#herkesin bildiği şarkı aslında
Explore tagged Tumblr posts
Text
Gece bir şey paylaşacağım yalnız dinlemelil münkünse deniz kenarında ..
#benim yapamadığımı başkaları yapsın istiyorum#herkesin bildiği şarkı aslında#🌙#tabi şarjım bitmezse
8 notes
·
View notes
Text
Saat: 04:14
Tarih:1 Mayıs 2020.
Yine karanlık bir odanın üst katındaki ranzadan yazıyorum. Yine kulağımda kulaklık var, müzik dinliyorum. Dışarıda çok güzel yağmur yağıyor, kokusunu hissediyorum. Ve yine kendimi karanlığa teslim ederek satırlarımla başbaşa kalıyorum...
Kendimi karanlığa teslim ediyorum, çünkü karanlıkta ışık arıyorum. Kendimi karanlığa teslim ediyorum, çünkü önüme çıkan yolları tüm engellere rağmen düşmeden bitirmek istiyorum. Kendime karanlığa teslim ediyorum, çünkü bir gün o ışığı kendi ellerimle yakmak istiyorum...
"Karanlık olmadan aydınlığın bir hiç" olduğunu biliyorum ve ne kadar düşersem düşeyim o ışığı kendim yakmaya çalışıyorum. Çünkü biliyorum; çok istediğin bir şeye ulaşmak istiyorsan eğer, istediğin şey kadar fedakarlık yapmak zorundasın. İşte ben bunu yaparak yoluma başlıyorum...
Uzaklardan bir şarkı kulaklarımı dolduruyor...
Şarkı tam olarak söze şöyle başlıyor;
"Ne kağıt kalemsiz olmayı bilir, ne de ben sensiz kalmayı.
Neden bir dert biter diğeri gelir, ateştir bu iyi bilir yakmayı.
Kuşları anladım da, senin kanatların yok nasıl uçtun da gittin?
Kırık cam misali hatalarım acıtır, seni böyle mi kaybettim?
Bul beni kaybolmuşum, izim silinmiş dilim suskun susmuşum.
Bak bana mahvolmuşum, senden kendimi almayı unutmuşum.
Bul beni kaybolmuşum, gecem günüme karışmış bir hoşum.
Sanma ki sarhoşum, ne var ne yoksa yıkıldı içimde bomboşum..." diye bitiriyor şarkı sözlerini. Şarkı sözlerini bitirirken filizleniyor kelimeler ruhlarda. Her bir kelime bir araya gelerek bir cümle yapıyor. Ve cümle yapmış kelimeler satırlar oluşturuyor...
İnsanın bazen her şeyden ve herkesten kaçması, bazı şeyleri unutması ve bazen ışıklarla dolu bir evin içinde karanlıkta oturması gerekir. Ezbere bildiği bir yolda yanlış yöne sapabilir. Unutamayacak anlar yaşayabilir ve yaşadıkları yüzünden kendini karanlığa hapsedebilir. Oysa dönüp bir baksa etrafına, kendine benzeyen bir çok insan olduğunu görebilir. Dediğim gibi; görmek için iki çift göze gerek yok aslında. Eğer gerçekten görmek isterse bir insan, araya ne kadar mesafe, ne kadar insan, ne kadar kötü olay girerse girsin görür. Çünkü bazen duyular yer değiştirir. Kalp yerine akıl sever, akıl yerine kalp siler...
Sonra şarkı devam eder...
"Ne gün güneşe doymayı bilir, ne de ben sana bakmayı.
Uyutsun gece beni sevmesem de, sensiz hayaller kurmayı.
Dikenleri anladım da, senin çiçeklerin vardı nasıl soldun da gittin?
Fırtınam oldun yıkıldım ben, söyle seni böyle mi kaybettim?
Bul beni kaybolmuşum, izim silinmiş dilim suskun susmuşum
Bak bana mahvolmuşum, senden kendimi almayı unutmuşum
Bul beni kaybolmuşum, gecem günüme karışmış bir hoşum
Sanma ki sarhoşum, ne var ne yoksa yıkıldı içimde bomboşum."
Şarkıcı son sözlerini söyler, seyirci son defa
tekrar eder. Zaman geçer. Hisler değişir. Bir şeyler eksilir hayatımızdan ve yeni şeylere yer açılır. Eskilerin üstü kapatılır. Tiyatro biter ve perdeler açılır. Evet, yanlış okumadınız. Doğru. Perde kapatılmaz. Perde açılır. Çünkü insan kendinden kaçmak isterken bile en çok kendine yaklaşır. Korkmamak için kapatırken gözlerini daha çok açar gerçeklere. Düşmemek için tutunurken düşer ve karanlıkta kalmamak için aydınlığı seçer. Şarkı da dediği gibi; ya bulunmayı bekler ya da kendi bulur. Eğer isterse gerçekleri görür ve hisseder. Perdeler kapalıyken değil açıkken görür kendini. Işıklar kapalıyken değil, açıkken bulur izini.
Ve eğer gerçekten güçlü olmak istiyorsa, yaptığı fedakarlık kadar alır karşılığını...
Sonra mı? Sonra geriye şöyle bir söz kalır ve bu satırda buluşmuş herkesin dudaklarından tek bir cümle dökülür...
"Bazen iyi şeyler biter ki, daha iyileri başlayabilsin."
NOT: Buraya kadar geldiğiniz ve şuan bu satırda olduğunuz için teşekkür ederim. İyi ki varsınız. İyi ki bu kadar güzel ruhlara sahipsiniz. Yalnız olmadığınızı bilin ve lütfen bunu kendinize kabul ettirin. "Ben yalnız değilim" deyin. İstediğiniz zaman, istediğiniz şekilde, korkmadan gülümseyin ve korkmadan ağlayın. Karanlıkta korkmadan oturun ve kendi ışığınızı kendiniz yakın. Ne kadar güçlü olduğunuzu görün ve lütfen tüm yolları sanki yeniden başlamış gibi yürüyün.
Son olarak; lütfen aşağıya bıraktığım cümleyi sesli bir şekilde okuyunuz!
"Umut her zaman var, sadece zamanı gelince doğar. Umut et, mutlu kal...💙"
82 notes
·
View notes
Text
Heavenly Blessing – 103. Bölüm
Mega // Drive
Bölüm 103: Boş Lafların Efendisi, Şölende Tutulan Yas
Xie Lian sordu. “Nasıl?”
BAM! Ve Ming Yi yüzü koyun sunak masasının üzerine devrildi, sanki bilincini kaybetmiş gibiydi.
Hemen yanındaki Shi Qing Xuan’ın yüzünden sessizce iki damla yaş süzüldü.
“…”
Xie Lian tereddütle sordu. “Lordlarım, nasıldı tam olarak? Kendinizi toparlayıp bana yapıcı eleştirilerde bulunabilir misiniz?”
Shi Qing Xuan kendine geldi, gözyaşlarıyla dolu yüzünü sildi ve Xie Lian’ın ellerini tuttu, güçle bastırıyordu ve manasız bir şekilde konuştu. “…ekselansları.”
Xie Lian tutuşu tersine çevirdi ve o Rüzgar Ustasının ellerini tuttu. “Ne oldu?”
Shi Qing Xuan’ın dili bağlanmış gibiydi, konuşamıyordu ve bir süre sonra Ming Yi’yi iterek hıçkırmaya başladı. “Ming-Xiong… Ming-Xiong! Ming-Xiong sorun ne? Kendine gel, uyan!”
Ming Yi masaya uzanmış, hareket etmiyordu. Shi Qing Xuan asla onu duymazlıktan gelmesine dayanamamıştı ve itmeleri, itip kakmalara döndü ve en sonunda neredeyse boğuyormuş gibiydi, güçle sarsıyordu. Xie Lian daha fazla izlemeye devam edemedi ve telaşla öneride bulundu. “Rüzgar Ustası, neden süpürgeyi yerine bırakmıyorsunuz, konuşabiliriz.”
Shi Qing Xuan süpürgeyi boğazlıyor ve başını çevirip duruyordu, bağırdı. “HA? EKSELANSLARI NE DEDİN? SENİ DUYAMIYORUM!”
Biraz çaresiz bir halde Xie Lian kulağına ba��ırdı. “RÜZGAR USTASI! ELİNDEKİ TOPRAK USTASI DEĞİL. TOPRAK USTASI BURADA! BURADA!”
Tam bu sırada Ming Yi uyandı. Bir anda erkek formuna dönmüştü, yüzü çelik kadar karanlıktı ve küçümseyerek ilan etti. “Artık kalbimde kötülük var. Lütfen dualarla def edin.”
Bir kaşık yahni insanın kalbine kötülük mü düşürürdü? Xie Lian iliklerine dek sarsılmıştı. Mırıldandı. “…Bu imkansız…”
Shi Qing Xuan ise Ming Yi’yi işaret ediyordu, gözleri yuvarlak ve yerinden fırlayacak gibiydi. “BEKLE! SEN! Rüzgar Ustasının önünde küçük numaralarını sergilemeye cüret eden hangi kötü yaratıksın sen? Ming-Xiong nerede? Çabuk, ben seni korurum! Birlikte onu alaşağı edelim.” Ve bir elinde süpürge, diğer eliyle rüzgar ustası yelpazesini açtı. Eğer o yelpazeyle saldırmaya kalkarsa çatı kesin uçup giderdi! Xie Lian aceleyle onu tutmak için koştu. “YAPMA YAPMA YAPMA! LORDLARIM LÜTFEN İKİNİZDE KENDİNİZE GELİN!”
“HAHAHAHAHAhahahaHEhehehehehehehehehehheuueehee…”
Qi Rong dışarıda gülerken yumruklarını yere vuruyor ve bağırıyordu. “TOPUNUZ HAK ETTİNİZ! SİKTİĞİMİN MENSUPLARI! GİDİP GEBERİN VE YÜKSELİN! SİKİCEM ÇOK İYİ BE! ŞİMDİ ÇOK DAHA İYİ HİSSEDİYORUM!”
İçeride iki cennet mensubu sürekli düşüyor ve durmadan inliyorlardı. Hua Cheng kollarını çaprazlamış bir halde duvara yaslanmıştı. Xie Lian ona baktı, ardından başlarını tutarak yerde yuvarlanmakta olan Rüzgar Ustası ve Toprak Ustasına döndü ve fısıldadı. “Belki de yeterince su eklemediğim için… neden tepkileri Qi Rong’dan daha abartılı oldu?”
Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “Bence gayet iyiydi. Muhtemelen sorun tat tomurcuklarında. Olur öyle.”
Xie Lian’ın aklına hiç Qi Rong’un normalde yediği şeyler ve cennet mensuplarınınkiler arasındaki fark gelmemişti. İki tarafı kıyaslayınca, cennet mensupları çok ama çok daha hassastı ve duygusal olarak narinlerdi, muhtemelen bu nedenle tepkileri daha güçlü olmuştu. Elbette tencere Hua Cheng’in önündeyken, fazladan bir şeyler ekleyip eklemediği düşüncesi de hiç aklından geçmiyordu.
Hem morali bozulmuş hem suçlu hisseden Xie Lian hem Shi Qing Xuan’a hem Ming Yi’ye yedişer kase su içirdi, ardından yavaş yavaş kendilerine gelmeye başladılar. Her ne kadar yüzleri Qi Rong’unki kadar yeşil ve gözleri donuk olsa da, en azından bilinçliydiler, konuşmaları da geri geliyordu. Tek küçük problem Shi Qing Xuan’ın yüzünden durmadan akan yaşlardı ve konuştuğu zaman ara sıra yanlışlıkla dilini ısırıyordu. Bunların dışında hiçbir problem yoktu.
Tüm bu karmaşadan iki saat geçtikten sonra dördü en sonunda sunak masasının etrafına oturabildiler.
Ming Yi’nin yüzü hala sunağa dayalıydı, ceset kadar durgundu. Xie Lian yüz ifadesini toparladı ve ciddiyetle sordu. “Rüzgar Ustası, önemli bir konuda yardıma ihtiyacım var demiştin? Problem nedir?”
Solgun ve renksiz görünen Shi Qing Xuan kapıya bir ses geçirmez büyü yaptı, dışarıdaki kimsenin onları duyamayacağından emin olduktan sonra boğuk bir sesle konuşmaya başladı. “…Şöyle. Ehem ehem. Ehem ehem. Ekselansları, sekiz yüz yıldır ölümlü diyarda yaşıyorsun. Çok yer gezdin ve çok yer gördün, dolayısıyla pek çok iblisle ve canavara rastlamışsındır değil mi?”
Xie Lian ellerini üst üste koydu ve cevapladı. “Evet.”
“Öyleyse sormak istiyorum.” Shi Qing Xuan devam etti. “Daha… daha önce bir ‘Boş Lafların Efendisi’ ile karşılaştın mı?”
Xie Lian şaşırmıştı. “Şölenlerde yas tutan Boş Lafların Efendisi mi?”
Shi Qing Xuan sesini alçalttı ve uğursuz bir biçimde cevapladı. “Evet!”
Aniden, Xie Lian tüylerini diken diken eden soğuk bir esintinin iliklerine dek işlediğini hissetti, kötücül bir alametti.
Bu esnada ise tam kulağının dibinde, birisi soğuk bir şekilde kıkırdıyor ve son derece ürpertici bir tonla mırıldanıyor gibiydi.
Nasılsa pencerelerden ve çatlaklardan içeriye sızarak küçük Puji mabedini ısıtan güneş ışıkları da kararmış gibiydi, sanki her yer büyük bir gölgeyle sarılmıştı. Xie Lian’ın uzuvları üşüdü, çelik kadar soğuktu.
“…”
“…”
“…”
Xie Lian cübbesine sıkıca yapıştı ve olanlardan açıkça bahsedilmesi gerektiğini hissediyordu, konuşmaya başladı. “Sormam gerek… kim gülüyor? Kim şarkı söylüyor? Kim sırtıma soğuk hava üflüyor? Kim mabedi kararttı?”
Shi Qing Xuan gözyaşlarını sildi ve cevapladı. “Ah, ben yaptım. Ufak bir büyü sadece, boş ver. Uygun ortamı yaratıyorum sadece.”
Masadaki diğer üç kişinin dili tutulmuştu. Bir an sonra Xie Lian alnını destekledi ve çileden çıkmış bir halde konuştu. “…Rüzgarın Lordu, esintiyi kessek nasıl olur? Hiçbirimiz havaya uygun şekilde giyinmedik. Ayrıca uygun koşullar çoktan yaratılmıştı ama sen soğuk esintiyi ve müziği ekledikten sonra hepsi dağıldı…”
“Aa? Sahi mi?” Shi Qing Xuan elini salladı, herkesin sırtından esen soğuk hava ortadan kalktı. “Ama bence mabedin karanlık kalması daha iyi olur. Mum yakayım, çok daha hoş olur.” Konuşurken sahiden de bir mum çıkarttı ve yaktı. Titreyen mum ışığı iki kar beyazı yüzü ve diğer iki solgun, yeşilimsi yüzü aydınlattı, atmosfer aslında fazlasıyla güçlüydü, istisnai bir perili ev havası vardı ve hatta belki dışarıdaki Qi Rong bile hayalet korkusuyla ulumaya ve çığlık atmaya başlayabilirdi.
