#herkes o kadar saçma sapan ki
Explore tagged Tumblr posts
uzaklarasavrulalim · 2 years ago
Text
Bu aileden, böyle insanların içine doğmuş olmaktan tiksiniyorum
4 notes · View notes
felsefeyapmaulan · 3 months ago
Text
Herşeyin fiyatının normalden yüksek olduğu hatta absürt fiyatlar olduğunu çok iyi biliyorum. Ama bana göre kitap fiyatları diğer herşeye nazaran çok düşük olmalı. Hatta bir çok gazete veya farklı markalar ücretsiz kitaplar vermeli. Eskiden zaman zaman bazı gazeteler kitap hediye ederdi ve bende almıştım hatta. İnsanlara kitap okumak aşılanmalı kısacası. Çoğu ünüversite öğrencisi bile kitap okumuyor malesef. Tvler aynı şekilde saçma sapan gelin kaynana, yemek, temizlik gibi gündüz kuşağında gereksiz yer tutan şeyler yerine eğitici belgesel tarzında yapımlar yayınlamalı. Ana haberler her kanalda değil haber kanallarında ve gerçek haber olarak denetimli yayınlanmalı. Yerli diziler sıkı bir denetlemeden geçip öyle yayınlanmalı. Dergiler, çizgi romanlar yaygınlaşıp insanlar rahatça erişebilsin diye çok uygun fiyatlara satılmalı. Maliyet olarak zor denebilir ama o kadar saçma şeylere o kadar komik paralar gidiyor ki bunları yapmak gerçekten zor değil. Tek zorlu tarafı kimsenin bir şeyleri gerçekten düzeltmek istememesidir. Bugün kadın cinayeti de, çocuk cinayeti de, erkek cinayeti de hatta cinsel saldırılar da hep sistemin herkesi başı boş bırakmasıdır. Özgürlük böyle bir şey değil ki ya. Senin özgürlüğün benim hayatıma zarar veremez, vermemeli. Toplumda yaşıyorsak herkesin birbirine sevgisi olmasa da saygısı olmak zorundadır. Fakat çok iyi de biliyorum ki hiçbir şey düzelmeyecek çünkü gerçekten çözüm odaklı düşünen yok bu ülkede. Herkes günü kurtarma peşinde
30 notes · View notes
yurekferahligi · 9 months ago
Text
Kendimi her kötü hissettiğimde bu şarkıyı dinlerken buluyorum. Ne istiyorum biliyor musunuz arınmış bir şeyler. Tevazuyla devam edişler. Yukarıdan bakmamalar savaşın içinde olmamalar. Acısıyla tatlısıyla eksiğiyle fazlasıyla yanlışıyla doğrusuyla her şeyiyle hiçbir şeyiyle. Çünkü ben böyle biliyordum. Çünkü ben böyle bilmiyordum.
Nasibim çok açık bu dönem her hafta yeni bir iş teklifi alıyorum Kocaeli’de görüşmediğim kimse kalmadı artık. En tamam oldu dediğim iş olmuyor bazısına ben burun kıvırıyorum. Geçen haftaki olmadı bir sonraki haftakine cv yolladım bu haftaki için de yarın görüşmeye gideceğim. İçimde çalışayım şunu yapayım bunu yapayım hiç yok. Çok alıştım biliyor musunuz evde rahat olmaya istediğim saatte uyanmaya yemek yapmaya temizliği bir düzene sokmaya eşimi beklemeye. Kendime eşime evime zaman ayırabilmek çok büyük bir lüks. Biraz bu yüzden sanırım çalışmak istemiyorum sonra Sakarya’ya gidiyoruz saçma sapan insanlar laf söylüyor aldırış etmesem de olmuyor. Herkes beni şimdiki halimle görüyor ama ben 6 yıl çalıştım. Yaşıtlarım şurada buradayken ben yaz stajlarındaydım 16 yaşımdan beri koşturuyorum. Geçen biri başka birinden bahsederken koca parası yiyor dedi ben de yanlarındayım o kadar ağır bir şey ki bu yani ondan öyle bahseden benden de öyle bahsedebilir. Eşimin kazandığı para onun parası değil bizim paramız oluyor sonuçta. Bu kişinin de 5 yaşında çocuğu var ve mesai yaptığı içim eve 10 da bile gidemedi ve çocuğu babasıyla uyumak zorunda kaldı sabah kalkıp tekrar işe gidecek. Bana da evde sıkılmıyor musun dedi ben de hayır dedim. Keşke daha fazla şeyler söyleyebilseydim. Ne önemi var ki. Ondan önce de yine saçma sapan biri ee evde el işi falan yapıyor musun demişti de ben de benim öyle bir yeteneğim yok anlamam demiştim sonra oradan eşim çıkıp bir şeyler demişti de almıştı tüm yükü omuzlarımdan. Bunları sadece başka insanlardan duyuyorum kendim asla böyle düşünmüyorum eşim de düşünmüyor ama üzülüyorum. Şimdi çalışsam kendim için mi çalışacağım yoksa birileri sussun diye mi, çalışsam kendime eşime eve zaman ayırabilecek miyim. Bunları düşünüyorum. Ben öyle çalışayım da şunu alırım diyecek biri değilim yani çok şükür eşimin kazandığıyla güzelce geçinip gidiyoruz, istediklerimi de alıyor sağolsun. Yani konu para da değil. Ne bileyim. Belki de çalışmamda hayır vardır. Allah beni nereye koyacağını bilir. Hakkımda hayırlısı en güzeli olsun.
54 notes · View notes
amezhu · 5 months ago
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
205. BÖLÜM - 500 kişi bulmaya çalışmak - eski bir dostla karşılaşmak - 2
Xie Lian o kadar şok olmuştu ki ağzını açamadı.
Shi Qing ‌Xuan‌ kafasını kaşıdı, “Hahahhaha, İlk başta başka biri gibi görünmek ve sizi gizliden gözlemlemek istemiştim, ama ekselanslarının gözleri çok keskin. Ne yapalım elden bir şey gelmez, yeteneğim ve zarafetim unutulamaz hahahahaha…”
“…” Xie Lian ellerini onun omzunda koydu ve boğazını temizledi, “…Lordum Rüzgar Ustası.”
Shi Qing Xuan gülmeyi bıraktı ama hala kafasını kaşıyordu, sanki saçları pire doluydu ve ölesiye acıtıyordu, “Ekselansları, ben artık Rüzgar Ustası değilim.”
“Pekala, Qing Xuan.” Dedi Xie Lian. Sormadan önce biraz duraksadı, “Nasıl… bu hale geldin?”
“Ah şey… uzun hikaye” dedi Shi Qing Xuan. “Her neyse öyle veya böyle, şu an buradayım, son halim bu.”
Tam o sırada tapınağın içindeki kalabalık dışarı seslendi, “Ne? Ol’ Feng! Bu ikisini tanıyor musun?”
Shi‌ Qing‌ ‌Xuan‌ arkasını döndü, kolunu Xie‌ Lian'ın omzuna doladı ve sertçe vurarak, “EVET! Geçmişimden arkadaşlarım!”
“NE? ARKADAŞLARIN MI? OL’ FENG NEDEN BAŞTAN DEMEDİN?”
“Ol’ Feng senin gibiler bir bakışta kimin bir eli yağda bir eli balda büyüdüğünü anlayabilir. Eminim yine uyduruyorsun!”
Kalabalık şaşırdı ve hayrete düştü, olayları büyük bir anlaşmaya dönüştürdü, komik olabilirdi ama Xie Lian üzgün hissetti. Üçü arasında yalnızca geçmişin rüzgar ustasının gerçek olduğu bilinmesi gerekliydi. “Bir eli yağda bir eli balda büyümüş mü?” Shi Qing Xuan çok sinirlenmişti, “NE DİYORSUN SEN? HİÇBİR ŞEY UYDURMUYORUM!!”
“Lütfen. Eskiden hâlâ deli olduğun ve bütün gün saçma sapan konuştuğun zamanları hatırla, bunları unuttuğumuzu mu düşündün?”
Shi Qing Xuan HA! NE! DUR NEE!! Diyerek anlaşılamaz seslerle haykırıyordu. “BEN GİDİP ARKADAŞLARIMA YARDIM EDECEĞİM! GİDİYORUM! BAKIN GİDİYORUM! BAŞKA GELEN VAR MI?”
Bu kez kalabalık birbirine baktı ve bir an sonra şöyle dediler: “Pekala, tamam. Onlar Ol’ Feng’in arkadaşlarıyla o zaman farklı.”
“Ol’ Feng ile gidelim, Birisi tarafından ölesiye dövülmesin diye, bir kolu ve bir bacağı da eksik.”
“HEY!” Shi Qing Xuan bağırdı.
Hala pes etmeyen ve baskı altında kalanlar vardı. “Cidden bir ödeme yok mu? Ödeme olmasa bile tıka basa tavuk bacağı da olabilir?”
Xie, Lian, Shi Qing, Xuan'a kısa bir açıklama yaptı ve her iki taraf da durumu anlamıştı. Shi Qing Xuan bir düşündü ve şöyle dedi; “Neden bu iş için kandırma ve zorlama kullanamayacağımızı anladım ama bu insanlar uzun zamandır yemek yemedi, biraz olsun bir şeyler vermek iyi olmaz mı?”
Açgözlü bir kalbe sahip olmadıkları sürece sorun olmazdı, Xie Lian cevapladı, “Sorun değil. ama şöyle söyle.” Shi Qing Xuan’ın kulağına fısıldadı, “Ben de aynı şeyi düşünüyordum.” Sonra arkasını döndü ve bağırdı, “BU İŞ TAMAMLANDIKTAN SONRA HERKES BÜYÜK BİR KASE TAVUK BACAĞI ÇORBASI ALACAK, HEY! AMA GELSENİZ DE GELMESENİZ DE VERİLECEK! DUYDUNUZ MU? GELMESENİZ DE HERKESE BİR KASE VERİLECEK! BİZ SADECE İSTEKLİ OLANLARI ARIYORUZ!”
İfade şekli kurnazcaydı, “Herkese bir kase!” gitseler de gitmeseler de yemek yiyebileceklerdi, bu da gelmeye karar verenleri son derece değerli kılıyordu. Shi Qing Xuan bağırdı, “GELEN VAR MI? NE KADAR ÇOKSA O KADAR İYİ! GELİN GELİN GELİN! HERKESE SÖYLE ÖDEME OLMAYACAK, HEY! SADECE BİRAZ YARDIM EDİN, DÜNYAYI KURTARMAK, KRALİYET ŞEHRİNİ KURTARMAK FALAN FİLAN, SADECE GÖNÜLLÜLER GELSİN! BU İŞ BİTTİKTEN SONRA HERKESE YEMEK DÜŞECEK”
Belki de yolu gösteren biri olduğu için, göz açıp kapayıncaya kadar soğuk ve kayıtsız tapınak aniden ateş gibi ısındı ve dilenciler de tanıdıkları diğer evsizlere bilgi vermek için ayrıldılar.
Xie‌ ‌Lian,‌ ‌Hua‌ ‌Cheng,‌ ‌ve ‌Shi‌ ‌Qing‌ ‌Xuan‌ ‌yıkık tapınağın girişinin önünde durdular.
Xie Lian tapınağın adına bakmak için kafasını kaldırdı ama tabela yoktu, Fu Gu şehrindeki rüzgar ve su tapınağını, su ustasının kafası kesilmiş ilahi heykelini, rüzgar ustasının da bir kolu ve bacağı kesilmiş ilahi heykelini hatırlamaktan kendini alamadı. En sonunda kendini tutamadı ve Shi Qing Xuan’a dönerek tereddütle sordu, “… Qing Xuan?”
Shi Qing Xuan kolunu Xie Lian’dan çekti, “Efendim? Ah, kusura bakma ekselansları, ellerim kirliydi ve… kıyafetlerin. Haha”
Tabii ki, pislenmiş sol kolu Xie Lian'ın beyaz cübbesinin omzunda kirli izler bıraktı, Xie Lian’a temizlemek için yardım etmek istercesine baktı ama fark etti ki eğer dokunursa daha da kirlenir, elini geri çekti ve belli belirsiz garip şekilde güldü, Xie Lian sanki o bu şeyleri önemsiyormuş gibi. O yalnızca tek bir şeyle çok ilgileniyordu, “Lordu… Qing Xuan, kaderin…”
  Shi Qing Xuan şaşırmıştı, “ne olmuş kaderime?”
