#ilerledi
Explore tagged Tumblr posts
turevsiz · 15 days ago
Text
kac gundur evde kazagimi bitirmeye calisiyorum daha bitmedi
1 note · View note
antiatuz · 8 months ago
Text
.
0 notes
sadebirii · 1 month ago
Text
İnsanlar donarak ölüyor . Yıl 2025 . Bebekler tonlarca ağırlındaki bombalarla öldürülüyor . Yıl 2025 . Dünya sessizce izliyor . Açlıktan ölen çocuklar var . Yıl 2025 . Anneler evlatlarını bağrına basıyor , ısıtmak için . Dünya bomboş gibi . Evet teklonoji ilerledi . Ama insanlık hiç olmadığı kadar ilkel . Sanki cahiliye devri . Evet yıl 2025 ..
58 notes · View notes
yasamsallik · 2 months ago
Text
Tumblr media
İNGİLİZLER ONA “EFSUNLU KEMAL” DERLERDİ
Mustafa Kemal, Çanakkale’de olağanüstü bir cesaret ve inançla mücadele etmiştir. Askerlerini imkânsız hücumlara kaldırmış, KENDİSİ EN ÖN SAFLARDA YER ALMIŞ, bizzat sıcak çatışmaya girmiştir. Ancak ölümün kol gezdiği Gelibolu sırtlarında, sanki “gizli bir güç” onu korumuş gibidir.
H.C. Armstrong, ATATÜRK’e “ağır hakaretler” içerdiği için bir dönemler yasaklanan “Bozkurt” adlı eserinde, Çanakkale Savaşlarını anlatırken uzun uzun Mustafa Kemal’in kahramanlığı üzerinde durmuş ve satır aralarında ölümün adeta ondan uzak durduğunu ifade etmiştir. İşte “ATATÜRK düşmanı” Amstrong’a bile şapka çıkarttıran ATATÜRK’ÜN ÇANAKKALE’DEKİ BÜYÜK CESARETİ ve bu cesaretin Amstrong’un yasaklı kitabına yansıması:
“BİR KERESİNDE YENİ KAZILMIŞ BİR SİPERİN DIŞINDA OTURUYORDU. Bir İngiliz bataryası sipere ateş açtı. Toplar menzili buldukça, şarapneller gitgide daha yakına düşmeye başladı; vurulması matematiksel olarak kesindi. Kurmayları sipere girmesi için yalvarmaya başladılar.
‘Hayır’, dedi.SAKLANMAK ADAMLARIM İÇİN KÖTÜ BİR ÖRNEK OLACAKTIR.’ İlgisiz ve soğukkanlı bir tavırla kurmaylarıyla konuşurken, bir sigara yakıp, gayet sakin onu içti. Bu arada aşağıda siperin güvenliği altında duran adamları, büyülenmiş gibi onu seyrediyorlardı. Düşman topları bir başka hedefe yöneldiler. PATLAYAN ŞARAPNELLERİN TOZLARINA BULANMIŞ OLSA DA, Mustafa Kemal’e yine bir şey olmamıştı.”
“Bir başka olay da, Gelibolu’ya dönerken bir İngiliz uçağı, bindiği otomobili baştan aşağı taradı. Bombalar arabanın ��nünde ve arkasında ki yolda patladı, bir tanesi de ön cama çarpıp şoförü öldürdü. Fakat Mustafa Kemal’e hiçbir şey olmadı.”
“ZAMAN ZAMAN ELİNE BİR TÜFEK ALIP SİPERDEN DIŞARIYA UZANIYOR, Avustralya siperlerindeki belirli bir hedefe dikkatli ve telaşsız birkaç atış yapıyordu. Açık alanlarda adamlarına cesaret vermek için yavaş yavaş hareket ediyor, kısa menzilde bile, düşman avcıları onu vurmayı başaramıyorlardı.”
“Kesinlikle ve tümüyle hiçbir kurşunun ona rastlamayacağına inanmıştı. Bu inanç, ona olağanüstü bir korkusuzluk aşılamaktaydı.”
“TEKRAR TEKRAR ATEŞ ALTINA GİRMEKTEN GERİ DURMUYORDU. KENDİNİ HİÇ SAKINMIYOR; adamlarının karşı karşıya kaldığı tehlikeleri onlarla paylaşıyor, ama çevresindeki tüm adamlar öldüğü halde ona hiçbir şey olmuyordu.”
Ancak bir seferinde az kalsın ölüyordu!
“...Sabaha karşı 3.00’da Mustafa Kemal SİPERLERDEN ÇIKTI, YÜRÜYEREK İLERLEDİ. İngilizler ateş açtı. Bir kurşun saatini parçaladı; fakat kendisine gene bir şey olmadı. Yaralanmış olsaydı, hücum asla gerçekleşmeyecekti... Türklere zaferi kazandıran ve yarımada ile İstanbul’u kurtaran, eldeki bu bir avuç asker ile Mustafa Kemal’in olağanüstü kişiliği oldu.”
Çanakkale’de Mustafa Kemal’in yanında olanlar da Armstrong’u doğrularcasına Mustafa Kemal’in “korkusuzluğunu” ve “korunmuşluğunu” vurgulamaktadırlar.
Cevat Abbas Gürer anılarında Mustafa Kemal’in korkusuzca ve fütursuzca ateş hattının içine kadar girip askerlerini idare ettiğini şöyle ifade etmektedir:
“...Conkbayırı’na akşam karanlıkta ulaşan Mustafa Kemal Sekizinci Fırka Kumandanı Bay Ali Rıza’yı ve yorulmak bilmeyen fırka arkadaşlarını gayrete getirmiş, sabaha kadar uyku uyumadan ve istirahat edilmeden, en küçük rütbeden en büyük kumandana kadar hummalı bir faaliyet neticesinde cüz’ü tamlarımız yenden seher vaktine kadar hazırlanmıştı.
Mustafa Kemal, tam bir gece olmayan zamana sığdırdığı bu baş döndürücü faaliyeti esnasında en ince en ufak ayrıntıyla ilgilenmiş, DÜŞMAN SİPERLERİNE KADAR BİZZAT YANAŞMIŞTI. O kadar ki geceyi ekseriyetle, hasım avcı hatlarının yanı başında geçirmişti. Tarafların avcı hatları arasında yalnız 11 metrelik bir mesafe vardı.”
Yine Cevat Abbas’ın anılarından:
“Kumandanımız evvelce oturmamı belirttiği ve işaret ettiği yerde, bir metre kadar akasında oturuyordum. Tepemizde dönüp dolaşan 11 teyyarenin ara sıra üzerimize bıraktığı bombaların gadrine uğramayaşımzın sebeplerini zihnen araştırmakla meşgulüm. ÖLÜM YAĞDIRAN BU HAVA KARTALLARININ ZULMÜNDEN KURTULMAK İÇİN KUMANDANIM HİÇBİR TEDBİR ALMAYA LÜZUM GÖRMÜYORDU.”
Cevat Abbas, Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki cesaretini, çalışkanlığını ve kahramanlığını şöyle gözlemlemiştir:
“Kumandanım, büyük dehası nispetinde ölçülemeyecek derecede fedakâr ve cesurdu. Ateş sahası dışındaki durumu ne ise, şiddetli ateşlerin ölüm yağdıran dehşetli sağnakları altında da onun vaziyeti aynı idi.
Gözle sayılamayacak ve akılları durduracak kadar insanların kat kat birbiri üzerine yığıldığı ateş hatlarında, SİPERLER ÜZERİNDE EKSERİYETLE ONU GÖRÜRDÜK. En katı yürekleri bile zaafa uğratan kanlı manzaraları veya taarruz ya da muvaffak olan yakın düşmanın ilerlemesini devamlı olarak görmemek için, KUMANDANIM DURDUĞU VEYA OTURDUĞU YERDE ARKASINI DÜŞMANA ÇEVİRİRDİ. Fakat sık sık değiştirdiği vaziyeti ile bu hareketini tamamıyle örter, etrafındakilere katiyen hissettirmezdi.
Kurmay heyetinin ateş haricindeki mesaisini, lüzum gördükçe ön siperlerde, avcı hatlarında, mitralyöz yuvalarında, şiddetli ateş hattında da isterdi.”
Ali Canip Yöntem de anılarında, Cesaret Tepesi’nde Mustafa Kemal’in askerlerine kurşun yağmuru altında bando mızıka eşliğinde öğle yemeği yedirdiğini yazmaktadır:
“Biz Çanakkale’ye gittiğimiz zaman henüz Anafartalar Muharebeleri olmamıştı. Mustafa Kemal yarbaydı. Fakat ilk kahramanlığını gösteriş, Seddülbahir’in kuzeyinde ve Anafartaların güneyinde İnglizlere ilk zapartayı atmış ve onları Arıburnu’nda dar bir yere mıhlamıştı.
Arıburnu’na geldik. Orayı gezerken birden bire İngilizlerin bir yaylım ateşi, yani bombardımanı ve aynı zamanda kulağımıza bir de mızıka sesi geldi.
Esat Paşa’ya sordum: ‘Paşam bu ne? Mızıka başladı. İngilizlerde de yaylım ateş!’
Cevap verdi:‘Dikkat edin bütün mermiler, şu üst tarafımızdaki Cesaret Tepesi’ne yöneliktir. Her gün öğle zamanı oldu mu, oranın Tümen Komutanı Mustafa Kemal, askerlerine bando ile yemek yedirir. Ve İngilizleri kıyıda dar bir yere mıhladığı için mızıka sesini duyan gemileri, Mustafa Kemal’e ateşle cevap veriler. Yemek bitince bando kesilir. İngilizlerde sırf hiddetlerinden açtıkları ateşe son veriler.”
