#köy enstitüleri
Explore tagged Tumblr posts
Text
Türkiye Öğretmen Sendikası'nın kurucusu, Köy Entstitüsü'nden yetişmiş edebiyatımızın önemli yazarlarından, devrimci öğretmen Fakir Baykurt'u aramızdan ayrılışının 24. yılında saygıyla anıyoruz.
54 notes
·
View notes
Text
Köy Enstitüleri hakkında yazılmış en güzel şiirlerden biridir.
Şiirin yazarı Özbek İncebayraktar, 1970-71 yıllarında Edebiyat Öğretmeni ve Gökçeada (İmroz) Atatürk İlköğretmen Okulu'nun Okul Müdürü'ydü...
KÖY ENSTİTÜLERİ
Onlar,
Köy çocuklarıydı.
Kurumuş çalılar gibiydiler bozkırda.
Kavrulmuş ekinler gibiydiler.
Geldiler,
Yalın ayakları
Ve
Yırtık mintanlarıyla geldiler,
Gönen’e, Aksu’ya, Kepirtepe’ye.
Ezilmiş, sömürülmüş, horlanmış
Ve
Unutulmuştular bin yıldır.
Ferhat oldular,
Yardılar İdris Dağını.
Gürül gürül akıttılar suyunu,
Hasanoğlan’a.
Köroğlu oldular,
Kafa tuttular Bolu Beylerine.
Yıktılar saltanatını ağaların.
Tolstoy’u Balzac’ı okudular koyun güderken.
Mozart’ı, Bethoven’i çaldılar dağ başlarında.
Moliere’i, Sophokles’i oynadılar.
Horon teptiler Beşikdüzü’nde kol kola.
Halay çektiler Yıldızeli’nde türkülerle.
Diz vurdular Ortaklar’da efece...
Siz,
Her gece,
Mehtaba çıkarken Heybeli’de,
Onlar,
Duvar ördüler,
Çatı çattılar.
Yıldızlara bakarak yaz geceleri,
Harman yerlerinde yattılar.
Kazma salladılar yorulmadan.
Kerpiç döktüler
Kerpiç.
Sızlanmadılar hiç.
Yakıştı nasırlı ellerine,
Kitap ve çekiç.
Başladı yurt harmanında imece...
Bir gece,
Karanlık inlerinden sinsice,
Brütüsler çıktı ansızın.
Çektiler zehirli hançerlerini,
Vurdular sırtlarından haince...
Çıktı mağaralarından yarasalar,
Çıktı halk düşmanları,
Üşüştü sülükler gibi üstümüze.
Emdiler kanımızı,
Doymadılar.
Yıktılar umudunu Türkiyemin.
Aydınlık bir Türkiye gelir aklıma,
Kalkınmış bir Türkiye gelir,
Köy Enstitüleri denince.
Aydınlık günlere uyanmak dileği ile iyi akşamlar dostlar ..
youtube
54 notes
·
View notes
Text
🗣️ Köy Enstitüleri Benzeri İrfan Ordularını Yeniden Kuracağız
Türkiye Cumhuriyeti kurtuluş savaşı sonrası askeri bir başarı ile ulusun kanı ve canıyla ödediği bir bedel sonrası kuruldu.
Bu başarının kalıcı olmasını sağlamak için de eğitim ve öğretim ordularına ihtiyaç vardı.
Yurdun her yerinde her yurttaşımız eşit şartlarda faydalansın ve eğitim ve öğretim adına ilim ve irfan ordularının bir neferi olarak cephede kazanılan başarının sonsuza kadar yaşamasını sağlayacak bir yetkinliğe insanımızın kavuşması adına KÖY ENSTİTÜLERİ kuruldu.
1938 sonrası kötü yönetim sayesinde bu atılım korumadı.
Batı manda ve himayesini benimseyen zihniyetler komünist yetişiyor, dinsiz yetişiyor yalanını bahane ederek siyaset eliyle halkı yeter söz milletindir aldatması ile ilk irfan ordularını yerine eğitim ve öğretimi din düzeyine düşürerek dağıttılar.
Kurtuluş savaşı başarısını, Cumhuriyet ve devrimlerine sahip çıkmayan bir toplum din siyasete alet edilerek ve halk aldatılarak sağlandı.
Askeri darbelerin sebebi de, ekonomik kriz ve vurgunların sebebi de, özelleştirme talanının sebebi de, rejimi yeniden halk seçimi ile padişahlığı benzer bir yönetim anlayışına dönüştürme sebebi de Anayasa tanımayan zihniyetlerin ortaya çıkma cesaretinin sebebi de iyi eğitim ve öğretim görmemiş, sorgulama bilmeyen, koşulsuz biat ve itaat eden insanların irfan ordularının yerini almasından kaynaklanmaktadır.
Tarikat ve cemaatler aracılığıyla cehalet ordularının ortaya çıkmış olmasının sebebi de din ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bu yapıları yaşatan insanların çoğalmış olmasıdır.
Cumhuriyet düşmanlığının sebebi ve Anayasa suçu işleyen bu ülkeye ve topluma kötülük yapılma sebebi de bu cehalet ordularına aşırı güvendir.
Milli hassasiyetler ile yetişmemiş her insan her söylenen yalana inanır.
Medyanın bu toplumu bu kadar kolay aldatma sebebi budur.
O zaman ikinci kurtuluş savaşının ilk konusu yeniden eğitim ve öğretim orduları kurarak irfanı yüksek nesiller ile eğitim içinde üretim, üretim içinde eğitim anlayışını benimseyerek Cumhuriyetin yarım kalan devrimleri tamamlanabilir.
Bunu ilk önce kimseden korkmadan istemek gerekir.
Sonra bunu yapmak için çok çalışmak gerekir.
Başkalarının yapmasını beklemeden kendimizin yapması gerekir.
Siyasi partileri buna zorlayarak ya bunu topluma bir söz olarak vermelerini sağlayacak tepkiyi ortaya koymak gerekir.
Aksi takdirde onların varlıklarını ortadan kaldırmak gerekir.
Kısaca eğitim ve öğretim ile irfan ordularının kurulması için Tük ulusu duruma el koyması gerekir.
Bunu başarabilecek her olanağa sahibiz.
Bir tek irade ortaya koyma eksiğimiz var.
Onu da toplumu harekete geçirerek başaracağız.
] Önder KARAÇAY [
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#insan#atatürk#devrim#mahşer tufanı#zulüm#türk fırtınası#köy enstitüleri#irfan orduları kurmak#eğitim ve öğretim
11 notes
·
View notes
Text
Köy enstitüleri yeniden açılsın mı, açılmasın mı? Bu çağ'a uyar mı, uymaz mı? tartışmaları yapılıyor!
Değil köylere, bence şehirlere bile köy enstitüleri açılmalı...
55 ülke, 250 şehir gezmiş, dünya'ya; doğu'dan batı'ya, batı'dan doğu'ya 2 defa "tam tur" atmış, ömrünün 3/1'ini Türkiye dışında geçirmiş birisi olarak yazıyorum; bizim toplum kadar cahili dünyada yok!..
CEM AKKILIÇ
Denizci eskisi, blog yazarı, bostan korkuluğu
1 note
·
View note
Text
"4. Köy Enstitüleri Fikir ve Kültür Günleri" başlıyor!
View On WordPress
#Ahmet Ümit#Aşık Veysel Türküleri#Atölye Kültür Sanat#Ayşen Şahin#Ayvalık#Ayvalık Belediyesi#Ayvalık Belediyesi Vural Sineması Nejat Uygur Sahnesi#Ben Giderim Adım Kalır#Çiğdem Toker#Çok Şey Yapan Adam#Elif Akkaya#Komünist Osman#Köy Enstitüleri Fikir ve Kültür Günleri#Köy Enstitüleri Fikir ve Kültür Günleri 2024#Nida Ateş#Pakize Türkoğlu
0 notes
Text
—— ZAFER SENSİN ——
🇹🇷🤍🇹🇷
Coğrafya kaderdir demedi
Coğrafyanın Kaderini değiştirdi
Birileri de Coğrafyanın içine etti…
Yoktan var ettiği bir vatan kurdu Fabrikalar köy Enstitüleri kurdu Köylüyü milletin efendisi ilan etti bir kuruş dışardan buğday mısır ithal etmedi Gençlere güvendi çocuklara bayramlar hediye etti Kadınlara özgürlük seçme seçilme hakkı verdi Milletini heryerde saydı dinledi onure etti Baş üstünde tuttu Vatan kurdu kurduğu gibi herşeyi halkına Türk halkına armağan etti Toprağının bir karışını kimseye bırakmadı O BİZE YÜCE YARADANIN ÖZEN BÖZENE YARATIP ARMAĞAN ETTİĞİ BİR DEHA BİR LİDER DÜNYADA EŞİ BENZERİ OLMAYAN ATAMM MUSTAFA KEMAL ATATÜRK SONSUZA KADAR YAŞAYACAK OLAN İZİNDE OLDUĞUMUZ TEK YEGÂNE LİDERİMİZ❤❤
….✍️Sema🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷
Bu yazıya karşı olanlar olumsuz yorum
Atmasın bana engel atsın nokta.
Kimseyle tartışmam….
260 notes
·
View notes
Text
DİKKATE ALINMALI..
“Yanan ormanlara çam yerine zeytin dikin”
Prof. Dr. Osman Demircan yangınlardan sonra bu alanlara zeytin ağacı dikelim önerisinde bulundu. Demircan, “1950’lerde ABD’nin başlattığı Marshall yardımı bir anlaşma sonucuydu. Köy enstitüleri de uçak ve demiryolu fabrikaları da bu anlaşmayla kapatıldı. Zeytinyağlı yiyemem aman türküsü de bu anlaşmayla sipariş edildi. Mesela Ege ve Akdeniz bölgelerimizdeki milyonlarca zeytin ağacımız kökünden sökülerek gemilerle Avrupa’ya götürüldü. ABD bize bu ağaçların yerine milyonlarca kavak ve çam fidanı verdi. Kavak ağacı memlekette alerjik hastalıklar başlattı. Çam ağacı ise bildiğimiz yağlı çıra idi. Dağlarımıza, ovalarımıza her yere diktik. Hiçbir işe yaramayan bu ağaç, ülkemizin dağına, bayırına dikilen saatli bomba oldular. Onun için çam dikmeyin zeytin dikin!” dedi.
65 notes
·
View notes
Text
YİĞİT MUHTAÇ OLMASIN KURU OĞAN'A.
Bir zamanlar, beni günahı kadar sevmeyen bir akrabamız vardı.
Yalan yok, ben de onu hiç sevmezdim.
Birbirimizden haz etmemek için sebep çoktu.
Bu akraba, paragöz, çıkarcı, içten pazarlıklı ve gelene "ağam", gidene "paşam" diyen, çok acayip bir herifti. Malı ve mülküyle toplumda yer bulmayan çalışır ve her fırsatta çevresindekileri parasıyla dövmeye kalkardı.
O da benim için ortak tandıklarımıza "Boşverin o Kürtçüyü! Bu yaşa gelmiş, işi gücü, siyaset yapmak, topluma fitne sokmak. Eşek kadar olmuş ama bir evi bile yok." derdi.
Arada bir, onun bu dediklerini bana yetiştirip "Tamer, bilmem kim yine senin için böyle böyle dediler." falan diyenler olur ve "Neden bu adam seni sevmiyor?" diye sorarlardı.
Ben de onlara "Bunda şaşılacak bir durum yok dostlar" derdim. "Bu şahsın beni sevmemesi, benimle aynı masalarda, sohbetlerde, eylemlerde olmaması, hatta hakkımda ileri geri laf etmesi, benim açımdan gurur duymam gereken bir durum. Aksine, ne zaman bu herif beni övmeye başlar, işte o zaman ben kendimden ve gittiğim yoldan şüphe ederim."
***
Yıllar geçip gidiyor ama bu düşüncemde milim değişme yok.
Bizler herkesin sevdiği olmadık.
Olmak istemedik.
Böyle bir derdimiz olmadı.
Çünkü "herkesin sevdiği olmak" demek, en basit tanımıyla, "yavşak" olmak demektir ve yavşaklık bize göre tedavisi olmayan salgın bir hastalıktır.
Düşünsenize bir.
Herkes sizi çok seviyor.
Sağcısı, solcusu, dincisi, dinsizi, laiki, şeriatçısı, ırkçısı, yobazı, devrimcisi, liboşu, magandası, hortumcusu...
İğrenç!
Duruşu olanın düşmanı olur.
Bu böyledir.
Duruşu olanın, anlaşılmama ihtimali, değer görmeme ihtimali, dışlanma, horlanma, kaybetme ihtimali, yavşaklara göre daha çoktur. Çünkü doğrular "insanların en nefret ettikleri şeyler" listesinde hep ilk sırada yer alır.
Yoksa hepimizin onun köyde ne işi var?!
Duruşu olanın işi zordur.
Ama bu onurlu bir zorluktur.
Bu yoldan giden ah etmez, minnet etmez, diz çökmez, biat etmez, aman dilemez.
Duruşu olan insan, geceyarısı, elindeki paslı tenek kutuya vura vura, sokakları gezip, insanları uykudan uyandıran delidir.
Bu yüzden yediğimiz küfrün, hakaretin, linçin haddi hesabı yoktur.
Bu böyledir.
***
Seçimlerdeki halimiz de tamamen bu değil mi?
Bize, yavşaklığın rağbet gördüğü bir ülkede, dik durmanın bedelini ödetiyorlar.
İlle de "Kürt Varlığı" söz konusu olduğunda, birdenbire yalnızlaşıyoruz. Etrafımızda kimse kalmıyor.
Neden?
Çünkü asırlardır bizim buralarda en çok pirim yapan sözler "bayrak, ezan, toprak"tır.
Adam açtır.
Adam açıktadır.
Adam kira ödeyemez, evine, çoluk çocuğuna bakamaz.
Adam vitamin alamaz, et yiyemez, sağlıklı yaşayamaz.
Adamın yarını yoktur.
Adamın evi barkı yoktur.
Adamın hayalleri yoktur.
Ama adama "Bayrak, ezan, toprak" de, ölür de gıkını çıkarmaz.
Dilini tabut yapar, ağzına gömer de, tek tek kelime etmez.
İşte bizler tam bu noktadayız.
Kızıyoruz.
Öfkeleniyoruz.
Sitem ediyoruz.
Gönül koyuyoruz.
Küsüyoruz.
Yine de çok iyi biliyoruz ki, ne yaparsak yapalım, değişen bir şey olmayacak. Çünkü gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenmiş bir kere.