“Kara Su, değiştirdi mi yani?” Xie Lian sordu.
Nihayet Shi Qing Xuan anladı ve hızla şöyle dedi, “Ah hayır hayır hayır, yapmadı, hiçbir şey yapmadı. Yanlış anladın, o hiçbir şey yapmadı.”
Xie Lian da Kara Su’yun Shi Qing Xuan'ın kaderini değiştireceğini düşünmemişti, “O zaman bacağın ve kolun?”
Shi Qing Xuan kafasını kaşıdı ve utangaç bir şekilde konuştu, “Bunu da o yapmadı. Nasıl söylesem ki… orada biraz şansım kötüydü, burada da biraz dikkatsizlik, yani hepsi benden kaynaklı.”
Ayrıntıları söyleyemediğinden, Xie Lian onlar adına baskı yapmadı. Sadece, bir şekilde Shi Qing Xuan'ın şu anki durumu, Kara Su’nun Rüzgar ve Su Tapınağı'nda öfkesini dışarı atmaya yönelik kehanet benzeri hareketleriyle benzerdi, kim bilir bu gizemli gücün ne olduğunu?
“O gün, ruhsal güçlerim birdenbire çekildi ve sana yardım edemedim. Gerçekten çok üzgünüm.” Dedi Xie Lian.
Shi Qing Xuan kafasını salladı, “Bunların hiçbirinin seninle alakası yoktu zaten. Eğer ekselansları bana önceden bana neler olduğunu söylemeseydi baştan sona kadar kafam hala bulutların arasında olurdu.”
“O günün ardından tam olarak ne oldu?” Xie Lian sordu.
Görünüşe göre He Xuan, Shi Du Wu’nun kafasını kestikten sonra eli ayağı boşaldı ve öylece kalakaldı, He Xuan’ın ona dediği hiçbir şeyi anlayamadı‌, sadece belli belirsiz Xuan'ın onu Kara Su Adası'ndan çıkardığını hatırlıyordu. Daha sonra kraliyet başkentine atılıp terk edildi. Neden kraliyet başkenti olduğunu anlamasa da sonradan aklına geldi ki geçmişte Shi Qing Xuan’ın her zaman buradaki ziyafet ve eğlenceler hakkında çırpınırdı, bu yüzden burası tanıdıktı. Her şey bulanıktı ve sonunda bu durumdan kurtulduğunda, adını her şeyini çöpe atıp buraya yerleşmişti.
Ruhsal güçlerinin tamamını tamamen kaybettiği için kimliğini belirleyecek hiçbir şeyi yoktu ve ‌günlerini pislik içinde geçirmek zorunda olduğundan doğal olarak Üst Mahkeme onun bulunduğu yerin izlerini bulamayacaktı.
“Her halükarda onunla hiçbir ilgisi yok.” Dedi Shi Qing Xuan. “O zamandan sonra onu bir daha görmedim zaten.”
Muhtemelen en iyisi birbirlerini bir daha hiç görmemeleriydi. Çözmesi gerçekten zor bir meseleydi; Böyle biri öldürür mü, öldürmez mi? Ayrıca, Su Ustası da ölümünün eşiğindeyken He Xuan'dan vahşice tiksinti duyuyordu. Xie Lian Shi Qing Xuan’ın kaderi için cidden üzülmüştü. Tam o sırada dilenciler çetesi daha fazla insanla birlikte geri döndü ve kalabalık yüksek sesle gevezelik ederek birbirlerini ittirdi, “OL’ FENG, OL’ FENG! BU İNSANLARI SENİN İÇÇİN TOPLADIK, NE DÜŞÜNÜYORSUN?”
Shi Qing Xuan başparmağıyla onları onayladı, “HARİKA İŞ MİLLET! HERKESE BİR TAVUK BACAĞI!”
“O kadar çok insan var ki, hepimizi beslemeye gücü yetecek mi acaba?”
Elini bir anda savurdu, Xie Lian bir anlık yüzbinlerce merit saçacağını düşünmüştü, ancak sadece şunları söyledi; “BU DAHA HİÇBİR ŞEY! NE KADAR OLDUĞUNU BOŞVER, BUNDAN ON KAT DAHA ÇOK KİŞİYİ BESLEYEBİLİRLER!”
Kabaca sayılacak olursa neredeyse iki yüz kişi vardı, Xie Lian’ın beklentisinden çok daha fazlaydı! Xie Lian mutlu olmuştu, “Lordum Rüzgar Ust… Qing Xuan cidden harika yardım ettin!”
Shi Qing Xuan gururluydu; Llütfen, ama tabii ki! Gittiğim her yerde yüzlerce kişiyi çağırabilirim ve belki de ileride çete falan da kurabilirim, çete lideri olurum hahahahahaha…”
“Ol’ Feng yine kafayı yedi.” Arkalarındaki dilenci grubu yorum yaptı.
“Evet, doğru! ‌Yine gösteriş yapıyor!”
“Ne! Gösteriş yapmıyorum!” Shi Qing Xuan haykırdı.
Ama o birkaç dilenci sadece bacağını çekmek zorunda kaldı ve Xie Lian'a şöyle dedi: “Dostum, bilmiyorsun değil mi? Ol’ Feng ilk geldiğinde tamamen mahvolmuş haldeydi, tüm gün dırdır ediyor, herkesin peşinden koşup tanrı olduğunu söyleyerek övünüyordu.”
Shi‌ Qing‌ ‌Xuan‌ biraz hasta görünüyordu ve hemen üzüldü, “Senin saçmalıklarını dinleyecek zamanım yok, tavuk bacağı yemek isteyen ayaklarını hareket ettirsin!”
Xie Lian sessizce onları dinledi, gülümsemesi giderek soldu. Kalbi hem üzüntüyle kıvranmış hem de aydınlanmıştı.
Lord Rüzgar Ustası değişmişti, hem de değişmemişti.
Tanrıya şükürler olsun.
Shi Qing Xuan konuştu, “Ekselansları şimdi ne yapacağız? İşte senin için topladığım kişiler, şimdi senin ellerine bırakıyorum.”
İnsan sayısı yeterli değildi ve sadece geçici olarak dayanabilirdi, rün kurulduktan sonra bunun üzerinde daha fazla düşüneceklerdi. Xie Lian cevapladı, “Çok iyi, şimdi bu kadar insanı tutabilecek boş bir alana ihtiyacımız var.”
Onlar konuştukları sırada Hua Cheng hiç konuşmaya dahil olmamıştı, Xie Lian onun şu anda ne düşündüğünü söyleyemezdi. Ancak şimdi konuştu, “Kolay iş. Gege, sadece benimle gel.”
Xie Lian başını salladı ve Shi Qing Xuan neşeyle selamlarken topallayarak oraya gitti, “MİLLET TAKİP EDİN! KAYBOLMAYIN! HEY!”
Xie Lian ona yardım etmek istemişti ama kimsenin yardımı olmadan da yavaşlamadan yürüdüğünü görünce durumu anladı. Böylece büyük bir dilenci grubu gecekondu mahallesinden dışarı itilip bir telaş içinde sokaklara döküldü, çok uzağa gidemeden sinirli bir ses duyuldu, “DURUN BAKALIM ORADA! NE KADAR ÇOKSUNUZ. GECE YARISI BİR ŞEYLER Mİ YAPMAYI PLANLIYORSUNUZ?”
Dilencilerin hepsi büyük ölçüde paniğe kapılmıştı, “AH HAYIR! SADECE GECE DEVRİYESİ!”
Xie Lian, Hua Cheng geriye bakmayınca o da bakma zahmetine girmedi. “Onları umursama.” Sonrasında asker yere yığıldı.
Dilenciler hayrete düştüler ve gevezelik etmeye başladılar, Shi Qing Xuan haykırdı, “SESSİZLİK! DAHA ÇOK ASKERİN DİKKATİNİ ÇEKECEKSİNİZ!”
Böylece grup, fısıltıları susturacak şekilde ses tonunu düşürdü. Hua Cheng yürümeyi kesti ve konuştu, “Gege, bu cadde iş görür.”
“Bu mu?” Xie Lian sordu, “Konuma göre kesinlikle en uygunu bu ama fazla göze çarpmaz mı?”
Bu büyük cadde çok geniş ve ferahtı, düzdü ve asfalttı, ileri doğru gidiyordu. Kraliyet başkentinin ana caddesiydi, tabii ki göze çarpıyordu. Herkes seslendi, “Evet, ya fark edilip yakalanırsak?”
Ancak Hua Cheng şöyle dedi: "Sorun yok. Bizi fark etseler bile yakalayamazlar.”
Xie Lian başını salladı, "Millet, şimdi sizin için şunu açıklığa kavuşturmalıyım. Daha sonra karşılaşabileceğimiz şey çok kötü bir yaratık ve tehlike olabilir. Ancak içeri girerlerse tüm kraliyet başkenti tehlikeye sürüklenir. Bu yüzden tekrar hatırlatmak isterim ki cidden bunu istemeniz ve aklınızda tereddüt olmaması gerekiyor. Korkan veya gitmek isteyen var mı?"
Hiç kimse. Xie Lian devam etti, “Çok güzel, şimdi el ele tutuşun ve geniş bir çember oluşturun.”
Birisi şaşkına dönmüştü, "Bu nasıl bir rün. Sanki bebeklerin el ele tutuşması gibi!”
Shi Qing Xuan bağırdı: "Cidden saçma! sadece talimatları takip edin!"
“Heh! Ol’ Feng sen yanlış anladın, kimse senden fazla saçmalayamaz. Tanrım!”
Kalabalık gevezelik ve telaşla emirleri takip etti ve iki yüz kadar insan el ele tutuştu, Kraliyet başkentinin geniş ve ferah ana caddesinde çok büyük bir insan çemberi oluşturuyorlardı. Shi Qing Xuan sordu, “Biz böyle el ele tutuştukça şu canavarlar kraliyet başkentine giremeyecek değil mi?”
“Hayır.” dedi Xie Lian. “Er ya da geç aşağı doğru hücum edecekler.”
Shi Qing Xuan'ın kafası karışmıştı, "O halde yaptığın bu rün ne işe yarıyor."
“Tuzak!” Xie Lian açıkladı. “Bu düzen bir kez kurulduktan sonra eğer yaratıklar kraliyet başkentinin koruma kalkanını kırıp aşağı inerse etrafa dağılmaktansa bu çembere çekilip tuzağa düşecekler.”
18 notes · View notes
delfin-44 · 5 months ago
Text
En çok konuşmak istediğim konulardan birinin wattpade gelen erişim engeli olmasına rağmen bir haftadır bunun hakkında bir şey demedim çünkü benim inancım bu süre zarfına bu yapılan saçmalığın düzeleceğine dairdi. ta ki bugün AppStorede kaldırıncaya kadar. Burada konunun wattpade gelen erişim engeli olduğu kadar konunun başka bir yüzü var. Bugün bizim kitap okumamızı engelleyen insanlar öbür gün başka bir şeyi kısıtlamıyacağı ne malum. Özgür bir ülkede yaşıyoruz herkes istediği şeyi yasal olduğu süresince yapabilir. O kadar yetişkin içerikli film varken o filmler yerine o kitaplarında içinde bulunduğu uygulama kısıtlanıyor. Ve uygulamanın içinde gayet masum kitaplar varken. Hem kitap okuma özgürlüğümüz kısıtlanıyor hem de genç yazarların önü kesiliyor. Şu an yüzlerce genç yazarın hayali yıkıldı. Sebebi ise ülkemizin saçma sapan yasakları. Dünyada bu uygulamayı kısıtlayan ilk ülkeyiz. Biz gelişelim derken bu haraketlere daha da alçalıyoruz. Nerede görülmüş kitap okunan bir uygulamanın kısıtlandığı? Hem de kitap fiyatları bu kadar artmışken. Bugün bu ülkede bu olay hakkında sesini duyurmaya çalışan bir yazara saçma sapan bir mail geldi. Gerçekten biz ülkece bu kadar düştük mü ya? Daha cinsiyet ayrımcılığı konuşulan bir ülke de kitap okunan uygulamanın kısıtlanması ne kadar doğru? Wattpad yerine TikTok'a erişim engeli gelmeli diyen kişileri gördüm. Hiçbir linçleme olmadan diyorum ki galiba o kişiler olayın wattpadden ziyade bir uygulamanın kısıtlanması olduğunu anlamıyorlar. Ebeveynler eğer çok rahatsızsa bu uygulamadan kendileri çocuklarının eline telefon tablet verip onlarla ilgilenmemezlik yapmak yerine çocuklarının nelere girdiğine bakıp kendileri kısıtlasınlar. Eğer çocuklarına sözleri geçmiyorsa o da onların yetersizliğidir. Ben bir yetişkin olmayabilirim ama wattpad kullanan diğer yetişkinlerin hakları kısıtlanıyor. Onlar 18 yaşından büyük bireyler olarak istediklerini yapabilirler. Son olarak da ülkedeki tacizci tecavüzcü insan denmeye bin şahit olsa yine bir bok olmayacak insanları durdursak bence daha iyi şeyler olur.
