#intihar dükkanı
Explore tagged Tumblr posts
0mecruh · 2 months ago
Text
" siz ne istemiştiniz ?
- kendimi asmak için bir ip
4 notes · View notes
nesteryarasi · 1 year ago
Text
Hayatta başarılı olamadınız mı? Bize gelin, ölümünüzü başaracaksınız.
19 notes · View notes
takisiz-isimtamlamasi · 2 years ago
Text
Tumblr media
2 notes · View notes
deppsshi · 19 days ago
Text
Tumblr media
Alan sonunda başarmıştı
ve o eli bıraktı
1 note · View note
denizke · 7 months ago
Text
"Hayat yaşama zahmetine değmiyor."
1 note · View note
postakutusundakisair · 8 months ago
Text
Tumblr media
Karanlığı vardı yüzünün
Öptüğüm sanrılarla
Rutubetli bir yalnızlık vardı
Üşürdüm
Çekinik davranırdın
Dudaklarıma ölüm kalım emri
Verilmişti nedense teninden
Sakince uzaklaşmamı beklemiştin
Öteki tarafta uzanamadığım
Yarım yüzyıldan kalma hislerimle
Göçerdim kentinden bir diğerine
Gözlerimi gör ki
Yarım bakıyor aydınlığına
Şafak sayılı hatıralarım
Kokun tedavülden kaldırılmış
Yakılıp yıkılmış parfümeri dükkanı
Sayıklıyorum ardından
Sürünerek attığın adıma
Adımı katarak
Bir kez daha diyorum adını
Şiirlerim sana gelmiyor mu
Yollarda kamyonlarda
Posta kutularında mı
Kaldı ki ben intihar ediyorum
Her bir kelimeye karşılık
Sayıklayışlı ruhumu
Biliyor musun
Buraların havası yetmiyor
Sen gibi içime çektiğim
Hülasalı serzenişlerim
Senden sonra çok kelime geldi geçti
Kimi dertli kimi kisveli
Ne derlerdi bilinmezdi
Ahındır üzerime çöken
Kalemimi sivrilten
Her gece ama her gece
Yüreğime bir bıçak gibi saplamalı
Aşklar akıyor damlıyor
Öksürüp ölmek gibi yaşıyor
Kahırlı kaderini silmekten
Tayin süreçlerini kemirmekten
Defolup memleketine gelmekten
Çaresi kalmamış
Yakarışlı terminaller görmekten
Sana sığınmıştı
Aşkına kul köle olmadan anlamamıştı
Kazanın dibini boylamamıştı
Hasretlik kaynayan çorbasından
Bir kaşık almamıştı
Anladı kapladı içini
Adım attı her yerine dünyanın
Bulamadı zehr-i mekanını
Kendimle
Üçüncü tekil şahış kipiyle
Konuşma şanına yükselmiştim
Anne ben iyi biri miyim
Yoksa rüyalarım benimle
Kabuslu tiyatrolar mı oynuyor
Gece karanlığında
Hastalığın koynunda sana sarılışım
Yaşatacaktı beni hasılı aşklarında
Tükenmeli ömrüm
Karalamadan defteri kağıdı
Silmeyi bilmeden yırtığım
Kalbine çivi çakmışım
Üstünde kirli paslı bir ayna asılı
Kalbine her baktığımda
Sende olmayan benimi görmüşüm
Aşk sanmış bu kara cahil halim
Ayrılığındı düşen ayna
Kendimi göremedikten sonra...
Ξ.
'Ben Kimdim Anne'
16 notes · View notes
evliyacelebinintorunuu · 7 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media
Günün kitabı : Jean Teulé - İntihar Dükkanı 🍀
13 notes · View notes
birsarhosunruhu · 1 year ago
Text
karanlığın içinde tabelası parlıyor, intihar dükkanı.
1 note · View note
livxsss · 3 years ago
Text
Tumblr media
3 notes · View notes
kinyasvekayra · 5 years ago
Photo
Tumblr media
-Her kırk dakikada bir intihar, yüz elli bin intihar girişimi, on iki bin ölü. Korkunç... -Evet, korkunç, ne kadar çok başaramayan var bu işi. 
Hayatta mağlup oldunuz ama ölümde başarılı olacaksınız.
- İntihar Dükkanı (Le magasin des suicides) , Jean Teule
46 notes · View notes
elizabethin-torunu · 7 years ago
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Le magasin des suicidés / İntihar Dükkanı (2012)
32 notes · View notes
mltmdgci · 5 years ago
Photo
Tumblr media
Deliler Teknesi Dergisi-Sayı:78 Deliler Teknesi Dergisi'nin Kasım-Aralık 2019 sayısında Jean Teulé'nin İntihar Dükkanı hakkında yazdım.  Dosya: Edebiyat ve İntihar. İyi okumalar...
0 notes
doriangray1789 · 2 years ago
Text
Osmanlı Dönemindeki İlk ve Tek Deneysel İntiharı Gerçekleştiren Şair: Beşir Fuad Ölümün şiirini yazabilmek için bileklerini kesen, akan kan eşliğinde yazmaya koyulan ve o sırada ölen Türk şair Beşir Fuad'a dair bilinmesi gerekenler. bilinçli' intiharından dolayı 'unutturulmuş' beşir fuad, osmanlı'da denemenin, yazınsal eleştirinin, eleştirel biyografinin ilk ürünlerini veren, yine ilk materyalist unvanını taşıyan kişidir. 1852 yılında dünyaya geldi. fransızca, ingilizce ve almanca bilen fuad, ömrünün son üç yılına sıkıştırdığı yazı hayatında, çevirileriyle birlikte 200'e yakın yazı ve 16 kitap yayınlamıştır.beşir fuad, 6 şubat 1887' de, cağaloğlu yokuşu'nda kitapçı arakel' in dükkanı karşısındaki 12 numaralı evinde gece geç vakit bileklerini kestiğinde 35 yaşındaydı. bileklerindeki kesik atardamarına klorit kokain şırınga ederek intihar etti. ölürken izlenimlerini kanıyla bir kağıda yazıyordu: "ameliyatımı icra ettim. hiçbir ağrı duymadım. kan aktıkça biraz sızlıyor. kanım akarken baldızım aşağıya indi. yazı yazıyorum, kapıyı kapadım diyerek geri savdım. bereket versin içeri girmedi. bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. baygınlık gelmeye başladı.canib-i zabıtadan gelecek tahkik memuruna size anlatmağa mecbur olmadığım bazı esbabdan dolayı terk-i hayata mecburiyet gördüm. kendi kendimi öldürdüm. benim yazım ve imzam alem-i matbuatta bulunan muharrirlerce malumdur. binaenaleyh beyhude işgüzarlık edeceğim diye zaten matem içinde bulunacak familyam azası hakkında bi-lüzum tahkikata girişip de onları iz'ac etmeyiniz. şu itirafnamem intiharın vukusunu müsbittir. sizin vazifeniz kağıdı alıp bir jurnal ile makama takdim etmekten ibarettir.vücudumu teşhir olunmak üzere mekteb-i tıbbiyye'ye teberrüan bahşettim. cenaze oraya naklolunmalıdır. beşir fuad" 5 şubat 1887gelen doktora söylediği söz: "zahmet etmeyin, beş dakikalık ömrüm kaldı" oldu.
Tumblr media
5 notes · View notes
simurguvercinka · 3 years ago
Text
Denize inen sokakların tarihinde bir yeri var mıdır? Bilinmez. Ne ki yol kesen denizlerin kuşattığı bütün sokaklar, bir yerde gelir buluşur durağın biriyle.. Boyacıköy Durağı... Boyacıköy Durağı, bir hüznün mekanıdır. Dört mevsim sonbaharı yaşar, inerken solda bir telefon kulübesi durur. Boyası dökülmüştür, köhne bir görünüşü vardır. Telefon kulübelerinin tarihini bilmemiş olsanız, onun için rahatlıkla “asırlık” diyebilirsiniz. Eski rum meyhanelerine, kumsallarda çatılmış küçük balık lokantalarına benzer. (Gel ey denizin nazlı kızı ve laterna) Bırakılmış çiftlikler, terk edilmiş ahşaplar gibidir. Bırakılmış hayatlar gibi. Sanki oradan hiçbir yerle konuşamazsınız, orası yalnızca bir konuşma umududur; umutsuzluk telefonlarının edildiği, kederli haberlerin iletildiği: ölüm, intihar, ayrılık, karasevda ve benzeri. Telefon kimsesizlikleri yaşayanlara, gece yalnızlıklarını telefonlarla gidermeye çalışanlara oradan telefon edilir. Umutsuz defter satırlarında mayınlı numaraların izini sürenlere, hiç ses verilmeden kapatılan çaresiz arayışlara, bir sese, bir soluğa sığınarak gecelere tutunanlara, hep oradan telefon edilir. Arkasında bir puslu deniz çalkalanır durur, intihar karası bir efkar duman duman gezinir denizin üzerinde. Kimse kimseye dilini öğretemez o telefonda. Üşüyerek, elleri ceplere saklayarak, titrek seslerle konuşulur. Ertelenmiş randevular, tavsamış birliktelikler, kurtarılmaya çalışılan evlilikler, dön bana telefonları. Hiçbir şey değişmez. Denizin üzeri duman. Kulübenin ardında iki katlı, yaşlı bir bina vardır.Bir bırakılmışlık duygusu taşır lodosun eskittiği yüzünde. Pencerelerine hep yağmur yağar.(Camlarda yağmur izi.) Gençliğine doyamamıştır. Alt katında kimi işlemez dükkanlar, üst katında ise küçük bir sahil lokantası. Dekorunu ve yemeklerini yıllardır hiç değiştirmemiş bir sahil lokantası. Her bina, her yol, her ayrıntı denize göre konum almış gibidir; denizle yüzleşir durur. İnerken sağda kapışı çıngıraklı bir eczane -içinde ak saçlı, deniz kadar yaşlı, yuvarlak gözlüklü bir adam, ilaç kutularının ardında gülümser-, onun yanında yalnızca tek koltuğu bulunan bir berber dükkanı ve sürekli köşede bekleyen, gözünü denizden hiç ayırmadan bekleyen bir inzibat eri vardır. Gözleri hep denizdedir, gözlerini alamaz denizden. Sanki o köşeyi değil de, denizin başını bekliyordur. Ve sanki Kars'lıdır, Erzurum'ludur. Hiç deniz görmemiştir askerliğine dek.Ve sanki şimdi denizden hiç ayrılamayacağını düşünüyordur. Kim bilir belki de kapkara bir balıkçı sevdasına tutulmuştur. Denizle ödeşecektir. Bütün bunlar bir fotoğraf sessizliğiyle denize karşı durmuş, beklerler. Boyacıköy Durağına, yukarıdan aşağıya inerken, Reşitpaşa'dan, Emirgan sırtlarından çoğalan nice yan sokak (Ki hepsi küçük parke taşlı, kafesli pencerelerinden saksılar taşan evleri taşlıklı, kapıları tokmaklı, yokuş inen, yokuş çıkan) gelir buluşur denize çıkan ve daha çok bir balık sırtını andıran bu uzun sokakla. Tıpkı deniz özlemi çeken küçük derelerin gür bir ırmakla kavuşması gibi. Sokaksa tutar elinden bu küçük sokakların, tutar elinden iki yanına dizilmiş basık tavanlı, yorgun kepenkli, küçük dükkanların, her gün denize iner. Yedilerden, tepelerden denizlere inen en eski İstanbullulardandır bu sokak.
