#kırmızı ışıklar
Explore tagged Tumblr posts
Text
"Bakma, bakarsan hissedersin, hissedersen her şey zorlaşır."
#sokaknobetcileri#sokak nöbetçileri#yankı sarca#helin aktan#sadece helin#mutlu sarca#sadece koza#ışık sarca#bartu sarca#lal sarca#aslı arslan#umut güneş#helinsaye#helinski#fırat göktepe#nil göktepe#zeynep elçeri#asli arslan#kırmızı ışıklar#kitaplık#kitapkurdu#kitap kapağı#kitaplar#kitap alintilari#kitap alıntısı#kitap sözü#kitap önerileri#kitapaşkı#kitap alıntıları#kitap
48 notes
·
View notes
Text
Sokak nöbetçileri🍀🦋💗
16.03.2024
#geceye not#gecenin sözü#kitaplar#kitap alintilari#kitap sözü#3391kilometre#anlamlı sözler#beyzaalkoc#artists on tumblr#anna frank#sokak nöbetçileri#lal sarca#yankı sarca#umut güneş#bartu sarca#sadece koza#sadece helin#ışık sarca#mutlu sarca#kırmızı ışıklar#Spotify
35 notes
·
View notes
Text
Kırmızı ışıklar sevgiliyi öpmek için yanıyor dimi
10 notes
·
View notes
Text
kırmızı ışıklar arabada öpüşmek için vardır
85 notes
·
View notes
Text
SİSLER BULVARI
Elinin arkasında güneş duruyordu,
aylardan kasımdı, üşüyorduk,
ağacın biri bulvarda ölüyordu,
şehrin camları kaygısız gülüyordu,
her köşe başında öpüşüyorduk.
Sisler Bulvarı'na akşam çökmüştü,
omuzlarımıza çoktan çökmüştü,
kesik birer kol gibi yalnızdık,
dağlarda ateşler yanmıyordu,
deniz fenerleri sönmüştü,
birbirimizin gözlerini arıyorduk.
Sisler Bulvarı'nda seni kaybettim,
sokak lambaları öksürüyordu,
yukarıda bulutlar yürüyordu,
terkedilmiş bir çocuk gibiydim,
dokunsanız ağlayacaktım,
Yenikapı'da bir tren vardı.
Sisler Bulvarı'nda öleceğim,
sol kasığımdan vuracaklar,
bulvar durağında düşeceğim,
gözlüklerim kırılacaklar,
sen rüyasını göreceksin,
çığlık çığlığa uyanacaksın,
sabah kapını çalacaklar,
elinden tutup getirecekler,
beni görünce taş kesileceksin,
ağlamayacaksın! Ağlamayacaksın!
Sisler Bulvarı'ndan geçtim, sırılsıklamdı,
ıslak kaldırımlar parlıyordu,
durup dururken gözlerim dalıyordu,
bir bardak şarabda kayboluyordum,
gece bekçilerine saati soruyordum,
evime gitmekten korkuyordum,
sisler boğazıma sarılmışlardı.
Bir gemi beni Afrika'ya götürecek,
ismi bilmiyorum ne olacak,
Kazablanka'da bir gün kalacağım,
Sisler Bulvarı'nı hatırlayacağım,
Kırmızı Melek şarkısından bir satır,
lodos'tan bir satır, yağmur'dan iki,
senin kirpiklerinden bir satır,
simsiyah bir satır hatırlayacağım,
seni hatırlatanın çenesini kıracağım,
limanda vapur uğuldayacak.
Sisler Bulvarı bir gece haykırmıştı,
ağaçları yatıyordu, yoksuldu,
bütün yaprakları sararmıştı,
bütün bir sonbahar ağlamıştı,
ağlayan sanki İstanbul'du,
öl desen, belki ölecektim,
içimde biber gibi bir kahır,
bütün şiirlerimi yakacaktım,
yalnızlık bana dokunuyordu.
Eğer Sisler Bulvarı olmasa,
eğer bu şehirde bu bulvar olmasa,
sabah ezanında yağmur yağmasa,
şüphesiz bir delilik yapardım,
hiç kimse beni anlayamazdı,
on beş sene hüküm giyerdim,
dördüncü yılında kaçardım,
belki kaçarken vururlardı.
Sisler Bulvarı'ndan geçmediğim gün,
Sisler Bulvarı öksüz, ben öksüzüm,
yağmurun altında yalnızım,
ağzım, elim, yüzüm ıslanıyor,
tren düdükleri iç içe giriyorlar,
aklımı fikrimi çeliyorlar,
Aksaray'da ışıklar yanıyor,
Sisler Bulvarı ayaklanıyor,
artık kalbimi susturamıyorum...
Attilâ İlhan
( 1925 - 2005 )
Ruhu şad mekanı cennet olsun
Umut dolu, sevgi dolu, huzur dolu, güzel mutlu bir sabaha uyanmanız dileğimle.iyi geceler 🙏
8 notes
·
View notes
Text
Bungou Stray Dogs Storm Bringer [KOD: 02] Ölülerin Duyguları Olmaz
Wattpad Linki
Adım Adam Frankenstein. Avrupa Polis Teşkilatı görevlilerine şarkı söyleyip dans edebilen mükemmel bir makineyim.
Ciddiyim, yapamayacağım hiçbir şey yoktur.
O gün hava hoştu.
Güneş ışığı, berrak mavi gökten süzülüyor ve yeri aydınlatıyordu. Kuyumcu vitrini gibi, binaların pencerelerine yansıyan ışıklar parıldıyordu. O ışık, bilgisayar programına benzer,hem inorganik hem de sistematikti. İnsanlardan çok makine olan bana görmem için hazırlanmış bir güzellikmiş gibi hissettim.
Göğsüme karşı tuttuğum kâğıt keseyle ana caddede yürüyordum.
Kesenin içinde çikolatalar, şekerler ve çeşitli ayıc��k jelibonları vardı. Hepsi gelecekteki ortağım Chuuya-san içindi.
Benim gibi bir makinenin işlemesi için şarj olmak nasıl gerekliyse şeker de insanların günlük aktivitelerini devam ettirebilmeleri için gerekliydi. Ayrıca şeker tüketimlerinin artması insanların mutluluk duygusunu pekiştiriyordu. Ortağımın mutluluğu için endişeleniyorum -ne kadar müthiş bir dedektifim öyle. İnsanlardan kesinlikle daha iyiyim.
Hedefime doğru yürümeye devam ettim. Geçtiğim yabancı ülkenin vatandaşları bana garip garip bakıyordu.
Yolumda, sokak köşesindeki bir tezgâhı geçtiğimde aklıma fantastik bir fikir geldi. Beyninize etkin bir şekilde şeker, daha doğrusu glikoz, almak istiyorsanız toz şekeri direkt ağzınıza dökmelisiniz. En etkili yol budur. Bu yüzden köşedeki tezgâhtan bir poşet toz şeker aldım.
O sırada, yanımdaki müşteri daha önce hiç görmediğim bir şey alıyordu.
“Bu nedir?” Müşteriye sordum.
“Ne, bilmiyor musun? Sakız işte.”
Eğitim modülüm soruşturmayla ilgili bilgilerle donatılmış olsa da dış dünyanın belirli bilgileri hala eksikti. Bilgi eksikliğini telafi etmek için hemen satın aldım.
Taş kaplama geçitten geçtim, Avrupai tarzda yapılmış tuğla binalardan oluşan yerleşim bölgesini ardımda bıraktım. Dünün alevlerinden zarar gören cildimin dış katmanı tamir edilmiş ve işlevini yerine getiriyordu. Zarar gören parçalarım da yenisiyle değiştirilmişti. Yani yeni gibiydim ve yeniden canlanmış hissediyordum. İnsan olsaydım şu anda şarkı mırıldanacağımdan emindim.
Yürürken satın aldığım sakızlardan birisini ağzıma attım. Anında XP göstergemin yükseldiğini fark ettim.
Bilmediğim, muhteşem bir aromaydı.
Tek seferde yutmadan önce birkaç saniye çiğnedim.
Bir parça daha ağzıma attım. Pakette toplam sekiz parça sakız vardı. Bu şekilde yemeye devam edersem yakında biterdi. Burada suçlanacak kişi, paketinde az sayıda bulunan sakız adlı üründü.
Yutkunduktan ve üçüncü parçaya geldikten sonra Chuuya-san ile buluşmam gereken yere geldim.
Binanın kapısını açıp yüksek sesle selam verdim.
“Tünaydın!”
Kiliseye varmıştım.
Yüz kadar misafir kilisenin iki tarafında da oturuyordu. Herkes siyah giyinmiş, sessizce başlarını eğiyorlardı. Kırmızı cüppelerle süslenmiş çocuk korosunun sesleri tiz ve ölüye yas tutar gibi nazikti. Kilisenin tavanı aşırı yüksekti; çocukların şarkı söylerkenki sesleri birbiri ardına yankılanıyor, tüm kilisede duyulabilecek şekilde rezonansa giriyordu. Belki bu yüzden kilisedeki atmosfer uhreviydi, dünyayla cennet arasındaki bir yeri anımsatıyordu.
Ve geniş, tenha şapelin ortasında beş tabut duruyordu.
Süslü değillerdi ancak pahalı gözüküyorlardı. Tabutlar siyah kumaşla örtülüydü.
Tabutun diğer tarafında ağlarken başlarını eğen, aile üyelerine benzeyen insanlar vardı.
Şapelin etrafına bakındım ve Chuuya-san’ı sırada, bir grup insanla otururken gördüm. Onlara doğru yürüdüm.
“Chuuya-san, sizi almaya geldim!”
Sesim koroda kaybolmasın diye bağırdım.
“Kes sesini. Cenazedeyiz.”
Chuuya-san sessizce cevaplarken gözlerini tabutlardan ayırmadı.
Konuşmadan önce biraz düşündüm. “Biliyorum.” Ve devam ettim, “Verlaine hakkında istihbaratım var.”
“Sonra hallederiz.”
Konuştuktan sonra önüne bakmaya devam etti. Mimik kasları gergin, alnıyla kaşları arasındaki deri hafif çatıktı. İnsanların duygusal tepkileriyle ilgili yaygın bir bilgiyi hatırladım. Chuuya-san’ın yüzü stres altındaki bir insanın ifadelerini taşıyordu. Tedbir alınması gerekiliyordu. “Çikolata ister misiniz?”
“Dedim ki sonra hallederiz!”
Chuuya-san bağırdı. Zemin sesinin gücüyle sarsıldı. Cenazedeki misafirlerden birkaçı arkalarına döndü.
Chuuya-san sessizce bana baktı. Bana verilen emri titizle inceledikten sonra cevap verdim. “Anlaşıldı. Peki bu ‘sonra�� kaç dakika sürer?”
Chuuya-san kesik bir nefes aldı, bana bir şeyler bağırmaya yeltense de durdu. Sonra gergin, kana susamış bir sesle konuştu. “Seninle takım olduğum gerçeğinden nefret ediyorum. Anlamıyor musun? Cenazedeyiz. Arkadaşlarımın cenazesindeyiz. Hepsi öldü. Cenazeci uygun gözükmeleri için sekiz saat harcadı. Hepsi parçalan- hepsi benim yüzümden oldu. Bu yüzden onları uğurlamam gerekiyor yoksa beni suçlarlar.”
Ne kadar mantıksız bir beyannameydi, cevap verdim. “Lütfen endişelenmeyin Chuuya-san. İşlevleri son bulan insanlar kin tutamaz.”
“Ne dedin?!”
Chuuya-san ayağa kalktı, yakamı kavradı.
“Yeter, Chuuya-kun.”
Chuuya-san’ın yanında oturan misafirlerden birisi aniden söze girdi.
Sırtı dimdik oturan zayıf bir adamdı. Geriye taranmış siyah saçları vardı ve sessizce bacak bacak üstüne atmıştı. Muhtemelen otuzlarındaydı. Şapeldeki en pahalı kıyafetleri giyiyordu.
“Dedektif-dono’nun da dediği gibi ölülerin duyguları olmaz. Cenaze ve intikam gibi şeyler yaşayanlar için yapılır.” Adam önüne bakıyor ve sesi kısık çıksa bile bir liderin sahip olduğu baskın otoriteyi taşıyordu. “Bu yüzden başka birisi daha ölmeden hallet şunu Chuuya-kun. Verlaine hakkında istihbaratınız olduğunu mu söylemiştiniz, Dedektif Bey?”
Son soru direkt bana hitap ediyordu.
“Evet, Verlaine’in saklanma yerine ilişkin bilgiyi öğrendim. Bu istihbaratla sonraki hedefinin kim olduğunu tespit etmek mümkün olacaktır. Ancak soruşturmada ilerlemek için Chuuya-san’ın iş birliğine ihtiyacım var. Bu yüzden Chuuya-san, lütfen kaç dakika beklemem gerektiğini söyler misiniz? 5 dakika yeterli mi?”
Chuuya-san kaşlarını çatarak bana baktı.
“5 dakikaya ihtiyacı yok, değil mi Chuuya-kun?” yanındaki adam kibar sesiyle konuştu.
“...evet.”
Chuuya-san kolumu kavrayarak yürümeye başladı. “Gidelim. Burada konuşamayız.”
Emirlerine uydum.
....
Chuuya-san hızlı adımlarla ara sokakların birinde ilerledi. Onu takip ederken hızına ayak uydurdum.
Kiliseden yeteri kadar uzaklaşınca Chuuya-san etrafına bakındı.
“Sana söyleyecek tek bir şeyim var oyuncak robot. Senden haz etmiyorum. Mekanik özelliklerin yararlı olabilir bu yüzden bana eşlik etmene izin veriyorum. Ne olursa olsun benim emirlerine itaat edeceksin. Merkez üssünden aldığın emirlere değil, benim emirlerime öncelik vereceksin. Yoksa beraber çalışamayız.”
“Eski emirlerimi geçersiz kılmamı mı istiyorsun?”
“Evet.”
Durumumu mantıkla düşündüm. Uyduğum en yetkin emirler bu davaya atanan üstlerimden, sonra da Profesör Dr. Wollstonecraft’tan aldıklarımdı. Eğer bu komuta zincirini hiçe sayar ve Chuuya-san’ı önceliğim yaparsam görevlere en büyük önceliği vermek olan varoluş sebebim geçersiz kılınırdı. Diğer taraftan, Chuuya-san’ın talimatlarına uymayıp emirlerimi geçersiz kılmazsam görevim burada sona erecekti.
Sanki “Benim emirlerime uy ama onlarınkisine uyma.” der gibi çelişkili talimatlardı.
Eğer sıradan bir yapay zeka bu şartlar altında bırakılsaydı bitmek bilmeyen düşünce kaynaklarını kullanmaları gerekecek, bu da iş görme yeteneklerinin düşmesine neden olacaktı. Ama ben, son model bir yapay zekayım. Profesör böyle bir durumun gerçekleşebileceğini tahmin etmiş ve bu çelişkileri çözmeye yardımcı olacak bir altprogram eklemişti.
Çözüm oldukça basitti.
“Kalbinin sesinin dinle.”
“Emirler onaylandı. Komut sistemi protokolü geçersiz kılınıyor.” Tek dizim üstünde diz çöktüm ve saygıyla reverans vermek için başımı eğdim. “Chuuya-sama’yı (1) bu makinenin en üst amiri yaptım. Lütfen emirlerinizi söyleyin.”
Chuuya-sama bana şaşkınlıkla baktı. “Gerçekten kabul ediyor musun?”
“Evet. Chuuya-sama emirleri verirse hiçbir engel beni durduramaz.”
Chuuya-sama'nın gözbebekleri genişledi, derin bir iç çektikten sonra elleriyle yüzünü kapadı.
“Ugh... makine olmana rağmen seni hiç anlayamıyorum. Hem neden bana aniden ‘Chuuya-sama’ diye sesleniyorsun?”
“En yetkin üstlerime verilen varsayılan unvan bu şekilde.”
“Değiştirebilir misin?”
“Değiştirmem mümkün. Ama unvanınız değişirse en yetkin kumandanım olamazsınız. Değiştireyim mi?”
“Yok, hayır.” Chuuya-sama bıkmış bir yüzle konuştu. “Ahh, yeter. Bunları konuşarak vaktimizi boşa harcıyoruz. Verlaine hakkında yeni bir istihbaratın olduğunu mu söylemiştin?”
“Evet, anlatayım. Ama önce sakız ister misiniz?”
Ayağa kalkıp öncesinde satın aldığım sakızı teklif ettim. Uzayasıya bir konu anlatmadan önce stres yükünü hafifletmek için karşı tarafa yenmesi hafif ikramlarda bulunmak kibarlıktır.
Chuuya-sama afallamış bir ifadeyle bir sakıza bir bana sonra yine sakıza baktı ve konuştu. “İstemez.”
Yazık oldu. “O zaman ben yerim.” Paketini açarak ağzıma bir sakız attım, yutmadan önce birkaç kez çiğnedim. Muhteşemdi.
Chuuya-sama bana garipseyerek bakıyordu.
“Şimdi açıklamaya başlayayım.” dedim. “İlk olarak bildiklerimizi gözden geçirelim. Verlaine suikastçı olduğundan bir ülkeye girdiğinde gelişini her yere duyuramaz yoksa sonrasında hareket etmesi zorlaşır. Normal insanlar ülkeye girmek için kılık değiştirip sahte pasaport kullanırlar ama Verlaine artık kimseye güvenmeyen yalnız bir kurt. Bu yüzden ülkeye kaçak girişini yaptıracak insanlara ödemek zorunda. Buraya kadarını anladınız mı?”
Son soruyu sorarken ağzıma bir sakız daha atıp yuttum. Beni seyrederken Chuuya-sama iğrenmişçesine sızlandı. Sakız midemi falan mı bozacaktı?
“Ama bu sefer Verlaine’in seçenekleri kısıtlı, ne de olsa kaçakçılar ödlek olmaya meyilli ve genelde bağlantılarına güvenirler. Yani kaçakçılar Liman Mafyası gibi illegal organizasyonlara ya sığınırlar ya da organizasyonlarla çıkar ilişkisi yürütürler.”
“Ahh, mantıklı. Kendisine sırt çevirip Liman Mafyasına koşacak birisine güvenemez.” Chuuya-sama başını salladı. “Sen bu işleri baya biliyormuşsun.”
“Çünkü yapay zeka dedektifleri insan olanlardan daha üstün.” Bir sakızı daha çiğneyip yuttum. “Bu bilgileri kullanarak Japonya Polis Departmanı ve Liman Mafyasının veri tabanında bulunan kaçakçıları inceledim ve mafyanın veri tabanından kaçmayı başarabilmiş bazı kaçakçılara rastladım.”
“Polisin ve mafyanın veri tabanını mı inceledin? Nasıl?”
“Hackledim.” dedim. Hareket halindeki aracın akıllı sürücü sistemini dahi hackleyebilen bir makineyim. Veri tabanlarını şöyle bir karıştırmak benim için -nefes almanın kolay olacağını düşünerekten- nefes almak kadar kolay. “Bu işe karıştığını düşündüğüm 4 kaçakçı vardı. Her birini bu sabah sorguladım ve Verlaine’i ülkeye getirenleri buldum.”
“Haha, bilardo dışında başka yeteneklerin olduğunu bilmek güzel.” Chuuya-sama kaşlarını kaldırdı. “Ee? Konuşturana kadar ayaklarından aşağı sallandırdın mı bari?”