18 notes · View notes
turkuazsubat · 6 months ago
Note
geçenlerde insanların hepsi yanlız ama bir arada yanlızlar gibi birşey yazmıştın bir iki yazıda daha benzer şeyler vardı bahsettiğin yalnızlık tam olarak hangi yanlızlık
Hangi yalnızlık derken dediğini anlamadım ama bahsi geçen mevzu şu: Şimdi ben uzun süredir bu mecradayım ve dashboardun sadece Tumblr özelinde de değil genel olarak insanlarda bir yalnızlık hissi var. Yanlızlık kavramı çeşit çeşit değişir kişiden kişiye göre ama biz şuan insanın kendinisi ilgisiz veya konuşacak birilerinin olmayışına göre yorumlayalım. Herkeste bir yanlızlık havası eskiyor genellikle. Çünkü kimse kafasında ki gibi bir dostluk veya partner tam olarak bulamıyor. Mantıksal olarak baktığında insanların bir arada yalnız kalması gibi bir durum söz konusu değil çünkü bireysel bir olay bu. Çoğunluğun olduğu yerde bu durum bozuluyor. Eskiden Tumblr içinde wp grupları kurardık insanlar tanırdık onlar kafasının uyuştuğu gruplarda kendine çevre edinirdi. Ben 1 2 senedir girmediğimden eksi gruplar ne alemde bilmiyorum. Çare zaten wp grubu değil sadece olay şu. "Herkes kendi odasında dışarıya bakıyor ve sokaklar bomboş." Halbuki eskiden buralarda en azından herkes daha sıcak kanlı ve çekinmeden iletişim kurardı. Bazen bazı bloglara göz atıyorum. Kıvranıyorlar kimsesizlikten. Muhtemelen ne kimseyle iletişime geçiyor ne de iletişime geçilmesinden haz ediyor. Herkesin kendi hayatı tabi beni ilgilendirmez tabi de. Çıkmadığımız odanın içine otobüs girmedikçe kimse kimseye denk gelmez. O postlardaki kıssadan hisse o. Elbette saçma sapan binlerce insan var ama zamanla her insanın içinde bir cevher yattığını fark ediyorsun. Ben eskiden her takipleştiğim insana hayata hangi pencereden bakıyorsun. Hayat görüşün ne diye sorardım. Ciddi insanda tanıdım. Her bir tecrübe oldu. Bilmiyorum, mesele bir yerde insanların iletişim kurması da değil. Sadece herkesin bu kadar yalnız kalıp, canı yanması üzücü gerçekten, post niteliğinde uzun oldu soruna cevaptır umarım.
12 notes · View notes
otadam · 3 months ago
Text
Günaydın.
Bakıyorum da herkes bir havalarda, bir “mutluyum” ayağına yatmış gidiyor.
Oysa kimin içini kazısan, altından koskoca bir boşluk çıkacak.
Hayatlar artık yüzeyde oynanan saçma sapan bir oyun.
Yüzeyden kastım, sahte tebessümler, yapmacık “Nasılsın?” mesajları, sosyal medya beğenileri. Hani herkesin cebinde o koca ekranlar var ya, işte onların içine sıkışmışız resmen.
Gerçekten nasıl olduğumuzu soran yok, sorsa da cevaplar otomatik: "İyi, sen?"
Ne demek lan "iyi"?
İyi misin gerçekten?
Aslında hepimiz bu sahte dünyaya uyum sağlamışız, derinlere inmeyi çoktan unutmuşuz. Duygular mı?
Ne duygusu abi, duygular geçmişin lüksü gibi kaldı.
Şimdi her şey hızlı tüketiliyor.
İlişkiler bile.
Bugün bakıyorsun, herkesin dilinde “samimiyet” ama icraata gelince, samimi olanı bile gözünü kırpmadan harcarlar.
Çünkü kimse risk almak istemiyor.
Ne de olsa yüzeyde takılmak güvenli.
Gerçekten içini açmaya kalksan, belki de karşındaki seni gerçekten anlar.
Ama işte mesele de bu ya, o anlaşılmak dediğin şey tehlikeli abi, fazlası zarar.
Bir de şu var, herkes bu yüzeyde oynanan oyunun kurallarını ezberlemiş.
Herkes hayatını bir cila gibi parlatıyor, ama altı boş.
Biri içimize baksın, tek göreceği toz bulutu olur. Yüzeyde parlamaya o kadar alışmışız ki, içimizde ne var hatırlamıyoruz bile.
Anlamsız "like"ların peşinde koşmaktan, gerçek hayatın tadını unuttuk.
Bu tatlı eleştirinin altındaki acı gerçek şu: Bu yüzeysel oyun bitmez abi, biz de bu oyunun piyonu olduk, haberimiz yok.
Kendimize bir dönüp bakma zamanı gelmedi mi? İçinde biriktirdiğin o tonla soruyu sormaktan niye korkuyorsun?
Gerçekten ne hissediyorsun?
Neden bu kadar kayıtsız, bu kadar yüzeyselsin?
5 notes · View notes
siir-defterim · 9 months ago
Text
Tumblr media
Geçen seneydi sanırım...
Cumartesi günü Kadıköy çarşıya indik, Mercan’da bir ekmek arası midye yiyelim dedik. Hava da buz gibiydi, içimiz ısınsın diye içeri geçtik, çıktık üst kata..
Kalkmamıza yakın arkamıza bir anne-kız geldi oturdu.
Soğuktan donan bizim gibi içeri atıyor kendini, tüm masalar doldu, garson oradan oraya koşturup duruyor.
Arkam dönük ama farkındayım, bir türlü dikkatini çekemediler adamın. Sonunda kadıncağız yüksek sesle seslendi :
-“ Kardeş, bakar mısın..!”
Hani filmlerde olur ya, zaman tüneline girer, döne döne bambaşka bir devirde bulur insanlar kendilerini..
Öyle oldum.
“Kardeş, bakar mısın?”
Yahu, biz çocukken tanımadığımız herkese böyle seslenilirdi..!!
Çünkü kalben, tanıdık-yabancı herkesin kardeş olduğuna inanarak büyütülürdük, yetişirdik biz.
Pazarda sebzeleri taşıyan hamal kardeşti, yolda adres sorduğumuz takım elbiseli adam da öyle, parkta salıncağımızı kapan çocuk da kardeşti, okul çıkışında renkli macun satan delikanlı da, kasapta sıra beklerken anneannemin sohbet ettiği teyzeler de..
Aslında nasıl bir sosyal adalet düşünsenize: “Herkes eşit!!”
Çocuk bahçesinde oynarken bir çocuk kaydırak sırasında sizi ittirip önünüze geçince veya tahtıravalliye sizden önce koşup binince, anne-babalar uyarırdı hemen :
-“Kızılmaz öyle! O senin kardeşin..”
Yani o yaştan itibaren, birbirimize karşı hoşgörülü olmayı öğrenirdik.
Hepimiz kardeşiz sonunda, ve birbirimize karşı anlayışlı, sabırlı olmalıyız.
Kızım üç yaşındayken, bir salıncak kuyruğunda, sıra kimin çocuğunda diye kavga eden iki anneyi gördüğümden beri şok içindeyim.
Biz neyi yanlış yapıyoruz diye sordum kendime o anda..
“Kızılmaz, o senin kardeşin” den, iki çocuk adına kavga ederek örnek olan annelere..
Bu ne zaman bu kadar değişti?
Niye değişti?
Sonra düşündüm ki, bu iki soru çok anlamsız aslında.
Sorulması gereken şu : Doğrusu hangisi?
Şimdi facebookda, orada burada yorumlar yazılıyor görüyoruz ya hani, “Biz buyuz, lanet olsun..” “Bu millet bunu hak ediyor “ .
O feci, dayanılmaz gündüz kuşağı saçma sapan programlarını izleyip de, aile içi en gizli derdini milyonların önünde paylaşan garip tiplere, “işte bizim özümüz bu” diyen arkadaşlarım var ya benim..
Siz özümüzü ne zannediyorsanız, sizin karşınıza “işte o” insanlar çıkıyor.
Peki, biz bundan mı ibaretiz ?
Bence değiliz.
Hangi dünya ülkesinde çocuğunu “siz kardeşsiniz” diye yetiştirecek bir bilgelik vardır sizce?
Anadolu’da bir köye gidin bakın, kendi aç kalır, son bardak ayranını size ikram eder.
Bir kamyon şoförüne , sigarasının izmaritini yere atmamayı öğretemezsiniz belki, ama bir zorda kalsanız, koşar yardıma gelir.
Yere biri düştü mü, on kişi toplanır başına , onu oradan kaldırmak için..
Şu sıralar daha değişik görünüyor olmamız, özümüzün değiştiği anlamına gelmiyor.
Ben özümüzün hala şahane olduğuna, ve bir süreliğine gömülmüş bu yönümüzü aslında hepimizin çok özlediğine şahidim.
İşte bu sayfada bana yazdığınız o yorumlardan görüyorum bunu.
Sadece birine “kardeş” diye hitap etmek bile, karşı tarafın yüreğini yumuşatmaz mı? İkinizin “bir” olduğunu düşündürmez mi?
Bence şu güzelim, şu hırpalanmış, şu inanılmaz derecede bahtsız ve aynı zamanda akıl almaz derecede şanslı ülkede, bizler hepimiz bin bir renkten acaip bir ahenk oluşturan kocaman bir aile değil miyiz?
Hem hangi kardeş birbirine tıpatıp benzer ki?
Birbirine kızar, küser, farklı görüşte olabilir, hayat kardeşleri farklı yollara sürmüş, farklı giysiler giydirmiş de olabilir.
Ama onlar özde kardeştir.
Birinin eli kesilse, öbürünün canı acır diğer odada..
Kardeşlik tam da böyle bir şeydir.
Bir şey oldu, bir virus girdi içimize, hani şu bilgisayarlarımıza girenler var ya.. İşte onlardan..
Fabrika ayarlarımıza dönmek çok kolay.
Şifre sorarsa hayat size...
Şifremiz şu : “Bakar mısın kardeş🙏🙏💖💖
Hayal Ağacım
Bige Güven Kızılay
7 notes · View notes
guzyazi · 11 months ago
Text
6 Şubat 2023
Bu boş bir unutmadık, unutmayacağız değil ya. Neredeyse herkesin her gün aklına geliyor 6 Şubat. Beynimizin bir yerinde böyle bir şey açıldı. Hafiflemiyor. Her hatırlamada da tetikleniyor. Maruz kalanları düşünemiyorum. Sorumlular hariç herkes ruhen çürüdü.
Ne alemde çantalarınız? Hani sıradaki depremlerde hayatta kalırsanız. Kimi hâlâ göçük altında bisküvi yiyeceğiz sanıyor. Mesele şehirden kurtulana kadar hayatta kalabilmek. Hayatta kalıp el uzatabilmek. Bize biz varız. Tatbik ettikleriniz hatırınızda mı? Nasıl evlerde oturuyorsunuz, öğrendiniz mi iyice?