Tumblr media
Sabahları işlerine gitmek için -ya da öğle üzerleri bir yerden bir yere- denizi unutan, aklından çıkarmış olan bu insanlar, bu yan sokakların birinden buraya kıvrıldıklarında, anlarlar ki deniz vardır. Oradadır. Karşılarındadır. Yürekleri hızlanır. Adımları hızlanır. Deniz, yol kesen bir Bizans eşkıyası gibi çıkar önlerine.(Var mıdır böyle eşkıyalar Bizans'ta? Yoksa çağrışıma başka yerlerden mi taşınmışlardır?) Kirli beyaz, buruşuk pardösüsünün ceplerinde ellerini taşıyarak sokağın yokuşunu inen Genç Adam, mutsuz, hüzünlü ve karamsardı. Geleceğini ve geçmişini ince bir sızıyla düşünüyordu. Yanlış maceralarla, olmadık yanılsamalarla bunca yıl avutulamamış olan içindeki o sızılı boşluk. Boğazın pusu, nemli sokak taşları, onarılmaz sonbahar, uzakta İstanbul sesleri ve hayatları, her şey, her ayrıntı keder veriyordu ona. Elleri zaman zaman metalin kara soğuğuna
değiyor, ürperiyordu. Sırtından, bacaklarının arasına doğru ince bir üşüme geçiyordu. Durağa inmek için yan sokaklardan birini döndü. Denize ve durağa inen o uzun sokağa çıktı.Karşısında kalın mavi bir çizgi olarak deniz duruyordu. Dalgalanarak duruyordu. Bütün deniz benzetmeleri tüketilmişti. Bunu düşündü. Denizi anlatmaya hiçbir şey yetmiyordu artık. Deniz için tasarlanmış hiçbir sözcük, hiçbir benzetme, hiçbir imge insanları heyecanlandırmıyordu. Yalnızca denizi mi? Hangi coşku, hangi sevda, hangi çağsama sözcüklerden geçerek başka bir yüreğe, başka bir duyarlığa sızabiliyordu artık? Dünyada çok büyük bir yangın çıkmıştı ve bu yangında ilk kurtarılacak olan kendi hayatıydı. Ama nasıl olacaktı bu? Ya da olası mıydı? Herkes denizlerini tüketmişti. Telefonları tüketmişti. Hayatımızdaki her şey sürüncemede kalmıştı. Bu yüzden hiçbir şey tat vermiyordu. Geçmişin olanca görkemi ve sızısıyla birbirine açılan bu sokaklarda yürürken bunları düşünüyordu. Bütün takvimleri ve tarihleri birbirine karıştırarak düşünüyordu. Bu yüzden olsa gerek her seferinde deniz çıkıyordu aklından, unutuyordu onu, ama bu sokak birdenbire Gemliğe doğru deniz de böyle miydi? Denizin kıyısında, Sarıyer'e giden otobüslerin durduğu o duraktan binerdi her gün otobüse. O durak yaşantısının bir parçasıydı. Berberi, eczaneyi, inzibat erini, telefon kulübesini, küçük sahil lokantasını o da biliyordu. Hepsinin önünden geçti. Tam karşıya geçerken, bir gelin arabası yavaşlayıp durdu. Simsiyah, upuzun bir gelin arabası, süssüz, gösterişsiz. Tüller içinde bir Gelin, karalar içinde bir Damat. (Çelişkinin sosyal apaçıklığı) Ve biri arabayı kullanan olmak üzere iki kişi lokantanın kıyısına demir attılar. Tüller içerisindeki geline şöyle bir göz attı Genç Adam; bir siyahlık ve kırmızılık çarptı gözüne. O kadar. Bütün yüzü o kadardı sanki. Çocukluğu ve bütün aile albümleri uyanmıştı.Karşıya geçti, durağa, bineceği otobüsü beklemeye koyuldu.
Tumblr media
Sonra indiler arabadan. Gelinliğin eteklerini tuttu Damat. Yoldan geçen birkaç kişi durdu, baktı. Bu birkaç kişiden biri, bir kızkurusuydu. Öyle olmalıydı. Önce bir mahalle fotoğrafçısına gideceklerini düşündü Genç Adam. Nikahtan ya da düğünden önce çektirecekleri o son resmi düşündü. Mesut insanlar Fotoğrafhanesi'ni arıyorlardı belki de. Bir balıkla, ya da bir denizle yan yana durmak isteyebilirlerdi bir resimde. Oysa lokantaya girdiler. Lokanta, durağın tam karşısına düşüyordu. Camın kıyısındaki masaya oturdular. Gelin, camın kıyısına oturdu. Yüzünü açmıştı. İnce bir siyahlık ve kırmızılıktı yüzü. (Gözleri, dudakları, hülyası) Yanında Damat, karşılarına da o iki adam. İkisi de siyah giysiliydi adamların. Asık suratlıydılar. Parayla tutulmuş gibiydiler. Sevinçsizdiler, her şey gibi.Sanki iş konuşmaya gelmişlerdi. Bakışları duygusuzdu. Kimse kimseye ilişmiyordu. Kimsenin yüzü kimseye bir şey anlatmıyordu. Duvarlarına atılmış ağların arasına gizlenmiş ölü ışıklarla aydınlatılan, tavanından ölü balıklar sarkan ve cam bir kafese benzeyen ucuz, küçük bir sahil lokantasına yemek yemeğe gelmişlerdi yalnızca. Gelinle göz göze geldi Genç Adam. Birkaç kez daha göz göze geldi. Her defasında biraz daha güçlü bir gönül yakınlığı kurdular. Sessizliğin dilinde her ikisi de kendi şiirlerini yaşıyorlardı. Birkaç otobüs geçti, binmedi. Balık söylemişlerdi. Balıkları gelmişti. Balıklarını yiyorlardı. Gelinle uzun uzun ve ısrarlı bakışıyorlardı artık. Yaralı bir ceylan gibi bakıyordu. Gelin Sanki kurtarılmayı bekliyordu. Sanki ölümün elinden alınmak istiyordu. Ve sanki artık hiçbir şey istemiyordu. Dünyadan vazgeçmişti .Ve sanki artık Genç Adamı delicesine seviyordu. Anlamıştı. Genç adam ise bir vurgunu yaşıyordu. Bir karasevdayı, inzibat denize bakıyordu. Arada bir eczanenin çıngırağı çalıyordu. Berberin koltuğunda hala aynı adam oturuyordu. (Berber kendi kendini sonsuza dek traş ediyordu; Ya da bunun böyle olması gerekiyordu) içindeki o sızılı boşluğun taştığını duyumsuyordu Genç Adam. O boşluk kendi kendini yok ederek doluyordu. Genç Adam mazisini, mazisi de Genç Adamı arıyordu şimdi. Yıllardır bu anı beklemişti. Sevda, bir cinnet gibi çıkagelmişti. Bu gelini deli gibi seviyordu. Bu düşü deli gibi seviyordu. Bütün yaşadıkları bu güne hazırlıktı sanki. Şimdi karşısında sonsuz bir fotoğraf gibi duran bu Gelin için her şeyi yapabilirdi. Ondan vazgeçemeyeceğini anlıyordu. Umarsızdı. Birkaç otobüs daha geçti. Gidemedi. Geçsindi. Otobüslerin gelip geçişini artık Gelin de izlemeye başlamıştı. Meraklı gözlerle kolluyordu her geçen otobüsü. Kaygıyla bakıyordu onlara. Her defasında otobüsün ardında kalan Genç Adamın bu en son gelen otobüse binip gitmiş olabileceğini düşünüyor, derin bir sızıyla sarsılıyordu. Lokmaları hızlanıyordu o zaman. Oysa az sonra, otobüs hareket edip de, durağın önünü boşalttığında, Genç Adamın gitmeyip orada hala bekliyor olduğunu görünce, delice, coşkun bir sevgi kaplıyordu içini! Bir o kadar da sevinç. Bu, yüzünden okunuyordu. Artık onu kimseye bırakamazdı. Bunu anlamıştı. Bir otobüs daha geldi. Ağır ağır geldi. Gelinin yüzü bir kez daha bulutlandı. Bu kez durakta fazla kaldı otobüs; bir türlü kalkmak bilmiyordu. Lokmasını yutamadı. Gelin Gözleri durağa asılı kaldı. Az sonra, otobüs durağın önünden ağır ağır kaydı. Baktı Gelin, yoktu. Durak boştu. Gitmişti. Yerinden fırladı. Bütün masadakiler ona şaşkınlıkla baktılar. Kimse ne olup bittiğini anlamamıştı. Oysa Genç Adam durağın az ilerisinde duruyordu. Gitmemişti, yer değiştirmişti yalnızca. Sevdasından emin olmak istemişti. Bu düşe inanmak istemişti. Yüzü ışıyordu. Onu kimseye bırakamazdı artık; kararını vermişti. Gelin yerine oturdu. Yemeklerine devam ettiler. Az sonra çıktılar lokantadan. Arabaya yöneldiler. Genç Adam yaklaştı onlara; tam arabaya bineceklerdi ki, tuttu kolundan Gelinin: “Gitme, seni seviyorum,” dedi. “Biliyorum,” dedi Gelin “Ama yapacak bir şey kalmadı artık". “Beni seviyor musun?” diye sordu Genç Adam. “Böyle olacağını biliyordum zaten. Evleneceğim gün böyle bir şeyin olacağını” “Beni sevdiğini olsun söyle,” dedi Genç Adam. “Bunu zaten biliyorsun,”
dedi Gelin “Hem zaten bu neyi değiştirir ki?” “Olsun senden duymak istiyorum. Bütün hayatımı bu sözü duymak için yaşadım ben” “Seni seviyorum,” dedi Gelin “Ama yalnızca seviyorum”
Tumblr media
Lorenzo Quinn
“Artık seni bırakamam” “Evleniyorum ben. Gitmek zorundayım” “Buna izin veremem” “Çaresizim inan. Ne yapabiliriz ki hem? Elden ne gelir? Her şey için çok geç. Ben de ömrüm boyunca seni bekledim. Ama geç geldin sen. Çok geç...” “Daha önceleri hep başka şeyler oldu, başka şeyler, hep ayağıma takılan bir sürü şey...” “Çok seviyor beni. Hiç olmazsa beni çok seven biriyle evlenmek istedim .Geç kaldın sen. Çok geç geldin.” “Seni seviyorum. Seni çok seviyorum. Seni kimsenin sevemeyeceği kadar çok seviyorum. Seni uğruna her şeyden vazgeçecek kadar seviyorum. Sen gidersen yaşayamam inan. Sensiz yaşayamam.” “Onu üzmeye hakkım yok. Duygularıyla oynamaya. Beni o da çok seviyor. Sen yokken o vardı. Beni hep sevdi. Bana ihtiyacı var. Başkasını sevdim diye, ben şimdi sevdim diye, onu bırakamam.” “Ama sonra çok pişman olacaksın. Çok pişman olacağız. Her ikimiz de. Çok mutsuz olacağız.”
Tumblr media
“Buna mecburuz. Görüyorsun ya hayat bizi sevmiyor.” “Ben deliririm sen gidersen. Ölürüm. Öldürürüm...” “Zamanla unutursun. Zaman her şeyi onarır. Sen çok güçlü ve çok akıllı bir insansın.” “Güçlü ve akıllı olmak istemiyorum, artık mutlu olmak istiyorum.” “Güçlüsün sen inan, çok güçlüsün. Güveniyorum sana. Direnirsin zamana ve kazanırsın.” “Yanlış bir zafer olmaz mı bu?” “Olsun ne çıkar? Hangi zafer doğru kazanılıyor ki sevgilim?” Adamlar huzursuzlandılar. Sabırsızlandılar. Genç Adam hala kolunu bırakmıyordu Gelinin. “Niye anlamıyorsun?” dedi Gelin “Aşkımız bir günahtı...” “Son sözün bu mu?” “Bu,” dedi Gelin “Yazık ki bu” “Ama hiçbir şey konuşmadık ki, hiçbir şey konuşmadık daha...” “Konuşacak bir şey yok inan. Geç kaldın. Geç kaldık. Hepsi bu. Ama düşünsene hiç olmazsa severek ayrılıyoruz. Hiç olmazsa bu ayrılığı yaşatacağız kendimizde.” “Adını söyle bana, hiç olmazsa adını söyle.” “Ne önemi var adımın? Zaten şu yaşadığımızın da bir adı yoktu ki sevgilim. Yaşandı, güzeldi ve bitti. Ayrılık bir sevda kaderidir. Bilirsin; öğrenmiş olmalısın. Öğretmiş olmalılar.” “Seni bırakmam.
Bırakamam.” “Sana mutluluklar dilerim, inan böyle ayrılmak istemezdim. Ayrılmak istemezdim. Elveda... Hayatımda ilk kez elveda diyorum.” Gelin, kolunu kurtardı Genç Adamın elinden. “Daha hiçbir şey konuşmadık ki” dedi Genç Adam. Gelin arabaya binmek için eğildi Genç Adam haykırdı ardından: “Daha hiçbir şey konuşmadık!” Sonra pardösüsünün cebinden kara bir nagant tabanca çıkardı. Tabanca tüller içerisindeydi. Geline yöneltti namluyu. Gelin, döndü ardına, baktı. Ölümcül bir gülümsemeyle baktı. Genç Adam anladı ki kurtuluş yoktu; tetiği çekti. Gelin kanlar içinde yuvarlandı yere. “Seviyordum,” dedi Genç Adam “Ölesiye seviyordum...”
Tumblr media
Truls Espedal
Ellerini cebinden çıkardı, metalin kara soğuğu ürpertmişti, belinden bacaklarının arasına doğru ince bir üşüme yayıldı. Durağa geçti. Otobüsü beklemeye koyuldu...
Murathan Mungan
6 notes · View notes
denizke · 7 months ago
Text
"Yaşamak öldürür."
0 notes
bungoustraydogs-tr · 4 years ago
Text
Dazai’nin Giriş Sınavı 1. Bölüm
Tumblr media
Wattpad linki
   Bu sabah yağmurluydu.
  Heybetli ve soğuk bir kış yağmuru aşırı soğukların geldiğinin habercisiydi.
  İdeallerime göre yaşamayı dilerdim.
  İdeallere göre hareket etmek, ben bunun için çalışıyorum. Korkusuzca, ilgimi kaybetmeden ve duraksamadan ilerlemek...
  Kahretsin! Gelecek hakkında hayal kurma ayrıcalığını kovalamak için profesyonel görevlerimi sadakatle yerine getirmeme rağmen müteşekkir olacak mıyım?
  Yokahama Limanı'nın yanında bulunan uçuruma tırmanırsanız, Silahlı Dedektif Ajansı ofisini görebilirsiniz.