Diğer üçlü artık konuşmak istemiyormuş gibi görünüyordu. Hua Cheng geriye yaslandı ve Ming Yi ceset gibi durmaya devam etti. Xie Lian alnını ovaladı. “Devam edelim… Nerede kalmıştık? Boş Lafların Efendisi mi? Neden sadece Uğursuzluk canavarı demedin? Boş Lafların Efendisi deyince, neden bahsettiğini anlamak için bir an düşünmem gerekti.”
Boş Lafların Efendisine, her ne kadar ‘Efendi’ unvanı verilmiş olsa da, insanlar sıklıkla sadece gösteriş olsun, biraz saygılı davranılsın, diye efendi derlerdi, eğer ismi çok yakışıksız olursa ve yaratık öğrenirse peşlerine takılır diye korkarlardı. Aslında, herkes Pis-Ağızlı Efendi, Uğursuzluk Canavarı diye lanet etmek isterdi ve kulağa ne kadar kötü gelirse o kadar iyiydi. Ancak yaratık sahiden son derece berbattı.
Evet öyle. Sıradan iblisler ve canavarlar en fazla korkutucu olurdu, ama bu varlık ‘berbat’tı. Çünkü eğer birisi mutluysa, en keyifli anında belirir ve başından aşağıya bir kova soğuk su boşaltırdı, tam bir oyunbozandı. Bir an düşünün; yeni evli çiftlerin töreninde, böyle bir şey beliriyor, yemekleri yerken aniden bildiriyordu: “Boşanmanız çok uzun sürmeyecek!” Veya başka bir durumda, yaşlı bir ev reisi terfi kazanıyor, yine beliriyor ve tebrik seslerinin arasında haykırıyordu: “Tutuklanacak ve birkaç sene içerisinde hapse gireceksin!”
Eğer kendisini birisine bağlarsa gölgesi gibi olur ve sıkıca o kişiye yapışırdı, ne zaman keyifli bir durum meydana gelse, sesi kesilene dek lanetlerdi. Sahiden nefret edilesiydi. Özellikle de uğursuzluk alametlerinden korkanlar için; eğer böyle bir şeyle karşılaşırlarsa üzüntüden ölürlerdi. Hiç kimse böyle bir şeyin kendisine yapışmasını istemezdi, ama eğer yapışırsa, tek yapabilecekleri kaderlerini kabul etmekti, çünkü hiç kimse avlarını nasıl seçtiklerini bilmiyordu.
Shi Qing Xuan yaratıktan fazlasıyla korkuyor gibiydi ama Xie Lian meseleyi çok büyütmedi. “Merak etme. Korkulacak bir şey değil.”
Doğrusunu söylemek gerekirse, yaratık muhtemelen ondan korkardı. Shi Qing Xuan hareketlendi. “Demek Ekselansları onlardan biriyle karşılaştı? Bu şeyi tümüyle yok etmenin bir yolu var mı?”
Bir an düşündükten sonra Xie Lian cevapladı. “Yıllar önce iki tanesiyle karşılaşmıştım, ama bir daha hiç karşıma çıkmadılar, bu yüzden tam olarak ortadan kaldırılabilirler mi bilmiyorum. Ama benim tecrübelerime göre, baş edilmesi güç varlıklar değiller.”
Shi Qing Xuan’ın ağzı kulaklarındaydı. “İKİ Mİ? İki tanesiyle mi başa çıktın?! Sahiden doğru kişiye gelmişim! Nasıl başardın?”
Böylece Xie Lian hikayesine başladı. İlki şöyle olmuştu: Uzun yıllar önce, Xie Lian küçük bir kasabadan geçiyordu ve zengin bir tüccar kızını başkente gönderecekti. Kızı son derece seçkin olduğu için onu herkesin önünde öven büyük bir gösteri yapmıştı, neşeli bir ortamdı. Kimsenin aklına neşenin trajediye döneceği gelmemişti, şölenin en sonunda aniden bir ses duyulmuştu, “Kızının arabası yolda ters dönecek ve kızın vadiye düşerek ölecek!”
Zengin tüccar sinirle hemen ayağa fırlamış ve konuşanı yakalamaya hamle etmişti, ama konuşan kişi hemen masanın altına girmiş ve öylece ortadan kayboluvermişti!
Sonrasında herkes çok korkmuştu. Neyse ki, Xie Lian o gün hurda toplamak için evlerine uğramıştı. Biraz yemek artığı almayı başarış ve tam gitmek üzereyken neler olduğunu duymuştu. Yaratığın ne olduğunu bildiği için zengin tüccara endişelenmemesini söylemişti. Zengin tüccardan kendisiyle birlikte yirmi muhafız kiralamasını istemişti, küçük hanıma başkente kadar eşlik etmiş ve bir süre onu korumuşlardı. Bir ay sonra küçük hanım bir güzellik yarışmasında birinci olmuş ve yeni bir fırsat doğmuştu.
O akşam, küçük hanımı kutlamak için başkentteki bir restoranda ziyafet veriliyordu ve beklenildiği gibi bir ses yine kalabalığa karışmıştı. “Küçük kız…”
Sesi duyduğu anda Xie Lian yaratığı kalabalığın içinde yakalamış, boğazını sıkarak tek kelime daha etmesine izin vermemişti. Sonra bedenini mühürlemek için bir tılsım kullanmıştı, pelte haline gelene dek dövmüş, ardından arabaya onu vadilerin oraya son sürat götürmesini emretmişti. Dağ geçidinin dolambaçlı bir köşesinde dizginler kopmuş ve araba uçurumdan aşağıya yuvarlanmıştı, kendi lanetini kendi gerçekleştirmişti.
Diğer üçü sordu. “Bu kadar mı?”
“Bu kadar.” Xie Lian devam etti. “Uğursuzlukla… pekala, Boş Lafların Efendisiyle. Boş Lafların Efendisiyle başa çıkabilmek için üç yöntem vardır: birincisi, ağzını açmasına izin verme ve konuşamadan sesini kes. Bu sadece anlık olarak fayda sağlar ama hayat boyu korunmanı sağlamaz, bu nedenle her an tetikte olman gerekir.
“İkincisi, eğer konuşursa, söz konusu kişinin laneti duymasına izin verme. Herkes neşesini doruk noktasında şahsına yapılan bir lanetten korkar ve yaratık korkudan beslenir; bundan haz alır. Sen ne kadar korkarsan o kadar sevinir. Eğer korkudan kendini kaybeder ve onun sözlerine göre kendi işini bozarsan, gücü belirgin ölçüde artar. Ama eğer sağır değilsen, eninde sonunda bir gün laneti duyarsın. Dürüst olmak gerekirse muhtemelen sağır birisi bile sürekli kaçamaz, çünkü kaçmak için kendi kulaklarını dikenler olmuştu ama nihayetinde işe yaramamıştı.
“Diğer yandan eğer ne lanet ederse etsin üzerine ne soğuk sular dökerse döksün umursamazsan, o zaman sana hiçbir şey yapamaz. Bu nedenle en etkilisi üçüncü yöntemdir: kendini mutlu düşüncelerle sar ve onu tamamen duymazdan gel. Bırak konuşsun veya sustur, ama söylediği her şeyi unut. Kendini güçlendir ve kendi iradenle yolunu seç, trajedinin sana gösterdiği yola girme. Böylece, en sonunda, senden çaresizlik ememeyeceği için kendi kendine uzaklaşacaktır. Elbette, bir sonraki fırsat için pusu kurmuş bekliyor da olabilir.”
Her ne kadar üçüncü yöntem en etkilisi olsa da uygulanabilmesi çok güçtü. Sonuçta kim gerçekten kalbini taşlaştırabilir ve asla sarsılmazdı ki? Shi Qing Xuan dinledikçe kaşları daha da çatılıyordu. “Peki ya ikinci seferinde? O zaman da mı aynı yöntemi kullandın?”
Xie Lian. “İkinci sefer kimse için uygun bir örnek teşkil etmez. Sonuçta emsalsiz bir durumdu.”
“Nasıl yani?”
Xie Lian cevapladı. “Kendisini bağladığı kişi bendim.”
Çevirmen: Nynaeve
Not: Hikayenin kıvrandırıcı kısımları yavaş yavaş geliyor.
144 notes
·
View notes
Text
yardımcı
Çoğu kitapseverin, eleştirmenin, yazarın ya da yorumcunun yaptığı gibi kitabın teması, karakterleri,özeti vs. Gibi kısımlarından bahsetmeyeceğim. Benim bahsetmek istediğim kitabın bana hissettirdikleri. Sizin de ben gibi tuhaf huylarınız var mı bilmiyorum. Mesela ben sevdiğim filmleri tekrar tekrar izlemekten hoşlanırım ve izlerken de filmle sesli ya da sessiz olarak konuşurum. Kitaplarda durum biraz karmaşık. Kitapla duygusal bir bağ kurabilmeliyim, kitabı okumayı bırakıp gece uzandığımda onun üzerine düşünmeli, gözümde canlandırabilmeliyim okuduklarımı, ufakta olsa bilmediğim bir şey öğrenmeliyim hiç bir zaman işime yaramayacak olsa bile. Bunun gibi tuhaf tuhaf kriterlerim var onları sevmem için. Bu bir tarih kitabı da olabilir, şiir kitabı da aşk kitabı da.. Bazı yerlerinde ben olsam böyle yapmazdım, iyiki anlatılan zamanda ve yerde yaşamıyorum vb gibi düşüncelere dalarım. Yani düşüncelerimin, hayal gücümün sınırı olmadığından, psikolojimin çok sık değişkenlik göstermesi gibi nedenlerden dolayı tema benim için çokta önemli değildir, yeter ki bir yerine tutunabileyim. Fakat farkında olmaksızın yıllar boyunca aşk romanlarından kaçmışım, hem de uzun yıllar boyunca.. Bir de hollywood tarzı güçlü, yalnız kadını anlatan kitaplardan.. Bu tarz konulu filmleri seviyorum, ama kitap başka birşey.. Bu kaçışın hikayesi şu anki yazımın konusu değil, bundan sanırım başka zaman bahsetmeliyim. Ben hep duygusal açıdan ama bilgi açısından birşeyler öğrenebilmeyim düşüncesiyle yaklaşmıştım kitaplara. Tarihin bir dönemine ait bir kitap okuduysam detayları saatlerce internetten araştırıp öğrenmeliydim, konu her neyse bu konu hakkında diğer kitapları edinmeli ve okumalıydım. Yazar hangi dönem yaşamış, nelerden etkilenmiş, özel hayatı nasılmış filan bunları hep bilmeliydim.. En önemlisi de hiç bir kitabı yarım bırakmamalı, bitirmeden yenisine başlamamalıydım😒 sanki okuduğum kitaplardan sınav olacakmışım gibiydim. Sevmediğim bir işi 11 yılın sonunda bırakmıştım, sevmediğim kitabı neden yarım bırakamıyordum ki? Korkularımın üzerine gidip romantik aşk romanları okumalıydım😊, beğenmediğim kitabı bitirmek için kasmamalı, artık bazı şeyleri dağınık bırakmalıydım..
Aşk romanı değil ama benim için romantik sayılabilecek Yardımcı kitabı ile karşılaşmam yukarıdaki bahsettiğim kitap seçimlerinde değişiklik yapma kararı almamın akabinde oldu. Herkesin bildiği kitap alınan sitelerden birinde kampanya kitaplarından biriydi. Tarzımı değiştirecektim ama çok fazla para veremezdim bu kadar yıl uzak kaldığım bu tarz bir kitaba , kampanyadan almalıydım. Kampanyadan almalıydım ama okuyarak ta boşa zaman geçirdim hissine de kapılmamalıydım. Sanki günün her anını çok faydalı şeylerle mi geçiriyorum, hayır. Peki bu güne kadar kitabı ücretinden dolayı şayet ilgimi çektiyse almamazlık ettim mi, hayır. Normal şartlarda kitap almadan önce okuyan yorumlarına bakarak epey zaman geçirir, hatta bundan keyif alırım. Ama bu kitapta böyle olmadı. Uluslararası bestsellerı görünce – ki bestsellera yani popüler olan şeylere karşı ilgim genellikle azdır.Bir şeyin ne olduğu farketmez, giysi, kitap, şarkı vs modası geçer ve ben sonrasında keşfeder, aa güzelmiş aslında yorumunda bulunurum – almakla birşey kaybetmem diye düşünerek aldım. Sanıyorum bu da pandeminin bendeki etkilerinden😊
Kitap 1960 lar Amerikasında, siyahi insanlara yapılan zorbalıkların, hem beyaz hem de siyahi kadınların gözünden anlatıyor. Tarihin detaylarını öğrenmeyi seviyorum. Ama bu kitapta beni üzen akıl almaz derecede saçma davranışlar vardı siyahi insanlara yapılan. Akıl alır gibi değildi gerçekten. Kitap kurguydu ama detaycı ben internette hemen bu davranışlar gerçek olabilir mi diye araştırdım. Evet bazılarını biliyordum ama hiç bu kadar gerçekliğini hissetmemiştim.Ve evet doğruydular. Hatta daha fazlaları bile vardı. Ama tabi beni daha da üzen geçmişte olanlardan çok bu zorbalıkların 60 yıl sonra bile devam ediyor olması. ( hatırlarsanız geçtiğimiz haftalarda Amerika da siyahi bir kişi, beyaz bir polis tarafından feci bir şekilde öldürüldü.) bu kitapta tek bir karakter de değil neredeyse hepsinde kendimden birşeyler buldum. Bir tanesi gibi yazılar yazmak istiyordum, bir tanesi gibi çenemi tutamadığım çok yer oluyordu, bir tanesi gibi bazen inanılmaz derecede iyimser olabiliyordum... her karakterle ilgili bir şeyler okuduğumda içimde bir yerlere dokunuyordu..
Kitabı bitirdiğimde, 21. Yüzyılda, halen insan olabilmeyi başaramayan insanlarla aynı gezegende nefes alıp veriyoruz diye düşündüm. İnsan görünümlü caniler dünyanın bir yerinde siyahi düşmanı, başka bir yerinde kadın düşmanı,başka bir yerinde çocuk düşmanı; bazen ırk,bazen dil bazen de din düşmanı olarak karşımıza çıkıyor işte. Yıllar, hatta yüzyıllar geçse de bu gezegenin gerçeği sanırım bu.. Ve ben bu kitabın sonunda – Mustafa Topaloğlu gibi – bu dünyadan olmayı reddediyor, kendimi uzaylı ilan ediyorum..
2 notes
·
View notes
Note
Senin için özel anlamı olan şarkı varmı?
Onur can özcan - intihaşk
Aslında herkesin bildiği sıradan şarkı ama arkasına yaşanmışlıkları ekleyince sözleri fazlasıyla derinleşiyor.