Hatırlarsnız,
biz treni yıllar önce, zamanında elimize geçen o tarihi fırsat olan "Köy Enstitüleri"ni yaşatamadığımızda kaçırdık. Ülkenin bir kısmı kendi çabasıyla kurtulup "halk" olmayı başarsa da, yaşananlar bize geri kalan kesimin halen "ümmet" kaldığını gösteriyor.
Bizim bu ülkede tek derdimiz ümmet kalanlardır.
Bizim için dert olan bu durum, kimileri için de ekmek kapısıdır.
"Allah bereket versin."
Neremizi yırtarsak yırtalım dostlar,
Bu kara günlerden kurtulmanın tek yolu, ne yapıp edip, her koşulda, aklın ve vicdanın etrafında birleşip, kimsee kızmadan etmeden, küsmeden darılmadan, mücadeleye devam etmektir.
Unutmayalım,
Eğer bu ülkede bir parça nefes alınabiliyorsa, bu bizim inadımızın ve inancımızın sayesindedir!
Daha düne kadar Kürtlere yönelik "Dağlarda ne işleri var, gelsinler mecliste siyaset yapsınlar." diyenler, şimdi çıkmış "Mecliste terörist istemiyoruz." diyorlar.
Onlara göre, onlara benzemeyen herkes "terörist" ve bununla kodladıkları ümmet bizi sevmiyor.
***
Sevmesinler.
Eğer bizi, sırf ezilip büzülüp, yalan dolan söylediğimizde seveceklerse, hiç sevmesinler.
Biz değerlerimiz uğruna direnmeye devam ederiz.
Yalnız kalsak da, anlaşılamasak da, hor görülsek de, kovulsak da, biz duruşumuzu bozmayacağız.
Anlaşılsın artık.
Bize bu ülkenin faşistinden, yobazından, başı ayrı, kıçı ayrı oynayanından hayır yok.
Olmasın da zaten!
Sırf böyleyiz diye,
Sırf böyle doğrucuyuz diye,
Barış istiyoruz, daha iyi yaşam koşulları istiyoruz, ekmek, hak, adalet istiyoruz diye
ve
Sırf "Kürde cehennem olan toprak, biz cennet eylemeyiz." diyoruz diye, oyumuz yüzde otuzu-kırkı geçmiyor mu?
Geçmesin, babasını satayım!
Nolur?
***
Elin faşisti bize övgüler yağdırmasın.
Elin yobazı bize alkış tutmasın.
Oy uğruna eğilmeyelim, bükülmeyelim.
Kazanmayı hedeflediğimiz zafer bizi bizden etmesin.
Yiğit muhtaç olmasın kuru Oğan'a.
t a m e r d u r s u n
#tamerdursun
69 notes
·
View notes
Text
2024 önsözü
Okuldan hiçbir zaman hoşlanmadım; okullar da beni sevmedi. Sayısız okul değiştirdim ve bıraktım; üstelik derslerde iyiydim.
Elbette lisede de okullarla olan tutkulu aşk hikayem bütün dramasıyla sürdü. Daha yeni çıkan sakallarıma ben bile anlam verememişken, onlara düşman kesilen kocaman öğretmenler saçlarımın uzunluğuyla da obsesif bir ilişkiye girdiler. Renkli hırka ve kazaklar giymek yasaktı. Küpe takmak, saç boyatmak, makyaj yapmak. Bazı öğretmenlerin dersinde su içmek bile yasaktı. Hiçbir zaman güler yüzle karşılanmadık; bile bile yetişkinler tarafından nefret edilmeye gidiyorduk her gün. Üniformaların içine sokulup bin bir türlü baskıya boyun eğmemiz bekleniyordu. Sahiden karakterim gereği, başka hiçbir sebeple değil; okullar bana ne kadar bela olduysa ben de onlara o kadar bela olmuşum. Mezun olduğumuz sene müdür yardımcısına benim hakkımdaki fikirlerini soran babam "No comment." cevabını almıştı.
Her gün hissettiğim baskıya kendimce karşı koymanın eğlenceli yollarını da bulmuştum. Kısa filmler çekip, yazılar yazıp, matematik dersinde haftalık edebiyat dergisi K'yı okuyarak geçirdiğim o günlerden birinde, aklıma başka bir şey daha gelmiş.
Kasım 2009; 17 yaşındayken okulumda gerçekleşen bazı saçmalıkları alaya aldığım bir yazı yazıp bunu anonim bir blogda yayınladım. Okulun adıyla açtığım bir profille Facebook'ta bütün okulu ekledikten sonra, kameraların yüzümü tespit edemeyeceği bir gizli operasyon kılığında gittiğim bir internet kafede, yazımı yayınladığım blogu okuldaki yaklaşık iki yüz kişinin duvarına paylaştım.
Ertesi gün elbette okul bu yazıyla fokurduyordu. Yalnızca öğrencilerin arasında değil; öğretmenler de öğretmenler odasındaki bilgisayarın başında. Birisi müdür yardımcısının bilgisayarının ekranında da blogu görmüş. Felsefe öğretmeni bunu yapan öğrencinin IP adresinin bulunacağını ve onu dava edeceklerini söyledi. Öfkesi anlaşılabilir; resmen hepsinin suratlarını türlü türlü fotoğraflara yapıştırmışım. Fakat kimse benden doğrudan hesap sormadı; kimsenin elinde bunu yapanın ben olduğuma dair herhangi bir delil yoktu, olamazdı da.
Canım edebiyat hocam elbette benim yazı dilimi bilir. Yakın bir arkadaşım o öğretmenimin düzenlediği bir tören sırasında cesurca bir hareketle blogdaki yazıyı bütün okula duyurdu. Bu ister istemez, töreni düzenleyen öğretmenimizi de bu işin içine çekip tehlikeye attı. Öğretmenim bana, "Her kim bu yazıyı yazdıysa işlevini gördü; mesajı gerekli yerlere ulaştı. Şimdi kaldırabilir bence." dedi. Bu girişim aleyhimize dönmeden, iyi bir zamanlamayla, bu patlattığım enerjiyi bir bütünlüğe kavuşturmam için nezaketli bir öneri.
Birkaç gün sonra yazıyı kaldırıp bloga bir tavuk yahnisi tarifi koymuştum.
Blogu silmeden önce çıktısını alıp arşivlemişim. Bu yaz, dedemle anneannemin köyevindeki kitaplığı düzenlerken buldum.
O dönemin öğrenciliğini yaşamakta olan 17 yaşında birinin ağzından bir eleştiri. Bence değerli. Yeniden erişilebilir olsun istedim.
Şimdilerde öğrenciler benzer muamelelere maruz kalıyor mu bilmiyorum. Bazı açılardan bütün bunlar küçük dertler gibi de görünebilir. Fakat geçenlerde Ahmet Emin Yalman'ın Köy Enstitüleri hakkındaki kitabı Yarının Türkiye'sine Seyahat'i yıllar sonra yeniden okudum. Eğitimin yıllar içinde nasıl bir kepazeliğe dönüştürüldüğünü o kadar net gösteren bir karşılaştırma yaratıyor ki.
Bir gün bu berbat sistemi baştan aşağı değiştirip hep beraber özgürleşelim.
Hayatım boyunca tanıdığım birkaç olağanüstü öğretmenim oldu; onları da sevgiyle anarak,
Mayıs
Ali kıran baş kesenlerin dünyasına hoş geldiniz.
Muhabirlerimiz sizler için canlarını ortaya koyarak bu dehşet verici dünyanın içine girip, çarpıcı röportajlarla eğitim-öğretimin en güzel taraflarını bizlere yansıttılar.
Uzaktan bakıldığında şipsevdi rengindeki okulun oldukça ürkütücü bir havası vardı. İçine girdiğimizde ise ne kadar tatlı karakterlerle karşılaştığımıza şaşırdık ve önyargımızdan utanç duyduk. Bizi kambur duruşlu, sarı boyalı saçlı bir hanımefendi karşıladı ve gömleğimizi pantolonumuzun içine sokup saçımızı kestirmemizi söyledi. Ona öğrenci değil gazeteci olduğumuzu anlatmaya çalışırken “Bir saniye” dedi ve arkasından geçen kırmızı hırkalı kız öğrencinin iki kolunu ve kafasını çevik bir hareketle bedeninden ayırdı. “Hah, şimdi oldu. Buyrun sorularınızı alalım.”
-Bize biraz kendinizden bahsedin.
-Adım S.T. Nerede, ne zaman doğduğumdan emin değilim. Öğrencilerim benim bu okulun harcından çıktığımı düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Zira bu okul dışında hayatımın hiçbir hareketi yoktur. Okul benim her şeyim. Onu, öğrencilerimi çok seviyorum!
Duygusal anlar yaşayan müdür yardımcısı S.T. ona uzattığımız mendile gözyaşlarını sildi ve yanından geçen uzun saçlı erkek öğrenciye hiçbirimizin duyamayacağı yüksek bir frekansta haykırdı, okulun dışındaki köpekler acıyla inlediler.
S.T.: Daha ne diyebilirim ki. Anı yaşamaktan yanayım. Her sabah erkenden okuluma gelir, şimdi pek sevilmeyen bir Alman liderin motivasyon konuşmalarıyla güne başlarım. Nöbetçi olmadan önce yanıma uğramaları gereken öğrenciler üzerinde doğu Asya ülkelerindeki yıllarımda öğrendiğim dayanıklılık testlerini uygularım.
-En sevdiğiniz gün hangisidir?
S.T.: Pazartesilere bayılırım. Pazartesi günüme pilates yaparak başlıyorum ve ruhumun tazelenme döngüsünün tamamlanması için İstiklal Marşı bitene kadar derin nefes alıp veriyorum. Off… Sıra halinde benim önümden geçip okula girmek zorunda olan o öğrenciler yok mu. İşte o zamanlar, “Tanrım, iyi ki öğretmenim!” diyorum. Onlar benim avucumun içindeki minik, aciz, zayıf, korkak, körpe, savunmas… Yani, onların eğitim ve öğretimi, çok mühim, çok değerli.
-Disiplin kurallarına uymayan öğrencilere uyguladığınız yaptırımlar nelerdir?
S.T.: Valla öncelikle velileri geeeldi geldi, gelmedi onlar da gelmesin. Velisini çağırmayan ve öksüz olanları ise kitaplığımdaki özel bir kitabın ittirilmesiyle açılan gizli odama alıyorum ve onları orada… Orada… Ay, nerede bu asi öğrenciler, nereye kayboldular!
-Teşekkür ederiz S.T. ilerleyen saatlerde başka konularda da görüşlerinizi alacağız.
Biz kendisine veda ederken o kolonların arkasına saklana saklana giden küpeli bir kız öğrenciyi ayağından çıkan ÇIT sesiyle fark etti ve kulağını kökünden koparıp yedi.
Koridorun sonunda elinde bir Türkiye haritası taşıyan bir hanımefendiye rastladık.
-Merhabalar. Bize kendinizden bahsedin.
-Ayy çok ani oldu. Neyse, anlatayım. Ben N.H. İnsan eline karşı antipatim var ve öğrencilerimin o el denen berbat organdan kurtulmalarını istiyorum; bu yüzden onlara elleri kopana kadar bütün ders bir daha asla okumayacakları yazılar yazdırırım. Bir gün bana bunun için teşekkür kartları gönderecekler. (Başkalarına yazdırarak tabi.)
-Kıyafet yönetmeliği konusunda çok hassas olduğunuzu duyduk. Bu hassasiyetiniz nereden geliyor?
N.H.: Zor bir çocukluk geçirdim :( İlkokulda okulumun zorba kızı beni hep aynı kıyafetleri giymeye zorladı. Okulda onun yüzünden hep aynı gömleği giydim. Beni okulun dışında da gözetliyordu ve kıyafetimi çıkarmaya kalkıştığımda kafama büyük magmatik ve tortul kayaçlar fırlatıyordu. Yıllar geçti, ben büyüdüm ama kıyafetlerimi hiç çıkaramadım. Sonra o zorba kızın aslında bana iyilik yapmaya çalıştığını anladım. Gördüm ki yıllarca aynı kıyafeti giymek zorunda kalarak modaya karşı olağanüstü bir hassasiyet geliştirebilmişim. Ben de modaya bu hassasiyetle büyümelerini istediğim öğrencilerimin önce ondan mahrum kalmalarını istiyorum.
O sırada “kıyafet yönetmeliği” sözünü duyan S.T. alevler ve dumanların içinden yanımızda belirdi. Gülümseyen N.H. “O kıyafet yönetmeliği lafının geçtiği yerlerde oluşuverir. Biz ona aramızda on sekiz harfli diyoruz.” dedi.
S.T. söze girdi. “Kıyafet yönetmeliği çok önemlidir. Eğitimin temel taşı, baş hedefi, tek anlamıdır. O olmasa etraf rüküş giyimli öğrencilerle dolacaktı. Hayatta katlanamam. Paris’te böyle değildi.”
N.H. müdür yardımcısına katıldığını söyledi. “Ayrıca bütün öğrencilerin ekonomik durumu aynı değil. Fakir öğrencilerimizin diğerlerine imrenmelerini istemiyoruz.”
-Sizce bir sosyal devlette neden yeni kıyafetler alamayacak kadar fakir insanlar var?
-Merhaba gençler! Nasılsınız?
-...
-Keyfiniz yerinde mi? Hayat nasıl?
-...
-Iıı… Buraya röportaj yapmaya geldik. Konuşmak isteyeniniz var mı?
-...
Kimse tek kelime etmedi.
Kıyafet yönetmeliği Madde 12 - Lise ve dengi okullarda (1) b. Erkek öğrenciler:
Ceket, gömlek ve pantolon giyerler; kravat takarlar. Okul yönetimince uygun görülmesi halinde, sıcak mevsimde sadece gömlek ve soğuk mevsimde ceket altına kapalı yakalı kazak giyilebilir. Okul içinde baş açık, SAÇLAR KISA ve temiz olur. Ense düz ve açık olup favori, sakal ve bıyık bırakılmaz. Zincir, kolye, yüzük vb. ziynet eşyası takılmaz.
Yönetmelik saç uzunluğuna dair göreceli bir terim olan kısadan daha ileri bir detaya girmiyor. Öğrenciler üzerinde zorbalıkla uygulanan bu baskıyı öğretmen ve okul yöneticileri tamamen keyfi, kişisel bir tanımlamayla belirliyorlar. Dolayısıyla öğrenciler tamamen o öğretmenin tolerans düzeyine, insafına bağlı olarak bedenleriyle ilgili çok doğal olan bu meselenin eziyetine maruz bırakılıyorlar.
Sınıftan çıktığımızda enerjik bir hanımefendiyle karşılaştık.
-Merhaba. Kısa bir röportaj için vaktiniz var mı?