  Kırmızımsı kahverengi renginde tuğla bir bina. Eski bir yapı olduğundan ve deniz meltemi güçlü olduğundan su boruları ile telefon direkleri bile paslanmış. Dış görünüşünün şüpheli gözükmesine karşın aslında sağlam bir binadır. Öyle ki, düşman makineli silahla ateş açsa bile içeriye ufacık bir zarar veremezler.
  Neden kendime güvenerek bunları anlatıyorum? Çünkü deneyenler olmuştu.
  Basitçe Silahlı Dedektif Ajansı binası sadece dört kat, bunların dışında diğer katların kendi şahsi kiracıları var. İlk kat bir kahve dükkanı, ikinci kat hukuk bürosu, üçüncü kat boş ve beşinci kat çeşitli malzemeler için depo olarak kullanılıyor. Maaş günlerinden önce genelde kafeye borçlanırım, ne zaman belalı bir iş gelse aşağıya, hukuk bürosuna inip yardım için yalvarırım.
  Şimdi, işe gitmek için anlattığım binanın asansörüne biniyorum.
  Asansörden indim ve Silahlı Dedektif Ajansı ofisinin kapısının karşında durdum. Fırça ile yazılmış, basit bir Silahlı Dedektif Ajansı tabelası çerçevelenmiş ve kapıya asılmış.
  Kol saatime baktım. Sabah sekizde işe gitmeme kadar hala 40 saniye var.
  Biraz erken geldim.
  Zamana katı bir şekilde uymak benim parolam. Beklemek zorunda kaldığım 40 saniyede defterimi açtım ve bugünün planını bir kez daha gözden geçirdim. Kahvaltı zamanıma, yurttan ayrılış saatime, kırmızı ışıkta bekleme süreme bir kez daha baktım ancak sırf bir kere bir aksilik yaşadığım için bu plana ölmüş gibi davranmayacaktım.
  Defterimi okurken kafamda bir ampul yandı. Yakamı düzelttim ve bir kez daha kol saatime baktım.
  ...Zamanı geldi.
  "Günaydın."
  Kapıyı açtım.
  "Ah, Kunikida-kun! Günaydın. Hey, şuna bir baksana! Tam bir rezalet!"
  Dazai aniden kapının önünde ortaya çıktı. Gülümsüyordu.
  "Uzun bir çabadan sonra, sonunda başardım! Oh, ne kadar muhteşem bir dünya burası! Ölümden sonraki dünyadayım, Ölüler Diyarı! Tıpkı hayalimdeki gibi, bak! Yerden dumanlar yükseliyor, cama vuran ay ışığı bilindik hissettiriyor, pembe gökyüzünde bir fil dans ediyor!"
  Garip el kol hareketleri yaptı ve ofis kapısının önünde dans etti. Ne baş belası ama...
  "Hohohoho, umduğum gibi Mükemmel İntihar El Kılavuzu tam bir başyapıt! Sadece dağ sırtlarındaki patikalarda yetişen mantarları yiyerek İntihar için böylesine mutlu ve zevk verici bir yol buldum! Muhteşem! Hohoho!"
  Dazai'nin gözleri sabit değildi. Göz bebekleri seğiriyordu.
  "L-lütfen bir şeyler yap, Kunikida-san!" Bir ofis çalışanı yaşlı gözleriyle bana baktı.
  Sanıyorum ki, daha iş saati başlamadan bu haldeydi.
  Dazai'nin masasına göz attım.
  Masada lanet antika kitap, Mükemmel İntihar El Kitabında tek bir sayfa açıktı. Sayfadaki başlık "Mantar Zehriyle Ölüm"dü. Kitabın yanındaki tabakta ısırılmış bir mantar vardı.
  Dahası, dikkatle bakılırsa kitapta çizilmiş mantar ile tabaktaki arasında ufak bir renk farkı vardı.
  "Hey hey, Kunikida-kun, sen de Ölüler Diyarı'na gel! İstediğin kadar alkol içebilirsin, sonsuz yemek var ve istediğin kadar güzel kadınları koklayabilirsin!"
  "Lütfen bize yardım et Kunikida-san! Her şeyi denedik, yine de..."
  Lafın kısası Dazai'nin yediği mantar ölümcül zehirli olan değildi, bunun yerine halüsinasyon görmesine sebep oluyordu.
  Ama bu şey...
  Her sabah, tam işe geldiğim vakit, planlarımı ve yapacaklarımı mahvediyor. Eğer ki sabah planlarımı düzgünce yerine getiremezsem günün geri kalanını sorun çıkartmadan halledebilir miyim ki? İmkansız.
  Sarsılan ve kıpırdanan Dazai ile ağlamak üzere olan çalışanı görmezden gelerek kendi masama doğru yürüdüm.
  Her zamanki gibi çantamı masaya koydum. Sonra bilgisayarımı çalıştırdım. Her zaman yaptığım gibi pencereleri açtım.
  "Vay, Kunikida-kun, pencerenin ardında dev bir denizşakayığı var! Muz! Muz yiyor! Etrafımızda beyaz bir parti düdüğü öttürüyor!"
  Her zamanki gibi kahvemi bardağıma koydum. Güne başlamadan önce gereksiz dosyaları kağıt parçalayıcısına attım.
  "Anladım! Soyunacağım! Üstümdekileri çıkarırsam seyirci reytingleri yükselecek! Kolay bir görev değil ama n'olucak, soyunayım! Sonra değişiklik olsun diye tayt giyelim! Herkes tayt giysin, sonra bankaya gidip Kazak1 Dansı yapalım!" Her zamanki gibi telgraftaki yazışma kutusunu kontrol ettim. Kahvemden bir yudum aldım.
  "Bir ses duyuyorum... urgh, ka-kafamın içinde! Küçük bir dede! Ve bana fısıldıyor, Kyoto'yo git, eşsiz lezzetiyle gerçek tofuyu yiyeceksin2 ve ben dene-"
Dazai'nin kafasının ardına uçan tekme attım. Duvara çarptı ve bayıldı.
  000
  Baştan başlayalım.
  Sınavdan kesinlikle 0 puanla kalan kişi, yaklaşık 4 gün önce iş arkadaşım oldu.
  "Yeni çalışan mı?"
  Başkanın odasına çağrıldığım o gün iş dosyalarını düzenliyordum.
  Yeni bir dedektif işe alınmıştı ve benden onunla ilgilenmem isteniyordu.
  Beklenilmedik bir durumdu.
  Dedektif Ajansında çalışmak öldürmeyi ve kavga etmeyi gerektiren tehlikeli bir iş olmasına rağmen personelimizin yetersiz olduğunu hiç duymamıştım. Bu yüzden yan işim olarak okulda haftada iki kez cebir öğretmeni olarak çalışıyordum.
  Doğal olarak, son "Terörizmin Mavi Bayrağı" davası ya da "Yokohama Turistlerinin Seri Kayboluşu" vakası yahut illegal organizasyon Liman Mafyasıyla yaşanan çekişmeler gibi gibi davalarda Dedektiflik Ajansı'ndan istenen yardım, son zamanlarda artmıştı. Eminim ki, bu istekler baş dedektifimiz Ranpo-san için ayrıca çoğalacaktı. Başkanın kararını, çoktan bunu tahmin ettiğinden bu şekilde verip vermediğini merak ediyorum.
  "Tanıştırayım. İçeri gir."
  Bir süre iyice düşünüp taşındıktan sonra başkan kapıya baktı ve seslendi.
  "Nasılsın��z?"
  Bir gülümsemeyle yürüyen adama baktım.
  Kum rengi ceketi ve açık yakalı bir tişört giyiyordu. Uzun ve çok zayıftı, koyu, dağınık saçları vardı ve kıyafetleri bakımsızdı. Ama karman çorman görünüşünün yanında güzel aksesuarları vardı. Boynuna ve bileklerine sarılmış beyaz bandajlardan biraz rahatsız oldum.
  "Dazai Osamu. Yaş 20. Tanıştığıma memnun oldum."
  20. Benle yaşıt.
  "Kunikida. Anlamadığın herhangi bir şey olursa bana sorabilirsin."
  "Ooh! Silahlı Dedektif Ajansı'nın kıdemli dedektifi sen misin? Etkilendim."
  Dazai olarak bilinen adam coşkuyla elimi tuttu ve salladı. Sallamaları abartılıydı.
  O sırada, aniden -adamın gözlerinde soğuk ve keskin bir ışık gördüm sandım. Hayır, tıpkı bulutların üstündeki rahibe3 benzer, bakışları zihnimin derinliklerine işlemiş gibi hissettirdi. Ama gözlerini kırpınca, aziz bakışları kayboldu ve Dazai'nin yüzü normal aptal haline geri döndü.
  Yanlış mı gördüm? Gözlerindeki şey delilik miydi?
  "Bu arada, Dazai? Neden dedektiflik? Bilirsin, yalvardığında kabul edilebileceğin bir tapınak değil burası."
  "O konu hakkında... işsizdim, motivasyonum yoktu ve sıklıkla bir barda sarhoştum. O zamanlarda yanımdaki amcayla konuşurdum ve bir bahse girdik. Kim içki yarışmasını kazanırsa bir işe arabulucu olacaktı. Şaka sanmıştım ama sonra kazandım."
  O yaşlı adam kimin nesiydi?
  "Bahsettiği kişi Özel Kuvvetler Departmanı'ndan Taneda-sensei. Dün bize bir iyilik istemek için uğradı."
  Başkan ciddi bir bakışla bunları söyledi.
  Ancak Taneda-sensei'nin adı söylendiği anda nefesim kesilmişti.
  Bahsettiğimiz kişi İçişleri Bakanlığı, Özel Kuvvetler Departmanı'ndan Taneda-sensei ise bu iş içinde onu tanımayan kimse yoktur; kendisi Özel Kuvvetler Birimi'nin yöneticisidir. Görevi tüm yetenek kullanıcılarının üstesinden gelip bir düzene sokmaktır. Başkan Silahlı Dedektif Ajansını kurarken bile, ara sıra Taneda-sensei'nin yardımsever baskısının altında kalmıştı.
  Başkan ne kadar önemli birisi olursa olsun Taneda-sensei'nin özellikle önerdiği birisini reddedemezdi.
  "Sizin gözetimin altında olacağım, senpai!"
  Kalbimdeki huzursuzluğun farkında mı değil mi bilmiyorum ama yeni çalışanımız büyük bir gülümsemeyle dişlerini gösterdi.
  000
  Ama İçişleri Bakanlığı liderinden kabul edilmiş süper önemli birisi olsun ya da olmasın sabah ilk iş mantar yiyip hayal dünyasına uçmak gerçekten sinir bozucu.
  Bugün Dazai ile ortak olmamın üçüncü günü.
  Kalbim ve ruhum bir anlığına bile dinlenemiyor, iş biraz bile ilerlemedi ve şikayet aramaları gelmeye devam ediyor.
  Gözlerimi bir saniyeliğine ondan ayırmaya kalkıştığımda bir nehire atlayıveriyor. Biraz ara vereceğini söylediğinde bir bara gidiyor ve düpedüz sarhoş geliyor. Gökten bir vahiy aldığını söylediğinde rastgele hoş bir bayana asılmış oluyor. Ona 20 yaşında bir çocuk demek gayet yerinde olur, canı istediği gibi kimseyi umursamadan hareket ediyor, planlarımı binlerce parçaya yırtıyor.
  Bunu söylesem bile iş iştir, ast yine de asttır. Eğer sadece üç gün sonra başkanın talimatlarına karşı gelirsem ve sesimi yükseltirsem başta başkanın güveni olmak üzere Silahlı Dedektif Ajansı'nın itibarını lekelemiş olurum.
  "Yeni üye nasıl?"
  Ajans ofisinin yakınlarında bulunan Go salonunda, başkan küçük bir tatami odasında Go oynarken bunu sordu.
  "Felâket. Şeytanın tohumu, gulyabani ve sefalet tanrısının birleşimi gibi. Siyah Go taşını selvi ağacı Go tahtasına yerleştirdim. Taşın tahtaya vuruş sesi yankılandı.
  "Ama bunun hakkında bir şeyler yapacağım."
  İşten sonra başkan her zaman bu yerde Go oynarım. Bu Japon-tarzı odada etrafta kimse yokken Go tahtası ortamızda, karşılıklı otururuz.
  "Bu son değil..."
  Başkan beyaz taşı tahtaya yerleştirdi ve beni tahtanın sağ tarafımda çıkmaza bırakarak üstünlüğü kazandı.
  "Değil. Taneda-sensei'nin davası var. Ama Sensei neden böyle bir adamı buraya yerleştirsin ki?"
  Bir yandan konuşurken taşımı oynayacak yer aradım. Belki de oyun tahtasının köşesinin sağ altına kou4 yapmalıydım -hayır yoseku için bir yığın set olurdu. Sol taraftan devam etsem bile ortaya doğru ilerleyemezdim ve son olurdu. Kıpırdayacak daha fazla yerim yoktu. Görünüşe göre başkanın oyunu kazanması için sadece birkaç eli kalmıştı.
