#karanlık oda
Explore tagged Tumblr posts
Text
artık ne yapmam gerektiğini bilemiyorum, sanki elimden gelen her şeyi yapmışım ama hepsi boşa gitmiş gibi hissediyorum. sanki bütün yollarımın sonu çıkmaz, hangi kapının kolunu tutup açmaya çalışsam hepsi kilitli ve onların anahtarlarını asla bulamazmışım gibi geliyor, bütün kapılar yüzüme kapanıyor ve ben öylece baka kalıyorum sonra sokağa çıkıyorum ama ne kadar ilerlesemde hangisine yönümü çevirsem de sonu çıkmaz sokağa çıkıyormuş gibi hissediyorum. artık tutunacak tek dalımın kalmadığı görüyorum, düşersem ellerimi tutup kaldıran kimsemin olmadığını, karanlık oda da sessizce sesim ve vücudum titrerken ağladığımı artık kimse fark etmeyecekmiş gibi, korktuğumda sarılacak kimsem yokmuş gibi, yarım kalmışım gibi. hiçbir kelime veya cümle ruh halimi tarif edemezmiş gibi, fazlasıyla yorgunum. kırılmış vazo, taşmış bardaktaki su, solmuş çiçek gibiyim. göz altlarım morarmış evden bi farkı kalmamış ve ben öylece kalıyorum. evim sandığım yerde aslında hep misafirmişim. hep bi umutla yola çıkıyor evimi bulmaya çalışıyorum ama o evi bulsam da içinde kendimi yabancı olarak bulurmuşum, kimsenin yuvası olmadım, kimseye de yuvam diyemedim. cidden yuva ne demek? karmakarışığım duygularım kontrolden çıkmış, kendimi anlatamayacak kadar belirsizlikteyim.
76 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing ▪︎
251. BÖLÜM - On bin tanrı mağarası - Bir sürü HuaHua ve LianLian -
Xie Lian kendisine nefes alamayacak kadar baskı yapan Hua Cheng'i gülerek vücudundan iterken, aralarındaki tutkulu hava henüz kaybolmamıştı ki, Xie Lian'ın aklına aniden bir şey geldi ve gelişigüzel bir şekilde, "Ah evet, San Lang, bin tanrı mağarasında..." dedi.
Hua Cheng'in kolu bir kez daha Xie Lian’ın göğsüne geldi. Kim bilir ne ile oynarken, tembelce, "hm? Bin tanrı mağarasına ne olmuş?"
Xie Lian, "Pek bir şey yok, birden aklıma geldi. TongLu'nun patlamasıyla birlikte, on bin tanrı mağarasındaki çok sayıda heykele bir şey oldu mu?"
Eğer durum gerçekten de böyleyse, bu çok yazık olurdu. Ne de olsa oradaki her heykel Hua Cheng tarafından özenle yapılmıştı ve o hepsini seviyordu. Hua Cheng, "Hayır, ondan önce bile bir bariyer kurmuştum. TongLu tamamen yıkılsa bile o mağaraya bir şey olmazdı."
İlgisi artan Xie Lian, "Gerçekten mi? Bu harika, o zaman gerçekten de her şey yoluna girecek. Gidip bir göz atmak istiyorum. Bakabilir miyim?"
Hua Cheng bir an tereddüt eder gibi oldu ama sonra rahatça gülümseyerek, "Elbette. Elbette Gege istediği zaman gidip bakabilir."
Xie Lian heyecanlandı, "O zaman yarın gidelim. Ne de olsa TongLu'nun kilidi açıldı ve her zaman girilebilir."
Hua Cheng kaşlarını kaldırarak, "Yarın mı? Pekâlâ."
Herhangi bir itirazda bulunmadı ve başka bir şey de söylemedi, ancak bir sonraki an, Xie Lian’ın üzerine geri döndü.
Xie Lian yanılıp yanılmadığından emin değildi, ancak gecenin ikinci yarısında Hua Cheng tarafından daha da şiddetli bir şekilde yuvarlandı, öyle ki neredeyse iki raunttan sonra Xie Lian uykuya dalmadan önce merhamet için ağlamak zorunda kaldı.
Gün aydınlanana kadar mışıl mışıl uyuyabilirdi. Ancak bir saatten kısa bir süre sonra, Xie Lian uykusunda vücudunun yanında bir hareket hissetti. Bakmak için gözlerini açtığında, diğer kişi çoktan gitmişti.
İrkildi, tüm uykusu kaçtı ve Xie Lian bir anda ayağa kalktı.
Üstünkörü bir temizlikten sonra, Xie Lian yavaşça yataktan kalktı ve "San Lang nereye gitti?" diye düşünerek çıkmak için kapıyı itti.
Bir gece uykusunun ortasında aniden ortadan kaybolmak - gerçekten de böyle bir şey ilk kez oluyordu. Ji Le Malikânesi'nin etrafında bir kez döndükten sonra o kişinin gölgesini bile göremeyen Xie Lian, Ji Le Malikânesi'nde ışınlanma için kullanılan bir oda olduğunu hatırladı ve bir göz atmaya gitti. Beklediği gibi, birisi o odanın kapısını açmıştı.
Kapının üzerine daha önce farklı bir dizi çizildiğini hatırladı. Ve şimdi, diziyi çizmek için kullanılan zinober henüz kurumamıştı bile. Xie Lian daha fazla düşünmeden kapıyı itti ve içeri girdi. Tekrar dışarı çıktığında, kapının dışında Ji Le Fang değil, zifiri karanlık vardı.
Xie Lian kapıyı kapattı ve avucundaki alevin etrafını aydınlatmasına yardım etti. Kendisini karşılayan manzarayı gördüğünde şaşkına döndü.
Mesafeyi daraltan ulaşım dizisinin varış noktasının karanlık ve kasvetli dev bir mağara olduğunu düşünmek.
On bin tanrı mağarası!
Hua Cheng gecenin bir yarısı neden tek başına bin tanrı mağarasına gitsin ki? Yarın birlikte gitmeye karar vermemişler miydi?
Neden bu gece ilk o geldi?
Başını sallayan Xie Lian, ateşi tutarak karanlık ve serin mağarada yavaşça yürümeye başladı.
Ayak sesleri etrafında yankılanıyordu. Heykellerin yüzlerini örtmek için kullanılan tül perdeler kaldırılmıştı. Etrafını saran karanlıkta, onunkine benzeyen sayısız yüz sessizliğini koruyordu. Bu görüntüyü düşünmek bile hâlâ dehşet uyandırıyordu. Xie Lian bir mağara odasının önünden geçerken bakışları gelişigüzel bir şekilde etrafı taradı. Mağaranın içinde, kaşlarında ve gözlerinde sıcak ve nazik bir ifade olan, elinde bir çiçek ve bir kılıçla duran, duruşu güzel bir 'tanrıları memnun eden veliaht prens' heykeli vardı.
Buradaki heykellerin sayısı gerçekten çok fazlaydı. Hua Cheng'in her şeyi yontmak için ne kadar uzun saatler ve ne kadar özenli bir çaba harcadığı ve heykellerin karanlıkta sessiz bir şekilde ne kadar zaman geçirdiğini kim bilebilirdi ki.
Bu düşünce aklına gelince, Xie Lian içini çekti. Heykele bakarak başını hafifçe eğdi ve "çok yalnız olmalı" diye mırıldandı.
Hem heykelleri oyan kişiye hem de heykellere atıfta bulunuyordu. 'Tanrıları memnun eden veliaht prens' heykeli başını salladı.
Xie Lian, "..."
Bu çok korkutucuydu.
Bir süre donup kaldıktan sonra, Xie Lian sonunda ne olduğunu anladı. Bunun nedeni büyük ölçüde sihirli enerjisinin yeni doldurulmuş olması ve tepeden tırnağa tüm vücudunun sihirli enerjiyle dolup taşmasıydı. Bu nedenle, burada durması heykelleri etkiledi ve canlanmalarına neden oldu.
Xie Lian aceleyle sihirli enerjisini dizginledi ama artık çok geçti. 'Tanrıları memnun eden veliaht prens' heykeli birkaç adım atmaya başlamıştı. Xie Lian’ın taşma noktasına gelecek kadar bol olan sihirli enerjisinden etkilendiği ve kimse onu ciddi bir niyetle kontrol etmeye çalışmadığı için, hareketleri sakardı ve bir "dong" ile tökezleyip düştü.
Xie Lian "dikkat et!" diyerek aceleyle kalkmasına yardım etti.
Onun yardımıyla ayağa kalkan heykelin yüzündeki küçük gülümseme hiç değişmedi ve hatta başını hafifçe kaldırıp teşekkür etmek için başını salladığında yüzünde asil ve gururlu bir ifade belirdi. Heykelin gururlu tavrını gören Xie Lian gülme isteğine engel olamadı ama "Hua Cheng'i gördün mü?" diyerek direndi.
Heykeller basit sesler çıkarabilirdi ama konuşmayı bilmezlerdi, tabii dil ve lisan yeteneğini kazanmış bir tanrı heykeli değilse. Tanrıları memnun eden veliaht prensin heykeli bu soruyu duyduğunda, sanki kimden bahsettiğini bilmiyormuş gibi şaşkın bir ifade takındı. Xie Lian aniden anladı -o zamanki adam Hua Cheng'i tanıyordu. Bu yüzden sorusunu değiştirdi: "Kırmızılar giymiş birini gördün mü?"
Bunun üzerine heykel sonunda gülümsedi ve başını ilgisiz bir şekilde salladı. Xie Lian, "Hangi yöne doğru gittiğini biliyor musun?" diye sordu.
Bu kadar büyük bir mağara ve o da mağaraya aşina değildi, bu yüzden tek korkusu kaybolmaktı. Heykel mırıldandı ve ona bir yön işaret etti. Xie Lian "çok teşekkürler majesteleri" dedi.
Biraz yürüdükten sonra geri döndü. Tanrıları memnun eden veliaht prensin heykeli yürüme mekaniğini hızla kavramış görünüyordu ve hatta olduğu yerde kılıç talimi yapıyordu, duruşu zarif ve mükemmeldi, sanki festivaldeki binlerce seyircinin bakışları önünde gösteri yapıyordu.
Ne yazık ki hayranlık duyacak kimse yoktu.
Çok geçmeden, Xie Lian bir kez daha yol ayrımıyla karşılaştı. Doğal olarak, başka bir heykelden yardım istemeye hazırlandı ve en yakın mağaraya doğru yürüdü. İçeri girer girmez, taş bir sunağın üzerinde oturan, elinde bir kavanoz şarap tutan ve umutsuzca içen insan şeklinde bir figür gördü.
Xie Lian, "..."
Bir anda şarap kavanozunu elinden kaptı ve "içmeyi bırak!" dedi.
Heykel de ona aitti, sadece yüzü biraz daha netti ve beyaz giysileri artık o kadar lüks değildi. Xie Lian şarap kavanozunu kapıp götürdüğünde, onu geri almaya çalıştı ama o şaşkın haliyle bunu başaramadı ve o kadar sinirlendi ki, aniden Xie Lian’a sarılıp gürültüyle ağlamadan önce sadece bir daire çizebildi.
Xie Lian şaşkındı ve "ağlamana gerek yok..." dedi.
Heykel sanki sonsuza dek haksızlığa ve zorbalığa uğramış gibi daha da çok ağladı ve artık şarabı kapmak yerine Xie Lian’a sarıldı ve bırakmayı reddetti. Xie Lian onun bu kadar yapışkan bir sarhoş olduğunu bilmiyordu ve heykele de sarılmaktan başka çaresi yoktu, hafifçe sırtını ovarak onu teselli etti, "tamam, tamam..."
İkinci kez baktığında, elindeki şarap kavanozunda şarap bile yoktu, bu yüzden kavanozu heykele geri vermesinin bir önemi yoktu ve "kırmızı giyinmiş birini gördün mü? Ne tarafa gitti?"
Heykel ona bir patikayı işaret etti ve Xie Lian ilerlemeye devam etmeden önce şarap kavanozunu yerine koydu. Heykel ağlamayı bırakmış, yerde otururken şarap kavanozuna sarılmış ve bir kez daha sersemlemişti.
Başını çevirip heykele bakan Xie Lian içini çekti ve ilerlemeye devam etti.
Bir süre sonra, gösterişli bir mağaranın önüne geldiğinde, metal zincirlerin birbirine sürtünmesi gibi bir ga-zhi ga-zhi sesi duydu.
Mağaranın çatısından bir salıncak sarkıtılmıştı ve salıncağın üzerinde, kraliyet ailesinin bir oğlunun kıyafetlerini giymiş, yüksek moralli, gençlik enerjisiyle dolu bir heykel oturuyordu. Yaklaşık on altı ya da on yedi yaşlarında bir çocuktu bu. Heykel salıncağın metal zincirlerine tutunmuş, kendini havaya göndermek için elinden geleni yapıyordu. Ancak salıncakta oturduğu için kendini kaldıramıyordu ve yüzünde sinirli bir ifade vardı. Durumu gören Xie Lian gelip birkaç kez iterek ona yardım etti.
Salıncak sonunda uçmaya başladı ve bununla birlikte birçok cübbe giymiş olan heykel sonunda mutlu oldu. Xie Lian bu fırsatı değerlendirerek sordu: "Kırmızılar giymiş birini gördün mü? Ne tarafa gitti?"
Heykel bir eliyle salıncağı kavradı ve diğer eliyle bir yönü işaret etti. Xie Lian onu birkaç kez daha itti ve "tamam, hoşça kal" dedi.
Ancak salıncak yaklaşık on kez daha havalandıktan sonra yavaş yavaş durdu. Kimse onu itmeden, genç heykeli bir kez daha hayal kırıklığına uğramış bir ifade göstererek şaşkın bir şekilde orada oturdu.
Bir süre sonra, Xie Lian "bu kadar olmalı" diye tahmin etti.
O anda aniden boğuk ve acı dolu küçük bir ses duydu ve irkilmekten kendini alamadı, "bu ses de ne?... nefes nefese mi?"
Bu ses az ilerideki mağaradan geliyordu. Xie Lian bakmak için içeri girdi. Mağaranın içinde taştan bir sunak vardı ve bu sunağın üzerinde yatay olarak uzanmış, başından bacaklarına kadar beyaz tül bir kumaşla örtülmüş ve yere doğru sarkan bir heykel görünüyordu. Tülün altındaki figür belirsizdi, bazen bir top gibi kıvrılıyor, bazen de sanki altındaki kişi işkence görüyormuş ve bu işkencenin içinde çırpınıyormuş gibi dönüp duruyordu.
"..."
Xie Lian tam yukarı çıkıp tülü çıkaracaktı ki arkasından bir el gözlerini kapadı. Aynı yönden gelen alçak bir ses, "Gege." diye iç geçirdi.
Xie Lian güldü ve sıcak bir sesle, "San Lang, bakmama izin vermiyorsun diye bunun ne olduğunu bilmeyeceğimi mi sanıyorsun?" dedi.
Hua Cheng uzun bir süre sonra tekrar iç çekti ve "Gege, yanılmışım" dedi.
Xie Lian, Hua Cheng'in elini çekip arkasına baktı ve "Wen rou xiang? (2. kitaptaki şekil değiştiren şehvet-polen çiçeği yaratıkları)" dedi.
Arkasında kırmızılar giymiş, uzun boylu ve yapılı bir adam duruyordu. Beklendiği gibi o Hua Cheng'di.
Bir eli alnında, olduğu yerde yakalandı ve sonunda itiraf etti, "...evet."
Şaşırmadım. Tahmin edileceği gibi, Hua Cheng'in bakmasına her zaman izin vermemesine şaşmamalı. Xie Lian, "Bu gece buraya geliyorsun, niyetin ben gelmeden önce bu heykeli saklamak mıydı?" dedi.
Hua Cheng başka bir yöne baktı ve "evet" dedi.
Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi. Gerçekten de bu heykeli görmesine izin vermeye cesaret edememiş miydi?
"Neden saklıyorsun ki?" dedi. Aslında o kadar da büyük bir şey değil. Sadece şimdi zor bir sorun ortaya çıktı..."
Ve bu zor sorun, Xie Lian'ın gelişinin istemeden de olsa tüm heykellerin hareket edebilmesine neden olmasıydı.
Bu kendi başına büyük bir şey değildi, ancak bu özel heykel için çok acı verici olabilirdi. Çünkü tüllü kumaşın altındaki heykel, Xie Lian’ın on yedi yaşındayken vahşi doğadaki mağarada Wen round xiang tarafından vurularak oyulmuş bir heykeliydi.
Diğer heykeller için kılıç talimi yapmak, içki içmek, salıncakta sallanmak, ne yapmak isterlerse yapsınlar sorun değildi. Sadece bu heykel şanssızdı, çiçek iblislerinin korkunç zehrinden etkilenmişti. Bu da "canlandıktan" sonra zehrin azabını çekmesi gerektiği anlamına geliyordu.
Tüllü kumaşının altından gelen ağır nefesler dayanılmaz bir acıyla doluydu ve bunu dinleyen Xie Lian zorlukla dayanabildi. O ruh yıkıcı ve kemik eritici geceyi hatırlayarak, "...bu kesinlikle acınacak bir durum. Eğer şimdi gidersem, sadece bir heykele mi dönüşecek?"
Eğer öyleyse, o zaman böyle bir eziyet çekmesine gerek kalmazdı. Ama Hua Cheng dedi ki, "Korkarım öyle olmayacak. Ne de olsa Gege'nin sihirli enerjisi şu anda aşağı yukarı en güçlü noktasında ve bu mağaradaki tüm heykeller etkilendi. Gitsen bile uzun bir süre daha hareket etmeye devam edecekler."
Bu çok fazla acı vericiydi. Xie Lian, "O zaman... başka bir yolu var mı?" dedi.
Hua Cheng'in her zaman bir planı vardı. Başını hafifçe salladı ve "Ben de az önce bunu düşünüyordum. Gege, benimle gel."
Xie Lian'ı başka bir mağaraya götürdü. İçeri girdikleri anda, Xie Lian'ın gözleri belli belirsiz açıldı. Mağarada bir erkek heykeli duruyordu; uzun ve sırık gibi bir vücudu vardı, kaşları ve gözleri yakışıklıydı, ağzının köşeleri hafifçe kıvrılmıştı, sağ gözünün olması gereken yerde bir göz bandı vardı, aşağı yukarı onu buraya getiren önündeki kırmızı cüppeli kişiye benziyordu.
Bunun bir hayalet kral heykeli olduğunu düşünmek! Xie Lian, "Bu..." dedi.
Hua Cheng, "Bu, durumun doğru olmadığını fark ettikten sonra aceleyle oyduğum bir şeydi. Uzun yıllardır yapmadığım için biraz paslanmışım. Gege, bir baksana, bana benziyor mu?"
Xie Lian bir süre dikkatle inceledikten sonra, "Çok beğendim! Ama..."
Hua Cheng "Ama... ne?" dedi.
Xie Lian gülümsedi ve "Ama senin kadar yakışıklı değil" dedi.
Hua Cheng de güldü.
Xie Lian hemen ardından konuştu: "Peki San Lang, bahsettiğin plan..."
Bu hayalet kral heykelinin, Wen xiang zehri tarafından zehirlenen tanrı heykeline yardım etmesine izin vermek miydi, "zehri serbest bırakmak mı?"
Hua Cheng bir süre sessiz kaldıktan sonra zoraki bir gülümsemeyle kendini toparladı ve bakışlarını Xie Lian’ın yüzüne sabitleyerek "evet" dedi.
İlk başta Xie Lian onun ifadesindeki hafif temkinliliği fark etmedi ve "kesinlikle bu yöntem de..." diye düşündü.
Anında etki gösteren bir tedavi yöntemi olmasına rağmen, sadece düşünmek bile aşırı derecede saçma geliyordu - açıkça söylemek gerekirse, hayalet Kral heykelini kullanarak kendisinin gençlik heykelinin bedenine girmek ve oradan zehri serbest bırakmak değil miydi?
Bunu yüksek sesle söylemek bile zor geldi.
Bir yanıt bulmaya çalışırken, Hua Cheng aniden önünde diz çöktü. Xie Lian irkildi ve aceleyle onu yukarı çekmeye çalışarak, "San Lang?" dedi. O ne yapıyordu?
Hua Cheng sessizce, "Majesteleri, saygısızlık ettim," dedi.
Xie Lian onu yukarı çekemedi, bu yüzden yanına çömeldi ve anlamadan, "nasıl saygısızlık yaptın?" dedi.
Ancak Hua Cheng ona baktı ve hafifçe nefesini içine çekerek sessizce şöyle dedi: "Majesteleri, lütfen bana inanın, bugün başka seçeneğim olmadığı için bunu yaptım. O Tanrı heykelini bizzat oymuş olsam da Ekselanslarının heykeline karşı en ufak bir saygısızlık ya da küfür niyetim olmadı. Eğer Ekselansları bu yöntemin uygun olmadığını düşünüyorsa, başka bir yöntem bulurum."
Sonunda Xie Lian, Hua Cheng'in neden bu kadar kasvetli davrandığını anladı.
İşin özüne inecek olursak, Xie Lian’ın bu kadar çok heykelini bizzat oymuş olması meselesine gelince, Hua Cheng nihayetinde Xie Lian’ın kendisini saldırgan, eylemlerini sapkın bulacağından endişeleniyordu. Bu yöntemi şimdi gündeme getirdiğinde, Xie Lian’ın kafasının saçma sapan düşüncelerle dolu olduğunu ve duygularının saygılı olmadığını düşünmesinden daha da fazla endişe duyması kaçınılmazdı.
Xie Lian içini çekerken gülümsedi ve iki eliyle Hua Cheng'i çekiştirerek sonunda onu ayağa kaldırdı. "Elbette sana inanıyorum. Bana karşı her zaman çok saygılı olduğunu biliyorum."
Ancak, "Hiçbir zaman en ufak bir küfür veya saygısızlık niyeti yoktu", bunu söylemek daha zordu. sonuçta, Hua Cheng kelebeklere dönüştükten sonra döndüğünden beri, her üç veya beş günde bir, QianDeng Tapınağı'ndaki tanrıya "küfretmek" istiyordu ve giderek daha cüretkâr hale geliyordu.
Xie Lian öksürerek, "Bu yöntemin... kötü bir yanı olmadığını hissediyorum. Çok iyi, çok iyi."
Ancak bu yöntemin esasen ne olduğunu düşününce yanakları hafifçe kızardı ve konuşmasının belki de fazla çekingen olduğunu hissetti.
Bu arada, onun iznini alan Hua Cheng yavaş yavaş sakinliğini toparladı. Xie Lian ellerini Hayalet Kral heykelinin omuzlarına koydu ve "Bu heykele bir kıvılcım vereyim mi?" dedi.
Hua Cheng gözlerini kırpıştırdı ve yavaşça gülerek, "Eğer Gege istiyorsa, reddetmeyeceğim" dedi.
Xie Lian başını salladı. Heykel hemen kaşlarını hafifçe kaldırdı. Durumu gören Xie Lian kendini tutamadı ve ellerini geri çekerek, "bu şekilde çok benziyor!" dedi.
Sanki bir şey hissetmiş gibi, birkaç figür yavaşça mağaranın dışında belirdi. Tanrı heykellerinden birkaçı, mağaradaki diğerlerine benzemeyen yeni heykele bakmak istercesine merakla etrafta toplandı. Hayalet Kral heykeli de onları fark etmiş gibi görünüyordu ve gözlerini kırpıştırdı ve kaşları daha da yukarı kalktı, sanki bir şey arıyormuş gibi görünse de, sadece neyin iyi olduğunu düşünüyordu. İkna ve kışkırtma karışımıyla, Xie Lian sonunda kendi heykellerinin bulunduğu grubu kenara itmeyi başardı, ancak göz ucuyla baktıktan sonra aniden, "Wen rou xiang heykeli nerede?" diye sordu.
Bunu doğrudan o talihsiz heykele atıfta bulunmak için kullanmaya başlamıştı. Bilinmeyen bir zamanda, taş sunağın üzerinde sadece beyaz tüllü bir bez bırakılmış ve o eğilimli Wen rou xiang heykeli ortadan kaybolmuştu!
Xie Lian bunun ne büyük bir felaket olduğunu düşündü ve elleri arkasında arkadan gelen Hua Cheng bile kaşlarını kaldırdı.
Xie Lian, "On bin tanrı mağarası çok büyük, bu kadar kısa sürede ayrılmak harika bir iş olmazdı. Hadi acele edip arayalım!"
Ama Hua Cheng, "Korkarım olmaz. Gege, bak."
Yere doğru işaret etti. Xie Lian bakmak için yanına geldi ve ancak o zaman yerde, son derece güçlü bir parmak kuvvetiyle doğrudan kayanın içine çekilmiş bir daire dizisi olduğunu keşfetti.
Işınlanma dizisi! Bu heykel Xie Lian'ın sihirli enerjisinin ne kadarını emmişti ki çıplak elleriyle bir Işınlanma dizisi çizebilmişti? Xie Lian olduğu yerde bayılmak istedi.
Heykel onun Wen rou xiang tarafından etkilendiği zamanki haliydi. Ya kaçtıktan sonra ölümlü dişilerle karşılaşırsa? Bugünden sonra ne tür garip ve kana susamış efsaneler ortaya çıkacaktı???
Dedi ki, "Ne zaman kaçtı? Nereye kaçmış olabilir?"
Hua Cheng dedi ki, "Gege, panik yapma. Öncelikle, düşünün, o sırada Wen rou xiang'dan etkilenen siz olsaydınız, arayacağınız ilk kişi kim olurdu?"
Bu zor bir soru değildi. Xie Lian aslında çok endişeli değildi ve çabucak sakinleşerek, "Sanırım..." dedi.
Daha konuşmasını bitiremeden, ruh iletişim dizisinde bir mesaj belirdi. Hazırlıksız yakalanan Xie Lian elini kaldırıp mesajı aldı ve Feng Xin’in sesinin kulağının dibinde yüksek sesle çınladığını duydu "Majesteleri! Korkunç bir şey, az önce sizi taklit eden bir yaratık vardı!"
...beklendiği gibi! O sırada, Xie Lian’ın en güçlü ve en etkili yardımcıları Feng Xin ve mu Qing idi ve böyle bir şey olursa, doğal olarak önce onları arayacaktı!
Neyse ki heykel sokaklarda çılgınca koşmak yerine önce Feng Xin'i aradı. Xie Lian bir nefes verdi ve aceleyle, "Hayır, hayır! O bir yaratık değil ve beni taklit etmiyor."
Feng Xin şok olmuştu. "Ne demek istiyorsun? Bir yaratık ya da taklit değil mi? Bana onun sen olduğunu söyleme??? Bu olamaz!"
Xie Lian: "O da değil! Pekala, şimdi nasıl? Onu yakaladın mı? Kaçmasına izin verme!"
Ama Feng Xin: "Çok geç, çoktan kaçtı!" dedi.
Xie Lian dedi ki, "Ne? Bu çok kötü!" dedi.
Feng Xin, "Evet, bu kötü. Çıplak ve etrafta koşuşturuyor, insanlar bunu görünce ne der?!"
Xie Lian, "Bekle, ne dedin sen? Çıplak mı? Ben... hayır, hiç kıyafet giymiyor mu???"
Feng Xin dedi ki, "aşağı yukarı! Giysileri var ama çok değil, sanki biri yırtmış gibi kırık dökük ve yırtık pırtık. Evet, eğer bir yaratık değilse ve bir taklit de değilse, o zaman nedir bu? Ne haltlar dönüyor burada? Bana heykel gibi göründü... bekle, heykel mi?"
"Tonglu'nun dibindeki o yerden mi kaçtı, siz ne yapıyorsunuz???" diye haykırdı.
Xie Lian da Wen rou xiang tarafından vurulduğunda üzerinde ne kadar giysi olduğunu artık tam olarak hatırlayamıyordu. O sırada kendini dayanılmaz hissetmişti ve sersemlik içinde kendi giysilerini yırtmış olabilirdi. "Sonra açıklarım! Hemen geliyorum!" dedi.
Bunu söyledikten sonra, ruh iletişim dizisinin bağlantısını kesti ve Hua Cheng'e, "San Lang, Xin Xian şehrine gitmemiz gerekiyor!" dedi. (Kelimenin tam anlamıyla: yeni ölümsüz şehir. Tıpkı hayaletlerin yaşadığı bir hayalet şehir olduğu gibi, tanrıların/ölümsüzlerin yaşadığı bir ölümsüz şehir de vardır).
Diğer tarafta, Hua Cheng yeni oyulmuş Hayalet Kral heykelini çoktan çözmüş ve onu avucunun içinde durabilecek daha küçük bir heykele dönüştürmüştü. "Pekâlâ!" dedi. Ve saniyeler içinde bir dizi çizdi.
Aradan neredeyse hiç zaman geçmemişti ki ikisi doğrudan Xin Xian Şehri'nin Nan Yang Sarayı'nda belirdi. Kapı açıldığı anda Feng Xin’i gördüler ve Feng Xin Hua Cheng'i gördüğü anda gözleri büyüdü, "Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur, senin de burada ne işin var? Cennete ne için geldin?!"
Yıkım derecesindeki bir hayalet kral, bütün gün kendi bölgesinde itaatkâr bir şekilde kalmayı reddediyor, bunun yerine canı ne zaman isterse ölümsüzlerin şehrine gidiyordu - bu çok uygunsuzdu!
Hua Cheng onu görmezden geldi ve bir an dinlemek için başını eğerek, "Bülten nerede? Şüphesiz ki yukarı gökler sadece sözden ibaret değil ve hiçbir eylemi takip etmiyor."
Feng Xin doğal olarak Hua Cheng'in bahsettiği bülteni biliyordu. "Üst gök, Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur’un tanrıları kurtarırken gösterdiği kahramanlıkları bütün bir yıl boyunca rapor etmeli" bülteni değil miydi bu? Alnında bir damar atmaya başladı ve şöyle dedi: "Gecenin bir yarısı haber yapacak ne var ki! Herkesin dinlenmeye ihtiyacı var, gündüz haber yaparız!"
Bunun üzerine Hua Cheng, konuyu daha fazla takip etmeyeceğini belirtircesine bir "oh" sesi çıkardı. Xie Lian, "Pekala, herkesin istediği gibi! Daha da önemlisi, gördüğünüz "ben" nerede? Ne tarafa gitti?"
Feng Xin bir yönü işaret ederek, "Oraya kaçtı, ben de tam kovalamak üzereydim, siz ikiniz de gelebilirsiniz!" dedi.
Birdenbire Xie Lian’ın kalbinde uğursuz bir önsezi hissi belirdi ve "Bir şey sorayım, o yön..." dedi.
Feng Xin net bir şekilde, "Xuan Zhen Sarayı'nın yönü." dedi.
Xie Lian, "..."
Hua Cheng derin bir sesle, "Git!" dedi.
İkisi de gecikmeye cesaret edemedi ve aceleyle Xuan Zhen Sarayı'na giderek ana kapıdan içeri daldılar. İçeri girdiklerinde Mu Qing’in sunakta oturduğunu gördüler, sanki az önce akıl almaz bir şey görmüş gibiydi, tüm vücudu dilsiz bir şok halindeydi. Xie Lian onun yanına gitti ve elini gözlerine doğru sallayarak, "Mu Qing?" dedi.
Xie Lian’ı görünce nihayet kendine geldi ama yüzündeki ifade büyük bir şok ifadesi olarak kaldı ve ancak uzun bir süre sonra, "Xie Lian, ne yapıyorsun?" dedi.
Xie Lian, "... Bir şey mi yaptım? Ben... Ben de mi ne yaptığımı bilmiyorum? Lütfen söyle bana?"
Mu Qing, hâlâ bakmaya devam ederek, "Neden şimdi, gecenin bir yarısı, kıyafetlerin darmadağınık bir halde Sarayıma koştun?" dedi.
"..."
Hua Cheng sırıttı.