-Ahh… Bu sene görev ve yetkilerim arttı. Dolayısıyla çok meşgulüm. Ama pekala ricanız üzerine konuşacağım.
-Bize biraz kendinizden bahsedin.
-Adım S.K., tarih öğretiyorum. Bir yandan da artık idarede görev alıyorum. Çocuğum ceketini giy. Çocuğum gömleğini düzelt. O kravatın hali ne öyle. O saçı kestir. TANRIM, BEN NE DİYORUM!”
S.K. yeni yetkileriyle birlikte gelen sorumlulukların onun karakterini değiştirmesinden korktuğunu söyledi.
-Önceden öğrencilerim beni çok severdi. Sevilmeyecek biri değildim ki. Özgürlüklerden yanaydım. Şu işe bakın! Beynime taktıkları idari görevli çipi yüzünden söylediklerimi kontrol edemiyorum. Tanrım! ÇILDIRIYORUM!
Filozofun yorumu:
“Vatandaş vezir olunca yüksek vergiye okey demiş. Sevgili dostum, bazen yeni makamlara yükselenler geçmişlerini unutur, önceden savunduğu değerleri motomot silip atmak öyle durumlarda çok da zor olmaz. Üj, bej yetki uğruna karakterinden ödün vermek de bizim kitabımızda yazmaz.”
S.K. kederli bir halde alnına masaj yaptı ve konuşmaya devam etti.
-Bazen öğretmenlerin padişahtan çok padişahçı olduğunu düşünüyorum. Öğrencilerimiz yaşadıkları baskıların anlamsızlığını sorguladıklarında “Kuralları koyan biz değiliz, bunlar yönetmelik.” diyoruz. Ama yönetmelikleri düzenleyen kim? Eğitimi doğrudan sağlayan biz öğretmenlerin, öğrenciler için daha iyi olacak uygulamalara dair neden söz hakkımız yok? Hatta bu eğitimi alan, neredeyse bütün zamanını buraya veren öğrencilerin kendilerinin neden hiç söz hakkı yok?
Koridorun başından ritmik bir müzik yükseldi ve ortaya iki yandan takla atarak gelen iki kadın ve ortalarında salınarak, ağır ağır yürüyen başka bir kadın çıktı.
Bizler yaramaz kızlarız! Cessi, Yohanna ve Tiffani, SAVULUN!
S.K. panikle kaçmaya çalışırken, üç kadından sağdaki Yohanna ve soldaki Tiffani çevik bir hareketle S.K.’yi kolundan tuttular.
“Demek diktamıza karşı propaganda yapan vatan haini sensin.” Durumu hemen iki metre arkalarında duran Cessi’ye telsizle bildirdiler. Cessi sinsi adımlarla yanlarına geldi ve “Demek o artiz sensin.” dedi. Ekibimiz bu vahim manzara karşısında endişe duyarak oradan uzaklaştı.
Filozofun yorumu:
“Aga diyeyim sana, yağın bulaşsın bana. Güzel arkadaşım, kod adı Yohanna olan S.E. ve Tiffani olan N.D.’nin bu tür hareketleri, bize her öğretmenin S.K. gibi vicdan hesaplaşmaları içinde olmadığını, bazılarının gayet de keyifle bu zorbalığın bir parçası olmak için güce yanaştıklarını gösteriyor. Üçlünün yaptıkları Hindistan gezisinde örgütlendiklerini düşünüyoruz zümremce.”
Bir pencerenin önünde, bir çevçevenin içinde bize gülümseyerek bakan bir öğrencinin fotoğrafına rastladık. Hemen altında “B. seni unutmayacağız.” yazıyordu. Bir öğrenciye bu fotoğrafın hikayesini sorduk.
“B. geçen sene kanserden öldü. Çok sevilen bir arkadaşımızdı. Bir yıl içinde sürekli kötüye giden durumuna rağmen, ölümü yine de hepimiz için büyük bir şok oldu. Gerçi müdür yardımcımız S.T. onun öldüğüne hala inanmıyor. Zaten B.’nin hastalığının ilk günlerinden birinde B. düşüp bayıldığında S.T. onun numara yaptığını söyleyerek eve gitmesine izin vermemişti.”
Kanımızı donduran bu açıklamayı hemen S.T.’nin kendisine sorduk. S.T. önce bu olanları anlatan öğrenciyi cebinden çıkardığı alev tabancasıyla kavurdu ve bir sigara yaktı, kocaman bir dumanı mikrofonumuza üfledi ve konuşmaya başladı.
“Abicim ben ölüme inanmam. Hayatın ebedi olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu dünyada acı, özlem, yas, sevgi, dostluk, hatta anne sevgisi; hepsi külliyen yalan. B. de öldüm diye duygu sömürüsü yapıyor şimdi, bak göreceksin bir yıl sonra ortaya çıkacak tıpış tıpış gelecek. Elvis ve B. ölmedi. Ayrıca punk’s not dead.”
Bu sözleri gayet soğukkanlılıkla söyledikten sonra şuh kahkahalar atan S.T.’nin daha önceden de okul merdivenlerinden inerken sara krizi geçirip yere düşen bir öğrenci için “Dikkat çekmeye çalışıyor. Yalandan yapıyor.” dediğini öğrendik.
Benzer bir durum A. adlı öğrencinin herkesi sarsan ölümünün ardından idarede görev alan F.K.’nin, arkadaşlarının yasıyla ağlayan öğrencilere saldırmasıyla gerçekleşti. F.K. konu hakkında “Biz FBI tarafından her koşulda soğukkanlılığımızı korumak üzere eğitildik. Hiçbir ölüm ya da kayıp bizi etkileyemez. Öğrencilerimizin daha güçlü olmalarını istiyoruz. Ağlayanları dövüyoruz.” dedi.
Kameramanımız objektifini koridorun başına çevirirken, bir erkek öğrenci kamerayı görüp panikle vücudunun mahrem yerlerini kapattı. Koşarak yanına gittik ve ona neden çırılçıplak olduğunu sorduk.
“Öğretmenimiz E.S. önce kolumdaki bilekliği, sol kulağımdaki küpeyi, ardından siyah hırkamı, mavi gömleğimi, baskılı tişörtümü, kanvas pantolonumu ve arkasında KISS MY ASS yazan bokserımı aldı. Ben de kravatımla cıscıbıl kaldım.”
-Ama bu nasıl olur?!
“Oluyor işte; öğretmenler kurallara uymadığını düşündükleri eşyalarımıza kalıcı olarak el koyabiliyor, onları çöpe atabiliyorlar.”
Konuyu duyan bir kız öğrenci yanımıza geldi.
“Derse elimdeki kahveyi bitiremeden girdiğimde kahvemi çöpe döktürüyorlar.”
-Hay Allah, biz E.S.’nin başka bir okula tayin edildiğini duymuştuk ama.
“Evet, yeni okulunda bizim okulumuzu kötülüyormuş. Ayrıca okulumuzda çalıştığı dönemde edindiği kıyafet hasılatıyla bir defile düzenleyerek okulun ilk haftasında dikkatleri üzerine çekmiş.”
İki öğrenci S.T. tarafından kazan dairesinde zehirli gazla öldürülürken, ekibimizin dikkatini bir sınıftan gelen öksürük, hatta adeta boğulma sesleri çekti. Sınıftan içeri girdiğimizde bir öğrencinin boğazını tutarak çırpındığını gördük. Çabucak çantadan çıkardığımız bir şişe suyu öğrenciye uzatıyorduk ki başka bir el tarafından durdurulduk.
“DURUN!”
-Aman efendim, öğrenciniz boğuluyor. Burada bir öğretmen olarak önce sizin müdahale etmeniz gerekmez mi?!
“Öncelikle. Saygıdeğer arkadaşım. Ne için. Gelmiştiniz?”
-Türkiye Cumhuriyeti eğitim sisteminin güzelliklerini belgelemeyi amaçlayan bir proje için röportajlar yapıyoruz.
“Öyle mi. Buyrunuz oturunuz.”
-Öğrenciniz boğuluyor. Neden su içmesine izin vermiyorsunuz?
“Efendim. Acı. Çekilir. Boğulma. Yaşanır. Boğulsunlar efendim. Boğulsunlar. Boğulma, yaşanmalıdır.”
-Ne.
“Bu bir. Özel durumdur. Ama ben. Normal şartlar altında da. Dersimde. Bir öğrencinin. Su içmesine. Katiyen. Müsaade. Etmem.”
-Bunu yapmanızın sebebi nedir?
“Efendim. Bu. Benim. Nevi şahsıma. Münhasır. Problemlerimden. Kaynaklanmaktadır. Ayrıca. Küresel ısınmayı. Herkesten çok. Dikkate almaktayım. Evimi aydınlatmak için. Geleneksel ampul yerine. Fitilli lamba kullanıyorum. Evimin bahçesine. Bambu diktim. Neden? Çünkü bambular. Bahçe bitkilerinden. Çok daha fazla. Karbondioksit emer. Televizyonumu stand-by’da. Bırakmam. Öğrencilerimin de. Su israfında. Bulunmalarından. Hoşlanmıyorum. O su. Kıtlık geldiğinde. Çok fazla. Değerlenecektir.”
-Su bir doğal ihtiyaç değil midir? Bunu üç gün içemeyen insanlar ölüyor. Susuzluğunu gideren öğrenciler hem dersi daha iyi anlamaz mı?
“Efendim. Acı. İnsanı. Olgunlaştırır.”
Suratı mosmor kesilen öğrencinin öldüğü sırada zil çaldı ve teneffüs zamanı ekibimiz sınıfı terk etti. Merdivenden inerken S.T.’nin iki öğrenciye çılgıncasına haykırdığını gördük.
“HAYDAR BEY DE BENİM ARKADAŞIM AMA BEN ONUN KOLUNA GİRİP DOLAŞIYOR MUYUM?!?!?!?!”
Ama… Hocam…
“Sus! Cevap veeerme bana cevap veeermiyceksin. Zaten yine takmışsın lensleri ölü balık gibi bakıyorsun.
E hocam…
“Kaybolun! Bu seferlik hayatınızı bağışlıyorum. Şanslısınız ki bugün evden çıkmadan önce dünden daha az öğrenci öldüreceğime dair kendime söz vermiştim. Ama bir daha sizi baş başa diz dize görürsem gördüğüm yerde vururum!”
S.T.’ye onu bu kadar sinirlendirenin ne olduğunu sorduk.
“Ay Allah’ım, ahlaksızlık kol geziyor. Toplumda hiç ahlak kalmadı. Zaman kötü ve bu gençler de kötü yoldalar, gördünüz mü oğlan nasıl da kolunu kızın omzuna atmış, e pes doğrusu. Ben de gencim ve havalıyım ayrıca I know how to rock ama ben karşı cinsle öyle içli dışlı hiç oluyor muyum?”
Filozofun yorumu:
“Sevgili dostum. Kendilerinde motomot başka insanların ahlakına müdahale etme cüreti bulan insanların asıl kendileri ahlaktan nasibini alamamıştır. Başkalarını ahlaksızlıkla suçlayarak kendilerinde daha yüksek ahlaki değerler olduğunu ispatlamak zorunda hissedecek denli acizdirler. S.T. öyle görünüyor ki bunca çok değerli fonksiyonunun yanında bir de namus bekçiliğine soyunmuştur.”
İşte durum böyle sevgili okuyucularımız. Projemiz çerçevesinde ülkemizin eğitim-öğretiminin ne kadar erdemli, doğru, mantıklı, insancıl, sevgi ve saygı dolu kişilerce yürütüldüğünü gözler önüne sermekten gurur duyuyoruz. Bunu yaparken endişelenmeye ne gerek var? Biz köprüyü geçene dek ayıya dayı deme taraftarı değiliz; geçtiğimiz her köprünün manzarasını seyredebilmek bizler için daha değerli.
Okula yaptığımız ziyarette, okullarda gerçekten de büyük çelişkilerin olduğunu gördük; ve gözlemlerimiz sonucunda okulun bir toplum için en kritik yerlerden biri olduğu, ve ancak okullarında özgürleşebilen insanların yaratacağı bir toplumun yaşanılası bir yer olabileceği düşüncesine vardık.
İşler buradan bakıldığında vahim görünüyor. Biraz uzaktan baktığımızda da öyle. Daha uzaktan yine aynı. Fakat umut değerlidir; boş bir şey de değildir. Hareket ve değişim getirir.
Nasıl bir dünyada, nasıl yaşamak gerek? Parayla cennetin anahtarını satanlara gidip cehennemin anahtarı nasıl talep edilir? “Evladım manyak mısın, cehennemin anahtarını alıp ne yapacaksın?”
Banane banane. İsterim de isterim. Evet, isterim de isterim.
Galiba deli deyip bir miktar para karşılığı elimize verdikleri bir anahtar.
Bu anahtarla meydana koşanlar.
Heyyyy, cehennemin anahtarı bende! Kapısını az önce kilitledim! Artık kimse oraya gitmeyecek!
Kilitledim orayı!
Duydunuz mu?
Artık özgürsünüz!
2 notes
·
View notes
Text
Köy Enstitüleri hakkında yazılmış en güzel şiirlerden biridir.
Şiirin yazarı Özbek İncebayraktar, 1970-71 yıllarında Edebiyat Öğretmeni ve Gökçeada (İmroz) Atatürk İlköğretmen Okulu'nun Okul Müdürü'ydü...
KÖY ENSTİTÜLERİ
Onlar,
Köy çocuklarıydı.
Kurumuş çalılar gibiydiler bozkırda.
Kavrulmuş ekinler gibiydiler.
Geldiler,
Yalın ayakları
Ve
Yırtık mintanlarıyla geldiler,
Gönen’e, Aksu’ya, Kepirtepe’ye.
Ezilmiş, sömürülmüş, horlanmış
Ve
Unutulmuştular bin yıldır.
Ferhat oldular,
Yardılar İdris Dağını.
Gürül gürül akıttılar suyunu,
Hasanoğlan’a.
Köroğlu oldular,
Kafa tuttular Bolu Beylerine.
Yıktılar saltanatını ağaların.
Tolstoy’u Balzac’ı okudular koyun güderken.
Mozart’ı, Bethoven’i çaldılar dağ başlarında.
Moliere’i, Sophokles’i oynadılar.
Horon teptiler Beşikdüzü’nde kol kola.
Halay çektiler Yıldızeli’nde türkülerle.
Diz vurdular Ortaklar’da efece...
Siz,
Her gece,
Mehtaba çıkarken Heybeli’de,
Onlar,
Duvar ördüler,
Çatı çattılar.
Yıldızlara bakarak yaz geceleri,
Harman yerlerinde yattılar.
Kazma salladılar yorulmadan.