Mustafa Kemal: 1913’te kaleme aldığı “Zabit ile Kumandan Arasında Hasbıhal” adlı eserinde, “Muharebede yağan kurşun yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenlere, ürkenden daha az zarar verir” demiştir. İki yıl sonra da 1915’te Çanakkale’de bu düşünce doğrultusunda, İngilizlerin gemilerinden karaya yağdırılan ve insanın ruh halini allak bullak eden top mermilerinin gürültüsüne askerlerini alıştırmak için onlara bando mızıka eşliğinde yemek yedirmiştir.
İşte gerçekler… İşte tarih….
34 notes · View notes
kisa-hikayeler · 6 months ago
Text
Patronun karısı
45 yasindayim 55 yasinda bir iş adaminin şoförlüğünü yapiyorum , eşi de 35 yaşında, 5 yıldir gayet iyi giden bir patron şoför iliskimiz var diyebilirim zaman zaman eşini de kismi biryerlere getirip goturdugum olmustur , eşi (merve) bu trafikte araç kullanmak istemiyorum bi şoför istiyorum demiş, sonrada yeni biri olacagina 5 yildir tanidigimiz olsun demiş merve , sen kendine baska şoför bak diye , bu süreçte ben mervenin şoförü olmuş oldum , zaten sohbetimiz vardi bu süreçte samimiyet daha da ilerledi ... Devamini isterseniz yazarim ;)
39 notes · View notes
amezhu · 4 months ago
Text
Heaven Official's Blessing ▪︎
245. BÖLÜM - Fenerler & Bilmeceler - Yuanxiao'nun tadı, yeniden bir araya gelmenin tadı -
Yuanxiao (fener) festivali, gün batımından bu yana güzel bir gece.
Baharın başlangıcı sayılmasına rağmen, kış hala buralardaydı ve rüzgar ısırıcı bir soğuklukta esiyordu.
Xie Lian yolun kenarında yavaş adımlarla yürürken kocaman bir çuvalı kaldırıyordu, yüzü rüzgardan soluk kırmızıya dönmü��tü.
Çuval, topladığı karmaşık hurdalardan oluşuyordu. Kullanılabilirler mi bilmiyordu ama kullanılıp kullanılmayacağını gözetilmeksizin bundan sonra onun tek geçim kaynağı bu olacaktı.
Çok geçmeden caddesinin kenarında bir standa denk geldi.
Bu standa ‘heji xiaoshi’ denirdi, bazı küçük atıştırmalıklar satılırdı. Tezgah sahibinin üç kişilik ailesinin şeride doğru yerleştirilen küçük masada oturduğu ortaya çıktı. İnce yapılı ve oldukça güzel bir kadın sıra sıra dizilmiş masaların arasında koşuşturuyordu; kendisine koşuşturmayı bırakıp masaya oturması için seslenen tezgâh sahibine kulak asmadı, onun yerine sadece "Birazdan orada olurum" demekle yetindi. Sesi bir sarı asma kuşunun çağrısı gibiydi.
Müşteriler diğer masalarda ikişerli ve üçerli olarak otursa da hepsi de bir süre sonra evlerine gitmeden önce oturup sohbet eden genç bayanlar için orada bulunuyor gibiydi. Ne de olsa bugün Yuanxiao festivaliydi.
Tezgâhın önünde küçük bir çömlek duruyordu. Tencerenin içindekiler - beyaz, yuvarlak, pırıl pırıl küçük nesneler, fokur fokur kaynıyordu - adımlarını yavaşlatmasına neden oldular.
Xie Lian içinden "Ah, bugün yuanxiao" diye geçirdi.
Küçükken her Yuanxioa festivalinde Xianle'nin kral ve kraliçesi onunla birlikte yuanxiao yerdi. Xie Lian son derece seçici bir yiyiciydi ve yuanxiao'yu sevmezdi. Ünlü şefler tarafından yapılan ve kendisine altın ve yeşim taşından tabaklarda sunulan küçük lezzetler bile onun hoşuna gitmezdi. Çok tatlı olmalarından, yerken dişlerini tuhaf hissettirmelerinden hoşlanmazdı; ne o dolguyu ne de bu dolguyu yerdi; birkaç ısırık alırdı ve bırakırdı.
Daha sonra, biraz büyüdüğünde ve Taicang dağında xiulian uygulamaya başladığında, sadece ara sıra yuanxiao festivali için eve giderdi ve sonuçta sadece birkaç öğün yemek yerdi. Şimdi düşününce, Xie Lian yuanxiao'nun tadının neye benzediğini tam olarak hatırlayamadığını fark etti.
Xie Lian tezgâhın yanından dikkatle birkaç bakış fırlattı, kocaman, çirkin bir çuvalı dikkatle omzundan aşağı indirdi ve sonunda temkinli adımlarla tezgâha doğru ilerledi.
Hasır şapkasını çıkardı ve elinde tutarak şöyle dedi; Merhaba, bir kase yuanxiao alabilir miyim? Burada hiç var mı?
Tezgâh sahibi oldukça yaşlıydı ve Xie Lian'a bir bakış attı, ancak o cevap vermeden önce, zayıf genç hanım gülümseyerek cevap verdi, "Evet, önce buyurun oturun!" bununla birlikte, bir kase hazırlamak için acele etti. Xie Lian, tezgâh sahibinin başını salladığını gördü. Bunu tuhaf buldu ve kirli göründüğü için mi böyle davrandığını merak etti, bu yüzden hiç hoşuna gitmedi ve kıyafetlerini incelemek için kasıtlı olarak aşağı baktı. Kirli olmadığından emin olduktan sonra biraz rahatlamış hissetti ve "Ne oldu?" diye sordu.
Tezgâhtar çuvalı içeri sokmasından hoşlanmadıysa, çuvalı dışarıya koyabileceğini düşündü. Ama tezgâhtar ona bir kez daha baktı ve başını sallayarak "Yazık, ne kadar yazık" dedi.
Xie Lian “Ah, ne dediniz?” dedi.
Tezgâhtar, "Yuanxiao festivalinde, tek bir kişinin soğukta dışarıdaki bir tezgâhta oturup yianxuao yemesi çok acınası, kesinlikle" dedi.
"..." Xie Lian dedi ki, "Böyle yapma. Sen iş yapmıyor musun..."
Tezgâh sahibi onunla daha fazla konuşmadı ama kâseleri toplamaya başladı. Bir süre oturduktan sonra Xie Lian etrafındaki insanların onu incelediğini, daha doğrusu onu ve arkasındaki olağanüstü ve beklenmedik büyüklükteki çuvalı incelediğini hissetti.
Dükkân sahibinin kızı sinsice yaklaştı, içindeki iri parçaların ne olduğunu merak ediyormuş gibi çuvalı kurcalamak için çömeldi. Ancak annesi birkaç kez seslendikten sonra geri döndü. Şu anda Xie Lian, gelecekte sahip olacağı, bıçakların ve mızrakların bile delip geçemeyeceği vurdumduymaz bir kişiliğini geliştirmemişti.
Elinde olmadan bacaklarını kullanarak kocaman çuvalı masanın altına tekmeledi ve yoldan geçenlerin göremeyeceği bir yere koymayı umdu. Ne yazık ki, tezgâh küçüktü ve masaları, sandalyeleri ve bankları da küçüktü, öyle ki böyle bir şeyi saklamak imkânsızdı.
Xie Lian'ın hafifçe öksürmekten ve etrafındaki insanların bakışlarını görmezden gelmek için elinden geleni yapmaktan başka çaresi yoktu. Buna alışacaktı. Önemli bir şey değildi.
Birden aklına bir şey geldi ve aceleyle ellerini cübbesinin göğüs kısmına sokup etrafı yokladı. İfadesi değişti ve şöyle düşündü: "Şimdi bu daha da acınası! Yuanxiao festivalinde, soğukta açık havada bir tezgahta tek başıma oturup yuanxioa yemekle kalmıyorum, yeterli param bile yok!!!"
Aceleyle kaçmaya niyetlenmişti ama tam o sırada tezgâh sahibi elinde büyük bir porselen kâseyle geldi ve "Beş kuruş para" diyerek kâseyi masaya bıraktı.
"..."
Xie Lian, "Ah... ben..." derken sanki nefes alamıyormuş gibi hissetti.
Birkaç kez öksürdü, yumruğunu ağzının önüne kaldırdı ve tezgah sahibinin "Yoksa yok mu?" dediğini duydu.
Xie Lian tam tüm utanmazlığını sahiplenip ayağa kalkmak üzereydi ki, büyük porselen kâsenin bir gümbürtüyle önündeki masaya konduğunu gördü.
Dondu kaldı ve tezgah sahibinin "Unut gitsin. Ne kadar zavallı olduğunu görünce sana bir kâse vereceğim. Bunu bitirdikten sonra tezgahı kapatmam gerekecek, o yüzden acele et ve geri dön. Bugün yuanxiao festivali, ailenle birlikte olmalısın!"
"..."
Xie Lian tekrar oturdu ve kendi kendine bu yuanxiao kâsesini bitirdikten sonra geri dönecek hiçbir yeri olmadığını söylemese de yumuşak bir sesle "Teşekkür ederim" dedi.
Tezgâh sahibi de, "Dışarısı da çok geç oldu, yuanxiao festivalinde bu kadar geç saatte geri dönmek çok acımasızca!" dedi.
Karısı, "O da çok çalışmış gibi görünüyor ve yakında ayrılacak, bu arada onu azarlamayı bırak. Miao-er, Miao-er, koşuşturmayı bırak. Sürekli yardıma geliyorsun, bu bizi kötü hissettiriyor. Buraya gel ve bizimle ye."