Ben burada yıllar önce, "Beklenen Büyük Marmara Depremi" diye ekşişeyler yazısı paylaşmıştım. Çok açıklayıcı ve sarsıcıydı. 4 Mart 2016'ya ait bir içerik. Googlelarsanız göreceksiniz. Görmelisiniz. Farkında olmalısınız.
Benim deprem çantam 1 yıldır çok hazır. İçinden bir şey alıp tüketmişsem aynı gün tedarik ederim yeniden. Bebeme doğumdan hemen önce de çanta yaptım. Doktor mama yazdığında eve kutu kutu mama getirdik, birini direkt o çantaya attım. Ev bakarken sadece Sarıyer, Beykoz, Çekmeköy şeklinde saçma sapan bir harita çiziyorum. İş yerim umurumda değil, iş bulurum diyorum. Dağhan pasaportlarımızı iş yerinde unutuyor, o getirip çantamıza geri koyana kadar deliriyorum. Ki deprem yaşamadım, depremde sevdiklerimi kaybetmedim. Anlamıyorumdur, anladığımı sanıyorumdur, anlayamam ama işte buradan çıkarım yapıyorum. O nasıl bir acı olabilir Allah'ım. Bolca rahmet ve sabır diliyorum.
12 notes · View notes
beyazmantoluu · 11 months ago
Text
yeni yaşımla birlikte, olmadı, yeni yıl başlarken yazarım dediğim yazıyı ocak biterken yazıyorum ne yazık ki. Ne başını tasarladığım ne sonunu bildiğim, zihnimde sürekli "eskiden böyleydim şimdi şöyleyim" aydınlanmalarının olduğu cümleleri rastgele dökeceğim. beni en çok şaşırtanla başlamak istiyorum. soğuk bir yapım var. ankara'ya geldiğimden beri hiç ailemi çok özledim moduna girip üzüntülere boğulmadım. aramalarım bile çok seyrektir. etrafımdaki kızlar hem çok özlediklerinden bahsettikleri hem de sürekli ailelerini aradıklarından dolayı da kendimi acayip kötü hissediyordum. Ben ailemi sevmiyor muyum?? neden hiç özlemiyorum?? ilk yılı "yıllarca eve tıkılıp kaldın, hayal kurup gerçekleştirmek için çabaladın sonunda gerçek olunca da özgürlüğün ve hedefe ulaşmış olmanın sarhoşluğu var, normal " diyerek geçiştirebiliyordum. bu arada bu sadece aileme karşı değil, herkese karşı olan bir durum. sevgilimi özlüyorum mesela ama uç noktalarda olmuyordu. bunu da çok sorguladım 'sevmiyor muyum ben sevgilimi' diye. ama yok hiç tatmadığım kadar güzel bir duyguyla çok seviyorum onu. herkese karşı olunca kendi duygularımı sorgulamaya devam ettim, sonra da kabullendim. fakat bu yıl delicesine özlüyorum her şeyi. okula yetişmeye çalışırken bir anda durup ağlayasım geliyor (maalesef hâlâ dolu dolu ağlayamıyorum, gözlerim doluyor yalnızca.) ailemi ayrı, sevgilimi ayrı, sevdiklerimi ayrı. böyle bir anda atlayıp otobüse yanlarına gidesim geliyor. mesela bende hiç ya onları kaybedersem gibi olumsuz şeyleri hayal edip üzülme durumu yoktur. şimdi saçma sapan böyle şeyler düşünüyorum. sevgilileri görünce duygu durumum hiç düşmezdi artık benimki de yanımda olsa diye oturup ağlayasım geliyor. insan olmaya başlıyorum hissi veriyor bu durum :d yaşlanmaktan kaynaklı bir duygusallaşma mı acaba? aslında küçükken duygular bana çok ağır geldiğinden onları yok saya saya bu hale geldiğimi düşünüyorum. -neyse bu başka bir şeyin konusu.-
eskiden sorumluluklarımı abartıyordum sonra etrafımdakiler bir şeyleri yapmıyor diye içimden sinir krizleri geçiriyordum. tüm sorun bendeymiş dostlarım. yani kalkıp çamaşırları yıkar asarsan sonra içinden niye çamaşır yıkamıyor hiç diye sinirlenmenin bir anlamı yokmuş. fırsat vermiyormuşsun ki yıkasın? hep yemek yaparsan karşı taraf ne zaman yemek yapsın? sonra ödev konusunda da grup ödevlerinde ne kadar sinir krizleri geçirdiğimi herkes bilir. yapman gerektiği kadarını yapıp kenara çekilirsen onlar da yapmak için fırsat bulurlar belki. hoş yine son dakika yükledik ödevleri ama olsun. oldu mu oldu, geçtik mi geçtik. bu kadarı yeterli canım. kendini hırpalamana gerek yok. bu konuda kendime bu yıl tam puan veriyorum.
fark ettiniz mi eskisi kadar yaşımla ilgili yakınmıyorum. ama yakınmam sanırım daha iyiydi. çünkü eskisi gibi kendimi geliştireyim modum yok. kayboldu resmen. resim yapmıyorum? dil geliştirmiyorum? yoga yok? kitap okumak yok? eğitimler, seminerler, faydalı videolar izlemeler? hiçbirini yapmıyorum. BOMBOŞ biri oldum. yine de hakkımı yemeyeceğim, ilk dönemi ders konusunda harika bitirdim. üstten ders almayı planlıyorum. bakalım. sınıf arkadaşlarım da çok tatlı kızlar. misler gibi ders çalışıyoruz. yaşları da bana oldukça yakın. bir tek b. küçüğümüz, o da oldukça olgun bir kız. s. ve bn. çok baskın karakterler ikisi birden konuşmaya başladıklarında araya girip de cümle söyleyemiyorum :d gerçi bu benim normalim. yani 3.kişi olduğumda genelde sadece dinleyici pozisyonundayım. bazen bu halimden o kadar nefret ediyorum ki. hele çevremdekiler çok fazla başka insanların arkasından konuşuyorsa kendimi tamamen kapatıyorum. sonra biriyle iletişime girdiğimde hebelehübele kalıyorum. eminim çoğu arkamdan yirmialtı yaşına gelmiş hâlâ iletişimini geliştirememiş diyordur :ı umarım bir gün bu durumu değiştirebilirim. ömrümü daha fazla bu kadar pasiflikle, olduğumdan farklı olarak, kendini hiç geliştirmemiş, hiçbir şey hakkında fikri yokmuş gibi görünerek çürütmek istemiyorum ve kendimi ortaya koyabilmek istiyorum. umarım.
7 notes · View notes
haziranzede · 1 year ago
Text
bazı insanlar temizlik işçisi. dünyaya temizlik yapmaya gelmiş..hayatı titizlikden ibaret. başka bir hobisi yok meşgalesi yok zaten vaktidir yok. ev temizlemekden misafirin önüne bir kek yapım çıkaramaz. herkesle kavgalı. millet onun evine gitmek istemez. temizlik yapmakdan başka işlere vakit bulamaz. bu ömre cana yazık değil mi? Ne bel kalı, ne siz kalır, kokudan astım olur ama titizlik yükünğ sırtından indirmez. gereksiz bir yüktür o. bu takıntısı ile hayatı kendine zehir eder sonra da hayat zor der.insanlar bana yardım etmiyor der. ınsanlar senin takıntına hizmet etmek zorunda değiller ki.
birde cimrilik buda insana inanılmaz bir yük. sürekli hesapla, sürekli kaygılan. ya cimri olupda mal biriktirip malını yiye bilen görmedim.bi sal kendini, sırtındaki yükü indir. Allah verene veriyor. sen ver , verdiğin vermese bile Allah sana verecek bu net bişey. vermeye, yedirmeye bak.
sırttaki bir diğer yük hasetlik..en iyi ben olmalıyım, kim ne yapıyorsa yapmalıyım, herşeyi didiklemeliyim, herşeyi araştımalıyın ve onları geçmeliyim..dostum sadece sırtında yük taşımakla kalmıyorsun yüreğinde bir kor taşıyorsun. yazık değil mi canına. sal kendini. bırak herkes iyi olsun. sende iyi çevresi olan vasat orta halli bir insan ol..inan daha çok ilerler ve daha çok sevilen biri olursun.
Allah gaddar değil, Allah bizim zannımız üzere onu bize sürekli sıkıntılar veren zannetmemizin sebebi gereksiz yüklendiğimiz yükler. inatla dört elle sarılmışız o yüklere. milletin sırtındaki küvesi boş koşuyor. ya biz sırtımız gereksiz yüklerle dolu.
insanlar birbiri ile açı yarıştırıyor. sne acı, sıkıntı çekmemişsin ondna diyor. ölmeden mutlaka çekeceğim diyor..yo çekmeden ölenlerde var. sen Allah'ı sürekli sıkıntı veren olarak tahayyül etmişsin ama Allah kuluna eziyet etmez. imtihan eder ama bu kadar yük yüklemez. sırtına yüklenen sensin. millet koçarken geride kalıp, hırçınlaşan sensin. herkesin imtihanı var ama millrtğn dilinde değil. atıyor kenara hayatına bakıyor. bakıyorumda çoğu saçmalığın nedeni bizim saçma sapan fikirlerimiz, takıntılarımız.
10 notes · View notes
incehareket · 7 months ago
Text
sır kapısı
Yıllar evveliydi, belki asırlar, Tanrım neredeyse 20 sene geçmiş, mide ağrılarımı talcitlerle dindirmeye çalıştığım bir duygunun esiri olmuştum, kimileri buna aşk der. Bu ilk kez yaşıyormuş gibi tattığım duygu o kadar tek taraflı o kadar platonikti ki kendinden evvelki tüm platonikleri yerle bir etmişti. Sanki daha önce hiç heyecanlanmamışım, o iğneler batıyormuş gibi uyuşmalarım, o ruhumun titreyişlerini fiziki bir sancıyla çekişim sanki ilk o gün icat edilmişti. O zamanlar tabii kendimi yazarak -utanmadan- ifade etmeye daha doğrusu ifadelerimi bir blog aracılığıyla duyurmaya yeni yeni başlamışım. Eski ergen günlüklerimin cümlelerindeki acemilik yoktu, yepisyeni sözler, tamlamalar, mecazlar... Nasıl da cesurum nasıl da korkak... Yüzüne karşı diyemediklerim yazarken ne de açık aman ne de utanmaz... Fakat karşı karşıya geldiğimizde süklüm püklüm saçma sapan birine dönüşüyorum. Aciz miyim pişkin mi bilmiyorum, yazıyorum da yazıyorum...
Sonra bir gün, yazılarımı okuyan biri "öyle güzel yazıyorsun ki senin aşık olduğun adama ben de aşık oluyorum" dedi. Bunu ifadelerime bir iltifat sanmıştım ama yanılmışım. Hakikaten ona aşık olmuş, benim varlığımı bile bile onunla iletişim kurmuş hatta nişanlanmıştı... Girmediğim oyundan diskalifiye edilmiştim hem de kendi yazılarım sebebiyle. Acıklı değil mi...
Bu hikâye burada bitmedi, zaman içerisinde başka kahramanlarla ve başka biçimlerde tekerrür etti. Örnek vermeyeyim, herkes yaşıyor zira.
Susmak daha mı iyiydi bilmiyorum. Duyguma sahip çıkıp kavga etmek ya da. Neyse ne, şu anki huzuruma varmam için geçmem gereken taşlı yollarmış: Geçildi. Şu anki huzurumdan bahsetmeme sebebim de bu. Ona haksızlık mı ediyorum susarak, bunu da bilmiyorum. Sadece artık yaşamanın yazmaktan daha kıymetli olduğuna inanıyorum. Artık gülerek günlüğüme yazacağım hikayelerim var. Eski meseleleri de bir yabancı yaşamış gibi hatırlıyorum. Bendim ama hangi ben? Bizdik ama hangi biz? Adını unuttuğum tüm kişiler artık toptan "geçmiş" diyerek andığım bir mezar. Onlara gübre muamelesi yaptıkça yeşerdim. Fakat bu mecburiyet de bitsin. Biz bir geçmişi gömmeden de, kendilerine gübre muamelesi yapacağımız kişileri hayatımıza çekmeden de yeşerebiliriz. Muhtaç olduğumuz kudretin damarlarımızdaki asil kanda mevcut olduğu bilgisi bize çoktan geldi. İdrak etmesi bugüneymiş.