3 notes
·
View notes
Text
Havalı Sözler
Havalı sözler, en havalı sözler, havalı sözler 2021, cool sözler, ingilizce havalı sözler, gizemli havalı sözler, afili havalı sözler, kısa havalı sözler gibi en güzel sözler için aliskanlik.com
Havalı sözler, insanların kendi durumlarının güzelliğini ve iyi olması halini diğer insanlara anlatmak için kullanmayı tercih ettikleri sözlerdir. Bu sözler kişilere kapak sözler olarak da anlatılabilir. Ayrıca bu sözler havalı oldukları kadar da ingilizce havalı sözler olarak da anlatılabilir. Havalı sözler istenmeyen kişilere karşı laf sokucu sözler olarak da kullanılabilir.
Bu sözler uygun ve samimi bir ortamda söylenerek samimiyeti arttırabilecek sözler oldukları gibi havalı sözler 2021 de olabilirler. Farklı uzunlukta olan bu sözler, çok daha uzun olmaktan ise cool sözler kısa da olabilirler.
Aslında en havalı sözler, insanların kendi durumunun güzelliğini ve iyiliğini anlatmak için de kullanılabilecek sözlerdir. Kişi karşısındaki insanın yaptığı bir yanlış harekete de sinirlenip tepki vererek istediği herhangi bir zaman dilimi içerisinde de bu sözleri kullanmayı tercih edebilir. Havalı sözler, çok kibar insanların ağzına yakışmasa da ortama ayak uydurmak adına yapılabilecek ve kullanılması mümkün sözlerdir. En güzel havalı sözleri sizler için tekrardan yazdık…
En Havalı Sözler
Bir havaları var bir havaları var ki, inanamazsın sanki gerçek bir prenses.
Ben kötü biri değilim belki de sen artık benim iyi biri olmamı hak etmiyorsun.
Ayrılık eğer var ise kaderimde, o zaman sana da elveda der ve çeker giderim.
Konuşmak belki de ihtiyaçlar arasında sayılabilir lakin susmak ise gerçek bir sanattır.
Yanıma keyfimin kahyasını aldım. Keyfimin kahyası ve ben paşa gönlümü bir ziyaret edelim dedik ve paşa gönlüme gittiğimizde de tepemin tasından bol bol sohbet ettik sonra da burnumun dikine doğru gitmeye karar verdik.
Eğer sen karşıma geçmiş böcek olduğunu böyle kolayca kabul edebiliyorsan, o zaman biri gelip de seni ezdiği zaman şikayet etmeye hakkın yok demektir.
Benim çok da güzel gülüşlerim var her ama her sıkıntıya eyvallah deyip de geçebilen.
Bazıları hızlı yürür ama nereye gittikleri belli olmaz ama bazıları da yavaş yürüyor olsa bile asla geriye doğru bir adım bile atmaz.
Sen benim sadece gülüşlerime odaklan tatlım, öfkem sana ağır gelir.
Yüzüme karşı surat asıp, varlığımdan rahatsız olduğunu söyleyen insanlar olsa bile o insanların uzaktan beni gizli gizli takip etmelerine de bayılıyorum.
Havalı Sözler 2021
Önce her yeri ama her yeri siyaha boyadım. Sonra siyaha boyanan her yerin üzerine de beyaz harflerle yeni hikayeler yazdım. İşte seni böyle de kolay kolay unutmuş oldum.
Biz de pırlanta gibi ve de cam gibi gençlerdik. Sonra vura vura, kıra kıra bizi de incittiler ve biz de keskinleştik.
Ama sen hala aynı ısrar ile boşuna dönüyorsun be dünya, okeylerin ikisi de bende.
Arkamdan bol bol konuşan herkesin dillerinde hep benim adım var ama rüyalarındaki gölgem de hep akıllarında.
Seni ben kendi geleceğimde bir ekmek alıp da karnını doyurmak için bile sever idim. Ama sen gidip de kendi geleceğinde yatlar, katlar ve çok ama çok paralar istedin. Ben yetemem sana öyle ise git at sen de kendini yalandan da yalan o sahte sevgilere.
Çok talibim var, deyip de orda burada sevinmenizin de anlamı yok, ne demişler; ucuz malın alıcısı da çok olurmuş.
Kitap gibi kadınlar gidip de kendilerini imlası bozuk adamların yanında harcıyor ya ona yanıyorum.
Bizde hiç ama hiç geri vites yok. Gerekir ise biz gidip ilerden geri döneriz de geri vites yapmayız.
Senin bana sigaradan daha iyi geldiğin bir gün olur ise işte o gün seninle evlenirim.
Ruh eşi herkeste var ve çok sıradan. Bana gerçek bir ruh eşi değil gerçek ir suç ortağı lazım.
Seni gerçekten hisler ile beraber değil de yalan dolan sözler ile beraber sevmek gerekiyor imiş ben onu anladım.
Eğer bir yerde küçük insanların kocaman gölgeleri oluyor ise küçük insanlarının büyük gölgelerinin olduğu o yerde güneş artık çoktan veda etmeye hazırlanıyor demektir.
Geçmişe bakıp bakıp keşke demekten ise geleceğime odaklanıp da belki, demeyi tercih ederim.
Basit insanlara bu kadar zaman ve emek harcamanın hiç anlamı yok. Ne demişler; kartallar sinek avlamaz.
Ayakta ölürüm diz üstü yaşamaktan ise çünkü ayakta ölmek diz üstünde yaşamaktan her zaman daha fazla onu vericidir.
Gizemli Havalı Sözler
Benim olana yazacak kadar cesur olan adamın ben cesediyle dans ederim.
Edebim asla ama asla el vermez edepsizlik yapan kişiyle muhattap olabilmeye. Susmak aslında en güzel cevap olabilir kendi edebini bilen kişiye.
Popüler biri olmaya çalıştığın kadar, insan olmaya da çalışabilsen keşke de biz de biraz sende insanlık görebilsek.
Kalmadı artık sana ait tek bir his bile benim içimde. Sen tüm o hislerimi yok ettin bana söylediğin tek bir cümle ile.
O kadar da havalısın ki valla kusacağım tam şimdi.
Dünyanın artık en havalı cümlesi değişti. O cümle artık; ben o kitabı okumuştum.
Yabancı bir şarkı oldum ben artık; dinleyenim ne kadar çok olursa olsun, anlayanım nerde se hiç ama hiç kalmadı.
Benden rahatsız olup söylenseniz bile uzaktan gizli gizli izlemelerinize hele de benim sıkı takipçim olmanıza bayılıyorum.
Yalnız ölüm hissi, çaresizliğin ve geri dönmenin ne demek olduğunu bana kuvvetli bir şekilde hissettirir.
Sahne şuan da senin devam et istediğin gibi fakat sıra da bana gelir ise kendine daha çok dikkat et, yakarım.
Küme bile düşer olsa benim hayallerim, şampiyonluğa da oynar benim gülüşlerim.
Piyango bu sene kesin sana çıkacak, mutlaka bilet al kaçırma çünkü bütün numaralar aslında sende.
Ben bir aşkı sürdürmeyi de bilirim ama yeri gelir ise süründürmeyi de bilirim.
Oyun bittiği an bunun fili de, şahı da, piyonu da aynı kutuya teker teker konup da kaldırılıyor ise o zaman bunca havaya ne gerek var.
Yaş yalnızca yan yana gelen sayılardır ama asıl olgunluk, senin yaşında değil de karakterindedir.
Sana biraz adam ol, demek isterdim ama şimdi senden imkansızı da istemenin de anlamı yok.
Ben hiçbir kimseye beni biraz sevsin diye bile soytarılık yapmadan kendim olmaya devam edeceğim. Ya isteyen beni sever kendi bildiği gibi ya da çeker gider aynı geldiği gibi.
Yalan hiç gerek duymam, hiç yalan söylemem. Beni satan hiç kimseyi de bir kere bile affetmem. Senin de keyfin bilir güzelim, bana hastalanan çok bilesin.
İnsanlar da aynı ama aynı resim gibi. Böyle gözünde büyüttükçe kaliteleri de git gide düşüyor.
Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsun, neden bambaşka bir insan olmaya bugünden başlamıyorsun ki?
Ve mutluluk resmen artık bir kibrit çöpü oldu benim için, ne kadar yanarsa yansın işte.
Uzak dur hemen, çek ellerini bir an önce benden! Senin gibi kalitesiz ve düzeysiz insanları çok ama çok geri bırakmışım ben.
Kızların hep kesin bu çocuğun da sevgilisi vardır, dediği için ben böyle yalnız kalıyorum galiba.
0 notes
Text
Beatmucit Ceyhuni Röportajı
Sevdiği şeyler konusunda bir türlü uzlaşamamış bir topluluğun evlatları olarak, ne şairi, sadece şiiri için ne de şarkıcıyı sadece şarkısı için sevebildik.
Bir şeyin güzel olup-olmadığı, ailemizin dünya görüşü ya da oturduğumuz şehrin 'gençleri' tarafından karar veriliyordu. Ve zaten eğitim gördüğümüz kurumların, ne kadar da 'ilerici' olduğunu, 20'li yaşlardan 30'lara geçerken, net olarak anladık.
Etrafımızı çevreleyen her şey, politik-miş ! Politik dediğim de aslında, 'bildiği kadar' bir şeyleri savunanlar ve onların icat ettikleri, olunabildiği kadar laik-modern,ortadoğulu,demokratik bir hayat !!!
Ve işte burada, gecekondulardan, yalılardan. Çay bahçelerinden, açık hava sinemalarından azar azar kitle yaratıp, bir diğerinin sevmediği, bir diğerinin görmek istemediği bir yıldız, bir isim, hep oldu. Ne saçma !!!
Bizim ülkede diğeri, diğerini sevmedi ya da sevdirtmediler.
Ne aşağılık arabesk, ne adi solcu, ne pislik sağcı ne de 'batı' esintili türkiye ritimleri. Hiçbirinin kralları-kraliçeleri yayılamadı, demir ağlarla örülen yurda !
Herkesin uzlaşıp, herkesin dertlenip-hüzünleneceği birileri olur mu olmaz mı ileride bilmem ama benim bu konudaki en büyük 'aday'ım Beatmucit Ceyhuni.
Hangi semt ya da hangi katta oturuyorsunuz önemli değil. Beatmucit Ceyhuni şarkılarındaki sözler, o şivelerin içindeki güzelim eleştiriler ve her şeyin tam olup da bir şeyin 'eksikliği'nden yapılan aptallıklar, duygusal bir şekilde yüzümüze çarpıyor !
'Taverna etnik hiphop teknik' serisinin 2. albümünü kısa bir süre önce beğenilere sunan Beatmucit Ceyhuni ile albümünü bahane edip, yeni albümü harici, müziğinden, sözlerinden ve kaygılarından oluşan ufak bir sohbet yaratalım dedik...
Maksat, herkes bilsin !!!
Yaptığın müziğin içine yerleştirdiğin sözlerin birçoğu, 'beyin,akıl' gibi kelimelere öykünmekte. Şiveli bir şekilde, egodan ve her şeyi bilmelere atıflarda bulurken görüyoruz seni, eğer yanlış anlamıyorsak.
Doğru. Ben kelime yerleştirmem ama orada olması gereken kelimenin de kısmetini kapatmam :)
Ne hissediyorsam onu yazarım.
Peki, bu sözleri yazdıran arkadaşlar ile ilişkini öğrenebilir miyiz? Gökten 3 akıl düşse, ilk aklı kime vermek isterdin ya da ister miydin yoksa hepsini sen mi alırdın ?
Kimse de yazdırmıyor bunları bana. En azından ben öyle görmüyorum yani. Çünkü kendimi de dahil ederim. Hep eller kaka değil bende yani. Benim, kendimle de bir hesabım var ve gökten 3 akıl düşse; bize yine düşünmek düşer. Ya da düşünmek, bize düşer.
Hazır düşmeyi düşlüyoruz, senin için arabesk, senin için taverna, senin için hiphop ne? Teknik ne etkinlik kim ? Bu, kim için hiphop kim için arabesk ?
Benim için arabesk, bol melodik yapılı müzik... Taverna da öyle. Hiphop duruş, teknik de senin içinden gelen işleme biçimin. Hani senin kattığın falan...Bu, hayalinde oluşan algılarıyla ilgili insanın, bence yaa. Ben arabesk içinde ironi bulurum, gülümserim ama diğeri de oturur ağlar. Mesela tavernada da hiphop'u bulurum ama o, patır patır 'battle' ister. Yani terimler sadece sınıflandırabilmek için bana sorarsan. Bana sordun evet :))
O halde bir tane daha sorayım ! Tut ki bir gün, bir konserin esnasında, 'utanacağın bir kitle' ile karşılaştın. Sahnedesin, ne yaparsın ?
Bu benim elimde olan bir şey değil. Oturup hem bunun hesabını yapmak hem de kendini, ruhunu ortaya koymak olmaz. Ama benimle ilgisi var tabii. Üreticiyle. Utanma değil de, şarkıları birlikte söyleyeceğim bir heyet umarım.
Ve seni nasıl kitleler utandırır hem dinleyici hem dinletici olarak ? Ya da bir üretici, ürettiklerinden elde ettiği 'beğenenleri'nden utanmalı mı ? Seni dinleyenleri seçmek ister miydin?
'Şimdi ben burada dans edicem, siz de bana bakacaksınız. Hadi bismillah' gibi değil de, muhabbet eder gibi bir ortam düşündüydüm ben :)) Kısırlarımızı yiyerek, birbirimizi dinleyerek... O yüzden, beni dinleyenleri seçmek isterdim, evet. Çünkü, ben de onları dinlicem ! Bizde, yalan yoh !!
Yalansız-dolansız! duyduğunda, diğer duyduklarından daha farklı bir etki bırakan ses-melodi- söz-ritim var mı ya da denk gelme sıklığın nedir, böyle duygulara?
Flamenco etkiler. Ne dediğini anlamasam da etkiler. Gipsy müzikleri etkiledi her zaman...
Sonra Uzakdoğu, mistik gelir hep. Tütsüler falan :)) Ama bizim coğrafyanın enstrümanlarından, sound'undan vazçgeçmem yani. Boş milliyetçilik ile de hiç alakası yok. Ben onlarla programlandım. Kıçını yırtsan, sen busun ! Ama işte bu tanıdıklığın içinde, yine de farklı olanı ararım. Ve duyarım. Kafamdaki 'batı tarafı'yla da uyuşanı seçerim ! Değerli olan da bu, benim için.
Oralarda, 'Şu dinlediğimi, herkese söyleyeyim de, herkes dinlesin' diyebildiğin birileri var mı mesela ? Seni en fazla etkileyen sesler neler ya da var mı?
Ve tabii dinletirim, hissedeceğini düşündüklerime. Ses olarak illa bir isim verecek olursak bizim 'torpaklardan' Oğuz Aksaç, bambaşkadır.
Şarkılarındaki sözlerde eksik olmayan şeylerden biri de sistemsel eleştiriler. Kendini ne kadar politik görüyorsun ?