Genç kadın, "Etrafta koşuşturmuyorum!" diyerek son masayı da kaldırdı ve onlarla birlikte oturup bir porsiyon yuanxiao yemek için yanlarına gitti.
 Dört kişi bir yandan konuşup bir yandan gülerken bir yandan da başka birinin gelip aralarına katılmasını bekliyor gibiydi. Xie Lian onlara baktı, kâsesini yukarı kaldırdı, ağzına bir parça attı ve tatlı çorbadan bir yudum içti.
Ama hâlâ tadının ne olduğunu bilmiyordu.
"Gege, Gege?"
Xie Lian ancak o zaman dikkatini topladı. Hua Cheng yanı başındaydı ve ona bakıyordu. Kırmızı cübbesinin içinde Hua Cheng'in kaşları ve gözleri daha da parlaktı ve fenerlerin ışığı solgun yüzüne yumuşak bir renk katıyordu. Xie Lian bakarken biraz dikkati dağıldı ve "Ne?" dedi.
Hua Cheng, "Gege yorgun mu? Yoksa yürüyemiyor mu?"
Xie Lian fazla düşünmeden başını salladı. Hua Cheng, "Üzgünüm. Dün gece biraz fazla abarttım." dedi.
Ancak bir süre sonra Xie Lian onun söylediklerine tepki verdi ve aceleyle ellerini sallayarak, "… Ne diyorsun sen? Öyle bir şey değil! Bunun onunla hiçbir ilgisi yok!"
Hua Cheng kaşlarını kaldırarak, "Eğer bunun onunla bir ilgisi yoksa, demek ki aşırıya kaçmamışım? Yani, ben şey yapabilirim...?"
Xie Lian aniden hâlâ Hayalet Şehrin ana caddesinin ortasında olduklarını hatırladı ve etrafına ürkek ve temkinli bir bakış attı. Gerçekten de bilinmeyen bir zamanda, etrafları şekilsiz ve tuhaf yaratıklardan oluşan büyük bir kalabalık tarafından sarılmıştı; kulakları uzun olanlar kulaklarını uzatıyor, kulakları kısa olanlar boyunlarını uzatıyor ve görünüşe göre hepsinin gözleri bakır bir çan kadar açılmış, ikisine sert bir şekilde bakıyorlardı. Xie Lian o kadar şaşırmıştı ki, bir an için ne diyeceğini bilemedi. Sonunda haykırdı, “San Lang ah!”
Hua Cheng hafifçe gülümseyerek ellerini arkasına sakladı, “Pekala, pekala. Benim hatam, daha fazla bahsetmeyeceğim.”
Xie Lian da bakışlarını çoktan sokağın kenarındaki yuanxiao yaratığının tezgahından çekmişti. Hayalet şehrin ana caddesinin her iki tarafında da çok sayıda parlak kırmızı fener asılıydı ve fenerler bilmecelerle kaplıydı. Hayalet kalabalığı haykırdı, “Bir bilmece tahmin edin! Bir bilmece tahmin edin! Bilirseniz ödül bile var! hem de bir sürü ödül!”
Hua Cheng Xie Lian’a “Gege, denemek ister misin? Ödül de var.” dedi.
Xie Lian yürüyerek, “Bir denerim o zaman.” Dedi.
Hayalet kalabalığı heyecanlanarak birbirlerini itmeye başladılar; “şşt, şşt, Büyük amca bir tahminde bulunacak! Büyük amca bir tahminde bulunacak!!!”
"..." Sanki dans etmesini bekliyorlarmış gibi kalabalığın ezici yaygarası karşısında Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi. Tam rastgele bir bilmece seçmeyi düşünürken, kim bilir nereden gelen bir dokunaç onu bekledi ve ona bir fener uzatarak "Lütfen! Lütfen!" dedi.
Xie Lian’a göre, herhangi gibi olurdu. Ona verilen feneri aldı ve bir baktı. Bilmeceli fenerin kenarında yalnızca üç kelime yazılıydı; “Beyaz kafalıyı buldum.”
Bilmece; 我到白头
我到 buldum.
白 beyaz.
头 kafa.
Cevap; 白’in başından丿karakteri çıkartın. Ve 我 karakterinin üstüne koyun. Ve böylece 我 elde edersiniz.
Xie Lian’ın cevabı verirken düşünmesine gerek bile yoktu; “Benim.”
Hua Cheng överek alkışladı, “Gege, harikasın.”
Etrafını saran hayalet kalabalığı da onunla birlikte alkış tuttu, çığlık attı ve uludu; hatta belli belirsiz, simsiyah bir şekil tezahürat yaparken havada taklalar bile attı ki bu biraz fazla geldi.
Xie Lian utandığını hissederek “Aslında, bu… oldukça kolaydı.” dedi.
Dokunaç ona ikinci feneri verirken yine “Lütfen, Lütfen!” diyordu.
Tumblr media
Xie Lian feneri aldı ve bu seferi bilmeceyi okudu; “Bahar Festivalinde bir gün.”
Bilmece; 春节一日
春 bahar.
节 festival.
一 bir.
日 gün.
Cevap; 一 ve 日karakteri 春’in yarısından çıkartın. Böylece 夫(koca) elde edersiniz.
Aynı şekilde düşünmeye bile gerek olmadan Xie Lian cevabı söyledi, “Eş (koca).”
Hua Cheng yine ellerini kaldırdı ve alkışladı. Xie Lian, “Gerek yok. Bu da kolaydı.” Dedi.
Hua Cheng ona gülerek şöyle dedi, “Cidden mi? Ama, ben Gege’nin harika olduğunu içtenlikle düşündüm.”
Xie Lian içten içte “��açmalık, saçmalık. Eğer sen kendin bilmece feneri ile gelseydin ve ben onu çözseydim, işte o zaman harika olurdu…” diye düşündü.
O sırada dokunaç şarkı söyleyerek tekrardan üçüncü bir feneri uzattı, “Lütfen! lütfen!”
Xie Lian baktı ve kaşları biraz çatıldı. Kalabalık da haykırdı, “Waa! Bu seferki zor geldi!”
Xie Lian kafasını salladı. Cidden, bu bilmece tek bir bakışla çözülemezdi; “Hayranlığını ifade etmek için utançla başını eğmek.”
Ama, çok da zor değildi. Bir süre sonra, Xie Lian “ ‘utançla’ kelimesi küstüm çiçeğine atıf yapıyor. Bitki için olan kısmı çıkarınca; ‘başını eğmek’, ‘eğmek’ kelimesinin başını al; ‘hayranlığını ifade etmek’, ‘dökmek’ kelimesinin başını al. Üçünü bir araya getir ve sonuç… ‘Hua’” dedi. Bilmecenin cevabı ‘Hua’.
Beklendiği gibi, bilmecenin cevabını verdiğinde, etraflarındaki hayaletler herhangi bir kısıtlama veya edep olmaksızın, neredeyse mide bulandırıcı bir şekilde çılgınca dans etmeye başladılar. Hua Cheng ona bakarak gülümsedi ve "Gege, bu sefer, cidden harikaydın." dedi.
Dokunaç bir kez daha fenerini kaldırdı ve belli belirsiz uzattı. Xie Lian kendi gülümsemesiyle, "Aklımda daha da şaşırtıcı bir şey var. Bu sefer bilmeceye bakmadan bile cevabı tahmin edebileceğimi söylesem bana inanır mısınız?"
Hua Cheng gözlerini açtı ve "Ah, gerçekten mi? Gege'nin böyle özel bir hareketi mi var?" dedi.
Xie Lian feneri aldı ve "Tahmin ediyorum, bu sefer cevap 'Cheng'. 'Hua Cheng'deki 'Cheng', değil mi?"
Feneri kaldırıp baktı, gerçekten de "hançerin sapı ve bıçağı hareket ettiğinde Güney yönüne doğru sabitlenirler." dedi Xie Lian, "'Hançer ve sapı hareket ettiğinde', 'sap' kelimesini ters çevirin, 'toprak' kelimesini elde edersiniz; 'bıçak' kelimesini koruyun; 'Güney yönüne doğru sabitlenir', 'yön' kelimesini Güney kısmı olarak alın ve 'toprak' ve 'bıçak' kelimelerini merkezde sabitleyin, 'Cheng' olur.  Bu en zor bilmece olabilirdi, ne yazık...”
Ne yazık, oyunun kurallarını baştan tahmin etmişti. Dört cevabı bir araya getir ve ne elde ettiğine bak! ‘Benim Kocam Hua Cheng.’
Xie Lian onların hilesini anladığından, hayalet kalabalığı tezahürat yapmaya cesaret edemedi, bunun yerine her biri gökyüzüne doğru bakarak öksürmeye başladı. Hua Cheng'in bakışları yavaşça üzerlerinde gezindiğinde, sanki çok korkmuş gibi görünüyorlardı, bazıları fenerlere daldı, bazıları yere daldı, her biri başlarına sarıldı ve "Chengzhu, kızma!!! Benim fikrim değildi!!!" diye ağladı.
“Benim de değildi!!”
"Saçmalık! en yüksek sesle kabul eden sendin!!!"
Hua Cheng yumuşak bir sesle "Dağılın." dedi.
Bir anda Sokaktaki tüm insanlar ve hayaletler rüzgârla savrulan bulutlar gibi yok oldu ve geride kimse kalmadı. Xie Lian feneri tekrar askısına astı ve gülümseyerek şöyle dedi, “Hadi geri dönelim.”
İkisi birlikte omuz omuza Qiandeng tapınağına doğru yürüdüler. Onlar yürürken, Hua Cheng ciddi bir bakışla, "Gege, lütfen bana öyle bakma. Bunu yapmalarına gerçekten ben izin vermedim."