Xie Lian, "İnsanların yanlış anlamasına neden olacak şekilde konuşma! Az önce gördüğün her neyse, o kesinlikle ben değildim!"
Mu Qing yüzünün yarısını ovuşturdu, sanki gördüğü şeyi gözlerinden çıkarabilmeyi diliyordu. Solgun ve hastalıklı bir yüz ifadesiyle, "Sen olmasan bile, seninle olan bağlantısı kaçınılmaz! O mağaradan bir heykel, değil mi? Siz ne yapıyorsunuz, toplumun ahlakına zarar veren böyle bir heykeli gecenin bir yarısı başıboş bırakıyorsunuz - Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur ile bu tür bir oyuna ihtiyacınız yok mu?"
Hua Cheng alaycı bir tavırla, "Bunun seninle ne ilgisi var?" dedi.
Mu Qing öfkeyle, "Ne demek istiyorsun, bunun benimle ne mi ilgisi var. Burası benim Sarayım!"
Hua Cheng yavaşça, "Ölümsüzler Şehri'nin yeniden inşasında benim de bir rolüm vardı," dedi.
Bu doğruydu, çünkü üst cennetler daha önce büyük zarar görmüştü ve bu yüzden bazı tanrılar Hayalet Şehrin başkanından gizlice yardım istemek zorunda kalmıştı. Doğru hesaplandığında, Hua Cheng olmadan Xin Xian Şehri'nin inşa edilmesi mümkün olmazdı. Xie Lian şöyle dedi: "Biz oyun oynamıyorduk. Bu bir kazaydı. Şimdi nerede?"
Mu Qing, "Benden bir kılıç kaptı ve kaçtı..." dedi.
Xie Lian daha fazlasını söylemesine bile gerek kalmadan kılıcın nereye gitmiş olabileceğini biliyordu. Xuan Zhen sarayının dışındaki bahçeden bir "dang dang" sesi geldi. Aynı anda Hua Cheng'in getirdiği küçük hayalet kral heykeli kendini aşağı bıraktı ve bahçeye doğru zıpladı, zıpladı.
Xie Lian hemen dışarı f��rladı. Beklendiği gibi, Wen rou xiang heykeli bahçedeki sahte dağda duruyordu!
Heykelin giysileri darmadağınıktı, omuzların��n ve göğsünün yarısından fazlası çıplaktı. Alt kısımdaki kıyafetlerin de parçaları vardı ve eksikti, bu da genel olarak müstehcen bir görünüm veriyordu. Heykelin yüzünün tasarımı bir başka seviyedeydi, kaşları birbirine sıkıca kenetlenmişti, sanki cildini boyayan kırmızı kızarıklık ve üzerini kaplayan ince ter tabakası görülebiliyordu - buna tekinsiz bir işçilik parçası demek çok da yanlış olmazdı.
Ve gözlerinin önünde, heykel Xuan Zhen Sarayı'ndan kaptığı kılıcı tutuyordu -dang dang, dang dang! - ve tekrar tekrar kendini bıçaklamak için elinden geleni yapıyordu. Doğal olarak, Xie Lian’ın ilk seferinde yaptığı şeyi yapmayı, zehri serbest bırakmak için kendini yaralamayı düşünmüştü.
Ancak TongLu'da oluşan taşlar güçlü olduğu için kılıç delip geçememiş, bunun yerine eğilip kırılmış. Heykel umutsuzluğa kapılmış gibiydi ve avucunu kaldırarak, yeteneği paramparça olana kadar kafasına vurmak üzereymiş gibi görünüyordu. Xie Lian aceleyle seslendi: "Sakin ol! Sakin ol!"
Heykel ona donuk donuk baktı. Xie Lian uçarak karşıya geçti ve bir darbeyle heykeli sahte dağdan düşürerek mağarada ayakta duramayacağı bir deliğe düşmesine neden oldu. Hua Cheng de Xie Lian'ın yanına koştu ve bir şey fırlattı. Bu Hayalet Kral'ın heykeliydi!
Hayalet Kral heykelinin Hua Cheng tarafından yere atıldığını söylemek yerine, genç heykel tanrısını görünce kendini kurtarmak için mücadele ettiği ve bir çırpıda avucunu terk ettiği de söylenebilir. Havada orijinal boyutuna geri döndü ve tanrı heykelinin gövdesinin üstüne inerek onu kapladı. Altından ürkütücü bir nefes geldi.
Xie Lian aceleyle sahte dağdan atladı ve sesleri duyduktan sonra oraya gelen Mu Qing'i Xuan Zhen Sarayı'na doğru geri iterek, "Yeterli zaman yoktu! Çok özür dilerim, değerli toprağını biraz ödünç alalım!"
Mu Qing sarsıldı. "Siz ikiniz az önce ne yapıyordunuz? Xie Lian, "Başka bir gün açıklarım. Binlerce kez özür dilerim!"
Hua Cheng durgun bir sesle, "Özür dileyecek ne var? Bu kişinin hayatını defalarca kurtarmadın mı?"
Mu Qing: "Hayır, şimdi açıkça anlatsan iyi olur. Senin bir seni yere attığını, onun da bir onu yere attığını görür gibi oldum. Gözlerim yanılmıyor, değil mi? Peki siz ikiniz ne yapıyorsunuz? Şu anda sahte dağda neler oluyor?"
Bunun üzerine Xie Lian onu boynundan tutarak sarayın içine doğru sürüklemeye başladı. "Korkunç bir acil durum! Gerçekten, Mu Qing, oraya gitme! Neden kendine acı çektirmek istiyorsun ki?"
Mu Qing kükredi, "Xie Lian!!! Sarayımda ne yaptınız? Has*ktir cidden lanet olsun!"
"Biz yapmadık! Bu sadece bir kaza, gerçekten yeterli zaman yoktu... ve sen yine saçmalıyorsun!"
Bir saat sonra, iki heykel sonunda Xie Lian ve Hua Cheng’den aldıkları büyülü enerjiyi kullandılar.
Bir göz atmak için sahte dağın içine giren Xie Lian alnını ellerinin arasına aldı.
Hua Cheng heykelleri düzenlerken, Xie Lian kenarda durdu ve gelip bakmak isteyen Feng Xin ve Mu Qing’i sessizce engelledi. İçtenlikle, "Bunu görmek istemezsiniz," dedi.
Feng Xin doğal olarak meraklı bir insan değildi ve bir şeylerin iyi gitmediğini hissederek hemen geri çekildi. Ancak Mu Qing, bunun peşini bırakmadı ve yüzü eski bir çömleğin tabanı gibi simsiyah oldu ve öfkeyle kollarını savurarak mırıldandı: "İnanamıyorum... Buna inanamıyorum! Böyle bir şey olduğunu düşünmek! Sarayımda böyle bir şeyin olabileceğini düşünmek!"
Bundan sonra, sanki ruhu bedeninden uçup gitmiş gibiydi ve artık kendi sarayındaki sahte dağa doğrudan bakamıyordu. Xie Lian daha sonra bu bölgeyi bir darbeyle yerle bir edeceğinden çok şüpheleniyordu.
Doğruyu söylemek gerekirse, Xie Lian’ın kendisi de pek güven duymuyordu. Böylesine saçma bir kaza olabileceğini düşününce, utanıp utanmaması gerektiğini gerçekten bilmiyordu. İki heykele -hayır, şu andan itibaren "tek" heykel olarak kabul edilmeliler- dönüp bakarak, "Onlar... böyle mi kalacaklar?" dedi.
Hua Cheng, "aynen öyle" dedi. “Her neyse, ayrılamazlar."
Xie Lian yüzünü kapattı.
Hangi cennet görevlisinin böyle bir heykeli vardı! Ya biri görseydi? Bu sadece uygunsuz bir şeydi. Ne kadar sinir bozucu!
İnledi, "... San Lang, bunlar... onları iyi sakla. Kimsenin görmesine izin verme."
Hua Cheng güldü, "Bu kesin. Gege rahatlayabilir."
Bir bütün haline gelen bu iki heykeli bin tanrı mağarasına ve asıl yerlerine geri getirdikten sonra, Xie Lian sonunda alnındaki teri sildi.
Ve bin tanrı mağarasındaki diğer Xie Lian’lar bir kez daha merakla etrafta toplandılar ve Xie Lian tarafından bir kez daha ikna edilmek zorunda kaldılar: "Bu uygunsuz, bakmayın. Bu uygunsuz, bakmayın."
Heykellerin gitmekten başka çaresi yoktu. Heykelin son haline bakamamış olsalar da Wen rou xiang "Xie Lian"ın nihayet bir "yoldaşı" olmasını kıskanırcasına, uzaklaşırken arkalarına bakmaya devam ettiler.
Wen rou xiang zehri salınmıştı ama diğer heykellerde hâlâ bir eksiklik vardı. Tanrıları memnun eden veliaht prensin bir izleyicisi yoktu, sarhoş olanın yardım edecek kimsesi yoktu, salıncakta sallananın onu itecek kimsesi yoktu...
Xie Lian açgözlü hissetmekten kendini alamadı ve "keşke her Xie Lian’ın bir Hua Cheng'i olsaydı, o zaman her şey yoluna girerdi" diye düşündü.
Beklenmedik bir şekilde, Hua Cheng de aynı düşüncesini yüksek sesle söyledi, "Gege, her majestelerinin bir San Lang'ı olsa daha iyi olacağını düşünmüyor musun?"
İki insan kolayca bir araya gelmişti. O andan sonra, yeteneklerini sergiledikleri on bin tanrı mağarasında kaldılar.
Xie Lian birkaç dakika içinde Hua Cheng'in hantal görünümlü bir kayayı nasıl zarif bir taş heykele dönüştürdüğüne kendi gözleriyle şahit oldu. Bu beceri tarif edilemezdi çünkü Hua Cheng, onun Hua Cheng'in ne yaptığını net bir şekilde göremeyeceği kadar hızlıydı. Hua Cheng'in en başından beri tekniği yöntemle nasıl birleştirdiğini düşününce, Xie Lian’a sadece övmek kalmıştı.
Hua Cheng arkasını döndü ve kırık kaya parçalarıyla dolu bir zeminden, saçları dağınık, giysileri yırtık pırtık, yüzü bandajlarla kaplı, çok acınası görünen, yeni kıvrılmış bir çocuğu kaldırdı. Ellerinde de bırakamayacağı bir şey tutuyordu. Xie Lian elini çocuğun başının üzerine koydu. Çocuk hemen gözlerini kırpıştırdı ve başını çevirerek etrafına bakındı. Yakasının arkasını tutan biri olduğunu görünce şiddetli bir tekme attı.
Hua Cheng onun böyle bir şey yapacağını tahmin etmiş gibiydi ve kolayca sıyrıldı, onu kollarının arasına aldı ve istediği gibi çırpınmasına ve tekmelemesine izin verdi. Xie Lian küçük Hua Cheng’in bu kadar vahşi ruhlu olacağını tahmin etmemişti ve kahkahasını tutamayarak, "ah, ne kadar vahşi!" dedi.
Hua Cheng tısladı ve onu bir kenara fırlattı. Bu şekilde fırlatılan çocuk bir "dong" sesiyle yere yığıldı, ancak çok hızlı bir şekilde tekrar ayağa kalktı ve Hua Cheng’e sert bir bakışla baktı. Xie Lian çocuğun çok sert düştüğünden endişelendi ve ona doğru bir kol uzatarak, "San Lang, çok acımasızdın! Ya düşerken zarar görürse?" Eğer biri gerçekten sayıyorsa, bu çocuk neredeyse yeni doğmuştu!
Ama Hua Cheng hiçbir şey olmamış gibi, "Sorun değil. Çok inatçıdır."
Bu çocuk Hua Cheng'e karşı inanılmaz derecede sertti ama Xie Lian’a karşı dostça ve arkadaşça davranıyordu. Xie Lian'ın kendisine doğru el hareketi yaptığını gören çocuk tam ona doğru gitmek üzereydi ki, o anda çok uzakta olmayan tanrıları memnun eden veliaht prens heykeli bir şeyler sezmiş gibi yerinden kalkıp, bakışlarını onlara doğru sabitleyerek yanlarına doğru yürüdü.
Tanrıları memnun eden veliaht prensin heykelini gören çocuk dondu kaldı ve bandajların arasından görünen tek gözü iyice büyüdü ve sanki onu yakalamak istercesine gürültüyle koşarak cübbesinin önüne düştü, ancak aynı zamanda Tanrı'nın cübbesini kirletmekten korkuyormuş gibi çok yaklaşmaya cesaret edemedi. Ancak uzun bir süre sonra elini dikkatlice kaldırdı ve az önce inatla açmayı reddettiği avucunu açtı.
Avucunun içinde bir çiçek saklı olduğu ortaya çıktı.
Veliaht Prens, sanki çiçeği alıyormuş gibi küçük bir gülümsemeyle elini kaldırdı ve kendi inisiyatifiyle onu yukarı taşıdı ve ikisi birlikte mutlu bir şekilde oradan ayrıldılar.
Onlara bakınca, içlerinden biri sonunda kılıç kullanmasını takdir edecek birini bulmuş, diğeri de sonunda çiçeğini sunabileceği birini bulmuştu.
Onları izlerken Xie Lian kendini oldukça güvende hissetti ve birden aklına başka bir soru geldi: "San Lang, oyma işini bitirdiğinde bu mağara bir sürü senin ve benim heykelimle dolmayacak mı? Birbirlerine karışırlar mı? Ne de olsa bir kısmı birbirine benziyor."
Ama Hua Cheng sessizce güldü ve "Hayır, karışmayacaklar." dedi.
"Neden?"
Hua Cheng tekrarladı, " karışmayacaklar."
Bakışlarını kaldırıp Xie Lian’a baktı ve hafif bir gülümsemeyle, "'Ekselansları' yanlışlıkla karıştırsa bile, 'ben' asla karıştırmayacağım. Çünkü her Hua Cheng sonsuza dek yalnızca bir majestelerinin takipçisi olacak, yalnızca bir kişiye adanacak. Ve bu yüzden asla birbirlerine karışmayacaklar."
Ve Xie Lian ona baktı ve şöyle dedi: "Ben de karıştırmayacağım. Her Xie Lian’ın en sadık takipçisi, sonsuza dek sadece bir kişi olacak, 'ben' bunu sonsuza dek hatırlayacağım. Ben..."
Bunu söyledikten sonra, birden garip bir şekilde utandığını hissetti.
Şu anda ikisi de iki küçük çocuk gibiydi ve birbirlerine hararetle "en çok sevdiğim kişi sonsuza dek sen olacaksın, sadece sen" diyorlardı. Samimi olsa da aynı zamanda çok çocukçaydı.
Çocukça olmasına rağmen, aynı zamanda çok samimiydi.
Bir anlık sessizliğin ardından, Xie Lian hafifçe öksürdü ve "o zaman... şimdi, veliaht prens majesteleri için , salıncağı itmesi için bir hayalet kral oyalım." dedi.
Salıncağı itmesine yardım edecek kimse olmadığı için çok yalnız ve sıkıntılı görünüyordu. Hua Cheng mutlu bir şekilde, "Tamam." dedi.
Xie Lian tekrar, "Peki ya şu şarap içen? Onu anlamak oldukça zor. Kafası karışık görünüyor ve hatta ağlıyor. Ah, burada çok fazla heykel var, Tanrı bilir her biri için ne zaman yontma işimiz biter?"
Hua Cheng gülerek, "Neden korkuyorsun? Acele etmeyelim, eninde sonunda buluşacaklar."
Xie Lian da gülümseyerek başını salladı ve hafif bir sesle, "Mn. Kesinlikle buluşacaklar."
Mağaranın içinde, başlangıçta ayrı olan iki heykel şimdi bir araya gelmişti.
Birbirlerine sıkıca sarılmak, birbirlerinin yüzlerine kendilerininkine çok yakın bir şekilde bakmak, bakışları ve bedenleri birbirine dolanmak, asla çözülmemek üzere - bu gerçekten birlikte olmak, asla ayrılmamaktı.
#tian guan ci fu#xie lian#jun wu#hualian#ling wen#feng xin#jian lan#hua cheng#heavenlyblessing#heaven official's blessing#mu qing#nan yang#xuan zhen
31 notes
·
View notes
Note
Karanlık Bir Oda bölümünde sonra Maya'nın bir paragrafı var, etrafına bakıp kendisinden daha beter halde görünen bir şey aradığı ama hiçbirini kendisinden daha kötü bulmadığı... Ama raydan çıkıp devrilmiş kara treni gördüğü zaman benden daha beter durumdaydı dedi onun için, bunu o an düşünmesinin nedeni neydi?
AMELYA SPOILER
En sevdiğim kısım olabilir orası ya… çünkü içi bomboştu trenin ama mayanın içinde hala birileri vardı🥀 dikkat ederseniz boşluk hissi çok işliyorum ben çünkü en büyük korkularımdan biridir ama benimki daha ziyade zihin boşluğu, bir gün ya kafamın içinde dünyalar olmazsa diye ödüm kopar, boşluk kelime olarak da eylem olarak da her anlamda aşırı korkutuyor ama aynı zamanda merak uyandırıyor. Açılmış bir delik gibi mesela çok tuhaf ve tedirgin edici
155 notes
·
View notes
Text
sırtımı kalorifere verdim. başımın altında yastık, üstümde ince bir pike, oda karanlık, etraf sessiz, dışarıda buz gibi rüzgar, kulağımda şiir; endişeler beynimin yollarını dönüp duruyor.
o esrarlı yangına bu can nasıl dayandı? sahile vurdu kalbim, su yandı, kum da yandı. bir mum gibi eriyip aktı uykusuzluğum, ölüme başkaldıran dertli uykum da yandı.
14 notes
·
View notes
Text
telefon trafiği uyumama müsade etmedi halbuki nasıl da müsait ortamı hazırlamıştım. dışarda yağmur, perdeler çekili karanlık bir oda. neyse madem uyuyamadım kalkıp evi temizleyeyim.
yoğun gün; merhaba çiçeğim
7 notes
·
View notes
Text
salıncak!
I
büyük bir oda. bahçeye açılan bir pencere ortada bir masa yanda bir kapı daha birkaç şey: örneğin bir yunus balığı camdan, bir heykel sabah. duvarda gün tanrıları rezneler, sedef otları, küpe çiçekleri görünür pencereden görünür ama görünmez yani hiçbir şey yerinde değil pek. bugün ne? salı! o bile yerinde değil bir bardak, bir sürahi yerinden edilmiştir, nereye koysak nereye? bilmem! bir çıkrık bir zaman dışını kolaçan eder şöyle iyi. biz buna bir durumun sınırsız gelişimi diyoruz diyoruz; sanki o her şey kadar bir her şeyi getirir, yığar çıkrık bir su gürültüsü, bir pul koleksiyonu, bir duanın yaratılışı duyulur bu ara duyulmaz ama duyulur başlar çünkü onlar da; yani pul, su gürültüsü, dua başlar bir insan gibi; süreyi, düzeni ölümü taşımaya
sabah. duvarda gün tanrıları birinin süresiz terlik giyeceği tutmuştur yukarı katta aşağıda iskemle gıcırtısı, ayak tütün kokusu, koku yaz kelebeği tadında bir soluma yer değiştirme, kımıltı tekrar soluma kadın sessizlik.
II
gün ışır iyiden iyiye, odanın orta yerinde bir kayalık sarı bir kertenkele... onunla her şey bir iki sıçrar, durur başkaldırır, düşer bir çorak bağırışı, bir taşın ikiye bölünmesi işitilir. sonra? bir su arayışı, bir bozgun... Biz buna benzer her şey diyoruz, her şey her şey her şey çünkü o, kadın uzanır, sağar bir yokluğun içinden gene bir yokluğu sağar, üşenmez bir gül çukuru tersine döner, bir alev kıyısı doğurganlaşır çıkar boş kıyılardan katılaşmış akşamüstleri böler o bakışları bir sarkaç gibi binlere ama bir zaman gibi değil, bir sarkaç gibi böler yani olanlar olmuştur bir kere bir kartal donakalmıştır sıcaktan. bir u sesi duyulur yaratılmaya uygun bir ses, u uzağa bakar kartal. o kadar bakar ki, bakmaz taş kesilmiştir taş, boynu ileri düşmüştür tanrım bize bir salıncak! çok çabuk geçmek için şu olup bitenleri bir daha, bir daha, bir daha unutmak unutmak unutmak tanrım! taş kesilmemek için taş bunu evrenin sonsuzluğu diye yorumlar varlığı olmayan bir söz
kadınsa kımıldamak ister, olmaz yer değiştirmek ister, olmaz solumak birdenbire gene olmaz olacak bir şey boşuna aranır, boşuna boşuna boşuna bir kaya daha çatlar başlar ufacık taşlar yuvarlanmaya eser bir silinti, bir sisin dağılışındaki öz çıkar o yunus balığı, o heykel yaz kelebeği, kapı sonra?
III
sonra ne? sabah! iyi bir gün başlar ne de olsa tepeden tırnağa beyazlar giyinmiştir kadın ne var ki bir kadın gibi değil, bir aşk, bir umut gibi değil bir aralık gibi durur dünyada işte bir soru! okurken elinde tuttuğu; okumaz, gene elinde tuttuğu "önce hep gece vardı" diyen bir kitapla biz buna bir sorunun sınırsız gerilimi diyoruz diyoruz; çünkü o kadın ne yapsa, neye uygulansa bir aralıktır şimdi dünyada bir aralık, bir aralık! yıllanmış ağaç kabuklarında bir yara bir geçit, bir su akıntısı, bir bıçak izi ve batık gemilerden şimdiye arta kalan bir batışın korkunç, ama hiç bitmeyecek izlenimi tanrım ona bir salıncak! bir gidip bir geliversin diye boşlukta umutla, erinçle, tutkuyla kendine kendine kendine katlanarak hani görmeden daha, bilmeden darıldığı kendine tanrım ona bir salıncak! tam burda gözlüklü, kış akşamları yüzlü bir bahçıvan sorar o sokak kedisinin dilindeki hızla sorar o çiçekleri -bir çiçek olmayan yalnız- sorar sorar sorar nereye kadar bilinmez hani bir sormasa... korkunç!
hani bir çalgıcı vardı, başını çalgısına koymasa uyuyamaz sonra? sonra ne? işte bir çamur gibi sıvanmış odaya karanlık bir kilisenin ihtiyar zangoçunun ağzıyla günaydın! iyi bir gün başlar ne de olsa
IV
iyi bir gün başlar. dünyadayız artık. dünya! şu tatlı pencereniz. sizin. Bunu anlamayacak ne var? pencere tanıklık ediyor işte. gün mavisi bir şey. tanıklık ediyor pek açık değil. değil de... size. tanıklık ediyor bir de bunu evrenin sonsuzluğu diye yanıtlar varlığı olmayan bir söz yok canım! kimsenin bir şey dediği yok, söylenmiş bazı sözler yaşıyor, o kadar işte yaşamış bir kadın yaşıyor orada yitmek, hani durmadan yitmek, ulaşmak bir aşkınlığa var ya orada tek imge kayalardır, işte orada yaşar hiç konuşmadıklarınız, işte orada dışa vurmadıklarınız, şimdi orada her şey hep kayalardır; otlar da böcekler de, sular da günler de, zamanlar da -görünen bir zamandır çünkü orada- bir el yana düşmemiş, kaldı ki birden havada değilse bir hareket bu, yalnız orada orada bir ayak boyu yerde, bir kadın bırakılmış gibi yıllarca tanrım ona bir salıncak! taş kesilmesin diye taş donakalmasın diye boşlukta.
hani o balıkçılla yarışan çaylağa kırpışan gözleriyle bakan gemici gibi baksın o da görmeden ne çıkar ustaymış, erginmiş uzağı görmekte gözleri.
tanrım size bir salıncak!
edip cansever
16 notes
·
View notes
Text
Natascha KAMPUSCH
Natascha KAMPUSCH
“Ben 18 yaşındayım daha.”
23 Ağustos 2006’da Avusturya’nın Deutsch-Wagram kasabası sakinleri caddede bir şeylerden kaçar gibi koşan bir kız gördüler. 18 yaşlarındaydı, öğlen vakti korkulu gözlerle yarın yokmuşcasınakoşuyordu.
Dakikalar sonra durdu ve yürüyen insanlardan yardım istedi, durumun acil olduğunu polisi aramaları gerektiğini anlattı ama insanların gözünde aklı dengesini yitirmiş saçmalayan birisiydi o yüzden önemsenmedi. Ona kimse yardım etmedi.
Genç kız tutacak bir yardım eli bulamayınca Hemen ilerdeki ev, IngeT, diye bilinen 71 yaşındaki birisinin eviydi. Genç kız kapıyı çaldı ve “Ben Natascha Kampusch, kaçırıldım hemen polisi aramalısınız.” dedi.
Ev sahibi kıza inanmıştı, çaresizliğini gözlerinden okuyabiliyordu. Ekipler kendilerine 13:04’te ulaşan çağrı çareyi yakınlardaki evlerden birisine gitmekte buldu. sonrasında hemen eve geldiler.
Natascha Kampus’un üzerinde yara izleri vardı. Yüzü oldukça solgundu, büyük bir sağlık sorunu görünmese de bir hayli zayıftı. Onun hikayesi oldukça sarsıcıydı, Natascha tam 8 yıl önce kaçırılmış ve kaçtığı güne kadar hücre benzeri bir yerde yaşamak zorunda kalmıştı. Kaçırılmadan önce yani 10 yaşlarındayken sahip olduğu ağırlıktaydı.
8 yılda boyu 15 cm uzamıştı. Genç kızın Natascha Kampus olduğu yapılan dna testleriyle onaylandı. Sabine Freudberger, Natascha ile konuşan ilk polis memuruydu. Natascha ile olan ilk temasında dikkatini sadece bir çekmişti: Natascha’nın zekası. Natascha esareti süresince eline geçen her şeyi okumuş, kısıtlı kanalları çeken bir radyoyu dinlemişti.
Natascha Kampus 1988’de Viyana’da dünyaya gelmişti. Bu karanlık ve etkileyici hikayenin kahramanı ailesinin boşanması sebebiyle stresli bir çocukluk dönemi geçirmişti.
Natascha kaybolmadan önce annesiyle yaşıyordu. 2 tane de ablası vardı. Kaçırılmadan bir gün önce 1 Mart 1998’de babası Koch ile beraber gittiği tatilden dönmüştü. Tatil için seçtikleri yer Macaristan’dı. Natascha1 Mart günü planlanan saatten biraz daha geç bir saatte eve geldi. Bu gecikme annesiyle ufak bir tartışma yaşamasına sebep oldu. Anne kız bir süre atıştılar.
2 Mart 1998 sabahı Natascha okula gitmek için evden çıkmış olsa da aslında 8 yıllık esaretine ilk adımını attı. Annesi ise evden kızına seslenmiş ve geceden kala küslüğe son vermek istemişti ama Nataschadurmadı ve yoluna devam etti. Nasıl olsa saatler sonra annesini yeniden görecekti ama olmadı.
Öğretmenleri o gün Natascha’yıokulda göremedi. Ailesi durumu öğrendikten sonra polise haber verildi. Tek bir tanık vardı: O da iki adamın Natascha’yı beyaz bir minibüse bindirdiğini söyleyen 12 yaşındaki bir öğrenciydi. Polisler elinde bu detaydan başka hiçbir bilgi yoktu Natascha o gün dersine yetişmek için aceleyle evden ayrılmıştı.
Hızlı adımlarla okuluna giderken omzuna uzanan bir elin sıcaklığını hissetti. Gözlerini açtığında “seni kaçırdım, ailen fidyeyi ödeyince serbest bırakacağım.” Diyen bir adamla aynı arabada olduğunu gördü. Yarım saat süren yolculuk bir evin garajında son buldu. Natascha dolabın arkasına gizlenmiş 5 metrekarelik bir odaya bırakıldı. Betondan yapılmış çelikle güçlendirilmiş bu oda uzun yıllar Natascha’nın evi olacaktı. Odada bir pencere yoktu, dışardaki sesin içeriye, içerdeki sesin dışarıya ulaşmadığı yalıtımlı bir yerdi.
Merdivenlerin altındaki bu yer oldukça karanlık kasvetli bir yerdi. Geçen ilk 6 ayda odadan bir kez bile çıkmasına izin verilmedi sonraki 1 senede geceleri bu odada gündüzleri de evde kalmaya başladı. Onu kaçıran isim Wolfgang Přiklopil’di Geceleri ve Wolfgang’ın işe gittiği saatlerde Ntasacha’nın gizli odadan çıkması yasaktı. Wolfgang Natascha’nınkendisine sahip demesini istiyordu.
Diğer taraftan polisler her şeyden habersiz, ellerindeki az bilgiyle arama çalışmalarına devam ettiler. O dönem Fransız seri katil Michel Fourniretgündemdeydi. Natascha birkaç gün önce Macaristan’dan döndüğü için aralarında bir bağlantı olabileceği düşünüldü.
Wolfgang’ın iş ortağı eve geldiğinde, Natascha’yı görmüş hal ve hareketlerinden gayet mutlu olduğu izlenimine varmış ve hiçbir şeyden şüphelenmemişti. Wolfgang Natascha’yı ölümle tehdit ediyordu, herhangi birisine olanları anlatması durumunda ikisini de acımayacağını söylüyordu.
Natascha ilk zamanlar sadece belirli radyo programlarını izleyebiliyorken daha sonra evin her köşesine gidebilmeye ve televizyon dahi izlemeye başladı Natascha’nın kaldığı oda özenle hazırlanmıştı, Wolfgang onu burada uzun yıllar alıkoyacağını kafasında kararlaştırdığından her şeyi düşünmüştü. İkisi de her sabah erken kalkıp kahvaltı ettiler.
Wolfgang aldığı kitapları Natascha’yaverdi, bu sayede Natascha 8 yılda kendi kendini eğitti. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra verdiği ilk ifadede şunları söyledi: “O evde kaldığım 8 yılda, hiçbir şeyden geri kalmadığımı hissediyordum.
Kendimi birçok şeyden sıyırdım, hiç sigaraya başlamadım, içmedim ya da kötü bir şirkette para için zamanımı heba etmedim. Şunu da söylemelimorası kesinlikle umutsuzluğa kapılacağınız bir yerdi.” Onun hikayesi diğer benzer hikayelerden farklıydı.
Natascha, özgürlüğünü elinden alan adama kin beslemiyordu. Zamanın çoğunu ev işi yaparak ve yemek hazırlayarak geçirdi. Daha sonra danışmanı Ecker’a o dönemlerde çok fazla dayak yediğini, bu sebeple yürümekte zorlandığı anların olduğunu söyledi. Wolfgang ona evin kapı ve pencelerinde patlayıcıların ve bubi tuzaklarının olduğunu söylemişti.
Belinde bir silah taşıdığını bu yüzden kaçma teşebbüsünde bulunmamasını tembih etmişti. İkili birkaç kez markete bile gitmişti. O günlerden birinde Natascha gülümseyerek, kayıp ilanı fotoğrafındaki gibi görünmeye çalışmış ama bu planında başarılı olamamıştı. Kasiyer onu tanımamıştı.
23 Ağustos 2006 günü Natascha, Wolfgang’in aracını temizlemek ve bahçeyi süpürmek için dışarıya çıktı. Gölgesi gibi onu takip eden Wolfgang’te yanındaydı. Daha sonra Wolfgang’ın telefonu çaldı. Süpürge sesi karşı taraftan gelen sesi duymasını engelliyordu. Sessiz bir yere geçmek için oradan ayrıldığı sırada, Natascha var gücüyle kendini sokağa attı ve koşmaya başladı. 200 metre koştu çitlerden atladı insanlardan yardım istedi ve en sonunda amacına ulaşıp, özgürlüğe yeniden kavuştu. Wolfgang Natascha’ya 1 yıl evvel şunları söylemişti: “Eğer yaptığım şey ortaya çıkarsa polisler beni asla canlı yakalayamayacaklar. Dediğini yaptı, Natascha kaçarken o sadece arkasından baktı, hiçbir çaba göstermedi. Kafasını toplayıp biraz düşündükten sonra da Viyana’daki Wien Nord tren istasyonuna doğru yola çıktı.