Kerpiç döktüler
Kerpiç.
Sızlanmadılar hiç.
Yakıştı nasırlı ellerine,
Kitap ve çekiç.
Başladı yurt harmanında imece...
Bir gece,
Karanlık inlerinden sinsice,
Brütüsler çıktı ansızın.
Çektiler zehirli hançerlerini,
Vurdular sırtlarından haince...
Çıktı mağaralarından yarasalar,
Çıktı halk düşmanları,
Üşüştü sülükler gibi üstümüze.
Emdiler kanımızı,
Doymadılar.
Yıktılar umudunu Türkiyemin.
Aydınlık bir Türkiye gelir aklıma,
Kalkınmış bir Türkiye gelir,
Köy Enstitüleri denince.
Özbek İNCEBAYRAKTAR
Meral Güventürk den alıntı
3 notes
·
View notes
Text
Günaydın mutlu sabahlar.. ☕☕
KÖY ENSTİTÜLERİ ŞİİRİ...
Onlar,
Köy çocuklarıydı.
Kurumuş çalılar gibiydiler bozkırda.
Kavrulmuş ekinler gibiydiler.
Geldiler,
Yalın ayakları
Ve
Yırtık mintanlarıyla geldiler,
Gönen’e, Aksu’ya, Kepirtepe’ye.
Ezilmiş, sömürülmüş, horlanmış
Ve
Unutulmuştular bin yıldır.
Ferhat oldular,
Yardılar İdris Dağını.
Gürül gürül akıttılar suyunu,
Hasanoğlan’a.
Köroğlu oldular,
Kafa tuttular Bolu Beylerine.
Yıktılar saltanatını ağaların.
Tolstoy’u Balzac’ı okudular koyun güderken.
Mozart’ı, Bethoven’i çaldılar dağ başlarında.
Moliere’i, Sophokles’i oynadılar.
Horon teptiler Beşikdüzü’nde kol kola.
Halay çektiler Yıldızeli’nde türkülerle.
Diz vurdular Ortaklar’da efece...
Siz,
Her gece,
Mehtaba çıkarken Heybeli’de,
Onlar,
Duvar ördüler,
Çatı çattılar.
Yıldızlara bakarak yaz geceleri,
Harman yerlerinde yattılar.
Kazma salladılar yorulmadan.
Kerpiç döktüler
Kerpiç.
Sızlanmadılar hiç.
Yakıştı nasırlı ellerine,
Kitap ve çekiç.
Başladı yurt harmanında imece...
Bir gece,
Karanlık inlerinden sinsice,
Brütüsler çıktı ansızın.
Çektiler zehirli hançerlerini,
Vurdular sırtlarından haince...
Çıktı mağaralarından yarasalar,
Çıktı halk düşmanları,
Üşüştü sülükler gibi üstümüze.
Emdiler kanımızı,
Doymadılar.
Yıktılar umudunu Türkiyemin.
Aydınlık bir Türkiye gelir aklıma,
Kalkınmış bir Türkiye gelir,
Köy Enstitüleri denince.
Özbek İNCEBAYRAKTAR
youtube
63 notes
·
View notes
Text
🗣️ Köy Enstitüleri
Adnan Menderes'e köy enstitülerini neden kapattıklarını sorduklarında;
✓ Yönetilen kesim yöneten kesimden daha akıllı bir profil çiziyor buna müsaade edemezdik.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk diktatörü halkı kendine kul görüyordu.
Her mahallede bir milyoner üreteceğiz derken yeter söz milletin diyerek halkı aldatıp yeter söz sömürgeci sermayenin diyen işbirlikçi Adnan Menderes.
Din eğitiminin ve çok partili bölücü ideolojili siyasi dayatmanın önünü açan CHP ve İsmet İnönü'yü de unutmamak gerekir.
Önder Karaçay
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#insan#atatürk#devrim#mahşer tufanı#zulüm#türk fırtınası#köy enstitüleri
0 notes
Text
“Sene 1891. İzmir Buca'nın Kızılçullu bölgesinde bir okul kuruluyor.
Amerikan Koleji. Misyonerlik faaliyetleri ile bilinen bu okul ilerleyen yıllarda bir mezun verecek.
Kim midir?
Adnan Menderes!
Fakat Cumhuriyet ilan ediliyor. Atatürk bu… Durmuyor.
Kolej binası satın alınıyor, kapatılıyor. Ve sanki emperyalizme nispet yaparmışçasına bu bina Köy Enstitüsü oluyor. İşte karşınızda Kızılçullu Köy Enstitüsü… Atatürk devrimlerinin etkisini Ege bölgesine bir ışık gibi yayıyor. Ta ki Menderes gelene kadar… Daha sonra Köy Enstitülerini kapatacak olan Menderes, zaman kaybetmeden vefalı(!) bir mezun olduğunu kanıtlıyor. Binayı NATO'ya yani Amerikalılara geri veriyor. Öğrenciler dört bir tarafa dağıtılıyor. Bu da yetmiyor… Kızılçullu isminin komünizmi çağrıştırdığı gerekçesiyle ve Amerikalı abileri rahatsız olmasın diye bölgenin adını Şirinyer olarak değiştiriyor. O gün bugündür Şirinyer'deki NATO Karargahının önünden ne zaman geçsem Amerikan Koleji mezunu Menderes'in sadakatini hatırlarım.” Ahmet Özgür Türen KÖY ENSTİTÜLERİ dosyası
8 notes
·
View notes
Text
CELAL ŞENGÖR'ÜN TWEETLERİ
* Prezervatifler negatif evrime yol açtı. Akıllı insanlar doğum kontrolü yaptığı için, daha da azalırken, aptaIIar kontrolsüz bir şekilde çoğaldı!
* Bu ülkede okullarda zorunlu 'DÜN' dersi verilmeli, çabuk unutuyoruz.
* 100 yıl önce "Beni Türk hekimlerine emanet ediniz" diyen bir anlayıştan "giderlerse gitsinler" diyen bir anlayışla karşı karşıyayız. Daha neler göreceğiz.
* Biri emlak zengini iken diğerinin kendini asması
* Bir bebeğe doğar doğmaz tektaş yüzük alıp, diğerinin mama bulamaması
* Günde 2 saat calışan imamın 8 Bin TL alıp, 12 saat çalışan işçinin 6 Bin TL alması. Bunlar Allah'ın imtihanı değil kulun adaletsizliği.
* Akp'nin %97 oy aldığı Urfa'nın Harran ilçesinde üniversite mezunu %3, Akp'nin %3 oy aldığı Tunceli'de üniversite mezunu %97
Twit bu kadar.
* 600 sene padişahın kuluydunuz, 300 sene de halifeye kul oldunuz. Cumhuriyet sayesinde Allah’a kul olmayı öğrendiniz. Bu yüzden mi ATATÜRK'e düşmansınız?
* Yarısı çöl olan İsrail dünyaya tohum satsın. Tarım ülkesi Türkiye, İsrail'den 174 Milyon dolara 45 ton tohum alsın!
* 814.500 km kare toprak bırakan Atatürk'ü sevmiyor, o toprağın üzerine 2 köprü yapana tapıyor. Biz de bu insanlara tarih anlatıyoruz!
* Türkiye’de; 1 profesör, 1 doktor, 1 öğretmen maaşını toplarsanız Almanya’da 1 kasiyer maaşına denk geliyor.
* Hırsızlar çalarken değil, paylaşırken kavga eder.
* Atatürk sevgisi maya gibidir, sütü bozuk olanda tutmaz..
* Avrupa'ya ihraç ettiklerimiz :
-Doktor
-Hemşire
-Yazılımcı
-Mühendis
-Öğretmen
Avrupa'dan ithal ettiklerimiz : Çöp
* Bim'de, A101'de, Şok Market'te Milli Eğitim Bakanlığı'ndan daha fazla öğretmen çalışıyor!
* Enflasyon %73 ise, elektriğe niye %240 zam yapıyorsunuz? Enflasyon %240 ise, maaşlara niye %5 zam yapıyoruz?
* Köy Enstitüleri neden kapatıldı biliyor musunuz ? Köy Enstitüleri köy çocuklarını ağaya ırgat, cehalete köle, şeyhe mürit, politikacaya kurban olmaktan kurtaran kurumlardı.
* 9 tane SEKA fabrikası satılırken alkışlarsanız, 120 yaprak kareli defteri 145 liraya alırsınız.....
* Koskoca ülkem, Araplar için darphane, Bulgarlar için AVM, Suriyeliler için doğumhane, Bizim için de tımarhane oldu!
* Milletvekili seçerken ilkokul zekası arayan zihniyet, memur seçerken Profesör zekası arıyor...
* Atatürk şapka taktı ve batıya özendirdi diyenlere; Elinizdeki telefon, bilgisayar, araba vs Osmanlı malı mı ?
4 notes
·
View notes
Text
Manisa'da yurtsever kadınlar Cumhuriyet'i konuştu
https://pazaryerigundem.com/haber/190453/manisada-yurtsever-kadinlar-cumhuriyeti-konustu-2/
Manisa'da yurtsever kadınlar Cumhuriyet'i konuştu
Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM), Eğitim-İş, Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği, 29 Ekim Kadınlar Derneği ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nce ortaklaşa “Cumhuriyetimizin 101. yılında Adalet, Laiklik ve Kadın” paneli Manisa Büyükşehir Belediyesi desteği ile düzenlendi.
MANİSA (İGFA) – Manisa’da Cumhuriyetimizin 101. yılında Adalet, Laiklik ve Kadın panelinin açılış konuşmasını Eğitim-İş Manisa Şubesi adına Burcu Başkonak yaparken, THTM üyesi ressam İrfan Ertel’in “Kadın” temalı sergisinin dijital gösterim yaptı.
Panelin ilk konuşmacısı THTM kurucu üyesi ve Cumhuriyet gazetesi yazarı Zülal Kalkandelen oldu. Konuşmasının ilk kısmında laiklik nedir sorusuna cevap veren ve laikliğe karşı olmanın demokrasiye karşı olmak anlamına geldiğini söyleyen Zülal Kalkandelen, “Aslında laiklik halkçılıkla doğrudan doğruya ilişkili ve devrimcilikle ve çağdaşlaşmayla ilgili. Bu kavrama karşı olanlar neye karşı olduklarının farkında değiller. Laiklik dogmayı reddediyor. Kaynağını insan aklından ve bilimden alıyor. Bizim gibi bir çağdaş toplum olmayı, hukuk devleti olmayı, medeni bir toplum olmayı arzuluyorsak eğer mutlaka ve mutlaka laikliğe sarılmamız gerekiyor. 1925’te Cumhuriyet tarihinde önemli devrimlerden biri, 677 sayılı tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunu çıktı. Bu kanunla tarikat ve cemaatler kapatılmıştır. Ama yapılması gereken şey tarikat ve cemaatlerin holdingleşen yapısını dağıtmaktır. Bundan yüz yıl önce tekke ve zaviyeler kapatılıyor. O zamanlarda bunu yapabilmişler” dedi.
Panelin ikinci konuşmasını Belediye Meclis üyesi Av. Pınar Kına tarafından Osmanlı’dan bu yana kadınların kazanımları ve bugün kaybettikleri üzerine bir konuşma ile devam etti.
29 Ekim Kadınlar Derneği Genel Başkanı Av. Şenal Sarıhan da panelde Cumhuriyet olgusu çerçevesinde kadın hakları ve kadınların mücadele deneyimleri üzerine konuştu.
“Cumhuriyetimizin 101. yılında Adalet, Laiklik ve Kadın” paneli katılımcılarına plaket ve çiçek sunumu ile sonlandırıldı.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
Dostluk Üzerine Felsefi Bir Deneme: Pir Sultan’dan Nazım Hikmet’e, Aristoteles’ten Yunus Emre’ye, Adam Smith’ten Âşık Veysel’e
✍🏻 Prof. Dr. Doğan Göçmen
https://www.gundemarsivi.com/dostluk-uzerine-felsefi-bir-deneme-pir-sultandan-nazim-hikmete-aristotelesten-yunus-emreye-adam-smithten-asik-veysele/
Unutmak kolaydır suçlamak kolaydır
Aslolan beslenip bir gül fidanı gibi
Yaşamın yapraklarıyla geçmişin toprağından
Bir gün bile yitirmeden bulutlar içinde
Güneşin yolunu
Geleceğe güller sunmaktır
Geleceğe güller sunmaktır.
Şükrü Erbaş
Bilmezler yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana,
Bilmezler.
Orhan Veli
Anadolu’da “dost” ve “dostluk” sözcükleri hemen her bakımdan, kavramın en geniş olumlu ve olumsuz anlamında toplumsal yaşama ve ilişkilere anlam ve içerik kazandıran iki sözcük, hatta iki kavramdır. Türkiye’de “Köy Enstitüleri” deneyiminin başarısı, üzerinde kurulu olduğu “imece” ilkesinin dostluk kavramından esinleniyor olmasından kaynaklanmaktadır. Hayatımızda bu iki sözcük kadar etkili başka sözcükler var mıdır? Dost veya dostluk hakkında yüzyıllardır türküler yakılır, şiirler yazılır, şarkılar bestelenir, maniler söylenir. Dilimizde, düşüncemizde, yaşamımızda, ilişkilerimizde, hayata bakışımızda bu kadar etkili olan, dost (ve dostluk) sözcüğüyle yarışabilecek belki de tek bir sözcük vardır: “aşk”. Kaldık ki, aşk da aslında bir dostluk türüdür. Bu kadar anlamlı, daha doğrusu bu kadar çok anlamlı kullanılan başka bir sözcük yoktur denirse yeridir. Dost ve dostluk hakkında yazılanlarda ve söylenenlerde umutlar ve arayışlar, bekleyişler ve arzular, beklentiler ve korkular, hayal kırıklıkları ve yabancılaşma dile getirilir.