“Hayır. Bu makinenin öyle bir özelliği olsa da davranışlarını kopyalayıp şiddete başvursaydım Verlaine fark ederdi.” Başımı salladım. “Onun yerine Verlaine’in istediği malları ve ödeme ayrıntılarını öğrendim. Eminim ki Chuuya-sama çoktan biliyordur ancak yasadışı kaçakçılık yapanların çoğu kendi ülkelerine nakliyecilik yapıyorlar.” dedim iki sakız daha yerken. “Bu nakliyeciler ödeme karşılığında arabalar, silahlar, saklanma yerleri ve kaçak doktorları ayarlıyorlar. Verlaine bu mallardan üçünü istemiş.”
“O üçünden birisi saklanma yeri mi?”
“Maalesef.” Başımı iki yana salladım. “Ama bir sonraki hedefine dair bir ipucu bulabildim. Öncelikle şuna bakın.”
Huş ağacından çekilmiş bir dal resmini uzattım. Genişliği ve uzunluğu el bileği kadardı.
“Nedir bu?”
“Huş ağacından bir dal. Verlaine suç mahallinden ayrılmadan önce yakınlara bir ağaç dalına haç işareti bırakıyor. İmzası böyle ve şu ana kadar hiç istisna yapmadı. Bu kez kaçakçılardan 4 dal aldı ve...”
Bir fotoğraf daha uzattım.
“Dallardan birisi bilardo barında bulundu.”
Yere düşmüş, el oyması çentikli bir haç vardı. Zeminin ahşabı parçalandığı için görülmesi zordu ama diğer molozlardan farklı bir malzemeden yapıldığı belliydi.
Chuuya-sama kaşlarını çattı.
“Yani geriye üç tane kaldı.”
“Evet, hedeflerinin sayısının bu olduğuna inanıyorum.”
“Yakın olduğun kim varsa hepsini öldüreceğim” demişti Verlaine.
Chuuya-sama’ya yakın olan insanlardan hangilerini seçeceğini bilmem mümkün değil. Mafyanın hainleri bile olabilir. Ama en azından Verlaine'in Japonya’da üç hedefinin olduğunu biliyoruz.
“Bizim için iyi bir fırsat.” dedim. “Verlaine’i tahmin etmesi zor ve savaş alanında üstünlüğünü koruyor. Birebir savaşta yenmemiz imkansız. Ancak Verlaine suikastçı, prosedürlere ve ritüellere ne olursa olsun önem veren bir suikastçı. Bir sonraki hedefine saldıracağı kesin sayılır bu yüzden hedefini öncesinden öğrenirsek tuzak kurup bekleyebiliriz.”
“Doğru.” Chuuya-sama başıyla onayladı. “Bir sonraki hedefinin kim olabileceğine dair bir tahminin var mı peki?”
“Tahmin etmem zor.” Sıradaki fotoğrafları uzattım. “Kaçakçılardan satın aldığı iki şey daha vardı, bu fotoğraflarda…”
Biri otomobil parça montaj fabrikası için üretici ruhsatıydı.
Diğeri oldukça eski, mavi bir kapaklı telefonun gövdesiydi.
“Bunların sonraki suikastı için yaptığı hazırlıklar olduğuna inanıyorum.” diye devam ettim. “Ama bu noktadan itibaren Chuuya-sama’nın yardımına ihtiyaç duyuyorum. Verlaine Chuuya-sama’ya yakın insanları hedefliyor. Kim olabileceğine dair bir fikriniz var mı?”
Chuuya-sama soruma cevap vermedi. Kısık gözlerle fotoğrafı dikkatle inceledi.
Sanki önem verdiği birinin yüzü fotoğrafa kazınmış gibi bakıyordu.
“Fabrika, huh?” Chuuya-sama konuştu. “Siktir. Bir sonraki hedefinin kim olduğunu biliyorum.”
Chuuya öfkeyle fotoğrafı buruşturarak top haline getirdi. Sonra hızlı adımlarla yürümeye başladı.
“Gidelim.”
“Nereye gidiyoruz?”
Soruma cevap vermeden Chuuya-sama son sakızı elimden çaldı ve ağzına attı.
Yürürken çiğnediği sakızı şişirdi, sakız dudaklarının dibinde küresel bir balon şekline dönüştü.
O an hissettiğim şaşkınlığı kelimelerle tarif edemem.
Böyle mi yeniliyordu?!
…
Fabrikada genç bir çocuk vardı.
Buram buram motor yağı kokan yüksek çatılı otomobil parça montaj fabrikasıydı. Bir yerlerden kaynak makinesinin sesi duyuluyor, havada kıvılcımların sesi uçuşuyordu. Ama fabrikanın bulunduğu alan epey geniş olduğundan seslerin kaynağını bulmak zordu.
Oğlan, parçaları kaynaklamak için perçin kullandı, bir bezle yağı sildi ve altın bir raspayla pürüzleri kesti. İşi buydu. Biraz sonra benzer parçalar yine önüne gelecek, çocuk yine kaynak yapacak, silip kesecekti. Parçalar önüne geldi. Kaynak yaptı, sildi, kesti. Kaynak yaptı, sildi, kesti.Kaynak yaptı, sildi, kesti.
Ve parçaların banttan önüne geldiği her sefer çocuk aynı şeyi düşünüyordu. “Bıktım artık. Bir sonraki parçaları bitirdikten sonra pes edip eve gideceğim.”
Çalıştığı süre boyunca zil çalana kadar aynı şeyi tekrar ve tekrar düşünürdü. Zil, mesainin bitmesine yalnızca beş dakika kaldığını belirtirdi. Ve son zil çalana kadar geçen beş dakikada kendisini biraz daha insan gibi hissederdi. Hiçbir şey düşünmeden ellerini ciddiyetle hareket ettirdi.
İşi bittiğinde çalışma arkadaşları kendisine seslendi ve “Hey? Bizimle bir şeyler yemeye gelmek ister misin?” diye sordu, uygun bir cevap verdikten sonra kalktı. Kıyafetlerini değiştirdi Ve kimseyle göz göze gelmeden fabrikadan ayrıldı.
“Buradan hemen kurtulmak istiyorum. Olmam gereken yer burası değil.”
Ama o gün bırakmak kolay değildi.
Fabrika bölgesinden çıkmak üzereyken birisi seslendi. Çocuk görmezden gelecekti ama kendisine seslenenin kim olduğunu anladığında durdu.
“Patron.” dedi oğlan. “Bir şey mi lazımdı?”
“Ahh, sen, uh... evet, sen. Pardon ama bir saniyeliğine gelebilir misin?”
Gri saçlı, gözlüklü fabrika müdürü tüm fabrikadaki en yetkin personeldi. Başa bela işte. Fabrika müdürü bu çocuk gibi alt sınıf işçilerle nadiren konuşurdu. Oğlan, fabrika müdürünün yüzünü işyeri duvarına asılı resimden görmüştü sadece.
“Hayır, um... tam da çıkmak üzereydim.” Çocuk doğrudan konuştu.
“Boş ver, benimle gel. Seni bekleyen bir ziyaretçi var. Hadi, acele et.”
Fabrika müdürü oğlanın elini tuttu. Oğlan kurtulmaya çalışırken fabrika patronunun ellerinin titrediğini ve yüzünden kanın çekildiğini fark etti. Müdür işçilerin ne kadar çalıştığı konusunda hep endişelenirdi.
Fabrika müdürü bir şeyden korkuyordu.
Onu takip etmekten başka seçeneği yoktu.
Resepsiyon odasına doğru ilerlediler. Fabrikada para harcanılan tek oda orasıydı. Arkadaki meşe kapılar altınla süslenmiş ve havada kahve kokusu dolaşıyordu. Bekleyen her kimse ona içecek ikram etmişti.
Çocuğun misafirin kim olduğuna dair bir fikri yoktu. Ziyaretçi mi? Benimle iletişime geçmeye çalışabilecek hiç arkadaşım yok ki. Daha bir yıl önce sırf yüzümün rengini görmeye gelen tonlarca arkadaşım vardı. Ama şimdi kimse ziyaretime gelmiyor. Hiç kimse...
Öyleyse gelen kimdi?
Fabrika müdürü odaya girmeden önce kapıyı tıklattı. Çocuk takip etti.
Ve görmeyi beklediği son kişiyi gördü.
“Chuuya?”
Misafir odasında iki kişi vardı. Birisi muhtemelen dedektif olan uzun boylu, mavi takımlı bir Avrupalıydı.
Diğeri ise eski dostu, Nakahara Chuuya.
Chuuya duygusuz bir yüzle çocuğa baktı, ayağa kalktı.
“Shirase...” Chuuya kısık, keskin bir sesle konuştu. “Uzun zaman oldu.”
Shirase adlı çocuk yakınlarındaki bir çiçek vazosunu kavradı.
Ve Chuuya’ya fırlattı.
…
Beklenilmedik bir durum yaşandı.
Bu kavuşmanın heyecanla dolu olacağına ve neşeli kucaklaşmaların eşlik edeceğine emindim. İnsanları araştırmak için izlediğim çoğu filmde öyle oluyordu.
Ama Shirase çocuğu vazo fırlatmıştı.
Vazoyu durdurmaya çalışsam da zamanında yetişemedim. Chuuya-sama’nın alnına denk geldi ve ne yazık ki parçalandı. Parçalar absürt bir hızla havada uçuştu. Nedeninin yerçekimi kontrolünü kullanması olduğunu hemen fark ettim. Vazo Chuuya-sama’ya dokunur dokunmaz vazoyu parçalamak için yeteneğini kullanmıştı. Böylece çarpmadan zarar görmeyecekti.
Ama ne yazık ki vazoda çiçekler vardı.
Yani içi su doluydu.
Kafasından aşağı sular akarken Chuuya-sama konuştu, “Ne yaptığını sanıyorsun Shirase?” Sesi düzdü ve sanki hiç şaşırmamış gibi hiçbir duygunun izini taşımıyordu. “Su soğuktu.”
“Yapma Chuuya. Zeki adamsın.” Shirase-san gülerken dudaklarını büzdü. “Bir yıl geçtiğinin farkındayım ama sakın bana –Koyunlar’a yaptıklarını unuttun deme?”
Chuuya-sama sakin gözlerle oğlana baktı. Hiçbir şey söylemedi. Shirase-san sessizce Chuuya-sama’yı öldürecekmiş gibi baktı. Vazo kırıldığında fabrika müdürü “Eek!” diye çığlık atıp kaçmıştı.
Sessizliğin ne anlama geldiğini bilmesem de bu gidişle bir yere varamazdık. Araya girme zamanım gelmişti.
“Um… Shirase-san. Tanıştığımıza memnum oldum. Bugün hava ne kadar güzel, değil mi?” Birileriyle tanışıldığında konuşma konusunun havadan sudan olması gerektiğini duymuştum. “Aslında sizinle tartışmamız gereken önemli bir konu var. Oturup konuşalım.”
“Senin gibilerle konuşmuyorum.”
Bunları söyler söylemez Shirase-san odadan çıktı.
“Bekle, Shirase. Nereye gittiğini sanıyorsun?”
“İşim bitti. Eve gidiyorum.”
Ayağa kalkıp peşinden koştum. İzini kaybetmeyi göze alamazdım.
Ama Chuuya-sama aynı yerinde hiç kıpırdamadan öylece durdu. Ne bakışlarını bir başka yere çevirmiş ne de ifadesini değiştirmişti. Ne olmuş olabilirdi ki?
Hazır düşünmüşken, Chuuya-sama’nın refleksleri göz önüne alınınca vazodan kolayca kaçınabilirdi. Ama kaçmamıştı. Acaba neden?
Bilgisayar olduğum için duygular gibi başa bela şeylere sahip değilim. Fakat karar verme modülüme duyguları taklit eden bir özellik ekliyorum bu yüzden insanlarla soruşturduğumda doğal gözüküyorum. (Sık sık bu özelliğe sahip olmasaydım soruşturmaların daha kolay ilerleyeceğini düşünüyorum.) Bu yüzden şaşkınlık, heyecan benzeri duyguları bir yere kadar canlandırmam mümkün. Ayrıca diğer insanların duyguları üzerinden de çıkarım yapabiliyorum.
Ama ben bile Chuuya-sama’nın neden o vazodan kaçınmadığını bilmiyorum.
“Peşinden gidelim.” Tereddütle seslendim. “Chuuya-sama, iyi misiniz?”
Kafasından sular damlarken Chuuya-sama’nın dudaklarının kenarından bir kahkaha çıktı. “Off, böyle olacağını biliyordum.”
Koridorda yürüyen Shirase-san’ı yakalayabildik. “Bekleyin lütfen Shirase-san! İşbirliğinize ihtiyacımız var!”
“Öyle mi? O zaman iyi şanslar. Biraz şaşırmıştım ama neyin peşinde olduğunuzu biliyorum. Yüz milyar verseniz dahi Chuuya gibilerle çalışmam.” Shirase-san yavaşlamadı.
“Ama mantıken bize yardım etmeniz lazım.”
“Zaten sen kimsin be? Ağzından çıkan her kelimede canımı sıkıyorsun. Ne yaptığını bilmeme rağmen onunla işbirliği yapmamı mı söylüyorsun?”
Shirase-san diken üstündeydi sanki, bana tehdit eder gibi bakıyordu.
Tehdit edildiğimde hiçbir şey hissetmediğimden bana dik dik bakmasının bir anlamı yoktu. Ama takındığı ifadeyle Shirase-san’ın hissettiklerini anlayabildim.
Kin güdüyordu.
“Bir yıl önce bu piç organizasyonumuzu yok etti. Liman Mafyası bize saldırdı. Evlerimiz elimizden alındı ve yeniden birleşmemize engel olmak için Chuuya hariç hepimiz ülkenin dört bir yanına dağıtıldık. Peki o ne yaptı?! Hiç utanmadan Liman Mafyasına katıldı! Bize olan borçlarını unutarak Liman Mafyasına sattı bizi!”
Belleğimdeki istihbaratlarla bu bilgiyi karşılaştırdım. Çelişiyorlardı. Söyledikleri gerçekten farklıydı.
Düzeltilmesi gerekiyordu.
Fakat Chuuya-sama sessizliğini sürdürdü. Konuşacakmış gibi de durmuyordu.
“Ve şimdi de buradayım! Yokohama’da bir ben kaldım, sıkı gözetim altında çalışmaya zorlanıyorum. Bunun ne olduğunu biliyor musun, Chuuya?”
Shirase-san kolunu kaldırarak saatini gösterdi.
Chuuya-sama baktı ve cevap verdi. “Kim bilir?”
“İsviçre menşeli yüksek kalite bir saat.” Bilgi kaydımdan araştırdıktan sonra cevap verdim.
“Öyle. Sahip olduğum son pahalı mal. Koyunlardayken her ay böyle aksesuarlar alırdım. Ama şimdi ne zaman satacağımın hesabını yapıyorum. Çalıştığım iş, herkesin yapabileceği kadar basit ve maaşı da bok gibi. Bu gidişle organizasyonu yeniden kurmak için yeterli param olmayacak.”
“Organizasyonu yeniden mi kuracaksın?” Chuuya-sama’nın ifadesi değişti.
“Evet. Sonsuza kadar içime kapanmayacağım. Bunca zamandır silah toplayıp bağlantılar kuruyordum. Ben istediğim sürece yapabilirim. Ben istediğim sürece Koyunu eski görkemine kavuşturabilir ve senden daha iyi bir kral olabilirim.”
Chuuya-sama kaşlarını çattı. “Benim yaptıklarımı hayatta yapamazsın.”
“Ne dedin?!”
“Tamam, sakinleşin lütfen.”
Asıl konudan gittikçe uzaklaşıyorduk bu yüzden araya girmekten başka çarem yoktu. Davanın öncelikli olduğu belli olmasına rağmen insanlar belli ki saçma konular için tartışmayı seviyordu.
“Shirase-san, sanırım bir yanlış anlaşılma söz konusu. Kayıtlarıma göre Chuuya-sama’nın ayrılma nedeni...”
“Sus. Ben konuşacağım.” Chuuya-sama birden öne atıldı. “Kulaklarını dört aç Shirase. Bilmen gereken tek bir şey var. Ya bugün ya da yarın, yakında öleceksin.”
“Huh?”
Shirase-san’ın ağzı ve gözleri açıldı.
“Verlaine adındaki yetenekli bir suikastçı seni öldürmesi için gönderildi. Hedefim bu suikastçıyı öldürmek bu yüzden işbirliğine ihtiyacım var.”
“Ne? Ne demek peşimde kiralık katil var?” Shirase-san’ın kafasının karıştığı yüzünden anlaşılıyordu. “Neden ben?”
“Ölürsen mafyada kalmam için bir neden kalmayacağına inanıyor.”
“Ne... sen nereden biliyorsun bunu?”
“Çünkü deli bir suikastçının nasıl düşündüğünü anlayabiliyorum.”Chuuya-sama, tartışmaya yer bırakmayarak açıkladı. “Güçlü olduğunu biliyoruz. Onunla doğrudan birebir yüzleşecek olursak tüm mafya savaşa dahil olsa bile aldığımız zararın haddi hesabı olmaz. Bu yüzden onu kesinlikle öldürecek bir tuzak kuracağım. Seni öldürmeye geldiğinde çaktırmadan Verlaine'i yakalayacağım. Gardını indirmişken saldırırsak, yetenek kullanıcısı ne kadar güçlü olursa olsun, kolayca yenilebilir... beni sırtımdan bıçakladığın zamanki gibi.”
Chuuya-sama’nın gözleri belli bir duyguyu ima eder gibi keskindi. Ve duygu mimikleri modülüme rağmen bu soluk duyguyu anlayabilmem mümkün değildi.
“Bekle, bekle. Doğru mu anladım?” Shirase-san huysuzluğunu dile getiren bir sesle ellerini sallayarak konuştu. “Verlaine adında kiralık bir katil var ve onu yakalayamıyorsunuz. Bu yüzden onu oltaya getirmek için beni yem gibi kullanacaksınız. Kaçmazsam öldürüleceğimi bilerek tuzakta sessiz sakin oturmamı bekliyorsunuz... diyorsun?”
Chuuya-sana karmaşık bir ifade takınarak soruya cevap vermedi.
“Aynen. Kısaca öyle oluyor.”
“Huh?! Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin?! Kim kendi isteğiyle yemin olmaya razı olur?”
Chuuya sert bir sesle konuştu. “Değil mi? Ama seçme lüksün yok.”
“Ne?”
“Doğru söylüyorsun, yem olacaksın. N’olmuş yani? Özellikle sana ihtiyacımız yok, iki hedefi daha var. Aralarından birisini seçip tuzağımızı kurarız. Ama senin durumun farklı. Teklifimizi reddedersen büyük ihtimalle öleceksin. Bu yüzden bizimle işbirliği yap Shirase. Çünkü yapmazsan öleceksin!”
Chuuya-sama hayır cevabını reddedermiş gibi bağırdı.
İkisi birbirlerine baktı. Yüz ifadelerini izlerken hiçbiri konuşmadı, sanki derinlerde bir yerde bir şeyler bulmaya çalışıyorlardı.
Sonunda Shirase-san sessizliği bozdu.
“Ah... tamam tamam, anladım.” Sözünü bitirir bitirmez Shirase-san arkasını dönüp yürümeye başladı. “Ne yaparsan yap, kral gibi yapıyorsun. Senden de azını beklemezdim.”
O sırada fabrikanın otoparkında yürüyorduk. Park edilmiş pek çok araç sadakatle ustalarını bekliyorlardı ve insanların aksine duygular yüzünden görevlerini ihmal etmiyorlardı. Görünce gönlüm açıldı.
Shirase-san muhtemelen günlük yolculuğunda kullandığı küçük motora doğru yürüdü. Sepetten bir kask çıkardı ve bize baktı.