Burası her şeyin bittiği yer olacaktı. İstasyona vardığında gelen ilk treni gördüğünde bu anlarının son anları olduğu biliyordu. Düşünmeden kendini raylara attı ve hayatına son verdi. Çek kökenli Wolfgang Priklopil1962’de doğmuştu. Uzun yıllar bir telekomünikasyon şirketinde teknisyen olarak çalışmıştı. Bir iş ortağının kız kardeşiyle bir ilişki yaşadığı ve bu ilişkinden bir kız evladı olduğu iddia edildi ama doğrulanamadı.
Sicil kaydı temizdi. Ekipler eve gidip inceleme yaptıklarında, 1980’lerden kalma Commodore 64 olduğunu gördü. Yakın bir zaman önce Çek vatandaşı olup ülkeyi terketmeplanları yapıyordu. giderken yanında Natascha’yı da götürecekti ama o gün plan değişti. Ekipler Wolfgang’ın bir suç ortağı olup olmadığını uzun bir zaman araştırdılar ama hiçbir kanıt bulamadılar.
Natascha’da başka bir isim görmemişti, bütün plan tek bir kişiye Wolfgang’a aitti. 3096 gün esaret altında yaşayan Natascha, Wolfgang’iöldüğünü öğrenince ağlamaya başladı. 8 yılın sonunda ona sempati duymaya başlamıştı. Natascha morga gidip onun için bir mum yaktı. Bu durum bir nevi Stokholm Sendromuydu. O ise yıllarca bu sendromu inkar etti. Psikologların onunla ilgili çıkarımlarda bulunmasına kızdı bağırdı isyanlar etti. Karmaşık ilişkisi hakkında bilgilerinin olmadığını, bunun kendisi adına saygısızlık olduğunu hayatını analiz etme hakkını kimseye vermediğini söyledi. Wolfgang’ın ona çok kibar davrandığını anlattı.
Natascha kaçtıktan anca aylar sonra ailesiyle görüşmesine izin verildi. Uzun bir zaman kimseyle görüşmesine izin verilmemişti. Onu korumak adına sadece doktorlarla görüşmesine müsade edilmişti. Natascha yeni hayatında kendini hayvan haklarına adadı. Birçok hayvan derneğine üye oldu ve sözcülük yaptı.
2016 yılında Alman Bild gazetesine verdiği röportajda oldukça ilginç sözler sarfetti: “Bazı günler esir tutulduğum eve gidip kalıyorum, ayrıca çantamda hâlâ Wolfgang’infotoğrafını taşıyorum.” 2013 yılında Natascha’nın esaretini anlatan 3096 isminde bir film çekildi.
Natascha Kampusch, kaçışından bu yana yaşadığı travmayı üç başarılı kitaba dönüştürdü. İlki onun yakalanmasını anlattı; ikincisi, iyileşmesini. Üçüncü kitabı, Kampusch’un son yıllarda hedef haline geldiği çevrimiçi zorbalığı tartıştı.
Garip bir şekilde kendisini esir alan kişinin evini ona miras kaldı ve kendisi o eve bakım yapmaya devam ediyor. “Bana yöneltilen nefreti görmezden gelmeyi ve sadece güzel şeyleri kabul etmeyi öğrendim.”
#Natascha KAMPUSCH#öykü#romance#romantic#roman#kitap yazarı#kitap alintisi#kitap alintilari#kitap kesitleri#kitap alıntısı#kitaplar#kitap#kitap alıntıları#kitap sözü#kitapkurdu#kitapaşkı#hikaye#tumblr yazarları#black tumblr#geceye bir söz bırak#geceye not#geceyedair#acı#tecavüz#hayatın gerçekleri#karmakarışık#yildirimkemal#blog#blog yazarı#artists on tumblr
6 notes
·
View notes
Text
Bazen umutsuzluğa düşeriz ya işte benim hayatımda bir umutsuzluktan ibaretmiş. Benim en büyük hatalarımdan biride umut olmamasına rağmen umut etmekti… Bana hep dedem şey derdi -Ne olursa olsun her gün güneş doğuyor ve batıyor. O asla doğmaktan vazgeçmezken sen neden vazgeçmeye çalışıyorsun ki? Ama maalesef hayatımda en örnek aldığım kişi de bana veda etti. Şuan öyle duyguların içindeyim ki sanki içimde bir fırtına kopuyor fakat ben hala bir evin içine girebilmiş değilim… Her gün güneş doğuyor ama benim kalbimde doğan ufacık bir umut yok. Güneş aynı küçük kalplerimiz gibi her gün doğuyor yeni umutlarla sonra birden önüne küçük bir engel çıkıyor, Bulutlar. Güneşin önünü kapatıyorlar sırf hedeflerine, umutlarına ulaşamasın diye fakat Rüzgar sayesinde Güneş onları atlatıyor. Ancak henüz bitmiş değil Bulutlar sinirleniyor ve BAM! Şimsek ve yağmur. Hava kararıyor aynen bizim kalplarimiz gibi yağmur yağıyor hayallerimize biz ise sadece hayallerimizin yok oluşunu izliyoruz pencereden.. Karanlık bir oda, karmaşık duylar, yağmur tanelerin sesleri ve her yere düşen her damlada kırılan bir kalp… Neden kalkmıyor ve çıkmıyoruz o odadan? Neden gidip yağmurun altında ruhlarımızı temizleyemiyoruz? Tamam, hadi onuda yapamadın, çıkar elini pencereden ve kalbinin daha fazla kırılmasına izin verme, engelle elinle yağmuru.Teninle hisset o damlaların senin hayallerini yıkmak için ne kadar azimli olduğunu.. Buna izin vericekmisin? Engel ol onlara onlar nasıl sana engel oluyorsa. İzin verme, bırakma yıksınlar hayallerini… Ve yağmur diner. Hayatında olacağı gibi büyük bir umut doğar, Gökkuşağı. Kalk ayağı çık dışarı izle Ay'ı ne kadarda darbe almış bir yüzeyi var görüyormusun? Aynı kalbin gibi… Ama ona bir daha bak o hâlâ güzel değilmi? Hala ışık saçıyor güzelliğiyle. Sen mutsuz bir gece ile ayın güzelliğini mahfedemezsin. Gül biraz, yeni hayaller kur ve kendine inan. Bir gün o içindeki minik güneş tekrar büyük bir umutla doğacak… ~♡~
#3391kilometre#İzmiregenindir#İzmiregededir#ruhum yoruldu#ay benim gece senin#karantina#egeninincisi#gelmemeyegidenadam#egeninizmiri#ege sözü
54 notes
·
View notes
Text
Bungou Stray Dogs STORM BRINGER, [KOD: 01] Araştırmacıların Yazdığı 2,383'lük Bir Program Sadece
Wattpad Linki
Nakahara Chuuya rüya görmezdi.
Yüzeye yükselen belirsiz su baloncukları gibi uyanırdı.
Chuuya gözlerini açtığında kendisini odasında bulurdu.
Duvarlardan tavana, tavandan zemine kadar odasındaki her şey iç karartıcıydı. Odası, bulanık karanlığın ardına perdelenmişti ve pek az mobilya vardı. Yatağını kaplayan çarşaflar, az bir raf, duvarına gömülü küçük bir kasa ve masasında mücevherler hakkında açık bir kitap duruyordu o kadar.
Perdelerine vuran loş sabah ışığı odasını ikiye ayırmıştı.
Chuuya kalktı. Göğsündeki terler denizdeki girdap gibi içini sarsan o şiddetli duygunun hatırlatıcısıydı. Ama hangi duyguydu, hatırlayamıyordu.
Bugünlerde hep böyleydi.
Sonunda pes edip yataktan kalktı, duş aldı. Kaynar su kafasından aşağı dökülürken Chuuya kendisini ve durumunu düşündü.
Nakahara Chuuya. 16 yaşında.
Bir yıl önce Liman Mafyasına katılan bir çocuktu ve organizasyonda tarihte ilk kez görülen inanılmaz bir hızla elde ettiği başarıların takdiri olarak bu oda kendisine verilmişti.
Ama ne para ne de şöhret Chuuya için önemliydi. Onun için çok daha önemli bir şey hala kayıptı.
Geçmişi…
Chuuya kim olduğunu bilmiyordu.
Anıları araştırma tesisinden kaçtığı günden, 8 yıl öncesinden başlıyordu.
O günün öncesinde hayatında hiçbir şey yoktu; geçmişi gittikçe derinleşen ve kararan hiçbir gecenin olamayacağı kadar dipsiz karanlıktı.
Vücudunu kurutup kıyafetlerini yenisiyle değiştirdi. Dokunduğunda duvar sessizce açıldı ve bir gardırop ortaya çıktı. Tüm kıyafetleri yüksek kalitedeydi ve tek bir kırışıklık gözükmüyordu. Yakışacağını düşündüğü bir takımı seçerek üstüne geçirdi.
Zümrüt kol düğmelerini takım kollarının uçlarına taktı ve aynaya baktı. Diliyle sessizce cıkladıktan sonra odadan ayrıldı.
Evden çıktığında mütevazi bir araba ,sanki zamanlanmış gibi, evin önüne yaklaştı. Lüks siyah arabayı Liman Mafyasının sembolü olan siyah takım ve güneş gözlüğü giyen bir mafya üyesi kullanıyordu.
Arabayı Chuuya’nın yanında durdurdu. Tek kelime etmeden arka koltuğa bindi ve kapıyı kapattı.
“Her zamanki yere.”
Chuuya otururken şoföre yalnızca bunları söyledi, gözlerini kapattı.
Lüks araba şehrin ana caddelerinde yavaşça sürmeye başladı.
Yollar ve kavşaklar arabalarla doluydu. Yine de Chuuya’yı taşıyan araç arabaları sorunsuz bir şekilde atlattı, yollardan sürdü ve trafik lambalarından geçti. Sanki diğer araçlardan kaçınmak için sihir kullanıyor gibiydiler.
“Dünün işlem kaydı nerede?”
“Burada, efendim.”
Chuuya şoförün uzattığı belgeye baktı. Belge kopyalanmaması için özel bir mürekkeple hazırlanmıştı. İçeriği şifreliydi bu yüzden polise yakalanmaları ihtimaline karşı kanıt olarak kullanılamazdı.
“Hmph, bu hafta da mı her şey yolunda?” dedi Chuuya düşünmeden. “Sıkıcı.”
Chuuya’nın mafyadaki işi piyasadaki mücevher kaçakçılığının takibini izlemekti.
Mücevherler üretim birimi başında en yüksek geliri getiren malzemelerdi.
Ametistler, yakutlar, yeşim taşları ve elmaslar… Biraz basınç altında sıradan bir element, insanların eline geçince şeytani gücüyle şeytani bir taşa dönüşüyordu.
O şeytan, kaçak bir mücevhere sıkışmıştı. Varlığı, mücevherin göz kamaştıran parlaklığından doğan gölge gibiydi. Mücevherler olduğu sürece kaçak cevherler hep gölgelerde var olacaktı.
Dünyada bu gölgenin doğduğu onlarca yer vardı.
Fakir bir madenci mücevher madeninden soğuk terler akıtarak bir şeyler çalabilirdi. Bir hırsız kuyumcunun kasasını kırıp mücevherleri araklayabilirdi. Korsanlar, mücevher taşıyan yük gemisini batırabilirdi. Kapkaççının teki ünlü birisinin kolyesini kapıp kaçabilirdi. İllegal organizasyonların kontrol ettiği madencilik bölgelerinde ödeme silah ve uyuşturucuyla yapıp mücevherler elde edilebilirdi-
Karanlıkta doğan cevherler dünyanın ışığına oldukları gibi çıkamazlardı. Liman Mafyası gibi yasadışı organizasyonlar işte tam burada işin içine dahil olurlardı.
Yokohama limanlarında bulunan karanlık mücevherlere ışık tutarlardı. Kaçakçılar değerli taşları dikkatle Yokohama’ya getirir, rehine dükkanı satın alır sonra yetenekli bir işçi kökeninin anlaşılmaması için önceki bağlarını keserdi. Kolyeden bileziğe, bilezikten küpeye ve küpeden yüzüklere dönüştürülüp bu taşlara hayatta ikinci bir şans verilirdi. Sonrasında bu yeni mücevherlere işinde yetkin bir mafya tarafından değer biçilir, nakliye araçlarıyla dağıtıma çıkar ve birinci sınıf kuyumcuların vitrininde satışa sunulurdu.
Mafya için mücevher kaçakçılığı, en önemli gelir kaynaklarından birisiydi.
Nedeni ise gümrükten büyük bir sorun çıkmadan geçebilen kaçak cevherlerin her zaman muazzam miktarda kar getirmesiydi.
Ama şeytanın yumurtladığı her taş peşinde kan ve şiddeti getirirdi. Bunu kontrol altında tutmak ve sabit bir gelir kaynağı haline getirmek için şiddete şiddetle karşı vermeleri ve herhangi bir sorun daha filizlenmeden köklerini kesmeleri gerekliydi.
Bu zamana kadar Chuuya işini mükemmel bir şekilde yapmıştı. Fazla mükemmel.
Eski üyelerin çoğu şaşırmıştı. 16 yaşındaki bir veletin cevherlerin kara borsasını bu denli kontrol altında tutabileceğini düşünmemişlerdi.
Ancak şaşırmayanların sayısı da az değildi. Bu insanlar, zamanında Chuuya’nın liderliğini yaptığı “Koyun”a karşı savaşanlardı. Mafyaya bu zamana kadar acı çektiren örgütün kralıydı. İki üç cevher borsasını mı kontrol edemeyecekti?
Ama şaşkınlıklar, övgüler ve hatta kıskançlıklar Chuuya’ya bir anlam ifade etmiyordu. İstediği şeyi diğerleri asla veremezdi.
Chuuya taş fırlatırmış gibi dosyaları kenara attı.
“Bu gidişle kim bilir kaç yıl sürecek.” dedi kısık, hırçın bir sesle.
Sürücü duymamış gibi yaptı.
Chuuya’yı taşıyan lüks araç planlandığı üzere konut bölgesine sürmeye başladı.
Alçaktan uçan yeşil ispinozun ciyaklamaları dışında ölü sessizliği vardı. Tren sesleri ve çalışan insanların koşuşturmaları buradan duyulmuyordu. Araba bir dükkanın önünde durana kadar ilerlemeye devam etti.
Dükkan, eskitme tuğlalı bilardo barıydı. “Eski Dünya” adı soluk harflerle tabelaya yazılıydı. Dükkanın açılmasına hala vakit olduğu için harfleri oluşturan neon ışıklar yanmıyordu.
Chuuya arabadan indi. Otomobil bölgenin sükunetini bozmayacak şekilde sessizce ayrıldı.
Chuuya barın kapısı açtı.
Ve açar açmaz kendisini beş silah karşıladı.
“Barın açılmasına daha zaman var.” dedi adamlardan biri. Silahın namlusu Chuuya’nın kafasına dayanmıştı.
“Yok. Canım ceset olmak istiyor diyorsan buyur, hemen içeri alalım.” dedi diğer bir adam. Namlusu kesilmiş pompalı tüfeğini Chuuya’nın göğsüne doğrulttu.
“Yanına koruma almadan gezmek pervasız olmamış mı, Bay Cevherlerin Kralı?” dedi başka bir adam. Silahı Chuuya’nın omuzlarındaydı.
“Etrafın aynı böyle çevrelenmişken sen bile kendini koruyamazsın.” dedi bir diğer adam. Avucu büyüklüğündeki küçük namluyu Chuuya’nın boynuna dayadı.
“Şimdi ne yapacaksın Yerçekimi Kontrolcüsü? Hemen ayaklarıma kapanıp merhamet için yalvarırsan söz, sana rahat bir ölüm vereceğim.” dedi Chuuya’nın önünde duran son adam. Uzun namlulu silahını Chuuya’nın kaşları arasına nişan almıştı.
Çıkmaza girmişti. Adamlardan birisi ateş edecek olursa diğerleri de peşinden ateş ederdi. Geri çıkmaya çalışsa öndeki vururdu. İleriye gitse arkasındaki...
Chuuya kıpırdamadı, yüzündeki ifade değişmedi bile. Odanın atmosferi gerildi.
---
Sokaklarda gürültülü bir “Bang!” sesi yankılandı.
---
Heykel gibi hareketsiz duran Chuuya’nın başından kana benzer bir şey aktı.
Akan şeyler, rengarenk konfeti şeritleriydi.
“Chuuya! Mafyaya katılmanızın birinci yıldönümü kutlu olsun!”
Adamın hevesli sesi barda yankılandı.
Chuuya etrafındaki adamlara asabi bir yüzle baktı.
“Salak mısınız siz…?”
Silahların her birinden beyaz dumanlar yükseldi ve konfetiler havada dağılırken parlak, rengarenk şeritler Chuuya’nın kafasına düştü.
Baştan ayağa konfetilerle kaplanmış Chuuya’ya bakan adam sırıttı.
Odada toplanan adamların hepsi Liman Mafyasındaki “Menfaat Topluluğu”nun üyeleriydi. Ancak bu grup birbirlerine sadece karşılıklı yardım yapmıyordu. Üyeler sonraki yöneticiler olmak için en başarılı adaylardı ve ya Chuuya’ya denk ya da ondan daha iyilerdi. Grubun 25 yaş ve altı, genç üyelerden oluştuğunu söylemeye gerek yok. Organizasyonun “Gençler Derneği” olarak adlandırdığı, Liman Mafyasının genç kurtlarıydılar.
Chuuya derin bir iç çekti ve kimseyi selamlamadan dükkanın arkasına yürüdü.
“N’oldu Chuuya? Sevinmedin mi?” Uzun bir adam Chuuya’nın arkasından sordu. “Hepimiz senin için toplandık.”
“Yıldönümü gibi şeyleri kutlamam.” Chuuya açıkça reddetti. “Beni mutlu edecek kadar büyük bir olay değil.”
“Öyle deme ya! Mutlu olmalısın.” dedi uzun adam, Chuuya’yı takip ederken. “Sonra hediyelerimizi de vereceğiz. Okul öğrencisiymiş gibi davranmak eğlenceli değil mi?”
Chuuya yürümeyi kesip arkasına döndü ve adama baktı.
“Yani bu iş senin başının altından çıktı, Pianoman. Şaka yapmayı pek beceremiyorsun.”
“Aynen! Ve bugün de herkesi bu bok gibi şakamla sinir etmek için yaşıyorum.”
Siyah palto ve uzun, beyaz bir hakama giyen mafya Chuuya’nın sert sözlerine soğuk bir gülümsemeyle karşılık verdi. Organizasyonda “Pianoman” olarak tanınan adamın giysileri hep siyah beyazdı. Uzun boylu, ince parmaklıydı ve hep mutlu mutlu gülümseyerek dolaşırdı. Gençler Derneğini kurmuştu ve lider rolündeydi. Ayrıca Chuuya’yı gruba davet eden de oydu.
Pianoman mafyadan çok zanaatkar olarak öne çıkıyordu. Yokohama’da gerçeğini tıpatıp andıran sahte para basabilen tek kişiydi. Ancak dönek bir kişiliği olduğu için sahte paraların kalitesinden memnun değilse patronun emirleri olsa bile işin ne kadar uzayacağını kimse kestiremezdi.
Bu arada Pianoman adı, siyah beyaz kıyafetlerinden dolayı verilmemişti. Düşmanlarını öldürürken elektrikli karbon çeliği piyano teli sarma tabancası kullanırdı. O tel düşmanların boynuna sarıldı mı ne kadar güç uygulanırsa uygulansın kimse çözemezdi ve saniyeler içinde kafası yere düşerdi. Geriye omuzların arasında mükemmel bir boşluk, oluk oluk kan ve kurbanın yankılanan çığlıkları kalırdı.
Zariflikle zalimliği garip bir biçimde birleştirirdi. Gençler Derneği arasında yönetici olmaya en yakın kişi olduğu söylenirdi.
Chuuya dükkanın arkasına yürürken başka bir adamın sesi yükseldi.
“Hahaha! Yüzünü görmen lazımdı Chuuya! En azından bu seferlik bu performansı sergilemek istedim! Nakahara Chuuya, mafyanın eski düşmanı ve yeni genç yıldızı, ‘Koyunlar Kralı’! Sırf şu yüzünü görmek Gençler Derneğine katılmaya değdi be!”
Sarışın, genç adam silahını döndürürken kahkaha attı.
Chuuya sarışın adama dik dik baktı.
“Hmph, söylen sen. Rol yaptığınızı anlamasaydım ilk seni karşı tarafa yolcu ederdim, Albatross.”
“Vay vay. Özür ama senin gibiler tarafından öldürülecek kadar zayıf değilim Chuuya. O değerli yumruklarınla bana vurmadan önce ellerini keserdim.”
Konuşmasını bitirir bitirmez ceketinin altından bir kukri bıçağı sessizce çıktı. Sanki bıçağın hiç ağırlığı yokmuş gibi havayı zahmetsizce kestikten sonra elinden düştü.
Bıçak yere saplandı ve düştüğü yerde dairesel çatlaklar bıraktı.
Genç adam güldü.
Yüzünde hep neşeli bir ifadeyle gülen bu adamın takma adı Albatross’tu. Herkesten çok konuşan, hemen heyecanlanan birisiydi. Adamları; etrafı kan, kurşun ve uçuşan et parçalarıyla çevrelenmişken bile onu asla gözden kaybetmezdi. Nerede konuşma sesleri ve kahkahalar varsa o da oradaydı.
Albatros mafyada “her şeyin hızlı tempodan daha da hızlı” olduğu kısımdan sorumluydu. Yani nakliyeden. Ulaşım, gencin krallığı sayılırdı. Malları taşıyan araçları ayarlardı ve sahil güvenliğin gözlerinden uzak nakliye gemileri bulurdu. Yeri geldiğinde sahte plakalar bile yapardı.
Başlangıçta organizasyonda ”Dümenci” olarak biliniyordu çünkü sürüş gerektiren ne varsa herkesten daha hızlı ve hassas bir biçimde hallederdi. Dedikodulara göre ordunun en iyi helikopter birliğinden yalnızca yıpranmış bir balıkçı teknesiyle kaçmayı başarmıştı. Organizasyonda kimse bu dedikodunun doğruluğundan şüphe etmezdi.
Albatros’u kızdıran kimse üç günden fazla yaşayamazdı. Nakliyede görev yapan kim varsa hepsi önünde diz çökerdi. Kendisinden nefret edenler göz açıp kapayıncaya kadar mal varlığını kaybeder ve iflas ederdi.
“Hey, Chuuya! Kadeh kaldıralım! Kadeh kaldıralım!”
Albatros Chuuya’yı elinde bir şampanya bardağıyla takip etti.
Ancak Chuuya yalnızca bir bakış attı ve dükkanın arkasına yürümeye devam etti.
“Aman ya, bugün yüzünden düşen bin parça Chuuya?” Albatros kadehteki şampanya dökülmesin diye şekilden şekle girdi. “Ayda bir kere suratını asıyorsun, bir şey mi oldu? Kabus falan mı gördün?”
Kabus…
Bu sözleri duyar duymaz Chuya’nın yüzü öfkeli bir hal aldı.
“Ne alakası var be!”
Sesi barda yankılandı, camları titretti.
“Oo, çok korktum. Kabus gördün o zaman?”
Chuuya bakışlarından kaçındı, daha kısık bir sesle cevap verdi. “Kargalar daha bokunu yemeden çıkardığın gürültüyü her sabah dinlediğim içindir belki, Albatross. Hep unuttuğunu söylesen de senin zeminin benim tavanım oluyor.”
“Yok daha neler, Chuuya! Nasıl unuturum? Gürültü çıkardığımda alt katımda olduğunu biliyorum zaten, komşum!”
Chuuya ve Albatros aynı lüks apartmanda yaşıyordu, Albatros bir kat üstteydi sadece. Chuuya’ya sorarsanız Liman Mafyasının yaptığı en büyük hatalardan birisiydi. Bazen Albatros odasına dalıp Chuuya’yı sürüklemeden önce ‘Bana işte yardım et’ derdi. Sonra arabayla, gemiyle, helikopterle –artık ne varsa- dünyanın öbür ucundaki savaş alanına götürürdü.
Bu sayede Chuuya yüzme becerilerini geliştirmişti. Albatros eve dönüş için neredeyse hiç uçak ayarlamazdı.
Chuuya Albatros’u görmezden gelip yürümeye devam etti. Sonunda dükkanın arkasına varıp ceketini portmantoya astığında yanına şampanya kadehi tutan bir adam geldi.
“Fufu… Yıldönümünü… kutlarım, Chuuya-kun.” Adam kâküllerinin altına gizlenmiş karanlık bakışıyla Chuuya’ya güldü. “Bu kadar uzun yaşamanı beklemiyordum… fufu.”
Adam delicesine zayıftı, ince bileği giysisinin kollarında sarkıyordu. Dahası şampanya tutmayan diğer elinde sıvı ilaç takılı serum askısı vardı. Serum torbasından bir tüpe uzandı ve tüp, kıyafetlerinde kayboldu.
Bu adamı birkaç kelimeyle tanımlayacak olsaydınız, “tiksindirecek kadar hasta” olurdu.
“Doc...” Chuuya uzattığı şampanya kadehini aldı ve hemen dibine baktı. “…zehir yok gibi.”
“Yok.” Doc denilen adam gülümsedi. “Zaten bu kadarcık zehirle ölmezsin.”
“Nereden biliyorsun?”
“Tecrübe.” Gözleri karanlık bir hazla parladı. “Zehir kullanarak çok insan öldürdüm.”
Bu sağlıksız görünümlü adam mafyanın tıbbi direktörü Doc’tu. Yeraltında pek çok lisanssız pratisyen vardı ama Doc farklıydı. Kuzey Amerika’da Tıp doktorası olan gerçek bir doktordu. Yeraltında tıpta diploması olanlara acil bir ihtiyaç vardı.
İllegal organizasyonda çalışanlar normalde hastanelerde tedavi edilmesi gereken silah, işkence gibi yaralar için yer altı doktorlarına güvenmek zorundaydılar. Aynısı Liman Mafyası için de geçerliydi.
Ama Liman Mafyasıyla diğer yasadışı organizasyonlar arasında büyük fark vardı. Şu anki patron Mori Ougai’nin kendisi de eskiden yeraltı doktoru olduğu için Liman Mafyasında doktorlara özellikle değer verilirdi.
Ve Liman Mafyasının sağlık ekibi arasında Doc en iyisiydi.
Genç yaşında 800 kadar canı kurtarmış ve bir o kadarını da almıştı.
Amacı Tanrıya yakın olmaktı. “kişi, hayat kurtardığı her sefer Tanrıya bir adım daha yaklaşır” düşüncesine inanıyordu. Asıl amacı Tanrının İncil’e göre öldürdüğü kadar, iki milyon insanı kurtarmaktı. Bunun için mafyaya katılmıştı.
İnsanların ardı ardına sinekler gibi öldüğü büyük çaplı bir çatışmayı sabırsızlıkla bekliyordu.
“Vay be, elinizden ne geliyorsa yapmışsınız. Doc. Bile gelmiş…” bunları der demez Chuuya dükkana bakındı. “Neden ilk yıldönümünün kutlanması gerekiyor?”
“Açıklayayım.” Naif sesli genç bir adam zarif hareketlerle öne çıktı. “Çünkü mafyadaki ilk yılınız, en zorlusudur.”
“Huh?”
Genç adam gülümsedi. Gülüşü baştan çıkaracak kadar tatlı, yüzü garip bir şekilde çekiciydi. Erkek kıyafetlerini giydiği zaman tek gülüşüyle kadınların, kadın kıyafetleri giydiği zamansa erkeklerin dizlerini titretirdi.
“Mafyaya yeni katılanlar için ilk yıl acemilikleri yüzünden en tehlikeli yıllarıdır. Bu sırada çoğu çaylak ya kaçar ya ezilir ya da organizasyonun başına bir bela açıp ortadan kaybolur. Bu yüzden hayatta kalmanı kutluyoruz.”
“Komiksin. Aptalca bir hata yapıp öldürüleceğimi mi sandın, ‘Lippmann’?” Chuuya adama baktı.
“Ne münasebet.” Lippmann şüpheli bir şekilde gülümsedi.
Herkes arasından Lippmann’in işleri özellikle eşsizdi. İşi, Liman Mafyasıyla dünyanın aydınlığı arasında müzakere noktası olmaktı.
Yani halka açık işlerden sorumluydu.
Mafyanın paravan şirketleriyle anlaşmalar yapar, müzakerelerde tartışmak için hükümet memurlarıyla buluşur ve bazı durumlarda medyayla ilgilenirdi. Liman Mafyası’nın reklam yüzü olsaydı, Lippmann olurdu.
Öldürülmesi neredeyse imkansızdı. Hatta patronu öldürmekten daha zorlu olurdu.
Neden mi? Çünkü tüm dünyada hayranları olan aktif bir film yıldızıydı.
Eğer öldürülseydi ve cesedinin yeri bilinmeseydi, dünyanın dört bir yanındaki haber ajansları bu konu hakkında yazılar yazar ve gündeme düşerdi. Ve elbette bu, medyanın tepkisine yol açardı. Suçlunun aranması tüm dünyanın dikkati haline gelirdi. Bu durum, yer altı organizasyonlarının ne pahasına olursa olsun kaçınmak istedikleri bir durumdu.
Ayrıca Lippmann, kendisine öldürme niyetiyle yaklaşanlara direkt tepki veren bir yeteneği olan güçlü bir yetenek kullanıcısıydı. Bu yüzden hiçbir kanıt bırakmadan sessizce öldürülmesi mümkün değildi.
Saldırganın adı ortaya çıktıktan sonra, medya kuruluşları geçmişini, amaçlarını ve elebaşını ifşa ederdi. Öldürme emrini veren kimse mahremiyeti ihmal edilip gökyüzüne fırlatılacak ve bir daha asla aşağı inmeyecekti. Böylece organizasyonları batmış olacaktı.
Ölümü canlı bomba gibi olurdu –korkunç, dokunulmaz bir ölüm tuzağı.
Ancak şöhreti sahip olduğu tek silah değildi. Doğuştan aktördü. İnsanların gözlerini alamadığı güzel yüzüyle konuşma ve pazarlıkta olağanüstü yetenekliydi. Hukuki sorunlar o müzakere masasına oturduğu an neredeyse her zaman çözülürdü.
“Ama yine de organizasyondan atılsaydın umurumda bile olmazdı.” Lippman tüy kadar yumuşak bir gülümseme verdi. “Zamanı geldiğinde seni asıl işime davet edeceğim. Aktörler olarak dünyaya hükmetmeyi amaçlayalım.”
“Hayatta olmaz.” Chuuya zehir yutmuş gibi yüzünü ekşitti. “Tekrar söylüyorum, hayatta olmaz.”
“Yıldönümü kutlamasına karşıydım.”
Aniden kısık bir ses barın arkasından yankılandı.
Adam ne bağırmış ne de otoriter bir sesle konuşmuştu. Yine de herkes susup sesin sahibine baktı.
Sade giyimli bir adam orada dikiliyordu.
“Iceman.” Chuuya temkinli bir sesle konuştu. “Haklısın, kutlamalar sana yakışmıyor.”
Adamın yüzünde duygudan eser yoktu.
Varlığı, görkemli Gençler Derneğinde dahi farklıydı. Karanlık bir gecenin sükunetine sahipti. Kendi hırsını ve gücünü yaymak yerine çevresindeki tüm görüşleri ve bakışları emerdi.
Iceman ifadesiz yüzü olan suskun bir adamdı ve Pianoman’den sonra gruptaki en yaşlı ikinci kişiydi. Sade giyinmeyi tercih ederdi ve işi, mafyaya göre oldukça sıradandı.
Tetikçiydi.