Spinoza’nın bir gözlemine göre, insanın kendisini ifade etme zorunluluğu onun kendisinin doğasından kaynaklanmaktadır. Fakat insanın kendisini ifade etmesinin çok farklı tarzları olduğu gibi, ifade ettiğini de her durumda herkesle paylaşmak istememe gibi bir kaygısı da vardır. İnsan sır saklayabilen bir varlıktır. Fakat bu genellikle başkalarının sırlarıdır. Kendisine dair olanları, özellikle yeryüzündeki itibarını ilgilendiren konuları paylaşmak ister, hatta sıkça paylaşmadan edemez. Jean-Jacques Rousseau’nun ve Adam Smith’in elyazmalarını yaktırması buna bir istisna gibi gözükmektedir. Ama tam da konumuz bağlamında tezimizi güçlendiren bir açıklaması vardır. David Hume’un Din Üzerine Diyaloglar’ını ölümünden sonra yayınlatmak istemesi tezimizi güçlendiren başka tarihi bir örnektir. İnsan çok az şeyi kendisiyle götürür veya götürmek ister. Bazı şeylerin de yalnızca ölümünden sonra yayınlatmak ister. Martin Heidegger’in Der Spiegel’e verdiği röportajını ölümünden sonra yayınlanmak koşuluyla vermesi örneğinde olduğu gibi. Fakat insanın paylaşmak istediğinin her şeyden önce kaplam bakımından farklı mecraları vardır. İnsan her şeyi herkesle en azından bir yöntemden yoksun olarak paylaşmak istemez. Günlük tutma eğilimi her şeyden önce bu gereksinimden doğar. Günlüğümüz ile paylaştıklarımızın en azından şimdilik kendimize özel kalmasını isteriz. Bunlara “sır” diyoruz. Sır saklanmak içindir ve ancak zorunda olunduğu zaman paylaşılmak istenen kendimize veya başkalarına dair bilgilerdir. Sırlarımızı paylaşabildiğimiz insanlar her bakımdan sırtımızı dayayabildiğimiz insanlardır aynı zamanda. Kısacası dostluk kavramıyla insan, yaşarken hiçbir güvencesinin olmadığı dünyada sırtımızı dayayabileceğimiz birisine olan gereksinime işaret edilir.
Çare yine dostta ve dostlukta aranır. Umudu ve arzuyu gerçekleştirecek olan da, arayışları, bekleyişleri ve beklentileri yerine getirecek olan da, hayal kırıklıklarından kurtaracak ve yabancılaşmadan çıkışı mümkün kılacak olan da yine dost ve dostluktur. Öyle gözüküyor ki, Türkçe ve Osmanlıca yazılan ve söylenenleri ölçü alırsak 13. yüzyıldan, Hacı Bektaşi Veli’nin Analdolu’ya gelişinden beri bu topraklarda dost ve dostluk üzerine yazılıp çizilir, yakılıp söylenir. Yunus Emre’yle, ama özellikle Pir Sultan Abdal ile dost (ve dostluk) sözcüğü vazgeçilmez bilinçle hayatımızdaki ve dilimizdeki merkezi önemine kavuştu. Bilebildiğim kadarıyla dilinde, günlük hayatında, entelektüel dünyasında, umutlarında ve gelecek tasarımında dost ve dostluk sözcüklerinin bu kadar etkili olduğu Anadolu kültüründen başka bir kültür bulunmamaktadır. Bildiğim kadarıyla Anadolu’da Türkçe’de yazılan şiirlerde olduğu kadar hiçbir dilde dostluğa dair tarifsiz güçlü bir romantik arayış dile gelmemiştir. Dili değil de coğrafyayı, yani Anadoluluğu ölçü alırsak ünlü Alman filozofu Hegel’in Felsefe Tarihi Üzerine Dersleri’nde ileri sürdüğüne göre dostluk ve onun karşıt kavramı olan düşmanlık hakkında ilk derin felsefi fikirler de Anadolu’da Milattan Önce beşinci/altıncı yüzyılda Efesli/Ephesoslu Herakleitos tarafından düşünülmüştür.
Hasan Ali Yücel’in kurduğu ve İsmail Hakkı Tonguç’un gerçekleştirdiği Köy Enstitüleri geleneği ve kültürü, 20. yüzyılda Nazım Hikmet’e ve Âşık Veysel’e kadar uzanan uzun ve zengin bir tarihin ürünüdür. Bu kısa yazıda amacım Köy Enstitüleri’nin tarihini veya düşüncesini ortaya koymak değildir. Bu yazıda amacım daha çok Köy Enstitüleri düşüncesine ve pratiğine temel oluşturan “dostluk” kavramının ana hatlarıyla anlamını ve düşünce tarihini ortaya koymaktır. Yazı, dostluk kavramına ilişkin bir giriş, belki de bir hazırlık yazısı olarak okunmalıdır.
Pir Sultan Dost Diye Kimi ve Neyi Arar?
Adam Smith’e Göre Yabancılaşmanın Kaynağı Nedir?
Pir Sultan Abdal’ın “Bir dost bulamadım gün akşam oldu” dizesini hepimiz ezbere bilir ve söyleriz. Bazen farkında olmadan mırıldandığımız bile olur. Dost nedir? Dost olan kimdir? Dostluk kavramında dostluğun özüne dair ne içerilmiştir? Dost, Pir Sultan’ın bütün bir “dünyada ağlar gezerken”, bir ömür boyu arayıp da bir türlü bulamadığı insan türüdür. Dostluk bu insanların birbirleriyle girdiği ilişki biçimi ve birbirleriyle kurduğu yaşam tarzının dayandığı ilkedir. Ne diyor Pir Sultan:
Ben de şu dünyada ağlar gezerken
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Bu arayış başarısız olduğu için, ozan efkârla dolar, efkârla okur, efkârla yazar. Hatta:
Yazıktır şu geçen ömrüme yazık
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
diye hayıflanır. Zira bu dünyada yaşanan ömür insan onuruna yakışmamaktadır, insan ilişkilerinin gereklerine uymamaktadır. Gün halihazırda akşam olmuştur ve ozan hala bir dost bulamamıştır. İskoç filozoflarından Adam Smith Ulusların Zenginliği adlı eserinde insanın modern toplumda bütün bir ömrünün birkaç dost edinmeye bile yetmediğini belirtir. Pir Sultan 16. yüzyılın bir ozanıdır. Adam Smith 18. yüzyılın bir filozofudur. Pir Sultan Anadoluludur. Smith, Britanyalı bir İskoç filozoftur. İki farklı kişilik aynı zamanda çok farklı kültürlerin ve coğrafyaların insanlarıdır. Buna karşın aynı gözlemde bulunuyorlar. Pir Sultan “Bir dost bulamadım gün akşam oldu”, yani bir ömür geçmesine rağmen bir dost bulamadım diye hayıflanırken; Smith “Uygarlaşmış toplumda insan tüm zamanlar büyük çokluğun yardımına ihtiyaç duyar, fakat ömrü birkaç kişinin arkadaşlığını/dostluğunu kazanmaya yetmez” diye belirtir. Ozan da, filozof da sorunu tarihselleştirir. Biri Anadolu’da 16. yüzyılda geçen bir ömre karşın dost bulamadığından yakınırken, diğeri insanların ömür boyu birbirlerinin yardımına ihtiyaçları olmasına rağmen kocaman bir ömrün birkaç dost edinmeye yetmediğine, yani bir çelişkiye, hatta paradoks bir duruma işaret eder. Öyleyse günün akşam olmasına, yani bütün bir ömrün geçmesine karşın kimsenin bir dost bulamaması hem evrensel hem de yüzyılların bir sorunudur diyebiliriz.
Pir Sultan’ın yakındığı ve Smith’in tespit ettiği bu acı durum elbette insanın insan olarak kendisine yabancılaşmış olmasına ilişkin bir göstergedir. İnsanların birbirlerine yabancılaşmış olan ilişkileri bunun en iyi kanıtıdır. Herkes herkesi kendisinin yabancısı olarak algılıyor, kendisinin eşit ve özgür diğer beni olarak değil. Öyleyse açıklanması gereken toplumsal olgu yabancılaşmadır. Pir Sultan’ın bütün “dünyada ağlar gezerken” şiirinin üçüncü dörtlüğünde bir dost bulamıyor olmanın efkârını ve üzüntüsünü son derece dramatik ve hüzün verici ifadelerle, örneğin “Akıttım gözümden kan ile yaşı” gibi ifadelerle dile getirir. Ozan insana ve insan ilişkilerine dair yapmış olduğu bu gözlemi, basit bir şekilde “insanın fıtratında vardır” diye anlamsız kaderci iddialar ileri sürüp, işin içinden çıkmaz. Tersine, bu yabancılaşmanın, insanın yapıp ettiklerinden mi yoksa insanın özünden mi kaynaklandığını sorgular. Önce şiirin ikinci dörtlüğünde bilincimizi ve zihnimizi berraklaştıran bir tespitte bulunur: “Bozuk şu dünyanın temeli bozuk”. Öyleyse Pir Sultan’a göre sorun dünya çapında olan temel ve yapısal bir sorundur. Toplumsal dünya temelden yanlış inşa edilmiştir. Bu nedenle insanın gereksinimlerine, insanın insanlığına yanıt vermemektedir. Bozukluk dünyanın ta temelinden kaynaklanmaktadır. Fakat Ozan bu belirlemeyle yetinmez. Yapmış olduğu ve içermeleri bakımından son derece derin olan bu belirlemesinden sonra sorgulamaya başlar.
Şiirinin dördüncü dörtlüğünde “Bilmem amelimden bilmem özümden” diye sorgular. Ozan kendisinin ortaya attığı bu soruya yanıt vermez, ama dost aramaktan da vazgeçmez. Pir Sultan için bu romantik bir ideal, fakat gerçekleşmesi mümkün olmayan bir tutku değildir. Eğer sorunun kaynağı “amel” ise, bu, yabancılaşmanın ve dostluğun yok oluşunun nedenin insanın yapıp ettiklerinden ve ilişkilerinden kaynaklandığına işaret eder. Zira amel insanın kendisinin yapıp ettiklerine, eylediklerine işaret eder. Bu durumda sorun, insanın kendi yapıp ettiklerinden, işinden gücünden, çalışma tarzından, edimlerinden ve kendi faaliyetlerinden kaynaklanmaktadır. İnsan kendisinin yaratmış olduğu sorunun kaynağını bilebilir ve sorunu yine kendisi çözebilir. Bunun için g��kten kurtarıcı bir mesihin gelmesini beklemesine gerek yoktur. Eğer sorunun kaynağı insanın özündeyse, bu durumda insanların birbirlerine yabancılaşmış olan durumunu, dünyanın ölçüsünün ve gidişinin bozukluğunu bir kader olarak kabul etmek gerekir. Fakat Ozan durumu kabullenemez. İnsanların birbirleriyle kurduğu yabancılaşmış, yapısal olarak ilişkilerinin tümünü kapsayan ahlak dışı ilişkileri bir kader olarak kabul etmek istemez, çünkü bu durum insana “müstahak” değildir. Ozanımız sorunun derin bir analizine ve sorunun kaynağına dair belirlemeler yapmaz. Onu romantik bir arayış içine iten de budur: Nedenini henüz tam olarak açıklayamadığı, fakat kabullenemediği de bir soruna çaresiz, ama isyankâr çözüm arayışı içindedir. Bu nedenle sorunun dünyanın düzeni ve gidişatıyla ilgili olduğunu, böylece sorunun çözümünün de insana çok uzak olamayacağını belirtmiştir.
Pir Sultan’ın 16. yüzyılda ortaya attığı soruya yanıt 18. yüzyılda Adam Smith’ten gelir. Yukarıda anmış olduğum eserinin ikinci bölümünde Smith, söz konusu yabancılaşmaya ve sonunda dostlukların yok olmasına ve bir daha oluşamamasına işbölümünün neden olduğunu göstermiştir. İşbölümü özel mülkiyetin, toplumda tabakalaşmanın ve İngiliz filozoflarından John Locke’un gösterdiği gibi sonunda ailenin de kökenidir. Locke, Hükümet Üzerine İkinci Deneme’sinde piyasa ilişkileri oluşmadan önce insanın mülkiyet edinme bakımından ancak kendine yetecek kadar üretebildiğini, fakat piyasa ilişkilerinin oluşmasıyla birlikte toplumda mülkiyetin eşitsiz dağılımının da başladığını ve bunun sonucu olarak toplumda zenginler ve yoksullar arasında ayrımın da oluştuğunu belirtir. İnsan ilişkilerine sinmiş olan söz konusu yabancılaşmanın kaynağına ilişkin olan bu kavrayış, modern filozofların hemen hepsinin paylaştığı ve bilimsel olarak açıklamaya giriştiği bir kanaattir.
Fakat burada dostluğun yok oluşuna ve insanın kendisine yabancılaşmasının nedenine dair sergilediklerimiz henüz dostluğun ne olduğunu açıklamıyor ve tanımlamıyor. Dostluğun ne olduğuna dair soruya bilimsellik anlamında sıkı felsefi bir yanıt vermeye girişmeden önce günlük hayatımızın ve günlük bilincimizin konuya ilişkin ne üretmiş olduğuna bakmakta fayda vardır.
Filozoflar Dostluk Konusunda Halktan Ne Öğrenebilir?
Halkın Günlük Dilinde ve Hayatında Dostluk Kavramına Dair Tanımlama Denemeleri
Spontane halk bilgeliğinde dostluğa dair derin ve kapsamlı bir kavrayış oluşmuşa benziyor. Zira sonunda herkesin başını omzuna koyabileceği, sırtını dayayabileceği bir diğer bene ihtiyacı vardır. Bu nesnel gereksinimin insanların spontane günlük bilincine yansımamış olması mümkün değildir. Şöyle ki; bir internet sitesinde “Dost Nedir?” diye soruluyor. Bununla halkın günlük hayatta dostluktan ne anladığı, dostluk hakkında spontane ne düşündüğü farklı yanlarıyla ortaya çıkarılmak isteniyor. Soruya verilen yanıtlara bakınca halkın konuya dair şaşırtıcı derin bir kavrayışa sahip olduğu görülecektir. Tartışmaya yanıt verenlerden “Murat Kahveci”, “dost; aşk ile neredeyse aynı duyguları tattırır” diye yanıtlıyor bu soruyu. Bu durumda, aşağıda Yunus Emre bağlamında göstereceğim gibi, dostluk ile aşk arasında yakın bir ilişki var demektir Kahveci. Fakat aşk ve dostluk aynı şeyler değildir. Aşk dostluğun bir biçimidir en fazla. Kahveci’ye göre, dostluğa dayanan ilişki ile aşka dayanan ilişki arasında ilkesel bir fark vardır. Aşka dayanan ilişki, dostluğa dayanan ilişkiden ilkesel olarak en az bir bakımdan farklıdır. Kahveciye göre aşk aynı zamanda diğerine dair cinsel arzuyu da içermektedir. Bu nedenle dostluk ve aşk “aynı duyguları tattırır” derken “cinsel (duygu -DG) hariç” diye sınırlıyor hemen, iki ilişki biçimi arasındaki benzerliği vurguladıktan sonra. Bu durumda aşk ilkesine dayalı ilişkinin (cinsel arzu hariç) nasıl bir ilişki olduğuna ve hangi özelliklere sahip olduğuna açıklık getirmek gerekecektir.