"Taneda-sensei'nin asi bir kişiliği olabilir ancak insanları yargılarken zeki gözlere sahiptir. O genç adamda sıra dışı bir yetenek keşfetmiş olabilir."
  Kesinlikle. Dedikoduların Taneda-sensei hakkında söyledikleri gibi konu insanları değerlendirmeye geldiğinde ondan iyisi yoktur. Aksi takdirde İçişleri Bakanlığı Özel Kuvvetler Departmanı'nın yöneticisi olamazdı.
  Ama "sıra dışı bir yetenek" mi? O kafası çamur dolu gibi gözüken adamda mı? "Taneda-sensei'ye katılıyorum. Dazai öncesinde sınava girdiğinde tam puanla geçti. O çocuk doğuştan kazanan. Bu yüzden şüphe verici."
  "Şüphe verici derken... ne demek istiyorsunuz?"
  "Ofiste Dazai'nin geçmişini araştırdım. Ancak hiçbir şey bulamadım. Bomboştu. Polis soruşturma ekibindeki bir arkadaştan yardım istedim Ama esrarengiz bir şekilde hiçbir şey ortaya çıkmadı. Sanki kasten geçmişini silen birisi varmış gibi..."
  Polis soruşturma ekibinin hiçbir şey bulamamasını düşününce, gerçekten garipti.
  "Belki de basitçe hiçbir yoktur ve bunca zamandır sadece aylak aylak dolaşmıştır?"
  "Belki. Yoksa..."
  Biraz zaman geçti ve alnının ortasında bir kırışıklık ortaya çıktı, sonra başkan devam etti.
  "Dazai'ye yeteneğini sordun mu?"
  "Hayır, henüz değil."
  Yeri gelmişken, yetenek kullanıcısı olduğunu duymuştum Ama yeteneğinin ne olduğunu sorma şansım hiç olmamıştı.
  "Dazai'nin yeteneği... dokunduğu yeteneği etkisiz hale getirebilmek."
  Kulaklarımdan şüphe duydum.
  Etkisiz bırakmak. İlk bakışta çok da parlak olmayan basit bir yetenekmiş gibi gözüküyor Ancak yetenekliler arasında bile sıra dışı bir yeteneğin nasıl kullanıldığına göre diğer yeteneklere yenilme ihtimali vardır.
  Benim yeteneğimin adı "Yalnız Şair", yeteneğim sayfaya yazdığım kelimeleri sayfayı yırtınca ve sessizce sözcüğü mırıldanınca gerçeğe dönüşmesini sağlıyor. Ama defterimin boyundan daha büyük bir sayfaya yazarsam, yazdığım ortaya çıkmaz. Kapsamlı, üstün nitelikli ve bazen kusurlu bir yetenek. Bir şeye ihtiyacım olur diye defterimi yanımda taşımak zorundayım, ama defterimin yanımda olmasının tek nedeni kesinlikle bu.
  Fakat Dazai'nin yeteneği farklı.
  Teknik olarak, rakipleri Dazai yüzünden yeteneklerini kullanamayacak. Dünyanın en güçlü yetenek kullanıcısı bile Dazai'nin karşısında sıradan bir adama dönüşür.
  Birçok ulusun 'yetenek kullanıcılarının' birleşip onu izlemesi garip olmazdı.
  Başkanın dediklerini yavaşça kabul etmeye başladım.
  "Yani... kısaca şöyle oldu: Taneda-sensei kadar harika insanların içmeye gittiği bir yerde dahi bir yetenek kullanıcısı normalmiş gibi yanına oturdu ve hiçbir neden yokken bir anlaşma yapıverdiler. Sarhoş kelimeleri ve davranışlarıyla bir adam, sınava girdi ve tam puanla geçti. Bu tarz birisi ne gariptir ki işsizmiş. Sonra birisinin bağlantıları sayesinde hemencecik, hiç soruşturulmadan Silahlı Dedektif Ajansı'na işe alınma ihtimali çok yüksekmiş?
  Gerçek olması için fazla tozpembe değil mi?"
  "Sadece çok detaylı düşünüyor da olabiliriz. Ancak Silahlı Dedektif Ajansı'nın yetkili makamlar ve polisle birçok bağlantısı var. Bu iş kolunda devlet sırrına boyun eğmek zorunda kaldığımız zamanlar olabilir."
  Kesinlikle, bir suçlu organizasyon vakası varsa dedektiflik ajansı polisle birlikte çalışır, içeri sızmak için uygun bir yerdir.
  Ama - Dazai'nin Ajansa sızmış bir casus olması mümkün mü ki?
  Seçkin Taneda-sensei'yi zekasıyla alt etmiş birisi olduğuna göre?
  O Dazai?
  "Kunikida, o adamın giriş sınavına seni görevlendirmek istiyorum."
  Kafamı kabul ettiğimi gösterecek şekilde salladım. Başkanın bahsettiği 'giriş sınavı' Ajansın gelecek dedektiflere verdiği bir değerlendirme. 'Gizli teftiş' gibi. Eğer bu sınavı geçemezseniz gerçek bir çalışan olarak kabul edilmezsiniz.
  "İşteyken Dazai'ye yakın dur, gerçek niyetinden emin ol. Olur da gizli ajan, casus ya da özel görevli olduğuna dair kuşkulanırsan tereddüt etmeden kov onu. Ayrıca, ek olarak ruhu kötüyse, içindeki kötülüğü gösterdiği bir an olursa-"
  Başkan arkasından önceden hazırladığı bir çantadan siyah, otomatik bir silah çıkardı ve bana uzattı.
  "..."
  Tek bir kelime söylemeden silahı aldım.
  Ağır.
  "Sen vur."
  Dazai herhangi bir kötücül işin içindeyse, daha fazla ilerlemeden onu durdurmak dedektiflik şirketinin görevi.
  Silahlı Dedektif Ajansı'ndan alınmış bir dedektiflik lisansını elinde bulunduran kişi, polisle eşdeğer bir yetkiye sahiptir. Belirli durumlarda silah ya da bıçak taşıma iznimiz vardır. Polisten bilgi alabiliriz. En önemlisi ise, soruşturmanın yetki kapsamında soruşturmaya karışma ve müdehale etme, polis bilgisini değiştirme, kablo şebekesine bağlanarak ya da gizli dinleme cihazlarıyla önemli tesisleri dinleyebilme gibi her kanuna aykırı uygulama olanaklı. En kötü ihtimalde terörist gibi davranıp önemli binaları yıkar, yüzlerce ve binlerce insanın hayatını alır, bunun olması mümkün değil.
  Demir ototmatik silah elimde soğuk ve sessiz hissettirdi.
  Körfezden gelen dalgaların yumuşak bir biçimde çarpma sesi, suya ışığıyla yansıyan ayın görüntüsü...
  Limana koşuşturarak yürüdüm. Şu anki rakiplerin alacakaranlıktaki sesi, ay sokak lambasıyla yarışıyor...
  Arkamda Dazai salına salına yürüyor.
  Dazai'nin mantar kargaşası yarım gün boyunca devam etti, sonunda biraz iş yapabilirdik.
  "Kunikida, gösterdiğin yeteneğin- adı Yalnız Şair miydi? Bir ara bana yeniden göster."
  "Reddediyorum. Yetenekler önemsizce meydanda gösterilecek bir şey değildir. Ayrıca yeteneğimi kullandığım her sefer defterimden bir sayfa kaybediyorum. Bu defter, uzun zaman sonra sadece 100 cilt yapmayı başarabilmiş ve fiyatı bile istisna yapmış belli bir zanaatkarın sınırlı sayıda ürettiği bir ürün. Sanki seni eğlendirmek için harcarım da."
  Bileğimdeki saate baktım ve etrafıma göz attım.
  "Daha önemlisi, Dazai, hızlı yürü. Randevumuza geç kalacağız."
  "Geç kalacağımızı söylesen bile Kunikuda-kun, randevunun ne zaman olacağına dair bir bilgi yok yani bu, gerçek bir randevu olmadığı anlamına gelir, değil mi?"
  "Hayır. Telefonda onlara '7 civarlarında' buluşacağımızı söylemiştim."
  "Ve? Şu an tam 7. Buradan itibaren yürümemiz sadece 5 dakika alır, yani geç kalmamızın imkanı yok."
  "Aptal! 7 civarlarında dediysem saatimi 18.59.50 ile 19.00.10 arasına kurmuşum demektir, o yirmi saniyeyi kast ediyorumdur!"
  "Böylesine bir zaman hakimliği, sadece senden beklenirdi gerçi..."
  Dazai ile önden ve arkadan laklaklık ederek yürüdüm.
  Bu arada, kol saatim her sabah yataktan kalktığım standart zamanla uyumlu olduğundan saatin kuruluş süresindeki kayma, 1 saniyeden daha az.
  "Mutlu mantarı yiyip bugünün işinin ilerlemesini engelleyen kimdi? Sakın bir kez daha bunu yapmayı düşünme. Yaparsan bile yediğinin zehirli olan olduğundan emin olarak ye."
  "Şey, mutlu geçen bir saatti."
  "Şimdiden iyi misin? Daha fazla pembe gökyüzündeki fili görmüyor musun?"
  "Fil mi? Aptal olma. Onun gibi bir şeyin uçabilmesinin mümkünatı yok, değil mi? Uçan şey mor renkli paremesyumdur."
  Bu adam çoktan umutsuz vaka.
  Dazai ile konuştuğum her sefer emin olduğum şeyler kulağa aptalca geliyor.
  Gizli ajan mı? Şeytan mı?
  Muhtemelen yapabileceği en kötü şey raylara atlayıp tren yolculuğunu aksatmak olur.
  Ne olursa olsun, Dazai sadece sıradan konuşan, ilginç, ortalama beceriksiz birisi -ki bu, onu işten atmak için yeterli bir sebep. Buna rağmen sadece-
  "Dazai bundan sonrasında yapacağımız işi hatırlıyorsun, değil mi?"
  "Mor paremesyumu yok edeceğiz."
  "Şu ana kadar... anlaşılmaz şeyler hakkında konuştuğunu düşünmüştüm ama bilerek yapıyorsun, değil mi?"
  "Ahaha. Öyle mi? Perili Köşk Soruşturmasındayız."
  Dalgaya vurmadan gülümseyen bir suratla bunu söylediğinde kaşlarımı çattım.
  Dün e-postama gelen bir istek almıştım. Mektubun içeriği aşağıda belirtildiği gibi, şöyleydi:
  Sayın yetkili, Silahlı Dedektif Ajansı'ndan duyduğumuz saygı ile, umarım bu mektup sorunsuzca size ulaşır. Bu mektubun sunduğu olanakla Silahlı Dedektif Ajansı'ndan bir ricamız var. Meşgul zamanlar geçirdiğinizi biliyoruz ama lütfen size bu vakayla sorun yaşatmamıza izin verin. Doğruyu söylemek gerekirse, garip doğaüstü olaylar, geceden sonra dolunayın yükselmesiyle ortaya çıkmaya başladı. Bu bir soruşturma başlatmanız için yapılan ricadır. Kimsenin kullanmaması gereken bir binanın içinden esrarengiz inleme ve fısıltı sesleri duyuyoruz. Dahası sönük, titrek bir ışık camlara yansıyor, bu binanın etrafında yaşayan bizlerin rahatlamak için tek bir anı bile yok. Terbiyesiz bir rica olduğunun farkında olsak da bu işin birisinin haylazlığı mı yoksa başka bir şey mi olduğunu ve bir yaramazlıksa nasıl yapıldığını açığa kavuşturursanız minnettar oluruz. Küçük bir şey ama özel bir avans göndereceğiz. Faturayı memnuniyetle kabul edeceğiz. Dahası, Bu ricanın içeriğinin sır olarak tutulmasını umuyoruz. Tüm bencilliğimizle şirketinizden gereğinin yapılmasını arz ederiz. Saygılarımla.
  Aslında oldukça laf kalabalığı vardı. Mektubun içeriği karmaşık olsa da konusu kısaca "Yakınlardaki bir binadan gelen şüpheli sesler var, gidip bizim için kontrol edin."'di.
  Bu mektup bana ulaştıktan hemen sonra, avans Ajans ofisine geldi. İçini kontrol ettikten ve gerekli masrafları hesaplandıktan sonra ajanstan artan yeterince miktar vardı.
  Böyle olduğundan reddetmek için bir sebep yoktu. Her zamanki gibi soruşturmayı başlatacaktık.
  Ancak -tek bir sorun vardı.
  Rica eden kişinin adı yoktu.
  İsteği gönderen kişi, bu şahsın nerede yaşadığı, kendisiyle iletişim kurabileceğimiz herhangi bir yer... hepsi belirsizdi. Muhtemelen bu kişi kasıtlı olarak kendisini gizli tutuyordu ama ayrıca bulduklarımızı da bildiremezdik.
  Bu yüzden zorlu, ismi belirsiz kişiyi bulma görevinde Dazai ile ortak oldum.
  "Belki isteği gönderen kişi ayrıca perili köşkte bizi bekleyen kötü bir hayalettir. Ve biz, dedektifler tuzağa kanıp tek lokmada midesine-"
  "Aptal. Sanki Bu dünyada hayaletlerin e-mail gönderebildiği bir hikaye var da."