“Başka seçeneğim olmadığına göre yapacağım. Tuzağı nereye kuracağınızı gösterin, motorla peşinizden geleceğim.”
Tam rahatlayarak gülümserken kafama bir şey çarptı.
Shirase-san kaskı fırlatmıştı. Başıma çarpar çarpmaz gözüm kararmaya başladı.
Shirase-san Chuuya-sama’yı hedef alan bir kask daha fırlattı. Yüzünün tam ortasına vuracakken Chuuya-sama kaskı yakaladı.
Shirase-san motoruna tırmandı ve motoru çalıştırdı.
“Hahaha! Hainin sözlerine güvenip de hayatta bu işe bulaşmam!”
Bunları söyler söylemez motosikleti hızlandırarak uzaklaştı.
“Ouch...”
Hasar tanımlama raporu hazırladım: Kafada darbe algılandı. İç parçalarda zarar tespit edilmedi. Sinyallerde gecikme tespit edilmedi. Beni ürküttü o kadar.
Chuuya-sama kollarında kaskı tutarken sıkılmış gibi ileriye baktı.
“Off... öyle kaçarak ne yaptığını sanıyorsun?”
Derin bir iç çekip kaskı kenara attı.
Sonra zıpladı. Yerçekimi kontrolünü kullanarak yakınlarda park edilmiş bir arabanın tepesine indi.
“Geç kalma, oyuncak robot. Kalırsan seni geride bırakırım.” Ve peşinden koşmaya başladı.
Geride kalmayı göze alamazdım.
Chuuya-sama’nın hareketleri koşmaktan çok uçmak olarak tanımlanabilirdi.
Kendisini aşağıya çeken yerçekimi kuvvetini ileriye ittiren bir kuvvet hâline getirerek frizbi gibi zıplayabiliyordu. Tek adımda binanın üstünden sıçrayabilir ve kolayca hareket halindeki bir araca yetişebilirdi.
Dizimdeki aktüatörleri çalıştırıp Chuuya-sama’nın peşinden gittim. Fabrika zemininden sıçrayıp yürüyen yayaların üstünden süzülmeden önce bir tabelanın yanına indim.
Diğer taraftan elektrik sinyallerini kullanarak kaçan Shirase’nin rotasını belirlemeye çalışsam da cevap alamadım. Trafik kontrol ağını hacklemeyi denesem de araç ile bağlantılı herhangi bir bilgi bulamadım. Görünen o ki Shirase-san’ın kullandığı motosikletin dış dünyaya bağlantılı sistemi yok ve yalnızca yolculuk için kullanılabiliyor. Kısaca, ucuz modellerden.
Fakat bu ucuzluk bizi dezavantaja sokuyor. Verlaine’in arabasının aksine motoru uzaktan kontrol edilemez. Motora yetişip bizzat durdurmaktan başka çaremiz yok.
Gerekenden biraz daha çaba sarf etmek olacak ama işleri biraz daha kızıştırmaya karar verdim.
Koşarken ORBIS’e (2) bağlandım. Önceden yapılmış bu alet sayesinde zorla yönetici izni elde edebilir ve görüş alanımda ekran halinde görüntüleyebilirim. Yalnızca trafik polisine ilişkin verileri çalıyor ve çevredeki arabaları tek seferde algılayıp araştırabiliyor.
Buldum. Kuzeyden bir blok, batıdan iki blok ileride. Yerleşim bölgesinin ana caddesini kullanarak kuzeye sürüyor, motoru gürültüyle çalışıyor. Hız limitinden dolayı sisteme kolayca yakalanabildi.
“Chuuya-sama! Kuzeybatıda!”
Bir kamyonun üzerinden atlayıp sokağı geçerken bağırdım.
Chuuya-sama ile beraber batıya yönelerek araba sürüsünün üstünden uçtuk. Bir grup seyirci hayretle bizi seyrediyordu.
Trafik kameralarına bağlanıp Shirase-san’ın motorunun diğer bir mahalleye geçerken kırmızı ışıkta geçtiğini gördüm. Pervasız davranıyordu. Ama Shirase-san’ın şansına -Ve bizim şansızlığımıza- girdiği yol dardı ve trafik lambaları yoktu. Yani artık videofied(3) aracılığıyla takibini sürdüremezdik.
Chuuya-sama ile Shirase’yi kovalarken çitlerin üzerinden atladık, çatıları geçtik ve telefon direklerinin üstünden sıçradık. Hız kazanmak için tekmelediğim asfalt kırıldı ve ardımda parçalanmış enkazları bıraktım.
Chuuya-sama’yla Shirase-san’ın motorundan biraz daha hızlı koşuyorduk. Bu ülkede yayaların maksimum hız limitine ilişkin bir yasa yoktu. Politikacı insanların aptallığı. Ben olsaydım hız sınırını aşan androidlere tutuklama emri veren bir kanun çıkartmayı unutmazdım.
“Koşan birisini duydum. Önden gideceğim!”
Chuuya-sama havada uçmak için kendi yerçekimini tamamen sildi. Bir binanın duvarından sıçrayıp şehir manzarasında kayboldu. Yetişmek için acele etmem lazımdı. Chuuya-sama’nın yerçekimi yeteneği olabilir ama ne yalan söyleyeyim bacak uzunluğunda onu açıkça geçiyordum.
Pek çok dar geçitleri bulunan bir yerleşim bölgesindeydik. Hesaplarıma göre Shirase-san’a 27 saniye içinde yetişeceğiz.
Chuuya-sama önden yolunu keserse ben de arkadan sıkıştırırsam Shirase-san’ın pes etmekten başka çaresi kalmayacak. Mükemmel.
Fakat sonrasında Dr. Wollstonecraft’ın hep ne dediğini hatırladım.
İşinin iyi gittiğini düşündüğün an o gelir. Başarısızlık olarak tanınan canavar başarı kokan aciz avını daima yakalayıp yutar.
Aynen dediği gibi oldu.
Chuuya-sama’yı takip ettiğim sokaktan döndükten sonra yüksek bir ses duydum.
“Oraya girme oyuncak robot! Saklan!”
Ancak çok geçti. Köşeyi döndüğümde önümdeki sahneye yalnızca tanık olabildim.
Dürüst olmak gerekirse durumu öncesinde tahmin edebilirdim. Onlarca işaret vardı.
Shirase-san’ın geçmişi. Organizasyonunu yeniden kurmak için hazırlık yaptığını söylemişti. Resepsiyon odasında Shirase-san fabrika müdürünü geçtikten sonra nedense gergin görünüyordu. Ve sonrasında da kaçmıştı.
Shirase-san kavşağın ortasındaydı.
Ve etrafı...
Polis arabalarıyla çevriliydi.
“Shirase Buichirou! Yasadışı silah toplama gerekçesiyle tutuklusun!”
Shirase-san iri yarı bir polisin elinde tutuklanıyordu ve kafası polis arabasına bastırılıyordu.
“Bırak beni! Siktir, bırakın beni! Bir sonraki kral ben olacağım!”
Shirase-san polis memurunun altında kıvransa da hesaplarıma göre kaçabilmek için otuz dokuz kişiye daha ihtiyacı olacaktı.
Polis aracından bir ses duyuldu.
“Orada mısın Chuuya? Astın başına bela mı açıyordu?” Konuşan kişinin sesi olgundu. O sakin ses kulağa nedense uygunsuz geliyordu. “Çık dışarı da şuna yardım et.”
Ve sonra bir adam ortaya çıktı.
Yaşı kırkı geçmiş, sıkıcı görünümlü bir dedektifti.
Uzun zamandır giyilmekten parlaklıklarını yitirmiş deri ayakkabıları ve üstünde yıllardır kullanılmaktan derisine yapışmış gibi gözüken koyu yeşil bir ceket vardı. Kilo bakımından zayıf duruyordu ve kafasında seyrek saçlar vardı. Yüzüne samimi bir gülüş takınmıştı.
“Ben onun astı falan değilim! Kralın ta kendisiyim ben!” Shirase-san hala tekmeleyip debeleniyordu.
“Aynen aynen. Çırpınmaya devam edin majesteleri. Senin gibi çerçöplerle uğraşmıyorum.” dedi Dedektif, Shirase-san’ın kafasına vururken.
Chuuya-sama diliyle cıkladı.
“Demek başından beri serbestçe dolaşmasına izin veriyordunuz, Dedektif.”
Chuuya-sama polisin önüne geçerken konuştu.
“Ohhh, nasılsın Chuuya? Yemeklerini yiyor musun?”
Yeşil ceketli dedektif eski bir arkadaşıyla konuşuyormuşçasına kollarını genişçe açtı. Ama bana gerçekten arkadaş değillermiş gibi geldi.
“Doğru dürüst yemek yemezsen uzayamazsın. Bu yüzden yemeklerini yememezlik yapmamalısın. Ve okuluna gitmeyi de unutma. Bir köşeye para biriktirip geleceğini düşün. Karanlıkta oynama. Gerçi genç olduğunu düşünürsek azıcık oynasan sorun olmaz. Ve-” Dedektif-san gülüp Shirase-san’ın bedenine vurdu. “...arkadaşlarını dikkatli seç.”
“Nakahara Chuuya-dono, Shirase ile işbirliği yaptığınız şüphesiyle karakola kadar bize eşlik etmenizi rica ediyoruz.”
Genç bir polis memuru Chuuya-sama’nın yanına geldi. İfadesi makine titizliğiyle soğuk ve sertti. Tabii henüz makine seviyesine gelememişti.
“Anlıyorum. Karşılaşmamız tesadüf değildi, değil mi?” Chuuya-sama keskin gözlerle polise baktı. “Fabrika müdürü piyonlarınızdan birisiydi. Beni çekmesini beklemek için müdüre Shirase-san’ı izlettirdiniz.”
“Fufu. Senin aksine oradaki genç beyefendi büyüklerine saygılıydı.” Konuşmayı bitirdikten sonra Dedektif-san Shirase-san’a bir kez daha hafifçe vurdu. “Yasadışı silah aldığına ilişkin kanıtı kolayca topladım.”
“Yalan! Mükemmel planımın izini yakalamam mümkün değildi! Chuuya beni yine sattın, değil mi?!”
Dedektif-san Shirase-san’a yan yan baktıktan sonra omzunu silkti. “Arkadaşlarını dikkatli seç dememiş miydim?”
Chuuya-sama iç çekti ve yüzünde acı bir ifadeyle konuştu:
“Hey, Dedektif. Suçlarının ben de farkındayım ama bir günlüğüne ertelesen olmaz mı? Organizasyonlar arası çatışmanın tam ortasındayız ve onu korumam lazım.”
Dedektif-san kısaca gülmeden önce boş gözlerle baktı.
“Endişelenmene gerek yok o zaman. Biz onu koruruz.” Bir çift kelepçe çıkardı ve yüzünün önünde tıngırdattı. “Hapishanede. Konu kapanmıştır. Neden bizimle gelmiyorsun?”
Dedektif-san çenesiyle işaret verdi ve memur Shirase-san’ı polis aracına itti.
Chuuya-sama’nın yüzünden okunuyordu, yapacak bir şey yoktu.
“Kahretsin...”
Chuuya-sama dişlerini sıktı, arkalarındaki karanlıktan küfretti.
...
Bir keresinde profesör “Makine olmak nasıl bir his?” diye sormuştu.
O soruya cevap veremedim. Makine olmak makine olmak gibi hissettiriyordu. Son derece normal, doğal, önemsiz değilmiş gibiydi. Ben de cevap verdim ve ekledim, “Profesör, insan olmak nasıl bir his?”
Kollarını katlayıp sessiz kaldı, sonra sıkkın bir şekilde güldü.
İnsan olmak ve insan olmanın getirdiği hisler...
Bu davanın kökeni ve en önemli parçası denilebilir.
Verlaine insan olmadığını söyledi. Onun için bu mesele o kadar önemliydi ki dünyayı altüst edebilirdi. Onun için insan olup olmadığı şu an yaptıklarını ve yapacaklarını etkileyen ölümcül bir soruydu.
Ne garip. İnsan olup olmamak neden önemli olsun ki?
Aklımdan bunlar geçerken Chuuya-sama’ya döndüm.
“Chuuya-sama.”
“...”
“Chuuya-sama.”
“Ne var?”
“ ‘İnsanlığın acayipliklerini keşfetme oyunu’nda sıra sizde.”
“...” Chuuya-sama cevap vermedi.
“Şimdi sıra bu makinede.” İki avucumla masaya vurdum. “Uh... insanların bir garipliği de... nedense bedenleri, sesleri dışında geğirme ya da gaz çıkarma gibi bir ses çıkardığında utanıyorlar. Tamam, sıra sizde.”
Chuuya-sama’nın sırasının geldiğini belirtmek için masaya tıklattım. Bana bakıp uzunca bir iç çekti.
“Haa...”
Cevabı garipsedim.
“ ‘Haa...’ diyorsunuz demek. Cevabınız için teşekkür ederim. Sıra bu makinede. Bir kadın başka bir kadına tiz bir sesle ‘canım’ diyorsa gerçekten tatlı bulduğu için demiyordur. Nedeni bilinmiyor. Ve ‘canımın içi’ diyorlarsa aslında ‘o kadının kişiliği berbat’ manasında söylüyorlardır.” Pat pat. “Sıra Chuuya-sama’da.”
“Ahhh...” Chuuya-sama bıkkın bir tavırla cevap verdi.
“Cevabınız için teşekkür ederim. Sıra yine bu makinede. Tuvaleti kullanırken erkeklerin klozet oturacağına kaldırması gerektiğini söyleyen gizemli bir protokol var ama kadınlarda bu yok. Neden? Oturmak maddelerin her yere sıçramasını engeller. Özellikle küçük-“
“Kes şunu! Pis!” Chuuya-sama bağırdı.
Başımı kaldırdım. “Pis mi? 92 dakika önce bu odayı temizlemeyi bitirdiler.”
“Onu mu diyorum...” Chuuya-sama agresif bir şekilde başını kaşıdı. “Argh, yeter! Çıkarın beni buradan!”
Şehir karakolunun sorgu odasındaydık.
Yosun yeşili duvarlara sigara kokusu sinmişti. Dört bacaklı sandalyelerin tümünün vidaları eksik, üzerlerinde kıpırdandığında tangırdayarak sallanıyorlardı. Masada bir başkasının elinin bıraktığı çizikler ve su izleri vardı. Su izleri muhtemelen bir zanlının gözyaşlarından kaynaklanmıştı.
Şehir polisine kendi rızamızla eşlik etmemiz istenildikten sonra bizi bu odaya getirip bir süre beklememiz gerektiği söylendi. Kolayca kaçabilirdik ama yasal prosedürleri tamamlamazsak başımıza sorun çıkartabilirdik. Liman Mafyasının adli müşavirini beklemek daha iyi bir seçenekti.
Ancak söylemeliyim ki bir dedektif olarak polisin elinde gözaltına alınmak heyecan verici, değerli bir deneyimdi. Pozisyonumu gözlediğim iyi oldu. Soruşturma protokolü sağ olsun.
“Bu oyuna devam etmeni yasaklıyorum. Anladın mı?”
“Emir mi veriyorsunuz?”
“Emrimdir.”
Emir verildiğinden yapacak bir şeyim yoktu. “Anlaşıldı. ‘İnsanlığın acayipliklerini keşfetme oyunu’nu bir daha asla oynamayacağım”
Chuuya-sama bıkkın bir ifadeyle bana baktı. “Şu an yüzünden düşen bin parça...”
Odada ayna olmadığı için yaptığım yüzü inceleyemedim.
“Ha... Neyse, Shirase’yi salacaklar mı?”
“Mümkün ama biraz zaman alabilir.” Dürüstçe cevapladım. “Veri tabanlarına girebildim ama çoktan Shirase-san’ın evine girip on iki ateşli silaha el koymuşlar. Ateşli silahların tescil numarası yok. Mükemmel bir avukatla dahi Shirase-san’ı bırakmaları zaman alır. Diğer taraftan kefaletle bırakılsa dahi Koyunlardan kalma suç sabıkası var. Salınması zor olacaktır ama polisin asıl hedefi Shirase-san değil de siz olduğunuz için muhtemelen prosedürleri izleyip yalnızca 48 saat gözaltında tutacaklardır.”
“48 saatimiz yok.” Chuuya-sama yumruğunu sıktı. “Verlaine her an onu bulup öldürmeye gelebilir.”
Aynen Chuuya-sama’nın dediği gibiydi. Verlaine’i yenmek için uygun bir tuzak hazırlamalı ve Shirase-san’ı yem olarak kullanmalıydık. Yani sürpriz saldırılarda ve suikastta uzmanlaşmış bir adama sürpriz saldırıda bulunmalıydık.
Ancak yerine getirilmesi gereken şartlar vardı. Tuzağın hazırlanacağı yer ve zaman gibi... ve yem olarak Shirase-san...
“Hazır aklıma gelmişken, patronunla iletişime falan geçemez misin?” Chuuya-sama önüne eğildi. “Karakolda polislerin yanındayız yani görevdeş sayılırsınız, değil mi? Karargâhtaki arkadaşlarına buradaki polisle iletişime geçmelerini iste de bizi salsınlar.”
“Yapabilseydim güzel olurdu.” Başımı salladım. “Ama anlaşma yüzünden imkânsız.”
“Anlaşma mı?”
Açıklamaya başladım.
Normalde Avrupa Polis Teşkilatı, Büyük Savaş’ın Barış Antlaşması koşullarında kurulmuş uluslararası bir soruşturma ajansıydı. Amacı ülkeler arasında sınır tanımadan sahne arkasında suç işleyen suçluları yakalamaktı. Ama savaş öncesi milletler arası güç oyunundan etkilendikten sonra bazı kısıtlamalar getirildi.
Bu kısıtlamalardan birisi de Avrupa müttefiklerinin hakları ve egemenliklerinin ihlal edilemeyeceğiydi. Bazı eski düşman ülkelerin kendi dedektiflik ajanslarını açarken işbirliği yaptıklarını gördükten sonra diğer ülkelerde hangi hakların ihlal edilebileceği konusunda oldukça dikkatli olmamız gerekiyordu. Bu davada eski bir Fransız ajanı olan Verlaine, başında pek çok devlet sırrıyla tutuklanacaktı. Süreçteki tek bir hata uluslararası bir skandala yol açabilirdi. Ve böyle bir şey gerçekleşmese dahi tutuklamayı yapan dedektifin diğer ülkelere istihbarat satabileceğini düşünmek oldukça makuldü. En azından Fransa öyle düşünüyor bu yüzden soruşturmayı başka bir ülkeye devretmekte isteksizlerdi.
Diğer taraftan dünyanın dört bir yanından önemli insanları rastgele öldürebileceğinden Avrupa Polis Teşkilatı, Verlaine adındaki bu felaketi etkisiz hale getirmek için elinden gelen her şeyi yapmak zorundaydı. Taç giyme törenlerinde Verlaine şövalyelerini öldürdükten sonra İngiltere en büyük hasarı aldı ve başarıyla ülkenin itibarına leke sürdü. Ne olursa olsun, bir şey yapmadan öylece duramazlardı.
Beni yalnız bir dedektif olarak göndermekle anlaşmaya varıldı.
Ülke sırlarını gizli tutabilirdim ve bencil arzular yüzünden başka bir ülkeye yardakçılık yapmaya kalkışmazdım. Bu şekilde programlandım çünkü. Ayrıca davada toplanan istihbaratlar donduruluyor, şifreleniyor ve diğer ülkelerin kullanamayacağı şekilde depolanıyordu.