Xie Lian gülümseyerek, "Biliyorum. Eğer sen olsaydın, bilmeceler kesinlikle bu şekilde tasarlanmazdı."
Hua Cheng, "Öyle mi? O zaman Gege benim bilmeceleri nasıl tasarlayacağımı düşündü?"
Xie Lian umursamaz bir tavırla, "Elbette 'Benim kocam San Lang' olurdu..." dedi.
Xie Lian ancak bu noktaya kadar konuştuktan sonra, söylememesi gereken bir şey söylediğini fark etti ve aceleyle ağzını kapattı. Ancak artık çok geçti. Hua Cheng yüksek sesle gülmeye başladı ve "Gege, yakaladım seni! Çok güzel!"
"... sinsi, sinsi..."
Tam o anda, ikisi birlikte Qiandeng tapınağına geri döndüler. Büyük salona girdiklerinde, Xie Lian beklenmedik bir şekilde yeşim platformun üzerine bir masa dolusu eşya yerleştirildiğini fark etti. Şaşkınlıkla yukarı çıkıp bir göz attı. Bunlar iki kase yuanxiao idi.
Arkasına baktı. Hua Cheng platformda ona katılmıştı ve şöyle diyordu: "Gege'nin biz dışarıdayken baktığı şey buydu, değil mi?"
Xie Lian başını salladı.
Hua Cheng, "Otur ve benimle birlikte ye, Gege."
"..."
Ancak Xie Lian oturmak yerine kendini Hua Cheng'e doğru attı ve başını onun göğsüne gömdü. Kollarını Hua Cheng'e sıkıca sardı ve bırakmayı reddetti.
Buna karşılık Hua Cheng de ona sarıldı.
Yıllar sonra nihayet yuanxiao'nun tadının ne olduğunu bir kez daha hatırladı.
19 notes · View notes
yesiliris · 8 months ago
Text
Yokluk ve boşluk. Yeri doldurulamayanlar ve doldurmak bile istemedikleriniz. Yaptıklarınız ve yapacaklarınız...
Duygular yok savaş var. Yaralı bile olsan devam etmek zorundasın çünkü hayatın özeti bu. Mutlu ol,yaralan,yürü,Bi daha yaralan ama koş...
Ölmek istedim ilk yaramdan değil ve son yaramdan da olmayacak. Kendimden ölmek istedim. Kafamın içinde ki hastalıktan ölmek istedim. Kurtuluş ölümdür dedim. Başkası sordu "Kurtuluş nedir?" Diye "Kurtuluş yaşamaktır" Dedim. Sadece yalancı değil aynı zamanda umut vericiydim. Kumarbaz değil aynı zamanda bir yaşamın cellatıydı düşüncelerim. Kimsesizliği iliklerime kadar hissettirici soğuklara bıraktı beni. Gözlerimi kapatıp geceye ışık istedim. Tanrı'ya yalvardım "günahsız kıl beni" Dedim "Sen şeytanın ta kendisisin,sen ateşsin. Sen toprağa,suya ait olamayacak kadar kirlisin" dendi.
Ben ateş olamazdım. Günah oldum,cehennem benim içime verildi,içten içe bitirdi. İnsan benim için yandı. Şeytan benim için vardı. Ölmek bir elmadan oldu, ölüm bir yanlışa doğdu.
Ne siyahtım ne beyaz. Grinin en koyu tonuydum. Kalbim birini kendine ev görmek için çırpınırken sokaklarda kaldım. "Belki de ben kimseye ait değilimdir" Dedim. Şartlar zordu,güldüm. Sorguladım "Neden?" Diye sorguladım. Şeytan başladı konuşmaya "Sen kirlettin beyazı,sen kıydın bir aşığa,sen bitirdin bir kalpteki evini,sen mahvettin ya her şeyi." Her göz yaşına pişmanlıklarımı sığdırmaya çalıştım. Çok ağladım. Ben mahvetmiştim. Şeytandan gelemezdim. Geceye yalvardım "Tanrım beni bağışla!"
Geceye aktı göz yaşlarım kaldırım taşından taşlı yollara. "Tanrım beni bağışla!" Su ilerledi,ilerledi,ilerledi birinin ayak ucunda bir papatya..."Tanrım beni bağışla!" Ve papatyanın yanında küçük bir Açelya. Tanrı affetmek istediklerinin canını yakar. "Tanrım canım çok yanıyor!" İçinde ki cehennem kaynıyor. Kalbin patladı. Gözlerin yorgun,ruhun terk etti bedeni. Geceye artık fısıltılar "Tanrım benim bağışla..."
25 notes · View notes
seyyahe-iavare · 18 days ago
Text
Tumblr media Tumblr media
Sabah sabah yaşadığım saçmalığa bak. Birkaç gün önce birine Allah rızası için yardımcı olmaya çalışırken bir anda ödevini yapmamı istedi. Ücret mukabilinde tercüme yapabileceğimi ödevi mantıklı bulamadığımı söyledim. Durumunu anlatarak ��ok zor durumda olduğunu stresten bayılmalar yaşadığını iki gün içinde teslim etmesi gerektiğini falan söyleyince cep harçlığı da olur diye kabul ettim. Allah var güvenilir ilerledi konu. İki taraf da vaatlerini zamanında yerine getirdi. Cuma sabahı işi teslim ettim parayı teslim aldım mesele bitti. Dün gecenin bi saatinde Hocam, iyi geceler şeklinde bi mesaj geldi. Gördüm dönmedim. Ben mi fazla pimpirikliyim insanlar mı fazla rahat bilmiyorum gerçekten. Benim bildiğim adab-ı muaşeret kurallarına göre tanımadığımız insanları olur olmaz saatte arayamaz, yazamayız. Siz şeklinde hitap ederiz. Karşımızdaki kişi evli olduğunu özellikle dile getiriyorsa yazarken ederken zorda bırakacak ifadeler kullanmayız. Empati kuruyorum şimdi ben eşimin telefonunda gecenin bi saati iyi geceler mesajı görsem ne tepki veririm. Çok rahatsız olur ne münasebet konu her neyse günler çuvala mı girdi derdim. Bence gayet düzgün bir üslupla rahatsızlığımı dile getirip uyardım. Karşılık olarak engellendim :) Ama bana müstahak baştan benim engellemem gerekiyordu. Gerçekten şaka gibi :)
11 notes · View notes
erkeknefreti · 5 months ago
Text
bizim eski kafede barmen kapali bir kiz vardi sevgilisi esat her gun bunun yanina geliyordu saatlerce oturup kizin cikis saatini bekleyip onu evine birakiyordu neyse bir gun kiz aldatti gibi bisey oldu baska biriyle flortlesiyor gibiydi cocuk buna ragmen onunla birlikte oldu affetti😔😔 bugun de az once asagidan bi ses geldi galiba yine ayni kizla bi sorun oldu cocugun yanindaki arkadaslari bunu pesinden gelip tutmaya calisti ama cocuk hala kopek gibi seviyorum ben bu kizi diye ilerledi yanisi kizlar seven erkek herseyi yapar ne olursa olsun ama uzuldum cocuga🤚🤚
13 notes · View notes
tozluhayaller · 2 months ago
Text
Gece uyku ile uyanıklık arasında sesler duydu. Ne olduğunu tam anlayamadığı için belki rüya görüyorum diye düşündü ama değildi. Gerçekten sesler geliyordu. Yeri geliyor ağlama yeri geliyor ağlayarak gülme. Tuhaf seslerdi. Açıkçasını isterse korkmuştu. Ama korkmak erkek adama yakışmazdı. O yüzden gecenin karanlığında kapattığı gözlerini açtı ama etraf tahmin ettiği kadar karanlık değildi. Aksine hafif bir pembelikle birlikte sanki gün doğar gibiydi. Önce gözlerini ovuşturdu sonra tekrar etrafa baktı gerçekten de karanlık değildi. Bu yaşadığı ufak şaşkınlığı bırakıp uykusundan uyandıran sese dikkat kesildi. Oturma odasından geliyordu ses. Yataktan kalktı, önce kendine gelmeyi bekledi. Sonra komodinin üzerinde duran saate baktı gece 2 buçuğu gösteriyordu. Besmele çekerek terliklerini giydi ve yavaşça ayağa kalktı. Gelen sesi takip ediyordu. Odadan hafif bir serinlik geliyordu ama odaya yaklaştıkça gelen ses serinliği bile unutturacak cinstendi. Artık sesler daha bir anlamlı gelmeye başladı. Çünkü 1 haftalık evlendiği eşi dışarıda gayet sesli bir şekilde hem şükürler ediyor hemde bir gülüp bir ağlıyordu. Merakı daha da artınca hızla odanın kapısını açtı. Ama eşi kapının sesini duymamıştı bile. Bir müddet odanın kapısında bekledi eşinin neye bu kadar sevindiğini anlamaya çalışıyordu. Daha sonra gözleri beyazlığa daldı. 2 gün önce günlük güneşlik olan şehirde şimdi lapa lapa kar yağıyordu. Üstelik her yeri doldurmuştu. Buna kendi bile şaşırdı. Aslında şaşkınlığı kendineydi. 28 yıldır bu şehirde yaşıyordu ama eşinin sevincine neden olan bu rahmeti hiç bu şekilde fark etmemişti. Ona göre kar yada yağmur hayatı durma noktasına getiren bir doğa olayıydı. İşleri aksıyor, işyerinde verimli olamıyor, kapalı havalar çoğu zaman onu boğuyordu. Ama şimdi bakınca aslında ne kadar muhteşem olduğunu daha iyi anlıyordu. Bir süre kapının önünde eşini ve ardında parlayan beyazlığı seyretti. Sonra içinden kendini bile şaşırtacak dualar ettiğini fark etti. Ve yine kendini şaşırmaktan alıkoyamadı. Bir insan bir kar için hem gözyaşı döküp hem de gülebilir miydi? Bir kadın bir kar için çocuklar gibi sevinebilir miydi? Oysa şimdilerde insanlar bırak karı yağmurdan bile nefret eder olmuştu. Bırak ufacık şeylerle mutlu olmayı, her anları kendilerine zehrediyorlardı. Her an bir depresif haller, her an bir can sıkıntısı.. Gözleri hep yükseklerdeydi insanın, bir saatlik mutlu edecek hazlar peşinde ömürlerini heba ediyorlardı. Kimsenin bir kar tanesine, bir kediye, bir insana bile tahammülü kalmamış, hılza geçip giden hayatlarında küçücük güzellikleri bile fark edemiyorlardı. Oysa balkonda izlediği eşi yağan kar için gözyaşı döküp, şükürler ediyordu. Bu devirde hala eşi kadar mutlu olan insanlar var mıydı? Yoksa o böyle bir eşe sahip olan nadir insanlardan mıydı? Bu onun için bir şükür sebebi olabilir miydi? Hayatı daha yaşanılır kılan bir nimet olabilir miydi? Bilmiyordu.. Geleceği düşünmeyi şimdilik bir kenara bıraktı. Dışarıda inanılmaz güzel olan kar yağışına ve eşine eşlik etmek için askıdan ceketleri aldı ve eşinin yanına ağır adımlarla ilerledi. Balkon kapısına vardığında eşi sanki bekliyormuşçasına arkasını döndü ve yaşlı gözlerle tebessüm ederek konuştu: Bak, ne kadar güzel yağıyor değil mi? Sabah olsa da kar topu oynasak. Benimle kar topu oynar mısın? :)
Ne diyebilirdi ki bu güzel teklif karşısında.. Tebessüm ederek başını olur anlamında salladı ve elindeki ceketi büyük bir nezaketle eşinin omuzlarına bıraktı...