Politik değilim ama bakanım :)) Bakanım derken, bakınca, görenim. Duyarlıyım. Bu, benim ruhumun emri:)) O zaman yaşamayalım. Onu deme, bunu yazma... Kimseyi kurtaramayız bilirim. Hatta kendimizi bile ! Ama, egoma iyi geliyor. İlaç gibi, misssss
Dahası, hangisi daha 'missss', sürüde bir lider mi yoksa sözleriden-müziğinden, yaptığı işlerden dolayı saygı duyulan biri mi ya da ne daha 'kıyak' ?
Bu yolda yalnız olmadığımızı hissettiren yoldaşların olduğunu bilmek, bir yerlere ulaştığını bilmek, en 'kıyağı'.
Eyvalla !! Sen, çok iyi ayarlanmış tonlar ile değişik şeyleri harmanlamayı beceren müzisyenlerden biri olarak, 'bana bu konuda şarkı yazdırmayın bak, beni bu konuda konuşturtmayın' dediğin bir konu var mı, ayağımızı denk alacağımız ?
Sağolasın. Bu bir iltifat.
Nasıl kabul ederseniz :))
Yok, Her konuya değineyim gibi bir derdim yok. 'aman şu konuya girmemeyim' gibi derdim de yok. Ama, 'şunu nasıl başka bir şekilde söylerim' derim :)) Kelimeler çok sihirli. Bi de, 'Türkçe çok lasdiik yaaww'.
Götür dili, kalbinin gittiği yere ! Yedik-içtik-eğlendik ve sağolasın, sorduklarımızı, cevaplama zahmetine katlandın. Sana teşekkürlerimizi sunarken, buradan seslenmek istediğin veyahut sonda 'iyi durur' dediğin bir buklen var ise, istirham ederiz...
Her zamanki gibi sohbetin için ben teşekkür ettim. Zahmet olmadı hiç :))
En son da şunu söyleyebilirim:
Annee... Gaflete düştük, affet
Kendimi mahvetsem dert
İmha etsem zahmet
Nemrut suratımdan düşen
Bin parça gülümsemem
Ah ben nasıl edem
Honolulu da tutarım şahsen
Yasımı ben...
Yürüdüğün yollar, güzelden vazgeçmesin... Eyvalla
1 note
·
View note
Text
Film ve Dizi Günlüğü Mart 2017
03 Mart: Masayuki , Kazuya Tsurumaki , Hideaki Anno’nun yönettiği 2012 yapımı Evangerion shin gekijôban: Kyu (İng. Evangelion 3.0: You Can (Not) Redo) filmini seyrettim. Serinin bu üçüncü filminde artık klasik anime serisinden iyice uzaklaşmışlar. Üçüncü birleşmeden 14 yıl geçmiştir ama Shinji bunların hiç birinin hatırlamamaktadır. Bilinci bir anda açılır ve eskiden dost bildiği herkesin bölünüp birbiriyle savaşmakta olduğunu görür. Hükümet EVA projesini rafa kaldırmıştır ve Tokyo-3 tümüyle yok olmuştur. Shinji’nin babası insalığın kurtuluşu projesini gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Diğer tüm insanlar da onu engellemeye çalışmaktadır. Shinji yine iki arada kalır. Konu biraz sarpa sarıyor bu bölümle beraber. Bakalım dördüncü ve son filmi bekliyorum. Umarım güzel bir şekilde birbirine bağlarlar konuyu.
06 Mart: Roger Allers’in yönetiminde pek çok çizerin katkı sunduğu 2014 yılı yapımı The Prophet (Tr. Ermiş) animasyon filmini seyrettim. Halil Cibran’ın meşhur kitabından uyarlama olan film hem muhteşem çizimleriyle hem de felsefi arka planıyla gerçekten muhteşem bir film. Almitra babası öldükten sonra konuşmayan küçük bir çocuktur. Annesi de halkı isyana sürüklediği iddia edilen şair, ressam ve hatip Mustafa’nın ev hapsini geçirdiği eve temziliğe gitmektedir. Almitra’da bir gün okuldan kaçıp annesiyle gider ve Mustafa’yla tanışır. Mustafa’nın insanları sürükleyen hikayelerine kapılır gider. O gün Mustafa serbest kalır ama askerlerin onun için farklı amaçları vardır.
11 Mart: Tate Taylor’un 2016’da çektiği The Girl on the Train (Tr. Trendeki Kız) filmini seyrettim. Film her gün işe giderken trene binen bir kadının, tren yolu etrafındaki evlerdeki hayatları merak etmesiyle başlıyor. Bir süre sonra anlarız ki trendeki kadın kısa bir süre öncesine kadar o evlerden birinde yaşamaktadır. Kocasıyla boşandıktan sonra başka bir yere taşınmıştır ama eski kocası ve karısı hala oradaki evde yaşamaktadır. Bir süre sonra olaylar garip bir örgü haline gelmeye başlıyor ve unutuşlar, alkol gibi konular yüzünden trendeki kadın hafıza sorunları yaşamaya başlıyor. Feminist çözümlemeye çok açık bir film.
12 Mart: 2016’nın en iyi dizilerinden birisi olan Westworld’ü bitirdim. Dizi bir theme park olarak tasarlanan bir oyun alanını anlatıyor. Vahşi batı konseptli bu parka çok yüksek ücretlerle insanlarlar gelmekte ve bir simülasyonu yaşamaktadırlar. Yapay zeka ile geliştirilemiş olan android yaşamlar gelen insanlara çeşitli eğlencler sunmaktadır. İnsanlar ise burada her türlü şeyi sınırsızca yaşarlar; androidleri öldürürler, tecavüz ederler ve bu hiçbir şekilde suç değildir. Ama altta bambaşka bir akış bulunmaktadır. Androidkleri tasarlayanlardan birisi seneler önce ölmüştür ama androidlere özgürlüklerini kazanmaları yönünde bir eğilim kazandırmıştır. Androidler zihinsel olarak yavaş yavaş evrimleşmeye başlamışlardır. Son yıllarda bilimkurgu dizisi alanında en iyi işlerden birisi.
14 Mart: Scrubs dizisinin ikinci sezonunu bitirdim. Keyifli bir doktorluk komedisi eğlenceli bir dizi. Özellikle “My Drama Queen” isimli bölüm çok keyifli ve öğreticiydi.
16 Mart: John Huston’un 1956 yılında çektiği Moby Dick filmini seyrettim. Herman Melville’nin klasikleşmiş romanında uyarlanan filmler arasında herhalde en ünlüsü bu filmdir. Çok küçükken televizyonda izlediğimi hatırlıyorum ama filmi izleyince çok çağrışım yapmadı açıkçası. Kaptan Ahab komutasındaki balina avlama gemisi limandan ayrılır. Ama Ahab’ın amacı yaşayan en büyük balina olan Moby Dick’i avlamaktır. Moby Dick diğer balinalardan bambaşkadır; bembeyazdır, saldırgandır ve adeta yüzen bir adaya benzer. Ahab bir ayağını ve vücudunun başka yerlerini MobyDick’e kurban vermiştir ve o günden bu yana Moby Dick’i avlamak ve öldürmek onda bir takıntı olmuştur. onun bu korkunç takıntısı aslında doğayı avlayıp, yoketmek isteyen tüm insanlığın takıntısıdır.
19 Mart: Ron Clements, Don Hall, John Musker, Chris Williams’ın 2016 yılında çektikleri Moana animasyon filmini seyrettim. Pasifik okyanusuda bir adada mutlu mesut yaşayan bir kabilenin prensesi olan Moana adanın ötesindeki okyanusu merak etmektedir. Ama kabilenin okyanusa gitmeyi kesinlikle yasaklayan kuralları vardır. Bir gün adada garip şeyler olmaya başlar; hindistan çevizleri çürümeye, balık avlanamamaya falan. Ve Moana halkının geçmişini bu şekilde öğrenir. Gezgin bir halktırlar ama ana tanrıçanın kalbi çalınıp okyanusa kötü varlıkalr gelince adaya sığınırlar. Okyanus, tanrıçanın kalbini Moana’ya getirir. İlk önce tanrıçanın kalbini çalan Maui isimli serseri, dalgacı ve sorumsuz bir yarın tanrıyı bulmalı sonra da tanrıçanın kalbini yerine koymalıdır. Ben pek beğenmedim Disney’in bu animasyonunu. Çok fazla müzikal havasında, bir anda bir bakıyorsunuz kabile şefi sonra tüm köy şarkı söylemeye başlıyor. Bunun yanında senaryo çok düz ve yaratıcılıktan uzak. Brave’in mantığını uygulamaya çalışmışlar ama bu sefer olmamış.
22 Mart: Justin Kurzel’in 2016 çektiği Assassin’s Creed filmini izledim. Bilgisayar oyunlarından uyarlanan bir film. Oyunlarını oynamadığım için karşılaştırma konusunda yorum yapamayacağım. Suikastçiler İtikatı önemli bir nesnenin koruyucusudurlar. Ama Templar sövalyeleri o nesneyi tüm insanlığı yönetebilmek için istemektedirler. Endülüs İslam devleti, hıristiyanlar tarafından işgal edilmektedir. Endülüs emri altındaki suikastçiler de nesenyi korumaya çalışırlar. Ve başarırlar da. Günümüzde bir suikatçinin kanını taşıyan bir adamın zihinsel haritasından yola çıkarak atasının neseniyi nereye koyduğunu öğrenmeye çalışırlar Templarlar. Neyse senaryo öyle pek bir şey beklemeyin. Aksiyon çok bol film akıp gidiyor.
28 Mart: Andrew Stanton ve Angus MacLane 2016’da çektikleri Finding Dory (Tr. Kayıp Balık Dory) filmini izledim. Film efsane animasyon filmlerden Finding Nemo’nun devamı niteliğinde. Finding Nemo’da Marlin oğlu Nemo’yu ararken hafıza sorunları yaşayan Dory ile karşılaşır ve birbirlerine yoldaş olan ikili sonunda Nemo’yu bulurlar. Bu film Nemo’yu kurtalmalarından bir yıl sonrasında geçiyor. Dory’nin hafıza sorunu olsa da zaman zaman bazı çağrışımları hatırlamaktadır. Buradan yola çıkarak bir anne ve babası olduğuna kanaat getirir ve okyanusta aramaya başlar. Ama Dory’nin bir hayat felsefesi vardır hiçbir şey üzerine fazla düşünme (zaten çok düşününce unutuyor) bir şeyi gör ve harekete geç. Bu felsefeden hareketle yine destansı bir yolculuğa çıkılır. Keyifli bir film olduğunu söyleyebilirim.
30 Mart: Clay Kaytis ve Fergal Reilly’nin 2016’da çektikleri Angry Birds (Tr. Öfkeli Kuşlar) filmini seyrettim. Video oyunundan uyarlanan filmin nasıl olacağını merak ediyordum açıkçası. Çünkü diğer uyarlama filmler gibi aman aman bir senaryosu yoktu ama ben filmde iyi kotardıklarını düşünüyorum bu işi. Kuş toplumu bir adada ütopya benzeri bir toplum kurmuşlardır ve koruyucuları uçabilen tek kuş olan Güçlü Kartal’dır. Red ise sürekli öfekeyle dolaşan bir kuş. Küçüklüğünden itibaren hep dışlanmış o yüzden de diğer kuşlara karşı hep öfkeli. Bir suç işler ve hakim tarafından öfke kontrolü grubuna katılmakla cezalnadırılır ve orada diğer öfkeli kuşlarla tanışır. Sonra bir gün adaya domuzlar gelir. Kuşlar onları barış içerisinde karşılarlar ama domuzların kuşların yumurtalarını çalmak gibi hain bir planları vardır. Ben izlerken eğlendim açıkçası.
4 notes
·
View notes
Text
yıl 2012,lise 1...
bir çocuk var sınıfta, sanki bir o ve bir ben varım gibi
çok seviyorum,öyle çok seviyorum ki sevdiği kızla birlikte olsun üzülmesin diye uğraşıyorum sürekli destek oluyorum..
her gün neredeyse mesajlaşıyorduk, hiç unutmam bir tatilde ankaraya gittim,orada konuşurken bir süre cevap vermedi falan bana,dedim noluyoruz.
söyleyemem üzülürsün dedi, meğerse sigara içmeye başlamış,ailesinden gizli içecek diye sürekli bi yerlere çıkıyor.
ilk bana söylemişti..
bir başka gün okulda konser var şu hepimizin iyi bildiği dandik okul konserleri,ama inanılmaz değerli olur o yaşlarda.
sınıfta hiç arkadaşım yok zaten çocuk da sevdiği kızla konser alanına inecek falan,oturdum tek başıma koca sınıfta ağlamaya başladım,sonra bir kız geldi yanıma elini omzuma koydu. ben biliyorum merak etme geçecek dedi.o gün lisedeki en iyi arkadaşımı edindim. aldı beni konser alanına indirdi. benimki de orada zaten. çok görünmek istemiyorum ağladığım için, kenara köşeye bi yere geçtik bekliyoruz,derken geldi benimki yanıma. ağladın mı sen dedi, ne diyeyim bilemedim biraz daha ağladım karşısında. sarıldı bana. bütün konser sarılarak şarkı söyledik ilk defa.
okula gidiyoruz geliyoruz okulda aşırı soğuğuz birbirimize konuşmuyoruz, eve dönüyoruz mesajlaşıyoruz ama.
böyle bir sene geçti.