Pianoman-san öncesinde sormuştu: “Neden mafyanın istihbaratını Avrupalı polislere anlatmıyorsun?” Ve ben de şöyle cevap vermiştim: “Yapamam.” İşte nedeni buydu.
“Anladım.” Chuuya-sama kollarını çaprazlayıp başını salladı. “Mafyadan ya da benden ne kadar suçlayıcı delil görsen ya da duysan bile ihbar etmen imkânsız diyorsun.”
“Evet. Ve aynı nedenlerden dolayı merkez üssümün Japon polisine ulaşması imkânsız. En başında Japonya’yla ilişkin hiçbir şeyi soruşturmamam gerekiyor. Diğer ülkeler Verlaine’i ve suikastların kralına dair soruşturmamızı öğrenecek olursa Verlaine’i Fransa’ya karşı pazarlık kozu olarak kullanmayı akıl edebilir. Bildiğiniz üzere savaş yıllarında gizli operasyon kisvesi altında uluslararası hukuk ihlal etmişti.”
“Ve bu yüzden Japon polisi müttefikin değil.” Bunları söyler söylemez Chuuya-sama iç çekti. “Al başa bela. Güvenebileceğim bir tek hurda parçası var. Eh, en azından Avrupa Polis Teşkilatı dedektifleri üzerimize çökse bile mafyayı sıkıntıya sokmaz.”
“Bence mafya gibi hukuki yaptırımların güvenmediği bir örgütün bizimle işbirliği yapması iyi bir anlaşma.” Gülümsedim. “Ancak Chuuya-sama, Verlaine’e kuracağımız tuzak bir kenara, mafyada bu davada kullanılmaya oldukça uygun bir yetenek kullanıcısı olduğunu duydum. Doğru mu?”
Konuşmayı bitirdikten sonra Chuuya-sama’nın ifadesi değişti.
Yüzlerce böcek yutmuş gibi yüzü ekşidi.
“Doğru.” Chuuya-sama’nın sesi konuşmaya devam etmektense ölmeyi tercih edermiş gibi tatsız çıkıyordu. “Ama onunla iletişime geçemem. O piç kurusu bir yerlerde geberip gitse daha iyi olur.”
“Oh...” Bence müttefiklerimizden herhangi birisinin ölümü bizi sıkıntıya sokardı. “O kişiye güvenebilir miyiz?”
“Güvenebilir miyiz mi? Yok daha neler.” Chuuya-sama aksi bir sesle konuştu. “Görüp görebileceğin en aşağılık yüz karası, içinde de dışında da sapkın birisidir. Boğulan bir adama su satacak kadar deli ve satın aldıracak kadar da zekidir. Ama onun yeteneğini kullanmadan Verlaine’i yenemeyiz.”
“Nasıl biliyorsunuz?”
“Verlaine’in ortağı, yetenekli ajan Rimbaud��u... Dazai ile birlikte yendim.”
Bunları söyler söylemez Chuuya-sama ellerini sıktı.
“Piç Dazai... o puşt nasıl oluyor da yalnızca böyle zamanlarda işe yarayabiliyor?”
...
Çöpler bölgesi...
Herkesin unuttuğu bir bölgeydi.
Yağmurun habercisi bulutlu gök altında dağınık, atık yük konteynerleri birbirleri üstüne cesetler gibi yığılmıştı. Çöplüğün çıplak arazisine yasadışı bırakılan toksik maddeler sokak farelerini uzak tutmayı başarmıştı.
Yokohama’da haritada dahi gösterilmeyen ıssız bir bölge ve Dazai'nin yaşadığı merkezin hemen yanıydı.
Dazai bir evde yaşamıyordu. Terk edilmiş yük konteynerlerin birinde kalıyordu. Zamanında arabaların yurt dışına nakliyesinde kullanılmak amacıyla yapılan geniş bir konteynerde buzdolabı, vantilatör, masayla sandalye takımı, yatak ve çıplak bir ampul kuruluydu.
Liman Mafyasındaki astları dahil Dazai’yi tanıyanlar ona yaklaşmaya çalışmazlardı. Bölgenin ürkütücülüğünden değil, Dazai’nin özel mülküne giren birisine nasıl tepki vereceğini bilmedikleri içindi. Astlarından birisi evini ziyarete gelirse uzuvlarını tek tek bedeninden ayırabilir ya da tatlı ikram ederken nezaketle karşılayabilirdi de. Dazai’nın asıl niyetinin ne olduğunu kimse bilemezdi.
Liman Mafyasının kara hortlağı.
Dazai’ye böyle seslenirlerdi.
Mafyaya katılalı bir yıl olmuştu. Dazai, patronun direkt emri altındaki gizli bir birime komutalık ediyordu ve üstün başarılar elde etmişti. Onlarca organizasyonu parçalamış, onlarca yeni ticaret yolları açmıştı. Mafyaya benzememesine rağmen yöneticilerin ulaşabileceğinden çok daha hızlı bir şekilde muazzam işler başarmıştı. Bambaşka bir seviyedeydi. Bayrakların en başarılı üyesi olan Pianoman’in başarıları bile Dazai’nın başarıları yanında çocuk oyuncağı kalıyordu.
Buna rağmen kimse Dazai’ye güvenmezdi.
Çünkü gözlerinin derinliklerinde, çöplükteki gecelerden daha koyu, simsiyah bir karanlık vardı.
Mafyadaki eylemlerine devam ettikçe Dazai daha anlaşılmaz ve karanlık bir hale geldi. Nedenlerini kimseye açıklamazdı. Düşmanlarını öylece öldürür, Liman Mafyasına kanla kaplı bir yol açardı. Sanki gölgelerdeki bir duvara karşı kendini saklıyor gibiydi.
Muhteşem başarılar elde etmişti. Ancak bu onura sevinmeyen tek bir kişi vardı.
Dazai’nin kendisi.
Dazai konteynerde yuvarlak taburesine bir başına oturmuş, karanlığa bakıyordu.
Yanındaki masada duran telefonu çaldı. Arayan Chuuya’dı ama Dazai cevap vermedi. Telefona bakmadı bile. Kılını kıpırdatmadan öylece oturdu, ellerini katlayarak kapı tarafındaki karanlığa baktı.
Gözleri oldukça sakindi. Siyah gözbebekleri ışıktan sese her şeyi tüketir, ardında tek bir şey bırakmazdı. Kendi hisleri de dahil...
Telefon pes etmişçesine çalmayı bıraktı, bir kez daha sessizlik odayı hâkim oldu. Bu sessizlik, telefon çalmadan önce hüküm süren sessizlikten daha derin ve ağırdı.
O sırada, Dazai’nin karanlık boşluğa bakan gözleri seğirerek titredi.
Kapı açılmaya başladı.
Metal kapı yavaşça açılmaya başladı ve kapının diğer tarafında, soluk ışıkta birisinin figürü belirdi.
“İğrenç bir yerde yaşıyorsun, Dazai-kun.” dedi figür hafif bir sesle. “Bu kadar berbat bir yerde yaşamana sebep olacak kadar neyden korkuyorsun? Emlak vergisinden mi?”
Dazai'nin ifadesi değişmedi, duygudan yoksun pürüzlü sesiyle konuştu.
“Senden korkuyorum, Verlaine-san.”
Adam odaya girdi. Uzun boyluydu ve giydiği takım, gece manzarasındaki bir denizi anımsatıyordu. Gözleri olanlardan eğlenmiş gibi kaygısızdı ve kafasına siyah bir şapka takmıştı. Adam, suikastçılar kralı Paul Verlaine’di.
“Yalancı.” Konteynerin içine girdi. “Gözlerini görebilseydim, bir şeyden korktuğun yok derdim. Seni birkaç gün önce öldürmeye çalıştığımda bile neredeyse hiçbir şey hissetmiyor gibiydin.”
“Konu ölümümse sıra dışı görüşlerim var.” Yalnızca gözlerinin kenarları hafifçe gülümsüyordu. Gözlerinin derinlikleri hala inatçı sessizliğini koruyordu.
“Kiralık katillikte de iş kalmadı.” Verlaine omuzlarını silkti.
Verlaine'in deri ayakkabıları yürürken zeminde pat pat sesleri çıkardı. Masadan dosyaları aldı. “Liman Mafyasının iç işlerinin verileri mi bunlar?”
Masada birkaç deste kağıt vardı. Kağıtlar başka bir organizasyona satılacak olsa üç hayat yaşamaya yetecek kadar para kazanılırdı. Üzerinde Liman Mafyasının tüm sırları yazılı olan aşırı değerli belgelerdi.
Verlaine kağıtları Dazai'nin yüzü önünde salladı. “İki gün önce bana bunları veresin diye seni öldürmeyeceğimi söylemiştim. İşim için gereklilerdi. Ama nedenin nedir? Bundan nasıl bir ödül kazandın? Oturup ‘Yalvarırım beni öldürme’ dediğinin şaka olduğunu söyleme sakın.”
“Basit.” Dazai belli belirsiz gülümsedi. Sesi gece vakti duyulan bir hırıltı gibi kısıktı.
“Liman Mafyasının yanıp yıkıldığını görmek istiyorum.”
Verlaine'in yüzü ciddileşti. Sanki orada birinin olduğunu yeni fark etmeye başlamış bir insanmış gibi Dazai'ye baktı.
“Liman Mafyası seni alıp yetiştirmedi mi?” Biraz durakladıktan sonra Verlaine dikkatle sorusunu sordu.
“Evet.”
“O zaman neden…?”
Dazai soruyu duysa da sessizliğini sürdürüp cevap vermedi. Sanki bir şey arıyormuş gibi çevresine bakındı.
Sonra gülümsedi. Verlaine’e haykırır gibi görünen keder dolu bir gülümsemeydi bu.
“Çünkü sıkıldım.”
Verlaine gözlerini kıstı. Asıl niyetini ararken bakışlarını Dazai’ye sabitledi. Aldığı bakışlardan eğleniyormuş gibi duran Dazai, Verlaine’e baktı ve sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi mırıldandı. “Nihayetinde hiçbir şey bulamadım.”
“Ahh, anladım.” Verlaine gözlerini kapattı. “Hislerini anlıyorum. Beni değiştirecek bir şey bulma umuduyla yolculuğa başladım. Ama gittiğim yer işe yaramaz ıvır zıvırlarla doluydu bu yüzden direkt eve döndüm. Ben de yaşadıklarını yaşadım. Nefes alıyor, yiyor ve sıçıyordum. Öyle yaşanmaz. Bu yüzden yolculuğa çıkarız.”
Konuşmayı bitirdikten sonra Verlaine yere düşmüş bir madeni parayı aldı.
Her yerde görülebilecek, sıradan gümüş bir paraydı.
Kulakları sağır eden bir gürültü duyuldu.
Para, Dazai'nin yanından geçtikten sonra arkasındaki duvarı parçaladı. Arkasında şiddetli bir gürültü ve atmosferik bir bozulma bırakarak konteynerin dışındaki atıkları ezdi. Düz bir çizgide uçarak hiçbir yere düşmedi, batıya ilerleyerek gözden kayboldu.
Geriye eriyen metalin dumanları ve metalin parçaladığı zamandan kalma yankılanan ses kaldı.
“Çaresizliğine saygı göstereceğim ve en son seni öldüreceğim.”
Gülümsedi, duruşu parayı fırlatırkenkiyle aynıydı.
Dazai kıpırdamadı. Madeni para arkasından süratle geçmesine rağmen yüzü aynı kaldı.
“Gelişini endişeyle bekliyor olacağım.”
Bunları söyledikten sonra Dazai gülümsedi. O gülümsemeyle kırık bir ruhunun sesini duyabiliyor gibiydiniz.
Verlaine arkasını dönüp girişe yürüdü. Kapı kolunu kavradığında Dazai bir soruyla karşılık verdi. “Şimdi kime gideceksin?”
Verlaine arkasını döndü, sihirbazlık numarasını açığa çıkaran bir sihirbaz gibi gülümsedi. “Zaten biliyorsun, karakola gidiyorum.”
...
Chuuya-sama ile birlikte sorgu odasına girdikten 1448 saniye sonra kapı açıldı.
“İzninizle.”
Shirase-san’ı tutuklayan kıvırcık saçlı dedektif gelmişti.
Dedektif-san içerisinde sıvı bulunan porselen bir kap taşıyordu. Sonra masanın diğer tarafına oturdu, sıvının içindeki uzun ince maddeleri almak için yemek çubuklarını kullandı. Maddenin ana malzemeleri nişasta, gliadin ve glütendi. Sonra yemeye başladı.
Dedektif-san seyrettiğimi görünce bana baktı.
“N’oldu yabancı? Hayatında hiç udon(4) görmedin mi?”
Dedektif-san bana alay ederek güldü ve yemeye devam etti. Yemeğin buharı yüzünü kapatıyordu.
“Bizim yemeğimiz nerede?” Chuuya-sama doğrudan sordu.
“Oh, sen de mi istiyordun? İllegal cevherlerden para kazanan birisinin sıradan insanların yediği yemekleri yemek isteyeceğini düşünmemiştim.”
Chuuya-sama kollarını kavuşturup adama baktı. “Yasadışı cevherler mi? Benle taşak geçme. Normal, lisanslı mücevher perakendecisi olarak çalışıyorum. Lisansımı göstereyim mi?”
“Sahte lisansını görmeme gerek yok.” Dedektif-san gülerek başını arkaya yasladı. “Bu arada, bu yabancı kim?” Konuşurken yemek çubuklarını bana doğrulttu.
Chuuya-sama cevap vermedi, omzunu silkti.
Dedektif-san bana baktı. “Hey, Chuuya. Senin iyiliğin için söylüyorum, bu odada konuşulanlar bu odada kalsın.”
“Tanıştığımıza memnun oldum. Ben, Avrupa’dan gelen bir bilgisayar-”
“Kulağa aptalca gelebilir, dedektif.” Chuuya-sama sözümü kesti. “Ama kendisi daha bugün işe giren bir çaylak. Kavgada kafasını vurduğundan beri robot olduğuna inanan garip bir adam. Eğlenceli olduğunu düşündüğüm için kanatlarım altına aldım. Başka şikâyetin var mı?”
“Hayır ama ben gerçekten yüksek performanslı bir bilgisayarım.”
“Astın mı? Anladım. O zaman böyle güllük gülistanlık bir yere gelmesi için daha çok erken. Ona çıkışı gösteririz.” Dedektif-san ayağa kalkıp kapıya tıklattı. “Açın.”
İri, üniformalı bir polis memuru sessizce odaya girdi, kolumu tuttu ve beni dışarıya yönlendirdi.
İtiraz etmek için ağzımı açsam da gözümün ucuyla Chuuya-sama’nın işaretini gördüm.
Masanın altında, Chuuya-sama işaret parmağını bükmüş, odanın dışarısını gösteriyordu. Benimle göz temasını koruyarak göze çarpmadan çenesiyle dışarıyı işaret ediyordu.
Belli ki bana sözsüz işaretler veriyordu.
Odadaki insanlar anlamadan bir şey yapmamı istiyor olmalı. Bu yüzden hakkımda hikaye uydurup beni bu odadan çıkartmaya çalıştı.
Hmm...
Yapacak tek bir şey kaldı.
“Rahatsız ettiysem kusura bakmayın.”
İtaatkar bir şekilde başımı eğdim ve Polis-san’la sorgu odasından çıktım.
Kapı ardımdan kapandı, ikimiz yürümeye başladık.
“Pardon, Polis-san...” On adım attıktan sonra konuştum. “Birisi iki kez parmağını büküp dışarıyı gösteriyorsa sizce ne demek istiyordur?”
“Huh?”
Polis-san kalın boynunu çevirerek bana döndü.
“Diyorum ki, birisi iki kez parmağını büküyorsa...”
Bunları söylerken biraz düşündüm.
Chuuya-sama belli etmeden dışarı çıkmamı söylüyordu yani burada, dışarıda yapmamı istediği bir şey olmalı. Ancak Chuuya-sama’nın kendisi sorgu odasındayken kıpırdayamazdı. Şu anda Shirase-san’ı taşımaya çalışıyoruz. Shirase-san’ı hapishaneden çıkarıp güvenli bir yere götüremezsek tuzağı dahi kuramadan öldürülür. Ama şehir polisi Shirase-san’ı götürmek istediğimizden haberdar. Bu yüzden Chuuya-sama’yı sorgu odasına soktular-
Anladım.
“Şimdi anladım.” dedim aniden. Polis-san bana şüpheyle baktı.
“Neyi anladın?”
“Bana verdiği işaretlerin anlamını. Chuuya-sama polisin dikkatini kendi üstüne çekecek ben de hapishane hücrelerine girip Shirase-san’ı kaçıracağım.”
“Ah, anladım. Hücreye gireceksin.” Polis-san düşünmeden baş salladı. “..Hm? Hücreye mi?”
Uh-oh. Sanırım fark etti. Öyle olmaz.
“Polis-san, o nedir?”
Polis-san’ın ardını işaret ettim. Refleks olarak döndü ve arkasına baktı. Dürüst adammış.
Yaklaşarak işaret parmağımı çenesine tuttum ve beklemede kaldım.
“Hiçbir şey-“
‘Hiçbir şey yok’ demenin ortasındayken kafasını döndürdü ve çenesi doğrudan parmak uçlarıma vurdu.
Parmak uçlarıma minik bir şırınga yerleştirilmişti ve iğnenin battığı yerden sakinleştirici uygulanıyordu. Tansiyonu aniden düştü ve hızla bilincini kaybetti.
Yere düşmesini engellemek için iki elimle tuttum.
Çevremi taradım.
Kimse ne bir şey duymuş ne de görmüştü.
“Karakolda sessiz ol.”
Bedeni tutarken gülümsedim.
...
Chuuya yüzünde bariz bir sıkıntıyla oturuyordu.
Dirseklerini masaya dayayıp yarı kapalı gözlerle kirli duvara boş boş baktı. Dedektifin ‘Ben böyle düşünüyorum’ konuşmasından dikkatini dağıtacak başka hiçbir şey yoktu.
“Bu hayatta gereken tek şey udon. Genç birisine göre zaten çok paran var. Çalışayım diye kan, ter ve gözyaşı akıtanlar, hayatın monotonluğuyla uğraşanlar ve maaş alanlar dünyayı balık kekleri, udon üstünde tempura gibi görüyor. Yani diyorum ki sıkı çalışırsan daima ödülünü alırsın. Hazır konusu açılmışken...”
Chuuya saatin akrep ve yelkovanına bakmayı çoktan bırakmıştı ve dedektifin konuşmasını ne kadardır dinlediğini merak ediyordu.
Dedektif vaaz verir gibi uzun uzun konuşuyordu ve en kötüsü konuya bir türlü giremiyordu. Hayat hikayesinden ders çıkarmakla başlayıp konuşmanın yarısında şikayet etmeye döndü, sonra tam ortasında maziyi yâd etti ve onun yarısında da Chuuya’ya hayat dersi vermeye başladı. Dönüp dolaşıp aynı hikayeyi tekrar tekrar anlattı ve garip gereksiz detaylar verip durdu. Ancak dedektif bu hikayeleri tekrarlarken sanki bu dünyanın gerçeklerini ilk kez açığa çıkarıyormuş gibi gözleri zevkle parıldıyordu.
“Yani bu karakola atanırken öyle düşünüyordum. Bir keresinde senpailerimden birisi diğer senpainin çok fazla saç jeli kullandığı için her yeri yapış yapış ettiğini söylemişti...”
Chuuya dinlemiyordu. Gözleri boş boş dalıp gitmiş ve basitçe konuşmaya katlanıyordu.
