
Hiçbir şey kastetmemişti ama Xie Lian’ın kalbi sıkıştı ve HongJing’i daha da sıkı tuttu.
Tüm bunların ardından, HongJing satılmış ve en sonunda ellerine biraz para geçmişti. Hemen doktor olup olmadığını sorgulamış ve yanlarında on farklı ilaçlarla geri dönüş yoluna geçmişlerdi.
Kanlı öksürme semptomuna iyi gelen ilaçlar pahalıydı ve çok kaliteli olmaları gerekiyordu. Sadece bir iki paket ilaçla birkaç güne iyileşme gibi bir durum söz konusu değildi ve iyileştikten sonra da kişinin dikkatli bir şekilde gözlenmesi gerekiyordu. O akşam Feng Xin birkaç deste ilacı çıkardı ve kulübenin dışında pişirmeye başladı, yırtık bir yelpazeyle alevleri körüklüyordu. Xie Lian’a gelince, bir kez daha evdeki tüm rafları ve sandıkları karıştırmıştı. Bir süre sonra en sonunda yumuşak, ışıldayan bir altın kemer buldu.
Normalde Xie Lian’ın bir sürü altın kemeri vardı, ama onlar da kutsal kılıçlarla aynı sonu paylaşmış, satılmışlardı. Artık elinde sadece bu kalmıştı ve Xie Lian’ın esas planı onu bir hatıra olarak saklamaktı. Ama şimdi, başka bir sebeple kullanmaya karar vermişti.
Tesadüfen Feng Xin başını kaldırarak ona baktı. “Ekselansları, kemer neden elinde? Onu da satmayı düşünmüyorsun değil mi?”
Ancak Xie Lian’ın yanına gelerek kemeri ona uzattı
Bunu görünce Feng Xin’in gözleri yerinden fırladı, çok şaşkındı. “…Ne diye bana veriyorsun??? Ekselansları, biraz önce sandığı kapatırken beynini de kapatmadın değil mi???”
“…” Ancak o zaman Xie Lian’ın aklına Üst Cennette altın kemerin özel bir anlamı olduğu geldi, ve yüzü karardı. “Çok fazla düşünüyorsun, öyle bir şey kastetmiyorum. Al sadece, bir parça altın işte!”
Ardından ona itti. Feng Xin boynunun etrafındaki altın kemere ters ters baktı. “Hayır. Yine de bana neden durup dururken altın verdiğini söylemen gerek?”
“Bunca zamandır sana biriken borçlarımın bir parçası olarak görebilirsin.” Dedi Xie Lian.
Feng Xin’in kafası karışmıştı. “Hayır, ama. Nereden çıktı şimdi? Neden böyle bir zamanda bana ödeme yapıyorsun? Bunu gidip rehin verip ve Majestelerine ilaç alabilirsin. Ya da tuta da bilirsin. Sende kalsın. Bu sadece cennet mensuplarının sahip olabileceği bir şey.”
 Çevirmen: Nynaeve
128 notes · View notes