Birine âşık olmak demek, cinsel arzuyu ilgilendiren boyutlarını bir tarafa bırakacak olursak, her şeyden önce diğerini en az kendin kadar sevmek demektir. Bir insan bilerek ve isteyerek kendisini nadiren aldatmak ister. Diğer bir deyişle âşıklar, dolayısıyla dostlar birbirlerine karşı açık ve dürüst olurlar. Aşk ve dostluk yalan, hile, oyun ve iç hesaplılık götürmez; fakat samimiyet, açık sözlülük ve sadakat gerektirir. Sonuç olarak âşıklar ve dostlar birbirlerine sonuna kadar güvenebilen, birbirleriyle her şeylerini paylaşabilen ve birbirleriyle koşulsuz dayanışabilen insanlardır. Kahveci, dostluk duygusunu aşk duygusu ile kıyaslayınca dostluğu daha “sadakatli” bulmaktadır. Zira aşk duygusuna dayanan ilişkilerde, temel oluşturan duygu sönümlenince bu ilişki döneminde oluşan dostluk duygusu çok nadiren devam ettirilebilmektedir.
“Nazlı Menşur”, dost, “Sen yokken (senin –DG) hakkında (onun –DG) yanında konuşulamayan kişidir.” Nazlı Menşur’a göre bu çok “(n)et”tir. “Aksi”, diyor, “son derece irrite edici”. Dostları dost yapan Nazlı Menşur’un burada talep ettiği, karşılıklı özdeşliktir. Dostlukta esas olan, herkesin birbirinin özü, yani ünlü İskoç filozofu David Hume’un tabiriyle herkesin birbirinin “ikinci beni” olmasıdır. Fakat bu özdeşliği tek yanlı almamak gerekir.
Halk, görülebildiği gibi, günlük hayatında bile son derece karmaşık konulara dair bakış geliştirirken sonunda kapsamlı ve tüm ayrıntıları, her şeyi kendi gelişimi içinde tüm çelişkileri ile gören diyalektik bakışı geliştirebiliyor. Başka bir tartışmacı olan “Black Feelings” söz konusu diyalektik bakışı en iyi yakalayanlardan biridir. Dostluk ilkesiyle birbirine bağlı olanları şöyle tanımlıyor: “Gece ve gündüz gibi dostları olmalı insanın” diyor ve devam ediyor: “Birbirinin zıddı olsa da birbirinden ayrı zikredilmemeli” dostlar. Dolayısıyla dostluk, sanıldığı gibi farklılığı, çelişkiyi, hatta çatışmayı dışlayan bir ilişki türü değildir. Halk dilinde “Dost acı söyler” özdeyişinde de ifade edildiği gibi, dostluk tam da dostun her şeyine, davranışlarına, sözlerine, yapıp ettiklerine son derece eleştirel, belki de acımasızca eleştirel bakmayı gerektirmektedir. Fakat dostlar duygularında ve düşüncelerinde birbirlerine zıt olsalar, hatta davranışlarında birbirleriyle zıt düşseler de yürüyüşlerinde ortak, yani yol-daş kalabilmelidirler.
Dostluk, “Mey Uzay”a göre, “kişiye göre” değişebilir, “bazen bencillik” gibi gelebilir ve “kendisinin iyi olması için dostunu iyi” yapabilir. Fakat buna rağmen dost insanın “içini ısıtır”, çünkü “umut gibidir ya da gökkuşağı” gibi. “Ali Şefik Deniz”in açılımı konuya yeni bir boyut kazandırıyor gibidir: “Gerçek dost, elini tuttuğunda kalbine dokunandır.” “Çetin Metin” buna yeni bir boyut kazandırarak ekliyor: “Dost post gibidir, üşüdüğünüzde ısıtır.” Bu anlamda “Osman Aslan” dostluk için “Hayatta parayla alınamayacak en değerli ��ey”dir diyor ve devam ediyor: “(S)enin derdini kendi derdi gibi gören dosttur”. Öyleyse dost, “Müslüm Yıldırım”a göre, “iyi ve kötü günde hep yanında olan”, “senin sırdaşın olan insandır”. Dolayısıyla, “Nemli Gözler”in işaret ettiği gibi, “Seni yargılamadan dinleyen, hiçbir çıkar gütmeden yanında olan, sen güldüğünde gülen, ağladığında sorunlarına ortak olan, seni tüm benliğinle sevendir Dost.” Bu nedenle, “Aşkın Romansı”nın vurguladığı gibi “dost, yayında her tür psikolojik savunma mekanizmalarına boş verdiğimizdir”. Bu özelliğinden dolayı dost, yanında tam anlamıyla maskesiz olduğun kişidir” bir başkasına göre. Bunun tamamlayıcısı olarak “Nemli Gözler” ekler: “Dost, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olandır. Yalandan, çıkarları için yanında var olan değildir…” Dolayısıyla, “Gerçek dost, dost gibi görünmeyen ve zor günlerinde yanında olandır” “Kemaleddin Çiçek”e göre. “Abdurrahman Yaşar”, ancak bu koşulları yerine getiren, yani “bu dünyadaki son ekmeğini”, “son derdini”, “son mutluluğunu”, “son duygularını”, sona ne kalmışsa sonuna kadar paylaşabileceğiniz tek insandır” dost diyor.
Görüldüğü gibi, spontane bir şekilde oluşmuş olan günlük bilinçte ve hayattan reflektif olarak kazanılan ve dostluğa dair son derece yüksek talepler ifade eden kişileri basit bir şekilde naif anlamında saflıkla suçlamamak gerekir. Zira bu insanlar dostluğa dair, belki de akademide mevcut olandan çok daha karmaşık diyalektik bir bakış yakalayabildikleri gibi, aynı zamanda son derece gerçekçi bir bakış açısı da geliştirebiliyorlar. Çağımız ne yazık ki insan ilişkilerine öncelikle maddi çıkar ilkesinin hâkim olduğu bir çağdır. “Mir Can”, son derece derinlikli ve kapsamlı bir dostluk tanımı yaptıktan sonra, dostlukta pekâlâ düşmanlığında saklı olduğuna işaret ediyor. Mir Can’a göre çıkar ilişkileri ve hiyerarşik ilişkiler dostluğun kuyusunu kazmaktadır ve sonunda dostu düşman yapabilmektedir. Günlük hayatımızda “dost kazığı” diye bir tabirin üretilmiş olması rastlantı değildir. Hatta “Habip Yağmur”a göre, dost “mitolojik bir canlı türüdür”, çünkü dost, “(y)üreğinizin kapılarını ardına kadar açıp, en zayıf halini saklama ihtiyacı duymadan, önyargılardan uzak, koşulsuz başını omuzuna dayayarak, utanmadan ağlayabileceğiniz” kişidir. Tartışmaya katılanlardan biri retorik olarak soruyor dost “kaldı mı ki, tarifini yapayım?” diye ve buna “Irmak Işık” ekliyor: “Dost mu? O da kimmiş?” “Şeref Toprak” ise dostluğu “unutulmuş zanaat” olarak tanımlıyor. Fakat buna rağmen hiç kimse ne dosttan ne de dostluktan vazgeçebiliyor. Neden? Konuya dair günlük hayatımıza yansıyan günlük bilincimizden aktardıklarımız en azından günlük deneyimlerimiz açısından yeterince açıklayıcıdır. Fakat konu daha derinlikli anlamı olan şiirlerimize ve bilimsel ve felsefi çalışmalara yansımıştır. Dost ve dostluk kavramlarını şairlerimizin nasıl kavramlaştırdığına yakından bakalım.
Yunus Emre ve Aşk Kavramı
Hiç kimse dostlar ve dostluk ile sayısız olumsuz deneyimine karşın dosttan ve dostluktan yine de vazgeçmez, vazgeçemez. Anadolu halk ozanlarının şiirleri ve deyişlerimiz dostun kazığından, dostun ihanetinden, en çok ihtiyaç duyulduğu bir anda dostun yalnız bırakmasından, dostun düşman olmasından yakınan sözlerle ve gözlemlerle doludur. Buna karşın, yukarıda gösterdiğim gibi, gerçek yaşamda kimse ne dosttan ne de dostluktan vazgeçebiliyor. Neden?
Bu duruma açıklamak getirmek için önce Yunus Emre’nin “İşitin Ey Yârenler” şiirine bakmak istiyorum. Bu bize aşk kavramına ilişkin bir fikir verecektir –ki bundan dostluk kavramına dair bazı sonuçlar çıkarmak mümkündür. Zira aşk ilişkisi de dostluk ilişkisinin bir biçimidir. Sonra Âşık Veysel’in “Benim Sadık Yârim Kara Topraktır” şiirine bakacağım. Âşık Veysel insanın dostluk arayışında ontolojik bir dönüşü temsil ediyor ve bu bakımdan yabancılaşma sorununa ilkesel bir çözüm getirmek için aynı zamanda bir çıkış noktası sunmaktadır. Dostluğun mümkün olup olmadığı sorusu bağlamında Nazım Hikmet’in “Dostluk” ve Cahit Sıtkı Tarancı’nın “İmkânsız Dostluk” başlıklı şiirlerini karşılaştırmak istiyorum.
Yunus “İşitin Ey Yarenler” adı verilen şiirinde yarenlere, yani arkadaşlarına veya yakın dostlarına kendisini dinlemeleri için çağırıda bulunur ve söylemek istediği şeyler kavramın en geniş anlamında aşk üzerinedir. Yunus’un aşk üzerine söylediklerini doğrudan dostluk ilişkisine uyarlayabiliriz. Yunus, yarenlerine insan doğası bakımından aşkın ne demek olduğunu öğretmek istemektedir. Her şeyden önce bu bağlamda aşk kavramına açıklık getirmek gerekiyor. Görebildiğim kadarıyla Yunus şiirinde aşk kavramını çok geniş anlamda, yani tüm yarenler arasındaki ilişkiye şekil veren tutku anlamında kullanmaktadır. Fakat Yunus’un bu bağlamda aşk üzerine söyledikleri sanırım tüm aşk türleri için de geçerlidir. Yunus şiirinin hemen ilk mısrasında aşkı güneşe benzetir: “İşitin ey yarenler, aşk bir güneşe benzer”. Burada “güneş” kavramının bir çekim merkezi olma, toplumu birleştiren ve bütünleştiren bir ilişki biçimi anlamında kullanılıp kullanılmadığını söylemek zor. Fakat aydınlatan, ısıtan ve umut veren anlamında kullanıldığını kesin olarak söyleyebiliriz. Aşkı zihnimizi aydınlatan, içimizi ısıtan ve bize umut kaynağı sunan anlamında aldığımızda, aşk insanı duygu dolu canlı bir varlık haline getirmektedir. Yunus’a göre, aşktan mahrum olan, aşk duygusundan yoksun olan, bir taşa benzer. Zira şiirin ikinci mısrasında “Aşkı olmayan gönül, misali taşa benzer” denmektedir. Gönlü taşa kesmiş olanlar verimsiz olur, dilleri zehir gibi öldürücüdür ve ne dost olurlar ne de dostluk kurabilirler. Zira gönlü taşa kesmiş olanların gönlünde bir şey bitmez, bir şey gövermez, ama sözleri zehir zemberek gibidir: “Taş gönülden ne biter, dilinde ağı tüter”. “Nice yumuşsak söylese sözü savaşa benzer.”
Bu genel belirlemelerden sonra Yunus, aşk ile dolan gönüller ile taşa kesmiş gönüller arasında bir karşılaştırma yapar: “Aşkı var, gönül yanar, yumşanır, muma döner”/“Taş gönüller kararmış, sarp, katı kışa benzer.” Öyleyse aşk, yani aslında dostluk, insanı duygu dolu, empati veya duygudaşlık ve sempati yetisi yani dayanışma eğilimi güçlü insancıl, aydın ve aydınlatan bir varlığa dönüştürür. Buna karşın taş gönüllüler, buz gibi insandırlar, herhangi cansız bir nesneden farkı olmayan mahlûklardır. Şiirinde aşkın, yani dostluğun insanı uygarlaştıran ve insanileştiren, insanı duygu dolu zarif bir varlığa dönüştüren özelliğine işaret ettikten sonra, Yunus, aşkın eşitlikçi sosyolojik, halkçı politik boyutuna dikkat çeker: “O sultan kapısında, hazreti tapısında”/“Âşıkların yıldızı her dem çavuşa benzer.” Burada “çavuşluk” kavramı eşitlik, halkçılık, dayanışma gibi birçok şeyi aynı anda temsil ediyor. Öyleyse aşk ve dostluk duygularıyla dolu insanlar mal ve mülk peşinde koşmazlar, diğerleriyle ilişkilerinde çıkar gütmezler, mevki ve mertebe sahibi olmak için diğer insanlara karşı rekabete girişmezler, seçkici ve aristokrat zihniyetli olamazlar. Bu bakımdan aşk güç ve enerji kaynağıdır (“Kayaları söyletir kuvvetli nesnedir aşk”), fakat âşıklar hırslarına ve nefsine sahip olmasını bilen ve kendilerini terbiye edebilen insanlardır.
Aşk ve dolayısıyla dostluk ilkesel olarak yöntemsel bireyciliği reddeder; buna karşın öznelerarasılığı temel edinir, diğerini arar, diğer ben merkezlidir, çünkü kararlarında ve eylemlerinde diğerini çıkış noktası olarak alır. Bu nedenle “Âşık gönlü dölenmez mâşukun bulmayınca” der Yunus. Sevgili anlamına gelen “mâşukun” kavramını “diğer ben” olarak geniş anlamda almak mümkündür. Son olarak Yunus aşk ile dünya düzenini ilişkilendirir. Aşkın ve dostluğun, “Kararı yok dünyada pervâzı kuşa benzer”. Ölçüsünü ve ahlaki düzenini yitirmiş dünyada aşk ve dostluk kalıcı olmaz, yani hep anlık, gelip geçici olur demek istiyor Ozanımız.
Kısacası; aşk ve dostluk ahlaka çağırıyor; insanlar dostluk konusunda yaşadıkları tüm hayal kırıklığına rağmen aşktan ve dostluktan vazgeçemiyorlarsa, bu, aşkın ve dostluğun insana diğerini hissettiriyor olmasından, insanı bu anlamda insan yapıyor olmasından kaynaklanıyor. İnsan kendi türünün bilincine ve kendine dair olan bilince, yani özbilince ancak diğerini kendi içinde hissedebildiği, diğerini kendi olduğu, hissettiği ve düşündüğü şekilde kendi duygu ve düşünce dünyasında hissedip düşünebildiği oranda gerçek anlamda insan olabiliyor. İnsanın tek çabası insan olabilmek ve insan kalabilmek değil midir? Her şeye rağmen, yenilen tüm dost kazıklarına, yaşanılan tüm husumetlere ve hayal kırıklıklarına karşın; Ahmet Arif’in “Ay Karanlık” başlıklı şiirinde “Dört yanım puşt zulası, Dost yüzlü, Dost gülücüklü” diye ifade ettiği çıkışı olmayan bir düşmanlık kısır döngüsü içine düştüğümüzde bile dost arayışından ve dostluktan vazgeçemeyişimizin nedeni, insana yabancılaşmama, insan kalabilme çabamızdan kaynaklanmaktadır. Hiç kimsenin dostluktan vazgeçmeyişinin ve her seferinde yeniden umut dolu bir şekilde dost arayışının nedeni budur.
