Tumgik
#hukuk görünümlü hukuksuzluk
onderkaracay · 2 months
Text
Tumblr media
🎯 Hukuk Görünümlü Hukuksuzluk 🎯
Mızrak çuvala sığmıyor artık.
Hukuk görünümlü hukuksuzluk ya da zulmün hukuku.
Sömürgeci sermayenin çıkarlarını koruma ve kollama aracı olan siyasi iktidarların her yasası ayak bağı olmaya başladı.
Hukukta keyfilik demek lazım bunun adına.
1950 yılında başladı bu beşer şaşar adaletsizlik ve vicdansızlık.
Bir yasa her okuyanın başka bir anlam çıkardığı bir belirsizlik içeriyorsa hukuk adına yetkili olanların bile farklı yorumlarla bir çatışma ortamı üretiyor ise o yasa birilerine çıkar sağlama yaşasıdır.
Örneğin Anayasa'nın 101. maddesi çok açık ve net bir biçimde bir Cumhurbaşkanı en fazla iki kere seçilir dediği halde yorum farkı adı altında buna hukuka uygun diye kabul gören anlayış kime hizmet amaçlı bu hukuksuzluğu üretti?
Yasa herkesin hakkını eşit ve kimseyi ayırmadan kayırmadan koruyor ve yargılıyor ise yasadır.
Onun dışında bir dayatma aracıdır.
Sömürgeci sermayenin on yıldır belgeli hırsızlık yaptığını kitap yazarak hatta kitapla muhtıra vererek ihbar ettiğim halde ne yasa ne de yasaları uygulaması gerekenler bunun üzerine gitmediler.
Yasama yetkisini tanımsız, sınırsız ve sorumluluk yüklemeden bir kişiye veren bir yasayı yapmanın ne anlamı var.
Burası bir kabile ve bütün yetki kabile reisinde deyin olsun bitsin.
Fiili durum bu derece vahim hal aldı.
Keyfilik bir kere başladı mı onu durdurmak mümkün değildir. Neden çünkü öteki de keyfilik hakkından gücü ölçüsünde fayda sağlamak ister.
Biçimsel yönü fecaat. Eşitlik yönünden bakınca bir başka felaket ile karşı karşıya geliyorsunuz.
Kapital ekonomi politiği üretim ve hizmet araçları ilişkisi üzerinden sermayeyi her koşulda koruma ve kollama altına almak ve emeğin hakkını sermayeye yedirme hukukunun ürettiği adaletsizliği Anayasa mahkemesi ile teminat altına alma rezaleti yaşandı bu ülkede.
Mobbing davam Önder Karaçay'ın şahsi davası değildi.
Türk ulusuna yapılan kötülüğün ve iki yüz bin bankacıya yapılan yasal tefeciliğin işlediği ayrımcılık suçlarının yargılanması ve bu zulmün son bulması adına adalet adına büyük bir fırsattı.
Birilerinin engeline takıldı ve bir adaletsizlik daha ürettiler.
Mobbing Bank Türk Fırtınası kitabı bunların yaşanacağını önceden gördü ve ona uygun tüm alternatif seçenekleri mücadeleden sonuç alma adına bilinçli bir şekilde uyguladı.
Haklı olduğunu biliyordu ve sonuna kadar gidecek ve bu zulmü ibretlik bir şekilde bitirecekti.
Nitekim öyle oldu.
Ne dedi ise hepsi doğru çıktı ve kazandı.
Türk ulusu adına adalet dağıtamayanlar sermaye çıkarını Türk ulusunun çıkarından üstün tutanlar kaybetti.
İşsiz bir Türk genci Türk ulusu ve insanlık adına en acımasız vahşilik sermayeye karşı kazandı.
Kaybettiler ve yıkılıyorlar.
Hakkın karşısında hiçbir maddi güç dayatmacı bir zorbalığa soyunmuş ise kazanma olanağı yoktur.
Davamı bütün insanlığın önünde göreceğim demiştim.
Gördüm ve adalet böyle sağlanır diye tarihe bunu Türk adına yazdım.
Sermaye sömürüsü ve iktidar sopası ise kaybetti ve tarihe bu utanç ile geçtiler.
Türk ulusu keyfilik hukukunu tanımaz.
Bugün ki adalet anlayışı sermaye karşı hak arayamama sistemidir.
Benim davalarımın tümü bir hukuk skandalı ve garabeti olarak tarihe geçti.