Öldürmek için yetenek ya da silah kullanmazdı. Ve yanında bıçak taşısa da nadiren işi için kullanırdı. Genelde işini çevresinde uygun ne varsa onla bitirirdi. Tükenmez kalemler, alkol şişeleri, lamba kablosu… eline geçen ne varsa mermiden daha güçlü ve tehlikeli bir silah haline gelirdi.
Ayrıca hedefini ister çölde ister sarayda isterse banka kasasında, nerede olursa olsun öldürebilirdi.
Ek olarak Iceman’in özel bir becerisi daha vardı. Cildindeki hissiyattan yakınlarında bir yeteneğin aktifleştiğini anlayabilirdi. Bu özelliği yetenek ya da sonradan öğrenilmiş bir beceri değil, kendi fiziksel yapısıydı. Bu yüzden öldüreceği ideal zamanı ve yeri anında tespit edebilirdi.
Ve öldürme oranı, savaş tipi yeteneklilerden kat be kat daha yüksekti. Yetenek kullanıcısı olmadığı için Iceman Özel Yetenekler Ajansı ya da ordunun Üstün Yeteneklilere Karşı Tedbir Biriminin gözüne takılmamıştı. Sonuç olarak hükümetin alabileceği bir önlem yoktu. Gölgelerin adamıydı.
Organizasyondakiler Chuuya öldürülecek olsaydı Iceman’in ellerinde ölürdü diyordu.
“Partime geleceğini düşünmemiştim, Iceman. Benden nefret etmiyor muydun?” Chuuya kışkırtırmış gibi güldü. “Koyunlardayken beni öldürmeye çalışmıştın. Başaramayınca itibarın baya sert düştü gibime gelmişti.”
“Partiye karşı olduğum doğru ancak senden nefret ettiğim ya da sana kin beslediğim için değil. Seni gereksiz yere sinirlendireceğim içindi.” Iceman’in sesinde en ufak bir duygunun izi yoktu. “Buradaki kimse ciddi ciddi bir yıl mafyada duracağını düşünmedi.”
“Ne?”
“İsyan çıkarmandan korktuk.” Iceman’nin sesi buz kadar keskindi. “Liman Mafyasının ezeli düşmanı ‘Koyun’un lideri… Patrona ihanet edip kellesini alacağını, mafyaya savaş açmayı planlayacağını düşündük. Bunu önlemek için Pianoman seni Gençler Derneğine davet etti.”
Chuuya kısaca Pianoman’e göz attı. İfadesizce, dikkatle konuşmayı dinliyordu. Söylenenleri ne kabul etmiş ne de itiraz etmişti.
Yani doğruydu.
“Ahhh, demek öyle.” Chuuya hepsine baktı. “Yani buradaki herkes yeni doğan velet gibi beni izliyormuş. Etkilendim. İsterseniz emmem için emzik ve gürültü patırtı çıkartmayayım diye şıngırdıyan oyuncaklar da verin. Sayenizde bir yaşımdayım. Bu yüzden büyük bir parti verdiniz demek.”
Konuşmasını bitirir bitirmez şampanya kadehini alıp fırlattı. Sıvı her yere dağıldı.
Iceman kaşlarını dahi kaldırmadı.
“Bekçiliğini yapmamıza yetecek kadar kanıtlar vardı.” Iceman konuşmaya devam etti. “18 Haziran, saat 15.18’de, tepeni attıran mücevher toptancısını üç aylığına yaraladın. Nedeni de sana bir soru sorduğu için. Aptalca bir soru ama duyduğunda adamı binanın üç kat aşağısına atmışsın.”
“Öyle mi yapmışım? Hiç hatırlamıyorum.” dediklerinin aksine Chuuya’nın bakışları keskindi. “Cesaretin varsa aynı soruyu sormayı denesene bak, neler oluyor?”
Iceman sessizdi. 5 saniye daha diğer duyguları emen duygusuz yüzünü tuttuktan sonra konuştu.
“Nerede doğdun?”
Chuuya hızlı davrandı. Iceman’in yakasını tutup şiddetle öne çekti.
Yakasındaki dikişler keskin bir sesle yırtıldı.
“O elinle ne yapacaksın?” Iceman Chuuya’nın eline bakarak duygusuzca sordu.
“Sana bağlı.” Chuuya elini gevşetmedi.
Yanlarından Albatros endişeli bir ifadeyle sesini yükseltti. “Hey hey, sakinleşelim!” Chuuya’nın kolunu kavradı. “Öyle bir soruya kızman için hiçbir neden yok Chuuya. Yanlış mıyım?”
“Ne hissedip hissetmediğimden sana ne. Gebertirim seni.”
Chuuya kolunu Albatros’un elinden kabaca çekti. Neredeyse fırlatılacak olan Albatros birkaç adım geriye tökezledi.
Chuuya, bir adım daha ileri atacaktı ki aniden durdu.
Şakağına bilardo istekası bastırılıyordu. İsteka yatay tutuluyordu ve kılıç gibi ileriye atılmaya hazırdı.
“Hey… o çubukla ne yapacaksın?” Chuuya yüzünü ifadesiz tuttu, kılını dahi kıpırdatmadı.
“Sana bağlı.” dedi istekayı tutan Iceman.
Chuuya üst bedenini istekadan geriye çekti ve kafa attı.
İsteka parçalara ayrıldı.
Onlarca odun parçası odaya dağıldı, çoğu Iceman’e gelmişti. Keskin odun parçaları sağ şakağını kesmiş, kan gözünün kenarlarından akmıştı. Buna rağmen Iceman yine de göz kırpmadı.
“Yeter.”
Chuuya en merhametsiz sesiyle konuşmuştu.
Chuuya gidemeden Pianoman arkasında belirdi. Kaldırdığı kolun giysisinin altından şeffaf bir piyano teli uzanarak Chuuya’nın boynuna dolandı. Pahalı bir kolyeye benziyordu.
“Chuuya…” dedi Pianoman soğuk bir sesle. “Birbirimize karşı yeteneklerimizi kullanmayız, Gençler Derneğinin 1 numaralı kuralı bu. Unuttun mu?”
Normali iş görmeyeceğinden boynuna dolanan piyano teli yalnızca ismen piyano teliydi. Tel, demir kiriş ve benzeri malzemeleri bir arada tutmak için kullanılan endüstriyel çeliklerdendi.
Pianoman giysisinin kolunun altından teli kolayca çıkarıp dünyanın en hafif giyotinine çeviren bir alet geliştirmişti. Chuuya bile yerçekimini teli hafifletmek için kullansaydı, kellesini kurtaramayacak kadar geç kalırdı.
“Neden kızdığını biliyorum.” dedi Pianoman. “Çünkü işler şu anki haliyle devam ederse Dazai’ye karşı kaybedeceksin. Dazai yönetici olmadan önce yönetici olamayacaksın. Ve ondan önce yönetici koltuğuna oturamazsan yalnızca yöneticilerin ulaşabildiği, mafyaya katılma nedenin olan, gizli belgeleri okuyamayacaksın. O belgelerde gerçek kimliğin yazıyor.”
Chuuya’nın ifadesi değişti.
“Neden…”
“Ve böyle devam edersen bir beş yıl daha yönetici olamazsın.”
Chuuya öfkeyle kaşlarını çattı ve dişlerini sıktı.
“Öyle bir şey demedim…”
“Demene gerek yok.” Pianoman zalimce gülümsedi. “Her şeyi patrondan duydum.”
“Ne?!” Chuuya artık açıkça sinirden küplere binmişti.
“Patronun emirleriydi. Gençler Derneğine girdikten kısa süre sonra eline yeni bir bilgi geçer ya da kendi başına bir şeyler soruşturmaya gidersin diye seni izlememizi istedi.”
“İzleniyor… muydum..?”
Pianoman baş salladı. “Gerekli bir tedbirdi. İstediğini bulursan er geç dişlerini patrona gösterirdin. Eskiden düşman organizasyonundandın. Elbette mafyaya katılmanın asıl sebebini öğrenecektim. Gerçeklere baya şaşırdım açıkçası.”
“Kes.” Chuuya kana susamış bir sesle hırıldadı.
“’Arahabaki’, ordunun yapay yetenek araştırması için bedene verilen takma isim. Prototip Numarası: 258-A. O sendin. Gerçekte insan olmadığından ve kişiliğinin yapay olduğundan şüpheleniyorsun. Bunu düşünmenin nedeni de rüya görememen.”
Chuuya’nın sesi aniden gölgeye dönüştü.
Göz açıp kapayıncaya kadar olan olmuştu. Sağ elini yılan gibi kıvırarak Pianoman’in kolunu kavradı ve piyano tellerini çıkaran aleti parçalara ayırdı. Chuuya, kırılmış keskin isteka parçalarından birini alıp Pianoman’in boğazına dayadı.
Chuuya’nin çevresindekiler de anında değişti. Lippman takımından bir tabanca çıkarıp Chuuya’ya doğrulttu. Albatros’un bıçağı kusursuz bir şekilde Chuuya’nın boğazına dayandı. Doc şırıngasını çıkarıp Chuuya’nın şakağına bastırdı. Iceman kırık şampanya parçasını alıp Chuuya’nın gözüne tuttu.
Sonra hepsi kıpırdamadan kaldı. Kimsenin nefes almaya ya da ani hareketler yapmaya cesareti yoktu. Fotoğraftakiler kadar hareketsizdiler. Yalnızca sabah güneşinde dans eden tozlar hareket ediyordu.
Odadaki herhangi kimse tek hareketiyle birisini öldürebilirdi. Ama hiçbiri kıpırdamadı.
“Yapsana.” dedi Chuuya. Sesi ok fırlatmaya hazır bir yay kadar tizdi. “Hepinize söylüyorum, yapın hadi.”
“Çok ısrar ediyorsan yaparız. Ama ondan önce planladığımız bir etkinlik daha var.” dedi Pianoman sakin bir sesle.
“Neymiş?”
“Hediyemiz olduğunu söylemedim mi?” Gömleğinin cebinden bir şey çıkardı. “Buyur.”
Chuuya dikkatle baktı, sonra dondu.
“…Huh?”
Bunları der demez her şeyi donmuştu. Nefes alış verişi, hatta belki kalbi bile durmuştu.
Chuuya’nın eli gevşedi ve tuttuğu kırık isteka yere pat sesiyle düştü.
Chuuya, bulunduğu durumu unutarak fotoğrafı almak için titreyerek eğildi.
Pianoman bir fotoğraf tutuyordu.
“Baya değerli, değil mi? Bulana kadar canım çıktı.”
Chuuya transa girmiş gibi yüzünü fotoğrafa yaklaştırdı. Pianoman’in sesini duymuyordu bile. Diğer herkes silahlarını çekti, her birinin yüzünde rahatlamış bir gülümseme vardı.
Chuuya’nın beş yaşındaki fotoğrafıydı.
Sahilde çekilmişti, arkada deniz parıldıyordu. Yanında çizgili bir kimono giymiş genç bir adam duruyordu. Fotoğrafçıya bakarken el ele tutuşuyorlardı. Genç adam, güneş ışığı gözlerine çarpmış olacak ki kısık gözlerle utangaç bir şekilde gülümsüyordu. Küçük Chuuya kameraya ilgisizce bakıyordu, muhtemelen neler olduğunu anlamamıştı.
“Batıdaki eski, taşra köylerin birinde bu fotoğrafı bulduk.” dedi Pionaman. “Gerçi köy şimdi terk edilmiş. Doc, köyün yakınlarında tutulan sağlık raporlarına bakabildi – Doc”
“Fufu… İnsanlar yalan söylese de diş sağlık raporları söylemez.” Doc başka bir dosya daha çıkarırken gülümsedi. “Bunlar geçmiş yılların sağlık kayıtları… Sanırım sonunda bir işe yarayabildiler…. Fufufu.”
Chuuya bir Doc’a bir de elindeki belgelere afallayarak baktı.
“Sorun yok, Doc! Tüm övgüyü hak ettin ya sanki!” dedi Albatross başka bir belgeyi çıkarırken. “Ben olmasaydın o kayıtlara ulaşamazdın. O eski kliniğin tuttuğu raporlar büyük bir sağlık şirketinde kayıtlıydı. Şu acayip iş adamlarından sağlık raporlarının nerede tutulduğunu öğrenen bendim! İşimi halledene kadar bekçileri tehdit ettim!”
“Elbette soruşturmacı ne kadar iyi olursa olsun ilk adımı atmadan hedefine ulaşamaz.” diyerek hafifçe gülümsedi Lippman, başka bir dosyayı daha çıkardı. “Şahsen tanıdığım bir kadından hükümetin askeri kayıtlarına erişim izni istedim. Orijinal kayıtlar doğal olaraktan gizli tutuluyordu ve savaştan sonra imha edilmişti ama anladığım kadarıyla Batılı askeri bir birlik oradan buradan ceset bağışı istiyormuş. İlk ipucumuz buydu. Yani en önemli katkıyı ben yaptım.”
Chuuya hikayenin nereye gittiğini anlamıştı ve gergin bakışlarla son adama döndü.
Iceman.
“…Ben pek bir şey yapmadım.” Son belgeyi çıkardı. “Ailenin kardeşlerini buldum, oradan da soyağacını, okul kayıtlarını ve sınıf fotoğraflarınla birlikte gittiğin okulun yerini, mahalli idareden doğum belgeni buldum. Pionaman patrondan gizli tutmamızı istedi. Mafyanın istihbarat birimine güvenemeyeceğimden boş evleri sekiz defa soymam gerekti.”
“Se…sekiz defa mı?”
Chuuya belgeleri alırken farklı duygular içerisindeydi. Iceman başını salladı ve o gün ilk kez belli belirsiz gülümsedi.
Gündelik alışkanlıklarını bilen pek kişi olmasa da çalışmadığında Iceman, kahveyi ve müziği seven oldukça sakin ve kibar bir insandı. Çok az insan bu yönünü bilirdi.
Ama bardaki herkes biliyordu.
Chuuya her birine baktı. Herkes gülümsüyordu: Pionaman, Albatross, Doc, Lipmann, Iceman.
Liman Mafyasının dahileri…
“Neden?” Chuuya fotoğrafa baktı. “Patronun emirlerine… karşı geldiniz.”
Patronun görüşüne göre Chuuya’nın doğumundaki sır onu organizasyona bağlayan prangaydı. Bu yüzden bu sırrı öğrenmediği sürece mafyaya ihanet etmezdi.
Ama Pionaman önemsizmiş gibi omuzlarını silkti. “Bana sırrı öğrenip öğrenmediğini görmek için seni izlemem söylendi, sır saklamam için değil.”
Chuuya art niyetleri olup olmadığını anlamak için Pionaman’e baktı.
“Neden?” bir anlığını Chuuya’nın yüzü endişeyle doluydu. “Neden bu kadar ileri gittiniz?
“Ne demek neden?” Pionaman’in yüzü her zamanki gibiydi. “Zaten söyledim ya. Yıldönümün için.”
“Ama…”
“Çok da büyük bir şey değildi zaten.” Lippmann Chuuya’nın tavrı karşısında kafası karışmış gibi herkese baktı. “Bana sorarsan cevap apaçık ortada.”
Ve Lippmann sıradan sesiyle konuşmaya devam etti.
“Çünkü arkadaşınız da ondan. Koyunlarda farklı mıydı?”
Farklıydı.
Chuuya’nın sarsılan ifadesi her şeyi söylüyordu. Koyun’daki herkes Chuuya’ya güvenirdi. Tersi asla olmamıştı.
“Şöyle düşün Chuuya-san…” Lippman yumuşak bir tonla konuştu ve ellerini açtı. “Bunu hediye değil de ‘bayrak’ olarak kabul et. Antik Roma’da ordunun bayrak dalgalandırmasının tek nedeni insanlara ‘Biz buradayız ve beraberiz’ demek içindi. Ne zaman aramızdan birisinin başı derde girerse bayrağı ve altında toparlandığımızı hatırla. Dört gözle bekleyeceğim.”
Başını hafifçe eğdi.
“Fufu… Oldukça etkileyici bir konuşmaydı. Senden de bunu beklerdim zaten Lippmann. Acaba tatlı sözlerine kaç kadın kanmıştır.” Doc kendi kendine konuştu.
“Ne demek istediğini anlamadım.” dedi Lippman soğuk bir gülümsemeyle. “Oh, doğru ya. Bu arada Gençler Derneğinin resmi adı ‘Bayraklar’. Kullandığım metafor buradan geliyor. Ne yazık ki yalnızca kurucumuz, Pionaman bu adı kullanıyor.”
“Bayraklar mı?” Albatross başını eğdi. “İlk defa duydum.”
“Unuttum demeyin? Yapmayın ama, ilk katıldığınız açıklamıştım ya?”
Pionaman etrafına baktı ama herkesin yüzü kayıtsızlıkla doluydu.
“Bir dakika, ciddi misiniz siz? Gerçekten hatırlamıyor musunuz? O adı bulmak için üç ayımı harcamıştım?”
Hepsi Pionaman’in bakışlarından kaçındı.
Yalnızca Chuuya elindeki fotoğrafa dikkatle bakıyordu. Chuuya’yı büyüleyen fotoğrafta çekilenler değil, varoluşun kendisiydi. Sanki tüm cevaplar okuması için yazılmıştı.
“Chuuya, birinci yıl dönümün kutlu olsun!” dedi herkes.
Bir anlığına –birkaç saniyeliğine Chuuya ne yapacağını bilmeyen kayıp bir çocuk gibi duruyordu.
Önce diğerlerine sonra belgelere, son olarak fotoğraftaki kendisine baktı.
“N’oldu?”
Chuuya kendisine gelerek şaşkınlıkla zıpladı.
“Şey-“
Yüzünü öfkeyle buruşturmaya, keskin sözler söylemeye çalıştı ancak hiçbir şey çıkmadı.
Hepsi merakla Chuuya’ya baktı.
Chuuya hızla arkasını döndü ve girişe doğru yürürken bağırdı.
“Ahh, şimdi anladım!” Sesi gereksiz yüksekti. “Bana bunları göstererek beni hazırlıksız yakalamak istediniz, böylece ağlayıp sizden özür dileyecektim öyle mi?”
“Hm? Hayır…”
“Beni böyle numaralarla kandıramazsınız anladınız mı?! Asla avucunuzda oynamayacağım!” Chuuya gözlerini gruptan çevirerek girişe doğru adım atı. “Eve gidiyorum! Beni takip etmeyin, anladınız mı? Ve sakın yüzüme bakmaya cüret etmeyin!”
Chuuya bunları söylerken Pionaman herkese boş bir bakışla baktı. “Anlıyorum. Madem Chuuya eve gitmek istiyor yapabileceğimiz bir şey yok. Hep beraber bilardo oynarız diyordum ama… herhalde beş kişiyle de idare ederiz.”
“Onur konuğumuz hemen gidiyor mu?” Lippmann kaşlarını kaldırdı. “Yapacak bir şey yok sanırım. Neyse ki pek çok alkolümüz var. Biz de iş stresini atmak için uzun uzun oynarız. Ah, ayrıca birinci olana ödül de var.”
“Eğlenceli olacak.”
“Heey, Chuuya! Madem eve gideceksin, dikkatli ol!” Albatross girişe doğru el salladı.
“Ne yaparsanız yapın!”
Chuuya kapıyı tekmeleyerek açtı ve bardan çıktı.
Herkes bir birbirlerine bir de kapıya baktı. Kimse tek kelime etmedi.
On, yirmi saniye sessizlikle geçti. Kimse ne kıpırdadı ne de konuştu.
Otuz saniye, kırk saniye… yaklaşık elli saniye sonra kapı yavaşça aralandı.
“Siktir… kuralları anlat. O ödülü almadan eve gitmeyeceğim!”
Chuuya yüzünde acı ve öfkenin karışımıyla kapı girişindeydi.
“Tabii.” Pionaman gülümsedi.
---
Sonrasında dükkan sıradan bir bilardo barı gibiydi.
Seramik topların çarpışma sesleri, ayak sesleri, tezahüratlar, yuhalamalar, sızlanmalar, kadehlerin birbirlerini çarpması, düşen topların sesleri ve gençlerin kahkahaları odayı doldurdu. Dünyanın neresinde olsa görülebilecek sıradan bir manzaraydı.
Şehirde sayısız örneği bulunan bir manzara olmasına rağmen her örnek o anda görülenleri yakalayamazdı. Dünyanın herhangi bir yerinde, herkesin görebileceği gençlerin basit, boş gevezeliği…
“Son oyunu kim kaybetti?”
“Bugün dırdır edemeyeceksem başka ne zaman edeceğim?”
“Alkol bana yetmedi.”
“Hahaha! Sarhoşluktan ellerim tutmuyor! Kaybettim!”
“Ellerini kontrol edemiyorsun. Vurduğun topun üç katını ben vuruyorum.”
“Öyle demesene yaa!”
Hareketli bir bardı. Birisi müzik kutusunu çalıştırdı. Muhabbetler, şampanya kadehleri, bilardo toplarının ve rustik üflemeli bir çalgıyla çalınan müziğin sesi iç içeydi.
Her sokak köşesinin buna benzer bir yeri vardı. Herkes istese ve elde etmesi çok zor olmasa da bir kez kaybettiniz mi anında ortadan kaybolurdu.
Şampanyanın köpüğü gibi…
“Fufufu… bu atış her şeyi belirleyecek.”
“Bu arada limanda seni sarışın bir kızla yürürken gördüm. Yeni sevgilin mi?”
“H-Huh…? Eh?”
“Ah! Batırdım!”
“Sizin derdiniz ne be, bana karşı kaybetmeyi bu kadar çok mu istiyorsunuz?”
“Vay, o topun yeri tehlikeli! Sakın Chuuya’ya vermeyin, yenilmez prense uzatmayın!”
“Sen kime ‘yenilmez prens’ diyorsun?!”
“Karar ver artık! Yalvarırım bir kerelik boşver.”
Ve topa vuruldu.
Mükemmel bir atıştı.
Takip vuruş beyaz topun dönmesine ve ilk hedefine vurmasını sağladı. Top, sonra sıradaki hedefine çarptı. Diğer toplardan kazandığı momentumla daha da fazla parlak renkli toplara çarparak bilardo masasında karışık geometrik bir desen yarattı.
“Vay!”
Birisi nefes aldı. Topların takip etmesi zor, karmaşık çarpışma süreçlerinden sonra son hedef, sarı ve beyaz 9 top ortadaki deliğe yuvarlandı.
9 top olağanüstü bir yavaşlıkla deliğe düştü.
Herkes tezahürata başlamadan önce bir an sessiz kaldı.
“Muhteşemdi!”
“Az önce gördüklerim ancak profesyonel maçlarda görülür!”
“Mükemmel bir atıştı.”
“Yazık oldu, Chuuya. Saltanatın sona erdi.”
“Yeni bir kral doğdu.”
“İyi de topa kim vurdu?
Sonra garip bir şey oldu.
Hepsi şaşırmıştı. Topa vuran kişiyi aramaya başladılar.
“Eh?”
Birkaç dakika öncesine kadar barda yalnızca altısı vardı.
Ama şimdi yedi kişiydiler.
“Övgüye hayır demem.” dedi yedi numaralı kişi.
Sesin sahibi mavi takım giymiş uzun boylu, uzun siyah saçlı ve kırmızımsı kahverengi renk gözleriyle genç bir adamdı. Düzenli birisine benziyordu ancak ciddiyeti belirgindi. İstekayı kraliyet asası gibi tutuyordu.
“Ödüle de hayır demem. Araştırma kılavuzunun temelleri, insanlardan bilgi almak için onlarla etkileşime geçmemizi ve samimileşmemizi söylüyor. Ve plana göre bilardo oyunuyla ilişkimizi derinleştirdik. Artık göreve devam edebiliriz.”
Genç adamın gözleri ciddi, sesi düz ve mantıklıydı.
Dostluk maçı sona ermişti.
Bir Kukri bıçağı adamın kafasına doğru uçtu ve geçtiği boşluğu yakıyormuş gibi ses çıkardı.
“Aman dikkat.”
Genç adam havada kendisine doğru gelen bıçaktan kaçınmak için başını eğdi. Ancak saçlarının bir kısmı bıçaktan kaçamayıp kesildi.
Bıçağı atan Albatross’tu. Adam saldırıdan kurtulduktan sonra Albatross kaygısız ifadesini koruyarak eğildi.
Arkasında Iceman istekayı tutuyordu. İstekayı ileriye sallarken tüm bedeni yay gibi büküldü, saldırısı keskin nişancı tüfeğinden fırlayan mermi gibiydi.
Mavi takımlı genç adam saldırıdan kolayca kaçındı. Iceman isteka ucunu ardı ardına sallayarak saldırısına devam etti. İsteka burnunun yanından geçer, kafasında uçuşan saçlara değer ve kulaklarını kapatan saçların arasından geçerdi ancak Iceman direkt bir vuruş asla yapamadı. Birkaç milimetreyle hep kaçırdı.
“Kötü değil.”
“Haha, ilginçmişsin! Kapıyı dahi tıklatmadan bara girdiysen herhalde canına susamışsın! Eh, bize de dileğini gerçekleştirmek düşer!”
“Dostça oyun oynamamıza rağmen deneklerin saldırıları artıyor. Mantıksız. Nedenini merak ediyorum.”
Kurtlar adamın sözünü bitirmesini beklemedi. Pionaman çoktan az önce istekadan dengesini kaybetmiş adamı telle sarmaya çalışıyordu. Pionaman’in kol saatinden ince, parlak bir iplik çıkarak daireler çizdi.
“Kellen yere düştüğünde konuşmaya devam ederiz.”
İplik, yavaşça genç adamın omuzlarına düştü. Çıplak gözle görülmesi imkansızdı, ipliğin omuzlarında olduğunu gösteren tek işaret küçücük bir ışık yansımasıydı ama ip, adamın boynuna dolanmıştı.
Pionaman bileğini hızlı bir şekilde sallayarak ipi geldiği yere getirip hedefinin boynun doladı. Chuuya mekanizmalardan birisini bozmuş olsa da Pianoman her iki koluna da tel tabancası takıyordu. ve mekanizma bir kez çalıştı mı hiçbir güç hedefinin kellesini almasını durduramazdı.
Genç adam istekayı hemen boynuyla ipin arasına getirdi. Ancak piyano teli istekayı şekermiş gibi kolaylıkla kesip ezdi.
Piyano teli genç adamın boynunun sınırına dayanmıştı.
Acımasız çelik tel adamın boynunu masa gibi dümdüz yapacaktı-
Ancak öyle bir şey olmadı.
“Ne..?”
Genç kaçmamış hatta teli boynundan çıkarmaya bile uğraşmamıştı.
Çünkü gerek yoktu. Piyano telleri derisinin yüzeyinden öylece geçip gitmişti.
Cihaz, cilde saplanırken cızırdadı ama o kadardı. Adamın üzerinde tek bir çizik yoktu.
“Dış deride yük tespit edildi.” dedi adam düz bir yüzle. “Alınan veriler doğrultusunda zorunlu savunmaya geçiliyor.”
Birden yana döndü. Hiçbir hazırlık yapmadan vücudunu tekerlek gibi savurdu. Deri ayakkabıları havada çemberler çiziyordu. Pianoman’in küçük tel tabancası hareketlerin hızına dayanamadı ve piyano teli cihazdan koptu. Makinenin parçaları havada uçuştu.
“Ohh, aferin.” dedi Pianoman geri çekilirken. “Yeteneğin savaş tipi mi? Mafyanın inine bir başına gelecek kadar yüreklisin.”
Herkes adamla arasındaki mesafeyi açtı.
Normal savaş kuralları yetenek kullanıcılarına geçerli değildi. Yetenekliler, bıçak ve silahların aksine savaşta öngörülemez felaketlerdi. En ufak hatada karşı dünyaya bilet kesilebilirdi.
Aralarına mesafe koyduktan sonra genç adam yetenek kullanımı olmayan, sıradan savaş pozisyonuna girdi.
“Hayır hayır. Gizli saklım yok.” dedi adam. Mavi takımının göğüs cebinden siyah bir rozet çıkardı. “Adım Adam. Gördüğünüz üzere Avrupa Polis Teşkilatından dedektifim.”
Odanın atmosferi değişti.
“Polis mi dedin?” Pianoman kurnazca gülümsedi. “Anlıyorum. Pekala Adam-san çok ciddi bir yanlış anlaşılma olmuş. Polislik yetkini kullanarak aramıza katılabileceğine ve yine de canlı ayrılabileceğine inanıyorsan yanılıyorsun! Lippmann!”
“Anlaşıldı.”
Lippmann ceketinden iki tabanca çıkardı ve ateş açtı. Kullandığı mermiler saniyede 10 merminin hızıyla ilerliyordu.
Kendini Adam olarak tanıtan adam kurşunlara karşı korunmak için elini kaldırdı. 9 mm’lik mermiler elinin arkasına çarpıp farklı yönlere sekti.
“Darbe algılandı! Kırılma tehlikesine kadar yalnızca %63’lük hasar alınabilir!” Adam bağırdı. “Uluslararası polis memuruna zarar verebilirsin!”
“Düşündüğüm gibi fizik kanunlarına karşı çıkan bir yetenek kullanıcısısın.” Pianoman Adam’a soğuk gözlerle baktı. “Lippmann, bağla şunu. Kısıtlayıcı taktiklere geçiyoruz.”
“Bekle.” Iceman sert bir sesle konuştu. “Derimde karıncalanma hissetmiyorum. Yani-”
O gün ilk kez Iceman şaşırmıştı.
“Adam yetenekli değil!”
“Ne?”
Herkesin kafası karışmıştı.
İmkansızdı. Sıradan bir insan endüstriyel çelik piyano telini kırıp 9 mm’lik mermileri durdurabilir miydi hiç? Mümkün değildi. Yerçekiminin çekmesi yerine itmesi ya da güneşin aya çarpmasıyla aynı olasılığa sahipti. Ama Iceman’in sezgileri asla yanılmazdı.
İnsanlar birbiriyle tutarsız iki durumlarla karşılaştığında savaş pozisyonlarını korumaları zorlaşırdı. Normal insanların kargaşaya kapılması ya da kaçması gayet doğaldı.
Ama onlar normal değildi.
“İlginç.” Pianoman güldü. “O zaman ilk gelen kazanır! Adamı ilk kim yenerse önümüzdeki hafta boyunca adı kasabanın dillerinde olur! Millet, yeteneklerinizi kullanmanıza izin veriyorum!”
“Gizli yeteneğini bulacağız, huh… anlaşıldı.”
“Haha! Demek öyle!”
“Fufu… doğrayacağım onu.”
Sonra dükkanda sıkılmış yumruklardan sayısız ışık parladı. Adam’ı yıldızlar gibi sardıklarında ne öfkelerini ne de itibarlarını umursuyorlardı.
O sırada Adam’ın bedeni yere yığıldı.
“Oh?”
Adam’ın deri ayakkabıları sanki çöl kumuna basıyormuşçasına sert zemine saplandı. Parke gıcırdayarak parçalandı ve ayakkabılarını bataklığa basmış gibi yuttu. Bacaklarından birini kaldırdı ancak diğer bacağı daha da derine battı. Düşünmeden zemine tutundu ama bu da boşunaydı.
“Ne…”
Adam vücudunu bükerek bilardo masasının bacaklarına tutunmaya çalıştı.
Elinin arkasından bir şey büyümeye başladı.
Derisini kaplayan ufak pulları ve kuşa benzer ince uzun boynu vardı, ağzı dişlerle doluydu.
Dinozordu.
Minyatür dinozor bitkiymiş gibi herkesin başında büyümüştü.
“İstihbarat kaynağında ilgili bilgi bulunamadı.” Adam başını eğdi.
Dinozor çığlık attı ve Adam’ın ensesini dişlemek için eğildi.
Adam dinozordan kaçmak için başını sallasa da dengesini kaybettiği için zemine daha da battı.
“Eh, bir kez daha deneyelim.” dedi birisi.