Âşık Veysel ve Dostluk Arayışında Ontolojik Dönüş
Âşık Veysel’in “Benim Sadık Yârim Kara Topraktır” başlıklı türküsünü hatırlayalım. On bir dörtlükten oluşan şiirinde Âşık Veysel, önce, sayısız insana dost diye sarıldığını, fakat her seferinde hayal kırıklığı yaşadığını belirtiyor.
Dost dost diye nicelerine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır
Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sadık yârim kara topraktır
Bu ilk iki dörtlükten sonra, Âşık Veysel, toprağı, yani doğayı, ona yer yer insani kişilik özellikleri atfederek asıl dostu, en sadık dostu olarak över. Toprak veya doğa insanın hem birey olarak tek tek kişilerin, hem de tür olarak tüm insanlığın tek ve gerçek dostudur. Dost arayışı içinde olan Ozan, şiirinde, yaşadığı hayal kırıklıklarından sonra, dosttan ve dostluktan vazgeçmek istemediği için, insanlığın içine düştüğü yabancılaşmadan çıkmak arzusuyla insanlığı gerçek dost olarak doğaya dönmeye çağırır. Âşık Veysel’in çağırısında bir natüralizm veya doğacılık vardır. Fakat, aynı zamanda, örneğin Heideggerci varoluşçulukta, Habermasçı iletişimsel eylem kuramında olduğunun tersine, pür sosyolojist yaklaşımlar karşısında, yani kısacası topluma onun yaşamsal kaynaklarından yalıtılmış olarak bakan görüşler karşısında, ontolojik bakışa dair bir çağrı gizlidir. Ozanın ontolojiye çağırısı örneğin “Topraktan ayrılsam nerde kalırım” diye formüle ettiği retorik sorusunda gizlidir. Bu onun için insanlığın içine düşmüş olduğu doğaya ve kendine yabancılaşmış olma halinden çıkış için tek çaredir. Hatta Âşık Veysel’in şiirinde, retoriğine hayran olunarak çağırılan türküsünde bugüne kadar dikkate alınmayan bir doğal teoloji bile vardır. Şiirin 8. ve 9. dörtlüklerinde hakikat sorusuna açık ve hoşgörüyle yaklaşmaya çağrı yapar ve bu bağlamda doğal teolojik duruşunu formüle eder Ozan:
Dileğin varsa iste Allah’tan
Almak için uzak gitme topraktan
İnsan Allah’tan istediğini topraktan almaktadır. Âşık Veysel’in doğayı Tanrı’nın insana yaşamını idame etmek ve hazlarını tatmin etmek için bahşettiklerinin kaynağı olarak belirlemesi, onu büyük İngiliz filozofu Thomas Hobbes’un konuya ilişkin çözümlemelerinde ileri sürdüğü düşüncelere benzemektedir. Ozan şiirinin 8. dörtlüğünün ilk iki mısrasında, Tanrı arayışı içinde olan ve onun bağışlayıcı gücüne sığınmak isteyen insanı doğaya dönmeye ve onu doğada aramaya çağırır. Böylece Ozan kendisini büyük bir Rönesansçı ve Aydınlanmacı olarak gösterir. Aydınlanmacılık Rönesansçı bakışın derinleşmesidir. Rönesans insanın yüzünü ve gözünü dünyaya ve kendisine dönmesi anlamına gelmektedir. Şöyle diyor Âşık Veysel:
Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul da Allah’a
Hakkın gizli hazinesi toprakta
Benim sâdık yârim kara topraktır
Öyleyse hakikat bilgisi konusunda kimse mutlak ve kesin savlar ileri sürmemelidir ve “Allah”ı yakınında, insanı sürekli başının üstünde taşıyan (“Her gün beni tepesinde götürdü”) toprakta, yani doğada aramalıdır, çünkü onun tüm “gizli hazinesi”, sırları “toprakta”, yani doğada saklıdır. Bu bakımdan Aşık Veysel’in bu belirlemelerini Spinoza’daki Tanrı-doğa özdeşliği ile eş anlamda almak bile mümkün görülebilir. Doğanın sırlarının açığa çıkarılması uzun zaman ve araştırma gerektiren emek işidir. Ozanın şiirinin 5. dörtlüğünün ilk iki mısrasında (“Karnın yardım kazmayınan belinen/Yüzün yırttım tırnağınan elinen”) dile getirilen budur. Yazar tarafından “işkence” olarak tanımlanan, insanın doğaya dair giriştiği bu araştırma ve elde etme çabası ödülsüz kalmamaktadır. İnsan bir taraftan “gülünen”, yani güzellikle ile karşılanırken, diğer taraftan ona “Hak” veya Allah/Tanrı tarafından verilen “(c)ömertlik” (“Bir çekirdek verdim dört bostan verdi”) veya ürün ile ödüllendirmektedir –ki bu pratik ürün zorunlu olarak teorik veya epistemolojik ürünü, yani bilgiyi de şart koşar. Doğan insana tek dost olarak tanımlanırken (“Kolun açmış yollarımı gözlüyor”), 10. paragrafta hekimliği, tıbbın ve sonunda insanın maruz kaldığı hastalıkların dermanının da (“Merhem çalıp yaralarımı düzlüyor”) doğada olduğuna işaret ediyor. Ozana göre, doğanın sırrına erenler, yani doğanın yasalarını, doğal olguları ve olayları kavrayıp açıklayabilenler ve bunları insan yaşamı için verimli hale getirenler dünyada ebedileşebilir. Şöyle diyor Âşık Veysel 11. ve son dörtlükte:
Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Âşık Veysel’in şiirine bir bütün olarak baktığımızda; ilk iki dörtlük “Dost dost diye nicelerine sarıldım”, “Nice güzellere bağlandım kaldım” ve “Beyhude dolandım boşa yoruldum” mısralarını içermesinden ve her dörtlüğün sonunda “Benim sadık yârim kara topraktır” diye bitirdiği için, Ozanımızın sanki insanlar arasında dostluk ilişkilerinin mümkün olmadığını düşündüğü için, yani bu konuda büyük bir şüphe içinde olduğu için, Frankfurt Okulu veya daha tam olarak Adorno ve Horkheimer üzerinden Rousseaucu türden bir doğaya romantik çağırış içinde olduğuna dair bir izlenim uyanabilir. Oysa şiire yakından bakınca, Ozanımızın zaten insanda olan özellikleri doğa dolayısıyla insana, eş deyişle doğanın aynasında insana göstermeye çalıştığı görülecektir. Sanki doğaya çağırılan insana, doğadaki kendisi ve kendisindeki doğa gösterilmeye çalışılmaktadır. Böylece insanlık içine düştüğü yabancılaşmışlıktan kurtulacak ve sonunda nihayet dostluk da mümkün olacaktır. Âşık Veysel’in doğaya çağırısı kanımca böyle bir tarihsel iyimserlikle okununca tüm eserleri ve yaşamıyla daha uyumlu olarak görülebilir.
Nazım Hikmet ve Cahit Sıtkı Tarancı
Dost ve Dostluk Kavramlarına Dair Ayrımın Anlamı
İnsanın hayatı yediği dost kazıklarla, düşmanlıklarla doludur. İnsanlar arasında en büyük düşmanlıkların kökeninde sıkça yenilen dost kazıkları vardır. Belki bize karşı en kurnazca dolapları da onlar çevirmiştir, en haince komploları da onlar kurmuştur, çünkü bizi en iyi tanıyanlar onlardır. Kendine yabancılaşmış dünyada ve toplumda insanlık içinde birkaç on yıl yaşamayı başarmış birisi, geriye dönüp bakınca yaşadığı hayal kırıklıklarının kaynağının sıkça dostlardan başkası olmadığını görecektir. Dostların hayatımızda açtığı yaraların haddi hesabı yoktur. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Kendime Taşlar” başlığı altında topladığı dörtlüklerden birsi “Dostlarım” başlığını taşıyor. Şair bu dörtlükte bu konuyu bir şiir çerçevesinde belki de yapılabilecek en iyi bir şekilde betimler:
Talihim pek açıktır dosttan, dostluktan yana
Vardır her felakette dostlarımın markası
Öyle çoktur sayılmaz yediğim dost kazığı
Sağlam kalan sadece kulağımın arkası
Dörtlüğün ilk iki mısrasında ironiyle karışık serzenişte elbette büyük bir hayal kırıklığının ifadesi de vardır. Belki de budur Şairin onca intihar denemesinin nedeni. Fakat insanlar dostlarından yedikleri tüm kazıklara, deneyimledikleri tüm korku verici düşmanca olaylara, kısacası yaşadıkları tüm olumsuzluklara karşın dostluktan, dost aramaktan, gerçek bir dost bulma çabasından bir türlü vazgeçmiyorlar, vazgeçemiyorlar. Yukarıda sergilediğim yorumdan farklı olarak kişisel bir okuma ile Âşık Veysel’in “Benim Sadık Yârim Kara Topraktır” şiiri pekâlâ insandan ve insanlıktan büyük bir hayal kırıklığının ifadesi olarak da okunabilir. Buna rağmen Ozanımız “Dostlar Beni Hatırlasın” adlı şiirinde: “Ben giderim adım kalır/Dostlar beni hatırlasın” demekten de kendini alıkoyamaz veya bizzat Ümit Yaşar Oğuzcan’ın kendisine dönecek olursak; Şairimiz “en sevgili dost” için gözyaşlarını esirgemez:
Belki mezar taşımdır, son taşım senin için
Düşünüyor, düşünüyor şu başım senin için
Kör oluncaya kadar bırak sel gibi aksın
Bin taşlama yerine gözyaşım senin için
Bu, ilk bakışta son derece garip olan insanlık halini, yani bir taraftan yediğimiz kazıklar nedeniyle akla hayale gelmez beddualar ettiğimiz eski dostluklara rağmen gerçek bir dost aramaktan vazgeçemeyişimizin açıklamasını, şiir sanatı çerçevesinde belki de en iyi, neredeyse aynı dönemde yaşamış olan Nazım Hikmet’in ve Cahit Sıtkı Tarancı’nın konuya ilişkin yazdıkları “Dostluk” ve “İmkânsız Dostluk” başlıklı birbirlerinin tam zıddı olan şiirlerini karşılaştırınca açıklayabiliriz. Vazgeçemediğimiz dost mudur yoksa dostluk mu?
Cahit Sıtkı Tarancı söz konusu şiirinde insanlar arasında, bırakalım gerçek bir dost aramayı, dost aramanın bile beyhude olduğundan hareket eder. Cahit Sıtkı bunun doğada, yani ontolojik olarak temellendirildiğinden hareket eder. Şiirin daha ilk mısrasında “Değil kardeşim, dal yeşil değil, gök mavi değil” denirken, ilkesel şüpheci bir bakış ile her şeyin yalnızca bir görünüşten ve dolayısıyla bir yanılsamadan ibaret olduğu ileri sürülür. Varlıkta temellendirilmiş olan bu epistemolojik durum kaçınılmaz olarak herkesin kendi özel dünyasında (“Ben hangi âlemdeyim, sen hangi âlemde!”) olmasına ve oraya hapsolup kalmasına neden olmaktadır. Şairimiz bu son mısrasını “Bilsen!” diye başlatır ve bununla dostluk arayışında insanların aslında bir yanılsama içinde olduğuna işaret etmek ister, çünkü insanlar kendi dünyalarına kapanıp kalmıştır. Farklı dünya algısı üzerinden kurulan özel “âlemler” herkesin aynı zamanda hiçbir şekilde ilişkilenemeyen ayrı zihin yapısının ve tasavvur dünyasının oluşmasını da beraberinde getirir. Bu nedenle Cahit Sıtkı “Aklından geçer mi dersin aklımdan geçen şeyler?” diye retorik olarak sorar. Herkesin birbiriyle ilişkilenmeyen ayrı tasavvur ve akıl dünyası doğal olarak herhangi bir duygudaşlığın (empati/sempati) oluşmasını da engeller. Kendi sorduğu soruya Şairimiz “Sanmam!” diye önceden bildiği yanıtı verir. Dolayısıyla dostluk hiçbir şekilde mümkün değildir. Bu varlıkta temellendirilmiş, düşünce ve duygudaşlığın oluşmasını engelleyen durumu Şairimiz dünya zenginliğinden eşit pay almamaya, yani mülkiyet ilişkilerine dayandırır. Fakat mülkiyet eşitsizliği toplumsal ilişkilerde değil de sanki yine doğada temellendirilmiştir: “Yıldız ve rüzgâr payımız müsavi değil” der Cahit Sıtkı. Bu nedenle rüyalarımız (“Sen kendi gecende gidersin, ben kendi gecemde”) ayrı olduğu için yaşam denilen yürüyüşümüzde de, yani hayat denilen güzergâhımızda da tamamıyla ayrıyızdır: “Vazgeç kardeşim, ayrıdır bindiğimiz gemiler!” Cahit Sıtkı’nın “Memleket İsterim” şiiri “İmkânsız Dostluk”ta betimlediği hikâyeden başka bir hikâyenin, orada betimlenen dünyanın tam zıddı olan eşitlikçi bir dünyanın öyküsüdür:
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
Cahit Sıtkı’da gördüğümüz bu kararsızlık, tüm hayal kırıklıklarına rağmen dostluktan, gerçek dost arayışından vazgeçememe, Pir Sultan Abdal’dan ta Ahmet Arif’e ve Nevzat Çelik’e kadar uzanır. Bu ise bizi Nazım’ın “Dostluk” şiirine götürüyor. Nazım Hikmet “Dostluk” başlığını taşıyan şiirinde “dost” ve “dostluk” kavramları arasında felsefi açıdan da çok önemli olan ince bir ayrıma gider –ki bu, onun aynı zamanda derin bir felsefi bakışa sahip olduğunu da gösterir. Bu şiirinde Şair önce dostun kim olduğunu, ne yaptığını, dostun dostuna karşı nasıl büyük bir özveri ile davrandığını betimler. İlk dört mısrasında şiirin şöyle denir:
Biz haber etmeden haberimizi alırsın,
yedi yıllık yoldan kuş kanadıyla gelirsin.