  Diğer taraftan ortalıkta bir hayalet varsa korkmam... Muhtemelen.
  Gereksiz ve mantıksız şeyler hakkında konuşurken körfez tarafındaki depoya doğru yürüdük. Kahverengimsi kırmızı tuğla binalar karanlık, sisli gecenin ayışığında renklerini yansıtıyordu.
  Geri kalanlarından daha eski ve küçük olan bir depoya girdik.
  Tavan yüksekti, duvardaki sıvalar esen deniz rüzgarıyla soyuluyordu. Yedek makine parçalarıyla yağın kokusu ve toz ile eski zamanın kokusu etraftaydı. Ofisin zilini çaldım.
  Demir yüzeyin açılması ve zincirlerin birbirine çarpma sesi duyuldu.
  "Girin."
  Beklediğim gibi, içeriden tiz bir ses cevap verdi.
  Pek çok asma kilidin arasından büyük ve ağır huş ağacı kapıyı açtım ve içeri girdim.
  Oda, 20 tatamiden biraz daha küçüktü. Duvarlarda ve yerlerde elektronik makineler yığılmıştı ve titrek ledler loş odayı aydınlatıyordu.
  Odanın merkezinde bir yığın bilgisayar sıralanmıştı ve vantilatörlerin sesleri sokak köpeklerinin hırıltılarına benziyordu. Masada dört LCD ekran vardı, herbiri solgun bir şekilde parıldayan farklı resimleri gösteriyordu.
  "Yo, gözlüklü. Bugün de defterin ne derse onu mu yapıyorsun?"
  "Bilgi eksik diye avantaj elde etmeye çalışma, ağzı bozuk. Eğer bu kanıtı ajansta doğru yerlere ulaştırırsak hapiste on yıl yatarsın. Parmaklıklar arasına girecek olursan rahmetli baban ağlar."
  "Babam hakkında konuşma."
  İki bacağına da masaya uzatan yasadışı istihbaratçı, 14 yaşındaki bir erkek çocuğuydu.
  Büyük gözleri ve kısa saçı vardı. İster kış ister yaz olsun giydiği tek kıyafet beyaz bir süveterdi. Bedeni zayıf olabilirdi ama gözlerindeki kıvılcım kırık cam kadar keskindi.
  "Daha önemlisi, belli ki geç kaldın? Alışılmadık bir durum. Ne o, randevun mu vardı?" Eşcinselliği ima ederek serçe parmağını kaldırdı.
  "Kesinlikle yanlış. Randevuya çıkmak sadece evleneceğimi planladığın kıza özeldir. Ayrıca defterimde, gelecek planlarımı yazan sayfada evliliğe daha 6 yıl olduğu yazıyor."dedim defterimi açarken.
  "O nedir ,gözlüklü? Evlilik planladığın bir kız mı var yoksa?"
  "O'nun olmasına daha 4 yıl var."
  "Oh, anlıyorum."
  Defterimi açarak onu ciddiyetle cevapladığımda oğlanın gözleri büyüdü ve çenesi bir karış açıldı.
  “İdeallerle ve planlarla yaşamak, bir yetişkin olmak bu demektir işte. İzle ve öğren, genç adam.”
  “Hmm… Kunikida-kun’un karakterini az çok anlar gibiyim, ama şimdiki biraz…” Dazai arkamdaki tahta kapıdan belirdi.
  “Hm, yeni bir yüz var. Kimsin?”
  “Selam. Kendimi tanıtmak aslında kötü bir şey değil, ama Kunikida-kun’un az sonra söyleyecekleri yüzünden, bunu yapmam mümkün değil.”
   “Çocuk, başka birinin adını sormadan önce, kendi adını vermelisin. Ve Dazai, iznim olmadan hareketlerimi ve sözlerimi tahmin etme.”
   “Gözlük, ‘yapmalısın’ sözünü cidden seviyorsun değil mi… Pekala. Adım Taguchi Rokuzo. 14 yaşındayım. Uzmanlık alanım bilgisayar hacklemek.”
   “Ajansın iletişim ağını hacklerken yakalandı. Kapı dışarı ettiğim aptalın teki.” diyerek kibarca eleştirdim.
   “Bu kadar konuşma yeter. Hey, ortalıkta dolanmayı kes ve o zamanki aktarım kaydını ver.”
   Üç ay önce, Rokuzo veledi Silahlı Dedektiflik Ajansı’nın bilgi ağını hackledi, ajansın kargaşaya kapıldığı bir zamandı. Doğal olarak ajansın siber korumada bile gardını düşürmesi mümkün değildi. Kargaşa çabucak çözüldü ve bir takip soruşturması sonucu bu yer bulundu.
   Sonuç olarak, Rokuzo veledi çok fena batırdı, bir suçlu olmasının kanıtı olan aktarım kaydı, polise verilmemesi karşılığında ajansa istihbaratçı olarak yardım etme şartıyla iki tarafın da kazandığı bir anlaşmayı kabul etmesi gerekti.
   “Ve? O maili göndereninin kim olduğunu buldun mu?”
   “İş arkadaşlarıyla konuşma şeklin çok kaba, gözlüklü. Hemen halledebileceğim bir iş değil. Biraz daha bekle.”
   Çocuğun dediği gibi, bu adamın yerini, bir isim olmadan bulma işiyle görevliydi. Mailin gönderildiği kaynağın izini sürmek özel yeteneğiydi, bu yüzden çok da zor bir dava olmamalıydı.
   “Zaten diğer davayla ‘kayıp kişilerin izini sürmekle’ meşgulüm. Öncelik o vakanın, değil mi?”
   “Doğru.” diye kabul ettim.
   --Yokohama’nın Turistlerinin Art Arda Kaybolmaları. Bir kayıp vakası, ilk bakışta birbirleriyle hiçbir ilişkisi olmayan mağdurların aniden kaybolmaları ve sonrasında geri dönmemeleri. Güncel kayıp insan sayısı 11. Soruşturma ekibinin bu davaya başlamasından beri bir ay geçti. Kurbanlar arasındaki ortak özellikler, Yokohama dışında yaşamaları ve kayboldukları sırada iki ayak üstünde yürümeleri hariç, neredeyse yok, hem de hiçbir şey yok. Samanlıkta iğne arıyormuş gibi bu zorlu dava araştırılıyordu.
  Rokuzo’nun görevlendirildiği iş kurbanların kaybolmadan önce yaptıklarıyla ilgili bir kayıt hazırlamaktı. Araştırmaya demir yolundan ve taksi raporlarından başlaması istendi, ama görünüşe göre olayların kaynağı pek de hoş değildi.
   “Bu dava ne? İlk defa duyuyorum. Bana detaylıca anlat.”
   Dazai ilgileniyormuş gibi gözükerek burnunu sokuyordu, .
   “Sonra anlatırım.”
   Böylece konuyu düşünmeden kapattım.
   Tabii ki böyle yapmamın bir sebebi vardı. Bu seri kayıplar olayını Dazai’nin giriş sınavıyla birlikte çözülmesini planlıyordum.
   “Hmm, demek yeni üyeleri eğitiyorsun. Gözlük, terfi etmişsin huh.”
   “Oldukça dik başlı bir üst; bilirsin, biraz dertliyim."
   -Ah, doğru ya. Rakuzo muydu? Hackersın değil mi? Kunikida’nın zayıflığı ya da utanç verici gizli fotoğrafları gibi bir şeyin yok mu…?”
   “Oi, Dazai! Birinin gözü önünde açık açık şantaj malzemesi arama!”
   “Oh, demek bu işleri anlıyorsun, yeni eleman, 1000 yen, 10000 yen, 100000 yen, hangi anlaşma senin için uygun?”
   “Böyle bir şeyin mi var!?”
   Bekle, bekle, bekle. Sakin ol.
  "Maskaralık etmeyin. Benim zayıflığım falan yok. Velet belli ki havaya girmiş, Dazai uyma şuna."
   “…Hmm.” Dazai gizli anlamlarla dolu bir bakışla bana baktı.
   “Bana inanmıyorsan kalsın. Sadece bana ne olursa olsun inanan müşterilere satış yaparım zaten. Ancak gözlük ödeme yaparsa, tüm kanıtları senin için silebilirim.” “Kim ödeme yapar ki?! Hakkımda öyle utanç verici bilgilerim yok! Gidiyoruz, Dazai!” Dazai’nin ensesinden çektim ve oğlanın odasını arkamda bırakarak ahşap kapıdan dışarı çıktım.
   …111000 yen huh…
   Gece vakti, depo bölgesinde bir tek kişi bile görülmüyordu.
   Bu bölgenin sokaklarında, Dazai ve ben önceden çağırdığımız taksiyi bekliyorduk. Yaklaşan ve yol boyunca ilerleyen arabanın farları uzayarak önümüzde durdu. Gümüş kürdeleler gibi, sarı renkli gölgeler. Fren lambalarının kırmızı ışığı yayıldı. Beyaz farlar binanın gölgesini aydınlattı. Arabanın camına yansıyan loş ışıklar sıvı gibiydi, göze yakınlaştıkça bir nehirden akıyor gibi.
  Deniz rüzgarı bulutları ileriye ve geriye götürerek esiyor, ay ışığı liman yoluna siyah beyaz gölgeler düşürüyordu.
   “Ne hoş bir çocuk.” Dedi Dazai gecenin gökyüzüne bakarken.
   “Çocuğun seninle tanışmasına izin vermek benim açımdan bir hataydı. Ortaya iyi bir şey çıkmayacağını önceden fark etmem gerekirdi.”
   “Senpai, bir soru sorabilir miyim?”
   “Ne var?”
   “Neden Rakuzo ile ilgileniyorsun?”
   Dazai’ye baktığımda, yüzü ciddi bir hal almıştı.
   “Neden ona bir iş verdiğini merak ediyordum. Kayıp insanları aramak gibi şeyler, ajansın da bu kadarını yapabileceğine eminim. Durumumuzda, telefonla yapılan bir konuşmayla halledilebilecek bir iş için bile yolunu değiştirip buraya geldin."
   Sessiz kaldım. Cevaplaması kolay bir soru değildi.
   “Konuşmanızda geçmişti, ama çocuğun babasıyla mı alakalı?”
   Aniden Dazai’ye baktım.
   “Yani doğru anlamışım.” Dazai yüzüme baktı ve gülümsedi.
   “…Rakuzo’nun babası mükemmel bir polisti. Ancak, öldü.”
   Bu konuşmadan kaçamayacağını bildiğimden anlatmaya başladım.
   “Önceden, bir suçlunun soruşturması için ajansla beraber çalıştı. Devlete ve anonim şirketlere ait tesisleri yok eden tanındık bir suçluydu. Polis ne kadar peşinden koşarsa koşsun, nerede olduğunu anlayamıyordu."
   “Ve bu- Mavi Bayrak Terörizm davası mıydı?”
   “Doğru.”
   Vakaya polis ve ordu da dahil oldu, ülkeyi kargaşaya sürükleyen iğrenç bir vakaydı. “Ajansın araştırmasının sonunda, gizli üssünü keşfetmeyi başarabildik ve bunu şehir polisine bildirdik.”
   “Ee, büyük bir başarı değil mi!?” Dazai takdir etti.
   “Evet, kesinlikle öyleydi. Ancak o sırada ordu, kamu refah ofisi ve şehir polisi birlikte çalışıyordu, emir zinciri karıştı ve bir kargaşa yarattı. Ne yazık ki bu yüzden suçlu tehlikeyi sezmeyi başardı ve gizli üssünde barikat kurdu. Bir çok güçlü patlayıcı yerleştirmişti."
   Hatıralar canlanmaya başladı. Telefon ahizesinden gelen şehir polisini kızgın kükremesi. Tutuklama emri. Bekleme emri. Havada uçuşan tutarsız talimatlar.
   “Talimatlardaki karışıklık yüzünden, olay yerine aceleyle gidebilen detektifler sadece beş kişiydi. Onlara verilen talimat içeri zorla girilmesi ve suçluyu kontrol altına alınmasıydı… Ne de olsa toplumda ‘Mavi Kral’ olarak çağırılan suçlu, herhangi bir özel örgütün parçası değildi veya bir yeteneği yoktu, 5 kişiye karşı ne yapabilirdi ki?"
   Ancak, olay yerindeki insanlar her şeyi anlayamadılar. Üstten zorla girmekten başka bir yol olmadığını düşündüler.
   “Sonuç olarak suçlunun patlayıcıları ateşlemesene sebep oldular. Suçlu ve beş detektifin hepsi öldü.”
   “-Ve ölen o beş adamdan biri Rokuzo’nun babasıydı, değil mi?”
   “Rokuzo’nun annesi erkenden öldü ve ikisi birlikte yaşadı. Polis memuru olan babasına saygı duyduğunu söyledi.”
   Yumruğumu sıktım.
   “O zaman, gizli üssün keşfini bildiren kişi, bendim.”