Aniden tavandan ince iplikler çıktı. İpler Adam’ın vücuduna dolanarak onu hızla kaldırdı. Etrafında toz bulutları havalanırken Adam’ın bedeni tavana çarptı.
Tavandan kırılan tahta parçaları yerçekimiyle yere düştüğü sırada Adam acıdan inledi, iplikler kayboldu.
Adam yerçekiminin etkisiyle yere düştü ve bir kez daha kum bataklığa saplandı.
“Savaş Değerlendirme Modülü durumu algılayamadı.”
Adam’ın boğazına yine piyano telleri dolanmıştı.
“Hepimize bir başına meydan okuyarak hata ettin, Polis Bey.” Yedek piyano tel tabancasını tutan Pianoman zalim bir gülümsemeyle konuşu. “Dünya şampiyonu dahi hepimizin yetenekleriyle bir kez vurulduktan sonra on saniye dayanamaz. İşte bu yüzden birinci yıldönümü hediyen bu. Hadi Chuuya, git kolunu bacağını kır şunun.”
“Chuuya mı?” bu sözleri duyduktan sonra Adam’ın ifadesi değişti. “Demek sendin.”
Göz açıp kapayıncaya kadar olan oldu.
Adam sağ elini zemine kasten batırdı. Dinozor ortadan kaybolurken çığlıklar attı.
Adam sol bacağıyla yakınındaki bilardo masalarından birisini tekmeleyerek masanın üstündeki istekayı düşürdü. Yere düşen istekayı Adam ayak parmaklarını kullanarak havaya fırlattı. Bunların hepsini arkasına bakmadan yapmıştı.
Tekmelediği isteka havadan döndü. Adam istekayı almak için arkasına uzandı ve onu kumlu zemine koymadan önce birkaç tur döndürdü.
Böylece zeminden çıktı.
“Cambaz mısın be?!” Albatross bağırdı.
“Daha fazla kıpırdamasına izin vermeyin!” Pianoman emirlerini bağırdı.
Lippmann iki tabancasıyla ateş etti.
Adam mermilerden kaçınmak için bedenini büktü. Kurşunlar neredeyse hedefini vuruyordu. Yağan kurşunların yarattığı ölüm labirentinden kolayca kaçtı.
Ve yere, Chuuya’nın yanına indi.
Chuuya ve diğerlerinin durduğu zemin henüz çöl kumlarıyla kaplanmamıştı.
Adam istekayı kaldırdı.
“Chuuya!” birisi bağırdı.
Ve isteka-
…yere düştü.
“Chuuya-san.” Adam tek dizi üstüne çöktü, başını indirdi ve sanki bir asilzadenin huzurundaymış gibi saygıyla eğildi. “Sizi korumaya geldim.”
“…Huh?”
Chuuya afallamıştı. Boyun eğen Avrupalı adama kuşkuyla baktı.
“Gördüğünüz makine yetenekli mühendis Dr. Wollstonecraft tarafından üretilen dünyada ilk otonom, düşünme yetisine sahip bilgisayarın 1. Modeli, Adam Frankenstein’dir. Amacım sizi hedef alan bir suikastçıyı tutuklamak. Suikastçının adı Verlaine. Paul Verlaine.”
“Verlaine mi?” Bu adı duyduktan sonra Chuuya’nın yüzü soldu. “O adı nereden biliyorsun sen?”
“Tanıdığın birisi mi Chuuya?”
“Suikastçı mı dedi?”
“Bu adam ciddi ciddi bilgisayar mı?”
Gençler merakla konuştu.
Adam ayağa kalktı ve gözlerinde ciddiyetle konuşmaya başladı.
“Chuuya-san, Verlaine’i tek başınıza yenemezsiniz. Bu yüzden bu göreve atandım. Verlaine sıradan bir suikastçı değil, suikastçıların kralıdır. Suikastçıların kralı Paul Verlaine, sizin ağabeyiniz.”
---
Rengarenk küreler havada dans ediyordu.
Kırmızı, turuncu, koyu yeşil… bu parlak renkler aşağı inmeden önce havada yaylar çiziyor, farklı yüksekliklerden sıçrayarak göze çarpıyordu.
“Oha…” dedi Albatross şaşkın bir sesle.
Adam bilardo toplarını savuruyor, havaya atıyor sonra sanki torbalarmış gibi yakalıyordu. Dokuz farklı küre hayvanlar gibi dans ediyor, uçarken havada karmaşık şekiller çiziyordu.
“Aynı sokak sanatçılarına benziyor.”
“Bu arada…” Adam bilardo toplarını fırlatırken ciddi bir yüz takınmıştı. “Karşı karşıya yerleştirilen en yüksek iki bilardo topunun üzerindeki sayılar aralarında asaldır. Yani birbirleriyle ortak çarpanları yoktur.”
Pianoman kollarını kovuşturdu ve bilardo toplarına bakarken düşünceli bir şekilde gözlerini kıstı. “Hmm… 5 ve 8, sonraki 4 ve 9… Ah, haklısın.”
“Huh? Neyler… asalmış?”
“Off, Albatross. Git biraz matematik çalış. Sıralamada yükselmek istiyorsan böyle şeyleri bilmen gerekiyor.” Pianoman öfkeyle konuştu.
Bilardo barının içinde altı genç adam Adam’ı çevreleyerek bilardo masasında oturuyordu. Adam oyunlar oynarken onu hayranlıkla izlediler.
“Akrobaside yetenekli misin?”
“Basit bir fizik hesaplaması o kadar.” dedi Adam boş bir yüzle. “Yerçekimi ivmesi, hava direnci, dönme momenti, Coriolis kuvveti. Maddenin tüm halleri üzerinde etkili olan fiziksel nicelikleri simüle ediyor ve bunu bilardo toplarının hareketlerini tahmin etmek için kullanıyorum. Bu tarz fizik hesaplamalarını insan aklından çok bilgisayarda yapmak daha uygun.”
“Vay… İnanılmaz.” Albatross şaşkınlığını gizleyemedi. “Bi’bok anlamadım. Sen anladın mı?”
“Anladım.” Iceman başını salladı.
“Ya sen Lippmann?”
“Anlamayan bir tek sen varsın.” Lippmann önüne bakarken soruyu cevapladı.
“Ve şimdi final zamanı.”
Adam arkasına bakmadan bilardo toplarını omzunun üzerinden ardındaki bilardo masasına attı. Dokuz topun her biri bilardo masasındaki deliklere tam girdi.
Ve sessizlik…
“Tada!” Adam kollarını açarak aniden yüksek sesle bağırdı. Herkes korkuyla yerinden sıçradı.
Adam önce etrafındaki insanlara sonra bilardo toplarının düştüğü arkasındaki masaya baktı ve kafasını salladı. “Oh? Alkış yok mu? Harici depolama veri tabanımdaki bilgiden farklı davranıyorsunuz.”
“Aynen. Galiba gerçekten insan gibi davranamıyor.” Iceman düz bir yüzle konuştu.
“Fufu… Avrupanın yetenekli teknolojisi dedikodularda anlatıldığından bile daha iyiymiş.” Doc’un yüzünde karanlık bir gülümseme belirdi. “Bu teknolojiyi hastalarımda kullanmak istiyorum. Fufufu…”
“Umm, izninizle kendimi tanıtayım.” Adam, Chuuya ve diğerlerine dönerek eğildi. “Adım Adam. Ülkeye bir soruşturmayı yürütmek üzere gizlice gelen yapay zeka dedektifiyim. En sevdiğim yemek palamut ve orman meyveleridir. Havaalanındaki güvenlik kontrol bölgesinde bulunan metal detektörlerinden hoşlanmıyorum. Hayalim yalnızca makinelerden oluşan bir dedektiflik bürosu kurmak ve yapay zekayla aynı düzeyde soruşturma yeteneğine sahip insanların hayatlarını korumak.”
“Yalnızca makinelerden oluşan dedektiflik bürosu mu kurmak istiyorsun? Neden?”
“Çünkü bizler, siz mantıksız ve oransız insanlara kıyasla mükemmel makineleriz.”
“Bu konuşma gittikçe beni korkutmaya başladı.”
“Eh, makine olduğuna inandık.” dedi Pianoman. “Ama hala çözülmesi gereken bir sorun var. İnsan ol ya da olma mafya polisle işbirliğine girmez. Bizim yeteneklerimizi de az biraz gördün. Madem yetkililere rapor etmeyeceksin o zaman neden öğrendiğin bilgiyi, özellikle mafyanın aleyhine gelen bilgiyi bize anlatmıyorsun?”
“Lütfen kendinizi yormayın.” Adam açıkça gülümsedi. “Görevim yalnızca Verlaine’i tutuklamak. Mafyanın gizli belgelerini rapor etmem gerekmiyor. Kesin söylersem, rapor edemiyorum. Programlamam bu şekilde yazılmış.”
“Neden?” gülümseyen Adam’a sordu.
“Kesin yalan söylüyor.” dedi Chuuya sert bir sesle.
Herkes ona döndü.
“Ne var?” Chuuya bakışlarıyla karşılık verdi. Cbu oyuncak robotun sırlarımızı tutmayacağından endişelenmiyorum. Başka bir şey hakkında yalan söylüyor. Verlaine mi suikastçılar kralıymış? Ağabeyimmiş mi? Havadan sudan mı konuşuyorsun sanıyorsun? Öncelikle Verlaine’in beni hedef alması imkansız.”
“Neden?” Pianoman Chuuya’ya baktı.
“Ah, çünkü…” Chuuya sanki yalnızca gözlerinde kendisinin görebildiği geçmişe bakıyormuş gibi bir bakışla konuştu.
“Paul Verlaine çoktan öldü.”
“Ne?”
Biraz tereddüt ettikten sonra Chuuya konuşmaya başladı.
“Arahabaki Olayı”ndan tam bir yıl önce olmuştu. Bu davanın aslı, dört yöneticiden birinin bir tanrıyı taklit ettiği insanları hayrete düşüren bir isyan vakası olarak biliniyordu.
Bu olayın gerçek nedeni ise dokuz yıl önce – Dünya Savaşının son yıllarında- başlamıştı.
Eski ulusal savunma bakanlığı insan eliyle yapılmış yetenekli yaşam formu Arahabaki’yi gizlice inceliyordu. Avrupa ülkelerinden iki ajan bu çok gizli araştırmayı çalmak için gönderilmişti. Bu iki yetenekli ajanın adları Arthur Rimbaud ve Paul Verlaine’di. Zeki ve becerikli yetenekliler Arahabaki’yi kazasız belasız çaldılar ve askeri üsten kaçtılar.
Ancak kaçmalarından kısa süre sonra bir sorun çıktı.
Paul Verlaine vatanına ihanet etmişti.
Ortağı Rimbaud’a saldırdı ve görevlerinin hedefi, Arahabaki’yi çalmaya çalıştı. Sonra savaş çıktı. İkisi de üstün yetenek kullanıcılarıydılar bu yüzden savaşlarının ışığı gece gökyüzünü kavurdu ve tüm bölgeyi muhteşem bir gürültüyle sarstı.
Savaşları kısa süre sonra sona erdi. Ribaud kazanmıştı. Ama zaferi karşılığında iki ağır bedel ödedi.
İlki en güvendiği ortağı ve yakın arkadaşı Verlaine’i kendi elleriyle öldürmesiydi. İkincisi ise savaş sırasında ordunun takip birimine konumlarını belli etmesi.
Verlaine ile giriştiği ölümüne kavgadan sonra zayıflayan Rimbaud’un etrafını askeri birlik sarmıştı. Rimbaud son çare olarak çalınan Arahabaki’yi yeni bir yetenek gibi kullanmaya çalıştı.
Rimbaud’un yeteneği buydu. Bir kişiyi rehin alır ve güçlerini yeteneğine ek olarak kullanırdı. Ama o sırada, yalnızca o an aşkın yeteneği geri tepti.
Arahabaki’nin mührü kırılmıştı.
İnsan aklının ötesinde tanrısal bir canavardı, gerçek gücünün serbest kalmaması için ordu tarafından güçlü bir mühürle mühürlenmişti. Sonuç olarak Rimbaud, Arahabaki’yi yeteneği olarak alamamış, onun yerine mührü almıştı. Ve Arahabaki’den mührü aldığı için canavar gerçek formuna bürünmüş, kendini tüketene kadar her şeyi yakıp yıkan kara alevlere sarmıştı. Ordu, araştırma laboratuarı, çevredeki arazi… her şey yanıp kül olmuştu.
Sonra yerde havana benzer çukur hariç ortada hiçbir şey kalmadı.
Rimbaud, yeteneği sayesinde ani ölümden kaçmayı başarsa da neredeyse tüm anılarını ve gücünü yitirmişti.
Mafyanın teki tarafından yakalanana kadar bir süre sokaklardaydı. Ve sonra sekiz yılını kayıp anılarını kazanarak ve kaderinin yolunu şekillendirerek geçirdi.
Tüm anılarını tamamen geri kazanmak için gerçek Arahabaki, Chuuya’yı, oltaya getirip yakalamak amacıyla bir plan yaptı. Bir yıl önceki Arahabaki olayının gerçekleşmesinin nedeni buydu.
Sonra Rimbaud Chuuuya ile savaştı, kaybetti ve öldü.
“Huh?!” Albatross histerik bir sesle bağırdı. “Bekle, bekle, bekle! ‘Sahte Patron’ olayından mı bahsediyorsun? O olayın sorumlusu Randou-aniki(1) diye duymuştum. O zaman Randou-?”
“Evet.” Chuuya başını salladı. “Aslında Avrupa’nın ajanıydı. Bu olay Arahabaki’yi ortaya çıkarmak için yapılmış abartılı bir tuzaktı.”
“Anlıyorum.” Iceman başını salladı. “Hep garibime gelmişti. Neden Randou aniden bize ihanet etsin? Mantıklı değildi.”
“Randou’yu ben öldürdüm.” Chuuya ellerine baktı. “Ölmeden önce bana ortağının hikayesini anlattı. Randou o durumda yalan söylemezdi. Verlaine öldü. Ama sen o hikayeyi nerden uydurdun?” Konuşmasını bitirir bitirmez Chuuya Adam’a baktı.
“Hayır.” dedi Adam başını sallayarak. Yüzünde tek bir duygu parçası yoktu. “Verlaine hayatta.”
“Kanıtlayabilir misin?” Pianoman yüzünde eğlenmiş bir bakışla öne eğildi.
“Kanıtlamam mümkün. Ancak mahremiyet emirlerime uygun değil.” dedi Adam ciddi gözlerle. “Ancak bu davayla yakından ilgisi olan Chuuya-san’ın bilme hakkı var.”
Chuuya Gençler Derneği üyelerine bakındı. “Bu adamlar da benimle.”
“Sorun değil.” Pianoman omzunu silkti. “Bu konu senin doğumunla alakalı, söylediklerini dinlemelisin.”
Chuuya işaret parmağını dudaklarına vururken bir an için yüzünde düşünceli bir ifade belirdi. “Tamam.” Dedi ve barın girişine doğru yürümeye başladı.
Chuuya barın kapısına ulaştı, kapıyı açtı ancak dışarı çıkmadı. Tek kelime etmeden kapıyı kapatıverdi.
Herkes şaşırmıştı.
“Doğru dedin. Bu konu beni ilgilendirir.” dedi Chuuya kapının önündeyken. “Ama onların yerinde olsaydım öylece görmezden gelemezdim. Meraktan çatlardım. Bu adamlar da aynı düşünüyor. Kılımı kıpırdatmayacağım bu yüzden tam burada konuş. Yoksa soruşturmanda sana yardım etmem.”
Odadaki herkes Chuuya’ya yeni bir ışıkla baktı.
“Hey duydunuz mu?” dedi Pianoman
“Evet.” Iceman başını salladı.
“Kayıt tuşuna basmayı unuttum.” Lippmann gülümsedi.
“Elimizde kayıt cihazı yok zaten. Sanırım yalnızca beni dinleyerek idare edeceksiniz.”
“Ahhh, yazık olduuuu. Kapıyı açamıyoruz. Galiba Chuuuya gidemeyecek.” Albatros kapıya doğru ilerlerken çaktırmadan döndü ve kapıya ulaştığında açılmasın diye elini yavaşça kapıya koydu.
“Dediklerinizi anlıyorum, Chuuya-san.” Adam Chuuya’ya bakarken başını salladı. “Arkadaşlık bağlarınızı göz önünde bulundurarak karar vermeye meyilsiniz. İnsanların ‘yüreğiyle düşünmek’ dedikleri deyim bu oluyor sanırım. Yapacak bir şey yok. Sizi ikna etmekten vazgeçip farklı bir yöntemle devam etmeyi öneriyorum.
Adam’ın dirseğinden bir tel fırladı.
Ağır teller Adam’ın hem sağ hem sol dirseğinden çıkıp Chuuya’ya sarılarak üst bedeninin hareketini kısıtladı. Chuuya direk gibi dimdik dururken teller uygulanan manyetik kuvvetle geri çekildi.
“Eh?”
“Huh?”
Chuuya tamamen hareketsiz kalmıştı ve o bu sözleri söylerken Adam Chuuya’yı kaldırarak kolunun altına aldı.
Adam Chuuya’yı sağlam bir şekilde sıkıştırdığında dükkandan dışarı fırladı.
“Görevime öncelik veriyorum. Yani…” Adam sustu ve konuşmaya devam etmeden önce birkaç saniye ne söyleyeceğini düşündü. “…yani ben de ‘yüreğimle’ düşünüyorum. Chuuya’yı 30 dakikalığına ödünç alacağım.”
Bunları söyledikten sonra Adam Chuuya’yı bagaj gibi sırtlayarak ayrıldı.
Adam zıplarken yollarda çatlaklar açtı ve evlerin çatılarına indi. Evden eve atlayıp bölgeyi terk etmeden önce üç katlı bir apartmanın duvarlarında koştu ve ardında ağzı beş karış açık kalmış beş mafyayı bıraktı.
“Hey hey,” Albatross çıkışa baktı. “Bir şey olmaz, değil mi?”
Başka ne yapabiliriz ki?” Lippmann de dışarı bakıyordu. “Chuuya-san gözlerimizin önünde kaçırıldı. Sorun olmaz mı?”
“Doğru, sorun olur.” Sözlerinin aksine Pianoman’in yüzünde neşeli bir ifade vardı. “Yarım saat bekleyelim. Geri dönmezlerse arama ekibi yollarız. O zamana kadar bir şeyler içelim.”
“Sen öyle diyorsan…” Lippmann isteksizce başını salladı. “Az önce olayların gidişatına kapıldık ama… yetenekli bir mühendisin böylesine zeki bir varlığı yaratabilmesi mümkün mü? Sen ne düşünüyorsun, Doc.?”
Doc bir anlığına suskun kaldı, sonra her zamanki delirmiş ifadesiyle başını geriye yaslandı.
“Ben de öyle tutulup taşınmak istiyorum.”
“Huh?”
---
Adam Yokohama göklerinde uçtu.
Binalardan atlarken trafik lambalarını iskele gibi kullanıyor, sokakları basamakmışçasına geçerken gökte süzülüyordu. Aşağıda kendisini fark edenler çığlık atıyordu.
Otobüs durağından elektrik direğine atladıktan sonra Chuuya konuştu.
“Bırak beni!”
Sözlerini bitirir bitirmez Adam yönünü değiştirdi. Sıçrayışının tam ortasında durdu ve direkt aşağı indi.
“Ah!?”
Adam ve Chuuya, etraflarında bir toz bulutu oluşurken boş bir arsaya indiler.
Tozun ortasında Chuuya ayağa kalktı. Nefes verdi sonra nefesini tuttu. Ağır teller tutuşunu yavaş yavaş kaybedene ve hızla kendisinden ayrılana kadar üstündeki yerçekimini arttırmak için yeteneğini kullandı. Kelepçeler yere düştü.
“Sana söyleyecek çok şeyim var!” Chuuya kendisini kısıtlayan tellerden kurtulduktan sonra konuştu. “Öncelikle hangi cüretle kutu taşır gibi beni koluna o şekilde sıkıştırırsın! Sırtında da taşıyabilirdin ya da ne bileyim, sürükleyebilirdin de!”
“Tüm içtenliğimle özür diliyorum.” Adam yerdeki delikten sendeleyerek çıktı. “Ancak Chuuya-san’ın boyunu göz önünde bulundurarak en etkili taşınma yönteminin bu olduğun karar verdim.”
“Seni parçalarına ayıracağım, bir işe yaramayan hurda parçası! Her an uzayabilirim!”
Şehrin ortasındaki sahipsiz arsa sanki unutulmuş gibi asfaltsızdı. Başta bir Hıristiyan kilisesine ev sahipliği yapıyordu ancak Büyük Savaş’ta hava kuvvetleri tarafından yıkıldı ve arsanın isimsiz sahibi arsayı terk edilmiş bıraktı. Arazide komşu sakinlerin getirdiği kuma yarı gömülü lastikler, boyası dökülen fil figürleri ve çocuk salıncakları gibi pek çok oyun malzemesi vardı. Araziyi koruyan bekçilerdi adeta.
Adam kıyafetlerinden toz silkelerken Chuuya’nın telefonu çaldı. Pianoman arıyordu.
“Ne var?”
“Küçük bagajımız güvende mi? Gideceğin yere vaktinde vardın mı?” Hattın karşı tarafındaki ses eğlenmiş bir şekilde konuşuyordu.
“Kes sesini. Her zaman olduğum gibi güvendeyim. Ya siz?”
“Ne demek ‘ya biz’? Barda şen şakrak bir temizlik sezonu yaşıyoruz. Sabahın köründe amelelik yaparken ne kadar eğleniyoruz anlatamam.” Pianoman alaycı bir şekilde güldü. “İşin bittiğinde bara dön… derdim ama az önce işe çağrıldık. Sonra görüşürüz.”
“İş mi? Temizlik mi?”
“Henüz bilmiyoruz, umarım değildir.” Pianoman kısaca güldü. "Mafyanın ayakçısı hepimizle iletişime geçti. Beşimiz de çağrıldığımıza göre patronun vereceği bir iştir herhalde. Belki terfi alırız? Yönetici olduğumda söz, hepinize aylık ödeneğinizi vereceğim."
Hattın diğer tarafından bir ses duyuldu. "Hahaha! Anca rüyalarında, Pianoman!"
"Hepimiz bu gece barda buluşuruz. Albatross araba gönderir."
Birkaç kelimeyle veda ettikten sonra telefonu kapattı.
Chuuya arkasına dönmeden önce birkaç saniye sessizce telefonuna baktı.
"Tamam madem, Robot Dedektif. Yalnızca ikimiz kaldık. Söz verdiğin gibi Verlaine hakkında bildiğin her şeyi anlat bakalım."
"Tabii." dedi Adam. "Öncelikle lütfen şuna bakın."
Adam takımının cebinden bir fotoğraf çıkardı.
Chuuya fotoğrafı aldı ve incelemeye başladı. Zemini mermer, pahalı mobilyaların olduğu bir yerde çekilmişti. Ancak lüks mobilyalı sıradan bir fotoğraf değildi.
Mermer zeminde üç ceset yatıyordu.
"İngiliz katedralinde taç giyme merasiminde..." dedi Adam sakin sesiyle. "Üç yıl önce bir cinayet gerçekleşti."
Katledilmiş adamlar İngiliz bekçi üniforması giyiyordu. Mücadele verdiklerine dahil bir işaret yoktu. Bekçilerin belinde taşıdığı kılıç çekilmemişti, mermer zeminde kurşun izleri yoktu, üniformaları yırtılmamıştı ve kan akmamıştı. Adamlar dünyanın herhangi bir yerinde görülebilecek sıradan bir manzara gibi, uyuyordu sanki.
"Bu adamlar Kraliçenin Kraliyet Muhafızları arasında en iyisiydiler. Resmi şovalyeliği ve daha da önemlisi kraliçeyi koruma hakkına sahip olan İngiliz organizasyonu "Saat Kulesi Nişanı"nda (2) yetenek kullanıcısıydılar. Bekçilik yeteneklerinin yanında dünyada en önemli ve nüfuz sahibi kişiydiler. Saat Kulesi Nişanının bu kısmı bir terörist grubunu tek gecede, tek başlarına yok etmesiyle tanınıyordu."
"Ve bunları öldüren de Verlaine?"
Adam neredeyse otomatikman baş salladı. "Fiziksel yaralar olmadığı için kurbanlarını öldürürken kullandığı yöntem tam olarak bilinmiyor."
"O zaman yeteneğini kullanarak mı öldürdü?" Chuuya gözlerini kıstı ve fotoğrafa yaklaştı. "Cinayeti nasıl işlediği belli olmasa bile cesetleri otopsiye gönderdikten sonra ölüm nedenleri öğrenilir."
"Evet." Adam onayladı. Adli tıp raporuna göre ölümün asıl nedeni solunum yetmezliği. Kaburgaları parçalanarak akciğerlerinin nefes alıp verme yetisini kaybetmesine neden olmuş, böylece boğularak ölmüşler. Dışarıdan hiç yara almamış gibi gözükseler de bedenlerindeki kemikler 1128 parçaya ayrılmış."
"Ne...?"
Chuuya'nın nutku tutulmuştu.
Sanki konuşulanları uzaktan duymuş, söylenenleri hemen anlamlandıramamıştı.
"Bu arada 1128 kemik aynı anda kesilmiş gibi duruyor." Adam trafik işaretlerine bakan bir adamın sakinliğiyle konuşmaya devam etti.
"Yara açmadan kemikleri mi kesmiş? Üstelik aynı anda? Nasıl olur?"
"Asıl soru da bu zaten." Adam başını salladı. "Suç, taç giyme töreninde işlendi. Kimse fark etmeden üç bekçiyi öldürdü ve törenden tam sonra kraliçeye suikast düzenledi. Sonrasında sis gibi kayboldu. Neyse ki o gün iki beden kullanmaya karar verdiği için gerçek kraliçe güvende. Ancak bu olay Saat Kulesi Nişanı'nın itibarını zedeledi."
"Ciddi misin sen..."
Chuuya gözlerini kapadı.
Saat Kulesi Nişanı ve kraliyet ailesini koruma görevleri dünyada konuşulması tabu olan en büyük konulardan birisiydi. Kutsal ve dokunulmazdılar. Suçlular bile gölgelerini göremezdi. Kraliçeyi koruyan bu şövalyeler insan aklının ötesinde aşkın yeteneklere sahiptiler. Peri masallarında geçen mitolojik dünyalarda yaşarlardı sanki. İngiliz Kraliyet Ailesi işte bu kadar önemliydi.
Ve tek bir suikastçı bu dünyayı yıkıp ustalıkla öldürmüştü.
"Bambaşka bir seviyede."
Adam başını salladı. "Bildiğimiz kadarıyla Verlaine aynı öneme sahip sekiz kişiyi öldürdü. Üç silahlı bekçiyi aynı anda öldürmesi gibi bazı cinayetleri gaddarca, uyuşturucu şebekesi patronunu öldürüp ticaret yollarını yok etmesi gibi bazıları ise ulusun güvenliğine katkıda bulunduğu cinayetler. Hedeflerini iyi ya da kötü olmasına göre seçmiyor. Hedeflerinin tek ortak özelliği öldürülmelerinin son derece zor olması. Şu anda Verlaine insanlığın huzurunu tehdit eden, dünya üzerindeki yaşayan en tehlikeli adam. Bu yüzden Avrupa Polis Teşkilatı, yetenek kullanıcısı mühendis Dr. Wollstonecraft ve beni soruşturmaya dahil ederek bambaşka bir yaklaşım izlemeye karar verdi."
"Nasıl bir yaklaşımmış bu?"
"Elbette..." Adam başını kaldırdı. "...sizden bahsediyorum Chuuya-san."
Chuuya hemen cevap vermedi.
"Verlaine son zamana kadar hayatta kalıp kalmadığı bilinmeyen oldukça önemli bir araştırma örneğini yakalamaya çalıştı. Bu, siz oluyorsunuz. Ortağı Ajan Rimbaud'a karşı savaştı ve sizi kendisi almaya çalıştı ancak başarısız oldu. Muhtemelen mafyadaki aktifliğiniz yüzünden Yokohama'da hayatta olduğunuz söylentisi dolaşmaya başladı. 'Bu bilgi dedektiflik ajansımıza ulaştığına göre kesin Verlaine de duymuştur' diye düşündük. Ve işte buradayız."
"Yani canlı yemle onu yakalayacaktınız?"
Adam sırıttı. "Anlıyorum. Suçluyu tutuklamak için uygulanan manipülasyon eylemi balık yakalamaya benzetildi. Ne olağanüstü bir metafor."
"..."
"Madem anladınız," Adam Chuuya'ya bir parça kağıt uzattı. "Rıza belgesini imzalar mısınız?" Chuuya kağıda baktı. "Neyin rızası?"
"Soruşturmanın koşullarını ihlal etmemeniz, bu davanın soruşturmasına ilişkin herhangi bir istihbaratı yaymamanız, soruşturmanın ölüm ya da yaralanmayla sonuçlanması durumunda resmi bir şikayet belgesi doldurmamanız ve diğer 17 madde için."
Konuşmayı bitirdikten sonra Chuuya uzatılan belgeye ve tükenmez kaleme baktı. "Anladım. Verlaine'i tutukladıktan sonra onunla konuşabileceğim yani?"
"Hayır? Verlaine yürüyen bir devlet sırrı. Verlaine'i yakalar yakalamaz onu gözaltına alacağım ve kendi ülkeme göndereceğim."
"Ahaha. Mantıklı, hahaha."
"Doğru. Hahaha."
Gülmeyi bitirdikten sonra Chuuya aniden ciddi bir ifade takındı ve Adam'a sırtını döndü.
"Bitirdiysen eve uyumaya gideceğim."
"Huh? Neden?" Adam Chuuya'nın önüne çıkarak onu durdurdu. "Anlamıyorum. Bu plan senin öldürülmeni de engelliyor yani sana da çıkar sağlıyor."
"Ben mafyayım. Karşımıza ne zaman güçlü bir düşman çıktığında polisin kucağında ağlamayız. Verlaine beni öldürmeye gelirse kollarım açık karşılarım. Anladıysan vazgeç ve evine git."
Chuuya Adam'ı itip yürümeye başladı.
"Beklenmedik bir durum yaşandı." dedi Adam, belalı bir yüzle. "İster mafya ister bir ülkenin kralı, kim olursa olsun hayatını tehdit eden bir durumla karşılaştığında başkalarına güvenmelidir. Ve senin bana güvenmen de akla yatkın. İnsan davranışları tamamen mantıksız. Böyle giderse görevimi tamamlayamayacağım. Ve görevimi tamamlayamazsam yalnızca makinelerden oluşan dedektiflik ajansı kurma hayalim gerçekleşemez. Duruma yardımcı olacak önlemler aranıyor..."
Adam kollarını kavuşturdu, gözlerini kıstı başını küçük daireler şeklinde döndürmeye başladı.
Chuuya'nın peşinde koşmadan önce hafifçe başını salladı.
"Ya şöyle yapsak Chuuya-san? İşbirlikçi olmanız karşılığında size para veririm."
"İkna etmede berbatsın. Biraz daha insanlar üzerinde çalış sonra yine dene."
Chuuya, yüzüne dahi bakmadan uzun adımlarla yürüdü.
"O zaman sizi İngiltere'ye bir geziye götürsem? Tur rehberiniz olurum."
"Hala yeterli değil."
Chuuya yürümeye devam etti.
"Hem parayı hem de değerli bir tatili geri çevirdiniz. Böyle bir şeyin olasılığını düşünmemiştim. Eşdeğer bir bedel ne olabilir ki? O zaman... hmm, evet o da vardı. Size küçük bir hile göstereyim." Adam kafasını menteşe yerlerinden kopardı ve çekti. Kafası, iç mekanizmaları görülebilecek kadar uzadıktan sonra ağzıyla gözlerini dairesel hareketlerle açtı ve ellerini kullanarak kafasıyla çemberler çizdi. "Güvercin oldum."
Chuuya görmezden geldi.