Müdahale ettiler ve karşılığını gördüler.
Müdahale edenlerin ve müdahale ettirenlerin yargılanacağı günler gelecek.
Hiçbir banka veya sermaye ve sahibi haktan üstün değildir.
Hele hırsızlığı suç üstü yakalanmış olanların hiç değildir.
Geri adım atmış mücadele etmemiş olsaydım böyle gelmiş böyle gidecekti.
Hırsızlığı gördüm ve şahit oldum bu şekilde yaşamam mümkün değildir.
Bu adaletsiz düzeninde bu şekilde yaşaması mümkün değildi.
Kendi sonlarını kendileri getirdiler.
Kendim için sadece hakkım ne ise onu istedim. Anayasa mahkemesi görüşmeden reddetti.
Türk ulusundan çalınanların geri iade edilmesini ve bu hırsız sermeye sahiplerinin korunmaması gerektiğini bunun adalet olmadığını talep ettim nedense bu karşılık görmedi.
On yılda adalet mücadelesi veriyorum bir hukukçu kadar bilgi birikimi edindim. Şimdi adaleti yerine getirmeyenlere ders veriyorum.
Anayasa mahkemesi ve diğer mahkemeler sermayeye bağlı mı hizmet veriyor?
Bunun yanıtını kim verecek?
Önder Karaçay
2 notes · View notes
seslimeram · 7 years
Text
Bu Ülkede Hayattan Söz Açılabilir Mi?
Tumblr media
Biyopolitik tahakkümün yenilenmiş odakları adına hayat denilen bu mefhumun sınırlarını dört bir yanda günbegün daraltıyor. İnsanın o değersizliğinden çıkarımlar peyderpey yaşatılanlarda güncel bir edime dönüştürülüyor. Sıradanın hayatına müdahalelerle ona verilen değerin hiçliği ilan ediliyor. Dört bir yanda süregiden cürüm, daim bir mesele olarak kurgudan öteye taşınan hamleler bütünü, hayatın istikametini biçimsiz bir yere taşıyor. Meselenin özü / özeti / olarak güncellenen bedene kasıt, süreğen bir hamle bütünü olarak var ediliyor.
Hayat duvarları yerle bir edildikten sonra bedenin dönüşümü iyice sağlama alınmaya çalışılmaktadır. O meselin önü ve ardılı hiç kılınıp, yaşayana değer esirgenirken, onu var eden beden de çürütülüyor. Bir rutin olarak tahayyül olunan bedene kasıt kesintisiz olarak erkçe çürütme istenciyle hemhal olandır. Yaşama eylemine düşülen her şerh ile mutlak, kesin olarak ol hayat yıkımı güncellenmektedir. Behemehal yapılanların ortaya çıkarttığı cürüm istikameti hayatın her ne hale koyulduğunu da imlemektedir. Hayatın sıradanın elinden çalınması kesintisiz bir ‘istenç olarak’ dünden yarına daima vurgulanan ve hep eylenendir. Biyopolitik tahakkümün, yine yeniden var edilmiş olan odakları bu ülkedeki hayat akışının onarılmaz bir merhaleye terk etmektedir. Cürümler ardılı cürümler ülkesi bir gerçekliktir.
Kare kare, hayata gölgesi düşürülen şey bedene karşıtlığın da mihmandarı olan devlettir. Anlık olarak güncellenen mesel bu gölgeyle hayatı kuşatmaktır iş bu menzilde. Devlet topyekûn o mekanizmalarıyla, ona teslim olmuş personalarıyla, kural ve kanun görünümlü dayatmalarıyla hayatı zehirlemektedir. Cürüm ötesindeki, çürümenin anlık suretleri değil, hakiki karşılıkları burnumuzun ucundadır. “Gelecek” tahayyül olunan değil şu anda çürümekte olandır. Bir uzamın biyopolitik tahakkümle yolunun kesintisiz buluşturulması güncellenmektedir. Görünen köy kılavuza hacet koymayacak kadar açıkta / alenidir.
Cürümle hemhal menzilde hayata kastın biteviyeliğidir daim olarak sorun. Hiçbir sorununu zamanında çözümleyemeyen, hiçbir yarayı zamanında önemsemeyen, her şekilde bunları göz ardı eden, konuşmayan, tabu kılan, sorgulamayıp, sorgulatmayan menzilde var edilendir ol hakikat. Dört yanda sürdürülen cürüm daim bir mesel olarak her gün de bariz hakikat kılınanlar hayatımızın istikametini biçimsiz bir hale terk etmektedir. Aylardır yoktan, tutsak edilmiş olan Cumhuriyet Gazetesi çalışanları hakim karşısına 24 Temmuz günü çıkartılır.