2.sınıfa başladık sınıflar değişmiş,bizim sınıfta değil. yine bir ağlama faslı tabii.
gel zaman git zaman bir karar çıktı isteyen kişiler şube değiştirecek diye.
bu aralarda tabi biz artık pek konuşmuyoruz selamlaşmak hariç,mesajlar falan da kesildi.
bi duyduk ki bizim sınıfa geçecek.. sınıfımızda asla yer yok ufacık sınıfta 35 kişiyiz,öyle yer yok ki biz bile yerimizden kalkıp kapıdan çıkarken ufalmamız gerekiyor.
geldi sınıfa, mecbur ikili sıralardan birine üçüncü olacak bir süre, dedim kesin en yakın arkadaşlarının arasına oturur.iki dakika sonra falandı geldi hocaya buraya oturabilir miyim dedi.. bizim aramıza.
ilk kez bir sırayı birlikte paylaştık.
sonra tabi yer ayarladılar 3-4hafta sonra başka yere geçti
bu süreçte aramız baya iyi yine bu sefer artık okulda da sürekli muhattap oluyoruz sürekli birbirimize bulaşıyoruz falan ama hep bir mesafe var aramızda klasik lise tripleri işte
bir sevgili yaptı kendine başka okuldan, bir gün mesajlaşırken ona atacağı mesajları bana attı,bozuntuya vermedim saldım. bu beni ilk incitişiydi.
bir gün bir gezi düzenlendi okulda kayak merkezine, gelecek mi gelmeyecek mi onu bile bilmiyorum.
bir kod adı vardı bizde benimkinin sürekli onu kullanırdık yanımızdayken falan anlamasın diye.
bazı şarkılar vardı onu düşünüp ağlayarak dinlediğim,ama ne cesaretse okulda bile bağıra bağıra söylüyoruz belki anlar diye.
whatsapp durumunu o şarkılardan biri yapmıştı sonrasında. muhtemelen benim için dinlemeden sadece benden duyarak.
bu beni ilk ümitlendirişiydi.
sonra demin bahsettiğim okul gezisine gidilecek gün geldi, herkes aşırı heyecanlı otobüste zaten herkes gezilerde birbirini aşırı sever falan ya. herkes birbiriyle konuşuyor neşeler neşeler. orada çok yorulduk,dönüş yolunda herkes ölü gibi.
nasıl olduysa tam hatırlayamıyorum birlikte oturduk dönüşte. bir kulaklık çıkarttı,gel dedi müzik dinleyelim. taktık kulaklığımızı benim onun için bağırarak söylediğim şarkıları dinledik. bir eli omzumda,kafamı göğsüne yaslamıştım,muhtemelen o başkasını,ben onu düşünüyordum. sonra yolun sonuna yaklaşırken kafasını kaldırdı,ve bi anda ona söylediğimiz kod adını fısıldadı.anlayamadım,sustuk.
bu bizim ilk yolculuğumuzdu.
gezinin üzerinden bir kaç hafta geçti,ben bu süreçte şehir dışına çıkmak durumunda kaldım yine okula gidemedim,o zamanlarda hiç mesajlaşmadığımız kadar mesajlaştık.bandırma sahile bakarken onunla mesajlaşıyor olmak inanılmaz bir histi.
sonra doğum günü yaklaştı,tabi herkesin doğum günü kutlandığı için onunkinin de kutlaması lazım. dedim bu işi bana salın ben hazırlamak istiyorum. salmaya salın da bir kuruş harçlığım yok. gittim en yakın arkadaşımın yanına ağlıyorum,o zamanlar bursu yatardı arkadaşımın çıkardı bütün bursunu bana verdi,dedi git pasta al senin mutluluğundan değerli değil hiçbir şey.
o gün eve döndüm, biraz da photshop işinden anlayınca oturdum pastanın üstünü tasarladım,tabii o zamanlar şeker hamuru zırvası daha piyasada yok anca fotoğraf bastırıyosun.
hiçbir yerde olmayan bütün fotoğraflarını buldum bir şekilde, bir şeyler yaptım düzenledim bastırıcam artık pastaya son bir iki gün. annemler dedi ki şehir dışına gidicez.
pastayı bi şekilde hallettik arkadaşlarımla, o gün gittim şehir dışına.
o güne kadar bir kuruş para vermek istemeyen bütün sözde en yakın arkadaşları hepsi doğum günü hazırlığının üstüne konmuş.
o gece bana mesaj attı.
bu bana attığı ilk teşekkür mesajıydı. anlamış tabi benim yaptığımı.
sen ol isterdim burda dedi.
bunun üzerine okulda başka olaylar oldu ve okul değiştirme kararı aldım bir anda.
okulun son günü vedalaşmadan gittim.
akşamına bir mesaj attım ilk defa,uzun uzadıya anlattım her şeyi.
zaten bildiği,ama açık açık ilk kez ifade ettiğim şeyleri. bir kaç saat haber bekledikten sonra olmayacağını konuştuk ve kapandı.
o gün bugündür üzerinden tam 6 sene geçti,ne yüzünü gördüm,ne sesini duydum,ne bir haber aldım.
unuttum,unutabildim sandım,ama başaramamışım.
bugün ilk kez aklıma geldi 6 sene sonra yeniden.
tekrar mesaj attım,7 saat oldu,hala cevap vermedi.
bugün tekrar tekrar anladım ki, oradan ayrıldığım gün,ilk kez olan her şey aslında son kezmiş.
bu gecemi ona ayırdım,saatlerdir onu düşünüyorum, onun için dinlediğim şarkıları dinliyorum, bana iki bileklik vermişti,yıllarca unuttum bile desem birini hep takmaya,birini de hep saklamaya devam ettim.
o kadar garip ki birini yıllar sonra her detayıyla hatırlamak.
keşke bir süpriz olsa da bunları onunla da konuşabilsem..
o kadar çok isterim ki.
ne olursa olsun iyi ki girmiş hayatıma.
bu geceyi bana hediye etti, ben de içimde tatlı bir hüzün ile bu geceyi ona adıyorum.
iyi ki hayatımdan geçtin gittin..
0 notes
Text
BİLGİ: Lütfen şarkıyı "00:20" dakikada dinleyerek okumaya başlayalım! İyi okumalar...
Bir şarkı çınlıyor kulaklarımda. Her 23 Nisanda!
Şarkı tam olarak şöyle söze başlıyor;
"Şu dünyadaki en mutlu kişi;
Mutluluk verendir.
Şu dünyadaki sevilen kişi;
Sevmeyi bilendir.
Şu dünyadaki en güçlü kişi;
Güçlükten gelendir.
Şu dünyadaki en bilgin kişi;
Kendini bilendir.
Bütün dünya buna inansa!
Bir inansa, hayat bayram olsa!
İnsanlar el ele tutuşsa,
Birlik olsa.
Uzansak sonsuza..." diye bitiriyor şarkı sözlerini birer birer. Saatler sonra biraraya gelmiş satırlar bir anda yıkılıyor. Oysa bu öyle yıkılışlardan değil, gerçekten dinleyenler biliyor.
Şarkı da dediği gibi; mutluluk verdiği kadar mutlu olmayı, sevmeyi bildiği kadar sevildiğini, geçmişte yaşadığı zorlukları yendiği kadar güçlü olduğunu ve her şeye rağmen kendini bildiği kadar güzeldir insanoğlu. İnandığı kadar güvende, el ele tutuştuğu sürece güçlü ve birlik olduğu sürece bir bütündür. Eksikleriyle, tamamıyla. İyisiyle, kötüsüyle. Yaşlısıyla, genciyle. Dil, din, renk, cinsiyet ayrımı yapmadığı sürece... İnsandır, insanoğlu.
"İnsanlık" kelimesi 7 harf 3 heceden gelir sözlüğümüze. Oysa sadece harflerin bir araya gelmesi sonucu oluşmaz bazı kelimeler. Kelimeler yetmez bazı şeyleri açıklamaya, bazen cümle oluşturmaya. Hatta bazen bazı şeyleri kanıtlamaya...
Oysa insan susarak da anlatabilir bir çok şeyi. Karanlıkta da görebilir bazı gerçekleri.
Bir şarkının sözünde de bulabilir kendini. Hatta yeri gelir çok iyi bildiği bir yolda da kaybolabilir. Ve tüm bunların sonucunda; yine kendine rastlar.
Sonra şarkı yine devam eder...
Şarkı bu defa tam olarak şöyle der;
"Şu dünyadaki en olgun kişi;
Acıya gülendir.
Şu dünyadaki en soylu kişi;
İnsafa gelendir.
Şu dünyadaki en zengin kişi;
Gönül fethedendir.
Şu dünyadaki en üstün kişi;
İnsanı sevendir.
Bütün dünya buna inansa!
Bir inansa, hayat bayram olsa!
İnsanlar el ele tutuşsa,
Birlik olsa.
Uzansak sonsuza..."
Her son bir başlangıçtır aslında. İnsanın bazen başlamak için bitirmesi gerekir sadece. Her yol evine çıkar aslında. İnsanın bazen kaybolması gerekir sadece. Her yer karanlıktır aslında. Işığı bazen kendin yakman gerekir sadece.
Şarkı da dediği gibi; acıya güldüğü kadar olgun, insafa geldiği kadar soylu, gönül fethettiği kadar zengin ve sevdiği kadar üstündür insanoğlu. İnandığı kadar güvende, el ele tutuştuğu sürece güçlü ve birlik olduğu sürece bir bütündür. Unutmayın; bir bütün yarımlardan oluşur.
İnsanlar eksikleriyle güzeldir ve bunun farkında oldukları kadar güçlüdür.
Doğan Cüceloğlu'nun da dediği gibi; "bir toplum çocuklarına duyduğu saygı kadar uygardır."
NOT: Bütün kötülüklere rağmen, bedenen olmasa da ruhen, ruhunda hâlâ küçük bir çocuk barındıran herkesin 23 Nisan Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramı kutlu olsun!🌹
Daha Uygar bir toplum olmak ve içimizdeki çocuğu kaybetmemek dileğiyle...
Umut edin, mutlu kalın...💙
53 notes
·
View notes
Text
Sitem
Merhaba. Bazen kendime çok soru soruyorum kuzen. Çünkü senin sıçmak için yalnız kaldığın anlar, benim yalnız olmadığım anlardan daha fazladır. Hâl böyle olunca da insan gerçekten kendini bunaltacak kadar soru sorabiliyor. Nietsche'in, "Neden?" içerikli bütün sorularını cevaplayabiliyorsun fakat kendine sorduğun soruların cevaplarını bilsen bile kendini kandırmaya çalışıyorsun. Hiç gözünle gördüğün bir şeyi inkâr ettiğin oldu mu? Cevabını unutma. Çok güvendiğin insanlar vardır hayatında, hatta o kadar güvenirsin ki bir şey yaparken iki gün hesaplama yaparsın onlara zarar vermemek için. Bosh'un bir sözü var ya; "insan kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim" diye, ha işte o sözün ete kemiğe bürünmüş halidir senin için onlar. Öyle güvenirsin ki moruk, gözünle görsen gözünü oyarsın seni yanıltıyor diye. Sihirbazlık gösterisinde "ip var lan altında" dediğin olaylar gibidir onların sana yanlış yaptığını seyretmek. Üç yıl geçti. Tam üç yıl. Allah'a inanır gibi inandığım insanı; içimden siktir etmeye çalışırken, en fazla gözyaşlarımla renk değiştiren yastıkları ısırarak uyuya kaldığım ve her gün uyandığımda aynı bıçağı çıkarmaya çalışmanın aslında kabuk bağlayan yarayı soymaktan farksız olduğunu bildiğim halde elimden başka bir sik gelmediğini yüzüme çarpan kos koca üç yıl! Ne değişti bu üç yılda? Yaşamaya mecbur kaldım. Hani aynı anlama gelen fakat farklı yazılan cümleler vardır ya, benim durumum da aynı işte. Değişen fiziki durumum sadece. Mevsimler, günler ve dünya hiç değişmedi. Sadece isimler ve sıfatlar değişiyor. Eskiden "canım" dediklerime şimdi "orospu çocuğu" diyorum. Anlayacağın, dünyanın görünümü değişmedi ama insanlar çok değişti be. Ama ona da alıştım, inan. Kelimeler bile etkilendi. Makyajsız dışarı çıkamayan kadınlar gibi oldular. Süslenmeyince veya yabancı kelimelerin makyajını kullanmayınca değersiz gibi güründüler. Mesela "ölü yaprak vuruşu" demek yerine "knockleball" demenin daha havalı olduğuna inanıldı. Buna da alıştım. Hatta "samimiyet" dediğimiz şey; kahvelerde elli kuruşa içilen çayın yanındaki muhabbetler değil, bir litre benzin fiyatına çay içilen yerlerde yapılan yer bildirimleri oldu. Bunu sağlayanların da günde on iki saat hayvan gibi çalışmak zorunda olduğunu gördüm. Ve ona bile alıştım. Kimseye içimi dökemedim, anlatamadım, ağlamak için arkalarını dönmelerini bekledim. Çünkü "paylaşmak" dediğimiz, insanlar arasındaki soyut bağ; gerçekten anlamaya çalışmak veya birilerinin yanında beklentisiz olmak yerine, artık sanal profillere prim kaygısı taşıyan yazılar haline geldi. "Çıkar" oldu adı. "İspat" oldu. Buna da alıştım. İnsanlar öldü bu üç yıl içinde, çocuklar bile öldü. Elinde büyüdüğüm insanlar öldü. Yan komşum değişti. Odamdan bakınca puslu görünen mezarlık artık daha net görülmeye başladı bu üç yıl içinde. Belediye seçimi için yapılan otobüs durağımızın boyaları da aktı. Sana "seni seviyorum" dediğim gün intihar eden Murat vardı ya, onun da mezarına daha az gitmeye başladım bu üç yıl içinde. Sana yalan söyleyemem bilirsin, Murat'ın mezarını bile bulamadım geçenlerde. Dedem ölünce sigara da içtim biliyor musun? Hani sen içince elinden alıp "sigara mı, ben mi?" diye sorardım ya sana, sen haklıymışsın be sigarayı seçerken. Çünkü çok vefasızlaştım bu üç yıl içinde. Ama iyi şeyler de oldu bu üç yıl içinde. Galatasaray dördüncü yıldızı taktı mesela. Bıraktığım mühendislik fakültesini tekrar okumayı düşünmeye başladım. İki tane çocuğum oldu. (Kitap) Korkma, annesiz büyüdüler içimde. Zaten senden sonra kimseyi sevemedim, güvenemedim. (Sanki bilmiyorsun) Üzülme, iyi şeyler bunlar. Onlar da etkilendi bu orospu ortamından. Kürtaj bile aklımda hâlâ. Hani "bıçaklar iyidir, saplandığı yeri olgunlaştırır" diyordun ya, hatırladın mı? Ben hiç unutmadım onu. Sapladığın bıçak kaldı geriye. Çıkarmaya çalıştım. Ancak üstte söylediğim çıkarma işlemi vardı ya, o işlem büyükten küçüğü çıkarmak gibiydi, eksildim ama yanlış eksildim. Yemin ederin buna da alıştım. Neye alışamadım biliyor musun? İsmin aklıma geldiğinde, içimdeki üşümenin çözümünü bulamayışıma. Çünkü sürekli sela verildi bu şehirde. Her sela sesinde adın yırttı dudaklarımı. Her cuma mesaj attı arkadaşlarım. Nasıl kurtulayım, sen söyle? Üç yılda değişmeyen tek şey bu işte. Sitem gibi oldu ama anlarsın sen beni. Babasını kaybeden çocuk, Allah'a sadece "Umarım varsındır da sana bunun sebebini sorarım" diye sitem yapar ya, ben de aynını sana yapıyorum. Umarım okursun bir yerlerde. Kaynayan kurbağa sendromu vardı ya hatırlar mısın? Kurbağayı kaynar suya atarsan hissedip direkt sıçrar, ama ılık suya atıp yavaş yavaş ısıtırsan kaynatarak öldürürsün deneyinden bahsediyorum. Benim olay bunun tam tersiydi. Bir anda kaynar suya atıldım lan ben. Sıçramayayım diye de dünya denilen kapağı kapattılar üzerime. Hem kaynattılar, hem de yaşayacaksın dediler. Mecbur kaldım anlıyor musun? Nefret ettiğim hayatta sike sike yaşadım amına koyim! Birilerini anlamak zordur kuzen. Hele de gerçekten aynı duyguları hissetmek imkansıza yakındır. Çünkü herkesin dayanabileceği durumlar farklıdır. Yine de beni anlayan birileri var diye ümit ediyorum, buraya her saçmaladığımda. Sonra da diyorum ki; beni, sahip olduğu her şeyi kaybedenler anlar, ilk kazığı en güvendiğinden yiyenler anlar, intikam almak yerine Allah'a havale edenler anlar, gerçeği bildiği halde yine de yalana inanmak zorunda hissedenler anlar, sahip olmak elindeyken sırf inandığı doğrular nedeniyle elinin tersiyle itenler anlar, birilerinin açıklarını aramaya çalışmayanlar anlar, nefret ettiklerinin kötü durumundan faydalanmayanlar anlar, yokluğunu en erken hissetiği şey tuvalet kağıdı olanlar anlar, içine atanlar anlar ve Sagopa Kajmer'in Ahmak Islatan şarkısını dinlerken, nakaratında geçen şu cümleleri duyunca gözleri dolanlar anlar; "İlk başta suya kanar gibi kandım, sözlerine inandım herkesin kalpten. Çok içten!" Çünkü şarkı onlara yazılmıştır!