11 notes · View notes
elestirenadam · 3 months ago
Text
İlber Ortaylı'nın yanılgısı.
İlber Ortaylı, Hürriyet gazetesindeki köşesinde bugün “185. yılında tanzimat” başlıklı bir yazı yazdı. Ortaylı yazısına şöyle başlıyor: “YAKIN tarihimizde Tanzimat devrinin muhtelif yorumları vardır. Bunlardan birincisi (ki süreklilik kazanan görüştür); Tanzimat devrinin Türk cemiyet ve toplum yapısını çağdaşlaştırma hamlesi olduğu ve Türkiye’nin devlet olarak mevcudiyeti ve Türk halkının zamana uyumunun bu şekilde sağlandığının belirtilmesidir. Esas görüş budur. Ne var ki derinlemesine ve esas olarak çapraz bir bakışla yapılmış ikinci bir görüş daha çok nutuk olarak caziptir ve Tanzimat’ı komple ve teslim olarak ele alır.” Evet, Tanzimat üzerine iki görüş çarpışmıştır. Fakat Tanzimat dönemi bir yorum değildir. Nesnel gerçekliktir. Buraya değineceğiz ama Ortaylı’nın yazısındaki son cümleleri, aslında Tanzimat konusunda durduğu noktayı işaret ediyor: “Kısacası Tanzimat devam ediyor. Büyük adamın 15 yılı parlak çıkıştır. Sonrasında bir iniş var. Ama bir kere Türk toplumunun tarihsel yetenek ve kabiliyeti ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet devrimimin yeniden restorasyonu hiç de uzak değildir, mümkündür. 1839 yılının 3 Kasım’ında okunan fermandan bu yana geçen 185 yıl bunu gösteriyor. 200. yıl daha parlak olacak çünkü arada Kemalist yıllar var.” Tanzimat’ın devam ettiği doğrudur. Fakat Ortaylı’nın Atatürk dönemini, Cumhuriyet devrimini bunun içine koyması, Tanzimat’ı işaret ederek Cumhuriyet restorasyonundan bahsetmesi büyük bir yanlış. Ortaylı “nutuk olarak caziptir” diye küçümsese de Tanzimat, Türkiye’nin sömürgeleşme sürecinin başlangıcıdır. Osmanlı ile İngiltere arasında 16 Ağustos 1838’de imzalanan Balta Limanı Antlaşması’nın bir sonucudur. Bu anlaşma ile Osmanlı pazarı Avrupalı devletlere açıldı. Buna ayak uydurmak için de Osmanl��’nın yöneticileri, Tanzimat ve ardından Islahat fermanını uyguladılar. Modernleşme ya da Ortaylı’nın dediği gibi “Türk cemiyet ve toplum yapısını çağdaşlaştırma hamlesi” ise bu sürecin bir cilası olarak, daha doğrusu bir dayatma olarak yapıldı. Emperyalist devletlerin bir dayatmasıydı. Osmanlı ekonomik olarak çökerken, ithal mallar piyasayı ele geçirirken, bir toplu iğne bile üretemeyen hale gelirken, “modernleşme” adı altında atılan bu adımlar, Türkiye’yi kapitalist-emperyalist çağa ayak uydurma çabasından başka bir şey olmamıştır. Türkiye’de devrimcilik ise Tanzimatçılıkla mücadele içinde gelişti. Jön Türkler, Tanzimatçı padişahların hapishanelerine atıldı. Devrimcilik, Tanzimatçı paşalarla mücadele içinde gelişti. Meşrutiyet Devrimleri ve Cumhuriyet Devrimi, Türkiye’nin Avrupa’nın pazarı olmasına karşı mücadele içinde yapıldı ve hep millî ekonomi programlarıyla ilerledi. Bakın Ortaylı’nın atıfta bulunduğu Atatürk, Tanzimat için ne diyor: “Bilhassa Tanzimat devrinden sonra, yabancı sermaye memlekette müstesna bir mevkiye sahip oldu. Ve ilmi manasıyla denebilir ki, devlet ve hükûmet yabancı sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 15, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, S. 145.) Tanzimatçılık, yabancı sermayenin jandarmalığından başka bir şey değildir. Ortaylı’nın “Tanzimat devam ediyor.” sözü şu açıdan doğrudur. Türkiye devrimlerle, Tanzimatçılıkla mücadele içinde bağımsızlaştı, özgürleşti, üretimine kavuştu. Fakat Baltalimanı Ticaret Anlaşması itibarıyla başlayan, Abdülmecid, Abdülaziz, Abdülhamit’le uygulanan, özellikle 1980’den sonra Özal, Çiller, Erdoğan’larla devam eden sıcak para ekonomisini savunanlar, Tanzimat çizgisini sürdürenlerdir. Günümüz Tanzimatçıları, Cumhuriyet Devrimlerinin kazanımlarını yok edenlerdir. Restore edilecek Cumhuriyet değil yeniden devrimle kazanacağımız, Tanzimatçı çizgiye karşı 150 yıllık mücadelelerle başlayan ve Atatürk ile zirvesine ulaşan Millî Demokratik Devrimimizi tamamlayacağımız bir süreçteyiz. Bu yüzden 10 Kasım’da “Atatürk Zamanı” manşeti attık. Türkiye büyük kararın eşiğindedir. Terörü temizleyip vatan bütünlüğümüzü sağlayacağız, emekçi sınıfların yüksek yeteneğini seferber ederek Üretim Devrimini başaracağız. Önümüzdeki görev bellidir: Restorasyon değil devrim!
OKUMA ÖNERİSİ:
Modernleşme, devrimin reddidir. Devrim ise, emperyalizmin modernleşme başlığı altında dayattığı çözüme isyandır. Tarihsel konum ve içerik olarak iki karşı teori ve pratik olan Tanzimatçılık-devrimcilik, modernleşme-devrimcilik konusunu ayrıntılı incelemek için Teori Dergisi’nin Eylül 2024 tarihli sayısını öneriyoruz.
Tumblr media
8 notes · View notes
etheromanie · 1 year ago
Text
"hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam dokunmadım. bıçak ruhumda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan yarıldım. ruhuma bir hayat yakıştıramadım."
86 notes · View notes
tsuyoiji · 5 months ago
Text
aeri ateş yakmaya çalışırken yeterli odunun olmadığını görmüştü, ayağa kalktı ve biraz odun aramaya başladı. yürüdü, yürüdü, yürüdü. en sonunda dal parçaları, odunların olduğu yeri buldu. heyecanla eğildi ve birkaç tane toplamaya başladı. yeterince toplamıştı. omzuna birinin birkaç defa sertçe dokunduğunu hissetti, "tamam ya topluyorum kalkacağım şimdi.". ve bu birkaç kez daha oldu. sürekli ısrar ediyordu sanki, ve aeri'nin canını yakıyordu. "tamam dedim sana canım acıyor?!" ve aeri arkasına döndü. orada kimse yoktu. gözleri büyüdü, ne olduğunu düşünüyordu. etrafa bakındı ama kimse yoktu. arkadaşlarından birinin ona oyun oynadığını düşündü. "her nereye saklandıysan çık, komik değildi şakaların" ama bir ses veya tıkırtı duyamadı. bu onun içini ürpertmişti. topladığı yakacaklarla koşa koşa kamp alanına doğru ilerledi. nefes nefese kalmıştı. odunları birden bıraktı ve nefesini düzeltmeye çalıştı. mavi ona döndü, "iyi misin, neden kaçtın böyle?". aeri nefes nefese cevap vermeye çalıştı. "yaban domuzu gördüm sanırım korkudan biraz.". mavi sorguladı, "burda domuz olması imkansız ama... belki başka bir hayvandır olabilir. gel nefeslen, su ister misin?". aeri kafasını olur dercesine salladı ve suyu kabul etti. beraber toplandılar çadırları ve her şeyi kurduktan sonra, aeri ve ash yemeğin başında yemekle uğraşıyorlardı. carlisle, "kim kimle yatacak?" herkes birbirine baktı. suji, "bilmem, ama bu sefer eşleri değişelim, ne dersiniz?". aeri, "BEN TEK YATMAK İSTEMİYORUM! yani istemiyorum, üzgünüm biraz korkağım." carlisle güldü, "ben senle kalırım aptal, korkma.". carlis'in bu sözünden sonra aeri samimi bir şekilde gülümsedi ona karşı. ash, "ee hadi gelin sofra hazır!" herkes işini bırakıp masaya doğru geçti, yemek hepsine iyi gelecekti. yemekte hepsi güldü eğlendi, kafa dağıtmaya birebir bi masaydı.