Şükürler olsun.
3 notes · View notes
keemlenyekun · 8 months ago
Text
Bahar temizliği haftaya kaldı
Hayatımda 19 mayısın çok özel bir yeri var. Tabi ki Samsunlu olmamın etkisi var, 19 Mayıs bizim bayramımızdır. Şehir eskiden daha renkli olurdu. Etkinlikler konserler statta eğlenceler. Şimdi sadece jetler geliyor, iki konser eşlik ediyor. Eskiden şehir küçük olduğundan olsa gerek herkes 19 mayısı yaşardı.
Bayram olmasının yanında 19 mayıs annemin yazın gelişi olarak gördüğü tarihtir. 2013 yılına kadar sobalı bir gecekonduda oturduk. 19 mayıs sobanın kaldırılıp "bahar temizliği"nin başladığı tarihtir. Halı yıkama, battaniyeleri çiğneme, yatak yorgan havalandırma, yün ditme, boya, badana, mutfak dolaplarının dökümü... Ve bizler de yardımcı olarak annemin peşinde. Seviyordum. Terasta halı yıkamak, battaniyeyi çiğneyerek yıkamak. Tam o sırada 19 mayıs etkinlikleri. Yaz gelmiş. Bahçedeki erik ağacı yeşermiş. Güzel ve mutlu.
Haftaya 19 mayıs ve bahar temizliğine niyetim var.
Geçen haftaki ruhsal baskıyı atlattım diyebilirim. El titremesi ve sinir geçti. Çünkü oğlana bakması için ananesini çağırdık. Puahahahah. Canım oğlum. 2 yaş çılgınlıkların beni çıldırtıyor.
Son gün AYM başvurumu verdim. Sayfa sınırlaması varmış başvuruda. 10 sayfa ek açıklama oluyormuş. Ben yazmışım 28 sayfa. Yazdıklarımı özet geçmek çok zorladı beni. Bir şekilde son ana yetişti. Bekleyelim 5 sene sonra karar çıkar. Sonra da AİHM'e gideriz, o da 5 sene sürer. 45 yaşımızda hükümetle dostane çözüm yaşarız gibime geliyor. O zaman avukat sercoya devam.
Kiracımız 1 haziranda çıkıyor. Ofisime geçiyorum. Annem de o süreye kadar toparlarsa allahın izniyle, 8-5 ofisimde çalışmaya devam. En çok istediğim şey. :DD
Ofise masa takımı lazım. Para lazım. Kurban aldık, para lazım. Tatile gideceğiz, para lazım. Para çok lazımsın. Ve türkiyede en pahalı şey para. Böyle şeyin ben taaaaaaa.....
Şimdi başvuruları yapınca dedim ki, silivriden geldiğimden beri şu dosya ve dilekçelere hiç ellemedim, toparlayayım. Silivri kütüphanesinden bir kitap listesi, okuduklarım ve okumak için yaptığım liste çıktı karşıma. Saçma sapan bir dublin romanı okumuştum. Liseli ergen aşkını anlatan. Kitabın ismi yoktu aklımda. Onu da not almışım. Lan var ya cezaevinde kitaplar can kurtaran simittir. Şerefsiz kitapsızlar 4 ay kitap vermedi bize, infaz hakimliğine yazdığım itiraz dilekçesi bile duruyor. Kuran almadılar içeriye sebep ne biliyor musun sayın defter: arapça okumayı bilen memur yokmuş. o zamanlar daha yaratıcı küfürlerim vardı. Şimdi klasik. Tuttuğumuz günlüğü yok ettik. malum evlenince sıkıntı çıkmasın diye. puahahahah. Hanım okuyor burayı, valla beni evde ipe dizer. şşştt..
Arkadaşlarla bir film hikayesi oluşturmak istemiştik. Leyla diye bir göçmenin yaşadığı türk hakimlerini anlatan, gerçek hikayelerle ilerleyen, ama kesinlikle kurgusal olan bir hikaye. Baş gardiyan bu hikayeyi okuyunca darbe planı olabilir diye almıştı. Bu şaka değil bu arada. Cidden aldı adam, okuyup geri getirdi. puahahahahhahah...
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Harika birisiydi titrek nejdet. o günlerin komik anlarını hatırlamam gerekiyor. yoksa sıkıntısı büyük.
Tumblr media
Bu aşamayı da geçtik. Aym başvurum sonuçlanana kadar mümkünse kendi davamla ilgili hiç bir şey hatırlamak istemiyorum ve tarihin tozlu raflarına sizleri kaldırıyorum.
Galatasarayım iyi, samsunsporum iyi...
Hadi bakalım.
Vesselam.
4 notes · View notes
pamiele · 11 months ago
Text
Eskiden anne ve babamın da hayalleri oldugunu ya da etkinliklere katılarak stres atıp eglenebileceklerini düşünmeden sadece kendi isteklerime odaklaniyordum bu yil yeni yaşımla onların da dünya'ya bir kere geldiği gerçeğiyle yüzleştim gec oldu ama cok farkli bir yol izleme karari aldim ve icimin nasil kıpır kıpır oldugunu anlatamaamm🤗 onlarla olabildiğince vakit geçirmeye çalışıyorum artık. O bu şarkıyı dinlemez ki demiyorum mesela açıyorum yabancı rock hadi herkes halaya diyorum. Saçma sapan dans ediyoruz ama birlikte oluyoruz. Onlar mutlu oldukça ben daha mutlu oluyorum. Onların hayallerinin o kadar büyük olmadığını görüyorum zamanla ama hayallerini büyütebilmek istiyorum. Çünkü onlar hep bizim için kendilerini kısmayı öğrenmişler.🥺 Kendime elimden geleni yapacağıma söz veriyorum. İleride ne olup biteceğini bilmiyorum sonuçta. Bugün depremin yıl dönümü ve geçen sene bugün 'yaşamak istiyorum' diye ağlarken aileme sarılıp depremin bitmesini bekliyordum. Artık yaşayacaksak hep beraber yaşayalım istiyorum,mutlu olalım istiyorum. Bilirsiniz hayat yarınları beklemiyor bekleyen bizleriz sonuçta ve hep yarına ertelediğimiz şeylerle dolu bir hayat yaşıyoruz. Bundan sonra bugünler için adımlar atacağım ve sadece kendimi düşünmeyecegım 🌱✨
4 notes · View notes
simsiyahbirgecenins-blog · 1 year ago
Text
Farklı olduğumu düşünüyodum kendimi çok kandırıyomuşum kendimi sevdiğimi söylüyodum hep hep insnaların içinde çok iyi bi insan olduğumu düşünüyodum halbuki aralarındaki en kötü insan olmuşum da haberim yoktur çok değiştim zevklerim tarzlarım düşüncelerim kalbim yapmam dediğim şeyleri yapıyorum ne yapıyorum ben kendime bu soruyu o kadar çok soruyorum ki inanamazsınız insanları kandırıyorum evet ama şunu anladım en çokta kendimi kandırıyomuşum benliğimi kaybediyorum benliğimden vazgeçiyorum herkes gibi oluyorum en büyük korkumu kendime yaşatıyorum hep mutlu olacağıma dair kendime sözlerim vardı senenin başında şuan bakıyorum da büyüdükçe batıyo insan anlıyorum büyüklerin neden bu kadar mutsuz olduğunu insan üstüne dert bindikçe gerçeklerin farkına vardıkça anlıyo bu hayatın o kadar da mükemmel olmadığını hala aynı şeyleri söylüyorum her zaman mutlu olucam herzaman halledicem ben yaparım kafama koyduğumu yaparım ama içten içe de biliyorum ki hiç bi halt yapamıycam öylece geçip gidiyo hayatım bomboş hayallerle bomboş insanlarla vakit kaybediyorum aklımı durduramıyorum yapmak istediğim almak istediğim şeyler bitmiyo bu telaşenin içinde kaybolup gidiyorum hiç bi beklentim yokmuş gibi davranıyorum halbuki çok beklentim var çok olamıycak kadar yapamıycak kadar psikolojimi anlamıyorum kendimi bulamıyorum nerdesin benliğim nerdesin gelmen lazım yoksa ben mahvolucam lütfen gel bu insanlara benzemek istemiyorum biran önce gelmelisin kendime acı çektiriyorum insanlara acı çektiriyorum saçma sapan şeylere ağlıyorum ağamaktan nefret ediyorum güçlü olmak istiyorum korkmadan herşeyi yapmak istiyorum karakterimden nefret ediyorum herkesle iyi anlaşan benden nefret ediyorum yüzümden nefret eidyprum sevdiklerimden n şeylerden nefret ediyorum bi çok şeyden nefret ediyorum ben bu deilim ben bu deilim bağıra çağıra bununv söylemek istiyorum kendine gel yağmur diyorum bu böyle olmaz diyorum artık bişeyler yapman lazım diyorum bişeyleri gerçekten halletmen gerek diyorum ma herzamanki gibi bişeyleryo olmuyo yapmıyorum yapabilirim bunu biliyorum ama yapmıyorum hep başkalarının hayatınab bkarakterine özenip duruyorum abi sen deilsin başkalarını bırak artıkk…
2 notes · View notes
antiatuz · 1 year ago
Text
Alilerin okula geldiği ikinci hafta...
"Söyler misin," diyordu Ege. "Neden günlerdir bu konuyu konuşuyoruz? Ali aşağı, Ali yukarı... tamam, ben de o varoşların bu okulda olmasından rahatsızım ama, sen biraz fazla abarttın sanki... geleneklerden kopmuş gibisin Berk, azıcık ölülerine saygı duy... Vefa'nın kırkı çıksın, ondan sonra elbirliğiyle şutlarız onları okuldan..."
"Bana verecek güzel bir haberiniz olduğunu söylemiştiniz, o yüzden geldim Ege'nin bu bok kokulu evine. Bana varoşların avukatlığını yapacaksan ben müsaadeni isteyeyim Ege!"
"Haberler Çağrı'da..." diye ellerini cebine soktu Ege. Çağrı,
"Ben bu konuda Berk'ten yanayım," dedi. "Bence de dönmeliler kendi çöplüklerine... dünyada arkadaşı ölen bi' onlar mı var?"
"Hay ağzın bal yesin..." dedi Berk. "Bu uyuşturucu senin beynine olumlu etki yapıyor lan! Dök bakalım planını..."
"Saçma-sapan konuşma Berk..."
"Saçmaladığımı düşünüyorsan, çıkabilirsin Ege."
"Beni kendi evimden mi kovuyorsun?"
"Mi casa, tu casa!"
"Az önce evime 'bok kokulu' da demiştin de..."
"Öyle değil mi..." diyen Berk, Çağrı'ya döndü. "Bir planın var mı bro?"
"Olmasa konuşur muyum..." diyen Çağrı, cebinden bir zarf çıkardı. "Bak bro, ikiniz de meseleye yanlış açıdan bakıyorsunuz... birlik olmuş, Alileri okuldan göndermeye çalışıyorsunuz... öyle bir şey yapın ki, Aliler kendi istekleriyle bu okuldan ayrılmak zorunda kalsınlar. Bu Varoşovaları bilirim, mal almak için az vakit öldürmedim oralarda... bunların onurlarından büyük hiçbir şeyleri yok, malum fakirler... bu zarfı görüyorsunuz öyle değil mi? Bu zarfın dolu olduğunu hayal edin... bir de Alilerin çantasından çıktığını..."
"Aliler o kadar kazanıyor olamaz mı?" diye sordu Ege.
"Ege, sen gerçekten mal mısın, yoksa mal numarası mı yapıyorsun?" diye sordu Berk. "Şimdi ver o zarfı bana Çağrı. Paradan daha büyük bir iftirayla suçlamamız lazım onları..."
*****
"Hoş geldiniz," dedi Önder. "Okulumuzdaki hırsızlık olayını işitmişsinizdir... benim size güvenim tam ama, sizi de bir arayalım istedik."
"Neden bizi özel olarak arıyorsunuz?" diye sordu Ali, kendine hâkim olamayarak.
"Nedeni mi var canım... siz üçünüz sürekli birlikte geziyorsunuz. Hazır bir ben, bir de kadın bir hocamız varken sizi arayalım istedik... hocam, Zeyno'yu arar mısınız?"