Gözümüzün dilinden anlar, elimizin sırrını bilirsin.
Namuslu bir kitap gibi güler, alnımızın terini silersin.
Nazım, dost olanı burada Cahit Sıtkı’nın “İmkânsız Dostluk” adlı şiirinde mümkün görmediği derin duygudaşlık ve dayanışma kapasitesi olan ve pratik olarak da tutarlı bir şekilde buna uygun davranan insan tipini betimler. Fakat sonra ilk dörtlüğü takip eden dörtlükte “O gider, bu gider, şu gider” diyerek, dostların (belki eşyaların da) insan hayatında hep gelip geçici olduğuna işaret eder. Dostların gelip geçiciliğini burada yalnızca yenilen dost kazıklarından, oluşan çıkar çatışmalarından dolayı negatif olarak alıp açıklamamak gerekir. Dostların geçiciliği pekâlâ değişen ilgilerden, duygulardan, eğilimlerden vesaire de kaynaklanabilir. Daha sık görülen, fakat pek dikkate alınmayan şekliyle dostların gelip geçiciliği, dünyanın ve yaşamın zorunluluklarından, hayatın insanı alıp önceden hiç görmediği bir yerlere savuruyor olmasından da kaynaklanıyor. Yaşamın hali budur –en azından şimdilik bu. Nazım şiirini “dostluk, sen yanı başımızda kalırsın” diye tamamlar.
Nazım’ın “dost” kavramı ile “dostluk kavramı” arasında yapmış olduğu bu ayrımın derin felsefi anlamı ve insan ilişkilerini anlamamız açısından önemi, ne kadar vurgulansa azdır. Nazım’ın öz ve görünüm diyalektiğinden hareketle yaptığı bu ayrım, hayata basit bir şekilde bir hayal kırıklığı olarak bakmamızın önüne geçmekte ve bizi hayata dair daha dinamik düşünmeye sevk etmektedir. Bu bakımdan ilişkilerimizde kalıcı olan, bizi hiç terk etmeyen ve dolayısıyla bu değişken dünyada herhangi somut bir kişiye işaret etmeyen dostluktur, dostlar değil. Bu nedenle dostların gelip geçici olması bizi hayal kırıklığına uğratmamalı. Hayat savurduğu, duygular ve eğilimler değiştiği zaman, dostumuzun yoksunluğu acı da verse, içimizde hayal kırıklığı da uyandırsa diğerini serbest bırakmasını başarabilmeli insan. Zira dost olarak gidenin genel olarak dostluğu değil, somut olarak hayatımızdaki güncel dost oluşu bitmektedir ve ileride yeniden başlama potansiyelini kendinde barındırır. Kaldı ki insan ilişkilerinde mekân ve yaşam alanı ortaklığı şartı, yeni iletişim ve bilişim sistemleri dolayısıyla oldukça esnek bir şarta dönüşmeye başlamıştır.
Çoklarımız için daha büyük mesele, yenen kazıklar, dost tuzaklarına kurban girmedir. Bu durumda kızsak ve öfkelensek bile, kin tutamamalıyız, nefret etmemeliyiz. Bu tür “dost kazıkları” insanın kendisine ve insana yabancılaştıran, insanın bir ömür boyu tam olarak güvenebileceği ilişkiler kurmasını engelleyen, halk arasında “dostluk başka, ticaret başka” diyerek işaret edilen toplumun yapısal sorunlarından kaynaklanmaktadır. Sorun, dostluğu başkalaştıran ticaretin kendisidir ve çözümlemesini ilk olarak Aristoteles’in ahlak ve iktisat felsefesinde bulur.
Aristoteles’te Dostluk Kavramı
Aristoteles’e göre her insanın bedeninde dostu kadar ruhu vardır. Fakat dost kimdir, dostluk nedir? Aristoteles ilkesel olarak tüm insan ilişkilerini aynı zamanda birer hukuk ilişkileri, yani herkesin birbirine birşeyler verdiği ve birbirlerinden birşeyler aldığı, diğer bir deyişle değiş-tokuş ilişkileri olarak ele alıyor. Kalıcı gerçek dostluk ilişkisi verme ve alma tarzı veya değiş-tokuşun gerçekleşme hali ile alakalıdır. Aristoteles bu ilişkileri yatay ve dikey ilişkiler bakımında da ele alıp inceliyor, özel birebir ilişkiler olarak da genel toplumsal ilişkiler olarak da. Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik’in sekizinci kitabının hemen başında dostluğun insan yaşamı için vazgeçilmez önemini vurguladıktan sonra biri Herakleitos’tan diğeri Empedokles’ten olmak üzere dostluk ilişkilerini anlamlandırmak için iki perspektif sunar. Her iki perspektif de birebir insan ilişkilerinde olduğu gibi genel toplumsal ilişkilerde de kalıcı uyumun nasıl sağlanacağı, bunun için hangi ilkenin temel edinilebileceği ile ilgilidir. Bunlar; farklardan hareket eden ve sonunda farkları mümkün kılan uyum ilkesi (Herakleitos) ve eşitlik ilkesi, yani “eşit eşiti talep eder” ilkesi (Empedokles) (NE 1155b 5-10).
Aristoteles farklı dostluk türleri arasında ayrım yapıyor. Bunların bazıları diğerinden beklenti üzerine kurulanlardır. Beklenti bir haz da olabilir, sevgi de veya herhangi başka örneğin maddi bir beklenti de olabilir. Bu tür dostluklar yarar ilkesine dayalı olan dostluklardır. Yarar, çıkar veya dostluğun kendisinden ve onun doğal sonuçlarından başka beklentiler içinde olanlar, kısacası “birbirlerini yarardan dolayı sevenler, diğerinin kendisini aslında sevmezler”, diğerini onun “kişilik özelliklerinden dolayı arzulamazlar (NE 1156 10-15).” Tersine diğerini yarardan, çıkardan veya elde edilmek istenen başka bir beklentiden dolayı severler. Bu durumda beklentinin gerçekleşmesiyle veya elde edilmek istenen yarar elde edilirse, dostluk da biter, çünkü yarara dayalı “dostluklar kolay çözülür” (NE 1156 20). Diğerleri, diyor Aristoteles, eğer artık yarar sağlamıyorsa, onları yarardan dolayı sevenler “onları sevmeyi bırakırlar” (NE 1156 22). Örneğin “çıkar dostlukları çerçi/bakkal ruhu” (NE 1158a 22) veya daha modern bir İngiliz tabiri ile “shopkeeper” zihniyeti üzerine kuruludur. Bu tür dostluklar hep ‘sen az verdin, benden çok aldın’ türü kâr beklentisi ve çıkarcı söylemle hep kavga dolu olur. Doğal olarak bu dostluklarda çıkar ortaklığı biterse, dostluklar da biter. Aristoteles’in kastettiği asıl dostluk “çıkar dostluğu” değildir (NE 1158a 20-25). Çıkara, yarara veya başka bir beklentiye dayanan dostluklar ancak “kötü insanlar” arasında kurulabilecek dostluklardır (NE 1157b 2). Buna karşın tam dostluk veya dostluğu başka bir beklenti veya yarar için değil, ama dostluğun kendisi için amaç edinme ancak “iyi ve erdem bakımından benzer insanlar” arasında görülebilir (NE 1156b 7-8) ve iyi insanların kurduğu dostluklar, “etik dostluk” olacaktır doğal olarak. Zira “dosta dost olduğu için iyiyi arzulayanlar tam anlamıyla dostturlar, çünkü onlar bu zihniyete aslında sahiptirler, (başka bir şeyden dolayı -DG) onu takiben değil” (NE 1156b 8-10). “Bu nedenle dostluk” iyi ve erdemli “insanlar arasında erdemli oldukları sürece sürer”, çünkü “erdem süreklidir (NE 1156b 10-15).” İyi insanlar arasında olan erdeme dayalı bu tür dostluk ilişkilerinde dostlardan her biri bir bütün olarak iyidir ve dost için iyidir (NE 1156b 10-15).” Aristoteles genel bir deyimi aktarıyor dostluğu daha tam olarak tanımlamak için: “Dosta dost olduğu için iyi arzulanır diye söylenir (NE 1155b 32).”
Aristoteles dostluğu bir erdem veya erdem ile yakından bağıntılı bir ilişki biçimi olarak görür. Bir ilişki biçimi ve bir erdem olarak adalet ile kıyaslandığında dostluk daha erdemli ve bu çerçevede ilişkilenenler diğerini kendi başına amaç edinir. Bu bakımdan dostluk adalete göre çok daha güçlü bir ilişki biçimidir. Aristoteles’e göre dostlar arasında adalete gerek duyulmamaktadır, fakat adiller arasında adaletin tamamlayıcısı olarak dostluğa ihtiyaç vardır ve en yüce hukuk dostlar arasında görülmektedir (NE 1155a 25-30).” Bu bakımdan dostluk bir ilişki biçimi olarak adalet ile kıyaslandığında dostluk hakkında “yaşam için en çok zorunlu olandır” denebilir (NE 1155a 5). Hatta Kant bir ilişki biçimi olarak “dostluk, insanlar arasında ödevdir” diyor. Fakat Aristoteles’in burada çıkara, yarara ve beklentiye dayanan dostluk türleri olarak ele aldığını kanımca pekâlâ bir ilişki biçimi olarak adalet çerçevesinde görebiliriz. Zira bu tür dostluklar “eşitlik” ilkesine dayalıdır ve taraflar birbirlerine ilkesel olarak elde ettikleri şeye eşit bir karşılık vermek zorundadırlar. Bu tür dostluklar hep bir karşılık beklentisi üzerine kurulmuştur. Bu nedenle Aristoteles bu tür dostlukları “daha az derecede ve daha az süren” dostluklar olarak tanımlıyor (NE 1158b 1-10). Buna karşın erdeme ve ahlaka dayalı dostluklar kelimenin gerçek anlamında dostluklardır ve bu tür dostluklarda karşılık beklemeden verilir, çünkü dostluk zaten arzulananı hep kendiliğinden sunacaktır. Bu nedenle bir ilişki biçimi olarak adalette olduğu gibi birtakım peşin beklentilere dayanan dostluklarda karşılıklı ilişki “yükümlülük” (NE 1162b 27) üzerine kurulmuşken, erdeme ve ahlaka dayalı dostluklarda dosta dost olduğu için karşılık beklenmeden verilir. Bu nedenle ahlaki dostluklar “gönüllülük” ilkesi üzerine kuruludur (NE 1163a 1-5). Aristoteles, ilişkilerinde gönüllülük ilkesi geçerli olan etik veya ahlaki dostluğu gerçek dostluk olarak görür.
Aristoteles’e göre bir ilişki biçimi olarak dostluk, genel olarak toplumsal düzen ve uyumlu ilişkilerin sağlanması için toplumun ahlaki dostluk ilkesi üzerine inşa edilmiş olması gerekir. İnsanların dostluk içinde yaşayabilmelerinin önkoşulu, yukarıda gösterdiğim gibi onların ilişkilerini ahlaklılık ve erdem üzerine tesis etmiş olmalarıdır. Bu ise ancak ilişkilerini barış ilkesi üzerine kurmuş olanlar arasında mümkündür. Bundan hareketle barış ve dostluk içinde yaşayanların oluşturduğu toplumlarda her bir ferdin bedeninde toplumun tüm fertleri kadar ruh var denebilir. Böyle bir toplumun üyelerinin teker teker her biri toplumun en az toplamı kadar güçlü olacaktır. Jean-Jacques Rousseau Toplum Sözleşmesi’nde toplumun genel iradesi ile bireylerin özel mülkiyetlerini topluma devredip toplumsallaştırarak ortaklaştırmaları arasındaki diyalektik ilişkiyi bu şekilde açıklar. Rousseau’ya göre özel mülkiyetini topluma devredip toplumun tüm mülkiyetini ortak sahiplenenler, bir şey kaybetmez, zayıflamaz. Tersine, toplumun en az toplamı kadar güçlü olurlar, çünkü artık toplumun tüm mülkiyetine sahiptirler. Fakat bu, Aristoteles’in adalet kuramı bağlamında açıkladığı gibi ancak dostlar arasında mümkün olan bir ilişkidir. Dostluk ise yalnızca ilişkilerini kalıcı barış ilkesi üzerine kurmuş olanlar arasında oluşabilir.
Prof. Dr. Doğan Göçmen
Kaynakça:
Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, BilgeSu Yayıncılık, Ankara, 2009.
Aslanoğlu, İ., Kul Himmet Üstadım, Can Yayınları, İstanbul, 2014.
Aşık Veysel, Dostlar Beni Hatırlasın: Bütün Şiirleri, Sanatı, Hayatı, der. Ümit Yaşar Oğuzcan, İstanbul: Özgür Yayınları, 1995.
Gölpınarlı, A. (yay.), Yunus Emre: Hayatı, Sanatı, Şiirleri, İstanbul: Varlık Yayınevi, 1954.
Hikmet, N., “Dostluk” ( http://siir.sitesi.web.tr/nazim-hikmet/dostluk.html (erişim 23 Kasım 2020) ).
Locke, J., Two Treatises of Government, yay. Peter Leslett, Cambridge University Press, Cambridge, 1988.
Locke, J., Hükümet Üzerine İkinci İnceleme, çev. Fahri Bakırcı, Babil Fahri Bakırcı, Babil Yayıncılık, Ankara, 2004.
Şiirlerimizde dostluk teması için bir derleme için bkz.: https://www.antoloji.com/nedir/dost/ .
Kant, I., Die Metaphysik der Sitten, Werkausgabe, yay. Wilhelm Weischedel, Suhrkamp Verlag, Frankfurt a.M., c. 8 içinde, 1977.
Smith, A., An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, c. 1, Liberty Fund, Indianapolis, 1981.
Smith, A., Milletlerin Zenginliği, çev.: Haldun Derin, sunuş: Gülten Kazgan, Türkiye İşbankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2010.
Oğuzcan, Ü.Y., Taşlamalar, Hicivler, c.1, İstanbul: Özgür Yayınları, 2004.
Tarancı, C.S., “İmkânsız Dostluk” (http://siir.sitesi.web.tr/cahit-sitki-taranci/imkansiz-dostluk.html (erişim 23 Kasım 2020)).
Kaynak olarak: Editörlüğünü Abrim Gürgen hocamızın yaptığı “Erdem Üzerine Tartışmalar” (Doğu Kütüphanesi) adlı eserden alınmıştır.
#felsefe #deneme #PirSultanAbdal #NazımHikmet #CahitSıtkıTarancı #AşıkVeysel #dostluk #siirsokakta #Aristoteles #YunusEmre #DoğanGöçmen #Edebiyat
0 notes