Zaten gönüllü bir soruşturmadaydı. Polisin Chuuya’yı tutuklamaya yetkisi yoktu bu yüzden onu gözaltında tutmaya hakları yoktu. İstediği an dedektifi görmezden gelebilir, ayağa kalkıp tek saniye düşünmeden gidebilirdi. Ama bunu yapmadı. Adam’a Shirase’yi kurtarması için zaman kazandırmayı amaçlıyordu. O zamana kadar Chuuya dedektifin dikkatini kendi üstünde tutmalıydı.
Ve bu yüzden Chuuya’nın tek yapabildiği katlanmaktı. Burada yokuş aşağı yuvarlanan bir taşım sadece, dedektifin dırdırını çekerken çaresizce kendi kendine konuştu.
“Ne demek istediğimi anlıyor musun? Ben senin yaşındayken sefalet içindeydim.” Dedektif yüzünde muzaffer bir ifadeyle baş salladı. “Doğru düzgün bir işim olmadığı için sürekli açtım. Ağabeyim bu halimi görmeye daha fazla dayanamayıp güvenlikte bana bir iş buldu ama iş pek zahmetliydi. Hayal edebiliyorsundur eminim. İş arkadaşlarım ya hemen işi bırakıyor ya da nöbet yerlerini terk ediyordu ama bir şekilde azmimle başarabildim. İşte böyle cesaretli olursan...”
“Söylesene...” Daha fazla dayanamayan Chuuya ağzını açtı. “Daha ne kadar bana bu sıkıcı hikayeyi anlatacaksın?”
Dedektif kaşlarını kaldırdıktan sonra sanki bunu söylemesini bekliyormuş gibi kahkaha attı. “Tek bir imza atıp kendi yoluna gidebilirsin. Küçük arkadaşın Shirase’yi de yanında götürürsün.”
Dedektif takım elbisesinin cebinden bir dosya çıkarıp masaya yerleştirdi.
Chuuya sessizdi.
Ek iddianame ve delil toplamak için işbirliğine ilişkin bir muvafakatnameydi.
Yani itham pazarlığını(5) onayladığını gösteren bir belgeydi ve kendisi ile Chuuya'nın suçlamalarını reddetmenin karşılığında Chuuya onlara bir sır söyleyecekti.
Yalnızca Chuuya'nın bildiği bir sırrı -Yani Liman Mafyasının iç işleri hakkındaki istihbaratı.
“Liman Mafyasını ispiyonlamamı mı istiyorsun?” Chuuya kısık sesle sordu.
“Arkadaşını burada bırakmak istemezsin, değil mi?” Dedektif gülümsese de bakışları keskindi. “Bana o kadar karışık görünmedi... Endişelenme, tek bir şeyle ilgileniyorum. Liman Mafyasının ticaret yollarından birisini kapatmak istiyorum.”
Chuuya gözünü dosyaya çevirmeden önce dedektife anlamsız bir şekilde baktı. Yüzünde düşünceli bir ifade vardı, bir kez daha dedektife baktı.
“Bana kalem ver.”
“Tabii.”
Dedektif itham pazarlığının imza kutucuğuna doğru dolmalı kalem uzattı.
Dedektif, imza kutusuna göz attı.
İki kelime yazıyordu:
Nah yaparım.
Chuuya dolmalı kalemi masaya fırlattı, ellerini geçirip kafasının arkasına dayadı ve sandalyesinden geriye yaslandı.
Ayaklarını masaya koyup konuştu: “Kısa konuşmanı böldüysem kusura bakma.” Sakin bir sesle söyledi. “Devam et lütfen.”
Dedektif sessizdi.
Ve çölün ortasında yıpranmış bir taş kadar sert gözleriyle Chuuya'ya dik dik baktı.
...
Hapisane hücrelerine doğru yol aldım.
Acaba Shirase-san’ı nasıl kaçırsam?
Şu anda yaptığım şey yasadışı olduğundan memleketimdeki Avrupalı yetkililere güvenemezdim. Ama sorun değil. Her ülkenin soruşturma ajanslarının protokollerini biliyorum.
Hücrelere giden koridor sessizdi. Bakımsız soruşturma biriminin aksine burada zar zor eşya ya da insan vardı. Krem renkli duvarlar özenle temizlenmiş ve tavandaki floresan lambalar koridoru devamlı aydınlatıyordu. Arada bir bu ayki trafik kazaların sayısını gösteren ya da sağlık kontrollerine düzenli gidilmesini bildiren koyu mavi duyuru panolar duvarları süslüyordu. Herhangi bir yerde karşılaşabileceğiniz düzenli, sıkıcı, monoton bir koridordu.
Koridoru geçtikten sonra hedefime vardım.
Shirase-san ileride olmalı.
“Bakar mısınız?”
Kapının hemen yanında bulunan baş güvenlik görevlisinin ofisinin camına hafifçe tıklattım. Ofiste masada oturan kişi Güvenlik Şefi-san’dı. Giriş sınavlarını kaslarıyla geçtiğini düşündüren yapılı bir bedeni vardı.
Camdan görebildiğim kadarıyla güvenliğin ofisi o kadar da geniş değildi. Ofiste bir masa, hapishanenin içini gösteren sekiz izleme monitörü ve işte kullanılmak üzere bir de bilgisayar bulunuyordu. Diğer kısık bütçeli ofisler gibi yorucu ve sıkıcı gözüküyordu. Duvarlar, zeminler, paneller ve güvenlik şefi; hepsi sıkıcıydı...
Bir gülümseme takındım.
"On sekiz numaralı hapishane hücresinde kalan Shirase Buichirou'yu nakletme emri aldım."
Güvenlik Şefi kollarını masada tuttu ve bana baktı. “Siz kim oluyorsunuz?”
“Bu makine- demek istediğim adım Adam Frankenstein. Avrupa Polis Teşkilatında dedektifim.” dedim. Sahte olmayan dedektiflik kimlik kartımı gösterdim. “Dedektif Murase’den yer değişikliği için emir aldım.”
Güvenlik Şefi, sanki özel bir şey yokmuş gibi etkilenmemiş bir tavırla baktı ve benim çıkarabileceğimden daha mekanik sesle konuştu. “Ve nakil numarası nedir?”
“Pardon?”
“Diyorum ki nakil numarası ne?”
Sesi katı ve saygısızdı.
Yüzümü telaşla bir o yana bir diğer tarafa çevirdim. “Ahh, nakliye numarası. Doğru... nakliye numarası... Um, tabii ki nakil numaram var.”
“Üç kez tekrar etmeye gerek yok. Söyle?”
“Nakliye numarası 21988126.” dedim sırıtarak.
Güvenlik Şefi onaylamak için numarayı bilgisayara girdi.
Uzaktan onu seyrederken polis istasyonunun içindeki ağı hackledim, sorgu odasındayken hazırladığım arka kapıdan e-posta sunucusunu ele geçirerek geçmişte nakil talimatları için kullanılan e-postayı kopyaladım.
Numarayı yeniden yazıp bıraktım böylece bilgisayardan talepte bulunduğunda direkt ekranda gözükecekti.
“21988126… Evet, buradaymış.”
Tek bir şüphe duymadan, güvenlik şefi kontrol panelini kullanarak kapıyı açtı. “İyi günler.”
Başımı eğdim ve güvenlik şefi elini kaldırarak ilgisizce karşılık verdi.
Bu yüzden insanlara güvenilmiyor. Kusurlular. Makineler böyle bir kandırmacaya asla aldanmazdı. Filmlerde insanlığı yok etmeye çalışan makineler neden hep yeniliyor hiç bilmiyorum.
Ama bu sefer kusurlu olmaları benim işime yaradı. Demir kapıdan geçip hapishaneye adım attım.
Hücrenin bulunduğu koridor bana elektrik devresini anımsattı. Hücrelerin kapıları art arda olarak sıralanmış ve bir elektron deseni gibi aydınlatılmıştı. Hapishanenin içindeki duvarlar, soluk açık yeşil ve beyaz olmak üzere iki renkliydi ve mahkûmların boyunu göstermek için üzerlerine çizgiler çizilmişti. Muhtemelen karakoldaki en tenha yerdi.
Çok geçmeden aradığımız hücreye vardık.
“18 numara, başka bir yere naklediliyorsun. Çık dışarı.” Shirase’yi izlemekle görevlendirilmiş hapishane gardiyanı kapıyı açıp öylece bıraktı.
Shirase-san hücrenin içinde bir şiltede oturuyordu. Korkmuş bir ifadeyle bana baktı.
“Sen Chuuya’ylaydın. Buraya nasıl girdin?”
“Shirase-san, gidelim.”
Ben konuşurken Shirase-san somuttu ve gözlerini başka tarafa çevirdi.
“Hmph, sağ ol istemez.” Shirase-san konuşurken yere bakıyordu. “Ne? Bunu yapmanı senden Chuuya mı istedi? Ne yazık ki istediğim için buradayım.”
“Yalan söylüyorsunuz.” dedim. “Burnunuzu kırıştırdığınızı ve üst dudağınızın kalktığını fark ettim. Bunlar, insanların kendilerini rahatsız edici bir durumda bulduklarında yaptıkları tipik ifadelerdir. Ayrıca ellerinizi boynunuza koymanız, insanların endişe ve rahatsızlık içindeyken kendilerini sakinleştirmek için yaptıkları ‘yatıştırıcı bir davranış’tır. Söylediklerinizin tam tersi hisleriniz olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bakışlarınızı yerde tutmanız yalnızlık, aşağılanma ve pişmanlık gibi hislere sahip olduğunuzun göstergesi. Kısaca, bulunduğunuz durumdan korkuyorsunuz.”
“Kork... korkmuyorum!” Shirase-san yüksek sesle bağırdı.
Gözümün ucuyla, girişte bekleyen hapishane gardiyanının buraya baktığını gördüm.
Hmm, onlar şüphelenmeden çıkmamız lazım.
“Zamanımız yok.” dedim sabırla. “Sizi güvenli bir yere götürdüğümüzde hakkımda ya da Chuuya-sama’ya söyleyeceğiniz şikayetleri dinleyeceğim. Şu an yapmanız gereken tek şey ayağa kalkıp beni takip etmek. İnsanların yapamayacağı kadar zor bir iş olduğunu düşünmüyorum.”
“Hayır dedim!” Shirase-san kollarını kavuştururken bağırdı. Kolları kavuşturmak ayrıca reddetmenin tipik bir göstergesiydi. “Seni de bu durumu da sevmiyorum. Topladığım silahlara el koyulduğu gerçeğinden nefret ediyorum! Siz geldiğiniz için mi oldu bunlar? Nasıl sorumluluk alacaksınız?!”
Silahlara bizim yüzümüzden el konulmamıştı ama görünüşe göre artık durum böyleydi.
“Zaten sizin belanıza ben ne diye bulaşıyorum? Öldürülmeyi hak edecek hiçbir şey yapmadım! Önce benden özür dile, özür! Sonra silahlarımı geri ver! Gelecekte kral olacağım ve kral saygı gösterilene kadar bir yere kıpırdamayacak!”
Taleplerini sakince dinledim.
Shirase-san’ın istekleri mantıken saçmaydı. Ve onun saçma mantığını belirtmem mümkün olsa da ben en yeni otonom bilgisayarım. Israrlı mızmızlanması için ayrıntılı bir argüman bulmama gerek yok.
Evet, son derece sakinim.
“Bana fark etmez, Shirase-san.” Gülümseyerek baş salladım. “Canınız ne istiyorsa yapmakta serbestsiniz. Güçlü olmak, özür talep etmek ve kral olduğunuza inanmakta özgürsünüz. Fakat ben de aynı derece özgürüm. Eve gidip sizi burada bırakmak ve hücrenizde nasıl öldürüldüğünüzü anlatan gazete makalesini okurken sıradaki stratejimizi planlamakta özgürüm. Eminim ki bir sonraki hedefimiz sizden daha anlayışlı olacaktır.”
Dahili işlemci akışımı inceledim. Mantıksız duygu taklit modülü aktifti. Sözlerimden etkileniyor gibiydi.
"Açık konuşayım. Bana kalsa seni hiç umursamıyorum.” dedim. “Söyleyebileceğim tek şey tehlikede olduğun. Bu makinenin risk değerlendirme modülüne göre, sizi korumayıp gitseydik başarı şansımız daha yüksek olurdu. Öyleyse sence neden hala buradayız?”
Duygu taklidi modülünde kendi kendine tanı programını ekledim.
Basitçe “öfke” adındaki duygusal eğilime benziyordu. Kusurlu insanlardan farklı olduğum için duygu taklidi modülünden gönderilen duygusal sinyalleri görmezden gelmem ve kendimi soyutlamam mümkündü. Ama bu sefer, görmezden gelmek içimden gelmiyordu.
“Sizi bırakıp gitmememizin tek bir nedeni var. Sizi umursamayabilirim ama aynı şeyi Chuuya-sama için söyleyemem.”
“Ch... Chuuya mı?”
“Evet.”
Shirase-san tavrımın anı değişikliğinden dolayı hala ağzı bir karış açıktı.
“Chuuya neden beni korumak istesin ki?”
Sessiz kalmam emredilmişti ama anlatmayı gerçekten istiyordum. Bir kez daha duygusal eğilime uymaya karar verdim. Ne de olsa Profesör “Kalbinin sesini dinle.” demişti.
“Cevap basit. Chuuya-sama’nın mafyaya katılma sebebi Koyun’un üyelerini korumak istemeseydi.”
Shirase-san’ın ifadesi kuşkuluydu. İşlemcisi olanlara ayak uydurmuyor olabilirdi. Açıklamaya başladım.
Bir yıl önce Koyun, paralı asker grubu olan GGS’ye (Gerhard Güvenlik Servisi) katıldı ve Chuuya-sama’yı saf dışı bırakarak ona ihanet etti. GGS ve Koyun arasındaki ortaklık Liman Mafyasının gözünü korkuttu ve gücünüzü büyütmenizi engellemek için imha timi kurdu. Timin başında Dazai adındaki bir çocuk vardı.
Eğer her şey olması gerektiği gibi olsaydı imha timi Koyundaki herkesi öldürecekti. Ama Chuuya-sama, Dazai-san’dan Koyunun üyelerinin bağışlanmasını istedi. Dazai-san, Chuuya-sama’nın Liman Mafyasına katılması şartıyla anlaşmayı kabul edeceğini söyledi.
Sonuç olarak Koyun yalnızca dağıtıldı ve kimse öldürülmedi. Yeniden birleşmenizi önlemek için her birinize ülkenin farklı bölgelerinde yeni bir ev verildi. Siz dahil Koyunun hayatta kalabilmesi Chuuya-sama sayesindeydi, Shirase-san.
Bugüne kadar anlaşma hala geçerliydi.
Chuuya-sama mafyadan ayrılamıyor çünkü ayrılırsa Koyundaki kızlar ve erkekler öldürülecek. Siz ise Shirase-san, mafyaya ihanet edenlere ne olacağının hatırlatıcısı olarak Yokohama’nın kenar mahallelerinde tutulacaktınız.
“Rehin olduğunuzu söyleyebilirim yani.” dedim sakin bir sesle. “Buna karşılık, eğer olur da herhangi bir nedenden dolayı vefat ederseniz Chuuya-sama’nın mafyada kalması için bir neden daha eksik olur. Bu yüzden Verlaine sizi hedefliyor. Çıkarımımız bu şekilde.”
Shirase-san tek bir nefes vermeden dikkatle bana baktı. Bunları ilk defa duyuyor olmalı.
“Galiba düzgün dinleyemedim... diyorsun ki Chuuya Koyunları mafyaya ispiyonladıktan sonra katılmasına izin verildi...?”
“Tam tersi, mafyaya katılmak zorunda kaldı.” Bakışlarım boşlukta dolaştı. “Chuuya-sama sırtından bıçaklandıktan hemen sonra anlaşmayı yaptı. Onu bıçaklayan kimdi -eminim ki hatırlıyorsunuzdur.”
Shirase-san’ın yüzü sanki zaman durmuş gibi donmuştu.
“Benim gibi bir makine insan duygularının ardındaki nedenleri anlayamaz.” dedim açıkça. “Yalnızca ortak kanıya dayanarak konuşabilirim. İnsanlar ihanet edilse dahi zamanında kendileriyle ilgilenenleri bırakıp gidemiyor. Chuuya-sama işte böyle birisi. Ayrıca Koyunların Kralı olmasının nedeni de bu olduğunu düşünüyorum. Ancak bu özellikler sizde yok. Kral olmak için gereken niteliklere sahip değilsiniz.”
Shirase-san’ın dişleri birbirine kenetlenirken garip bir ses çıkardı. “Ne dedin? Ben... Siktir, ne dersen de! Ne yaparsam yapayım zaten acınası olduğumu düşünüyorsun... Bana bunu... sen mi söylüyorsun?”
Sesi artık bana hitap etmiyordu, gücünü kaybedip zeminde yankılanarak yok oldu.
Shirase-san’ın duyguları hedefi olmayan bir girdap gibi dönüp dolaşıyordu.
Diğer taraftan, ben işe son derece rahatlamış ve dinçleşmiştim. Karşılık veremeyen birisine içinizi dökmek muhteşem bir histi.
Rahatlamayı bitirdiğimde duygu taklidi modülünden geri bildirimi kestim.
Kendine hakim, sakin bir zihinle bir kez daha Shirase-san-a döndüm. “Şimdi Verlaine’in neden canınızı almak istediğini biliyorsunuz. Şaka yapmıyorum ya da abartmıyorum, öldürülmesi mantıklı olacak birisisiniz. Ve o da dünyadaki en iyi suikastçı. Böyle kapalı, savunmasız bir ortamda sizi öldürmesi bir saatini almaz.”
Konuşurken Shirase-san’ın kalp atışlarını ve soluk alıp verişini taradım. Biraz önceye kıyasla duygusal eğilimi, iyi bir şekilde dalgalanıyordu.
“Öyleyse, şimdi çıkıyorum. Ne istiyorsanız yapmaktan çekinmeyin. Ama önce bir ortak kanıdan daha bahsedeyim. Gelecekte ‘kral’ olacak kişinin hangi niteliklere sahip olacağını bilmiyorum ama kral olmaya uygun olamayacak kişinin niteliklerini gayet iyi biliyorum. Yapmaları gereken tek şey burada kalıp öldürülmeyi beklemek. Çünkü kimseye güvenmediler.”
Bunları söyledikten sonra yürümeye başladım.
Arkama bakmadım, sabit bir hızla yürümeye devam ettim. Ancak sonar taramamla ardımda neler olduğunu az çok tahmin edebiliyordum. Birkaç saniye sonra hapishaneden çıkan ve bana doğru yürüyen ağır ayak seslerini duydum.
Gülümsedim.
Görev tamamlandı.
....
Sorgu odasında yalnızca kağıdın katlanma sesi yankılanıyordu.
Belgeyi ikiye katladı, kağıdı düzeltmek için parmağını katlama çizgisi boyunca gezdirdi. Kat yerini sıkmak için tırnaklarıyla sıkıştırdı, sonra yine açtı. Sonra belgenin köşesini tutup katlama çizgisi üzerinden katladı.
Kıvırcık saçlı dedektif itham pazarlığını onaylayan dosyayı katlıyordu.
Chuuya sessizce dedektifi seyretti.
Dedektif, kağıt uçağını bitirene kadar belgeyi zor bela katladı. Odanın köşesindeki metal çöp kutusuna doğru fırlattı. Kağıt uçak, dedektifin tam önüne düşmeden önce zemine neredeyse dik doğrultuda olana kadar havada uçtu.