11’i tutuklu, 17 “Cumhuriyet çalışanının” FETÖ-PDY, PKK-KCK örgütlerine üye oldukları iddiasıyla dava, şu yukarıdaki imin ol hakikat halini bir kere daha bildirmektedir. ‘Bylock’ kullanıcıları ile görüşüldü iddiası HTS Sistem kayıtlarıyla çökertilir. İddianamede aslen imza yetkisi bulunmayan, Kadri Gürsel yetkiliymiş gibi gösterilir. Kırk yıllık çalışanlar sanki Cumhuriyet Gazetesini ele geçirecekmiş gibi suçlanırlar. Duruşma salonunda ilk gün bir silahlı üsteğmenin olmasına tepki gösteren avukatlar, “Silahların gölgesinde yargılama yapılamaz” dedikleri yerdedir işte o biyopolitik tahakküm.
Akın Atalay’ın savunmasından alıntılayalım: Bu davanın 2 amacı var. Cumhuriyet Gazetesi’ni susturmak yahut da teslim almak, ikincisi siyasi iktidarın istemediği haberleri, hoşuna gitmeyecek yazıları yayınlamayı düşünebilecek, aklının ucundan geçirecek gazeteci ve gazetelere maruz kalacakları akıbeti göstertmektir” der. “Türkiye’de bağımsız gazeteciliğin bedeli tutuklanmak ve cezaevine konmak, beş ay boyunca iddianameyi beklemek, 9 ay sonra hakim karşısına çıkmaktır der Gazeteci Murat Sabuncu.
Davanın savcısı olan “Murat İnam”ın FETÖ-PDY üyesi olmaktan yargılandığını “heyete!” hatırlatır. “Biz ağırlaştırılmış tutukluluk koşullarında dokuz aydır bu davayı bekliyoruz. O işinin başında müebbetle yargılanıyor, üstelik tutuksuz. Bizim manşetlerimizi, haberlerimizi dört yıl süreyle incelemiş. 1400 manşet demek bu. Bizi bu manşetlerin içinden cımbızladıklarıyla değerlendirmiş savcı ve bilgisayar mühendisi olan bilirkişi. Adetalarla dolu adeta bir iddianame der Sabuncu.” “Biz 31 Ekim günü tutuklandık. 31 Ekim’den bu yana yirmi Cumhuriyet emekçisi gözaltına alındı, tutuklandı. On dördü değişik zamanlarda Silivri Cezaevine konuldu. Onunla yetinmedi iddianame, bu iddianamelerdeki adı geçenlerin anneleri, babaları, eski eşleri bile hesaplarıyla birlikte sorguya dahil edildiler. Bir arkadaşımızın beş yaşındaki çocuğunun bile mal varlığı sorgulandı”
Yeterince açık bir biçim ile dava diye ortaya çıkartılan kadük durumun trajikomik hali artakalandır. “İddianamede yer alan manşetlerden biri, ‘Cadı Avı Başladı’. Bu manşeti anlatmaya gerek yok biz karşınızdayız. İbrahim Kaboğlu, Cihangir İslam, Murat Sevinç bu cadı avının mağduru değil, 120 bin kişinin ihraç edilmesi cadı avı değil mi? Demokrasinin iyi olduğu dönemlerde gazetecilik kolay yapılır ama ülkede karışıklığın olduğu dönemlerde gazetecilik zordur. İleride bu günlerle gurur duyacağız. Bizim görevimiz bu zor günlerde de sorgulamayı yapabilmek” der Murat Sabuncu.