"Bi' dak'ka..." dedi Kenan. "Öndercim, bu nası' bi' üslup? Bu çocuklar, bu okula geleli iki hafta olmadı mı? Yeter bu kadar yumuşak yüzlülük... devlet okulunda olsaydık var ya..."
"Biz biliriz devlet okullarını hocam," dedi Arap. "Or'dan geliyoruz ya biz..."
Kenan, "Çokbilmişlik yapma," gibilerinden, Arap'ı aramaya başladı, Önder Ali'yi, kadın hoca da Zeyno'yu.
İlk temiz çıkan Zeyno, "Neyin arandığını bilmiyoruz bile..." dedi.
"Bir miktar para..." diye cevap verdi Önder de.
"Ne kadar bir para?" diye sordu Arap.
"Arap, senin korkudan beynin 'error' vermeye başladı galiba..." dedi Ali. "Paranın miktarını söylerler mi hiç?"
"İkisi de temiz çıktılar," dedi Kenan. "Gidebilirsiniz."
"Çantaları temiz, evet..." dedi kadın öğretmen. "Ama bir de dolaplarına bakmak lazım..."
"Hay aklınızla bin yaşayın," dedi Önder ve, öncü oldu. Müdür odasında bulunan herkes, Tozluyakalıların dolaplarının oraya gittiler...
İlk önce Arap'ın dolabı arandı, sonra Zeyno'nun, sonra da Ali'nin... dolabı açan Önder, çatık kaşlarıyla Kenan'a dönmüştü.
"Hayırdır," diye sordu Kenan, "Para orada mıymış?"
"Hayır, değil ama... bunu görmek isteyebilirsin..."
Tozluyakalı gençler, meraklanarak birbirlerine baktılar. Kenan'ın uzanan eli, dolaptan bir şişe içki çıkardığında da gözler büyüdü, ağızlar bir karış açıldı.
"Hocam, bu bana ait değil," dedi Ali.
"Evet, hocam, biz kırk yıl çalışsak o kadar pahalı bi' markayı alamayız ki!" diye bağırdı Arap.
"Ortada çok büyük bir oyun dönüyor..." dedi Zeyno.
"Hem..." diye kekeledi Ali. "Düşünün bir hocalarım, o şişe benim olsa onu ulaşılabilecek en kolay yere koyar mıyım?" Fakat Önder, Ali'nin ne dediğiyle ilgilenmiyordu. "Ne yapalım?" diye Kenan'a döndü.
"Bu durumda yapılacak şey belli..." diye lafa karıştı kadın hoca. "Disiplin kurulunu toplayacağımızı sen de çok iyi biliyorsun Önder hocam..."
"O kadar zahmet etmeye gerek yok," dedi Kenan. "Demek ki bir cahillik yapmış, genç işte. Disiplin, misiplin... ne uğraşacağız? Okulumdan kaydını silerim, bu hadise de bur'da kapanır. Okulundan olmak ona yetecektir."
"Bunu Ali'nin yapmadığını hepiniz biliyorsunuz hocalarım...!" dedi Arap. "Çok pis bir dümen dönüyor bur'da. Yalnız bilesiniz, Ali'yi bu nedenle kovacaksanız ben de ayrılırım bu okuldan!"
"Ben de!" dedi Zeyno.
"Üçünüzün de gitmesine gerek kalmayacak," diye bir ses geldi kapıdan. Döndüklerinde, kapıda Cemre'yi buldular. "Her şey benim suçum... çok üzgünüm," dedi Cemre.
"Anlayamadım kızım..." dedi Önder. "Nasıl senin suçun oluyormuş?"
"O şişe bana ait."
"Öyleyse ne işi var Ali'nin dolabında?"
"Okulda, çalınan bir miktar para nedeniyle arama yapıldığını duydum... üzerimde de bu şişe vardı, 'Onunla yakalanmaktansa onu buradaki dolaplardan birine saklarım,' dedim..."
"Neden Ali'nin dolabını seçtin peki?"
"Az önce de dedikleri gibi, bu şişeyi almaya güçlerinin yetmeyeceğini düşünürdünüz de ondan... ama işleri disiplin boyutuna getirdiniz... ben de, benim yüzümden ceza almasınlar istedim. İşte, ortaya çıktım. Bu okuldan atılması gereken biri varsa, o da benim..."
"Hayır, kastettiğim o değildi," dedi Önder. "Ali'nin dolabını nasıl açtın?"
"Ali dolabını kilitlemiyordu ki... bu bile size, şişenin onlara ait olmadığını düşündürmeliydi... siz içkiyi bulduktan sonra Alileri okuldan attırmaktan bahsetmeseydiniz, suçunu onlara yıkmaya çalışan kişinin dava dosyası bir faili—meçhul olarak kapanacaktı..."
"Madem dolap önce kilitsizdi, sen sonradan nasıl kilitledin?"
"Yakın arkadaşlarını henüz kaybeden üç öğrencinizin okula içki getirebileceğine inanıyorsunuz da, benim kilitsiz bir dolabı kilitleyebileceğime inanmıyor musunuz?"
"Valla' haklı," dedi Kenan.
"Hakkı olabilir, ama ben kanıtlarla ilgilenirim..." dedi Önder.
"Bu konuşma giderek hukuki bi' şeye dönüşmeye başladı, iyisi mi ben sıvışayım ortamdan..."
"Bi' yere gitmek yok!" diye bağırdı Önder. "Sen bu okulun müdürüsün!"
"Hocalarım..." dedi Cemre. "Siz Ali'yi okuldan atarsanız, onun başka bir koleje gitmeye maddi gücü yetmez. Tekrar bursluluk sınavına girse bile, sicilini araştıran yönetim onu kesinlikle okuluna kabul etmeyecektir. Ama ben her şeye sıfırdan başlayabilirim... birini kovmak istiyorsanız beni kovun, yeter bu kadar ahret sorusu sorduğunuz..."
"Kızım, senin ağzın ne güzel laflar yapıyor öyle, aynı annene çekmişsin... Ayla gibi avukat mı olacaksın sen de?"
"Kenan..." dedi Önder. "Bur'da ciddi bir mesele konuşuyoruz..."
"Araya az'cık şaka karışmadan ciddiyet olmuyor mu? Az önce de şaka ediyordum ben, siz ciddiye mi aldınız, ha? Hiçbir öğrenciyi disiplin kurulunu toplamadan atmam ben, burslu veya burssuz fark etmez..."
"Böyle bir durumda şaka etmek..." diye alnını sıvazlamaya başladı Önder, migreni tutmaya başlamıştı. "Kenan, iyisi mi sen şaka da yapma, ciddi bir şey de konuşma, sen en iyisi hepten sus tamam mı?"
"Ortam gerilince biraz yumuşasın istedim, ne var yani ya... offf... kendi okulumuzda da şaka yapamayacaksak..."
"Pekâlâ," dedi Önder, "Disiplin kurulu Cemre için toplanacak."
Buraya geldikleri gibi, buradan cümbür—cemaat ayrılmadılar. Sadece öğrenciler kalmıştı geriye... "Neden bizi kurtardın Bayan Vicdan?" diye sordu Ali.
"Söylediğim gibi, işlemediğiniz bir suçun vebali üzerinize kalmasın istedim..."
"Arkadaşlar," dedi Ali, Arap'la Zeyno'ya, "Galiba Cemre biraz utanıyor... bizi yalnız bırakır mısınız, belki söyleyeceklerini bana teke tekte söyler..."
Arap'la Zeyno, bozuk bir şekilde oradan ayrıldıktan sonra Ali, "Bu şişenin senin olmadığını biliyorum..." dedi.
"Ner'den biliyorsun?"
"Ortada bir tezgâh dönüyor... bizim bu okulda olmamızı istemeyenlerin, bizi hırsızlıkla suçlayabileceğini tahmin etmiştim, buna karşı bir hazırlığımız vardı ama... hırsızlık işi bizim gözümüzü boyamak içinmiş. Asıl amaç, o şişeyi Önder hocalara buldurtmakmış... peki, bizim okuldan gitmemizi isteyen kim?"
"Bana bir şey mi ima ediyorsun?"
"İma etmiyorum, ben senin gibi değilim, açıkça diyorum ki, 'Bu Berklerin oyunu ve sen de Kara Muratlık yapıyorsun ki, Berk suçunu itiraf etsin...'"
"Zekiymişsin," diye gülümsedi Cemre, "Berkleri bu planı yaparlarken işittim. Onların, bildiğimden haberleri yok ama..."
"Berk disipline gitmene razı olmayacak... sen beni kurtarıyorsun, o da seni kurtaracak..."
"Aslında bundan o kadar da emin değilim," dedi Cemre.
"Berk'in seni o kadar sevdiğinden emin olamıyorsan, neden kendini yakıyorsun?"
"Eğer ben yanarsam sadece bir kişi yanar... ama sen yanarsan, seninle birlikte Arap'la Zeyno da ateşlere atlamaya hazır... şimdi söyle, bir kişi mi kurtulsun, üç kişi birden mi? Hangisi daha adaletli olurdu?"
"Sana Bayan Vicdan demiştim ya..." dedi Ali. "Keşke dalga amaçlı söylemeseymişim, çünkü hakikat buymuş... kendini ateşe atarak, gerçekten de bir değil, üç kişiyi kurtardın sen..."
"Sadece teşekkür edip yolunuza gitseniz olmaz mı?"
"Hayır, sana ömür boyu borçlandık... bir kuru teşekkür yetmez..."
"Asıl Berkler, size bir ömür dokunamaz artık... çünkü başınıza uğursuz bir şey gelirse, parmakla gösterilen şüpheliler olacaklar..."
Ali, o zamana kadar Cemre'nin hep uykuda olduğunu düşünüyordu.
Şimdiyse, ilk defa bu uykudan uyanacağına dair içinde bir umut oluştu.
17 EKİM 2022
"Her şey bitti..." diyen bir kişi daha vardı. "Her şey geçti Vefa... Adalet yerini buldu. Tabii, formalite icabı sormak zorundayım... Seni çatıdan Cemre mi attı?"
Vefa'nın gözleri, bir kere kapanıp açıldı.
"Peki, nasıl hissediyorsun?"
Nasıl hissetmek mi? Çok tuhaf, Efe'nin çabalarıyla Vefa'nın saldırganı nihayet yakalanmıştı ama, Vefa hiçbir şey hissetmiyordu. Rahatlamamış veya huzura ermemişti. Çünkü biliyordu ki, her şey için çok geçti... Bu hale düştükten sonra, Cemre yakalanmış veya yakalanmamış, neye yarardı...
"Nasıl hissettiği önemli mi?" diyen Nesrin'in sesi, ilginç bir şekilde sinirli çıkmıştı. "Artık suçlarımız büyümeden ortaya çıkmamız lazım Efe... Kızcağız katil gibi ceza mı alsın? Buna 'yaralamak' denir, 'adam öldürmek' değil!"
"Nesrinciğim, bunları Vefa'nın yanında konuşmayalım istersen," dedi Efe, aslında o da Vefa'nın yanında konuştuklarına dikkat etmiş sayılmazdı. Çok tuhaf bir şekilde iki yetişkin, Vefa için ellerinden geleni yaptıklarına inanıyorlardı ve O'nun yanında, onu kızdıracak bir şey söyleseler bile tepki veremeyeceğini biliyorlardı. "Kadın dayanışmanı anlayabiliyorum, ama suç suçtur... bir kişiyi öldürmekle, onu bu hale getirmek arasında ne fark var?"
Ondan sonra Efe, Vefa'ya döndü. "Bundan sonra ilk yapmak istediğin nedir Vefacığım? İyileşmeye devam etmek dışında tabii..."
Vefa, gözleriyle yazma levhasını işaret etti. Efe, bir eliyle Vefa'nın bileğine destek veriyor, diğer eliyle de levhayı tutuyordu. Vefa'nın parmağı levha üzerinde gezdikçe, işaret ettiği harfleri seslendiren Efe, Nesrin'in not almasını sağladı.
"Telefonla... görüşmek... istiyorum," diye notlarını tekrarlayan Nesrin, Efe'ye baktı. "Telefonla görüşmek ne işe yarayacaksa!"