“Bok gibi oldu.” dedi Chuuya, bir aptalla konuşuyormuş gibi.
“Normalde uçar.” dedi Dedektif başını kaşırken. Ayağa kalktı.
“Chuuya, biraz dışarı çıkalım. Bana eşlik et.”
Konuşmasını bitirdikten sonra ardına bakmadan yürümeye başladı.
Birkaç saniyeliğine, Chuuya ses çıkarmadan adamın sırtına baktı ama sonra bir şeye karar vermiş gibi takip etmeye başladı.
Soruşturma odası, Soruşturma Birimi ofisinin hemen yanındaydı ve sabah vaktindeki semt pazarı kadar kalabalıktı. Dedektif, Chuuya'nın önünde yürüyor ve gelen geçen herkesle selamlaşıyordu.
“Yo, Mura-san. Tavsiyen sayesinde karısını döven adamı tutuklamayı başardım.” Orta yaşlı bir polis memuru, yüzünde parlak bir gülümsemeyle yanlarından geçti.
“Sevindim. Dememiş miydim? İtibarını önemseyen bir adam, iş yerinde yakalanırsa harap olur diye.”
Genç ve yeni üniformalı bir dedektif daha geçti. “Murase-senpai, cinayet davasında iyi iş çıkardınız!”
“Şansım yaver gitti. Ama umarım kurban artık huzur içinde dinlenebilir.”
Biraz ilerledikten sonra kelleşmiş yaşlı bir dedektif konuşmak için durdu. “Mura-chan, içmeye gidelim! Bu sefer benden!”
“Yine geç kalayım deme sakın. Gecikirsen seni ofise atarız.”
Karakoldaki her bir insan Murase adındaki dedektife sevecen bir şekilde sesleniyordu. Bu yüzden dedektifin ardından yürüyen Chuuya sürekli ona çarpıp duruyordu. Selamlaşmaları kesmek isteyen Chuuya, dedektifin yanında yürümeye karar verdi.
“Baya popülersin, huh?” Chuuya alay etti.
Dedektif omuzlarını silkti. “Senin aksine benim maaşım düşük. En azından popülerliğim eksikliği gideriyor. Sence de öyle değil mi?”
“Sanırım.” Chuuya'nın gözleri eğlenceyle parıldadı.
Chuuya söyleyeceği kelimeleri aklında toplarken bir an için yan yana yürüdüler. Sonunda kararlı bir şekilde dedektife döndü ve ciddi bir sesle konuştu.
“Hey, Dedekitf-san. İşine karışmak istemem bu yüzden sana bir tavsiye vereyim. Artık bana bulaşma.” Sesinde isyanlar bir ton kullanmıyordu, aksine aşk itirafı yapıyormuş gibi konuşuyordu. “Koyun ve Liman Mafyası bambaşka yerler. Beni suçlasan bile kişisel avukatım göz açıp kapayıncaya kadar masumiyetimi kanıtlar. Deliller gözetiminizden kayboluverir ve tanıklar susturulur. Liman Mafyası böyle bir organizasyon. Dürüst olayım, zamanını boşa harcıyorsun.”
“Olabilir.” Dedektif pek umursamıyormuş gibi konuştu. “Ama bunları yapmamın bir nedeni var.”
“Neymiş o nedenin?”
Dedektif iç çekti ve yakasına uzanıp aradan ince, gümüş bir zincir çıkardı. Zincirin ucunda pirinç, boş bir mermi kovanı asılıydı. Gümüş zincirin geçebilmesi için ortasına bir delik açılmıştı.
“Bunu eski işimde kullanmıştım.” Dedektif boş mermi kovanına maziyi anımsar gibi baktı. “Genç, fakirken ve ağabeyimin tavsiye ettiği güvenlik işinde çalışırken ufak bir askeri tesiste bekçiydim. Tesiste durması kolay olur diye başvurmuştum Ama yanılmıştım. Tesis yerleşim yerlerinin yakınlarındaydı ve patronum kimsenin yaklaşmasına izin vermemi emretmişti. Ama Büyük Savaşın son yıllarında erzak sıkıntısı yaşanıyordu. Yerleşim bölgelerindeki çocuklar yok yerden çıkıp tesise girer ve yiyecek çalardı.”
Dedektif hafifçe kaşlarını çattı. Bunu yaparkenki yüzü binlerce yıldır çölde duran bir kayaya benziyordu.
“Çocukları vurup öldürmem söylendi.” Dedektif, gırtlağından kaba bir ses çıkardı. “Genelde çocuklar tehdit edildiğinde kaçar ama bu çocuklar organizasyonun birinden emir almış. Geri dönerlerse öldürüleceklerini bildiklerinden kaçmadılar. Ben de...”
Dedektif sözünü orada kesti. Kesilen sözlerinin geri kalanı söylenmeden kaldı.
Ellerindeki boş mermi kovanı acımasızca parlıyordu.
Chuuya ne söyleyeceğini bilemiyormuş gibi bakınsa da kelimeler ağzından çıkıverdi. “Emirlere uyuyordun.”
“Doğru. Ama bunun gibi anılar zamanla kaybolup gitmiyor işte. O zamanlar senin yaşında çocuktum.”
Dedektif, boş kovanı parmak uçları arasında tiksintiyle sıkıştırdı. Tutuşunu ne kadar sıkı yaparsa yapsın kovan sabit kaldı, en ufak bir değişiklik olmadı.
“Chuuya, adalet sağlansın diye peşinde değilim. Amacımın bununla uzaktan yakından ilgisi yok.�� Soğuk keder sesine yansıyordu. “Yasadışı organizasyonlar çocukları kullanıp bir kenara atılabilen kalkanlar olarak kullanıyor. Bir gün, aynı şey senin de gözlerinin önünde yaşanacak. Bu olmadan önce yüzeydeki saygın dünyaya dön. Adalet ve ben sana yardım ederiz.”
Chuuya direkt dedektifin ciddi gözleriyle yüz yüze geldi. “Bunca zamandır beni bu yüzden mi kovalıyordunuz, Dedektif-san?” Chuuya kısık sesle sordu.
Dedektif sessizce Chuuya’ya baktı, tek kelime etmedi. Ama birkaç saniye geçtikten sonra cevap verdi.
“Evet.” Dedektif kendini tiye alarak gülümsedi.
“Dedektif-san...” Chuuya'nın gözlerinin derinlikleri karanlık ve boştu. “Başkalarına sizin kadar sempati duyan fazla insan yok.”
Tam o sırada karakolun içinde kulakları sağır eden bir sesle uyarı sireni çaldı.
“Güvenlik Departmanından duyurulur. Karakolda izinsiz giriş tespit edildi. Yaralı sayısı bilinmiyor. Ölü sayısı bilinmiyor. Zarar görmeyen personeller lütfen tahliye edilsin. Paralı askerler acilen ekipmanınızı kuşanıp belirli bölgeye-“
Chuuya ellerini birbirine kenetleyip kısık sesle konuştu.
“Geldi.”
....
Shirase-san’ı yanımda getirmeyi başardım.
Geriye dikkat çekmeden kaçmak kaldı.
Düşünmeye başladım ve çıkış kapısını kavradığımda arkamdan Shirase-san’ın sesini duydum.
“Hey...”
Böyle olacağını biliyordum, arkama döndüm.
“Evet, sorun nedir?”
Shirase-san afallamış bir şekilde bakıyordu. “Sol bacağına... ne oldu?”
Aşağıya, ayağıma baktım. Sol diz kapağımın altında ne varsa hepsi kaybolmuştu.
Kafamda alarm zilleri yankılandı.
Dengemi yeniden kazanmak için elimi duvara dayadım.
“Makineden bir dedektif olmak zor olmalı.”
Koridorun sonundan o ses yankılandı. Bedenimi hemen ona doğru çevirdim.
“Bacakların kesilse dahi ücretli hastalık izni alamıyorsun. Senin için üzülüyorum.”
Neşeli sesiyle konuşan adam yürümeye başladı. Kestiği bacağımı baston gibi havada döndürerek oynuyordu.
“Verlaine...”
Zamanlaması berbattı. Çok erken geldi, henüz karşılaşmaya hazır değildik.
Kategori 1 Savaş protokolünü çağırdım. Sinir iletim hızım arttı ve savaş alanında analiz işletimini ilk önceliğe yükselttim. Savaşmazsam, yok olacaktım.
Bacaklarımdan birini kaybetmemle ortaya çıkabilecek sorunları çözmek için dengemi yeniden kalibre etmenin tam ortasındayken Verlaine uyarı vermeden bacağı geri fırlattı. Bacak ses hızıyla uçtu ve bedenimi arkaya eğerek kaçınabildim. Bacak, ayaklarıyla ardımdaki duvarı parçaladı.
“Chuuya burada değil mi? Tüh, en önemli anları hep kaçırıyor.” Verlaine’in ses tonu gamsız, belki de biraz iyimserdi. “İlk randevumuza geç kalacağını düşünmemiştim. Ağabeyi olarak endişeleniyorum. Anlıyor musun?”
Cevap verecek zamanım yoktu.
Burada yenilirsem Shirase-san anında öldürülürdü. Hangi protokolün bize en yüksek hayatta kalma şansını getireceğini olabildiğince çabuk hesaplamak için bir cevap düşünecek vaktim yoktu.
Tek ayağımla zıpladım, Shirase-san ile arama mesafe koyarak çıkışa doğru koştum. Ama Verlaine beni anında yakalayıp omuzlarımdan tuttu. Sonra beni duvara çarptı.
“Gh!”
Arkamdaki duvar parçalandı, iç yapı iskeletim parçalanmaya başladı. Verlaine’in saldırısı burada sonlanmadı. Bedenimin merkezindeki yerçekimin bozulmaya uğradığını tespit ettim, gövdemi duvara batırıyordu.
Parmakları pandispanyaya derin bir şekilde batırmak gibiydi. Ancak batan şey ben ve battığım şey sert, beton duvardı.
“Endişelenme. Seni kırmak istemiyorum. Burada uslu uslu otur yeter.”
Tüm bedenim duvara saplanmış sayılırdı. Kırılan betonun sesi bedenimin her yerinde yıldırım gibi yankılandı. Vücudumun farklı yerlerinden ana işlemci çekirdeğime aşırı yüklenme olduğunu belirten uyarı sinyalleri yanıp sönse de yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Kaçmaya çalışsam bile yerçekimini duvara uygulayarak beni takip eder, çıkışı kapatırdı. Şimdi duvara, karaya saplı bir ev gibi, neredeyse gömülüydüm. Duvarın dışında yalnızca kollarımın birazı ve yüzüm kalmıştı.
Koşuyormuş gibi bedenimi eğdim, kaçmak için gereken momentumu kazanmaya çalıştım. Ama işe yaramadı. Çünkü tüm bedenim enkaz altına gömülmüştü, kaçmak için doğru zamanı elde etmem mümkün değildi.
“Şimdi sana gelirsek Shirase-kun…” Verlaine diri diri gömdüğü makineden ilgisini kaybetmiş, dikkatini Shirase-san’a çevirmişti.
“N…ne?” Shirase-san’ın sesi ödü kopuyormuş gibi çıkıyordu.
“Bunca yolu seni görmek için geldim. Ama içeri girmek çok kolaydı, hala vaktim var. İşime başlamadan önce biraz konuşalım.”
“Ne… senin sorunun ne be?!” Shirase-san özellikle uğraşsa sesini o kadar titrek çıkaramazdı. Tüm gücünü iki ayak üzerinde durmak için kullanıyordu. “B…ben Shirase değilim! Yanlış kişiyi yakaladın!”
“Ama az önce adını seslendiğimde cevap vermedin mi?” Verlaine başını merakla eğdi. Uzun bacaklarıyla zarif bir şekilde Shirase-san’a doğru yürüdü.
“Ona yaklaşma!” Bağırarak uyardım.
Verlaine hayatının en güzel zamanlarını geçiriyormuş gibi arkasına döndü. “Madem yaklaşmamı istemiyorsun beni durdursana. Tabii yapabilirsen…”
Verlaine’in dediği doğruydu. Onu durdurmamın bir yolu varsa kullanmalıydım. Farklı ihtimalleri hesapladım. Kaçış, patlama, telekomünikasyon… Gerçekleştirebileceğim her bir protokolü inceledim.
Sonuç sıfırdı. Etkili çözüm bulunamadı. Kaçmak imkansızdı.
Chuuya-sama’yı çağırmayı da düşündüm ama sahip olduğum en aptalca fikirdi. Verlaine’i birebir savaşta yenemeyeceğimiz için pusu kurmayı planlamıştık. En kötü senaryoda hem kendimin hem de Chuuya-sama’nın gücünü kaybeder, bir sonraki pusuyu kuramazdık.
Verlaine’in iki hedefi daha vardı. Hala umut var.
“Buyur, otur hadi.” dedi Verlaine, Shirase-san’a.
Shirase-san o kadar korkmuştu ki kelimelerine tepki veremedi. Verlaine’ bakarken yalnızca titreyebiliyordu.
“Otur dedim.” dedi Verlaine sert bir sesle, Shirase-san’ın omuzlarına dokundu.
Shirase-san sanki dizleri kırılmış gibi aniden öne düştü. O sırada, yerçekimi Verlaine’in ayakkabı tabanlarında toplanıp zemini parçaladı. Zemin yükseldi ve moloz yığınları tümsek gibi yukarı çıktı. Shirase-san moloz yığınlarının üzerine kalçası üstüne düştü.
Şok ve korkudan konuşamamıştı bile.
“Shirase-kun. Suikastçı etiğidir, hakkındaki araştırmamı yaptım.” Verlaine kibar tavırlarla konuştu. “Bu şehirde Chuuya’nın en uzun zamandır tanıdığı kişisin. Chuuya çocukken nasıldı diye sormak istiyorum.”
Bunları söylerken Verlaine hücre kapılarından birisi kolayca çıkardı. Kabuk bağlamış bir yarayı soyuyormuş gibi zahmetsizce yapmıştı. Kapıyı ikiye katladı ve zemine sandalye gibi yerleştirdi, üstüne oturdu. Zarifçe bacak bacak üstüne attı ve Shirase-san’a gülümsedi.
Verlaine’in yeteneği görülmemiş bir şeydi. Bu şehirde Saat Kulesi Nişanıyla dahi oynayan bu yeteneği yenebilecek başka bir yeteneklinin var olduğunu sanmıyordum.
Bedenimle birkaç cümle yazıp Chuuya-sama’nın telefonuna mesaj attım. Şu anki durumumuzu açıkladım ve alabileceğimiz tek tedbiri hatırlattım.
Sakın buraya gelmeyin.
Geri çekilin, bir sonraki hedefi tespit edin ve tuzak kurmak için mafyanın yardımını alın.
Shirase-san ile benim burada yok edileceğimiz kesin olsa bile.
Shirase-san titriyordu. Benim vardığımla aynı sonuca varmış olmalı çünkü titreyen dudaklarıyla kendisini konuşmaya zorladı.
“Şey… şey…”
Sığ nefes alıyordu ve sesi her an kırılacakmış gibi çıkıyordu. Bu gidişle kusarsa şaşırmazdım. Ama konuşmaya devam etmezse işe yaramaz muamelesi görecek ve öldürülecekti. Hayatını yalnızca birkaç saniye uzatsa bile soruya cevap vermekten başka seçeneği yoktu.
Pek bir şey göremiyordum.
“Karşılaştığımız ilk yer… sürekli saklanıp alkol içtiğimiz köprünün altıydı sanırım.” Bunları söylerken Shirase-san yardım isteyerek bana baktı. Gözleri bize biraz zaman kazandırırsam bir şekilde kurtulabilir miyim diye sordu.
İşe yaramayacaktı. Yardım gelmeyecekti. Deneyip zaman kazanmanın anlamsız olduğunu biliyordum sadece.
“Chuuya… bir yerden çaldığı askeri bir üniformayı giyiyordu. Perişan görünüyordu. Saçı da yüzü de vücudunun geri kalanı kadar kirliydi ve ayakkabısı yoktu.” Shirae-san titreyen sesiyle devam etti. “Koyunun ilk üyeleri… biz… hapishaneden falan kaçtığını düşündük. Sonra bize seslendi. ‘O dikdörtgen çarşaf ne?’ dedi.”
Shirase-san geçmiş günleri anımsamaya çalışıyormuşçasına başını eğdi.
“N…neden bilmiyorum ama iğrenç olduğunu düşündüm. Yine bize seslendi. ‘O elindeki dikdörtgen şey ne söyle!’ dedi.”
Shirase-san başını kaldırdı ve gözleri dalıp gitti.
“Elimde bir parça ekmek vardı.”
Koridorda ölü sessizliği vardı. Tüm o yıkımdan sonra garip bir sükûnetti. Verlaine de hikayeyi dinlerken sessizdi.
“ ‘Ekmek.’ diye cevap verdim. Chuuya ‘Yeniliyor mu?’ diye sordu. ‘Evet.’ dedim ve yenildiğini göstermek için bir parça ağzıma attım. Ama sonra garip bir şey yaptı. Düştü. Odağını kaybetmiş gibiydi. Yanına gelene kadar anlamamıştık. Bir deri bir kemik kalmıştı, ölümün kıyısındaydı. Arkadaşlarımı ikna ettikten sonra onu Koyunun gecekondulardaki evine bizimle beraber götürdük.”
Bilgileri harici depolama veri tabanımdan kontrol ettim. Koyun, başlangıçta yetimlerin kendilerini yetişkinlerden korumak amacıyla kurduğu karşılıklı desteğe dayalı bir organizasyondu. O zamanki maddi imkânları altın çağlarına kıyasla çok daha azdı ve çocukların kendilerini şiddetten, insan kaçakçılığından ve çocuk işçiliğinden korundukları bir sığınak olarak belgeleniyordu.
“Organizasyonun küçük olduğu zamanlardı. Ama yine de Chuuya’yı kabul ettik. Sokaklarda aç yatan bir çocuğu öylece bırakamazdık.”
Yüzünü yeniden kaldırdığında ifadesi değişti.
Hala eskisi kadar korkuyor ve bir o kadar da titriyordu. Ama gözlerinde öfkeyle yanan alevler vardı. Yenilmek üzere olan bir otçulun düşmanına haykırırken gösterdiği türden bir alevdi.
“Chuya’nın abisiyim mi demiştin?” Shirase-san neredeyse çığlık atacaktı. “Neden beni öldürüyorsun? Tek yaptığım aç kalan çocuğa yardım etmekti! Karşılığında teşekkürümü böyle mi alıyorum?!”
Verlaine sakin gözlerle seyrederken cevap vermedi.
“Ahh, anladım. Sonuçta dünya böyle işliyor. İnsanlara yardım ettiğim için öldürüldüğüm mantıksız dünya.” Shirase-san bağırmaya devam etti. “Hey, acele et hadi. Beni daha fazla bekletme, bok kokusunun cesedime sinmesini istemiyorum.”
Verlaine aşağısına baktı ve gözlerini kapattı. Sonra ayağa kalkıp Shirase-san’a doğru yürüdü.
Durum farkındalığı programım gerçekleşebilecek 168 farklı olasılığı hesapladı. Ve hepsi Shirase-san’ın 10 saniye içinde ölmesiyle sonuçlanıyordu.
Kaçınılmaz bir sondu. En azından ölümüne tanık olacaktım.
Verlaine elini Shirase-san’ın boynuna uzattı.
Shirase-san nefesini tuttu.
O sırada bölge tarama fonksiyonum bir değişiklik fark etti.
169. ihtimal. İmkânsız olasılık.
“Ne oluyor?” kelimeler düşünmeden ağzımdan çıktı.