Biyopolitik tahakkümün artık nesnelleştirilmiş hallerinde ortaya çıkan tablo sırf şu savunma metinlerinden bariz bir halde faş olandır. İnsanın değersizliğinden yola çıkılarak, kurulan her çatı ve hem hamle; bu bahse konu, kokuşmuş yeni ülkeyi açıktan imler. Güray Öz’ün savunmasından alıntılayalım: "Savcının suçlamaları hukuki temelden yoksundur. Hemen söylemem gerekir ki suçlamalarda yasaların suçlamaların kişilerle bağlantısının kurulması ilkesi ihlal edilmiş, suçlamaların birtakım emarelere değil somut kanıtlara delillere dayanması gerektiği ilkesi göz ardı edilmiştir. Oysa somut delil zorunluluğu daha gözaltı aşamasında şart koşulmakta, Ceza Muhakemeleri Kanunu'nun 91. maddesinde bu konunun altı çizilmektedir. Gözaltılarla ilgili olarak yasa koyucu daha önce var olan “emarelere” terimini maddeden çıkarmış, “gözaltına alınma kişinin bir suç işlediği şüphesini gösteren somut delillerin varlığına bağlıdır” demiştir. Ama her şeyden önce Anayasa'nın 38'inci maddesinde açık ve net bir şekilde “ceza sorumluluğu şahsidir” denildiğini hatırlıyorum. Türk Ceza Kanununun 20. maddesinde de “ceza sorumluluğu şahsidir” denilerek bu temel ilke açıkça belirtilmiştir. Ayrıca izleyen 21. madde de “suçun oluşması kastın varlığına bağlıdır” denilerek, savcının sık sık kullandığı “bilerek isteyerek” klişesinin delillendirilmesi iddianamenin hiçbir satırında gerçekleştirilmemiştir."
İngiliz The Times Gazetesi başyazısında şu ibareyi vurgular. “İstanbul’da başlayan davada o gazetecilerin Sayın Erdoğan’ın “eleştirel sesleri susturmak” amacıyla bastırmasının ilk kurbanı olduklarını gösteriyor. Çürümenin abecesi devletli şablonunda savunulan hemen her hamle ile ifa edilmiş bir pasife etme veya sınırlandırma çabasıdır. Cumhuriyet Gazetesi çalışanlarının yargılandığı davada gazeteci Ahmet Şık’ın verdiği hukuk ve gazetecilik dersinde ortaya çıkan tahakkümün bu biyopolitik sarmalın asıl vaadinin her ne olduğunun da ifşasıdır.
‘Çöp muamelesi yapılması gereken bir iddianame şablonundan, o darbe kliğinin bir ucunda duranların ülkeyi yönetme mücadelelerine, gazetecilik faaliyetlerinden terörizm eylemi çıkarma istencine, ithama hepsi bir, hepsi dolaysız ve doğrudan hayata kastın ifşasına her detayı gösteren / bildirendir Ahmet Şık tarafından yapılan ithamname. İtham ediyorum diye çıkagelen metnin, savunmanın sözün birlikteliğinde bu çürük çarık menzili yönettiğini iddia edenlere -isyandır.
“Dün gazeteciydim. Bugün gazeteciyim. Yarın da gazetecilik yapmaya devam edeceğim. Yani hakikatleri boğmak isteyenlerle aramızdaki bu uzlaşmaz çelişki hiç bitmeyecek.” Yazılanlar, çizilenler her şey bu ülkenin bir gününde değil hemen hemen var olduğu ilk gününden bu yana süregiden tehdidin, kontrol mekanizmalarının aleni ifşasıdır. Kendiliğinden değil bile isteye güncellene gelen, bir tahayyül olmaktan öte var edilen adaletsizlik, hukuksuzluk, özgürlüğün sınırlandırılması vb. temel hakların linçidir.
Halkların Demokratik Partisi’nin Amed’den başlattığı ol “Vicdan ve Adalet Nöbeti” polis ablukası altında gerçekleştirilir. Eylemin yapıldığı parka polis yurttaşları sokmaz. HDP Eş Genel Başkanı Serpil Kemalbay, eyleme dair yaptığı açıklamada şu sözleri eyler. “-Halkımıza sesleniyoruz. Faşizm geldim ama kendiliğinde gitmeyecek. Direniş ve mücadele kazanacaktır.” Kare kare hayata gölgesi düşürülen şey bedene, ruha ve fikre karşıt olan devlet tahayyülüdür. Devlet sistematik bir çürütmenin mihmandarıdır. Park halka kapalı tutulur. Altı gün sonunda devletlinin yeni konuşuna haiz olan sabah paçavrası, Diyarbakır’dan Teröre Yüz Yok manşetini atar. İtham ve yaftaların bir gazetecilik değil bariz bir tetikçilik hali karşı karşıya kalınandır.