   O zaman, sadece daha çok yetkisi olan biriyle iletişime geçseydim... Ya da belki, içeri girmek için ajans yardım etseydi…
   “Cinayeti işleyen kişi benmişim gibi hissediyorum”
   “Bu doğru değil. Üstünde ne kadar düşünülürse düşünülsün, suçlular talimatları veren şehir polisi amiri ve kendini ölümüne patlatan suçluydu..”
   “Belki. Ama eminim ki o genç çocuğun düşüncesi farklı. Öyle olmasaydı intikam amacıyla ajansı hacklemezdi.”
   Muhtemelen Rokuzo ajansa karşı öfkeli. Bunu yüz yüzeyken hiç onaylamadım. Ancak- “Rokuzo’nun babası artık burada değil. Tek gerçek bu. Birisi babasının yerine ona göz kulak olmalı ve ara sıra terbiye etmeli. Yapabileceğim tek şey bu. Durum ve zaman bunu gerektiriyor.”
  “Kunkikida-kun duygusal birisi, huh.” Dazai iğnelemeye benzer bir iç çekti.
   Kendimi duygusal birisi olarak hiç düşünmedim, ya da bu duygusallık şeyinin nasıl olduğunu anlamadım.
   Ancak, tüm tanıdıklarım bana “duygusalsın” diyorlar. Nedenini anlamıyorum. Bu dünyadaki her şeyin idealler üzerine kurulu olmadığını söylememe rağmen. Ben düşünürken, bir taksi önümüzde durdu. Taksici elini salladı.
   000 Taksi sürücülerinin aralarında farklı deneyimler ve bilgilerle donatılmış olanları da vardı.
   Temiz olmak, istikrarlı olmak, her çeşit kestirme yolu bilmek, uzun süre şoför olduklarından dolayı edindikleri araba kullanma becerileri veya samimi gülümsemesiyle genç bir adam, ya da taksimetreyi kullanmak yerine vereceği parayı yolcuya bırakmak gibi. Bu kişiler, bir kere bile sözünüzü kesmeden makul bir şekilde isteklerinizi dinler.
  Bu sırada, şöförden tek bir isteğim vardı.
   “Uzun zaman oldu, değil mi, Dedektif Kunikida? Bugün dedektiflik işleri için mükemmel bir gün değil mi? Bugünün gözlükleri ayrıca size uyuyor, araba kullanma işime devam ederken, gözlüklerin artı ve eksi yönlerini anlamakta iyi bilgilendim, anlarsın ya! Zarif ya da markası kaliteli denilebilir! Dedektif Kunikida’nın gözlükleri gerçekten muhteşem! Sözüm sözdür”
   “Yalvarıyorum biraz sus ve sür.”
   İlk olarak ve en önemlisi, gözlüklerin markasının avantajına değer biçerek ne kastediyor? Aptalca –Ne demek istediğini bilmek istesem de.
   “ ‘Şoförün iyisi sessiz olanıdır’ yolcuların hiç söylemedi mi?”
   “Hayır, hiç söylenmedi, huh. Doğrusu, ben araba kullanırken müşteriler asla konuşmazlar. Tüm konuşmayı yapan tek kişi benim.”
   Bu taksinin şehirde nasıl çağırılması gerekildiğini biliyorum: Tuzak.
   Dazai ve ben önceden görüştüğümüz taksiye bindik ve taksiye söylediğimiz yere doğru gitmeye başladık. Camdan dışarıda görülebilen karanlıkta, şehir sokaklarındaki aydınlatmalar ya çok azdı ya da yoktu, ormanın seyrek hattı, puslu ay ışığını bazen gölgeliyor bazen önünü açıyordu.
   Tabii ki, taksinin tuzağına sırf şansızız diye binmedik. Bilerek bu taksiyi tuttuk. Neden mi?
   Bilgi toplamak için.
   “Dazai, biraz önce konuştuğumuz Yokohoma turistlerinin art arda kaybolmalarıyla ilgili davayı hatırlıyor musun?”
   “Ah, Rakuzo denen çocuğun ilgilendiği mi?”
   “Evet. 11 kurban var. Bu on bir kişiden ikisini, kaybolmadan hemen önce bu taksi sürücüsü görmüş”
   Önümdeki minyon taksiciyi işaret ettim.
   “Tanıktan ziyade, sadece onları limandan otele götürdüm. Aralarından birisi tatile gelmiş bir kadın, diğeri iş gezisindeki bir iş adamıydı.”
   “Ve bu fotoğraflardaki kişiler olduklarına emin misin?”
   Göğüs cebimden birkaç fotoğraf çıkardım. Öyle ya da böyle, fotoğraftakilerin kayıp kişiler olduğunu otelin güvenlik kamerasıyla çoktan onaylamıştık. Figürleri binaya doğru ilerliyordu, resepsiyonda kontrol ediliyor ve ertesi gün dışarı çıkıyorlardı; fotoğraflarının her birinden üçer tane vardı.
   “Evet, şüphesiz bunlar onlar. Kıyafetleri bile fotoğraflardakilerle aynı. Onları bu otele bırakmıştım."
   “Tamam, her neyse Kunikida-kun, müsait olduğunda kibarca bu davayı detaylarıyla bana anlatabilir misin?”
   “…Pekala.”
   Takside, vakayı üstünkörü anlatmaya başladım.
   Bir ay önce, Yokohama’ya iş gezisi için gelmiş 42 yaşındaki bir adam aniden kayboldu. Ayak izlerini takip ettikten sonra, limandan otele gittiği ve girişini yaptığı, geceyi orada geçirdiği ve ertesi gün şehirden ayrıldığı anlaşıldı. Ancak, iş toplantısında görülmedi, ya da evine geri dönmedi. Eşyalarını otel odasında bırakmasına rağmen nereye gittiğine dair hiçbir işaret yoktu.
   Diğer kurbanlar da hemen hemen aynı durumdaydı, yalnız turistler, fuarlara katılanlar ve toplam 11 kişi. Kayıpların yaşları, adresleri ya da işleri aynı değil, tek ortak noktaları Yokohama’ya yalnız gelmeleri. Polis otelden ayrıldıktan sonra gittikleri yerleri bulabilmek için bir soruşturma başlattı ama sonuç koca bir hiçti. Sanki bir sigara dumanında kaybolmuş gibilerdi.
   Şehir polisine göre, en olası durum kaçırılmaydı. Ama böyle büyük bir şehirde, tanık olmadan birinin kaçırılabileceği hiçbir yer yok. Ayrıca, aileler fidye ile tehdit edilmemiş, kaçırılmalarının amacı belirsiz.
   --“Kaçırılmalarının illa bir amacı olması gerekiyorsa, nedeni açıkça belli değil mi?” Şimdiye kadar dinleyen sessiz Dazai, aniden net bir sesle konuştu.
   “Organ mafyalığı.”
   “Ne?”
   “Diyorum ki, kaçırıldıktan sonra, satıldılar. Duyduğuma göre, kaybolan insanlar sağlıklı yetişkinlerdi, değil mi? Kalp, böbrek, kornea, akciğer, karaciğer, pankreas, kemik iliği – eh, yurtdışına Japon yeniyle pazarlamaya kalkışırlarsa pek bir şey kazanamazlar, ama on bir kişinin bedeni zaten altın dağı gibidir. İşi yürüten yalnız bir suçluysa, servet toplar.”
   “Kara borsanın bu tarz işlerle alakası olduğu doğru – ama sen bu konu hakkında fazla biliyorsun.”
   Sıradan bir insan, bu tarz bilgileri sadece kitaplardaki hikâyelerden ya da en fazla filmlerden öğrenir diye düşünüyordum.
   “İmkanı yok, şehrindeki kenar mahallelerinin birindeki barda, insanların bunun hakkında konuştuklarını duydum sadece.”
   Ne kadar da şüpheli bir açıklama. Sanki bahane üretiyormuş gibiydi.
   Sonuçta bu adam hakkındaki her şey şüpheliydi.
   “…öyle diyorsan, o zaman kayıp insanlar satıcılarına ‘lütfen benim organlarımı alın’ diye yalvarıyorlar mı? Tatilin ya da iş gezisinin ortasında... kasıtlı olarak?”
   “Doğru, biraz anormal. Dediğin gibiyse belki de organ kaçakçılığı değildir ama bazı şeyler yüzünden ortadan kaybolmak istemişlerdir. Ve bu yüzden profesyonel bir servisten yeni bir isim ve aile sicili istemişlerdir ve bam! Kayboldular. Bunun gibi bir şey işte."
   “Öyle olsa bile, bu profesyonellerle buluşmaya kendi istekleriyle gitseler, o zaman görülmezler miydi veya en azından arkalarında bir çeşit güvenlik kamera görüntüsü bırakmazlar mıydı?”
   “Bu profesyonellerin arasında en azından bir tane kılık değiştirmede uzman birisi vardır, değil mi?”
   “Düşündüm de daha önce duymuştum, fotoğraf endüstrisindeki gibi bir adamı tamamen bir kadın gibi gösterebiliyorlarmış. Bir şekilde, yüzün hatlarını değiştirmek için yanakların iç kısımlarını ipek dolguyla dolduruyorlar, daha sonra-“
   “Kimse seni dinlemiyor.” Hemen şoförün uzun bir konuşmaya doğru ilerliyormuş gibi görünen sözlerini kestim.
   “Ah, anladım! Şu fotoğrafa bak, ikisi de gözlük takıyor değil mi? Ortak noktalarını buldum! Gözlüklülerin art arda kaybolmaları vakası!”
   Fotoğraflara baktım. Fotoğraflardaki mağdurların ikisi de gözlük takıyordu. Siyah çerçeveli ve gümüş çerçeveli...
   “Peki o zaman, Kunikida-kun, senin sıran!”
   “Ne sırası? Diğer dokuz kurban arasında gözlük takmayanlar da vardı. Buna ortak nokta diyemezsin.”
   Hatırladığım kadarıyla, dokuzunun arasında, dördü gözlük, ikisi güneş gözlüğü takıyordu ve diğer üçü hiçbir şey takmıyordu.
   “Tsk… O zaman Kunikida-kun’un yem olmasından başka seçeneğimiz yok. Suçlunun hedefleri turistler, değil mi? Öyleyse Kunikida-kun lastik çizmeler giyecek, bir sırt çantası takacak, yeşil ve kırmızı ekoseli bir tişört ve dağ tırmanış pantolonları giyecek ve Yokohama sokaklarınında gezecek. Sonra kocaman bir kamerayla yayaların yandan fotoğraflarını çekecek ve cümlelerini ‘zura’ ile bitirecek.”
   “Bunu kim yapar ki?!”
   “Bunu kim yapar ki zura?!”
   “Böyle bir saçmalığa taktik bile denmez! Reddedildi!
   “Reddedildi zura!”
   “Bunun gerçekleşmesini bekleme!”
   “Ehh? Öyleyse silindir şapkayla tek tekerlekli bisiklet üzerinde sokaklarda gezen ve beğendiği kızlara avazı çıktığı kadar bağıran çıplak bir Kunikida-kun olsa?”
   “Konuyu değiştirdin!”
   “Peki öyleyse, palyaço kostümü giymiş Müfettiş Kunikida olsa nasıl olur?”
   “Ve sen, kapa çeneni!”
   Lanet olsun, her birine!
   Yavaş yavaş öfkeleniyordum.
   “Dazai! İşinde biraz daha istekli ol! Ne zaman ciddi ciddi çalışmaya başlayacaksın?!”
   “Ehh? Ben hep ciddi çalışırım ama...”
   Gerçekten böyleyse durum daha da vahim.
   “Peki. Öyleyse şunu yapsak nasıl olur? Yakında doğru dürüst bir dedektif olacağıma söz veriyorum. Ciddi bir şekilde soruşturmaları yapacağım, inceleyeceğim ve sonuca ulaşacağım. Üstüm Kunikida-kun'un nutku tutulacak ve yarından itibaren, herhangi bir problem olmadan yalnız çalışmam konusunda bana güvenebilecek. Tıpkı istediğin gibi muhteşem bir adam olacağım.”
   Dazai mazeretlerini sıralamaya devam etti, ama ona hiç güvenemiyorum.
   “Bu ‘yakında’ tam olarak ne zaman?”
   "Taksiden indiğimiz zaman.”
   Oh.
   “Gerçekten mi?”
   “Tabii ki. Bir intihar yandaşı sözünden geri dönmez… ve karşılığında, bir şey istiyorum.”
   Bunun olacağını biliyordum.
   “Nedir? Maaşına zam gelmesini ya da daha kolay bir iş verilmesini istiyorsan reddediyorum, tamam mı?”
   “Öyle büyük bir şey değil. Sadece, tam şu an ilgimi çeken bir şey var.”
   Dazai sürekli şoföre doğru bakıyordu. Merak gözlerinde parıldadı.
   “… Arabayı sürmeme izin verin.”
 000
   “En azından tek parça halinde vardık!”
   “Bir daha asla… araba sürmene izin vermeyeceğim…”
   Kapılar açıldı ve ben neredeyse dışarı yuvarlanırken Dazai havalı bir biçimde taksiden dışarı çıktı .