Efe, bu kez Nesrin'e aldırış etmedi. "Peki, ilk kimi arayacaksın Vefacığım?" diye Vefa'ya döndü.
Bu da soru muydu? Elbette Ali'yi. Ali, Vefa'nın kardeşiydi. Kendisine hiç ihanet etmeyen kardeşi... Ali, bilinmeyen numaradan gelen bu telefonu açtığında, karşı taraftan hiç ses işitmedi. "Alo, kimsiniz?" diyen arkadaşının sesini, aylar sonra kalınlaşmış bile buldu Vefa. O kadar uzun zaman mıydı birkaç ay...? Gerçi Vefa'nın durumu düşünülünce, zaten birkaç yıl yaşlanmış sayılırdı çocuk. "Kimsiniz, alo, cevap verin; sesiniz gelmiyor!" diye birkaç denemeden sonra kapattı Ali.
Vefa'ya bu kadarı da yetmişti, onu gözyaşlarına boğduğunun farkında değildi tabii Ali.
Onun bu halini gören Nesrin, az önceki tavırlarından pişman olmuştu bile...
Zavallı çocuğa, birkaç ay sonra kardeşinin sesini duymak bile yetmişti demek ki...
*****
Fakat Arap'ın telefonunu işitmesi mümkün değildi. Gizli numaradan gelen bu çağrı, arabanın içindeki telefonu çaldırdı durdu. O sırada Arap, Hazal'ı getirdiği uçurumda küçük bir ateş yakmıştı.
"Nasıl hissediyorsun?" diye sordu Arap.
"Burası çok güzel..." diye gülümsedi Hazal. "Böyle bir uçurumu güzel bulacağımı, bu ateşin hoşuma gideceğini falan tahmin edemezdim... Aslında düşündüğümüzde... burası en iyi seçim... bur'dayken ikimizi de bulamazlar... yalnızken hep buraya mı kaçarsın Arap?"
"Evet, de..." dedi Arap. "Ben onu sormamıştım. Yani bütün bu olanlardan sonra... Cemre, babam... Ben boşluktayım sanki, sen nasıl hissediyorsun?"
Hazal, şarap şişesinden bir yudum aldı. "Ben nasıl boşlukta hissetmem ki... olanlardan ben de sorumluyum... Vefa'nın bana açıldığını Cemre'yle paylaşmasaydım... ama insanın aklına gelir mi, Cemre'yle Vefa, yani, aynı cümlede bile o kadar acayip duruyorlar ki... Cemre nasıl Vefa'ya âşık olabilir, ve bunu nasıl o kadar ustalıkla saklayabilir... aklım almıyor..."
"Benim de aklım almıyor..." diyen Arap, şişeyi elinden alarak o da bir yudum içti. Dönüşte de doğal olarak Bilal'in külüstürünü kullanacakları için, yavaş gitmeleri gerekiyordu... Ama bir yandan da, bu konular, alkolsüz konuşulamıyordu... "Bunca ay, onun canına kıydığını nasıl da sakladı..."
"Üstelik de sevdiğini öldürmesi... insan hiç sevdiğini öldürebilir mi Arap?!"
"Ben olaya sevmek, sevmemek gözüyle bakmıyorum..." dedi Arap. "Bir insan öldürmek gözüyle bakıyorum... o gece öldürdüğü sen de olabilirdin, çünkü seni kıskanmıştı."
"Evet, ama yine de bir fark var bence..."
Arap, Hazal'ın ne demek istediğini anlamıştı. "Allahtan Alime zarar vermemiş o kız..." dedi.
"Arap, o benim en iyi arkadaşımdı," diye cevap verdi Hazal da. "Her şeye rağmen..."
"Eğer O'nu 'hapishanede' ziyaret etmek istersen, seni anlarım..." dedi Arap da. "Madem en iyi arkadaşındı... sonuçta ben de... Babamı görmek için defalarca denedim, günlerce, haftalarca... Gerçi o çıkmadı görüşlerime... neyse... biz, senle ben... yani, ikimiz de... çok doğru bir şey yapmıyoruz... buluşup görüştüğümüzü herkesçiklerden saklıyoruz..."
"Evet... nedir suç... nedir ceza... Bilmiyorum. Tek bildiğim, çok üzgün olduğum, ve bu üzgünlüğü nasıl geçireceğim hakkında en ufak bir fikrim bile yok! Sanırım Cemre'yi görmeye gideceğim. Görüşüme çıkarsa tabii..."
"Ben biliyorum üzgünlüğünü nasıl geçireceğimi!" diyen Arap, ayağa kalktı ve uçuruma birkaç adım yaklaştı. "Dur Arap, n'apıyorsun, çok yaklaştın!" dedi Hazal.
"Merak etme, kendime zarar verecek değilim... bugün benim en mutlu günüm, yeniden doğdum sanki! Seni de buraya davet ediyorum, ha'di gelsene!" Arap da, Vefa gibi rahata, huzura kavuşamadığının farkındaydı aslında. İçinde bir şeyler buruktu. "Babam bugün dışarıya çıkıyor ya!" diye bağırdı. "Ona soracak öyle çok sorum var ki, belki de o yüzden mutlu olduğumdan emin değilim ben de... ama emin olmak için bir yolum var. AAAAA!"
Hazal, Arap'ın yaptığı şeyi garip bulsa da, hoşuna gitmişti. O da yaklaştı. "Bağırınca geçiyor mu böyle acıların?" diye sordu.
"Evet, ne zaman canım kaçıp saklanmak istese, burada bağırırım böyle. Sen de denemelisin."
"AAAAA!" Hazal'ın peyda ettiği çığlık, içkinin de etkisiyle, Arap'tan daha çok mutlandırmıştı genç kızı. Öyle ki, hiç düşünmeden, bir şey daha haykırdı: "Vefa, çok özür dileriz!"
Ne yaptığını fark edince, utanarak Arap'a baktı. Ama Arap, alınmış değildi. "Masum değiliz hiçbirimiz," dedi. "Hepimiz suçluyuz. Sen suçlusun, ben suçluyum... herkes suçlu. Sanırım bu hikâyenin en masumu Zeyno."
"Arap..." diye sesi titredi Hazal'ın. "Bana anlatacak bir masalın daha var mı?"
"Bende çok var..." diyen Arap, acı acı gülümsedi. "Seç, beğen, al gülüm..."
"Sonu mutlu biten herhangi bir şey olabilir. Son cümlesi, 'Ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar,' olsun yeter..."
"Anlatırım, anlatırım tabii..." dedi Arap. "Ondan sonra da babama gideriz, olur mu gülüm benim?"
"Baban beni görmese de, orada olacağımdan emin ol..." dedi Hazal.
*****
Cemre, nezarethaneyi sadece bir kere görmüştü. O da Ali'yi bu demir parmaklıklar arkasında gördüğü zaman... Kendisi gibi on sekiz yaşının altındaki suçlular arasında değildi, genç kız, yalnızlıktan boyuna ağlıyordu... Avukat en son, annesinin sekiz yaşından beri aldığı bütün psikolojik destekleri kanıtlayan raporların onu "Bayrampaşa"da fazla tutmayacağını söylemişti ama şu anda beklemekten başka bir şey gelmiyordu elinden. Annesi, Ali veya Berk gelse görüşe çıkmayacağını biliyordu, ama avukattan beri gördüğü ilk kişi, gardiyan, gelip ona, en iyi arkadaşının ziyarete geldiğini söyledi.
"Hazal...?" diyen Cemre'nin, gün içinde ilk kez ağlaması kesildi. "Demek hatır-gönül bilen bir sen varsın ha..."
Fakat, "Geçmiş olsun Cemre," diyen ses, bir başkasına aitti. Mavi, kendisini Cemre'nin en yakın arkadaşı olarak tanıtarak görüşme izni çıkarmıştı...
Cemre, ağlamaklı yeşil gözlerini Mavi'ye dikmiş, hiçbir şey söylemiyordu. Mavi, demir parmaklıklara bir adım yaklaşarak, "Bu kaç?" diye sordu. İşaret ve ortaparmağını havaya kaldırmıştı.
Cemre halen sessizlik içindeydi.
"Aaaaa, kör mü oldun yoksa? Bak, söyleyeyim Cemrecik. Bu iki. Bir değil ha, iki. Peki, niye sana bu sayıyı gösteriyorum biliyor musun? Çünkü ikisini de elinden alacağım senin. Hem Ali'ye hem de Berk'e adını unutturacağım senin... bir değil, ikisini birden. Çünkü bunu daha önce başaran bir kız yok... Okulun en popüler kızı için savaşan iki kardeş, artık yeni kraliçe için kavga edecekler... Ali'yle Berk benim için kavga edecek, ama sen bunu göremeyeceğin için üzgünüm. Ama, bana hangisini daha çok sevdiğini söylersen, onunla başlarım, bu kıyağımı da unutma, ha."
"Hastasın sen."
"Belki. Ama hangimiz dışar'da? Katil seni... o kadar zavallısın ki, bir kişi bile kalmamış yanında. Ama bunu hak ettin sen. İdam keşke Türkiye'ye geri gelseydi. Ama müebbetle idare edeceğiz el-mecbur... gerçi böylesi daha iyi. Gebermeyeceksin, sürüneceksin. Çürüyüp gideceksin mahpus damlarında... tabii, bunun için benim de çorbada bi' tuzum olacak. Bana bıraktığın bu hediyeyi seve seve anlatacağım polis memurlarına..." diyen Mavi, boynunu gösterdi.
"Bunu sana ben yapmadım, biliyorsun."
"Hafızan mı zayıfladı senin? Bunu gayet tabii sen yaptın... ben, bu ifadeyi bu şekilde verdiğimde, sence senin gibi bir akıl hastasına mı inanacaklar, bana mı? Şimdi o raporlara güveniyorsun değil mi? Annen hakkında her şeyi biliyorum. Senin akıl hastalıkların, o müebbedi yemene engel olamayacak. Şimdi sana iyi kudurmalar." Mavi, tam gidecekken döndü. "Ha, sana dostane bi' tavsiye... sakın ola ki, bi' kişiye daha âşık olma. Çünkü onu da alırım elinden."
Mavi, oradan çıkarken, "It's a mad, mad world that we're living it..." diye şarkısını tutturmuştu...
Hayatında, bundan keyifli bir an yaşadığı bir günü daha hatırlamıyordu.
*****
Vedat'ın serbest bırakılması, birkaç saati almamıştı. Tabii o Kenan Yağızoğlu değildi, işleri şipşak çözülmezdi; bir de o, alışık olunan karakoldan alınacaktı. Bilal, "Biliyordum," diyordu Arap'a, "Babamdan hiç şüphelenmemiştim ben...!"
Arap, soracağı sorular için Vedat'ı bekledi. Bu arada, aklını Hazal mevzusundan alamıyordu. Ali, aklını okumuş gibi, "Arap'ım," dedi, "Bütün bu olanlardan sonra... ne yapacağım biliyor musun?"
"Ne?"
"Berk gibi davranacağım... bütün sırları itiraf edeceğim... hani şu havuz partisi vardı ya, Ege'nin..."
"Evet?"
"Ben o partide Hazal'a bir şey söyledim. Seninle olamayacağı gibisinden bir şeyler..."
"Şu anda Hazal, kendi isteğiyle burada değil," dedi Arap. "İstese gelirdi. Yani kendini suçlamana gerek yok..."
Ali, kendini suçladığı için konuşmuyordu zaten.
Kendisi de, düşmanına olan aşkını öldüremediği için, Arap'a Aşk konusunda ahkâm kesemeyeceğini biliyordu artık.
Ali'nin telefonu, Ali'yi bu düşüncelerden ve iç hesaplaşmalardan kopartırcasına, bir mesajla titredi. "Bizim mekânda bekliyorum."
İlk bakışta çok belirsiz bir mesaj gibi gelse de, Ali hangi mekânın kesildiğini şıp diye anladı.
Eee, ne de olsa kardeşiyle, kimsenin anlayamayacağı bir lisanı geliştirmiştiler...
*****
Ali, artık yeni babasıyla birlikte edindiği okulun anahtarlarını kullanarak, oraya kadar gitti. Burayı kullanmayalı uzun bir süre olmuştu... Kuytu Köşe'den müzik sesleri yükseliyordu zaten, Ali yaklaştıkça bunun "Anason" olduğunu anladı.