ash, "ben tek kalacağım bu arada size uyar mı?".
zolita, "ee o niye tek kalıyor bende kalmak istiyorum belki".
ash, "ağlama lan, ilk ben söyledim."
suji, "bende soul'u alıyorum o zaman?"
rudy, "bakıyorum da hemen de sattın beni."
suji, "değişelim dedim ya, hem carlis yokken korkar o ben kalayım onla."
carlisle kısık bir sesle, "kesin o yüzdendir..."
kalacak çiftler,
rudy-zolita
carlisle-aeri
ryo-mavi
soul-suji
ve ash olarak ayarlanmıştı.
gün boyu oyunlar oynadılar, eğlendiler kendi kendilerine. açık hava çok iyi geliyordu hepsine. yatma vaktine kadar beraber eğlendiler. sonrasında erken uyandıkları için hepsinin erkenden uykusu gelmişti. herkes çadırlara dağıldı. hepsi büyük ihtimalle uyuyacaktı.
ryo-mavi
ryo, "ash'imden uzak kaldım ama ya."
mavi, "ya bi sus sabah akşam berabersiniz 2-3 hafta ayrı yatarsın bir şey olmaz sadece uyumak için burdasın."
ryo, "ama ya..."
mavi, "susacak mısın artık? UYUMAYA ÇALIŞIYORUM BURDA"
ryo, "PİSLİK"
carlisle-aeri
aeri arkası dönükken önüne döndü, gülümsedi. "teşekkür ederim carlisle, benimle hemen kalmayı kabul ettiğin için."
carlis, "ne demek ya, nolacak sanki bak iyi oldu böyle de, bu gece uyumayıp biraz tanışmak ister misin, zaten yenisin."
aeri, "olur!! ash'ten sonra senle tanışmış olmak iyi olabilir."
carlis, "hobilerinden bahset mesela..."
ash
"uff böyle yatmak da sıkıcıymış tek başına. ryo da yok zaten. VE MINECRAFT OYNAYAMIYORUM ŞAKA GİBİ? ben minecraft olmadan ne yapacağım... televizyon da yok, diğer oyunlar da yok... kafayı yiyeceğim, bu teklifi nasıl kabul edebilirsin aptal ash internet bile yok! her neyse, orada kalsaydım beynimi yitirebilirdim buna şükür."
soul-suji
suji yaslanmış tüm başlarından geçen olayları düşünüyordu, kafasını kurcalıyordu hepsi. bir anda hissettiği sıcaklıkla gülümsedi. soul ona sarılmış bir şekilde uyuyordu. çoktan uyuduğunu fark etmişti. suji fark ettirmeden saçlarına öpücük kondurmuştu soul'un. kızardığını hissediyordu. o da aynı şekilde soul'a sarılmıştı ve tüm geceyi bu pozisyonda uyuyarak geçireceklerdi.
zolita-rudy
zolita, "biz sanırım seninle fazla konuşmuyoruz, hm?"
rudy, "biraz öyle... yapacak bir şey yok, konuşuruz bundan sonra."
zolita, "ya konuşuruz tabii... uyu istersen."
rudy, "sen de öyle, geç kalma çok."
zolita, "ne geç kalacağım yatıyorum bende."
rudy, "iyi ya ne kızdın..."
hepsi bir şekilde rahatça uykuya dalmışlardı. o gece hiçbir sorun yaşamadılar ve hepsi deliksiz bir uyku çektiler. sabah geç saate kadar uyanan kimse gözükmüyordu.
10 notes · View notes
kisa-hikayeler · 7 months ago
Text
Bekaretimi , kocamin sikicicisi aldı,
Görücü usulü biri ile tanistirildim yaslarimiz 30 , konuşmaya basladik, ben 2 sene once nisanlanip 6 ay kadar nişanlı kalmistim, onun haricinde başka bir erkeklede görüşmem olmamisti, eskilerden konu acildikca , nisan attığım kişi ile yasadiklarimdanda bahsetmelere basladim , bana o guveni vermisti , anlatmak korkutmuyordu beni , özetle, bekaretimi vermek dışında, diger bir çok şeyi yasadigimdan bahsetmistim , yeni gorusmeye basladigim şimdiki kocam olan Bülent ile de sevismelere baslamistik, Bülent te farkli birşey ler vardi , sevismelerimiz devam ettikçe gotunu yalamami istiyordu , o yalamalar parmaklanma ostegine doğru ilerledi , sonrasinda konular konusulurken , kendisinin bisexual oldugundan , erkeklede ilişki yasadigindan bahsetti , ilk başta biraz tuafima gitsede anlamaya calistim, ve arada beni straponla sikermisin istegi kulağa çok hoş gelmişti, sevismelerimizde bazen rolleri değişip ben onu sikmeye basliyordum , sonrasinda bir erkek partneri oldugunu , bunu senden saklayamam , saklamak beni rahatsiz ediyor dedi, seninle sevismelere basladiktan sonra hic gorusmedim sevisme olarak ama onunlada sevismek istiyorum , seni aldatmis olmak istemedigimden bunu söylemek istedim dedi , 2 yildir görüştüğü evli bir erkekmis , konular konulari acarak gidiyordu ve olay grup sohbetlerine geldi , arada 3 lu buluşup sevisiyorduk , bu surecte tanisali 7-8 ay gecmisti artik evlilik hazirliklari iyice baslamisti, artık bekaretini verme zamani gelmedi mi ne dersin dedi , bende artik istiyordum , evet sanirim artik olabilir dedim , ve şok bir teklifle geldi , Bekaretini benim ellerimi tutup benim gozlerime bakarken , Serdar a vermek istermisin dedi , Bunca yıl boşuna mı bekareti takıntı yapmışım diye içerledim , ve büyük gün gelip catmisti , okadar sevismemize ragmen çok heyecanliydim , yasak aşklar mekanimiza gittik , ve sevismelere basladik , 3 lu biraz opusup koklastiktan sonra , nişanlım serdar a hadi geç otur , bizi izle , mustakbel karimin bekaretini alman için nisanlimin amini yalayip sana hazirlayacagim dedi , beni bi güzel yaladi , iyice sulanmistim , sonra geldi yanima ellerimden tutup gozlerime bakmaya basladi serdar usul usul yanasti , yarragini once bi kocamin agzina verdi , sonra amimin uzerinde surtturup soktu içime ben nisanlimin kollarinda bekaretimi bir baskasina veriyordum ......
27 notes · View notes
amezhu · 5 months ago
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
225. BÖLÜM - Dünyayı Tepetaklak etmek - gökyüzünde ateşten şeytani kale ile dövüş - 2
Bir zamanlar cennetin başkenti olan o ateşli, şeytani kale gökyüzünde titriyor, kütürdüyordu. Sayısız alevli moloz yuvarlanarak aşağı iniyor, kalenin gövdesi yavaşça dönerken suya düşüyordu.
İlk başta düz bir şekilde yerleştirilmişti, ancak şimdi dikey olarak durmuş ve bölünmeye başlamıştı. Cennet başkentinin tepesinde bulunan çoğu ilahi saray yerlerinden hareket ediyordu, bir zamanlar mükemmel olan kale aslında yedi ya da sekiz parçaya ayrılmaya başlamıştı!
Bir cennet mensubu meraklandı, “Vurduk mu? Parçalanıyor mu?”
“Nasıl o kadar kolay olsun?” dedi Xie Lian, “Bu muhtemelen…”
Sözünü bitirmeden kalenin o ‘kırık’ parçaları yeniden birleşmişlerdi. Devasa kayalar arasındaki sürtünme sesi aralıksızdı ve bunu izleyen cennet mensuplarının gözleri gittikçe büyümüş ağızları açık kalmıştı.
Ateşli şeytani kale parçalanmıyordu, farklı parçalara bölündükten sonra yeniden inşa edilmişti. Yeniden yapılandıktan sonra ateşli bir dev… olmuştu.
O dev, derin uykusundan uyandı ve havada dimdik ayakta durdu. O göz kamaştıran altından saraylar neredeyse onun vücudunu güçlü kuvvetli, sert bir zırh gibi sarmıştı. Cennetin başkentini yeni bir hale getirdi ve yüzünü Xie Lian’ın devasa ilahi taş heykeline döndü.
Ancak iki tarafı karşılaştırınca Xie Lian’ın tarafı çocuğun bir yetişkine kafa tutması gibi oldukça küçük ve biraz da acınasıydı. Bu devasa taş heykele muazzam büyük bir eser denilebilse de o ateşli deve ‘Cennet ve Dünyaya hükmeden’ denilebilirdi. En az beş altı kat daha büyüktü, o kadar korkunçtu ki insanın tüylerini diken diken eder, tek bir adımla ayaklarının altındaki bir kaleyi yok edebilirdi!