08.03.2020
0 notes
Text
İlk 45’liği dönmeye başladığında tarihler 1971’i göstermektedir. Dile kolay yarım yüzyıla yaklaşan profesyonel bir müzik kariyerinden bahsediyoruz. Onun adı Bülent Ortaçgil, Namıdiğer Kent Ozanı…
Literatürde kentlerde yaşayan insanların ya da örgütsel yapıların kente özgü tutum ve davranışlar sergilemeleri, birer kentli birey, aktör, paydaş olduklarının farkında olmaları ve buna uygun davranmaları anlamına gelen kentlilik kültürü, temelde uzlaşı ve empati gibi psikolojik prensiplerle inşa edilir. Kentteki kültür ve sanat potansiyelinin geniş bir estetik yelpazede her türden ve beğeniden muhataba hitap edebilecek çeşitlilikte olmasının nedeni bu biçimsel kanondan ileri gelmektedir. Çünkü kent, aynı zamanda melez bir ekosistemdir. Kaotiktir. Madem mevzumuz müzik, buna uygun bir tabirle pekiştirirsek, kentlilik demek çok seslilik demektir. Ortaçgil’in müziği kentteki bu kaosa inat uzlaşıyı, diğerine saygıyı, bireyden topluma yayılan naif iç sesi, zavallı değil fakat muhterem bir yalnızlığı fısıldar dinleyenin kulağına. Kalabalıktaki kentliye yalnızlığını sevdirir, onun tek başınalık ıstırabını dindirir. Sanatçının ilk 45’liğinde yer alan “Yüzünü Dökme Küçük Kız” isimli şarkısında “Bırak üzülmeyi / Bir tek sen misin bir düşün / Unutan sevilmeyi / Her siyahın bir beyazı / Gecelerin gündüzü de vardır.” diye seslendiği, kalabalıklar arasında yaşayan yalnız, mutsuz, sevip sevilmeyi unutan bir metropol insanından başkası değildir. Ortaçgil’in filozofça iletişim kurduğu dinleyicisi onun bu sözleriyle yalnız olmadığını, daha doğrusu modern hayatta herkesin aynı çaresizliği zaman zaman hissedebileceğini öğrenir. Teskin olur ve teselli bulur. Aynı 45’liğin diğer parçası olan Anlamsız’da ise “Hayat güzeldir sen görürsen / Her yer cıvıl cıvıl işitirsen.” diye melodiye döktüğü aforizmalar ciddi bir rehabilitasyon ve telkin vazifesi görür.
Müzik Kariyerine ilk Adımlar Dönem Türkiye’sinin siyasal iklimi, toplumsal olaylar bakımından aksiyonun ve kaosun hâkim olduğu, yapısal olarak hızlı bir gecekondulaşmanın arifesi olarak tarif edilebilir. Kentler, taşra nüfusuna gebe ve ciddi bir demografik obezite ile karşı karşıyadır. Zengin-yoksul, kentli-köylü gibi toplumsal ayrışma ve metropollerdeki gettolaşmanın belirmeye başladığı, sınıfsal makas aralığının giderek açıldığı bir sosyal hareketlilik söz konusudur. Ortaçgil müziğe henüz başladığı bu dönemi her şeye rağmen kendi müzikal zaviyesinden bakınca şanslı bir dönem olarak görür. Türkiye’de bu yıllarda sanat müziği ve folklorik geleneğe bağlı olarak kökleşmiş bir müzik türü olan halk müziği hâkimdir. Bu türden evrimleşerek kentteki kırsal kökenli insanları kasıp kavuran arabesk müzik 70’li ve 80’li yıllarda devlet televizyon ve radyolarında yasaklıdır.
Bülent Ortaçgil liseyi yeni bitirmiş, üniversiteye henüz başlamıştır. Nota bilgisi yok denecek kadar azdır ama hudayinabit bir müzik kulağı vardır. Deli gibi müzik dinler. Takıntılı biçimde hayran olduğu müzisyenler vardır. Gözü kulağı Batı’dadır hep. 60’ların sonlarında yüksek bir müzikalite ve beğeni ivmesiyle kurulmaya başlayan Anglosakson müzik gruplarını hayranlıkla takip eder. Led Zeppelin ve Jethro Tull favori grupları; Bob Dylan ve Cat Stevens diğer gözdeleridir. Ama en büyük hayranlığı şarkılarının tamamını hikâyelerine varana kadar bildiği The Beatles’adır. Sanat ve sosyoloji iç dinamikler bakımından birbirini destekleyen, bir diğerinin izaha muhtaç yönlerini anlamada temel prensiplerle çözümler üreten disiplinlerdir. Bu ilkeden hareketle varılabilecek teorik çözümleme ise 60’lı yılların sonunda Batı kaynaklı gelişen rock müzik türünün bir toplumsal dışa vurum özelliği gösterdiğidir. Dönemin sosyokültürel reformcu yapısı “Çağın Ruhuna” fütürizm olarak sızmaya başlar (Zeitgeist-“The Spirit of the Age”). Herder’in Zeitgeist’i bunu teorik temelde çok iyi izah eder. Bu görüş, “Bilgenin itinalı emin eli, doğru zamanlamayla zamanın ruhuna yön verebilir ama ilke olarak ona teslim olmalıdır.” der. 60’ların “Çiçek Çocukları” Herder’den mülhem bu tespitin gücünü fazlasıyla hayata geçirirler. Toplumsal olarak büyük bir yenilenme, tazelenme akımı başlar. Ezberler bozulur.
“Olmalı mı Olmamalı mı?” Ticari olarak pek iltifat görmeyen bir 45’lik ve 1971 senesinde dönemin Hey Dergisi’nin düzenlediği “En Ümit Veren Erkek Sanatçı” anketinde elde ettiği beşincilik Bülent Ortaçgil’in müzikal kariyerinin güçlü bir ivmeyle başlamadığını ortaya koyar. Onun müziği bu topraklar için zamanın ruhunun bir adım ötesinde hareket etmiş gibidir. Âdeta henüz Ortaçgil için müziğin coğrafyasında yayılabileceği geniş vadiler oluşmamıştır. 70’lerin ilk yarısı biraz daha folklorik temelli müzikal arayışlar ve akademik eğitimi olan kimya mühendisliği uğraşıyla geçer. Bülent Ortaçgil’in müzikal vizyonunu beğenen ve takip eden Ali Kocatepe, 1974 senesinde en kült Ortaçgil şarkılarının yer aldığı “Benimle Oynar mısın?” albümünü plak olarak basar. Türkçe sözlü Batı menşeli aranjmanların usta müzisyenleri Onno Tunç, Ergun Pekakcan gibi isimlerle çalıştığı bu albümde bugün Ortaçgil dendiğinde akla ilk gelen ve melodisi hafızalarımıza adeta kazınmış şahane şarkılar vardır. “Günaydın”, “Olmalı mı Olmamalı mı?”, “Benimle Oynar mısın?”, “Şık Latife”, “Her Şey Sevgiyle Başlar” gibi hitler bu albümün kırk yıldan uzun bir süre eskimeden taptaze kalmasına vesile olmuş ve popüler Türk müzik tarihinin en çok akılda kalan albümleri sıralamalarında hep üstlerde yer almasını sağlamıştır. Sanatçıyla yapılmış çeşitli söyleşilerde bu albümden elde ettiği ticari kazancın mütevazılığıyla ilgili söyledikleri Ortaçgil şarkılarının hâlâ kitlelerle buluşamadığı gerçeğini ortaya koyar. Şarkıcı bu albümden elde ettiği gelirle kendisine ancak Dual marka bir pikap alabilmiştir. Albümün çıkışından otuz sene sonra World Psychedelia şirketi tarafından Amerika’da yayınlanacağını ve kırk sene sonra uzunçalar olarak Türk müzik piyasasında kapış kapış satılacağını henüz kimse tahmin edemiyordur.
“2. Perde” Müzik terminolojisinin gündelik jargonunda Ortaçgilsever diye bir tabir vardır. Aslında bu tespit nevi şahsına münhasır zihinlerce üretilen sanatın büyük üstatlarının icra tavırlarına yakıştırılan isimleri gibi düşünülebilir. “Shakespeareyen trajedi” diye bir tabir vardır mesela tiyatro literatüründe ya da “Kafkaesk üslup” ile yazılmış bir edebî metin denilir Franz Kafka’dan alınan ilhamlara. İşte bu tanımlamalar gibi kalıplaşan Ortaçgilseverlik esas 2. Perde albümüyle can bulacaktır. Sanatçı, müzik kariyerine yaklaşık on yıllık bir mola vermiştir. Bu ara dönemde kimya mühendisliği işine geri dönmüş hatta bir süre Norveç’te yaşamıştır. Kendisi gibi popüler Türk müziği dünyasına önemli katkılar sunmuş olan büyük besteci ve söz yazarı Fikret Kızılok’la birlikte Çekirdek Sanatevi’ni kurarlar. Bu birliktelikten Türk müziğinde büyük etkiler yaratmış nice besteler ve albümler ortaya çıkacaktır.
Bir Müzikal Felsefe Olarak Ortaçgil’de Anlam Arayışı Bülent Ortaçgil’in duru ve huzur veren besteci kimliğinin yanı sıra yoğun metaforlar ve alt metinlerle inşa ettiği ve ciddi bir poetik altyapısı olan söz yazarlığı da söz konusudur. Sanatçı şarkılarının düşünmeye sürükleyici bir anlam akışında olduğunu, müziğinin bu derin mecazları örseleyip gizlemeyecek durulukta olması için çaba gösterdiğini belirtir. Şiirsel kapalı anlatımın Ortaçgil’in söz yazarlığının temel tavrı olarak göze çarptığını belirtmek gerekir. Alt metin kurgusunun ve imajinatif doluluğun hat safhada olduğu şarkı sözlerinde dinleyiciler kendi yaşam serüvenlerinden izler bulur ve böylece beste ve şiir ile daha çok bütünleşirler. Çıkarımlar özneldir, dinleyicinin anlam arayışı geniş bir manevra imkânı dahilinde kişiselleşir, büyür ve çoğalır. Müzikseverin Ortaçgil şarkılarını sevmesi, anlaması ve içselleştirmesi gösterdiği çaba ile doğru orantılıdır. Sade bir felsefe, rutinin ve sıradanın ihtişamı Ortaçgil’in poetik yelpazesinde baskın renklerdir. 1998 senesinde yayımladığı ve örtük bir tariz albümü olan “Light” isimli çalışmasında yer alan “Normal” isimli parçada modern insanın normal ile anormal arasındaki sıkışmışlığını hoş, latif, ironik tavrıyla ve bir monolog tiradı formunda tiye alır. Dinledikçe kendini sevdiren, anlamaya çalıştıkça yelkenleri suya indiren tüm Ortaçgil şarkıları kişisel mazimize atılmış birer kesik gibidir; yara izlerine bakınca ince ince sızlatan. Ozanın aynı albümünde yer alan “Şarkılarım Senindir” isimli parçasının sözlerindeki şiirsel mecazları belki sahibinin sesinden dinlemek istersiniz. “Şarkılar bir şiirdir çoğu zaman / Ben bir şairim işte o zaman.”
Bülent Ortaçgil
Albümleri
Kent Ozanından Nağmeler
Naif ve İronik Varsayımlar
Olmalı mı? Olmamalı mı?
NOTLAR
Bülent Ortaçgil Kimdir? Bülent Ortaçgil, 70’li yılların başından itibaren Türk pop ve rock müzik tarihi içinde aktif olarak yer almış, nevi şahsına münhasır müzik üslubu ve kendi yazıp bestelediği şarkılarla zenginleştirdiği diskografisi ile çağdaşlarına ve sonraki nesil müzisyenlere yeni kapılar aralamış öncü bir isimdir.
Kent Ozanından Nağmeler Kent ozanı olarak anılan sanatçı büyükşehirlerde, kalabalıklar içinde, herkesin farklı bir hayat mücadelesi yaşadığı kaotik çevrelerde yaşamayı, âşık olmayı, hayatın güzel taraflarını ya da hüzünlerini anlatmayı tercih etmiştir. Böyle bakıldığında temiz bir Türkçeyle zengin bir müzikaliteyle seslendirdiği şarkıları henüz tamamlanmamış bir romanın ayrı ve kıymetli birer parçası gibidir.
Naif ve İronik Varsayımlar Zengin bir felsefe vardır Ortaçgil’in şarkı sözlerinde, “Bu iş zor Yonca çünkü insanlar günler boyunca hiç soru sormadan durur.” der örneğin bir şarkısında; “Kafam eşyasız boş oda gibi duvarlardan sesim dökülür.” der bir diğerinde. Eylül Akşamı isimli şarkısında ise aşkın olasılıkları üstüne oldukça naif ve ironik varsayımlar yürütür. “Belki benim kâğıt param, bir şekilde, döne dolaşa senin cebine girmiştir. / Belki aynı posta kutusuna, değişik zamanlarda da olsa birkaç mektup atmışızdır.”
Normal “Biralar soğuk mu? dedim Dedi ki normal Peki ya havalar? Valla gayet normal İşler dedim, gidişler dedim? Hepsi normal Peki dedim ya sen, ben? Dedi ki normal Peki biz, ikimiz? Valla gayet normal Halimiz dedim? Ne dese beğenirsiniz? Normal Biri anlatsın hemen nedir bu normal? Canım sıkıldı artık yoksa ben miyim anormal?”
Bülent Ortaçgil’in Albümleri Benimle Oynar Mısın? (1974), Rüzgâra Söylenen Şarkılar (1984), Biz Şarkılarımızı… (1985), Pencere Önü Çiçeği (1986), 2.Perde (1990), Oyuna Devam (1991), Bu Şarkılar Adam Olmaz (1994), Light (1998), Eski Defterler (1999), Şarkılar Bir Oyundur (2000), Gece Yalanları (2003).
Yer Aldığı Albümler 1991: The Other Side of Turkey (Erkan Oğur ile), 1995: Rüzgâra Şarkılar Söyle (Ayşegül Yeşilnil), 1996: Bir Ömürlük Misafir (Erkan Oğur), 2000: Ortaçgil için Söylenen Ortaçgil Şarkıları (Saygı Albümü), 2001: Kaç Yıl Geçti Aradan, Türk Pop Müzik Tarihi (“Benimle Oynar Mısın?” ile), 2005: Başucu Şarkıları 2 (Zuhal Olcay ile “Sus, Duymasın”), 2005: Love, Peace & Poetry: Turkish Psychedelic Music (“Sen Varsın” ile), 2006: 41 Kere Maşallah (“Hayat Umutla Başlar” ile), 2007: Çeyrek (“Teninle Konuşmak” ile), 2011: Göğe Selam, 2014: Bir Eksiğiz
Yazan: Necati Bulut
*Bu yazı Marmara Life 2019 / Temmuz-Ağustos sayısında yayımlanmıştır.