Chuuya-sama’nın tekmesi Verlaine’e çarpmıştı.
Verlaine’in uzun bedeni koridorun duvarına vurdu, diğer tarafa sekti ve aynı duvarları da yıktı. Sonunda durana kadar bedeni, bilardo topu gibi koridorun duvarlarından defalarca sekti.
Verlaine yavaşça kendisini duvardan ayırdı ve öne düştü, iki elini bedenini dengelemek için yere koymuştu.
Chuuya-sama Shirase-san’ın önünde korumacı bir şekilde dikildi ve Verlaine’e dik dik baktı.
“Chuuya…” Shirase-san önündekine inanamıyormuş gibi baktı.
“Off… bu kaçıncı oluyor Shirase, yüz falan mı?” dedi Chuuya-sama usanmış bir sesle. “Kendini bok yoluna sokuyorsun ben de arkanı toplamaya geliyorum.”
“Chuuya… neden beni kurtarıyorsun?”
“Seni mi kurtarıyorum? Öyle bir şey yok. O şapkalı piç kurusunu dövmeye geldim, o kadar.”
Bağırırken durum tespit programımı çalıştırdım. “Chuuya-sama, buraya gelmekle hata ettiniz! Kaçın lütfen, desteğiniz olmadan onu yenemezsiniz!”
“Vay, oyuncak robot. Duvara güzelce saplanmışken baya iyi gözüküyorsun. Endişelenme. Sadece otur ve izle.”
Chuuya-sama sırıtarak güldü ve yüzünü Verlaine’e döndü.
Verlaine ayağa kalkıp yere düşen şapkasını aldı.
“Geciktin, kardeşim.” Şapkasının tozunu silkelerken konuştu.
“Haha. Ağzından ne çıkarsa çıksın uysal ve sakin kalabiliyorum ama bana kardeşim diye seslenmene katlanamıyorum.”
İçten içe başımı kaldırdım. Uysal mı..?
“Normal, sinirlenmeye hakkın var.” Verlaine yavaşça Chuuya-sama’ya doğru yürüdü. “Ama zarafetten yoksunluğundan etkilendiğimi söyleyemem. Önceki gün seninle istediğim gibi oynadığımı unuttun mu yoksa?”
“Unuttum.” Chuuya-sama sıradan bir gezintideymiş gibi Verlaine’e doğru yürüdü. “Hatırlatsana?”
İkisi aralarında kol mesafesi kaldığında birbirleriyle yüzleştiler. Chuuya-sama Verlaine’e, Verlaine Chuuya-sama’ya baktı.
Bir anlık sessizlik vardı.
İlk saldıran Verlaine oldu. Havayı kesen sağ yumruğunu Chuuya-sama’nın kafasına vuracak şekilde hedef aldı. Chuuya-sama atmosferi yakabilecek bir hızla eğilerek saldırıdan kaçtı. O sırada Verlaine’in çenesine ani bir darbe indi.
“Gh-“
Verlaine’in yüzü yana eğildi. Olanlar yüksek hızlı kameramdan kaçamamıştı.
Kaydı izledikten sonra ne olup bittiğini anladım. Chuuya-sama yana eğilirken alt yarısını yukarı kaldırdı, Verlaine’in çenesine ışık hızıyla tekme attı. Görüş açısının dışında yapılan mükemmel bir saldırıydı. Normal bir insana vursaydı başı çoktan kopmuştu.
Durumu analiz ederken fırtınayı andıran saldırılar durmadı. Chuuya-sama bedenini daha da eğdi, ellerini zemine dayadı ve itip yükselttiği bacağıyla tekmeledi. Ayakkabıları Verlaine’in boğazını parçaladı, Verlaine acıdan inledi.
Verlaine geriye düşerken yerçekimi uyguladığı elleriyle Chuuya-sama’yı tutmaya çalışsa da Chuuya-sama tereyağından kıl çeker gibi, kolayca kaçındı ve daha da tekmeledi.
Tekmeleyerek ardına döndü.
Işık hızıyla birbiri ardına gelen, Verlaine’den daha uzun dört tekme daha attı. Yalnızca sanatsal olarak tanımlanabilecek harikulade saldırılardı. Verlaine acıyla inlemekten başka bir şey yapamıyordu.
“N’oldu? Hani benden daha güçlüydün?”
Verlaine, yerçekimi kontrolünü kullanarak bedenini düşmekten kurtardı ve görüşü dışında bulunan Chuuya-sama’yı tutmak için ellerini uzattı. Yerçekimi gücüyle dolan parmakların tuttuğu ölümle yüz yüze gelen Chuuya-sama soğukkanlılıkla kenara çekildi. Verlaine’in zar zor dokunduğu birkaç tutam saçı yerçekimin etkisiyle koptu. Chuuya-sama dirseğiyle Verlaine’in koluna yavaşça vurdu ve gözüne yumruk attı. Verlaine’in yüzü parçalanmış gibi diğer tara çevrildi. Verlaine’in dizinin ardını tekmeleyerek eğilmesine yol açtı.
Chuuya-sama Verlaine’in etrafında dönerek dirseklerini insan vücudunun zayıf noktalarından birine, başının üstüne indirdi. Bir bağırış yankılandı.
Verlaine bir kez daha haykırdı ve üstündeki Chuuya’ya uzansa da Chuuya-sama artık orada değildi. Aralarına mesafe koymak için zemini tekmeledi. Verlaine hızına yetişemedi.
“Agh-”
Görülmesi mümkün olmayan bir manzaraydı. Suikastçıların Kralı Verlaine başkasının elinde oynanıyordu. Hiçbir Avrupalı polisin bu durumu tahmin edemeyeceğine bahse girerdim.
Ancak ben savaş analizlerini yapmış ve bir sonuca varmıştım. Chuuya-sama yerçekimini saldırısındaki ana yöntem olarak kullanmıştı. Ama daha yetenekli olan Verlaine ile karşılaştığında basitçe yenilmişti. Şimdi ise Chuuya-sama taktiklerini çoğunlukla hızına dayanarak değiştirmişti. Artık bu oyun savaş sanatlarının oyununa dönmüştü.
Saldırılarına devam ederken Chuuya-sama etrafındaki molozlardan bir parça aldı ve Verlaine’e doğru fırlattı. Verlaine moloz parçasına vurarak anında tepki verdi ve parçalar her yere saçıldı.
Chuuya-sama görüş bozukluğundan avantaj sağlayarak Verlaine’e yaklaştı, sonra tekmeledi. Koçbaşına benzer güçlü bir tekmeydi. Verlaine kendini savunmak için kolunu kaldırdı sonra geriye uçtu. Sonunda duruna kadar sırtı duvara çarptı.
Molozların küçük parçaları havada biraz oyalanarak etrafta uçuştu.
Verlaine çok, çok yavaşça kollarını indirdi. Dudaklarının kenarından akan kanı sildi. Dudağı muhtemelen ardı ardına gelen tekmelerden önce kesilmişti.
Parmaklarındaki kanı büyük bir ilgiyle inceledi.
“Kendi kanımı görmeyeli…” Verlaine’in sesi kuru çıkıyordu ve çatlamıştı. “…uzun zaman oldu.”
“Tebrikler. O zaman nefret edene kadar sana göstermeye devam edeceğim.”
“Dünyanın her yerinde son sözü söylemek standart sanırım.” Verlaine güldü. “Ama…”
Verlaine ellerini arkasındaki duvara hafifçe koydu ve binanın inşaat malzemelerini kazmaya başladı. Sanki kaşıkla jöle kazıyormuş gibi görünüyordu.
Chuuya-sama’nın ifadesi değişti.
“Hızın beni şaşırtabilir ancak yenemez.”
Verlaine moloz parçalarını gülle gibi eliyle fırlattı. Chuuya-sama moloz parçalarını yerçekiminden yaptığı yumruğuyla püskürtse de henüz bitmemişti. Molozlar, makineli tüfekle birbiri ardına atılan taşlar gibiydi. Verlaine elini duvara vuruyor, yerçekimini kullanarak art arda fırlatıyordu.
Chuuya-sama meteor yağmurunu tek tek savuşturmak için yumruğunu kullandı. Fakat çok fazla moloz parçası vardı. Molozlar süratle geliyor ve sonu bitmek bilmiyordu. Artık sadece savunma pozisyonundaydı.
“Siktir!”
Chuuya-sama moloz sürüsünden kaçmak için kenara atladı. Bu sefer peşinden moloz değil, Verlaine’in kementi gelmişti.
Chuuya-sama’nın göğsünün tam ortasına uzun bir kol vurdu. Ayakları zeminden kesildi ve meteor kadar ani bir biçimde koridorun diğer ucuna uçtu.
Chuuya-sama’nın bedeni, su yüzeyini yarıp geçermişçesine duvarları kırıp geçti ve dışarı uçtu. Muazzam miktarda güç kullanmıştı. Hapishane duvarlarının dışında polis arabaları için yer altı otoparkı bulunuyordu. Chuuya-sama’nın sırtı park halindeki araçlardan birini ezip sonunda durana kadar birkaç arabanın üstüne düşmesine neden oldu.
Chuuya-sama öne düştü ve ortam aniden sessizliğe büründü.
Geriye ufalanan molozların takırtı sesleri duyuluyordu sadece. Karakolun içindeki alarmlar uzaktan duyulabiliyordu. Park edilmiş ve ezilmiş arabaların alarmları çaldı. Chuuya-sama araba alarmları yüzünden neredeyse duyulamayacak kadar kısık bir inilti çıkardı.
“Gh…”
Ve böylece savaşın gidişatı değişti.
En dehşet verici şey ise Verlaine’in yeteneğinin saf gücüydü. Sahip olunan hız ya da kullanılan teknik fark etmeksizin hepsi, Verlaine’in basit yerçekimi kontrolüne karşı gelip geçer bir numaradan başka bir şey değildi. Güçlendirilmiş vücudunu dahi mühürleseniz yine de zorlu bir düşmandı.
Verlaine duvardaki delikten çıktı ve Chuuya-sama’ya yaklaştı.
“Uyan, Chuuya. Ölmediğini biliyorum.” dedi Verlaine yaklaşırken. “Bu kadarıyla ölmezsin.”
Verlaine düz bir sesle konuştu ve Chuuya-sama’yı boynundan tutarak kaldırdı.
“Bırak…”
“Bırakacağım.”
Chuuya’yı tutan Verlaine’in elinin çevresindeki hava titremeye başladı. Isı ışınımı nedeniyle atmosferik kırılmada bir değişiklik tespit ettim.
Olamaz…
“Chuuya-sama! Uzaklaşın!”
Vücudumun çeşitli bölgelerindeki ortak aktüatörlerin çıkış gücünü arttırdım. Eklem yerlerimin her birinden titreşim üretirken bedenimi çevreleyen enkazın frekansını aradım. Her şeyin titreşimle güçlendirilebilen bir rezonans frekansı vardır. Bu frekans benim iç motorlarımla rezonansa girerse duvar yavaş yavaş parçalanabilir.
Ama fazla zaman kalmamıştı.
Yerçekimi dalgaları Verlaine’in kavradığı Chuuya-sama’nın omzundan yayılmaya başlamıştı. Göze görünmeyen bir cehennemden ısı yayılmaya başladı.
“Kendine hakim ol. Yeteneğine hakim ol.” Verlaine’in soğuk sesi yankılandı.
Chuuya-sama çığlık attı. Çığlığıyla beraber kara alevler ağzından çıkmaya başladı.
Olabilecek en kötü senaryo gerçekleşiyordu. Önceki güne benzer bir kara delik açılacak olursa karakol parmak ucu boyutuna gelene kadar sıkışır sonra tamamen yok olurdu. Shirase-san ve ben de felakete kapılırdık.
“N’oldu Chuuya? Şimdi senin öldüğün gibi herkes bir gün ölecek. Toyluğun onları öldürecek. Ve sonra geriye hiçbir şey kalmayacak. Deneyelim mi?”
Ve sonra iki el silah sesi duyuldu.
Verlaine’in üst kolunda iki mermi yarası açıldı.
“Chuuya! İyi misin?!” Park yerinin arkasından birisi bağırdı.
Verlaine’in tutuşu zayıfladığında Chuuya-sama göğsünü tekmeledi ve Verlaine’in ellerinden kurtuldu. Yerde yuvarlanıp derin bir nefes aldı.
Chuuya-sama’ya koşan adam sorgu odasındaki Dedektif-san’dı. Adının Murase olduğuna inanıyorum. Ellerindeki silahın namlusundan hala beyaz duman çıkıyordu.
Chuuya-sama öksürürken dedektife sert bakışlarıyla baktı. “Dedektif-san… Neden geldin?! Eğil!”
Verlaine kolundaki kurşun deliklerine merakla baktı, Dedektif-san’a döndü ve konuştu. “Sonunda geldi.” Ne garip sözlerdi.
Verlaine Chuuya-sama’ya döndü. Yeteneğinin sebep olduğu yüksek enerji çizgileri ve dalgalanmalar kayboldu. Chuuya-sama gardını aldı.
“Chuuya, bence dile getirmeye gerek yok ama zayıflar hiçbir şey elde edemez. Benimle bu halde savaşırsan kaybedersin ve Arahabaki’nin kara alevleri karakolu sarıp bir kez daha yüzlerce insanı öldürür.”
Sözlerini göz korkutmak ya da tehdit etmek için söylememişti. Tamamen sakin, duygusuz bir sesle konuşmuş; yalnızca gerçekleri anlatmıştı.
“Sana izin vermem.” Chuuya-sama’nın sesi hırıldıyormuş gibi çıkmıştı.
“Ahh, gerek yok.” dedi Verlaine umulmadık bir şekilde. “Neden biliyor musun?”
Chuuya-sama’ya cevap verme şansı tanımadan zıpladı.
Kendi yerçekimini yok ederek park yerinin tavanına baş aşağı çıktı. Sonra aşağı zıplayıp Chuuya-sama’nın arkasına indi.
“Bununla birlikte bugünün işi tamamlandı.”
Verlaine Dedektif-san’ın boynunu kavradı.
“Dur!”
Chuuya-sama bağırdı ve atladı. Dedektif-san konuşmak için ağzını açsa da sözleri ağzından çıkamadı.
Başı boğuk bir sesle geriye düşmeden önce dudakları yarıya kadar açılmıştı.
Dedektif-san’ın bedeni kırık boynundan gelen ivmeyle yavaşça sallandı. Ve sonra düştü.
“Kahretsin!” Chuuya-sama arkasına döndü.
Dedektif-san’ın bedenini kollarında tutarken Chuuya-sama’nın ifadesine dayanarak olan biten her şeyi anlayabiliyordum. Nabız var mı diye yoklamak için uzak mesafeli taramamı yapsam da –hiçbir şey yoktu. Ani ölümdü.
“Orospu çocuğu!”
Chuuya-sama bağırırken zıpladı. Sağ yumruğuyla Verlaine’i hedef aldı. Verlaine vuruşu iki avucuyla karşıladı ve ellerinden siyah ışık huzmeleri parıldadı. Serbest bırakılan yerçekimi çevreleyen alanda yerçekimi dalgaları halinde yayıldı, manzarayı küresel bir şekle dönüştürdü.
Yayılan yerçekiminin şok dalgaları, etraftaki arabaları -sanki kağıttan yapılmışlar gibi- uçurdu. Verlaine, hiç zorlanmadan şok dalgaların birine bindi ve geriye uçtu. Yer altı otoparkının çıkışının yakınlarında indi.
“Az önceki vuruş, şimdiye kadarkilerin en iyisiydi.” Bunları söyledikten sonra geri sıçradı ve çıkışla yüz yüze geldi, çıkarken figürü gözden kayboldu.
“Bekle!”
Chuuya-sama Verlaine’in peşinden koşarak karakoldan ayrıldı. Yaptığı tehlikeliydi. Kendi başına Verlaine ile savaşamazdı.
Duvarın frekansıyla eşleştikten sonra duvar yavaş yavaş kırıldı. Bir şekilde sağ kolumun tamamını çıkarabildim. Dirseğimi duvara vurarak kalan parçalarımı enkaz altından kurtardım.
144 saniye sonra enkazdan tamamen kurtulmuştum. Bir bacağıma güvenerek aceleyle Dedektif-san’a gittim.
Yüzü diğer tarafa dönmüş, ağzından kan akıyordu. Taramamın sonuçları C2’den C6’ya kadar olan servikal omurlarının hasar gördüğünü gösterdi. Nabız yoktu ve gözbebekleri tepki vermiyordu. Dahili iletişim cihazımdan ambulans çağırsam da geç kaldığım belliydi.
İnsan yaşam destek sistemi hassas bir denge içindedir. Benim gibi makinelerin aksine, kısmi hayatta kalma kavramı insanlar için geçerli değildi. Yedeği bulunmayan bu iki organ son derece dinamik bir sistem oluşturuyordu ve ikisinden birisinin işlevi durursa yeniden başlatma imkansızdı. İnsanlar hasarlı parçalarını değiştiremezdi.
Başka bir değişle, insanlar çok kolay ölürlerdi.
Arkasını taramak için dedektifi yüzüstü döndürürken yere düşen tanıdık bir nesne gördüm.
Huş ağacından yapılmış bir haç.
Verlaine ardında bırakmış olmalı.
Taramamı yaparken Chuuya-sama döndü.
“Verlaine nereye gitti?” diye sordum.
“Gökyüzünde kayboldu.” Dedi mutsuzca, gökyüzünü işaret ederek. Muhtemelen yerçekimini kullanarak havaya zıplamış ve kaçmıştı.
“Bende de öyle düşünmüştüm.” dedim Dedektif-san’ın bedenini tutarken. “Şiirsel bir tabir kullanmak istersen, Dedektif-san da ortadan kaybolup göğe yükseldi.”
Dedektif-san’ın gözkapaklarını kapatıp onu daha da ölü gösterdim.
“Siktir!” Chuuya-sama bağırdı, Dedektif-san’ın göğsüne yumruğuyla vurdu. “Beni tutuklamayacak mıydın?! Hey, Dedektif-san! Bana dünyanın ışığını göstermeyecek miydin…?”
Chuuya-sama Dedektif-san’ın göğsüne vurduğunda ceketinin cebinden dedektifin kişisel eşyaları yere döküldü.
Eşyaların arasında eski sayılabilecek, mavi bir kapaklı telefon vardı. Modeli gözüme tanıdık geldi.
Verlaine’in kaçakçılardan aldığı aynı mavi kapaklı telefondu.
Yerden alıp Chuuya-sama’ya gösterdim. Ne olduğunu anladığı an dişlerini sıkıp haykırmak istediği çığlığı içine attı.
Suikastçılar Kralı Verlaine’in… daha en başından beri asıl hedefi Shirase-san değildi.
Ama… o zaman neden…?
Neden Dedektif-san’ı öldürdü?
…
(1) Sama (様), yüksek derecede saygı bildiren ektir. Konuşmada nadiren kullanılır ve genelde rahiplerin Tanrı'ya, sadık cariyenin hükümdarına, en düşük sosyal tabakadan olanların en yüksektekilere ve resmi mektuplarda kullanılır. Chuuya’nın ‘sama’ ekinden dolayı rahatsız olmasının sebebi budur.
(2) Orbiting Binary Black Hole Investigation Satellite (ORBIS) Japonya tarafından geliştirilmekte olan bir çeşit uydu.
(3) Bir çeşit CCTV gözetim sistemi.
(4) Udon (Japonca: 饂飩, うどん), Japon mutfağında kalın buğday unundan yapılan bir eriştedir.