Yeniden yapılanma tamamen bittikten sonra ateşli dev yavaşça kafasını çevirdi ve ağzından bir alev seli fışkırarak dört kemik ejderhasına doğru hızla ilerledi. Alev duvarı o dört su tabancasını kesip geçmişti. O dört kemik ejderhası işlerin kötüye gittiğini görünce her biri denize geri daldı. Deve gelince, ayakları deniz yüzeyinin üzerinde olarak sanki karaya basıyor gibi yere indi ve devasa ilahi taş heykele doğru adım adım yürümeye başladı.
Devin başının üstünde büyük dövüş salonu vardı, içinde Jun Wu tahtında oturuyor, baskıcı bir aura yayılıyordu. Cennet mensuplarının hepsi bu ortamda boğuluyordu ve haykırdılar, “EKSELANSLARI, ORADA ÖYLECE DURMAYIN, ACELE EDİP ORADAN ÇIKIN, BURADA ÖLÜYORUZ!”
“KAZANAMAYIZ! KAZANMANIN HİÇBİR YOLU YOK! ANLAYIN EKSELANSLARI! MİLYON KAT SİZDEN DAHA BÜYÜK!”
Ancak Xie Lian cevapladı, “Kaçıp duramayız. Kazanamayacaksak bile başka yere gidemeyiz.”
Cennet mensupları bunu anlamadan önce şaşıp kalmışlardı. Sahiden, bu şekilde kaçıp duramazlardı ve Hua Cheng ruhsal güç vermeyi bırakırsa sadece onların ruhsal gücüyle bu ilahi heykelin artık uçamayacağı noktaya kadar bitkin düşerlerdi, ancak sonunda hâlâ savaşacak bir yer bulmaları gerekirdi.
Ve o ateşli devin baskın olduğu yere çekilmek yerine neden o şeyle burada başa çıkılmasın ki? En azından Kara Su Şeytanının yuvası olan bu denizin üzerinde bir ruh bile yoktu bu yüzden kimse buraya sürüklenemezdi!
Bunlar bir cennet mensubunun doğal olarak sahip olması gereken düşünceler olsa da böylesine tehditkâr bir ateşli dev karşısında, arkalarında su varken savaşmaları gereken rakibin Kara Su olduğunu düşünmek bile kimi dehşete düşürmezdi ki? Ama yine de kimse Xie Lian'a onları daha fazla insanın olduğu bir yere götürmesi için bağıran ilk kişi olmak istemedi. Bu yüzden Xie Lian, "HERKES SIKI TUTUNSUN, DÜŞMEMEYE DİKKAT EDİN! KARA SU'NUN SULARINDA BATACAKSINIZ!”
O ateşli dev, kendisinden kat kat küçük olan taştan ilahi heykele doğru hamle yaptı ve onu yakalamak ister gibi uzandı. Xie Lian çevik bir şekilde kaçıp güçlü bir şekilde sıçradı. İlahi heykeli tutan cennet mensupları savruluyor, takla atıyor ve devriliyordu, bazen yükseliyor, bazen düşüyordu, son derece üzücü ve heyecan vericiydi, çığlıkları ilahi heykelle birlikte yükselip alçalıyordu. Çoğu savaş tanrısı değildi ve tüm gün saraylarında oturuyorlardı hatta savaş tanrılarından da çok azı bunun gibi bir savaşı deneyimlemişti. Xie Lian Quan Yi Zhen’in bağırdığını duydu, “SİLAHIN YOK! SİLAHA İHTİYACIN VAR!”
Cennet mensupları nihayet daha fazla dayanamadılar, “EVET, EKSELANSLARI! SİLAHIN YOKKEN KAZANMAK ZOR!”
Xie Lian geri bağırdı, “NEYİ SİLAH OLARAK KULLANABİLECEĞİMİ DÜŞÜNÜYORUM!”
RuoYe büyük bir heyecanla vücudunu birçok döngüye dönüştürdü ve gelerek yüzüne sarıldı ama Xie Lian onu ittirdi, “Teşekkür ederim ama sen işe yaramazsın, çok küçüksün!”
Peşinden Hua Cheng konuştu, “İhtiyacın olduğunda herhangi bir silahın yok gibi bir şey değil ama şimdilik kullan.”
Sonrasında Xie Lian başka bir çığlık uluması duydu. Ateşli devin fırlattığı alevlerden kaçmak için denize dalan dört Kemik Ejderhası tekrar dışarı çıkarak dev taş ilahi heykelin etrafını sardı. Cennet mensupları panik olmaktan kendilerini alamadılar, “Ne planlıyorlar?”
Doğal olarak onlar saldırmak için etrafını sarmamışlardı. Xie Lian, her biri diğerinin kuyruğunu ısırırken onları izledi ve dört uzun Kemik Ejderha birleşerek ilginç bir şekilde uzun bir Kemik Ejderha haline geldi! Bağlanan Kemik Ejderha sıçradı ve uçarak geldi. Xie Lian hiç düşünmeden elini kaldırdı ve devasa ilahi heykel onu yakaladı. Xie Lian hayretle mırıldandı, "Bu..."
Bir Kemik Ejderha Kırbacı!
RuoYe'ye her zaman yaptığı gibi onu kontrol ederse her şey yoluna girecekti! Xie Lian elini çırptı ve Kemik Ejderha Kamçısı doğrudan ateşli devin kafasına doğru savruldu.
Tumblr media
Ateşli dev de elini kaldırdı ve kamçının ucunu yakaladı. Ancak, Kemik Ejderha Kamçısı aniden ortadan kırıldı ve dev ilahi heykel bir adım öne çıkarak elindeki kamçıyla devin kafasına bir kez daha vurdu. Ateşli dev acı çekmiş gibi göründü, elini gevşetti ve yakaladığı Kemik Ejderha parçası geri kayarak bir kez daha Xie Lian'ın elindeki diğer parçayla birleşti.
Bu Kemik Ejderha Kamçısı kırılıp yeniden birleşebilir ve son derece esnek olabilir. Bazen ikiye bazen dörde bölünebilirdi ve ayrıca devasa ilahi heykelin hareketleri de oldukça çevikti bu yüzden aniden baş etmek zor hale geldi. Cennet mensuplarının saçları, hızla savrulan kasırgadan tamamen vahşi bir karmaşaya dönüşmüş, etekleri yüzlerini kapatmıştı, “Ekselanslarının aklında birkaç hamlenin olduğunu düşünmüyordum!”
“Onu şimdiye kadar yalnızca çöp toplarken gördüm ama o gerçekten de bir savaş tanrısıydı!”
“Cümlenin başından ‘düşünmüyordum’ kısmını çıkartabilirsin” dedi Guoshi, “Ayrıca çöp toplama konusuna da vurgu yapmaya gerek yok!”
Xie Lian, “Ah, hahhahah…”
İnanılmaz derecede uzun Bağlanmış Kemik Ejderha Kamçısı trajik bir şekilde beyaz çelik bir zincire benziyor, rakibine dolandığında çınlıyordu. Ateşli şeytani devin vücudu battı ve hemen cennet mensupları dikkat kesildi, “ÇABUK ÇABUK ÇABUK, DENİZİN İÇİNE ÇEK!”
Savaş alanının altı Kara Su Şeytanının Yuvası vardı –insanlar bu suda batabilir!
O devasa ilahi heykel o Kemik ejderha zincirini kavradı ve ‌Xie‌ ‌Lian‌ güç uygularken dişlerini gıcırdattı, “İN AŞAĞI!”
Tabii ki, ateşli şeytani dev biraz daha battı. Cennet mensupları hızlıca tekrardan ellerini ve ayaklarını ruhsal güç vermek için devasa ilahi heykelin tepesine koydular, tezahürat yaparak, “BAT! BAT! ACELE ET VE BAT!”
Jun Wu’ya ‘Bat!’ diye bağırdıklarını duyunca Xie Lian kalbinde hafif bir ürperti hissetti ve o dev ilahi heykelin tepesinde oturan Büyük Savaş Salonuna baktı. Her nedense, içeride oturan kişinin ifadesini tam olarak göremese de Jun'un Wu'nun alay ettiğini hâlâ bir şekilde hissedebiliyordu.
Bu ateşli şeytani dev, beklendiği gibi denizin dibine çekildi ama vücudundaki alevler hala yanmaya devam ediyordu. Öyle ki suya girdiğinde bile alevler sönmemişti. Bunun yerine derin denizin karanlığından kırmızı bir ışık yayılıyordu. Kemik ejderhaları onu gittikçe daha derine çektikçe yavaşça yok oldu.
Cennet mensuplarının hepsi rahatlayarak iç çekti ama Xie Lian tamamen sakin olmaya cesaret edemedi. Uzun bir süre hiç ses çıkmadı.
O sırada Xie Lian Pei Ming’in hala çağrısına cevap vermediğini, Ban Yue ve diğerlerinin sesini duymadığını hatırladı, yani muhtemelen devle birlikte denize sürüklendiler. Bu sefer onlar için gerçekten en kötü senaryo olabilir.
Tam o sırada, denizin yüzeyi aşağıda yuvarlanmaya ve köpürmeye başladı. Blup, blup, yayılmaya devam etti, yükselmeye başladı ve hatta beyaz duman dalgaları bile vardı.
Deniz suyu kaynıyordu!
Xie Lian, yukarı doğru uçmak üzereydi ki birdenbire bir el suyu yararak devasa ilahi heykelin bileğini kavradı. Xie Lian vücudunun güçlü bir şekilde battığını hissetti.
Jun Wu'nun kahkahası tüm denizde yankılanıyor, her köşeyi dolduruyordu. Bu ne çılgın bir kahkaha ne de bir alaydı. Tarif edilemezdi ama bu onu daha ürpertici hale getiriyordu.