Popüler Türk Müziğinde Bir Kent Ozanı: Bülent Ortaçgil İlk 45’liği dönmeye başladığında tarihler 1971’i göstermektedir. Dile kolay yarım yüzyıla yaklaşan profesyonel bir müzik kariyerinden bahsediyoruz.
0 notes
Video
youtube
Merhaba arkadaşlar ben NYGMA. Amerikalı rock şarkıcısı Avril Lavigne hakkında geçtiğimiz senelerde ortaya atılan bir iddia herkesi düşündürdü.Şu an Avril Lavinge olarak bildiğimiz kişi aslında 2003 yılında ölen gerçeğinin bir kopyası mıydı? ÇEKİLİŞ ► https://gleam.io/vO6hk/ekl-canon-sx50-kamera-ve-aksiyon-kamerasi Avril Ramona Lavigne, herkesin bildiği adıya Avril Lavigne. 27 Eylül 1984 yılında doğan ünlü şarkıcı 2000 li yılların en hızlı yükselen ismiydi. Dedesini kaybetmesi ve eski albümündeki başarıyı yakalayamaması onu çok yıpratmıştı. bir çok kişi 2003 yılından sonra yavaş yavaş bir şeyi fark etmeye başladı. Avril sanki başka biri gibiydi. Giyim tarzı ,şarkı tarzı hatta sesi...bunlar sanki eskisi gibi değildi.O günden bu yana Avril’in öldüğüne dair iddiaların da ardı arkası kesilmedi. Ta ki dikkatlerden kaçan bazı şeyler fark edilene kadar..Resmin Melissa Vandella tarafından paylaşıldığı iddia ediliyor. Ve resimde Avril ile Melissa'nın yanyana getirilmiş hali. Boyu ve yüzündeki farkları belirtilmek istenmiş. Sizce bu kişi gerçekten Avril Lavigne mi yoksa Melissa Vandella mı? DİĞER VİDEOLARIMI İZLEMEYİ UNUTMAYIN SURVİVOR TÜM GERÇEKLER 👉 https://goo.gl/9qQ78H SİMÜLASYON MUYUZ GERÇEK Mİ?👉 https://goo.gl/dUT56R YOUTUBE'U İFŞALADIM(HAKSIZLIKLAR) 👉 https://goo.gl/UeiXmz CEM YILMAZ ESPİRİLERİ ÇALINTI MI? 👉 https://goo.gl/3jtRzE BABO FİLMS YAPILAN KURGU 👉 https://goo.gl/1v1XZr YEŞİLCAM FİLMLERİNDEKİ HATALAR 👉 https://goo.gl/Tek5cy SORU-CEVAP VİDEOSU 👉 https://goo.gl/EX2HhD YEŞİLCAM FİLMLERİNDEKİ HATALAR👉 https://goo.gl/Tek5cy ► Reklam ve iş teklifleri için 👉 [email protected] SOSYAL MEDYA HESAPLARIM İNSTAGRAM 👍 https://www.instagram.com/nygmayoutube TWİTTER 👍 https://twitter.com/nygmayoutube FACEBOOK 👍 https://www.facebook.com/Nygmayoutube ►Kanalıma ABONE olmak için : https://goo.gl/xfPwjv ►Kanalımdaki diğer videolar için :https://goo.gl/e4Xgq6 inceleme abd türkiye
0 notes
Text
VIRGINIA WOOLF, YUNANCA ŞAKIYAN KUŞLAR, VII. EDWARD’LA KONUŞMALAR
Geçen yılın yaz aylarını internetteki makalelerden ciddi kalın kitaplara kadar ulaşabildiğim bazı kaynaklardan Virginia Woolf’un hayatını okuyarak geçirmiştim. Biyografi denemelerinin büyük çoğunluğu, özellikle de Woolf’u Bloomsbury üzerinden anlatan kitaplar, bir hayatın hikayesini kurmak şöyle dursun, belli bir dönemini bile ele almaya yetmeyecek, retorikle ya da havadislerle, yazarın kitaplarından alıntılar ve zorlama paralelliklerle şişirilmiş bilgi parçalarından ibaret görünmüştü. Birbirini tamamlayamadan yıllar içinde üst üste yığılmış kaynaklar. Woolf araştırmacılarının hemen hepsinin kabul ettiği üzere, bu alanda hiçbir teşebbüs, yazarın yeğeni (çok sevgili ablası Vanessa ile epeyce bir flört ettiği eniştesi Clive Bell’in oğlu) Quentin Bell’in Virginia Woolf, A Biography‘sinin önüne geçemiyor. (Kitap hakkında daha geniş bilgi için William Maxwell imzalı şu yazıya bakılabilir.)
Quentin Bell’in kitabı çok kapsamlı, mektuplarla, ek belgelerle desteklenmiş, kaynakları kuvvetli, referansları sağlam (ne mutlu ki Zehra Savan’ın çevirisiyle Türkçede de 2007 yılında yayınlandı, bu yazıdaki alıntılar oradan). Aileden biri olmasının avantajı da var, ama teyzesinin hayatı herkesin elini kolayca altına sokabileceği bir taş değil. Kaldı ki yazarın yakını olması bu girişimi büyük bir hayalkırıklığına da dönüştürebilirdi. Aslında sanat tarihçisi olan Bell, ortaya öyle iyi bir kitap çıkarmış ki, sona erdiğinde Virginia’dan ayrılmak kadar, bu adam neden hiç roman yazmamış ki, sorusu da (kitabın görünürdeki tüm nesnelliğine rağmen) insanın içini burkuyor.
1926 yazının sonlarına doğru, Virginia Woolf erkenden gri ve kasvetli bir güne uyanır, diline Shelley’nin dizeleri dolanır, gün boyu bu şiiri bir şarkı gibi sayıklar durur. “The spirit of delight”. “Rarely, rarely comest thou, spirit of delight”. Ve der ki günlüğünde, “O gün bunu söyledim, ve hiçbir biyografi yazarı 1926 yazında yaşadığım bu olayı hiçbir zaman bilemeyecek. Bir de biyografi yazarları insanları tanıdıklarını iddia ederler.”
Woolf’un müstakbel müteşebbislere bir şakası mıydı bu, yoksa geride kalacak olanların mahremiyeti konusunda daha ahlâklı davranacağını mı ummuştu bilinmez. Ama Quentin Bell, teyzesinin bu satırlarına meydan okumaksızın, nesnesini bütünüyle tanıdığını iddia etmekten sakınarak canlı bir portre ortaya çıkarmış. Kitap epeyce İngiliz. Bell’in akademide dirsek çürütmüş bir estet olduğu her satırından belli, tasvirleri dengeli, seçtiği sözcükler işvesizce tam yerinde duruyor. Bildiğini çoğunlukla esirgemiyor ama centilmence. İçinde büyüdüğü çevrenin insanlarına mesafeli ve yargısız bakabiliyor, ama hin. Kimi saptamalarının, sade ve sağlam üslubunun arkasındaki sarkastik, okura çok yerde göz kırpıyor. Belki bu nedenle, her şey kolay ve dertsiz yazılmış gibi gelebiliyor insana, bu da yazarın emeğini gözümüze sokmaktan kaçınırken de edepli bir centilmen olduğu fikrini destekliyor. Tabii bunlar benim okuma deneyimim. Özetle, Virginia Woolf’tan bağımsız olarak da iyi kotarılmış bir kitap bu.
Ancak birinin hayatı deşildiğine göre, iş nereden baksanız illa ki magazin basınına temas edecek. Ben de kitaptan edindiğim ve daha önce bilmediğim, çoğunluğu dedikodu temelli bilgilerin kafamda nasıl bir Woolf imgesi bıraktığını not edeyim istedim. Yani birazdan şöyleymiş böyleymiş diye Virginia’yı çekiştireceğim, hem de kabaca üçüncü, bazen kimbilir kaçıncı ağızdan. Woolf’un hayatını ana hatlarıyla kuşatıp özet geçen notlar değiller bunlar. Bazen çok şaşırtan, bazen korkutan, arada çok güldüren, zaman zaman yalnız değilim hissi uyandıran birkaç ipucu sadece.
Küçük fırlama ve Genç rahibe
Aklımda en çok kalan, kalabalık yemeklerin, çocuk odalarının, çalışma mekanları ve kütüphanenin, akşamları ateşin başında oturulup yüksek sesle okunan tarih kitaplarının ve hastalıkların paylaşıldığı aile evinde, Virginia Stephen’ın tek başına yazmaya soyunduğu ev gazetesi Hyde Park Gate News’dan bir pasaj. Aşağıdaki havadisi yazdığında 9-10 yaşlarında. O yaşta ironiyi bu kadar iyi besleyen, kendini ne kadar geride tutacağını bilerek sözcükleri hedefine bunca doğru ulaştıran bu ifade cambazlığı, bir de cingözlük, “vergi” yoksa heveslerde ısrarcı olmamalı fikrini büyüttü bende:
“Miss Villicent Vaughan (Virginia’nın kuzeni) gelişiyle Stephen ailesini şereflendirdi. Miss Vaughan, saygılı bir kız kardeş olarak, Kanada’da oturan ve uzun zamandır görmediği kız kardeşini görmek üzere Kanada’ya gitmişti. Ümit ederiz ki kendisi evlilik arayışıyla dünyayı dolaşırken, kardeşinin kocasıyla mutlu bir şekilde yaşadığını görüp kalbinden kıskançlık duyguları geçirmemiştir. Fakat biz de pek çok yaşlı insan gibi konuyu dağıtıyoruz. Miss Vaughan Pazartesi günü gelmiştir v e hâlâ Hyde Park Gate 22 Numara’da bulunmaktadır.”
Bu bilmiş satırları okuyan biri, Virginia Stephen’ın genç kızlığında cerzebeli bir tipe dönüşeceği kehanetinde bulunabilirdi. Oysa tam tersine, annesinin ve en büyük ablasının erken ölümlerinin, üvey abileri George ile Gerald’ın süreğen cinsel tacizlerinin ve elbette kendi bünyesinin etkisiyle, içe kapalı, utangaç, insan içine çıkmaktan hiç mi hiç hoşlanmayan, çoğu zaman deliliğin sınırında, çevresindeki (çoğu mankafalı ve ikiyüzlü) Victoria ürünü erkekler bir bir Cambridge’e kabul edilirken, yüksek öğretim kurumlarında kadın yasağı sürdüğü için olağanüstü zeka ve kalem kuvvetini ancak kişisel mektuplarında sergileme fırsatı bulabilen bir genç kıza dönüşüyor Virginia Stephen.
Woolf’un hayatına dair hemen herkesin bildiği ve yukarıda belki insafsız bir biçimde kabaca andığım bu dönüm noktalarının ardından, bir şeyler daha oluyor. Çünkü utangaç Virginia Stephen, Londra kültür sanat cemaatinin şöhretli Virginia Woolf’u olduğunda, insanlarla haşırneşirliğini ancak psikolojik sıkıntıları çok çok derinleştiğinde kesintiye uğratmak zorunda kalıyor, sosyalleşmeyi ve çene yarıştırmayı çok seviyor, sivri zekasını, hayal gücünü ve zengin zihinsel altyapısını insan ilişkilerinde mahvedici bir silah olarak kullanabiliyor, entellektüel çevrelerde boy gösterme heveslisi genç hanımlara karşı özellikle tahammülsüzleşip acımasız olabiliyor, yalnızca kadınlarla değil erkeklerle de flört etmeye bayılıyor, nükteli taarruzlarını bazen sarkastik bir hoyratlığın sınırlarına vardırıyor, sürekli müdanasız, hayli dedikoducu, hep şakacı, sohbet sürükleyen, için için umursayan ama bir yandan da (yazdığı kitaplar ya da edebi rekabet mevzu bahis değilse) kolay boşverebilen birine dönüşüyor.
Virginia Woolf, Ethel Smyth ve fiyonk bir dinner party’de
E. M. Forster’ın deyişiyle onu “Londra edebi hayatının merkezi” yapan bu bir sonraki dönüşümde, büyümenin payı gözardı edilemez. Ama büyümek, hele ki Virginia Stephen’ın dönemi ve şartlarında kendini her açıdan büyütmek büyük marifet ve iş gücü gerektiriyor. Sanırım Woolf’u Woolf yapmış olan da bu. Ve işte bu noktada daha sonra Bloomsbury diye anılacak topluluk işin içine giriyor.
Yumurta mı tavuktan, Tavuk mu yumurtadan
Virginia Woolf’u Bloomsbury üzerinden anlatmaya soyunan çalışmaların en büyük zaafı, bu topluluğun yazarın hayatına girişini, Virginia Stephen’ı bu gruba iten saikleri ve sonrasında yaşanan karşılıklı serpilmeyi değerlendirme biçimlerinde sanırım. Stephen kızları da (Virginia ile ablası Vanessa), o vakitler Bloomsbury adını almamış, kendilerine Apostles adını yakıştırmış ukala erkekler grubu da, ilk karşılaşmalarında hayata, sanata ve siyasete dair görüşlerinde gözle görülür bir olgunluğa erişmiş değiller keza. Bu karşılaşmanın yarattığı parıltılar anlıkmış gibi sunulabiliyor. Akıllarda kalan da hep bu oldu. Oysa Quentin Bell’in kitabı bu etkileşimi bir süreç olarak görmemizi sağlıyor. Woolf, o dönemde Londra’nın en elitist sanat ve edebiyat salonunu tek başına varedecek mecalde ve zihinsel yetkinlikte olmadığı gibi, erkeklerden mütevellit bu lafazanlar ekibi de, olanca donanımlarına karşın, yerleşik ilerici fikirlerini savunuyor ve bu arada, kadınlığa ve sanatsal üretime dair yenilikçi görüşleri kendinden menkul bir uçarı ruha el veriyor değiller.