Sallanan cümleler, kurulan irtibatlarla düz ovada siyaseti hedef almak kesintisizdir. Demokrasi bu tahayyülle yıkıma terk edilendir, yine. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisinin verilerine göre Olağanüstü Hal’in ilan edildiği 20 Temmuz 2016’dan bu yana 1963 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirir. Bin dokuz yüz altmış üç bir rakam değildir. İşlerini geri almayı talep eden Nuriye Gülmen ve Semih Özakça ağır tecrit, hak gaspı ve yaşamlarına inat ve ısrarla işkence boyutundaki müdahalelere maruz bırakılırlar. Halkın Hukuk Bürosu, Sosyal Medya’dan yaptığı açıklama ile “Müvekkilleri olan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın 28 Temmuz saat 00.00’dan sonra iradeleri dışında zorla hastaneye götürüldüğünü duyurdu. Açlık grevlerinin 76. gününden itibaren tutuklu bulunan Gülmen ve Özakça’nın Sincan İnfaz Kampüsü Hastanesi’ne kaldırıldığı belirtildi. Açıklamada, Semih Özakça ve cezaevinde birlikte kaldığı refakatçisinin nakil sırasından darp edildiği ifade edildi. Açıklamada ‘hayatını tek başına idame ettiremez’ raporuna rağmen Gülmen ve Özakça’ya hala refakatçi verilmediği de vurgulandı.”
Biyopolitik cerahat iklimi böylesine bet, birlikte imal edilendir işte. Büyükada gözaltıları sonrasında tutsak edilenlerden Uluslararası Af Örgütü Türkiye Direktörü, İdil Eser birinci dereceden yakını olmadığı için görüş yapamaz olarak, bir de bu bahis ile “tecrit” edilir. Biyopolitik olan mefhum bu yıkım şablonudur.
Tumblr media
Halkların Demokratik Partisi Wan Milletvekili Tuğba Hezer ile Şirnex Milletvekili Faysal Sarıyıldız’ın vekillikleri “devamsızlıkları” öne sürülerek düşürülür. HDP’nin Meclisteki sandalye sayısı elli beşe iner. Tahakkümün zoru, sıradan olanın sözünü yağmalamak, hayat hakkını bir hiç kılmak, kendini savunmasına zemin bırakmamaktır. Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi vekilliklerin meclis geçmişinden bu yana ilk kez resmen devamsızlık öne sürülerek iptal edilmesi gerçekliğindedir mesele.
Daha önce Eş Genel Başkan Figen Yüksekdağ ile vekil Nursel Aydoğan’ın milletvekillikleri haklarındaki “mahkumiyet kararları” öne sürülerek düşürülmüştür ha keza! HDP Grup Başkanvekili, Filiz Kerestecioğlu’nun demecidir: Tarihe çok önemli bir not daha düştünüz. SMS ile çağrılıp koşa koşa buraya geldiniz. Boş bıraktığınız meclisi bir anda iki vekilin vekilliğini düşürmek için doldurdunuz bu da size şeref madalyası olsun. “Biyopolitik” cürüm ekseni dört bir yanda güncellendikçe hayat ediminin, dokunulmadık, deşilmedik, yara açılmadık hiçbir yeri, köşesi bırakılmamaktadır.
AKP ve MHP işbirliğinde hazırlanarak Mecliste gündeme getirilen İçtüzük değişikliği iki parti üyelerinin oylarıyla kabul edilir. “Usul tartışmaları 3 dakika, grup önerileri söz konusu olduğunda öneriyi veren gruptan bir vekil beş, diğer gruplar içinse üçer dakika ile sınırlandırılır. Meclise vekiller, pankart ve döviz ya da benzeri materyallerle girmesi yasak edilir. HDP Milletvekili Meral Danış Beştaş, “Geçmişle yüzleşme ve hakikatlerin ortaya çıkartılması engellenmek isteniyor. Farklılıkların mecliste zikredilmesi yasaklanmak isteniyor. Kürdlerin, Alevilerin, Ermenilerin yaşadıklarının anlatılması engelleniyor. Tekçi zihniyet tekamül ettirilmeye çalışılıyor.” “Egemenlik kayıtsız şartsız iktidarındır, ol çoğunluğundur.” Bahsi gerçek kılınarak millet iradesi gasp olunduğunu ilave eder Beştaş.