Sürtünmeyle birlikte devasa ilahi heykelin yarısı kaynayan suyun içine çekildi ve bu yüzden aşağıda asılı duran cennet mensupları hızla yukarıya tırmanmak zorunda kaldılar. Heykelin tepesinde duran Xie Lian bile bu boğucu sıcaklık ve buharı hissedebiliyordu, o kadar sıcaktı ki alnından ve sırtından aşağıya ter aktı. Eğer denize sürüklenecek olsalardı baştan aşağı pişerlerdi.
Bu işe yaramaz, diğer silahlar onun tam potansiyelini açığa çıkaramazdı. Yine de bir kılıca ihtiyacı vardı! Aniden Guoshi’nin sesini duydu, “Hm… Aklı kıt çocuk, ne yapıyorsun? Bana ceset fırlatma? BEKLE? NE YAPIYORSUN??”
Xie Lian da paniğe kapılmıştı ve el mührünü tutarken aşağıya doğru bağırdı, “Qİ YİNG?”
Ancak o sadece dev ilahi heykelin bacağı boyunca ilerleyen bir figür gördü, sonra o ateşli şeytani devin kolu boyunca yukarıya, kafasına doğru koşuyordu. Xie Lian bağırdı, “Qİ YİNG, GERİ GEL!”
Ancak Quan Yi Zhen kimseye aldırış etmedi. Ateş saçan şeytani devin koluna atladığı anda fark edildi ve devin diğer eli, kolunun üzerinde duran bir sivrisineğe tokat atar gibi tokat atmaya başladı. İnanılmaz derecede hızlı ve inanılmaz derecede isabetli, PA! Tam isabet!
Pek çok cennet mensubu telaşla çığlık attı ama yakından baktıklarında Quan Yi Zhen'in hala koşmakta olduğunu gördüler. Görünüşe göre tokat kesinlikle hedefini bulmuştu ama o devin beş parmağı arasındaki yarığa kaçarak kanlı bir et yığınına dönüşme trajedisinden kurtulmuştu ve parmakların üzerinden atlayarak koşmaya devam etti. Dev tokat atmaya devam etti; birinci ve ikinci tokattan kıl payı kurtuldu ama üçüncü seferde o kadar şanslı olmayabilirdi. Bir sonraki tokat geldiğinde ezilerek parçalanabilirdi.‌
Quan Yi Zhen çoktan hedefine ulaşmıştı. Ateşli şeytani devle boğuşan Kemik Ejderhanın kafatasının içine atladı.
Atladığı anda Kemik Ejder'in gözlerindeki iki hayalet ateş feneri aniden parladı, ışık patladı ve vücudu bile ince bir beyaz ışık tabakası yaymaya başladı. Başını kaldırdı ve uzun bir uluma sesi çıkardı, vücudu daha da sıkı sarıldı. Xie Lian ezilen kayaların ağır sesini duyabiliyordu. Böylesine bir boğulmayla karşılaşan ateşli şeytani dev tutuşunu gevşetti ve sonunda dev ilahi heykelin bileğini serbest bıraktı. Serbest kaldığında, Xie Lian anında havaya uçtu ve elini uzattı, "QI YING, ÇABUK GEL! ONUNLA OYNAMA!"‌ ‌
Quan Yi Zhen o Bağlanmış Kemik Ejderhaya biniyordu ve bırakmamakla kalmayıp tüm gücünü kullanarak kükredi ve onu daha da sıkı sarması için teşvik etti. Sayısız moloz ve enkaz denizin yüzeyine düştü ve o ateşli şeytani dev sabrını kaybederek denizden tamamen çekildi ve Büyük Dövüş Salonunun içinden savaş alevleri yeniden kükreyerek tüm vücudunu yaktı. Ve vücuduna sıkıca sarılmış olan Kemik Ejderha da Quan Yi Zhen ile birlikte ateş denizine gömüldü!
"QI YING!!!" diye bağırdı Xie Lian ve eğilip deve doğru hücum ederek Bağlı Kemik Ejderha Zincirini yumruklayarak parçalara ayırdı!
Yanan kemiklerden oluşan beyaz eklemler denize düştü ve Xie Lian tam Kemiği yakalamak üzereyken Quan Yi Zhen'in bulunduğu yerdeki Ejderha kafatası, o devin elini tokatlayarak geldi ve Kemik Ejderha kafatasını üç, dört mil uzağa uçurdu.‌
Bu mesafe ve hızla, dev ilahi heykel kafatasını havada yakalayamazdı ve o hızla yaklaştığında, Quan Yi Zhen muhtemelen Bağlantılı Kemik Ejderle birlikte çoktan denize düşmüş olurdu ve şu anda deniz adeta kaynayan bir su kazanı gibiydi ve içine düşecek olanları pişiriyordu! Tam son saniyede, beyaz, dev bir Kemik Balık aniden denizin yüzeyinden uçtu ve Kemik Ejder'in kafasını yakaladı, ardından ağdan kaçan bir balık gibi kuyruğunu çırparak aceleyle çok uzaklara yüzdü. Korku vardı ama gerçek bir tehlike yoktu, Xie Lian rahat bir nefes aldı ve görmek için hızla ilerledi. Devden kurtulduktan sonra, Kemik Ejderha kafatasının dişleri hala takırdıyordu ama alevler sönmüştü, ağzı nefes alıp verir gibi açılıp kapanıyordu.
Belki de ateşte kavrulduğu için Quan Yi Zhen’in saçları daha da kıvırcık görünüyordu. Bununla birlikte, Kemik Ejder kafatasının kemikleri koruyucu bir kalkan görevi gördüğü için çok kötü yanmamıştı ve sadece sessiz bir bakımdan sonra iyileşecek bir et yarası olmalıydı. Ne de olsa Quan Yi Zhen'in yaşam gücü çok inatçıydı. Bu dört Kemik Ejderhanın durumu daha ağırdı, yanmış ve vurulmuşlardı, ölü bedenleri denizin yüzeyine dağılmıştı, hatta bazıları hâlâ yanıyordu. Xie Lian onlara baktı ve bir utanç dalgası daha hissetmekten kendini alamadı, "Kara Su'nun meskenindeki muhafızların bedenlerini de yok ettik, gerçekten sorun olmaz mı?..."
Hua Cheng gülümsedi, "Merak etme. Sorun yok."
Xie Lian merak etti, "Sana ne kadar borcu var..."
Cennet mensupları Quan Yi Zhen'in trajik durumunu gördüler ve şöyle dediler: "Ben, ben Ekselansları Qi Ying'e inanamıyorum, çok cesur, tehlike anında öne çıkıp herkesi kurtarmak..." Xie Lian, Quan Yi Zhen'e Üst Saray'da nasıl soğuk davranıldığını hatırladı ve başını sallayarak, 'Gidip herkesi kurtarmak istediğinden değil' diye düşündü. Tam o sırada, arkalarındaki uzak mesafeden yine çatırtı sesleri geldi.
Geriye dönüp baktıklarında, devin bedeninin tamamen alevlerle kaplanmış olduğunu gördüler. Saldırmak için hücum etmedi, bunun yerine gökyüzüne doğru uçtu, bulutların arasından geçti ve bir anda gözden kayboldu. Göksel yetkililerin hepsi şaşkındı, sonra bir felaketten kurtulmuş gibi sevindiler, "Bize saldırmaktan vaz mı geçti?"
Ancak Xie Lian bunun hiç de iyi bir ihtimal olduğunu düşünmüyordu, "San Lang, nasıl ortadan kayboldu?"
“Mesafe kısaltma rününü etkinleştirdi.” Hua Cheng cevapladı.
“Nereye gitti?”
Hua Cheng’in gözleri ciddiydi, “Kraliyet başkenti.”
Burası Shi Qing ‌Xuan'ın hala insan rününü koruduğu yer!‌ ‌‌ ‌‌
19 notes · View notes
bilmece · 3 months ago
Text
Günüm düşündüğümden daha hızlı ve rahat geçti. İlk grubumda sesim neredeyse hiç çıkmıyordu, kendime asistan öğrenciler seçip söyleceklerimi notlara yazarak iletişim kurdum sdfkfşfş şaşırtıcı bir şekilde pürüzsüz ilerledi.
İş çıkışı Pazartesi günü de tatil olduğumuzu öğrendim ve keyfim bir anda arttı.
Şehirde sevdiğimiz bir şef bey kruvasan focaccia gibi unlu mamüller yapılacak bir kafe açtı, iş çıkışı kardeşimle oraya gittik ve çok keyifli bir kruvasan sandviç yedik.
Annem sanırım aldığı kararın ciddiyeti altında eziliyor. İlk geldiğinde “oh be özgürlük!” modundaydı ama şimdi bir hüzün çöreklendi üstüne. Bu iş neye varır bilmiyorum da nasıl iyi olacaklarsa öyle olsun - öyle bir şey mümkünse.
Tabi bu gelişmeler ışığında koyun can derdinde kasap et derdinde bir konu olaraksa benim barınmamdaki değişiklikler gündemimde. Tam özgür kadın modunda takılacakken birden annesiyle ev paylaşan birine dönüşmem an meselesi. Bunun gerçekleşmesi ile bir dizi soru ilk domino taşı ittirilmişçesine yığılmaya başlıyor. Ben bunu istiyor muyum? İstemiyorsam seçeneklerim neler? Tek başıma yaşayacaksam bu şehirde kalmak istiyor muyum? İstemiyorsam nerede yaşamak istiyorum? Ve tabi hepsini kapsayan şemsiye sorumuz: ben bu hayatla ne yapıyorum??
Neyse şimdilik eve gideyim biraz dinlenip yarına hazırlık yapayım.
15 notes · View notes