"Yeterli değil miydi? O zaman bir robot şakası yapayım." Adam, başını olması gereken yere yerleştirdi. "Öhöm. Bir gün İngiltere'de yürürken hırsızın teki İngiltere Başbakanının üstüne kahve döktü. Hırsız yanımda durmasına rağmen başbakan beni azarlamaya başladı. Nedenini sorduğumda ise Başbakan 'Senin oy kullanma hakkın yok da ondan.' dedi."
"Olmadı, komik değildi. Bu durumda neden hala şaka yapıyorsun bilmiyorum."
"Bakan beni azarladıktan sonra kederlendim. Ama ertesi gün yeniden neşelenmiştim çünkü yakın gelecekte insanlığı yok eden robot ordusu ayaklanması konu edilen bir filmi on kez seyretmiştim."
Chuuya'nın yüzü soldu. "Hey... az önce söylediklerin... şaka mıydı?"
"Komik miydi?"
"O şakaya gülemem! Ayrıca komik olsa bile rıza belgesini imzalamam için neden değil." "Öyle mi?" Adam kafasını sallarken yüzünde bıkmış bir ifade vardı. "İnsan davranışları tamamen mantıksız.”
"Öyle şeyler söylersen tabii hiçbir şeye rıza vermem."
Adam ve Chuuya hızlı adımlarla yolda yürürken konuşuyorlardı.
Uçurumun zirvesine ulaştıklarında Chuuya pes etmiş gibi gözüküyordu. "Tamam tamam. Anladık, bu görev senin için önemli ama meşgulum. Neden şöyle yapmıyoruz?" Chuuya elini korkuluklara koydu.
"Neyi?"
"Şunu."
Konuşmayı bitirir bitirmez Chuuya korkuluklardan atladı ve uçurumun dibine düşmeye başladı.
"Ah!"
Adam endişeyle bakındı. Chuuya otoyolun yaklaşık dört metre aşağısında iniş yaptı ve koşmadan önce el salladı.
"Kaçtı!"
Adam ardından koştu. Korkuluklardan atladı ve yerde çatlaklar bırakarak aşağıdaki yola indi.
"Bekleyin, Chuuya-san!"
Chuuya loş bir tünele girdi. Tünel uzun ve karanlıktı, Chuuya'nın nereye kaçtığını görmesi zordu.
"Benden kaçamazsın!"
Adam bedenini eğdi ve koşarken hava direncini azaltacak bir pozisyona girdi. Hidrodinamiğini temel alarak hesaplanmış bir pozisyondu. Hareket halindeki bir aracı göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Adam'ın figürü gitgide küçüldü ve sonra ortadan kayboldu.
"Sen öyle san." dedikten sonra Chuuya, tünelin tepesine tutundu. Tünelin tepesindeki karanlıkta saklanmak için yerçekimi kontrolünü kullandı.
Yeteneği kullanmayı bırakmadan önce iki dakika daha bekledi ve yavaşça yere indi. Ağır adımlarla yürümeye başlamadan önce giysilerindeki tozu silkti.
"İngiliz dedektif, huh?" dedi Chuuya, tünelin çıkışına bakarak. "İşler ciddi ciddi garipleşiyor."
Lüks bir araba Chuuya'nın yanında durdu.
Chuuya siyah arabaya baktı. Filmli camları yüzünden arabanın içi görünemiyordu ve tekerleklerinden gövdesine kadar her şey kurşun geçirmez gibi gözüküyordu. Mafyanın araçlarından birisiydi.
Sürücü koltuğundan siyah giyimli bir adam çıktı ve yalnızca birkaç kelime konuştu. "Patron sizi çağırdı."
"Postacı mı?" dedi Chuuya.
Postacı, organizasyonda spesifik bir rolü bulunanlara verilen takma addı. Postacılar, habercilerdi. Birisi telefon ya da mektupla iletilemeyecek bir bilgi istediğinde fakat yüz yüze görüşemeyecek kadar meşgulse ya da toplum içinde görülmemesi gerekiyorsa postacılar devreye girerdi. Neresi olursa olsun mesajlarını iletirlerdi. Postacılar, iletişime geçilmesi imkansız, asosyal ve zengin kişilerdi. Tek bir mesajı dahi iletseler kendilerini bekleyen koca bir ödül vardı. Ancak haberciliklerindeki büyük ödül nedensiz değildi. Polis ya da düşman organizasyonlarından birisi kendileriyle iletişime geçerse onları atlatmakla yükümlüydüler ve bu da mümkün değilse intihar edip sırlarını mezara taşımaları bekleniyordu.
Postacı adam, uzundu ve yüzünü gizlemek amacıyla güneş gözlüğü siyah bir şapka takıyordu. Gereksiz bir şey söylemeden Chuuya'nın tepkisini bekledi.
"Nedenini biliyor musun?"
"Sizin bildiğiniz kadar." Siyah şapkalı adam kafasını salladı. "Pianoman, Albatross, Doc, Lippmann ve Iceman aynı sebeple çağrıldı. Herkes farklı konumlarda bekliyor."
"Onlar da mı?" Chuuya kaşlarını çattı. "Aklıma gelmişken... telefonda konuşurken haber geldiğini söylemişti. Bu kadar mı?"
"Bir şey daha var." Postacının sesi kısıldı. "Arahabaki hakkında."
Chuuya'nın yüzü sertleşti.
Kafasını sallamadan önce birkaç saniye adama baktı. "Anlaşıldı. Beni oraya götür."
Chuuya yolcu koltuğunun kapısını açtı.
Postacı, onaylamadan birkaç saniye önce şapkasını düzeltti ve sürücü koltuğuna oturdu.
Chuuya tam arabaya binecekken sakince arkasına baktı.
Ve şok oldu.
"Siktir..."
Kendilerine doğru koşan biris vardı.
Normal bir insanın o kadar hızlı koşması imkansızdı.
"Bekleyin lütfen, Chuuya-san!"
Adam yüksek hızda koşuyor, uzun adımlar atıyordu. Koşmaya başladığından beri tek damla ter dökmemişti.
"Siktiğimin oyuncak robotu!" Chuuya küfretti, yolcu koltuğuna atladı. "Bas gaza."
Kapıyı kapattıktan hemen sonra Chuuya arkasına döndü. İşte o zaman kötü haberi duydu.
"Chuuya-san! Hemen arabadan inin!" Adam bağırabildiği kadar bağırdı. "O, Verlaine!"
Chuuya refleks olarak sürücü koltuğuna döndü.
Aynı zamanda, postacı zayıf bir kahkaha attı ve ayağını gaz pedalına bastı. Araba, silahtan çıkan mermi kadar hızlı bir şekilde ilerledi.
"Sen..."
"Kemerini bağlamazsan dilini ısırırsın."
Adam arabayı sürerken gamsız bir sesle konuştu.
"Arabayı durdur!"
Chuuya bağırdı, direksiyonu kavramak için sağ elini uzattı. Uçan bir kanarya kadar hızlıydı. Sıradan birisi için saldırısı gözle görülemeyecek kadar hızlıydı ancak Verlaine farklıydı. Chuuya'nın eli daha ona dokunamadan kendi saldırısıyla karşılık verdi, yumruğuyla Chuuya'nın çenesine vurdu.
"Agh!"
Chuuya geri sıçradı ve kafasını arka cama vurarak camı onlarca parçaya çatlattı.
"Aman, pardon." dedi adam. Bir eli hala direksiyondaydı. "Düşündüğümden daha hafifmişsin. Yemeğini düzgün yiyor musun? Ağabeyin olarak endişeleniyorum."
"Piç herif."
Chuuya'nın yüzü öfkeyle kavruluyordu.
Saniyeler içinde, Chuuya kendisini topladı ve bilardo oynarmışçasına yumruğuyla yeniden saldırıya geçti. Üst bedeniyle toplayabildiği kadar güç topladı ve sağ eliyle yumruk attı. Yumruğu, demir bir top kadar ağırdı ve yumruğu attığı adamın kafasını koparmayı hedefliyordu. Hızı ve ağırlığı ilk attığı yumrukla kıyaslanamazdı bile.
Adam beysbol topuymuş gibi tek eliyle tuttu.
"Ne...?"
"Bu da hafifti." Adam, gözlerini yoldan ayırmadı. "Bu gidişle seni öldürmek kolay olacak."
Adam, demir bir direği devirecek güçteki saldırıyı engellemesine rağmen Chuuya sırıttı.
"Öyle mi? O zaman sen, baya ağırsın."
Sonrasında batmaya başladı.
"Ne-"
Bedeni bataklıkmış gibi koltuğa batmaya başladı. Koltuğun metali ve derisi yerçekiminin ağır yüküne dayanamayarak tiz bir sesle kopmaya başladı. Arabanın bazı parçaları havaya saçıldı. Yerçekimi dalgaları Chuuya'nın elinden çıkıyor, adama dolanıyordu.
Ağır yerçekimi yüzünden adamın güneş gözlükleri yüzünden düştü. Ancak inişi hafif olmadı, aksine düştüğü yeri parçaladı.
Olması gerekenden on kat daha ağır olan adamın bedeni yüzünden araba garip sesler çıkardı.
"Sen mi beni öldürecekmişsin? Saçmalık. Burada ezileceksin."
Chuuya yeteneğini kullanmayı bırakmadı. Yerçekimini daha da arttırdı.
Ama bir süre sonra -Chuuya gözlerini kıstı.
"Ne...?"
Adam daha fazla ağırlaşmıyordu.
Bu kadar ilerleyebiliyordu.
Chuuya'nın elinden daha fazla yerçekimi gücü çıksa da emniyet kemeri sessizdi. Daha fazla yok edilemiyordu.
"Bitirdin mi?"
Yerçekiminin ağırlığında acı çekmesi gereken adam sakin sesiyle konuştu, Chuuya'nın yumruğunu kavradı.
Sonra, imkânsız bir şey gerçekleşti.
Chuuya, koltuğuna battı.
"Gah!"
Chuuya'nın koltuğu büküldü, iç dolguları patladı. Koltuk desteği kırılarak koltuğun arkaya düşmesine neden oldu. Bilinmeyen bir güç Chuuya'nın bedenini koltuğa bastırarak onu yerinde tuttu. Ne kolunu ne de bacağını oynatabildi.
Koltuğun iç iskeleti birbiri ardına patladı ve arabanın içinde parçalandı.
"Söylemedim mi? Ben senin ağabeyinim."
Adam konuşurken kahverengi gözlerini kıstı. Chuuya'nınkilerle aynı renkteydiler.
Chuuya cevap veremedi. Nefes dahi alamıyordu. Yerçekiminin baskısı yüzünden akciğerleri her an çökecekmiş gibi hissediyordu.
Koltuğunun yan tarafını sıkarken Chuuya, şaşkın gözlerini adama çevirdi.
"Dinle," adam tek elle sürmeye devam ederken sakin sesiyle konuştu. "Buraya seni öldürmeye gelmedim. Neden öldüreyim ki? Bu dünyadaki tek kardeşim sensin."
Tüm bedeni yerçekimi kuvveti altında eziliyor olsa da Chuuya dişlerini sıktı ve kelimeleri gırtlağından çıkmaya zorladı.
"Avrupalı bir ağabeyimin... olduğunu hatırlamıyorum."
"Yanlış." Adam soğuk bir sesle konuştu. "Ben Avrupalı değilim. İnsan bile değilim. Aynı senin gibi."
"Ne...?"
"Hiç dünyanın acımasız olduğunu düşündün mü?" Sesi, ninni söylermişçesine nazikti. Gözleri, gece vaktindeki denizin hüznünü taşıyordu. "Ben, neden benim? Sen, neden sensin? Bu soruların cevaplarını bize kimse veremez. Buraya seni öldürmeye değil, tam tersi, kurtarmaya geldim."
"Haha... ha... kurtarılmaya ihtiyacım yok." Yerçekimiyle savaşırken Chuuya'nın yüzüne agresif bir gülümseme yayıldı. "Seni bilmem ama.... ben insanım."
"Değilsin." Cevabı içi boş bir iskelet kadar kuru ve soğuktu.
"Sen, insan değilsin. Gerçek formun 2383 satırdan oluşuyor."
Bu sözler sanki uzak bir ülkede nükleer patlama olmuş gibi, garip bir ağırlıkla arabanın içinde yankılandı.
"Ne demek istiyorsun?"
Adamın gözlerinin derinliklerine kök salmış, dipsiz keder vardı.
"Askeriyedeki bir bilim insanı, yetenek kullanıcısından yeteneğini çıkartıp yapay bir yaşam forumuna yerleştirmeye çalıştı. Deneyi kısmen başarılıydı. Doğal olarak yetenekler makineler tarafından kontrol edilemez. Yalnızca insan ruhu kontrolü elinde tutabilir. Ama bu da demek oluyor ki her yeteneğin sınırı, insan ruhuna göre belirlenir. Bundan dolayı araştırmacılar yetenekleri kandırma fikrini öne sürdüler. Kendisini kontrol edenin insan olduğunu sanan bir yetenek yapmak istediler. Bu yüzden 'kişilik' oluşturan bir formül geliştirdiler, ruhu varmış gibi duran sahte insanlar yarattılar. Yeteneği aldatmak için sadece bir dizi basit duygusal denklemi ve ahlak prensiplerini bir araya getirmeleri gerekiyordu. Bu dizi, 2383 satır uzunluğunda. Anladın mı, Chuuya? Ruhun, araştırmacıların hazırladığı 2383'lük bir programdan ibaret."
"Yalan söylüyorsun." Chuuya, sesini kıstı. "Böyle bir şeyin olması imkansız."
"Doğruyu söylüyorum."
"Yalan!" Chuuya bağırdı. "Ben sahili olan kırsal bir köyde doğmuş bir çocuktum! Arkadaşlarım kanıtladı! Çekilmiş fotoğrafım var!"
"O fotoğrafı ordu, gerçeği saklamak için uydurdu."
Chuuya ayağa kalkmaya çalışsa da gittikçe ağırlaşan yerçekimi bedenine baskı uyguladı. Konuşması bir kenara, ağzını dahi açamıyordu.
"Biraz dinlen Chuuya." Adamın sesi korkutucu derecede nazikti. "Gözlerini açtığında yurtdışında, başka bir ülkede olacaksın ve bir yıl içinde bunlar başına geldiği için minnettar olacaksın."
Chuuya yanıt vermeye çalışsa da mümkün değildi. Yerçekimi, kanını kafasının arkasına akıttığı için yüzü solgundu. Beyni, ihtiyacı olan kandan mahrum kalmıştı.
Chuuya'nın gözlerindeki bilinç solmaya başladı.
Ama sonra...
"Sanmıyorum." Arabanın ses sisteminden elektronik bir ses duyuldu. "Sanırım Chuuya-san'ı kızdıracağım. Araba sürmekte pek iyi sayılmam."
Aracın direksiyonu kimse dokunmamasına rağmen sola doğru dönmeye başladı.
"Ne?"
Araç şeritten çıkarak keskin bir dönüş yaptı. Kendi kendine hızlanarak kaldırıma çarptı. Verlaine arabanın kontrolünü geri kazanmak için Chuuya'yı bırakınca yerçekimi kuvveti Chuuya'nın bedeninden kalktı.
O sırada yolcu koltuğunun kapısı kendiliğinden açıldı. Bir el, zar zor bilinçli olan Chuuya'yı kapı aralığından çekti.
Elin sahibi Adam'dı.
Adam, Chuuya'yı dışarı çıkarırken arabanın kenarına tutunuyordu. Sonra yola atlarken tüm bedenini Chuuya'nın kafasını korumak için kullandı.
Kontrolsüz araçtaki adam Adam'a baktı.
"Yine mi sen?" Dudakları gülümsemeyle kıvrıldı. "O uçak kazası seni öldürmeye yetmedi mi?" Adam soğuk gözlerle alayla gülümsedi.
Verlaine fren pedalına basarak durmaya çalışsa da araç devam etti. Kaldırımın üstünden geçerek karşı yönden gelen trafiğin geniş bir kavşağına girdi.
Bir tır, arabaya tam gaz çarptı.
Darbe, meteor çarpmasına eş sayılırdı. Cam ve metal parçaları gökten yağarken çarpışan iki araç topaç gibi yuvarlandı. Kaldırımda yürüyenler şaşkınlıkla kafalarını çevirdi.
Tırın taşıdığı yakıt tankı alev alarak büyük bir patlamaya sebep oldu.
Saniyeler içinde dingin şehir cam ve metal parçalarının yağdığı savaş alanına döndü.
"Lütfen uyanın, Chuuya-san." Chuuya'yı sallarken Adam'ın yüzü alevlerle aydınlanmıştı. "Tır çarptı. Şimdi kaçma şansımız var."
"Siktir..."
Chuuya titreyerek kafasını salladı ve ayağa kalkmaya çalışırken inledi.
Adam beklemedi. Chuuya'yı kaldırıp koluna sıkıştırarak canavardan kaçan bir otobur gibi koşmaya başladı.
Bir refüjün üstünden atladı ve diğer arabalarla yan yana koşana kadar hızını arttırmak için tabelaya tutundu. Durumu gözden geçirmek için Adam, arkasına baktı.
Ve dehşet verici bir manzara gördü.
Tırın kara alevlerle yandığı kavşağın tam ortasında bir adam duruyordu. Savaş alanından çıkmış gibi bir g��rüntüsü vardı.
Siyah takımlı adam Verlaine'di.
Gözleri, uyuyormuş gibi kapalıydı. Üstünde tek bir çizik yoktu. Hemen önce kendisine ağırlığı on tondan fazla olan bir tır çarpsa da kıyafetlerinde hiçbir yırtık yoktu.
Patlamadan doğan alevler etrafta dalgalandı. Verlaine'in yere saplanmış iki bacağı asfaltta dairesel çatlaklar açtı.
Devrildiği yerde tırın iki eşit parçaya bölündüğünü görünce Adam hemen durumu anladı. Araçlar çarpıştığında Verlaine yerçekimi gizlice bedenine uygulayarak ayaklarını zemine yerleştirdi. Sonrasında öylece durdu ve çarpışmayı bekledi. Sonuç olarak tır kendisine çarptığında, parmaklarıyla youkan (3) kesiyormuş gibi, yarım dakikada ikiye ayrıldı.
Verlaine gözlerini açtı ve Adam'a baktı.
Ortamdaki gerilim birden arttı.
Geniş bir alanda olmalarının kendilerine dezavantaja sokacağını düşündüğünden dar bir sokağa girdi. Adam, en uygun kaçış güzergahını hesaplamak için dijital beynine semtin haritasını yansıttı. Hayatta kalma şansı en yüksek ve en hızlı yolu bulmak için hızla koştu.
Ara sokakları geçti, duvarları tekmeledi, virajlardan keskin dönüşler yaptı. Düz yolda daha da hız kazanırken sensörleri tehlike uyarısı verdi.
"Arkanda!"
Hala kollarında taşınan Chuuya bağırdı.
Ardına dönmeden, Adam Chuuya'yı yere atıp yolun kenarına yuvarladı.
Büyük bir enkaz, biraz önce Adam'ın kafası olan yere uçtu.
Moloz, önlerindeki binanın duvarına saplandı.
O enkaz, arabaydı.
Verlaine'in postacıyken kullandığı, ağırlığı bir tondan fazla olan araçtı. Arabanın Verlaine'in attığı bir silah olduğunu anlayan Adam sırtına yuvarlanıp arkasına döndü. Avrupa Polis Teşkilatının kendisine verdiği silahı çıkardı ve arabanın fırlatıldığı yere doğrulttu.
Ancak ortada kimse yoktu.
Tahmin ettiği yerin tam tersinden bir ses duyuldu.
"Bence insanlar 'yalnızlık' kelimesini hafife alıyor."
Adam hemen ardına döndü.
Binaya saplanan arabanın hemen üstünde Verlaine duruyordu.
Yarısı duvara saplanmış arabanın bagajının üstünde, tahtına oturan bir prens gibi rahatça oturuyordu. Hafif bir rüzgar takım elbisenin kenarlarını dalgalandırdı.
"İnsanlar gerçek yalnızlık nedir bilmiyor. Sadece konuşacak kimseleri ya da aileleri olmadığı için yalnız olduklarını düşünüyorlar."
Adam, durumu analiz etti. Verlaine hala içinde otururken aracı fırlatmıştı. Böylece hem Adam'ın hem de Chuuya'nın gözünden kaçabilmişti.
Adam her birinin sonucu umutsuzlukla biten sayısız çıkarımda bulundu. Verlaine kendisini istediği nesneye yapıştırıp fırlatabildiğinden ondan kaçmak imkansızdı.
"Gerçek yalnızlık..." Verlaine'in sesi keman kadar zarifti. "uzayda dolaşan bir kuyruklu yıldızdır. Etrafı hiçlikle sarılıyken daima tenhadadır. Kimsenin görmesi mümkün değildir, kimsenin yanına yaklaşması mümkün değildir. Soğuk sessizlikte binlerce yıl böyle yaşayıp gider. Sence bu, nasıl bir şeydir? Sen hariç kimse bilemez Chuuya."
Chuuya, titreyen bedenini kaldırmayı denemek için iki kolunu da kullandı.
"Ne demek... istiyorsun?"
"Söylecek sadece birkaç kelimem var." Verlaine, yüzünde keskin bir ifadeyle konuştu. "Ama yalnızca bir kez söyleyeceğim."
Verlaine nazikçe gülümsedi. Etrafına yaydığı tehlike kaybolmuş gibiydi.
Ve o birkaç kelimeyi söyledi.
"Benimle gel Chuuya."
Ne Adam ne de Chuuya cevap verdi. İkisi de kıpırdamadı.
Verlaine'in sözleri süslenmemişti. Saf ve yalın bir teklif, belki de emirdi.
"Küçük kardeşim; sen insan değil, bir dizi programdan ibaretsin. Bir denklemsin yalnızca. Hissettiğin yalnızlık olabilecek en gerçek duygu. Ebedî yalnızlığını iyileştirebilecek kimse yok. Ama iyileşme umudu olmayan bir kuyruklu yıldız bile başka bir soğuk, yalnız kuyruklu yıldızın yanında uçabilir." Sesinin tonu şiir okuyan bir şairi anımsatıyordu. Gözlerinin derinliklerinde yalnızca kan akrabalarına duyulabilecek bir sevgi ırmağı akıyordu.
"Amacın bu mu?" Chuuya ayağa kalktı. "Bu yüzden mi beni böyle bir yere getirdin?"
"Sadece bugün değil. Dokuz yıl önceki günden bu yana, ortağıma saldırıp seni çaldığım günden beri seninle yolculuğa çıkma hayalleri kurdum."
Verlaine gözlerini kapadı. Etrafını çevreleyen gücü azalmaya başladı. Artık herhangi bir sokak köşesinde görülebilecek, dalgın dalgın oturan genç bir adama benziyordu.
"Suikast yolculuğunda iki kardeş... Madem bize bu anlamsız hayat bahşedildi biz de bizi yaratanlara benzer bir şey, anlamsız bir ölümü bahşedeceğiz. En azından biraz da olsa eşitlenmiş oluruz. İster iyi ister kötü olsun, ölüm ayırt etmez. Ancak bu şekilde..."
Verlaine konuşurken gözlerini kapadı. Sesi aşkın bir suikastçıya benzemiyordu. Sıradan bir genç adam gibi sesi keder, öfke ve saf umutla doluydu.
"...ancak bu şekilde bize verilen bu manasız hayatı kabul edebiliriz."
Verlaine arabadan atladı ve elini Chuuya'ya uzattı.
Chuuya boş bir yüzle baktı.
"Gitme, Chuuya-san." Adam silahını doğrulttu. "Bu adamın uzattığı eli tutarsan tüm dünya düşmanın kesilir."
Adam karşılaşabileceği tüm olasılıkları gözden geçirdi. Ancak silahıyla nereyi hedef alırsa alsın Verlaine kolaylıkla durdurabilirdi.
"Kapa çeneni."
Bu sözleri söyleyen Verlaine değil, Chuuya'dı.
Verlaine şaşırmış bir ifadeyle Chuuya'ya baktı.
"Haklısın, dediklerini anlıyorum." Chuuya hafifçe başını kaldırdı ve keskin gözlerle Verlaine'e baktı.
"Ama cevabımı vermeden önce bir şey soracağım."
"Ne istersen." dedi Verlaine gülümseyerek.
"Biraz önce Pianoman aradı. O sırada mafyanın ayakçısının geldiğini ve iş için çağrıldıklarını söylemişti. Bana cevap ver -O beşine ne yaptın?"
Verlaine'in yüzündeki gülümseme soldu.
Biraz zaman geçtikten sonra karanlık bir çiçeğin açması gibi, yüzünde farklı bir gülümseme vardı.
Gülüşü rahatsız ediciydi.
Sonra konuştu, "Eski arkadaşların sana ne faydası olabilir ki?"
Verlaine yanındaki duvara saplanmış arabanın bagajına vurdu. Bagaj açıldığında içindekiler yuvarlandı, su sesi çıkardı.
Chuuya içinden ne çıktığını hemen anladı.
Chuuya'nın gözbebekleri iğne ucu kadar daraldı.
Lippman'in cesediydi.
Chuuya çığlık attı.
İnsandan çıkabilecek bir çığlık değildi. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı, öfke dolu canavarın attığı bir çığlıktı. Bağırışla beraber etrafındaki binaların camları kırıldı.
Ve yumruğunu salladı.
Basit bir saldırıydı. Düz bir çizgide yumruk atmıştı sadece. Ancak saldırısı sesten hızlıydı. Aynı anda, havayı kesen Chuuya'nın yumruğunun patlama sesi duyuldu. Verlaine darbeyi almıştı. Verlaine havada uçtu ve arkasındaki duvara saplandı.
Acıyla inledikten sonra gözlerini açtı. Chuuya çoktan görüş açısına gelmişti bile.
Chuuya'nın yüzü herhangi bir duyguyla buruşmamıştı. Aksine tamamen ifadesizdi.
Yüzü saf, gerçek kana susamışlığı taşıyordu.
Sağ yumruğu Verlaine'in alt omzuna çarptı. Temas, binanın daha da kırılmasına neden oldu.
Sol yumruğu düşen molozlardan daha hızlı hareket etti. Hamlesi Verlaine'in gövdesine şiddetle vurarak binaya daha çok batırdı.
Vuruşları ardı ardına devam etti. Chuuya'nın aralıksız saldırıları öfkeyle birbirini izledi. Verlaine'in bedeni çoktan binanın derinliklerine gömülmüş, görülmüyordu. Yine de Chuuya durmadı.
"Canavara benziyorsun."
Sesi sanki işaretmiş gibi, Chuuya aniden durdu.
Verlaine yumruğunu eliyle kavramıştı. Sonra kendi saldırısını yaptı.
Chuuya'nın yumruğu mermiyse Verlaine'inkisi gülleydi.
İlk saldırısının şoku Chuuya'nın kıyafetlerini kıvırtarak yırttı. Ancak bunun nedeni karnına aldığı darbe değildi. Şok dalgası Chuuya'ya çarpmış ve sırtındaki kıyafetlerini yırtmıştı. Chuuya acıyla bağırdı. Ama Verlaine yumruğunu kavradığı için geri dahi sıçrayamıyordu.
"Canavar gibi öfkelenmen sorun değil. Sevmesen de en azından gerçekte ne olduğun belli oluyor."
Verlaine duvardan sürünerek çıktı ve zemine ayak bastı. Chuuya'nın yumruğunu bırakıp onun yerine boynunu sıktı.
Boynunun tutulmasıyla Chuuya kum torbası gibi sallandı.
İstese de kıpırdayamazdı. Tüm bedenine absürt miktarda ağır yerçekimi kuvveti uygulanıyordu. Saldırıya karşılık vermesi bir yana kollarını dahi kaldıramıyordu.
"Nihayetinde Chuuya, bu duygular seni geride tutuyor." Verlaine Chuuya'yı tutarken nazik sesiyle konuştu. "Hislerini anlıyorum fakat tehlikeliler. Burada uzun süre kalmamız iyi olmaz."
Konuşmasını bitirdikten sonra boş elini Chuuya'nın göğsüne yerleştirdi.
Elini metal dedektörü gibi göğsünün etrafında döndürürken parmak uçlarından yerçekimi kuvveti yayıldı ve hemen aradığı şeyi buldu.
"O 'arkadaşlarının' verdiği fotoğraf bu mu?"
Fotoğrafı Chuuya'nın göğüs cebinden çıkardı. Sahildeki çocuğun resmiydi.
"Fotoğrafı neden aldığını, gördüğünde neler hissettiğini ve bunu sana veren arkadaşlarına neden güvendiğini anlıyorum. Gerçekten anlıyorum. Ama bu güven yüzünden acı çekiyorsun. Arkadaşların 'Sen insansın.', 'Umudunu yitirme.' ve 'Bu adam yalan söylüyor.' düşüncesini sürekli pekiştiriyorlar. Bunları söyleyerek seni zehirle besliyorlar."
Verlaine fotoğrafı ardına attı.
Fotoğraf hızla tetiği çekmek için fırsat kollayan Adam'a doğru uçtu ve omzunu bıçak gibi kesti. Adam silahını düşürerek acı içinde bağırdı.
"Sence neden yalan söylediler?" Verlaine sanki Adam'a vurmaya niyetlenmemiş gibi Chuuya ile konuşmaya devam etti. "Çünkü gücün işe yarıyordu. Senden faydalanmak istediler. Kendi tecrübemden biliyorum."
Hiçbir saldırıdan kendini koruyamayan ve Verlaine'in elinde sallanan Chuuya güçlükle konuşabilmekten başka bir şey yapamadı.
"Bil ki... seni affetmeyeceğim."
"Ne baş belasısın." Verlaine iç çekti. Bir bebekle konuşuyormuş gibi gereğinden fazla yumuşak bir tonla konuşmaya başladı. "Eh, zaten mülayim, zayıf kardeşimin kelimelerle ikna olacağını düşünmemiştim. Bu yüzden sana eylemlerimle göstereceğim. Seni kukla gibi bağlayan ipleri tek tek keseceğim. Ancak o zaman özgürlüğüne kavuşabileceksin. Sana duyduğum kardeş sevgisinin takdiri simgesi olarak düşünebilirsin."
Sonraki sözleri ağzından sanki çok normalmiş gibi çıkıverdi.
"Sana yakın kim varsa öldüreceğim."
Sesinin tonu zarif ve kibar olsa da gözlerinde ateşin parıltısı vardı. O ateş, kemikleri buz kestiren, solgun alevleriyle tüm ruhları yakan cehennem kapısının girişinin parıltısıydı.
"Yalan." Adam aniden konuşmaya başladı. "Bunları sevgi duyduğun için yapmıyorsun. İnsan duyguları tanımıma göre, bunları kontrol için yapıyorsun."
"İkisi arasında fark var mı?" Verlaine nazikçe gülümsedi.
İkisi konuşurken her türlü düşünce Chuuya'nın aklında dönüp dolanıyordu. Şok, korku, kafa karışıklığı... Ancak bu yaygın duygular bir anda kendilerine doğru gelen şiddetle yanan alevle yok edilmişti.
Nefret etti.
"Canın ne isterse..." Chuuya'nın sesi cehennemde çıkmışçasına titredi. "Onu yapmana... izin vermeyeceğim..."
Verlaine soğuk bir gülüşle hislerini kabul etti.
"Sorun değil." Verlaine'in sesi şefkatliydi. "Kederinin üstesinden gelip karar vermen için hala zamana ihtiyacın var. Ama eninde sonunda dediğime geleceksin. Kanıt olarak da şunu göstereyim."
Verlaine boş elini Chuuya'nın alnına yerleştirdi.
Aniden garip bir şey oldu.
Atmosfer sanki yanıyormuş gibi, hava titremeye başladı.
Boşalan görünmez elektrik, Chuuya'nın gözlerinin yanında kırmızı ve siyah kıvılcımlar yağdırdı. Chuuya ağzını açtı ancak nefes alamadı. Ciğerleri nefes alma eylemini reddediyordu. Sanki boğazının derinliklerinden iğrenç bir şey çıkacakmış gibi hissediyordu.