   Taksinin şoförü en sonunda yolcu koltuğunda bayılmıştı. Muhtemelen gecenin geri kalanında baygın olacaktı.
   “Hm, yol mu tuttu? Ne kadar da nahoş”
   Dazai’nin sözleriyle, hafifçe öldürme isteğimi hissettim.
   Buna artık yol tutması falan denilemezdi. Ayağa kalktım, bacaklarım titriyordu. Denge duyum gitmişti. Daha yeni ayağa kalkmayı öğrenmiş yavru geyik gibi, kollarım da ayaklarım da titriyordu.
   En ağır dövüş sanatı eğitimi bile bunun kadar yorucu değildi.
   “O halde derhal çalışmaya başlayalım! Onlara önceden söz verdiğinden çabucak halledelim!”
   Biraz önceki azar yüzünden “Dinlenmeme izin ver!” diyecek gücü zor topladım.
   “Mektupta bahsedilen yer hemen şurada, değil mi? …Bu arada, Kunikida-kun, hayaletler ve şeytanlar ve benzerleriyle aran iyi mi?”
   “Hayalet…? Öyle şeylerden korksaydım Silahlı Dedektiflik Ajansıyla çalışırdım sanki.. doğaüstü olaylardan çok, bıçakların ve ateşli silahların daha büyük bir tehdit oluşturduğu açıkça ortada.”
   “Bunu duyduğuma sevindim. Sonuçta bu sefer araştırdığımız yer perili.”
   Bakışlarım Dazai’nin işaret ettiği yere doğru kaydı.
   Dağların girintilerinde öylece duran, dökülen siyah bir bina görülebiliyordu. Karanlığın renklendirdiği ölümün işaretleriyle ve binadaki yıpranma işaretleriyle dolu terk edilmiş bir hastaneydi.
   000
   Neden?
   Neden gecenin bir yarısında böyle bir soruşturmaya gidiyoruz?
   İnsan yaşadığı süreç boyunca, hasta düştüğü zamanlar vardır. Hiç hastalanmamış mükemmel zihin ve beden diye bir şey yoktur. Kanıtı ise, herkesin doğduğu hastanede ölmesi. Hastane önce bu dünyaya, sonra yaşayanlar ile ölüler dünyasını bağlayan bir bağa benzer.
   Bu terk edilmiş hastanenin yıkık dökük, tozlu hali her şeyi daha ürkütücü hale getirilirdi. Kırık pencereden yansıyan ay ışığı yıkıntı binaya korkutucu mavi gölgeler düşürüyor, yerdeki durgun şu birikintisine soluk mor rengini veriyordu. Ön bahçede yetişen örümcek zambakları, zehirli5 kırmızı rengindelerdi.
   “Karanlık… hiçbir şey göremiyorum.”
   “Hoş, değil mi?”
   İstemeye istemeye girdiğim terk edilmiş hastanenin koridorlarında yanımda yürüyen Dazai ufak adımlarla beni geçti.
   Duvarlar çatlamış, kablolar dökülen tavandan sarkıyordu. Pencere pervazları kopuktu, mobilyaların ve ekipmanların çoğu çalınmış ve hastane odaları kurtçuklara ve böceklere ev sahipliği yapıyordu.
   Kim böyle bir yıkıntıyı beğenir ve hatta içine girerdi ki?
   “Müşterinin isteği burada her gece oluşan ışık ve sesleri yapanın gerçek kimliğinin ortaya çıkması. Ben de karşımıza neyin çıkacağını bilmiyorum. Tetikte ol.”
   “Um… Tabii ki anlıyorum, ama Kunikida-kun, biraz fazla temkinli değil misin?”
   Dazai’ye baktım.
   “Ne diyorsun? Düşmanı küçük görmek aptallıktır. En kötüsünün olacağını varsayıp buna göre hareket etmenin seni, ajansın bir üyesi olmaya değer yapacağını bil.”
   Tedbir olsun diye uyardım, sürpriz bir saldırı olmasına karşın yere yakın durdum ve koridor boyunca ilerledim.
  “Yoksa… korktun mu?”
   “B-b-b-ben korkmuyorum! Aptal!”
   “O zaman hızlıca gidelim.”
   “Aptal, bu tarz filmlerde, karakterler her zaman heyecana kapılıp dikkatsizce hareket ederler, istiyorsan ilerle ve günah keçisi ol.”
   “ ‘Bu tarz filmler’ derken neyi kast ediyorsun?”
   “Onu boş ver, sadece ilerle. Ben arkadan gözlemlemeye devam edeceğim.”
   “Sadece önde yürümek istemiyorsun… Oh, doğru ya, karanlık olduğu için göremezsin, bir fener kullanmaya ne dersin?”
   Bunu çoktan düşünmüştüm. Gerçekten, gerçekten aydınlık olsun istiyordum. Ama…
   “Bu hastanede birileri varsa, ışık yüzünden burada olduğumuzu fark edebilirler ve kaçabilirler. Sadece ay ışığıyla ilerlemeye devam edelim.”
   “Haah…”
   İkimiz karanlık boyunca ilerledik. Bina güçlü rüzgarla gıcırdadı. Bir yerden damlayan su sesi duyulabiliyordu.
   Bu terk edilmiş hastanenin komşuları nerede? Etrafta tek bir bina bile yoktu. Sadece sonsuz gözüken orman, geniş tepeler ve tarlalar vardı. Şiddetli rüzgar ağaç yığınını salladı ve yaprakların hışırdama sesi yankılandı.
   Müşterinin gönderdiği mektupta yazanları düşündüm. Bu civarlarda kim yaşıyordu ki? Yerleşim yerleri bu binadan kilometrelerce uzaktaydı, birinin izinsiz girebileceği bir yer değildi. Sadece tilkiler ve ayılar gibi hayvanlar bu çevrede yaşardı.
   -Öyleyse, müşteri nasıl biri?
-Müşterinin bir adı yok.
- Belki de lanetli kötü bir ruhtur.
   Dazai’nin sözlerini tekrar düşündüm.
   Etrafımızda, her şey saf karanlıktı, hiçbir şey görünmüyordu. Başıboş rüzgar binanın çatlaklarından içeri giriyor, ağlayan bir kadın gibi ses çıkarıyordu.
   ……
   Hayaletlere inanmam. Ben matematik öğretmeniyim, fizik ve kimyada ustalaşmış bilim adamıyım.
   Yaşayan şeylerin şekillerini alan intikamcı ruhlar gibi şeyler boşuna; karanlık korkusu sadece kuruntu.
   …….
   Korkmuyorum, titremiyorum ya da ağlamıyorum.
   “Ortaya çıktı!”
   GYAAAAAA!
   Dazai’nin önden bir yerlerden gelen bağırışıyla kalbim çıkacak gibi oldu.
   Dazai kafasını çevirdi, ağzını bir karış açarak bana baktı, yüzümdeki ifadeye baktı ve sonra yavaşça sırıttı.
   Şu lanet herif…..!
   “Kovulacaksın, biliyorsun değil mi!?”
   “Yok daha neler, Kunikida-kun biraz gergin görünüyordu, bu yüzden sadece dikkatini dağıtmak istedim.”
   “Artık hiçbir şeyini umursamıyorum!”
   Dazai’yi kenara ittim ve ileriye doğru yürüdüm.
   Kahretsin, karanlık. Hiçbir şey göremiyorum. Hiçbir şey göremediğimden karanlıkta neler olabileceğini hayal etmeye başlıyorum.
   Gölgelerin mahrum karanlığında, birinin uzun bir nefesle iç çektiğini hissedebiliyorum.
   Karanlık.
   Karanlık.
   Artık değil.
   “Yalnız Şair – el feneri!”
   Aydınlık oldu.
   000
    Hastanenin etrafını biraz kontrol ettikten sonra, birisinin içeri girdiğine dair kesin bazı işaretler vardı.
   Tekerleklerle bir şeyi çeken birisi, arkasında bir çeşit iz bırakmış. Deri botların ayak izleri, kıyafet tiftiği. Ancak, bunların her gece içeri sızan suçlunun izleri mi yoksa sadece durumun avantajından yararlanan hırsızların izleri mi olduğu net değildi.
   Görüş alanımız yeteneğimle oluşturulan küçük el feneriyle görebiliyorduk. Ancak hastanenin yoğun karanlığını aydınlatmak mümkün değildi.
   Sadece biraz ilerisi bile zifiri karanlıktı, önümdeki yolu aydınlatırsam ayaklarımın altımdakiler derin deniz karanlığına gömülecek, ayaklarımı aydınlatırsam, önümdekiler bir mağara kadar karanlık olacaktı. Temkinli bir şekilde ilerlesek bile, araştırmada ilerlememize yardım edecek hiçbir şey yoktu.
   “Birileri kesinlikle haylazlık yapmış. Hadi eve gidelim.” Dedi Dazai yeterince araştırmış gibi ve dönüp gitti.
   “Oi, bekle. Ciddi bir şekilde soruşturmaları yapacağım, inceleyeceğim ve sonuca ulaşacağım lafına ne oldu? Sadece bu kadar araştırmışken dedektif olarak adlandırılmaya layığız sanki. Daha fazla kanıt-“
   “Gerek yok. Şuna bak.”
   Dazai koyu renkli bir kablo tutuyordu. İki ucu da yere gömülüydü. –Neden?
   “O – kablo mu?”
   Doğru bildiysem, oldukça yeniydi. Bu binadaki zamanla çürümüş diğer güç kablolarından oldukça farklıydı. Birkaç ay önce yerleştirilmiş olmalıydı. “Eğer bu kabloyu takip edersek-“
   Dazai kabloyu makara gibi sardı ve sonuna kadar takip etti. Ustalıkla yerleştirilmiş ve saklanmıştı, ama sonunda kablonun sonuna ulaşabildik.
   Dazai başka bir şey aldı.
   “Bu… bir kamera. Biri bunu gizlice kurmuş olmalı. Sadece bu konumda da değil. Aman aman, müşterimiz hayalet korkusu yüzünden ağlayan Kunikida-kun’un görüntülerini çalmak için sahte bir istek göndermiş olmalı. Ne kötü bir adam.”
   “Hey, ağlamıyordum!”
   “Doğru, huh. Sadece terk edilmiş bir binanın karanlığından korkmak, ilkokul çocukları bile yapmaz.”
   “……….”
   “İlk olarak, bir hastanenin hayaletlerinin içinde mücadele ruhu kalmamış olmalı. Hastalıktan öldüler, değil mi? Bir kaza yüzünden öldüklerini farz edelim, o zaman da öldükleri yeri avlamaya giderlerdi. Bu çeşit hayaletler, bir insanı ölümüne kontrol edecek cesarete de sahip değiller. En fazla kalıcı duyguları ve pişmanlıkları vardır. ‘Ölmek istemiyordum…’ gibi gibi. Ahh, olamaz, olamaz. Gerçekten ölebilmek, ne lüks ama.”
   “Dazai….. Oi, sus artık…”
   Oh… intikam dolu bir ruh dinliyorsa, ne yaparız?
   “Eğer yaşamaya karşı bir kinleri varsa, en azından akciğer tüberkülozu olan çok zayıf bir kadının kini olmalı. Birbirine dolanmış yağlı saçları dalgalanıyor, ve intikam dolu bir şekilde diyor ki, “Garezim var, yaşayan şeyleri kıskanıyorum, BENİ BU KASVETLİ BOŞLUKTAN KURTARIN, BENİ BU ACIDAN UZAKLAŞTIRIN, aa, çok fazla acı, kanım, kemiklerim, etim, içim, AAAAAAAAAAAAAHHHHHH!”
   “YARDIM EDİİİİİİİİN!!!!!”
   Aniden bir kadının karanlıktaki tiz çığlığı beni o kadar şaşırttı ki kalbim boğazımdan dışarı çıkacakmış gibi hissettim.
   Ama hemen sonra üzerime soğuk suda sırılsıklam olmuşum gibi, sakinleştim.
  Az önceki çığlık, yaşayan birine aitti.
   “Şimdiki ses…”
   “Bu taraftan! Çabuk!”
   Dazai’yi beklemeden, küf tutmuş koridorda koştum. Olabilecek en kısa sürede, merdivenlerden aşağı indim ve koridorları geçtim. Çığlığın kaynağına doğru koşarken yerdeki döküntüleri tekmeledim.
   Bodruma vardım. Tavan yıkılmış ve altındaki zeminde parçalanmıştı. Küçük mutfak, tıbbi malzeme ve ilaç odası, X-ray odası, ve morg sıralanmışlardı.
   Sesin peşinden koştum ve küçük mutfağa girdim.
   İşte orada!
   Çamaşırları yıkamak için kullanılan geniş depodaki suyun yüzeyinden, bir kadının sağ eli çıkmıştı ve kadın umutsuzca debeleniyordu.
   Aceleyle koştum ve suya baktım, iç çamaşırlarını giymiş genç kadının figürünün altında görülebiliyordu, tek eli alttaki parmaklığa kelepçelenmişti.
   Kelepçeler yüzünden, kadın yüzeye çıkamıyordu! Ölümüne boğuluyordu!
   “Bu şey de ne-!?”