(5) suçlananın suçunu kabul etmesi ya da başkaları aleyhinde tanıklık yapmasıyla ilgili savcıyla suçlanan ya da onun avukatı ile arasındaki anlaşma
93 notes
·
View notes
Text
tanrı'nın bıraktığı yerden biz başlayalım. üç milyar insanın yarısını sen öldür, yarısını ben. üç kişi kalsak yetişir yeryüzünde. yaklaş bana, seninle kardeş değiliz. hüzünle karışık sevinçlerinden kurtul artık, arzuların o belli belirsiz sıcaklığını sev. biliyorsun; önce tanrı insanı yarattı, sonra insan sevgiyi. ne yapsak boş, ne kadar çabalasak faydasız; geriye dönemeyiz. olanlar oldu, iş işten geçti. çamurumuza sevgi karışmış bir kere. kim bu şarkıları söyleyen? karcığar faslından düm tek üzere. aklım bir yere erişti durdu. susun. şimdi üçgenlerle oynuyorum. kaldırın bu daireleri. bir model kız geldi, soyundu karşımda. saçlarından üç fırça yaptım, üç tüp boyam vardı; veronez yeşili, zümrüt yeşili, krom yeşili. hepsini kattım birbirine. senin yeşilini buldum. senin yeşilinde orkestralar debussy'den çalıyordu, senin yeşilinde unuttum siyahlığımı. bu deli eden uğultu nerden geliyor, kim kırdı bu aynaları? toplayın, yüzümüzü görelim. çirkin değiliz artık. bir kapı açıldı önümüzde ölümsüzlüğe. güzeliz. sabahlar bizimle dolu. ışık diyordun, al işte kör kuyular kadar ışıdı yeryüzü. renk diyordun, al işte bak, çarşılar dolusu kırmızı. süt beyazından geceler, sarı güneşler ortasında turuncu bir gün. yitirilmiş saadetlerin bahçesinde mor çiçekler. kardeş değiliz diyorum, inanmıyorsun. yalan bunca faziletler, yalan. bizi bu ciğeri beş para etmez insanlar mahvediyor. aldırma diyorum sana, dünya ikimiz için yaratıldı. üç milyar insan iş olsun diye geldi yeryüzüne. verdiğin her kederin yüreğimde yeri var, hangi kitabı açtıysam seni okudum yıllardır, hangi aynaya baktıysam seni gördüm. gel desen gelemem, git desen gidemem, öl desen kanım akmaz. anladım artık, seni sevmek yüce bir şey. anladım, seni sevmek tanrı'ya yaklaşmak gibi. insanlar içinde bir sana inandım, bir seni sevdim kendimden başka. uykularımın bölündüğü saatlerde, sendin düşündüğüm soluk soluk. sivri bıçaklar gibiydin karanlığımda, gözümü yumsam seni görüyordum. oynak türkülere benziyen yürüyüşünle sen çıkıyordun karşıma. karanlığımda iki yıldızdı ellerin görülmedik. karanlığımda bir orman yangınıydı dudakların. istesen hayat verirdim bu karanlıklara, istesen gökyüzünü bir mendil gibi yırtardım. denizlerden, göllerden, nehirlerden sana görmediğin renkler yaratırdım. zamanın ötesinde yeni bir dünya kurardım sana. insansız, tanrı'sız, kedersiz... severdin, dağ rüzgarlarının serinliğince yaşardın bu sefil dünyamızdan uzak. bir yanıp bir sönen ışıklar gibiyim, yumruk kadar yüreğimde sen varsın. kutsal kederler içinde seninleyim artık, sarı badanalı evlerde başbaşayız. bütün duvarlara gölgen vurmuş, kokun sinmiş bütün perdelere, kapılarda parmakların beyaz beyaz, sokaklarda ayaklarının izi. ben bu sokaklarda ölsem kaldırımlar çekmez ağırlığımı. söylesem aşkımı asırlar boyunca bu iki yüzlü insanlar anlamaz beni.
ümit - b.k.d.
16 notes
·
View notes
Text
Hızla koşuyorsun karanlığa, yalnızlık yanına çağırıyor seni, gece fısıldıyor kulağına, beynindeki ışıklar sönüyor teker teker, yıkılıyor mutluluğa giden merdivenler, birden bir ışık farkediyorsun, kırmızı bir ışık, birde bakıyorsun ki alev alıyormuş dünya.
3 notes
·
View notes
Text
Kendini affet, kalbin iyileşsin, gülümsemeye devam et, güneş açsın; biz suçlu çocuklar değiliz.
#aslı arslan#sokak nöbetçileri#helin aktan#yankı sarca#mutlu sarca#bartu sarca#sadece helin#sadece koza#lal sarca#ışık sarca#kırmızı ışıklar#red light#asli arslan#sokak lambası#affetmek#umut güneş#güneş#4 yapraklı yonca
14 notes
·
View notes
Text
Hayatımın en saçma rüyasını gördüm saat 19:00dan sonra çay içmek devlet tarafından yasaklanıyordu saat 19 olunca etrafta sirenler çalıyordu kırmızı kırmızı ışıklar yanıyordu sonra havaalanında kontroldeydik ben sürekli xrayde ötüyordum tekrar geri dönüp bi şeyler daha çıkarıp geri giriyordum ve çay saati kaçacak diye üzülüyordum…… sanırım 5te uyanınca benim rüyalar buna evriliyor
3 notes
·
View notes
Text
Sokak lambaları
Kırmızı ışıklar
Tablolar
Dönme dolaplar
Metrolar
Eyfel kulesi....
#sokak nöbetçileri#sokaknobetcileri#sokak lambası#yyyu#yere yakın yıldızlara uzak#benegeninincisi#gelmemeyegidenadam#sıfırkilometre
37 notes
·
View notes
Text
Bu dünya gebe ve haksızlık doğuruyor Allah'ım, senin gücün ve senin huzurun dışında Nereden sığınak bulurum? Eğer şafağın rüzgarlarına asılsam ve denizin derinliklerinde yaşasam Yine de elinin ağırlığını üzerimde hissederdim. Beni kararsızlıkla sarhoş ettin Senin yolların ne kadar gizemli Senin yolların ne kadar gizemli.
Yüreğimin acısını söylüyorum Ruhumun yakıcılığını söylüyorum Sessizliğimi korurken, kemiklerim ufalıyor Çünkü elinin ağırlığı üzerimde.
Hatırla; hayatım bir soluktan ibaret Çöldeki bir pelikan gibiyim Ve bir serçe gibiyim, damda tek başına kalmış. Dökülmüş su gibiyim Ve ölüp gitmişler gibiyim Ve ölümün gölgesi, gözkapaklarımı kaplıyor Beni bırak, beni bırak; günlerim sadece bir nefes. Beni bırak, yolculuğuma başlamadan önce geri dönüşü olmayan yere, Ebedi karanlıklar ülkesine.
Allah'ım, Güvercinin ruhunu vahşi hayvanlara emanet etme.
Hatırla; hayatım bir soluktan ibaret Değirmenlerin gürültüsü Ve o acı dolu aylara Ve çevremi saran neşeli şarkılar Ve canlı ışıklar yitip gitti. Ne mutlu, bu zamanda hasat yapanlara Ve elleriyle başakları toplayabilene.
Çölde şarkı söyleyen ruhları dinleyelim Âh edenlerin ve ellerini gökyüzüne açanların şarkısı, diyor ki:
"Eyvah, yaralarım ruhumu hissizleştirdi! "
Âh sen, Beline kadar inen saçların dökülürken, Kırmızı elbiseler giydiğin, Altından mücevherler taktığın zamanları hep unuttun. Gözlerine sürme çekerdin Hatırla; kendini boşu boşuna g��zelleştirirdin, Çölde yalnız bir şarkı olduğun Ve arkadaşların seni terk ettiği için.
Zaman akıyor ve öğlenin gölgeleri uzamaya başlıyor Ve kuşlarla dolu bir kafes gibi, Hayatımız da iniltiyle dolu.
İçimizde hiç kimse bilmiyor; ne kadar vakti kaldığını Hasat zamanı geçti, yaz artık bitmek üzere Ve bir kurtuluş bulamadık. Güvercinler gibi bağrışıyoruz adalet için Ama kimse duymuyor bizi. Ve karanlıkta, ışığı bekliyoruz.
Ey sen, sevginin gücüyle taşan nehir Bize doğru gel Bize doğru gel.
6 notes
·
View notes
Text
Bak nasıl içinde gözlerimin
Eriyor damla damla keder
Karanlık ve isyancı gölgem nasıl
Tutsağı oluyor güneşin
Bak
Yokoluyor tüm varlığım ve beni
İçine alıyor bir kıvılcım
Fırlatıyor taa doruklara
Bak nasıl
Sayısız yıldızla
Doluyor gökyüzüm benim
Uzaklardan geldin sen ve uzaklardan
Ve kokular ve ışıklar ülkesinden
Şimdi bir teknedeyim seninle birlikte
Fildişi, bulut ve kristal
Götür beni ey yüreğimi okşayan umudum
Götür şiirlerin ve coşkuların kentine
Yıldızlarla dolu bir yol beni götürdüğün
Çıkardığın yer yıldızlardan da yüksek
Bak
Nasıl yandım ben bu yıldızlarla
Ateşli yıldızlarla doldum ağzıma kadar
Durgun sularından gecenin saf ve kırmızı balıklar gibi
Yıldızlar topladım
Eskiden ne kadar uzaktı toprak
Gökyüzünün mor köşelerine
Yeniden duyuyorum şimdi
Senin sesini
Karlı kanatlarının sesini meleklerin
Bak nerelere ulaştım sonunda ben
Samanyoluna, Ölümsüzlüğe, bir sonsuzluğa
Birlikte çıktığımız doruklarda şimdi
Yıka beni dalgaların şarabıyla
İpeğine sar beni öpüşlerinin
İşte beni yeniden bitmeyen gecelerde
Bırakma artık beni
beni yıldızlardan ayırma
Bak tam karşımızda gecenin mumu
Damla damla nasıl eriyor
Nasıl doluyor ağzına kadar uyku şarabıyla
Gözlerimin simsiyah kadehi
Senin ninnilerini dinlerken
Ve bak nasıl
Şiirlerimin beşiğine
Sen doğuyorsun, güneş doğuyor.
11 notes
·
View notes
Text
İnsanlar son sürat mutlu olmayacakları yerlere yetişmeye çalışıyor baba. Mutlu olmak için çıktığım yolda bana hep kırmızı ışıklar denk geliyor. Koşmak varmak istiyorum gün batmadan mutlu olacağım yerlere. Ama bana gün batımını izlemeyi çok görüyorlar. Gün bende batıyor, gün benim kalbimde... Yeşil ışıkları son dakika kaçırıyorum hep. Soruyorlar bana sanki neden kaçırdın, neden? İnan anlatamıyorum anlatmak istediklerimi. Güneşi bana çok görüyorlar baba. Son defa gün batımı izlemeyi bana çok görüyorlar. Gün bende batıyor baba, gün benim içimde...
#postlarım#poem#gaiptenbirsess#spotify#leyla ile mecnun#kedi#Bu fotoğrafı ben böyle yorumlardım baba
6 notes
·
View notes
Text
Severmişim Meğer
Yıl 62 Mart 28 Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım akşam oluyor dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim toprağı severmişim meğer toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen ben sürmedim Platonik biricik sevdam da buymuş meğer. meğer ırmağı severmişim ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin ister uzasın göz alabildiğine dümdüz bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa bilirim benden önce duyulmuş bu keder benden sonra da duyulacak benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere benden sonra da söylenecek gökyüzünü severmişim meğer kapalı olsun açık olsun Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök kubbe hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın kulağıma sesler geliyor gök kubbeden değil meydan yerinden gardiyanlar birini dövüyor yine ağaçları severmişim meğer çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da kışın çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi İzmir’in kavakları dökülür yaprakları bize de Çakıcı derler yar fidan boylum yakarız konakları Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına ucu işlemeli yolları severmişim meğer asfaltını da Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e asıl adı Göktepe ili bir kapalı kutuda ikimiz dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır bunu bir kere daha yazdımdı çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum Ramazan gecesi önde körüklü kaat fener belki böyle bir şey olmadı …. çiçekler geldi aklıma her nedense gelincikler kaktüsler fulyalar İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı ağzı acıbadem kokuyoryaşım on yedi kolan vurdu yüreğim salıncak buluklara girdi çıktı çiçekleri severmişim meğer üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948 yıldızları hatırladım … severmişim meğer gözümün önüne kar yağışı geliyor ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de meğer kar yağışını severmişim güneşi severmişim meğer şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın meğer denizi severmişim hem de nasıl ama Ayvazofki’nin denizleri bir yana bulutları severmişim meğer ister altlarında olayım ister üstlerinde ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara ayışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası severmişim yağmuru severmişim meğer ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın içinde ve çıkar yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider yağmuru severmişim meğer ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde yanında pencerenin altıncı cıgaramı yaktığımdan mı bir eski ölümdür benim için Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye saçları saman sarısı kirpikleri mavi zifiri karanlıkta gidiyor tren zifiri karanlığı severmişim meğer kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften kıvılcımları severmişim meğer meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek NÂZIM HİKMET 19 Nisan 1962
4 notes
·
View notes
Text
SATÜRN'ÜN EVİ
Bugün Satürn'ün evine gideceğim için aşırı gergindim. Hatta hazırlanmaya başlamadan önce deli gibi ağladım. 2 buçuk yıldır oraya gitmekten kaçınıyorum. Onun anılarıyla dolu evine girdiğimde o olmayacak ve ben nasıl nefes alacağım? Neden ölümünün üçüncü yılına 5 gün kala gidiyorum? Hep bu sorular kafamdaydı. Gittiğimde anladım sebebini.
Dolmuştan doğru yerde inmiştim fakat etraf bana hiç tanıdık gelmiyordu. Stadın yanından geçmemiz lazımdı, geçmedik. Durağın hemen dibinde büfe olması lazımdı ama yoktu. Geldiğim yol bile yabancıydı. O gün kafam yerinde değildi evet ama nereye gittiğimi zihnime çok iyi kazımıştım. Bu geldiğim yer Satürn'ün evine ait değildi. Annesini arayıp indiğimi ve buranın bana çok yabancı geldiğini söyledim. Taşınmışlar meğer. Satürnle ilgili anıların olduğu evde canı çok yanıyormuş.
Beni apartmanın dışında ablalarından biri karşıladı. Sıkıca sarıldığında ağlamamak için kendisini sıktığını hissettim ve çok tuhaf oldum. Tebessüm edebildim sadece. Eve girdiğimde annesi sıkıca sarılıp öptü yanaklarımı ve içeri geçtik. Ablası mutfakta ikramlık hazırlarken annesi ve babasıyla oturup sohbet ettim. Okurlarımdan birinin yaptığı çizimi çerçeveletmiştim ve onlara hediye ettim. O esnada ablasının telefon konuşmasını duydum. Satürn'ün ismini veremeyeceğimden ismini söylediği yerlere yine satürn yazacağım. "Biliyor musun, şuan evimizde Satürnümüzden bir parça var. Satürnümüzün arkadaşı geldi." Bu cümleleri duyduğumda öyle özel hissettim ki. Sanki ben, Satürn ve ailesinin arasındaki bir kapıydım ve ailesi bana dokunduğunda o kapı açılıyordu. Hayatımda hiç bu kadar özel hissetmemiştim.
Gelen ikramlıkları yerken Satürn hakkında konuştuk. Hem ağladık hem güldük. Ablası bana kalem hediye etti ve telefon numaramı istedi. Annesi "Bende var ya zaten." dedi ama o kendisinde de olmasını isteyince numaramı verdim. Sebebini oradan ayrıldığımda öğrendim. Yakında geleceğim oraya. Telefonda konuştuğu diğer kardeşine fotoğrafımı gönderdi. Beni hatırladığını söylemiş. İstanbulda yaşayan ablası mı diye sorduğumda evet dedi. Gülümsedim, beni hatırlamasına şaşırmamıştım. Balkonda tanışmıştık onunla. Beni Satürn'ün en yakın arkadaşı olarak görüyordu.
Annesi bana Satürn'ün son mesajını okuttu. "Sanki ölüme değil de intihar etmeye gitti." dedi. Bu sözlerini o mesajları okuyana kadar anlamamıştım. İçini öyle bir dökmüş ki annesine... Gözlerimi kapayıp yutkundum. Benzer acıları çekiyormuşuz o dönem. Benzer acıları yaşayan insanlar, kendiliğinden ortaya çıkan görünmez bağlarla birbirlerine bağlanabilirler diye bir söz okumuştum. Bizim için geçerliymiş bu.
Bazen konuşamayacak kadar duygulanıp sustuk. Bazen sorduğu soruları yanıtladım ama yanıtlamakta en çok zorlandığım soru şu oldu: "Satürn bana okulda ona kötü davrandıklarını söylüyordu. Gerçekten orası o kadar kötü mü? Sen hiç şahit oldun mu?" Soruları cevaplarken sesim titredi. Kızlarının kafasını sertçe sıraya vurdurdukları olayı anlattım ama o kısmı söyleyemedim. Omuzuna vurdular diye anlattım. Bu bile ağır geldi kadına. "Sanırım onlar için bir insanın değerli olabilmesi için ancak o kişinin ölmesi gerekiyor." dedi. Gerçekten öyleydi. Satürn'ün hayatında sadece 1 ay kalmama rağmen diğer arkadaşlarından daha çok sevmiştim onu ve bunu aileside fark etmişti.
Evi gezdirdiler. Banyoya Satürn çok seviyor diye bir sistem yapmışlar. Banyoda bildiğiniz disko modu vardı. Mavi ışıklar, kırmızı led ışıklar, normal ışık, yanıp sönen renkli ışıklar... Satürn'ün neden banyodan çıkmakta bu kadar zorlandığını o an anladım. Şapşiğim kendi kendine parti veriyormuş. Ardından annesi beni odasına götürüp kapıyı kapattı. "Sana onun küpelerinden birini vermek istiyorum." dedi ve çantasından bir tane küpe çıkardı. "Bunu çok iyi sakla olur mu?" dedi. Merak etmeyin, ben ona ait her şeyi canım pahasına da olsa saklarım.
Eve geldiğimde ablası mesaj attı. Satürn'ün şapkası ve matarası varmış onda. "Annemden saklamıştık ve bunları sana vermek istiyorum. Sen istersen tabi." Mesajı okuduğum zaman çok duygulandım. "Matarası bu mu?" diyerek bir çizimimi gönderdim, oymuş. Matarasını çizerken dibimden hiç ayrılmamıştı. Yine anımızın olduğu bir eşyası benimle buluşuyor. Ablasıda bende bunu fark edince çok duygulandık. Maddi ve manevi destek olmak istediğini söyledi. Sanırım beni kardeşinin yerine koyuyor. Bu çok tuhaf hissettirdi. Son yazdıkları ise daha çok dokundu kalbime. "Satürnümüzün emaneti. Satürnümüzün değerlisi." İçimden kaç kez bu cümleleri tekrar ettim bilmiyorum. Uzun bir süre bunun için ağladım. Onun değerlisi olarak görülüyorum. Ondan bir parça olarak görülüyorum ve bu öyle tuhaf hissettiriyor ki bu hissi kelimelere nasıl dökeceğimi bilemiyorum. Eminim bizi izlediği noktada mutluluktan ağlamıştır. Bu gece yanıma gelip sıkıca bana sarılacakmış gibi geliyor ya da ilk ailesine uğrar ve ordan benim yanıma gelir, bilmiyorum. Bu günü ve bugün benim için söylenenleri ömrüm boyunca unutmayacağım.
2 notes
·
View notes