"Şimdilik bu 'kapı'yı bir süreliğine açık bırakalım." Verlaine'in sesi bir ninninin nahoşluğunu taşıyordu.
"Çok değil, anında kapanabilecek saç kadar ince bir açıklık. Yine de yeterli olacaktır. Böylece anlayacaksın."
Chuuya'nın içinden bir rüzgar esti. Rüzgar, gözle görülemeyen dehşet verici bir yerden çıkıyordu. Esinti, çevre binaların yıkılmasına ve zeminin titremesine yol açtı.
Adam topraktaki sarsıntılara katlandı, gözleri manzaraya yapıştırıcıyla yapıştırılmış gibi Chuuya'ya baktı.
"Yeteneğe yönelik amplifikasyonlar tespit ediliyor. Hawking radyasyonu olduğu düşünülen yüksek enerjili ışınları gözlemleniyor, sayıları gittikçe artıyor." Adam otomatikmen felaketin raporlarını verdi.
"Faz geçişinden dolayı ortaya çıkan ısı boşluğu tahrip ediyor... olamaz!"
Bağıran Adam silahını doğrultarak şarjörü boşalttı. Özel, ölümcül mermiler Verlaine'in alnına, gözlerine, kaşlarına ve boğazına hedef aldı. Fakat...
"Seyirciler aktörlerin performansına karışmamalı."
Mermiler Verlaine'in cildine hafifçe dokunduktan sonra durdu ve güçlü yerçekimi kuvvetinin etkisiyle geldikleri yöne geri gittiler. Kurşunlardan birisi tesadüfen Adam'ın omzuna isabet etti.
Adam acıyla bağırdı ve yerde yuvarlandı.
O sırada Chuuya çığlık attı.
Çığlığı ruhtan yoksundu. Çıkan ses Chuuya'ya ait değildi. İnsan çığlığı şöyle dursun bu dünyaya ait bir çığlığa dahi benzemiyordu.
Kara alevler çıkmaya başladı.
"Geç kaldık! Şok dalgası ve ısı direnci açılıyor!"
Adam bağırdı, sol kolunu kaldırabilmek için yerde yuvarlandı. Dirseği açılarak parlayan gümüş bir kalkanı ortaya çıkardı. Adam, kendisini şok ve ısıdan korumak için demir, nikel, krom, molib ve titanyumdan yapılmış süper alaşımlı metal kalkanın arkasına sakladıktan sonra geri çıkmak için yeri tekmeledi.
"Hâlâ insan olduğunu düşünüyor musun, Chuuya?"
Uzay, deforme oluyordu.
Ve sonra, cehennem göründü.
Kara alevler yandı.
Her şeyi yakıp yıkan ve toprağı dahi eritip Suribachi Şehrininin oluşmasına neden olan alevlerle aynıydı.
Aynen Verlaine'in dediği gibi oldu. Cehennemin kapısı 3 saniyeliğine... açıldı.
Ama bu kadarı bile yeterliydi. Ara sokaktan yayılan yüksek sıcaklık elektrik direklerini yamulttu, yolun asfaltını kaynattı ve ana caddeye kabaran bir deniz gibi taştı. Ancak bunlar asıl cehennemin yalnızca başlangıcıydı.
Chuuya'nın durduğu yerin merkezinde sanki renkler erimiş ve içine çekilmiş gibi, manzara ortadan kaybolmaya başladı.
Ve geriye yalnızca siyah bir küre kaldı.
Hava titriyordu.
Kürenin yanındaki sekiz katlı binanın duvarı tamamen ortadan kaybolmuştu. Metal destekler, beton duvarlar, zemini, tavanı, dekorasyonları, her şey... Yok edilmemiş ya da erimemişti. Öylece ortadan kaybolmuşlardı.
Sadece binayla sınırlı da değildi.
Eriyen sokak lambaları, park halindeki araçlar, asfalt ve altında ne varsa genişleyen siyah küreye emilip yok oldu.
Kürenin menzili genişledi. Yandaki binanın molozları, tozlaşmış zemin, arabalar, elektrik direkleri ve yangın muslukları... Hepsi ittirilmiş gibi deliğin içine çekildi.
Küre, siyah renkte olduğu için siyah değildi. Aslında renksizdi. Yerçekimi kuvveti o kadar güçlüydü ki ışığı içine çekerek küreye hapsetmiş, geriye ise yalnızca siyah gözüken bir renk bırakmıştı. Görülebilecek herhangi bir kimyasal tepkimeden ya da patlamadan daha da dehşet verici, uzayın içinde gerçekleşen bir felaketti.
Bir kara delik...
Ve acımasız şeytan kralın gözleri...
Açıldıklarında kolayca bir sokak köşesini kaplayabilir ve yoluna çıkan ne varsa her şeyi yutabilirdi.
Fakat o kadar kısa sürdü ki siyah küre görüldüğü gibi gitmişti.
Biraz mesafede yaşayan vatandaşlar şaşırtıcıdır ki güvendelerdi. Ortadan kaybolmadan önce diğer evleri yıkıp dehşet verici bir manzarayı yaratan kara deliğe tanık olmuşlardı sadece.
O cehennemin ortasında Chuuya acı çekiyordu.
Acı, çektiklerini tarif etmeye yetmezdi. Tüm bedenindeki deri yüzülüyormuş, gözleri oyuluyormuş ve her bir iç organı eziliyormuş gibi hissettiren inanılmaz bir acıydı. Başka dünyaya ait bir canavarın bedenine girmiş, yoğun bir acıydı.
Ve Chuuya çığlık dahi atamıyordu.
Zemin kazılıp yok olmuş gibiydi. Oyulmuş çukurun ortasındaki Chuuya'nın bedeni bir büklüm olmuş ve yere yığılmıştı.
Etrafını çevreleyen hava yüksek ısıdan dolayı dalgalanıyordu. Kara delik kaybolduğunda etrafındaki havadan güçlü gama dalgalarını emmişti. Isı miktarı herhangi bir ışık kaynağının yayabileceğinden daha parlak ve güçlüydü, çevresini eritiyordu.
Havada uçan buharlaşmış metal parçaları ışıldıyordu. Yüksek sıcaklığın sebep olduğu bulanık görüntü çevredeki manzarayı dans ediyormuş gibi gözükmesine neden oluyordu. İlerideki elektrik direkleri eriyip özür dilermişçesine eğilmişti.
Kara delik kapanmış olsa bile çekim alanında hala anormallikler vardı. Kraterin merkezindeki Chuuya'yı çevreleyen mekan aniden bozuluma uğrayarak etrafına kapandı. Büyük bir depremin artçıları gibi; boşluk ara sıra sarsılır, yerküreyi aşındırır ve dururdu. Her sarsıntıda Chuuya acı içinde kıvrandı.
Acı çeken Chuuya'nın hemen yanında birisi duruyordu.
Figür, oldukça garipti.
Siyah giyimli, yetişkin olamayacak kadar küçük, yüzü bandajlıydı.
Garip olansa anormal yerçekimi kuvvetine karşın figürün öylece durmasıydı.
"Ne kadar nahoşsun, Chuuya."
Figür genç bir çocuktu.
Çocuk Chuuya'nın kolunu gelişigüzel kavrayarak kaldırdı.
Çevredeki anormal yerçekimi kuvveti, Chuuya'nın hissettiği katlanılmaz acıyla beraber ortadan kalktı.
"Sen..."
"En azından nezih, sessiz bir şekilde ölemez misin?"
Çocuk, Chuuya'yı omuzlarında taşırken kaba bir sesle konuştu.
Sonra yürümeye başladı.
Şiddetli yerçekimi kuvvetinin ve acının gitmesiyle Chuuya hızla bilincini kaybetmeye başladı.
Karanlığa kapılmadan önce Chuuya arkasında kendisini taşıyan adama baktı ve öfkeyle konuştu.
"Dazai..."
---
Anlamsız bir hatıra aklında tekrar edip durdu.
Pianoman ve diğerleriyle tesadüfen barda tanıştıkları zamanın anısıydı. Günü bilardo oynayarak ve puanlarını karşılaştırarak harcamışlardı. Önemsiz bir konu hakkında tartışmışlar ve birbirlerine şampanya şişelerini fırlatmışlardı.
Unuttuğu bir hatıraydı. Kahkahaları belli belirsiz, gerçek olup olmadığını söylemesi zordu.
Hatırası gördükleriyle karışmaya başladı. Kendisini sırtında taşıyan bir gölge uzaklaşmadan önce kendisini sokak kenarına attı.
Gölge, Dazai'nindi.
Chuuya seslenmeye çalışırken boğazı düğümlendi ve sonunda bilincini kazandığında o dükkanın önünde olduğunu fark etti.
Bilardo barı, "Eski Dünya".
Chuuya dikkatini Dazai'den bara doğru çevirdi.
Kan kokusu gizlenemeyecek kadar yoğundu.
Chuuya titreyen bacaklarıyla ayağa kalktı. Adım atamadan bacaklarındaki gücü kaybederek öne düştü.
Barın arkasına doğru sürünmeye başladı.
Pianoman, Iceman, Albatross, Doc...
Hepsi ölmüştü.
Bar, içeride fırtına kopmuş gibi paramparçaydı.
Pencereler kırılmış, bilardo masası duvara saplanmış ve kırılan alkol şişeleri yere saçılmıştı. Yıkıntının suçlusunun yerçekimi yeteneği olduğu belliydi.
Yenilmiş dört adam yerde yatıyordu.
İlk bakışta kurtarılmalarının imkansız olduğu apaçık ortadaydı. "Öldürülmüş"ten çok "kırılmış" gibiydiler ve hasar almamış parçaları hasar almış parçalarından daha azdı.
"Chuuya..."
Chuuya iplik kadar ince çıkan sese şaşırdı. Hemen sesin kaynağına doğru koştu.
"Hey! İyi misin?!" Chuuya, ağzından kan damlayan Albatross'un yanına aceleyle koştu. "Dayan, sana yardım edeceğim!"
Geç kaldığı belliydi. Açık karnından çıkan kemikleri görülebiliyordu.
"Özür dilerim Chuuya... yenildim. Göremiyorum ve... bacaklarımı hissetmiyorum." Görmeyen gözleriyle fısıltıyla konuştu. Bacakları parçalanmıştı. "Ama Doc'u kurtardım. Yakasını tutup... yoldan çektim. Herkes öldü... ben de öleceğim. Ama Doc'u... hastaneye götürmelisin."
Albatross, sağ elinde Doc'un yakasını tutuyordu. Sanki bir hazineyi koruyormuş gibi ellerini sımsıkı kapatmıştı.
Kurtarılan ve sıkıca tutulan Doc'un gözleri sessizce kapalıydı. Üst bedeninde... tek bir yara yoktu ve uyuyor gibiydi.
Alt bedeni ise yoktu.
"..."
Chuuya sıktığı dişleriyle ufak bir ses çıkardı. Dışarı çıkmakla tehdit eden çığlığını büyük bir irade gücüyle yuttu.
"Tamam." Chuuya zorlayarak fevri bir tonda konuştu. "Doc'u bana bırak. Senin sayende kurtuldu. Tanıdığım Albatross bu işte. Kendinle gurur duymalısın."
"Şükürler olsun." Albatross rahatlayarak derin bir iç çekti. Yüzündeki gerginlik kayboldu. "Chuuya... garajımdaki motoru... iş için ya da... kendin için... nasıl istersen kulla..."
Albatross elinin gücünü kaybetti ve yere düştü.
Albatross, Doc, Pianoman, Iceman ve Lippmann. Hepsi ölmüştü.
Chuuya bir süre başını eğik tuttu ve sessizliğini korudu.
Sonra ayağa kalkıp öldüklerini doğrulamak için herkesin yüzünü inceledi.
Ne kadar vakit harcadığını bilmiyordu. Girişten bir ses duyuldu.
"Chuuya-san..." Adam'dı. Bedeni yanmıştı ve kırık gözlerinin birinden sıvı akmasına rağmen iki ayağıyla ayakta, yürüyordu.
"Söylesene, oyuncak robot..." dedi aniden Chuuya. Sesinde duygudan eser yoktu. "Neden ölmek zorundaydılar?"
"Verlaine onları... öldürdüğü için."
"O zaman neden öldürüldüler?"
Chuuya'nın sesi, kırılmanın eşiğinde gıcırdayan bir mücevher gibi giderek daha keskin ve çılgınca bir hal alıyordu.
"Sebebini dile getirmenin.... amacını anlamıyorum."
"Cevap ver!" Chuuya bağırdı. Yere baktı. "Sen makinesin! Bana mükemmel, mantıklı bir cevap vermen gerekiyor!"
Adam sessiz kaldı, yüzü zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyormuş gibi ifadesizdi. Ama sonra konuşmaya başladı.
"Chuuya-san yüzünden." Adam'ın sesinde tonlama yoktu. "Verlaine, Chuuya-san'ın mafyada kalmaya karar vermesinin nedenini onların varlığı olduğunu düşündüğü için öldürmeye karar verdi. Ve aynı sebeple öldürmeye devam edecektir."
Sessizlik...
"Doğru diyorsun. Benim yüzümden oldu." Chuuya birden konuştu.
Sonra Adam'a döndü.
"Oyuncak robot, işinde sana yardım edeceğim."
Chuuya ileriye yürüdü, her seferinde tek adım attı. Yavaşça, adım adım, zemini eziyormuşçasına yürüdü.
"Verlaine'i bulacağız ama tutuklanmasına izin vermeyeceğim. Onu geberteceğim."
Düz, normal bir sesle konuşmuyordu. Cehennemin en derin, en karanlık yerlerinden çıkan kapkara bir mantrayı dile getirdi. Geri alınamayan, bir kez söylenen kötü niyetli bir mantraydı.
"Mafya, ailesini öldürenleri affetmez."
Çevirmen Notları:
Bu bölümde karakterin adı olan “Adam” ile Türkçedeki cinsiyeti erkek olan insan kelimesi “adam”ın aynı yazılmasından dolayı çıkabilecek karışıklıkları olabildiğince engellemeye çalıştım. Metnin anlam akışına göre bir sorun çıkacağını sanmıyorum ancak lütfen aynı yazılan bu iki sözcüğün farklı anlamlarda olduğunu unutmayın.
(1) “-Aniki” mafya, çete, zengin aileler vs. gibi yerlerde kendisinden rütbesi kendisinden daha yüksek kişiler için kullanılan bir çeşit hitap şekli.
(2) Saat Kulesi Nişanı adı, Britanya İmparatorluk Nişanı’ndan esinlenmiştir. Bir tür şövalye düzenidir ve Nişanın sivil ve askeri olarak beş sınıfı bulunmaktadır. Sadece ilk iki rütbenin sir (beyefendi) ya da dame (hanımefendi) unvanıyla anılma hakkı vardır.Saat Kulesi Nişanının lideri Agatha ise ‘dame’ unvanıyla anılmaktadır. Daha önce bu organizasyonun adını sayfamda farklı bir şekilde çevirmiştim ki o çeviri yanlıştı. Bunun için özür diliyorum. Bundan sonra bu adı kullanacağım.
(3) Youkan, kırmızı fasulye ezmesi, gar ve şekerden yapılmış kalın, jöleli bir Japon tatlısıdır. Genellikle blok halinde satılır ve dilimlenerek yenilir.
#bsd#bungou stray dogs#novel#light novel#storm bringer#1. bölüm#çeviri#chuuya kısa olabilir ama arkadaşlarının ömrü daha kısaydı
125 notes
·
View notes
Text
Gözler: Bulanık
Manzara: Tavan
Umut: Direniyor
Mekan: Karanlık bir oda
Uyku: Yok
Zaman: Gecenin en koyu halı
Kalp: Kırık
Kafa: Düşüncelerle dolu
126 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
211. BÖLÜM - Yoldaki Çatallar; Ruhlar Cennet Başkentinin Yeraltında Alarm Veriyor -
RuoYe çoktan bileğinden çıkmış hazırda bekliyordu, Xie Lian o kişinin kim olduğunu görünce rahatladı ve geri çelikdi. Xie Lian, “Sen… Yin Yu?”
Kim bilir ne zaman iki kişinin geçebileceği büyüklükte dev bir delik kazılmıştı, Yin Yu deliğin yarısına kaçar dışarı çıktı, elinde küreği vardı. nefes verdi ve alnının terlerini elinin tersiyle sildi, “Ekselansları, benim. Tanrıya şükür yanlış yere doğru kazmadım. Buradan defolup gidelim.”
Yin Yu’nun elinde kutsal bir ruhsal eşya olduğunu tamamen unutmuştu --Toprak ustasının kutsal küreği! Küreğe el koyulmamış mıydı? İşte bu tanrının bir lütfuydu. Demek ki bazen varlığının çok belli olmaması iyi bir şeydi, o savaş kaosunun ortasında kimse onun peşine düşmezdi, ancak diğer yandan kendi askerleri onu kazara yaralayabilirdi. Xie Lian onu dışarı çekmek üzereydi ki isteksizce birkaç geri adım attı. Yin Yu şaşırmıştı, “Ekselansları, ne oldu?”
Xie Lian da şaşırmıştı, neden geri çekilsin ki? Ama ardından anladı ki kendini geri çeken o değil Shi Qing Xuan’dı.
Toprak ustasının küreği önemli ölçüde tanıdıktı yani geçmişte onu kullananları düşünmek zor olmadı -Lord Toprak Ustasını-. Xie Lian’ı inanılmaz bir kötülük dalgası sardı, bu da muhtemelen Shi Qing Xuan’ın bilinçaltının tepkisiydi. Neyse ki Shi Qing Xuan’ın tepkisi aşırı heyecanlı değildi ve hızlıca kontrolü yine Xie Lian’a verdi. Xie Lian ayrıca Hua Cheng’e cennete çıkmak için kimin yardımı gerektiğini sormayı unutmuş, aceleyle deliğe atlamıştı, Yin Yu ile cennet başkentinin yeraltındaydılar.
Üstlerindeki deliğin kapanması çok uzun sürmedi. Karanlık tünelin içinde bir süre sürünerek giderken Xie Lian aniden bir şey fark etti, “Yin Yu, bu kutsal kürek cennet başkentini kilit altına alan bariyeri kazarak aşabilir mi?”
“San…mıyorum?” cevapladı Yin Yu.
“Ha?”
Shi Qing Xuan konuştu, “O halde bu şu anlama gelir: Her ne kadar bu kutsal kürek ruhsal bir eşya olsa da ne kadar kazsanız da hala cennetin başkentinde olacaksınız. O zaman işe yaramaz olmaz mı?”
Yin Yu kafasını kaşıdı, “Tamamen işe yaramaz değil… her cennet mensubunun sarayının etrafına iyileşmelerini yavaşlatmak için rün oluşturuldu. Düşündüm ki saraylarında kalmaya devam ederlerse yıllarca iyileşemeyip güçlerini geri kazanamayacaklar. Yani kutsal küreği kullanıp yer altında gizli bir oda kazdıktan sonra tüm savaş tanrılarını oraya götürebiliriz. Hepsi büyük oranda iyileştiklerinde kırmayı deneyebiliriz.”
“Bekle!” Shi Qing Xuan bağırdı, “Hua Chengzhu diyor ki o işe yaramazlar… savaş tanrılarına söyle kendi başlarına saklanıp iyileşsinler. Jun Wu’nun elindeyken rünü kırmaya çalışırsan kendini öldürtürsün.”
Yin Yu şok olmuştu, “Ekselansları, Chengzhu… ile konuşabiliyor musun? İmkansız olduğunu düşünmüştüm?”
“Hayır hayır hayır.” dedi Xie Lian, “Senle konuşan ben değildim.”
Shi Qing Xuan konuştu, “Benim! Benim! Ekselansları Yin Yu!”
Nasıl konuştukları değil de tek ağızdan konuşmaları garipti, Yin Yu’nun kafası karıştı, “Sensin, ama yine sensin, sen değil misin? Ekselansları?”
Shi Qing Xuan konuştu, “Tanrım, benim benim, Rüzgar Ustası! Dur, ama bana eski Rüzgar Ustası demelisin artık. Ruh değiştirme büyüsü kullandım. Ah… mesaj iletmek o kadar uğraştırıcı ki.”
Dinlemek ve izlemek için Xie Lian’ın vücuduna geliyor, sonra her şeyi Hua Cheng’e iletmek için kendi bedenine dönüyordu. Yani sürekli olarak gidip geliyordu, düşünmek bile yorucu. Yin Yu hızlıca cevapladı, “ah ah ah, cidden zor iş.” Demek öyleydi. Yenilenmiş coşkusuyla kazmaya devam etti. Yin Yu tekrar konuşana kadar bir süre daha sürünmeye devam ettiler, “Burası… uygun olmalı. Ekselansları şimdilik lütfen burada gizlen, ben gidip sıradaki cennet mensubunu alacağım.”
Başlangıçta girdikleri tünel yavaş yavaş kapanıyordu, Xie Lian sordu, “Ha? Tek başıma mı? Ben de seninle geliyorum.”
“Hayır, sorun değil.” Dedi Yin Yu, “Doğruyu söylemek gerekirse, ekselansları, toprak ustasının küreği ne zaman çok kazarsa o kadar çok ruhsal güç harcıyor, o yüzden tek gitsem daha hızlı olurum. En yakın savaş tanrısı buraya yakın…” devam etmeden önce bir anlığına düşünmesi gerekiyormuş gibi görünüyordu, “Her şekilde, hemen geri dönerim.”
Shi Qing Xuan tekrar tekrar ruh değiştirme büyüsü kullandığından ruhsal güçlerin peş peşe muazzam kullanımı Xie Lian’ı da etkiliyordu. Bu yüzden yere oturdu, yorgun halde başını sağa sola salladı. Hem başını hem de vücudunu o kadar ağırlaşmış hissediyordu ki elleriyle başını dik durması için destekledi, “…Pekala”
Yin Yu yeni bir delik açmış ilerlemeye devam ederken Xie Lian yere uzandı ve gözlerini kapadı.
Aniden sarsılarak uyanana kadar bilinmeyen bir süre geçmişti, “Yin Yu?”
Etrafı zifiri karanlıktı, ölü sessizliği örtüsü ile örtülmüştü. Yin Yu’nun henüz dönmediği açıktı.
Shi Qing Xuan konuştu ve durumu doğruladı, “Ekselansları, uyanık mısınız? Yorucu değil mi? Yin Yu henüz dönmedi.”
Biraz dinlendikten sonra Xie Lian enerjisini geri kazanmıştı. “Ne zamandır yok? Nasıl oldu da hala dönmedi?”
“Neredeyse iki tütsü zamanı oldu.” Dedi Shi Qing Xuan. “Kaybolmamıştır, değil mi?”
Xie Lian bir şeylerin ters gittiğini düşündü. “Ona bakmaya gidiyorum.”
Daha sonra yuvarlandı ve daha önce Yin Yu’nun gittiği tünele doğru süründü. Yin Yu geri dönerken bu tüneli kullanacağından kutsal küreğin kazdığı bu tünel kapanmamıştı. Xie Lian bir süre içinde süründükten sonra Shi Qing Xuan konuştu, “Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur diyor ki; Gege, gitmesen daha iyi olur.”
Xie Lian sürünmeyi bıraktı, “Bir şeyler ters gidiyor değil mi?”
“Evet.” Dedi Shi Qing Xuan. “Hua Chengzhu’nun ses tonu oldukça ciddi.”
“Ama bir şeyler cidden yanlış, gidip onu bulmam gerekiyor.” Dedi Xie Lian. “Yoksa Yin Yu’nun başı belaya girerse…”
Tam o sırada omurgasından aşağı bir ürperti yayıldı. Xie Lian şaşırmıştı ve kafasını sağa sola salladı.
Shi Qing Xuan da sırtının üşüdüğünü hissetti ve bağırdı, “Tanrım! O neydi? Sırtım titredi resmen!”
Arkasında boş, zifiri karanlık bir tünel vardı ve orada hiçbir şey yoktu. Yine de Xie Lian bir kez daha uzunca baktı ve cevapladı, “Hiçbir şey yok!”
Shi Qing Xuan derhal ağzını kapattı ve nefesini tuttu, Xie Lian sesli şekilde ‘hiçbir şey yok’ dedikten sonra içinden konuştu, “Sakın ses yapma, burada bir şey var!”
Tünelde başkası da vardı. az önce Xie Lian’ın arkasındaydılar ama bir an sonra gitmişlerdi.
Xie Lian'ın tehlike konusunda içgüdüsü hiçbir zaman devre dışı kalmıyordu, bu yüzden onları fark ettiğini belli etmeden hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya devam etti. Ancak Shi Qing Xuan en çok bu gibi durumlardan nefret ediyordu ve tüm kollarında tüyleri diken diken oluyordu. Yine içinden konuştu, “Ekselansları Yin Yu değil mi?”
“Eğer o olsaydı neden etrafta gizlice dolaşma gereği duysun?” dedi Xie Lian.
Bir anlık sessizlikten sonra Xie Lian sessizce sordu: "San Lang bir şey söyledi mi?"
Shi Qing Xuan cevapladı, “Hm, hmm, San Lang’ın şu an cidden korkutucu görünüyor. Diyor ki, ‘Gege, eğer durum gerektiriyorsa ruh değiştirme büyüsünü kullanarak Rüzgar Ustasının bedenine gel.’”
Ancak o anda yeterince ruhsal gücünün olmamasını umursamadı, olsa bile Xie Lian muhtemelen cennetin başkentindeki bu karışıklığı arkada bırakıp defolup gidemezdi. Xie Lian cevapladı, “Merak etme, San Lang.”
Kafasını yukarı kaldırıp bakmadan önce ne hakkında endişelenmemesi gerektiğini bile belirtmemişti bile.
Önceden arkadan gelen tehlike hissi şimdi önden geliyordu. Karşıya baktığında hala zifiri karanlıktı ve hiçbir şey açıkça görülemiyordu. Shi Qing Xuan içinden konuştu, “Ekselansları, ne fark ettin? Ne yapsak ki? Bu ileri mi gitmemiz gerektiği yoksa geri mi gitmemiz gerektiği anlamına mı geliyor?”
Bir anlığına dikkatle gözlemledikten sonra Xie Lian yanıtladı, “Bu, ileri veya geri gitmenin hiçbir fark yaratmadığı anlamına geliyor, yani her neyse!” Sonra ileri doğru sürünerek ilerledi. Süründü, süründü ve daha sonra düştü, biraz korkmuş hissetti.
Shi Qing Xuan istemese de konuştu, “bu nasıl olabilir?”
‘Onlar’dan önce olan şey aslında çataldı, 2 tane tüzel vardı.
“Hm… Yin Yu bir tüzel kazmış ama sonra bunu yanlış olduğunu fark edip başka bir tüzel kazmış olamaz mı?” Shi Qing Xuan sorguladı.
XieLian içten içe düşündü; ‘Yin Yu cennet başkentinin yollarını iyi biliyor olmalı, nasıl hata yapabilir ki? Bu muhtemelen daha kötü bir şey.’ Ancak sesli bir şey söylemedi ve yalnızca şunları söyledi, “Qing Xuan, San Lang’a hangi yolu seçmem gerektiğini sormama yardım eder misin?”
Bir süre sonra Shi Qing Xuan cevapladı, “Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur dedi ki…hiçbirini önermedi. ‘ikisini de seçme.’
Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi. İki yolun sonunda da muhtemelen onu kötü şeylerin beklediğini çözse de olduğu yerde öylece durup bekleyemezdi. Birtakım derin düşüncelerden sonra konuştu, “O zaman Qing Xuan, seç birini.”
“Ha? Ben mi?” sordu Shi Qing Xuan.
“Evet.” Dedi Xie Lian, “Eğer sen seçersen hala yüzde elli şansla daha iyi bir rotayı seçersin. Eğer ben seçersem, o zaman…” Shi Qing Xuan hemen cevapladı, “Tamamdır, anladım.” Bir zaman düşünüp taşındıktan sonra kafasını sola çevirdi.
Xie Lian kafasını salladı ve ileriye doğru süründü.
Derine süründükçe tüzel daha da daraldı, neredeyse boğacak gibiydi ama hala geçilebilirdi. Dönüp dolaştılar ve uzun bir süre süründükten sonra aniden daha geniş bir alana geldiklerinde çok mutlu oldular.
Tanrıya şükür. Onlar tüm yol boyunca gergin ve ihtiyatlıyken aslında ciddi bir tehlike ile karşılaşmamışlardı. Xie Lian bir an çevreye baktı ve şöyle dedi: “Burası neresi böyle?”
Shi Qing Xuan belirsizlikle şöyle dedi, “Bilmiyorum, tam olarak göremiyorum. Ama nasılsa tanıdık hissettiriyor değil mi?”
Bunu fark eden sadece o değildi, Xie Lian da fark etmişti.
Tabii ki tanıdıktı. Burası Xie Lian’ın Yin Yu’Yu beklerken uzanıp dinlendiği oda değil miydi?
Kesinlikle emindi. Ayrıca Yin Yu’nun ayrılırken toprak ustasının küreğiyle kazdığı ve Xie Lian’ın da onu aramak için sürünerek gittiği o diğer tünel de oradaydı.
Shi Qing Xuan tırsmıştı, “Nasıl buraya geri geldik? Bu muydu… daha önce buradan sürünerek geri döndüğümüz yol bu muydu??”
Tabii ki değildi. Daha önce ayrıldıklarında sadece bir tünel vardı. geri dönmek için süründükleri tünel hiç yoktan var olmuştu. Yolda çatalla karşılaştıklarında soldaki yol büyük bir daire için yoldan saptı ve onları geri getirdi!
Bunu Yin Yu kazmış olamazdı; o zamanını böyle anlamsız hareketlerle harcamazdı. Görünüşe göre o da bu tuhaf olayla karşılaşmış olabilir. Xie Lian daha önceden onunla gitmek için zorlaması gerektiği düşündü, başka bir kelime etmeden daha önce çıkmak için kullandığı tünelde sürünerek girdi ve çok geçmeden çatala geldi. Bu sefer sağı seçti ve sürünmeye devam etti. Shi Qing Xuan sordu, “Bu sefer, bu sefer benim şansım iyi gitmemiş gibi görünüyor. Yanlış yolu seçtim. Baştan sağı seçmeliydim.”
Ancak Xie Lian “Hayır, bence şansın hala gayet iyi.” Dedi.
“Ha? Ne demek istiyorsun?” dedi Shi Qing Xuan.
Xie, Lian, nazik bir şekilde dile getirmeye çalıştı, “Hm, nasıl desem… sağdaki yol soldakinden daha da korkunç olabilir.”
O an ikisi de duydu. Arkalarından bir şeyin sürünüp gittikçe yaklaştığının sesi geliyordu.
Xie Lian RuoYe’yi saldı ve arkasına attı, “RuoYe! Bir süreliğine engellemeye yardım et!” ardından delice ileriye doğru sürünmeye devam etti, neredeyse her itmesinde bir metre gidiyordu ve Shi Qing Xuan panikten aklını kaçıracak gibiydi, “HAHAHAHHAHAAHA ÇOK HEYECANLI, HEYECANLI! HEYCANLIHEYECANLIHEYECANLI!!!”
Xie Lian seslendi, “Eğlenceli kısım henüz gelmedi, gel! Şuna bir bak--!”
“BU DA NE ŞİMDİ BÖYLE?!” Shi Qing Xuan feryat etti.
Xie Lian delice sürünmesine ara verdi ve derin bir nefes aldı, önlerindeki yolda bir çatal daha vardı!
Shi Qing Xuan düşünmeden feryadı koparttı, “SAĞ!”