Hayat bu menzilin her gününde biteviye apaçık bir biçimde daraltımı için çalışılarak güncel, bir tecrit sahnesine dönüştürülüyor. Yaşam istencinin çürütülmesi artık ortalık yerde, göstere göstere, bile isteye yapılandır. Kürdistan, Ermeni, Pontos, Rum Soykırımı ya da Medz Yeghern, Sayfo demek bir biçimde bu tüzük değişikliği ile sağlama alınmak istenendir. Güçlü, büyük ülkede bu sesleniş hamleleri, kelimeler dahası eylemler yasaklanmak istenendir. Demokrasinin ilerisi olarak bu menzilde öne çıkartılan sahne yeniden dününe rehin edilendir. Söz hakkından çekinilen yer güçlü ülke mi olur? Söz hakkını iğfal eden yer ülke midir? Sözün üstünü çizen menzil büyük ve güçlü olsa ne yazar!
Seslendirilen kelimelerden çekinerek bir normalleşme söz konusu edilebilir mi? Hayat bunca ucuza yerle yeksan edilirken, dile pelesenk edilmiş özgürlük ve demokrasi kadar, medeniyet ağızdan düşürülmezken, daha burnunun ucundaki, toprağında yer etmiş olana öteki diyerek yaftalamak, sorgulatmamak sesini kestirmek necidir? Vicdan ve Adalet Nöbeti’ne dair ithamlar, Amed’de gözdağının orta yerinde serilen, gerçek kılınan yok sayma süreğen bir hali bildirirken ne olacaktır yarın, ya sonrası, nedir?
Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesine ilişkin davada savunma yapan dönemin Samsun Jandarma İstihbarat görevlisi Astsubay Birol Ustaoğlu, Samast’ın yakalandıktan sonra götürüldüğü TEM Şube’deki mülakat esnasında MİT’ten “Recep” isimli birinin odada bulunduğunu söyledi. Ustaoğlu, Samast'ın bayraklı görüntüsü için "talimatı başsavcı verdi" dedi.
Cumhuriyet Gazetesinden Canan Coşkun'un haberine göre, “Hrant Dink'in öldürülmesine ilişkin tetikçi, azmettirici, kamu görevlisi ve jandarma görevlilerinin yargılandığı davanın dünkü duruşmasında dönemin Samsun polis ve jandarma görevlilerinin savunmaları alındı. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nde bugün görülen duruşmada savunma yapan Jandarma İstihbarat görevlisi Birol Ustaoğlu, cinayetin incelenmeyen MİT ayağıyla ilgili ifadeler kullandı.” Aleni bir kin güderliğin sofrasında, sanki on yıl değil dün gibi olan / olmuş / yapılmış olan cürümler ve cinayetler söz konusuyken daha ne kadar suskunluk vaaz olunacaktır.
Masalların hakikatin önünde set edildiği, masal diye kabusların gündelik kılındığı, gündelik halin toptan çürütmeye rehin edildiği bir menzilde tahakkümün boyutunu fark ediyor musunuz? Bugün basit gibi söze katılmayan, anılmayan nice şeyin nasıl incelikli bir hesap kitap bahsiyle şekillendirildiği aleni olurken, görünürken hayatın sınırları nereye kadar daraltılacaktır. Terörle Mücadele şubesinde çekilen görüntülerin duruşmada izlenmesinin ardından Ustaoğlu, “MİT’ten Recep diye biri vardı. Recep olarak biliyordum. TEM şube müdürü de ifadesinde bir MİT görevlisinin olduğunu söylemişti.
Dink ailesi avukatlarından Hakan Bakırcıoğlu’nun Ustaoğlu’na “MİT’in çektiği görüntü oldu mu” diye sorması üzerine Ustaoğlu, “Herkeste telefon vardı. O anda tüm dikkatim bilgi almaktı” yanıtını verdiği yerde, ciddi ciddi devletin nasıl hayatımızı kuşattığını görebiliyor musunuz? Dünden bugüne, şimdiden yarına var edilmek istenen bu tahakküm hali kesintisiz bir çürümedir, hayatınız için endişe edip, sorguluyor musunuz? Yarın halimiz nice olacaktır?
Yarın bu ülkede bir hayat hakkı söz konusu olacak mıdır? Bütün kepazeliğiyle aleni çürütmeye teşneliğiyle, kırımla / kıtalle ve yıkımla bir hayat bahsi kalacak mıdır? Düşünüyor musunuz? Cinayetleri düzenleye karmaşık kümelerin aslında devletin imecesi olduğu ilaveye gerek olmadan ortadayken, iş bu raddede bu ülkede bir hayattan söz açılabilir mi? Sorguluyor musunuz?
Görsel – Untitled – Mohau MODISAKENG
3 notes · View notes