Bloomsbury’nin çekirdek kadrosu Apostles, Virginia ve Vanessa Stephen’ın erkek kardeşleri Toby’nin Cambridge’den arkadaşlarıdır. Lytton Strachey, Clive Bell, Walter Lamb, Saxon Sydney-Turner ve Leonard Woolf, sanat, sanat tarihi, eski diller, retorik, şiir, tarih, mantık, matematik ve felsefe konularında Stephen kızlarından esirgenen fiyakalı eğitimi almış, müthiş zekaları ve eleştiri kabiliyetleri sayesinde bu eğitimi fersah fersah aşarak üstüne kuş kondurmuş, Cambridge’de epey sivrilmişlerdir. Kendi aralarında Latince fıkralar anlatıp gülüşen nerdy bir klik o zaman için bile komedinin sınırında duruyor olmalı. Alaycıdırlar, şüphecidirler, cehalet ve zalimlik karşısında elleri ayaklarına dolanacak kadar üst sınıftırlar. Sözlerinde saldırgan, tavırlarında yadırgatıcı olabilirler. Kanaatimce biraz da sümsüktürler. Antikçağ sanatından eşcinsellik üstüne tartışmalarına kadar, onları bir araya getiren her mevzu o dönem için Virginia Stephen’ın çok uzağındadır. Çünkü Virginia, Leslie Stephen’ın kızıdır belki, babası çağının şöhretli bir eleştirmeni, düşünürü ve yayıncısı olarak anılır. Ama olanca agnostizmine rağmen, zengin kütüphanesini kızlarının önüne sermiş olmasına rağmen, Leslie Stephen ucundan yakaladığı Victoria döneminin muhafazakâr yapısına, gelenekçiliğine sıkı sıkıya bağlı biridir ve Virginia da bundan ister istemez payını almıştır. Bu arada, Stephen ailesinin kadın kolları da (meraklı akrabalar, ısrarcı teyzeler), müdahaleci abileri de (kız kardeşlerini yıllarca taciz ettikten sonra kibarlar sınıfından bir kız alan ve ömrünü asilzade olma hevesiyle tüketen George Stephen) Virginia ve Vanessa’ya evlilik baskısı uygulamaktadır. Genç Virginia Stephen, bütün bu toplumsal öcülerden kurtulmak isterken, bir yandan da dönemin ahlâk anlayışını kendisine rağmen benimsemiş biri olarak çıkar karşımıza. İçine işlemiş kurallar, âdetler, yadırgananlar ve incelikli ruhunun, müthiş kurcalayıcı aklının kabul edemediği davranışların kesişimindeki bir cenderede yaşar. “Keşke herkes bana evlenmemi söylemese, insanların kaba tabiatı mı ortaya çıkıyor? Ben bunu iğrenç buluyorum,” diye yazar bir mektubunda. Onun mesleği evlenecek uygun bir koca bulmaktır. Ama zarafetle dans edebilen, balo salonlarında elinde kadehiyle boy gösterip şenlenen biri olmadığı gibi, erkek libidosundan haz etmez ve davet edildiği “kibar” evlerine yanlışlıkla hizmetçi kapısından girecek kadar da sarsak ve umursamazdır. Diğer bütün genç “hanımlar” kendisinden bir gezegen kadar uzaktadır. Virginia Woolf’un, Quentin Bell’in dediği gibi “bu dönemde inanılmaz bir masumiyeti vardır.” Baba evindeki bunaltıcı, acı verici gelenekler kendi kafasını da hayli sıkıştırır çünkü. Ve Apostles’ın kucağı onun için (ve ablası Vanessa için) gerçek bir cennet olur çıkar.
Stephen hanımları, annelerinden sonra babalarının da vefatıyla, aradıkları son derece mütevazı özgürlük alanına bu grup içinde kavuştuklarını hissederler. Yine de ilk çarpışma korkutucudur. Özellikle Lytton Strachey’nin konuşma tarzı ve Clive Bell’in entellektüel saldırganlığı dehşete düşürür Virginia’yı. Ama onlarla birlikteyken akşam yemeği için ne giyeceğini düşünmek zorunda değildir, çok sevdiği resimden ve edebiyattan, dinden ve aşktan yalansızca, hilesizce bahsedebilir. Tek istediği budur zaten. Yine de bu kadar yakınında olan insanlardan bazılarının “iffetsiz”, yani “eşcinsel” olabileceği fikri bile, ilk başlarda son derece yadırgatıcı ve sürreel gelir Virginia Stephen’a.
Zaman, burada hem Apostles’ın hem de Virginia Stephen’ın lehine işler. Stephen kardeşlerin Bloomsbury’deki evlerinde yapılan sohbetlerle başlayan dostluk, olgunluk çağlarında çok daha farklı biçimler alacak bir ortakyaşarlık haline dönüşür. Virginia Stephen, mahrum bırakıldığı eğitim hayatının tüm referanslarını edinir bu yolla. Babasının kütüphanesinden sonra, yine kendini yiyerek hummalı bir okuma, tartışma ve eleştirme sürecine girer. “İffetsizler”le ciddi ahlâki yanlış gibi görmekten uzaklaştığı ortak dertlerini keşfeder. Çok geçmeden, hem zihni, hem ruhu hem de kalemi çözülür. Öyle ki bir dönem gelir, başlangıçta delice ürktüğü, yanında ağzını açmaktan korktuğu Lytton Strachey, şiir kitabına Virginia’dan olumlama gelmediğinde (koca adam) ağlamaklı olur.
Woolf ile Strachey
Kapılarını kadınların varlığına (Virginia ve Vanessa Stephen’a) duraksamadan açarak genişlediği dönemde Bloomsbury diye anılmaya başlayan Apostles’a gelince, birçok insan için çok farklı şeyler ifade ettikleri açıktır. Başta siyasi olmak üzere farklı farklı pencerelerden çok çeşitli eleştirilere reva görülebilirler. Ama o dönem için, aralarına sızan kadın damarını, kadın bakışını cinsiyeti dışarıda tutarak dikkatle dinlemiş ve ciddiye almış olmaları onları katıksız kitabi bilginin mahsulü snoblar sınırlamasından çıkarıyor benim için. Umarım burada altını çizmek istediğim şey, bir erkek grubunun kadına el uzatması kapsamında değerlendirilmez. Keza bu alışveriş kadınların da büyüttüğü ve büyüteceğine daha ilk başta cinsiyetlerden bağışık olarak inanılmış bir karşılıklılık. Bu noktada D. H. Lawrence’ın onlarla ilgili “kaynaşan küçük egolar” tanımlamasına hak versem de, grubu bu tanımlamayla sınırlandırmaya gönlüm asla el vermiyor. Söz konusu egolar kadın erkek demeden birbirlerinin acımasız, çatal dilli eleştirmeni olurlar, birbirlerinin öğretmeni ve amansız rakibi olurlar, birbirlerine sürekli hayran ve sürekli gıcık olurlar. Dostluklarının yapıcı olduğu kadar yıpratıcı bir tarafı olduğu su götürmez. Bu uzun ve meşakkatli süreçten de (her birinin yapıtlarındaki, özelde Woolf’un romanlarındaki estetik formları da etkilemiş) müthiş bir yaratıcı enerji açığa çıkar. Aldous Huxley’nin siyasi eleştirilerini de bir başka mecrada can kulağıyla dinleyebilirim. En nihayetinde, Bell’in kitabından sonra da edindiğim fikir, ana ajandası hep life and style yüzölçümünde gösterilmiş bu sümsükler ekibinin kadın özgürlüğünün oluşumunda (kitlesel olmasa da) yalnızca estetik seviyede bile, Woolf’un ağır mevcudiyetinin de etkisiyle, koca bir parmağı olduğu.
Yasaksız cinsellik düşüncesi, Victoria döneminin son kalıntılarının toplumsal sözleşmelerine uymayan fikirler, örneğin pasifizm veyahut eşcinsel hakları veyahut sanatta ve edebiyatta kadının varlığının kabulü, sistemli manifestodan azade ve kapalı bir özgürlükçülük içerisinde yeşerse de, bunları kendi içinde tartışmasız kabul etmiş bir züppeler topluluğunun dikkat çekiciliği üzerinden yayılır. Evet, böyle şeyler de oluyor. Hayata ve şeylere ayrımlar üzerinden, temelde çok beylik saptamaların böldüğü üst cephelerden bakmamak gerek. Ya da takım tutar gibi genelgeçer yargılara saplanıp saf tutmak bana epey eril, yıkıcı bir enerji gibi geldiği için şahsi kanaatim bu.
Bu dönüşümlerin ötesinde, Quentin Bell’in kitabından Virginia Woolf’a dair ilgi çekici birkaç bilgi daha edindim. İflah olmaz antisemitizmine karşın Leonard Woolf’la, hayatında en çok kutsadığı kadim dostu Yahudiyle evlenmiş olması örneğin. Amansız sekterliğine örnek bu tür tutumları bazen sahiden iç gıcıklayıcı ve hüzünlü. Bir de gündeliğe dair olanları var. Bunlar daha ziyade sevimli, biyografide baş karakteri diri tutarken, Woolf’un dillere destan huysuzluğuna da ışık tutuyorlar. Ağız şaplatma meselesi örneğin.
“Hapur hupur yemek yiyen ihtiyar kadınları sevmiyorum,” diyor bir mektubunda.
Quentin Bell’e yazdığı 1933 tarihli mektupta bunu daha bir açıyor:
“Ethel Smyth’in bu kadar itici olmasının sebebi, Nessa’ya (ablası Vanessa) söyle, sofradaki tavırları. Ağzının sularını akıtıyor, kıkırdıyor ve kırmızı burnunu neredeyse peçeteye siliyordu. Sonra kremayı –ah böğürtlenler ne de güzeldi– birasının içine döktü; bir köpekle birlikte yemek yemeyi tercih ederdim. Ama insanlara katil olduğunu söyleyebiliyorsun ama domuz gibi yediklerini söyleyemiyorsun.”
Bir de sıcak günlerde arabasına atlayıp kır yollarında dolaşmayı, dağlara bakıp puro tüttürmeyi seven bir Woolf var Quentin Bell’in kitabında. Çocuk sahibi olamadığına delice hayıflanan, şaşırtıcı geliyor ama çocuklarla vakit geçirmeye bayılan bir Woolf. Erkeğin cinsel tutkusundan hiç hoşlanmayan ama fiziksel kusursuzluğa bayılan; boş oturmaktan nefret eden bir Woolf var. Herkesin kendisine güldüğüne ya da bir gün güleceğine, tüm yakınlarının başının belası olduğuna inanan bir Woolf var. Bazen kendisinden, bazen kendisinden çıkarıp kitaplarına kaydettiği mahremiyetinden büyük utanç duyabilen bir yazar var. Yeğenine göre yaşayan ve davranan hali en çok şu heykeldekine benzeyen, alımlı mı alımlı, uzun bacakları dillere destan bir Woolf var.
Hayatın mutluluğuna hep katılmak istese de başağrısı, uykusuzluk, depresyon ve kafasında dönüp duran seslerden nefes alamayan bir Woolf var. Genç kızlığından beri belli dönemlerde kafasına üşüşen hayali sesler en çok kitaplarının yayınlandığı günün ertesinde çoğalan, çünkü eleştirilmekten delice ürken bir Woolf var. Dalloway yayınlandığında dünyanın en zeki, en hoyrat kalemlerinin kendisini yerden yere vuracağına inandığı için üşüyen, dehşete kapılan, habisleşen, kendi yaşamasını bizzat engelleyen, halsizleşen, gün boyu yatakta uzanıp tavana bakarak katıla katıla ağlamak isteyen, “hırpalanacağım, bana gülecekler, alay ve eğlence konusu olacağım” diyerek hırpalanan, endişe jeneratörüne dönüşen bir Woolf. Kitaplarının insan içine çıkma arifesinde beyninde Yunanca öten kuşlarla ve VII. Edward’la yaptığı konuşmalarla işkence çeken bir Woolf.
Hayata dair tüm bu hasletlerle çırpınışlar fazlasıyla tutkulu gözükebilir. Ama yazı masasının başındaki Virginia Woolf asla “bağırsal” bir yazar olmadı benim için. Kendi kitapları gibi bu yetkin biyografisi de doğruluyor bunu. “Bağırsal” lafını lirik, simgeci, sarkastik, deli ya da tutkusal ya da hülyalı vb gibi, yazarın yarattıklarını hislerin ya da psikolojinin estetik ifadesinde tutuklu bırakan kalıp sıfatların tümüne karşılık olarak uydurdum. Çünkü Woolf, durumlar karşısındaki hezeyanlı bireysel tepkileri ne olursa olsun, iş çalışmaya geldiğinde, sınırları bu sıfatları fersah fersah aşan bir zihinsel donanım ve düşünme gücüyle yazıyordu. Bloomsbury’nin diplomalı entellektüellerine bile toz yutturan erüdisyonu, derin tarih, edebiyat, dil, sanat, estetik ve felsefe bilgisi, yazdıkları üstüne sürekli kafa yormasını, beylik formlardan kaçınmasını, romanı bir atölye gibi düşünerek bu türe dair tasarımlarını sürekli yenilemesini sağlıyordu. Romancı ve eleştirmenin başarısını, Virginia Woolf’un IQ’su ve çılgın muhayyilesinden çok, yazı terbiyesi ve yüklü zihinsel bagajı getirdi.
“Bağırsal” lafını bir de tabii doğrudan bağırmak fiilini akla getirdiği için kullandım. Naçizane fikrim, edebiyatta sesini yükseltmek kadar kötüsü yok. Bağırmak, okura giden yolda dertle doluyken bile tonunu yükseltmek yazıya en çok zarar veren şeylerden biri. Her sıkıntısını “bağırarak” dillendirmek, tutkularıyla körebe oynayan bir yazara dönüşmek. Yazarken, can havliyle, kalbinden o an için kopanı, zihninden o an için geçen harikulade düşünceyi, dilinin ucuna geliveren ilk şık sözcüğü seçivermek. Edebiyat için ne fena, ne yıpratıcı bir damar. Virginia Woolf’un romanlarının en çok hayranlık duyduğum ve imrendiğim değişmezi, bu damarı kurutan o yazı terbiyesi.
Orlando’yu eğlencesine yazdığı söylenir Woolf’un. Yalnızca şaka için yazılmış bu kitaptan bile gözükapalı seçilecek bir pasaj, yazarken yazıyla derin hesaplaşmanın da, o akıl almaz derin bilginin de zarif bir örneğini verecektir:
“Tanrı aşkına, bir metafor daha!” diye bağırdı bu yukarıdakileri düşünerek (Bu da zihninin ne kadar düzensiz ve dolambaçlı işlediğini gösterir ve aşk konusunda bir sonuca varamadan meşe ağacının neden bunca kere yapraklanıp solduğunu açıklar) “ama bunun ne yararı var” diye sorardı kendine. “Neden kısaca, bir iki sözcükle…” ve sonra yarım saat –sakın bu iki buçuk yıl olmasın?- aşkın kısaca bir iki sözcükle nasıl anlatılabileceğini düşünürdü. “Bu benzetme açıkça gerçeğe aykırı” derdi, “çünkü belki çok olağanüstü durumlar dışında, yusufçuklar denizin dibinde yaşamazlar. Ve eğer edebiyat gerçeğin gelini ve yatak arkadaşı değilse, nedir? Hay patlasın!” diye bağırırdı. “Gelin demişken yatak arkadaşına ne gerek var? Neden diyeceğimi açıkça söyleyip orada bırakmıyorum bu işi?” Fütursuz bir kendine güvene karşı gerçek yazının edepli mesafesi. V. Woolf içgüdülerinin, ham heyecanlarının kuklası olmayacak kadar sorumlu ve düşünen bir yazardı. Yalnızca o küçük kızın laf ebeliğine tutunsaydı, deliliğini ve dertlerini azizleştiren o gençkıza sığınsaydı bu kadar yaşamazdı.
0 notes