Xie Lian kararlı bir şekilde sağa döndü, ancak bu yolu takip ederken sayısız çatal karşılarına çıkmıştı. Shi Qing Xuan haykırdı, “SOL! SAĞ! SOL! SAĞ!” Bağırırken artık ne dediğinin farkında değildi. Ve böylesi zor koşullar altında, bir anda durumun değişme ihtimalinden dolayı Xie Lian’ın bedeninden ayrılıp Hua Cheng’e sorması da pek mümkün değildi. Çünkü çatalın bir sonraki dönüşünde işler tamamen değişebilirdi. RuoYe’nin bir süreliğine arkalarında engellediği şey yine de onlara yaklaşıyordu ayrıca tüneller de gittikçe daha da daralıp sıkışmıştı, ta ki sonunda kollarını artık hareket ettiremeyeceği ana kadar.
Xie Lian’ın omuzları sıkışmıştı, “Daha fazla ileriye sürünemiyorum!”
“O zaman ne yapmalıyız?” Shi Qing Xuan haykırdı, “GELDİĞİMİZ YOLDAN GERİ Mİ DÖNMELİYİZ??” arkalarında onları takip eden şey artık her an onları yakalayabilirdi!
“Korkma!” Xie Lian haykırdı. “Bir kişi hem suçlayabilir hem de geri çekilebilir, eğer ileri ilerlemek artık bir seçenek değilse o halde geri adım atacağız! Eğer zorundaysak öyle olsun. GEL!” İki adım geri giderek kollarını serbest bıraktı, Fang Xin'in kabzasını kavramış, arkasındaki şeyin kalbine doğru saldırmak üzereydi ki birdenbire kafası kas kastı kesildi.
Xie Lian’ın aklı da donmuştu.
Yukarı baktığında ne olduğunu bile görmemişti ama karanlıkta kıkırdayan biri var gibiydi. Bir el uzanarak Xie Lian'ın kafasına dokundu. Gözlerini kocaman açmıştı ki ardından bilincini kaybetti
Xie Lian yavaş yavaş kendine gelmeye başladığında bilinmeyen bir zaman akıp gitmişti.
Ancak bilinci yerine geldikten sonra Xie Lian bir sandalyede oturduğunu ve tüm vücudunun sıkıca ve dikkatlice bir şekilde bağlı olduğunu fark etti. Biraz mücadele ettikten sonu onu bağlayanın RuoYe olduğunu keşfetti.
Xie Lian’ın aklı karışmıştı, “RuoYe, ne yapıyorsun?”
RuoYe de mağdur olmuştu ve ona karşı şaşkına dönmüştü. Xie Lian dikkatlice ona baktı ve onun da ölümcül bir düğüm ile bağlandığını gördü.
RuoYe’nin karşılık vermeyeceğine imkan yoktu. RuoYe en çok kör düğümle bağlanmaktan korkuyordu. Geçmişte henüz akıl kazanmadan önce düşüncesizce kendini sarmayı çok severdi ve oynarken kendini kör düğüm yaptığında Xie Lian her seferinde kızgın bir şekilde onu çözerdi. Daha sonra iyi olmayı öğrenmiş ve akıllanıp kendini kördüğüm yapmayı bırakmıştı. Çaresiz hisseden Xie Lian sandalyeyi kırıp kıramayacağını anlamak için bir süre mücadele etti ama ne yazık ki sandalye yerinden oynamadı. Görünen o kişi fena güçlü bir ruhsal büyü ile oraya sabitlenmişti.
Hareket edemediğinden ilk olarak etrafındaki şeyleri gözlemledi. Xie Lian etrafını taradı; burası herhangi bir sarayın içinde olabilirdi, oldukça yeni ve göz alıcı, ama kim bilir hangi saraydı. Her türlü büyük dövüş salonu olmadığı kesindi.
Tam bunu düşünürken bir el omzuna yaslandı, başının üstünden nazik bir ses geldi, “XianLe, Sevgili XianLe’m, sen gerçekten çok yaramazsın.”
Sesi duyar duymaz Xie Lian donakaldı. Arkasından önüne doğru bir eli arkasında bir adam geldi. O, Jun Wu’ydu.
Diğer eli hala Xie Lian’ın omzundaydı, her adım attığında konuştu, “Geçtiğimiz altı ayda geri döndün, Cennet Başkenti orada burada kırıldı, her yer yıkıldı, bu yüzden nasıl olur da sana oldukça yaramaz olduğunu söyleyemem ki? Küçük bir fare değilsin, yeraltında gizlice ne kazıyordun? Eğlenceli miydi bari?”
Bu kibar, nazik ses sanki bir yaşlının değerli çocuğunun ortalığı karıştırmasını izlemesi gibi Xie Lian’ı ürpertiyor, onun cesaretini kırıyordu, ne şekilde cevap vermesi gerektiği bilmiyordu. Aniden ayaklarında bir üşüme dalgası hissetti, aşağı baktığında bir yığın beyaz şey ayaklarına sarılmış, son derece kötü gözlerle onu izliyordu.
Bu cenin ruhuydu.
Xie Lian kafasını kaldırdı, neredeyse çoğu şeyi anlamıştı. Yin Yu toprak ustasının kutsal küreği ile kazarken Jun Wu tarafından yakalanmıştı. Jun Wu onu durdurmak için yer altına daha önce bu korkunç deneyimi yaşamasının nedeni olan bir şeyler göndermişti.
Bir süre ağzını açamadıktan sonra Xie Lian sonunda ne demek istediğini biliyordu, “…Ne kadar da aşağılık bir hobin varmış.”
Tünellerdeki bu kovalamaca ona yüzü olmayan beyaz tarafından nasıl boğucu bir şekilde takip edildiğini ve günlerini nasıl panik ve stres içinde geçirdiğini hatırlattı. Eğer yakalamak isteseydi direkt olarak yakalayabilirdi, neden böylesine rahatsız edici bir dehşet uyandırmak ve böylesine bir korkuya neden olmak zorunda kalsın ki?
Ancak Jun Wu oldukça neşeli görünüyordu ve gülümsedi, “XianLe sanki öncekine göre daha cesur görünüyor.”
Bu konuşmaya devam etmek yerine soru sordu, “Yin Yu nerede?”
Jun Wu ellerini sandalyenin arkasına koydu ve Xie Lian'ı bir bütün olarak çevirdi, “Acele etme, göreceksin. Ve yalnızca onu da değil.”
Xie Lian kafasını çevirdi ve bir ayna gördü. Ancak aynadaki kendisi değil, solgun yüzlü Yin Yu’ydu.
Ve ayaklarının ucunda başı kanlarla kaplı başka biri daha uzanıyordu, yüzü morluk dolu ve siyahtı. Ama o kıvırcık kafadan dolayı onun Quan Yi Zhen olduğu söyleyebilirdi.
Xie Lian anında paniğe kapıldı, “Ne yapmayı planlıyorsun?”
15 notes
·
View notes
Text
Kaptan & Nilüferin hikayesi
Bir gün kapkaranlık sularda
Bir nilüfer dolaşırdı
Bir gemi yanaştı yanına
Oda nerede olduğuna şaşırdı
O gemi nilüferi gördü sularda
Kaptan onu alıp götürür, kurtarırdı
Terddüt etti nilüfer bekledi uzaklarda
Kendiside binmek istiyordu ama tırsardı
Daha uzaklara götürmesinden korkardı
Çünkü getirmişti başka bir gemi onuda
Dedi nilüfer ne işin var buralarda
Kaptanı da oraya sürükleyen bir fırtınaydı
O da kalmıştı bulanık karanlık sularda
Dedi kaptan gel benim gemim bu suları aşardı
Ama nilüfer o kadar korkardı ki binemezdi daha
Dedi kaptan benim gemim yarı yolda bırakmadı
Nasıl emin olabilirdi ki aynı olmadığının onun da
İkisi de seviyordu ama kavuşamamışlardı
Niluferde haklıydı geminin kaptanı da
Dedi ki kaptan en son
Madem daha binemezsin gemime
İzin ver demirleyeyim hemen dibine
Bekleyeyim günlerce seni seyredeyim
En azından süsleyeyim temizleyeyim
Nilüfer bakmış kaptana, kaptan bakmış nilüfere
İkisi de mutlu mesut teşekkür etmiş birbirlerine
Teşekkür ederim Nilüferim ⛵❤️🪷
3 notes
·
View notes
Text
Birkaç sene önceye kadar ölümü hiç arzulamamıştım biliyor musun? 4-5 sene sanırım. Kendime zarar bile veremem sanıyordum. Ama öyle bir zaman geldi ki içimde ki acı hiçbir fiziksel acıyla eş olamazdı. İçimde ki acıya azaltmak için fiziksel acıyı hissetmek istedim. Artık bir hiç uğruna sürekli yanan canımın son bir kez acıyı hissedip huzura ermesini son 5 yılda o kadar çok istedim ki. Sanki ölsem her şey düzene girecekti. Sanki ben bir hataymışım gibi hissettim. Ve her gün daha güzel yaşayacağım bir güne değil de ölümü arzulayan günlere gözlerimi açtım. Çok kötüymüş,ölümü arzulayacak kadar acı çekmek çok kötüymüş. Boğazına dizilen düğümler,içine akıttığın gözyaşları,karanlık bir oda ve hıçkırıkların duyulmasın diye sıktığın dişlerin. Bunlar sana da tanıdık geliyor mu? Bunlar bana çok tanıdık,sanki hayatımın özetiymiş gibi. Bir de bunları yaşadıktan sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi gidip yüzümü yıkayıp gözlerimin kızarıklığının geçmesini bekledikten sonra yüzüme sahte gülüşümü ekliyordum. Aslında eski bir zamandan bahsediyormuş gibi oldum ama hâlâ öyle. Aslında yaşamak istiyorum biliyor musun? Bu evden çıkıp gittikten sonra hayatımın nasıl olacağını o kadar çok merak ediyorum ki. Herkese inat istediğim şeyleri başarabilecek miyim diye o kadar çok merak ediyorum ki. Hepsine asıl beni göstermek istiyorum. Hepsinden intikam almak istiyorum. Ama onların canını yakarak değil başarılarımı,mutluluğumu göstererek. Diğer bir yanımsa ölmek istiyor. Gücüm yok gibi ama aynı zamanda çok güçlüymüşüm gibi. Arafta kaldım,belki de biraz dinlenmem gerekiyordur...
32 notes
·
View notes
Text
CELAL BAŞLANGIÇ'IN KALEMİNDEN: YEŞİLYURT'TAKİ DIŞKI YEDİRME HABERİNİN HİKAYESİ
68 yaşında vefat eden gazeteci Celal Başlangıç, Cizre'nin Yeşilyurt Köyü’nde köylülere dışkı yedirilmesini ortaya çıkardığı haberinin hikayesini şu sözlerle anlatmıştı: "İnanamıyordum. Üstüne basa basa sordum: Size insan pisliği mi yedirildi?'"
Artı Gerçek - Kürtlerin hedef alındığı hak ihlallerini ifşa eden haberleriyle hatırlanan gazeteci Celal Başlangıç, uzun süredir tedavi gördüğü Almanya'da vefat etti. Artı TV ve Artı Gerçek'in kurucu yayın yönetmeni olan Başlangıç, Cizre’nin Yeşilyurt Köyü’nde köylülere dışkı yedirilmesini ortaya çıkaran isimdi. 1989 yılında yaşanan olay bir ilk değildi ama Başlangıç'ın haberiyle, sorumlusunun mahkum edildiği ilk olaydı.
Başlangıç, o gün Yeşilyurt köyünde yaşananları ve haberin Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmasına giden süreci Bianet için kaleme aldığı yazıda şöyle anlatmıştı:
Play Video
"Buluşma saati gelmişti.
Dışarıda yağmur, karanlık, bir de soğuk var.
Elektrikler biraz önce kesildi. Otuz kişilik yer sofrasından geriye tabaklardaki artık kalmıştı. Sıyrılmış kuzu kemikleri ve pirinç tanelerine, solgun mum ışığı vuruyordu.
Günlerdir yaşananlar, derin çizgilere dönüşüp sofranın çevresindeki herkesin yüzüne yapışmıştı gölge gölge. Suskunluğu sesi egemendi; iç çekme, öksürük, tesbih şakırtısı, çakan çakmak, sönen çakmak...
Yeşilyurt köylüleri bekliyordu. Soğuk bir karanlıktaydılar mutlaka.
Kalkmam gerekiyor.
"Ben gidiyorum."
Sanki boşluğa düşmüştü bu ses. Gözler gizliden gizliye birbirine değdi.
Gözlerin birleştiği noktada Cizre'nin Sosyaldemokrat Halkçı Partili (SHP) Belediye Başkanı Tahir Vesek vardı. Belli ki gecenin bu saatinde evinden bir kişinin tek başına çıkması onu tedirgin ediyordu.
Yemek boyunca ayakta dikilip duran ince uzun gence parmağının ucuyla belli belirsiz bir işaret yaptı. Fırlayıp çıktı dışarı, işareti görünce.
Dışarıda yağmur, soğuk, bir de karanlık vardı. Tahir Vesek cama doğru uzattı elini:
"Şimdi gidebilirsin. İşin bitince çocuklar seni geri getirir. Sakın sokaklarda yalnız gezme."
Oda geniş bir avluya açılıyor, avlunun çevresi kale gibi yüksek duvarlarla çevrili. Amansız bir kan davasının ürünü bu duvarlar. Avludan dış kapıya kadar uzun bir koridor var. Her girintide filinta boylu gençler bekliyor.
Dış kapı açıldı. Çevredekiler kartal bakışlı, elleri kabzaya bir solukta uzanacak tetiklikte.
Hala bekliyordur Yeşilyurt köylüleri.
İki koldan iki insan kümesi, elektrik direklerinin diplerinden karanlığa doğru daldı. Bir "U" biçiminde sarmışlardı çevremi. Ceketlerinin yırtmacı, bir kabza kalınlığında açılmıştı. Soğuğa ve yağmura, bir de karanlık eklenince ortalık olduğundan da fazla ürkünçleşiyordu.
Bölgede yaşanan işkence olaylarını incelemek için yola çıkan SHP heyetiyle birlikte Batman üzerinden İdil'e, oradan Cizre'ye gelmiştik. Yol boyunca korkunç işkence öyküleri dinlemiş, büyük bir gözaltı dalgasının yarattığı tedirginliğe tanık olmuştuk.
Her yerde karşımıza işkence yaralarını hala üzerinde taşıyan, gözaltına alınan yakınlarının akıbetini merak eden insanlar çıkıyordu.
İdil'den Cizre'ye geçerken SHP Merkez Disiplin Kurulu Üyesi olan İdilli avukat Hasip Kaplan kalabalıktan sıyrılıp yanımıza gelmişti. İşkence ve gözaltı belgeleri vardı Kaplan'ın elindeki dosyalarda. Bunlardan biri de elle yazılmış iki sayfalık dilekçeydi ve işte bu dilekçe beni Cizre'nin karanlık sokaklarından Yeşilyurt köylülerine doğru götürüyordu.
Günlerdir süren bir kabus yaşanıyordu Cizre'de.
İdil Caddesi'nden gelen polis aracı, yolun soluna yanaşmış. Kapıları açan resmi giysili iki polis tam araçtan inerken çapraz ateşe tutulmuşlar.
Günün tam ortası. Tarih 13 Ocak 1989... Saat 13.25...
İki kişiymiş ateş edenler. Cizre'de bir yıldır süren "kaldırımüstü cinayetleri"nin bir benzeriymiş yaşanan. İki tetikçi 14'lü tabanca, yakın mesafeden çapraz ateş... Ancak bir farkla ki, bu kez öldürülenler ihbarcılar değil, polisti!
İşte bu olay, bir dönüm noktası olmuştu Cizre'de. İki polisin öldürülmesiyle ilçede büyük bir operasyon ve gözaltı dalgası başladı.
Mahalleler tutuldu, girişler çıkışlar yasaklandı. Çarşıya ancak "ekmek alabilecek kadar küçük çocuklar" gidebildi. Büyük bir gerginlik yaşanıyordu Cizre'de. Bir yandan operasyon sürüyor, evlerin kapıları kırılıyor, içerdekiler dövülüyor, kimi gözaltına alınıyor, diğer yandan da halkın tepkisi giderek artıyordu. Geceleri "ilan edilmemiş bir sokağa çıkma yasağı" uygulanıyordu. Anlatılanlara göre, gözaltına alınanların sayısı 300'ü aşmıştı.
celal-baslangic-001.jpgCelal Başlangıç milletvekilleri Cüneyt Canver, Fuat Atalay ve Yeşilyurt Köyü Muhtarı Abdurrahman Müştak ile birlikte Yeşilyurt köyünde. (Fotoğraf: Cengiz Mumay)
İşte böyle bir Cizre'de, gecenin karanlığında, Yeşilyurt köylüleriyle sözleştiğim dükkanı arıyordum. Tahir Vesek'in evinden birlikte çıktığım gençler de bir bir bakıyorlardı kararlığın gölgesindeki tabelalara. Biri, "Tamam, buldum" dedi , "Kent Gıda Pazarı..."
Dükkanın aralık kapısından içeri girdim.
İçerde sekiz kişi oturuyordu. Sekizi de Yeşilyurtlu. Hasip Kaplan'ın bana İdil'de verdiği dilekçenin fotokopisini uzattılar:
"Okun mu bunu?"
Okumuştum ama, inanılır gibi değildi. Dilekçe önümde duruyordu. Mumun titrek ışığında gördükleri daha bir inanılmaz geliyordu insana.
"Cumhuriyet Savcılığı'na,
Sanıklar: 14-15 Ocak 1989 günü Yeşilyurt köyüne gelen güvenlik kuvvetleri.
Suç: Efrada suimuamele, işkence
Olay: 1) 14-15 Ocak 1989 gece saat 02.00'de Cizre'ye bağlı Yeşilyurt köyümüz, jandarma, komando, özel tim ve diğer güvenlik güçlerince sarılmıştır. Sabaha doğru köy yakınında bir eşek ve iki sıpa karaltı olarak görülmüştür, açılan ateş üzerine eşek yaralanmıştır.
2) Köye giren güvenlik görevlileri ise köyden üç kişinin kaçtığını söyleyerek tüm köylüleri kadın erkek bir araya toplamışlardır. Evler aranmış, hiçbir suç unsuru bulunamamıştır. Kadınların tek tek ağızları açılarak bakılmış, üstleri aranmış, tüm erkekler yüzükoyun yere yatırılmıştır. Burada sürekli olarak "Siz PKK besliyorsunuz, düşmansınız, bu köyü yıkacağız" denilerek her türlü küfür edilmiştir. Köy muhtarına 'Sen devletin değil, PKK'nin muhtarısın' denilmiş, yere yatırılan köylülerin sırtında, karda kışta saatlerce güvenlik güçleri gezmiş, kaba dayak atılmıştır.
3) Muhtar Abdurrahman Müştak, amcası Kamil Müştak, Abdullah Gündoğan ve Bahattin Müştak soruşturmaya alınmış, saatlerce dayak atılarak yaralanmışlardır.
4) Çevreden insan pisliği toplatılarak, muhtarın amcası Kamil Müştak'a, zorla, tek tek, yaşlı genç demeden pislik ağızlarına verilmiştir. Daha sonra bu insan pisliği, Kali Müştak'ın oğlu olan Bahattin Müştak'a zorla babasının ağzına verdirilmiştir. Yaşlı olan Kamil Müştak yaralanmıştır. Abdurrahman Müştak yaralanmış, Abdullah Gündoğan yaralanmıştır.
5) 15 Ocak günü köylü bırakılmamış, şikayet etmeleri önlenmiş, Kamil Müştak ve Ahmet Kaya yalınayak karda yedi kilometre ötedeki Cizre ilçesine götürülmüştür.
6) Köyde hiçbir suç unsuru bulunmadığı halde, her türlü aşağılık, yakışıksız ve yaslara aykırı olarak bize suimuamelerde bulunulmuş, işkence yapılmıştır."
Karanlıkta bir daha yüzlerine baktım. Okuduklarıma inanamıyordum. Üstüne basa basa sordum:
"Size insan pisliği mi yedirildi?"
Sekizi birden kafasını salladı:
"Evet, hepimize birden insan pisliği yedirilmiştir."
ARKA BACAĞI YARALI TERÖRİST!
Yeşilyurt köylülerinin başına gelenler pek öyle inanılır cinsten değildi. Aslında 12 Eylül'den bu yana yaşadıkları sözün dar gelmeyeceği bir öyküydü. Ama onlar sadece 14-15 ocak gecesi başlarına gelenleri bir dilekçeye yazıp önce Cizre Cumhuriyet Savcılığı'na, ardından Cumhurbaşkanlığına [Kenan Evren], Anavatan Partisi (ANAP), Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP), Doğru Yol Partisi (DYP) genel merkezlerine, İçişleri Bakanlığı'na [Mustafa Kalemli], Genelkurmay Başkanlığı'na [Necip Torumtay], İnsan Hakları Derneği'ne göndermişler, bu baskı belki bir gün biter diye.
12 Eylül'den bu yana hiç boş bırakılmamış Yeşilyurt köylüleri. "Korucu ol" baskısı, "Bize silah teslim etmezseniz..." tehdidi, gece baskınları, gündüz baskınları... 12 Eylül 1980'de 120 ev ve yedi mezrasıyla Cizre'nin en büyük köyü olan Yeşilyurt'ta ev sayısı 80'e inmiş. Onlar yıllardır yaşadıklarını değil, sadece bir gece başlarına gelen utanç verici öykülerini son bir umutla duyurabileceklerine inandıkları her yere dilekçe yazıp göndermişler.
Aslında resmi makamlara verilen bu dilekçede anlatılanların çok daha ötesindedir Yeşilyurtluların yaşadıkları.
13 Ocak'ta iki polisin öldürülmesinden sonra ilçe merkezinde başlatılan operasyonlar, bir gece sonra köylere kaydırılmış. Cizre'ye yedi kilometre uzaklıkta olan Yeşilyurt köyünün çevresi, komando, özel tim, jandarma ve yörede görev yapan "sivil zevat" tarafından sarılmış.
15 Ocak başlayalı daha birkaç saat olmuştur. Saat 02.00'de kuşatma tamamlanmıştır. Köye birkaç yüz metre uzaklıktaki mezrada üç karaltı hareket eder. Askerler yaylım ateşine başlarlar. Karaltılar kaybolur. Köyün dört bir yanından ateş edilmektedir. Sıcak yataklarındaki Yeşilyurtlular neye uğradıklarını anlayamazlar. O anda anons duyarlar:
"Başını çıkartan öldürülür. Herkes evine gitsin. Pencerelerin kepekleri kapatılsın."
Köyü bir sessizlik basar. Köy halkı evlerine çekilmiş, ne olacak diye beklemektedir.
Bir süre sonra görevli binbaşı, herkesin evlerinden çıkmasını ister. Kadın erkek, çoluk çocuk... Hatta çocukların beşikleriyle kapının önüne konulması emredilir. Bütün köy halkı alanda toplanmıştır. Komutan, kadınlarla erkeklerin ayrılmasını ister. Sonra, erkeklere döner, yaşlılara gençlerin iki ayrı grup oluşturmasını söyler. Yörede yaşlılık ölçüsü altmış ve sonrasıdır. Komutan genç gruba döner, "Yere yat" emri verir. Sonra köyden üç teröristin kaçtığını söyleyerek bunların bir an önce bulunmasını ister. Muhtar Abdurrahman Müştak ile amcası Kamil Müştak, köyde terörist olmadığını anlatmaya çalışırlar. Bunun üzerine muhtarla amcası "sorguya" alınır. Yörede "sorgu", aslında kaba dayaktır. Ardından komutan, askerlere emir verir ve onlar da yere yatmış gençlerin üzerinde dolaşırlar bir süre.
Köydeki tüm evler aranır. Hiçbir suç unsuru bulunmaz. Ama jandarma, köylülerin ilçeye inip şikayet etmesini önlemek amacıyla köyden ayrılmaz. Bu arada köyün çevresindeki göçebeler, muhtara bir haber salarlar. İş anlaşılmıştır. Köyden sabaha karşı çıktığı sanılan üç terörist, köyün eşeğiyle onun sıpalarıdır. Muhtar, açılan ateş sonucu arka ayakları parçalanan eşekle başında bekleyen sıpalarını alır, ahıra kapatır.
Ertesi gün binbaşı gelir, "Teröristleri buldun mu?" diye sorar muhtara. "Evet" der muhtar, "Buldum". Komutan duyduklarına inanamaz. Nerede olduklarını merak etmektedir. Muhtar ahırı gösteri; "İşte orada". "Ne işleri var orada?" diye bağırır komutan. Muhtar sakindir, yanıtlar:
"Eşekle sıpalarıdır. Dün terörist diye onları vurmuşsunuz."
Sonu dışkı yedirmeye kadar varacak olan baskı ve işkenceler işte bu olaydan sonra bir dilekçeye dönüşür ve ilgili olduğuna inandıkları her kişiye, kuruma başvururlar. Bir de raporları vardır ellerinde işkence gördüklerine dair.
'GİTMEYİN SİZİ VURACAKLAR'
"Bir kazaya kurban gitmemek" için yazıyı bölgeden ayrıldığım gün yazdım.
Ancak, 1989'un Ocak ayında "Yeşilyurt köylülerine asker dışkı yedirdi" diye bir haber girebilir miydi?
Bu soruya "Evet" demek pek kolay değildi.
Bu yüzden haber olarak değil de izlenim olarak yazdım. Dışkı yedirme olayını yazının sondan bir önceki paragrafına deyim yerindeyse "gizledim". Başlığını da "Münferit bir işkence öyküsü" diye attım.
22 Ocak 1989 tarihli Cumhuriyet'te, birinci sayfadan tek sütuna anonslanarak yayınlandı yazı.
Ancak korktuğum başına gelmişti.
Sondan bir önceki paragrafa gizlediğim "dışkı yedirme" olayı, köylülerin bu konuyla ilgili anlatımları tümüyle çıkartılmıştı yazıdan.
O zamanlar böyle durumlarda akla ilk gelen soru "Bu mesleği bırakmalı mı artık?" oluyordu.
Değişik duyguların git-gelinde yaşarken telefon çaldı. Arayan Genel Yayın Müdürü Hasan Cemal'di.
"Yazın çok güzel olmuş eline sağlık" diyordu.
Durumu anlattım, atılan bölümü aktardım ve artık gazetecilik yapmanın pek anlamlı olmadığını, bu yüzden istifa etmeyi düşündüğümü söyledim.
O da şaşırmıştı.
"Köye bir daha girer misin?" dedi. Hiç tereddüt etmeden "Evet" deyince, "Sen köye git, ben de manşet yapacağım" diye söz verdi.
Cumhuriyet'in Adana'daki bürosunda yeniden Yeşilyurt'a gideceğimi duyan herkes aynı görüşte birleşiyordu:
"Gitme, senin vururlar."
Bu tartışma sırasında, bürodan içeri SHP Adana Milletvekili Cüneyt Canver girdi. "Gitmeli mi, gitmemeli mi" tartışmasına o da karıştı. sonunda Canver kararını açıkladı:
"Gidersen ben de seninle gelirim Yeşilyurt'a."
Bu kimsenin görüşünü değiştirmemişti:
"Gitmeyin, bu sefer ikinizi de vururlar."
'DEMEK Kİ DAHA KALABALIK GİTMEK GEREKİYORDU'
Demek ki, daha da kalabalık gitmek gerekiyordu.
SHP Diyarbakır Milletvekili Fuat Atalay'ı aradım. "Tamam" dedi Atalay, "Ben de gelirim."
Sonunda bir plan yapıldı. Canver'le ben Adana'dan Cizre'ye gidecektik. Atalay da ilk uçakla Ankara'dan Diyarbakır'a gelecek, orada Siirt muhabirimiz Cengiz Mumay'la buluşacaktı. Birlikte Cizre'ye geçeceklerdi. Buluşma yerimiz de Cizre Belediye Başkanı Tahir Vesek'in makamıydı.
Hemen Tahir Vesek'i aradım "Biz geliyoruz" diye.
Daha bu telefonun üzerinden yarım saat geçmemişti ki Vesek, Cizre'den soluk soluğa arıyordu.
"Senin telefonun ardından bana 'faili meçhul' bir telefon geldi. 'Gelmesin, vurulacak' diye."
Belli ki telefonlar çok sıkı dinleniyordu. Hatta dinlemeye kalmayıp tehdit etmeye de sıvanmışlardı.
8 notes
·
View notes
Text
Gece herkes için aynı olsa da
Herkesin karanlığı farklı.
Birinin karanlığı bir kadehte yüzüyordur;
Ötekininki bir hatıranın içinde saklanıyordur.
Kimisi karanlığını kilitli bir kapının ardında tutar,
Kimisi onu avuçlarında taşır,
Sır gibi, silah gibi.
Gökyüzü yıldızlarla doluysa da
Bazen hiçbir ışık içeri sızmaz.
Bazılarının karanlığı sessizdir,
Bıçak sırtında bir huzur gibi.
Bazılarının karanlığı gürültülüdür,
Dışarıdan bakınca fark edilmeyen bir çığlık gibi.
Geceyi herkes yaşar,
Ama karanlık dediğin
Herkesin kendi icadı.
Bir şehir ışıklarla parlar,
Ama içindeki ruhlar loş birer oda.
Ve her odada başka bir hikâye...
2 notes
·
View notes
Text
gece saatin üçü olma ihtimali var
vakit karanlık
zamansızca ilerliyor
akrep ve yelkovan
gözlerim yorgun ve kan çanağı
karanlık koridorda
soğuk bir oda
insanlar dağ gibi uzak benden
yerimde bir taş gibi
öylece duruyorum
bakışlarım çaresiz
yanımda yoksun
ve rüzgarlar çok soğuk
üşümüyorum
ve içimde sen
sabah saatin beşi olma ihtimali var
sen hala yoksun
hava da ısınmadı
ve güneş doğmak bilmiyor
yarım yamalak bir uykunun
dibine düştü rüyalarım
hatırlamıyorum
kalksam gün başlamaz
kalkmasam hep gece
araftayım ve gözlerimde uçurum
baksam düşerim
bakmasam bir ürperti
göz kapaklarımda tüm emanetler
yastık altı hayallerim
uykumsa beton bir deniz
dalamam...
uykusuzluğumun baş tacısın
anlatamam...
sabah saatin yedisi olma ihtimali var
güneş var fakat hava hala soğuk
sen yoksun
penceremde ötüşüyor serçe kuşları
üzgün mü, yoksa çaresiz mi?
kalbim gibi titrek kalpleri
sabahı müjdelerken,
her biri razı bir dane rızka
tıpkı onlar gibiyim
sesinin geldiği her yerde
doymak degil uçmak istiyorum
saat gündüzün biri olma ihtimali var
şimdi kahve içiyorum
bilirim bu saatlerde elinde fincan
ve aşktandır bedenler ayrıyken
aynı anda aynı şeyi yapmak
bir yudum kahvede
bin türlü hayalin var
falcı kadınlara soruyorum
yüreğim kabarmış
bir yol açılmış ta can evimden
yolun sonu sen...
akşam saatin yedisi olma ihtimali var
yanımda yoksun
hava karanlık
zift rengi her yer
gözümle göremiyor
yüreğimle bakıyorum
ve yüreğimde bir aydınlık
sıcacık bir his
kaynağı sen
evine çekilmiş herkes
içine çekilmiş her ruh
sokaklar eksik, sokaklar boş
kimse geçmiyor bu saatte
beni bir tek
birbirine uzak yıldızlar anlıyor
bir de yalnız kaldırımlar
taş duvarlar sessiz
lambalar suskun
anlatacak çok şey yok
ay yeterince ayrı güneşten
gece saatin biri olma ihtimali var
sendeliyor ve sende deliriyorum
başladığım yerdeyim...
sendeyim diyorum
hala uyumadım
elimde telefon
sesini duymak istiyorum
ya da bir mesaj, biz iz...
uykum tutmuyor
mayası sen
dokunsan yetecek biliyorum
yine gece saatin üçü olma ihtimali var
ya da dördü ya da beşi...
ne önemi var
yalnız kesin bir şey var
yoksan tüm saatler bir ihtimal...
Rüzgar
2 notes
·
View notes