   “Demir ızgarayı kırmamız gerek!”
   Dazai ızgarayı kavrarken bağırdı. Kadının kaçmasını önlemek için bir kapak görevi gören devasa çelik ızgara depoya sıkıca sabitlenmişti.
   İki elimle ızgarayı tuttum ve tüm gücümle salladım. Aynı zamanda asma kilitle kilitlenmişti, kaba kuvvetle çıkmasının imkanı yoktu.
   Gözlerim sudaki kadınla buluştu. Kırmızımsı kahverengi gözbebekleriyle... Gözlerini yapabileceği kadar kocaman açtı, bakışlarıyla yalvarıyordu. Yardım edin.
   “Şimdi seni kurtaracağım! Deponun kenarına git!”
   Ellerimi salladım, ona hareket etmesi için talimat vererek. Belki de fark etti, kadın sırtını deponun duvarına bastırdı ve vücudunu çekti.
   Belimden tel tabancasını aldım. Güvenlik kilidini açtım, ve deponun dış duvarına nişan aldım.
   “Eğil, Dazai!”
   İçerideki kadına doğru sekmeyecek şekilde, açıyı hesapladım ve ateş ettim! Darbe alan duvar çatladı ve delindi. Yarıldı ve su dışarı aktı.
   O çatlağa doğru hedef aldım ve bir döner tekme attım!
   Tekmeyle kazandığım gücü ayağımda toplayarak, seramiği ve sıvalanmış duvarı parçaladım. Büyük bir delik oluştu ve devasa miktarda su dışarı aktı.
   “Öhö… öhö, öhö!”
   Su delikten fışkırdı, su seviyesi çabucak kadının yüzünün altına indi ve bunu arzuluyormuş gibi, nefes alıp vermeye başladı. Bir şekilde, zamanında yetişmiştik. Dazai büyük bir tıpayı kapattı ve su akmayı kesti.
   “İyi misiniz?” kadına ızgaraların arasından bir mendil uzattım. Kadın hala titreyen parmaklarıyla mendili aldı.
   “Birisi sizi boğmaya çalışmış gibi görünüyor… Kimin yaptığını gördünüz mü?” diye sordu Dazai.
   Çılgınca öksürürken nefes almaya çalışan kadın sonunda sesini çıkardı. “Ben- kaçırıldım. İş için Yokohama’ya geldiğim gün, birden bilincimi yitirdim – ve ne olduğunu anlamadan önce, buraya gelmiştim.”
   Dazai ve ben birbirimize baktık.
   000
    Dazai ile birlikte çalışarak, ızgaraları ve kelepçeyi kırdık ve kadını kurtardık. Çelik ızgaralara üç kere asma kilit vurulmuştu ve başka seçenek olmadığı için, kırabilmek için kanca tabancasının sapını kullandım.
   “Adım Sasaki Nobuko. Tokyo’da bir üniversitede öğretim görevlisiyim. Yokohama’ya vardığımda, aniden bilincimi yitirdim ve ne olup bittiğini fark edemeden buradaydım” Sırılsıklam ve yüzü morarmış Bayan Sasaki hala kararlı bir şekilde açıklama yapabiliyordu.
   “Sasaki-san, kaç gün önce bilincinizi kaybettiğinizi ve kaçırıldığınızı hatırlıyor musunuz?”
   “Özür diliyorum… Bilincimi kaybetmiştim, bu yüzden tam olarak söyleyemem… Ama vücudumun durumuna ve boş mideme bakarak konuşursam, iki ya da üç günden fazla geçtiğini düşünmüyorum.”
   Yokohama turistlerinin seri kaybolmaları vakasının kurbanlarının 35 ila 7 gün arası öncesinde kaçırılmıştı. Bayanın söyledikleri doğruysa, on ikinci kurbanın o olması yüksek bir ihtimaldi.
   “……”
   Bu sırada Dazai bağlı kollarıyla sessiz kalmıştı, şiddetle bir şey hakkında düşünüyordu. Bayan Sasaki siyah saçlı ve bedeni ince olan bir kadındı. Yaşı benimkine yakın olmalıydı. Vücudu titriyordu. Kıyafetleri kaçırıldıktan sonra mı çıkarılmıştı, yetersiz iç çamaşırları içinde bırakarak? Dazai’nin ona ödünç verdiği ceketi giyiyor olsa da, gecenin bu vaktinde, sırılsıklam yarı çıplak vücuduyla, titrememek mümkün değildi. Soğukta titreyen, koluma tutunan eli, yere uzanmış bacakları fazla inceydi. Tenine yapışan kıyafetler baştan çıkarıcı bir kıvrım çizmişti. Teni o kadar beyazdı ki birisi onun saydam olduğunu düşünebilirdi.
   Ensesine yapışan ıslak saçından akan su taneleri göğsüne damladı. Bazı sebeplerden, nedensizce, gözlerimi başka tarafa çevirdim.
   “Daha önemlisi, bu binanın bir yerlerinde benimle aynı şekilde kaçırılan daha fazla insan olmalı! Seslerini duydum.”
   “Ne-?”
   Diğer kayıp insanlar da mı? Onlar da kaçırıldı ve buraya hapsedildiler yani? “Size yolu göstereceğim! Buradan lütfen.” Kadın, aklı karışmış bir şekilde, ayağa kalktı, rehberimiz olmayı planlıyordu.
   ……Ancak.
   “…Bekle.” Bayan Sasaki’yi durdurmak için elimi uzattım.
   “Dazai, bu durum hakkında ne düşünüyorsun?”
   “Sasaki-san’ın erotik göründüğünü düşünüyorum” dedi Dazai ciddi bir ifadeyle.
   “Ciddi ol!”
   “…Hmm, çok fazla şey yaptık.” Dazai kollarını bağladı ve bir kez daha cevapladı. “Bu terk edilmiş binaya gizemli sesleri ve ışıkları araştırmak için geldik, değil mi? Bunun yerine, seri kayıplar vakasından kayıp bir kurbanı bulduk. Bunların iki ayrı, alakasız vaka olması gerekiyordu. İki vakadan da sorumlu olduğumuz gerçeğini bir kenara bırakırsak… Sasaki-san, suçluyu en son ne zaman gördünüz?”
   “Çok üzgünüm, ama onun yüzünü doğru dürüst bir kere bile görmedim… Ancak bilincimi kazandığımda, deponun musluğu çoktan çalışıyordu ve su seviyesi çoktan yüzüme yaklaşmıştı. Belki suçlunun kendisi ben uyanmadan beş dakika kadar önce musluğu açmıştır.”
   O zaman bağırdığı için, onu duyduk. Musluk açılmadan hemen önce...
   “Öyleyse suçlu hemen önce burada olmalıydı. Yaklaştığımızı fark ettiğini düşünüyorum. Eğer öyleyse, bunu neden yaptı?”
   “Yani bizim varlığımızı öğrendiğinde panikledi, ya da-“
   Titizlikle planlanmış bir tuzak mıydı?
   Ama böyle bir tuzaktan korkmak ve işleri bu haliyle bırakmak söz konusu olamazdı. Bu binada, kayıp kurbanlar var, burada hapsedilmiş olmalarının ihtimali varsa, onları kurtarmamayı göze alamayız.
   “İlk kurban kaybolduğundan beri çoktan 35 gün geçti. Eğer o zamandan beri burada hapis tutuluyorsa, kurban için ölüm kalım meselesidir. Dazai, bayana eşlik et ve beni takip edin.”
   Silahımı tuttum ve koridordan aşağı ilerledim.
   Polise rapor göndermemi söyleyen hislerimden sonra, Bayan Sasaki’nin rehberliğinde ulaştığımız yer morgdu. Cesetler değerli eşyalardı, bu yüzden hırsızlığı önlemek üzere, kapı normalden daha sağlamdı. Demir kapı bir sürgüyle kilitliydi. Kilit, aynı zamanda yaşayan insanları içeride hapsetmek için de uygundu.
   Hiç tuzak olmadığına emin olduktan sonra, sürgüyü kırarak açtık ve hızla içeri girdik. İki bileğimi birbiri üzerinden geçirip çaprazladım, ileriye doğru el fenerini ve silahın ağzını yönelttim.
   Morgun çapı yaklaşık on metreydi ve korkunç bir şekilde karanlıktı. Eşyaların çoğu ya taşınmıştı ya da çalınmıştı, içerisi boştu. Geriye kalanlar sadece kırılmış ceset sedyesi parçaları, yırtık kadavra poşetleri ve duvarlara monte edilmiş morg dolaplarıydı. Bundan başka, hiçbir şey yoktu. Yaşayan ya da ölü. –Hayır.
   El fenerinin ışığına tepki olarak, odada bir şey hareket etti. El fenerinin beyaz ışığını o yöne doğru çevirdim.
   “Y… Yardım edin…”
   Orada biri vardı.
   Duvar boyunca uzanan demir kafeste, toplam dört kişi vardı. Bayan Sasaki gibi, herkes basit iç çamaşırlarıylaydı.
   “Nerede?”
   “Az önceki kadın sesinin bağırması… Ona ne oldu?”
   “Sakin olun. Sizi kurtarmak için buradayız. Çığlık atan kadını çoktan kurtardık. Yaralı var mı?”
   "H-hayır ama burası neresi? Neden buradayız?"
   Durumu onaylamak için yakına gittim. Giriş zıt taraftaydı; vahşi canavarları taşımak için kullanılmış tel örgü kafes duvara çivilenmişti. Elimizdeki malzemelerle bunu çıkarmamız zor görünüyordu. Kafesin kendisi sağlamdı, onu parçalarına ayırmak büyük ihtimalle zaman alacaktı.
   “Elektrik kilit sistemi, değil mi?” Dazai iç çekti ve kafesin kilidinin önüne yaklaştı ve onayladı. “Bir parola huh, parmak izi gibi biyolojik bir iz mi… ya da bir çeşit anahtar kelime mi… ‘açıl susam!’ ‘-gürleyen şimşek!’ ‘Yüz karası ömrümü sunuyorum’6 Hmm… açılmıyor. Görünüşe göre kırmaktan başka bir seçeneğimiz yok.”
  Sonuncusu da neydi öyle?
   "Kırmakla açılacaktır büyük ihtimalle, buralarda bir yerde şöyle bir şey-“ Dazai kilit sistemine dokunmak için uzandığı anda, Bayan Sasaki aniden bağırdı. “Yapamazsın, o kilide dokunmaya iznin yok!”
   Dazai şaşırdı ve arkasını döndü. Kilit sisteminde kırmızı bir ışık yandı. Yukarıdan, metal bir şeyin düşme sesi geldi, bir şeyin açılma sesi. Kafesin içinde, süt beyazı duman çıktı ve yayıldı. İçgüdüsel olarak aceleyle uzaklaşırken gözlerimin ve boğazımın sanki bıçaklanıyormuş gibi acıdığını hissettim. Kafesin içinde şaşıp kalan kayıp insanlar çığlık attılar.
   “Zehirli gaz!”
   Yoğun acı yüzünden gözyaşları aktı. Görüşüm . Dünya bulanıklaştı. Her şey ve hiçbir şey dans ediyormuş gibiydi. Ne kadarını içime çekmiştim ki? Ama bu kurbanları terk etmem mümkün değildi. Elimi kafese doğru uzattım.
  “Daha yakına gidemeyiz! Artık çok geç!”
   Biri kolumu yakaladı ve beni geriye çekti. Çok gürültülü. Onları kurtarmak zorundayım. Kurbanlar ölemez.
   İdeal olan bu. Dünyanın böyle olması gerekir.
   “Kunikida-kun! Acele et!” Dazai arkadan bir yerden bağırdı.
   İstemiyorum. Bu yanlış.
   “Yapamazsın!”
   Bayan Sasaki beni sıkıca tuttu ve durdurdu. Neden. Neden beni durdurdun? İnsanların ölmesine izin verilmemeli. İki gözümün önünde, bir kişi bile –
   Dazai’nin odayı arkamda bırakmak için beni yönlendirmesine izin verdim. Ne diyerek bağırdığım hakkında, en ufak bir anım bile yok.
   Hapsedilmiş dört kişinin hepsi öldü.
 Çn1: Yanlış anlaşılmasın, buradaki "Kazak" kıyafet olan değil, ülke olan "Kazak(istan)".
Çn2: Oda ölmeden önce Dazai Oda'nın beğenebileceği bir tofu tarifi bulmaya çalışıyordu, ona gönderme. Çn3: Budizm terimi
ÇN4: Daha önce hiç Go oynamadım bu yüzden az önceki paragrafta terimlerden kaynaklı ufak yanlışıklar olabilir. Bunun için özür diliyorum. Çn5: Kırmızı örümcek zambakları (Diğer isimleri: Kasırga Zambak, Meyan Kökü; japoncada Higanbana) ölülerin çiçeği, hayaletlerin çiçeği, cehennem çiçeği, zehirli çiçek gibi anlamları vardır. Örnek resim:
Tumblr media
Çn6: Dazai Osamu'nun bir eserine gönderme
@bungoustraydogs-tr​ /tumblr @nabidan27re​  /tumblr
142 notes · View notes