Berk, pek de kendisine uygun olmayan iki şişe rakı kurmuştu ayarladığı sofraya. Birkaç da meze vardı. "Şöyle erkek erkeğe iki duble atalım, dedim..." diyordu. "Sen gelmeden sadece bi'kaç yudum aldım ha, yanlış anlama..."
"Dolabıma şişe saklamaktan nerelere..." diyerek karşısına oturdu Ali. "Bazen düşünüyorum da... ne yaşlandık be oğlum! Sen o gün o yumruğu Vefa'ya çakmış olmasan, bugün burada olmayacaktık..."
"Bütün bu yaşananlardan beni mi suçlu tutuyorsun?" diyen Berk'in dilinin ucuna, Cemre'nin, Ali'nin ensesine baltayı çakan kişi olduğunu söylemek geldiyse de, kendine hâkim oldu. Hayatında ilk defa, ilk kez, iyilik yapıp, denize atacaktı...
"Hayır, beni yanlış anladın..." diyen Ali, içkiye gerçekten ihtiyacı olduğunu hissederek kendi kadehine önce buzları attı. Berk, o sırada acılı ezmeden aldı çatalının ucuna. "Amma lezzetliymiş bu yalnız..." dedi. "Bi' daha zor sofra kurarım, bulmuşken tadını çıkar bence..."
"Önce kadeh kaldırmayı severim..." dedi Ali. "Cemre'ye..."
"Eğer Vefa'yı dövdüğüm o gün..." diye kadehini kaldırdı Berk de. "Bana bi' kardeşim olacağını söyleseler, ve onunla ilk aşkıma kadeh tokuşturacağımı... 'Benimle taşak mı geçiyo'sunuz lan?!" derdim.
Ali, kendini gülmeye zorladı. "Bana da bi' abim olacağını söyleseler, ve Cemre'nin, abimi terk edip, Vefamı öldüreceğini, aşkıma karşılık vereceğini, kadınım olacağını..."
Berk, bu işittikleri üzerine önce bir güzel öksürdü, sonra rakısından büyük bir yudum aldı. Cemre'nin, Ali'yle bu kadar ileri gideceğini hiç tahmin etmemişti, belki de bu korkutucu ihtimalden kaçmıştı... ne zaman olmuştu, nasıl olmuştu? Bunların hiçbirini soramadı, soramazdı. Anlaşılan, bu gece sarhoş olacak olan kendisiydi, kendisini toparlayacak olan da Ali...
"Kardeşim..." dedi Berk. "Teşekkür ederim."
"Neden bana teşekkür ediyorsun ki? Ben n'aptım şimdi?"
"Hiç övgü kabullenemiyorsun öyle değil mi... Sen, Pikaçu Ash'e ne yaptıysa bana ondan yaptın Ali... Herkes az buçuk bilir Pokémon'u, öyle değil mi? Herkes, Ash'in Pikaçu'yu seçtiğini düşünür... o iş öyle değil. Aslında, Pikaçu, Ash'i seçti... Aman, belki de rakı felsefesi yapıyorum... Herkesten bir filozof çıkartıyor şu meret..."
"Asıl ben teşekkür ederim..." dedi Ali de, ve Berk'e sarıldı. Karakoldaki o günden beri, artık Berk'le arasındaki fiziksel mesafeler tamamen kalkmıştı. "Ash de Pikaçusunu çok sevdi... İyi ki benim abim oldun. Ve iyi ki, ikimiz aynı kızı sevmişiz. Çünkü ikimiz de Cemre'yi sevmeseydik, seni en iyi anlayan ben olmazdım... Cemre'yi benim kadar sen de seviyorsun. Şimdi, ikimize de onun, bir yerlerde nefes aldığını bilmek yetecek... Ama hapishanede, ama klinikte... Cemre'nin başına ne gelirse gelsin, o daima kalbimizde olacak..."
Berk, Ali'nin rakı filozofluğunun hiç de fena olmadığını düşündü. "Kardeşim..." dedi. "Bu dünyaya yüz defa gelsem de, bin defa gelsem de, yine senin abin olmak isterdim..."
"Benim o kadar güzel sözlerim var mı bilmiyorum," diye gülümsedi Ali. "Ama ben de canımı feda ederim senin için gerekirse..."
*****
Ege ortalıklarda yokken, Çağrı genelde bahçede olmaya çalışırdı. Okulda olan—bitenden her zamanki gibi habersiz, en iyi arkadaşını izliyordu. Evet, bu en iyi arkadaş, kendini ağaç zannederdi. Bütün gün kendini ağaca yaslar, öylece beklerdi. Konuşmadan dikilirdi... Çağrı'nın sorularına cevap vermeden...
Çağrı, tanıdık bir yüzün kendisine yaklaştığını gördü. "Tam da iyileştiğimi düşünmeye başlamıştım!" diye bağırdı Can'a. "Tam da buradan çıkacağımı düşünüyordum...! Yine başladı halüsinasyonlar... Cemre'yi görmeye başlıyorum şimdi de...!"
"Sanrı değil, gerçek," dedi Cemre ve, yaklaşarak Çağrı'nın bankında yanına oturdu. Pembe önlüğü vardı üstünde.
"Sen ve bu özel klinikte olmak... ne alaka? Senin yeme bozuklukların filan vardı... onun için bir rehabilitasyon merkezine gitmen gerekmez miydi? Bu klinikte ne işin var?"
"Ben buradayım çünkü..." dedi Cemre. "Vefa'nın katili benim."
"Ne! Yok—artık, benimle kafa buluyorsun Cemre..."
"Sen yokken birçok şey oldu... Ege anlatmadı mı hiçbirini sana? Herkese anlattığım hikâyeyi, sana da tekrarlayacağım Çağrı. Ben Vefa'yı seviyordum. Öldüresiye. Hazal'ın elimden, bir değil iki erkeğimi almaya çalıştığını düşündüm, Rus ruleti Vefa'ya çıktı. Ali'nin bana âşık olduğunu fark edince, bunu lehime kullanmaya karar verdim... sonra işler çığırından çıktı. İşte bur'dayım. Henüz kimse bilmiyor... yani bir kliniğe gideceğimi biliyorlar da, hangisi olduğunu bilmiyorlardı... ama üzgünüm. Ne için biliyor musun? Hem en iyi dostumu, hem de sevdiğim çocuğu elimden almaya çalışan Hazal değil, Mavi'ymiş."
"Ne yani sen..." dedi Çağrı. "Bayağı bayağı çocuğu, 'This is Sparta!' diye çatıdan mı attın yani?!"
Cemre ister istemez güldü. "Cemre, dışar'da olsak sana ahlaki nutuklar çekmek isterdim ama..." dedi Çağrı. "Madem buradayız, özgürce söyleyebilirim: Sen benim idolümsün!"
"Ne!"
"Evet, zaten seni kendime hep yakın bulmuştum... benim için de insan sevdi mi, öldüresiye sevmeli. Ama benim, ��ldürecek kadar cesaretim olmadı hiçbir zaman. Leyla konusunda da çuvalladım, Zeyno konusunda da her şeyi berbat ettim..." Tabii, bu ikisinden de daha çok sevdiği son kişiyi paylaşmamak için dudağını ısırdı Çağrı. Her şeyi Cemre'yle paylaşması için henüz çok erkendi. Evet, her şeyin Çağrı için bittiğini düşünmesi yeterdi Cemre'nin; ama, Cemre için bir şeyler yapabilirdi Çağrı.
"Senin oda numaran kaç?" diye sordu Cemre'ye...
"Altı."
"Ben de dokuz numarada kalıyorum, sonra görüşürüz tatlım..."
Çağrı, şeytanice sırıtarak odasına doğru gitmeye başladı.
*****
"İyi de neden baba!" Arap'ın nihayet dili çözülmüştü. "Neden Kenan'ın böyle bir suçu senin üzerine yıkmasına izin verdin?! Neden boşu boşuna haftalarca lanet ettirdin bize?!"
"Hepsini sizin için yaptım!" diye bağırdı Vedat. "Kısa bir süreliğine de olsa, paralı olun, yüzünüz gülsün diye... ben olmasam bu hayta nasıl kıyacak nikâhı Kader'e!"
Bilal yaklaşarak, sanki Vedat kendi oğluymuş gibi onun alnından öptü. "Ne yapsak hakkını ödeyemeyiz baba..." dedi. "Ama o Kenan ödeyecek bu karanlık işlerinin hepsinin bedelini... Vefa'nın katili değilse de, beni kardeşimin canıyla o tehdit etmedi mi! Oğluna işkence etmedi mi yıllarca o ceza odasında... Bu suçların gümbürtüye gitmesine, kendi adıma izin vermeyeceğim! Kim benimle?"
Odadaki hiç kimsenin eli kalkmadı.
"N'oldu ya, öylece bırakıyor musunuz bütün bu meseleleri? Peki, Vefa'nın cesedi n'olacak? Onu ner'den bulacağız?! Cesedi ner'de bilmek istemez misiniz? Bayramdan bayrama bir Fatiha okumak istemez misiniz...!"
"Bilalcim..." dedi Derya. "Kenan Allahından belasını bulmuş zaten... ne kurcalıyorsun? Berk dememiş mi; ya altı ay ömrü kalmış, ya da bir sene..."
Bilal kaşlarını çattı. Kenan'ın öylece öleceğine inanası gelmiyordu, bir bit yeniği vardı bu işin içinde.
Ali'yse, telefonunu çaldıran zil sesiyle yerinden sıçradı. Derya, oğlunun yaşadıklarıyla psikolojisinin allak-bullak olduğunu biliyordu. "Ne bekliyorsun oğlum," dedi. "Açsana."
Ali, nedense yalnız başına konuşmak istedi. Bu gizli numarayı, Arap'ın odasında cevapladı. "Kiminle görüşüyorum?" diye sordu.
"Merhaba, ben Nesrin, Çağrı'nın annesi..."
"Aaaaa, merhaba Nesrin teyze... nasılsınız?"
"Senden iyi olduğum kesin Ali..." dedi Nesrin. "Büyük geçmiş olsun."
"Sağ olun. Sizin için ne yapabilirim?"
"Bu bizim Çağrı... seninle görüşmek istiyormuş deli oğlan."
"Ne alaka ki? O genelde Ege'yle sıkı-fıkı değil mi...?"
"Uyuşturucu işte, beyne etkileri, bırakıldıktan sonra da devam ediyor... Çağrı seninle samimi olduğunu düşünmüş olmalı ki, seni çağırıyor. Onu kırma tamam mı oğlum, yarın seni muhakkak bekliyor kliniğine... oda numarası dokuz, unutma."
"Tamam," diyerek telefonu kapattı Ali, tam da kendisine Truva atı misyonunu yükleyen kadınla konuştuğundan habersiz...
*****
18 EKİM 2022
Çağrı, öğle sularında ellerini ovuşturarak Ali'nin Cemre'ye gelişini izliyordu gerçek dokuz numaralı odanın kapısından, özel bir klinik olduğu için fazla denetim yoktu. Kendini Eros gibi hisseden çocuk, Ali iyice yaklaşınca hemen kendisini odasından içeriye attı. Bundan sonrasını Cemre halledecekti...
Ali, Çağrı'yı beklerken karşısında Cemre'yi bulunca, bir anlık şok yaşadı. Cemre, "Bu çikolatalar bana mı?" diye sordu.
"Madem oyuna geldim, senin olsun bari..." diyen Ali, bir kutu çikolatayı Cemre'nin sahip olduğu tek masaya bıraktıktan sonra, yatağının ucuna oturdu. Cemre de, ona uyarak kendi yastığına taraf oturdu. Aralarına başkalarının da sığacağı bir mesafe oluşmuştu.
"Annem nasıl bu aralar..." diye sordu Cemre.
"Nasıl olsun... bir çocuğunu mezara verdikten sonra, bir çocuğunu da demir parmaklıklar arasına gönderdi... yani bu özel kliniğe..."
"Peki ya sen?... Sen nasılsın?"
"Ben nasıl olayım..." dedi Ali. "Bir kıza âşık oldum, sonra... Gördüm... başımın belasını."
"Biz zaten..." dedi Cemre. "Denizkızı'yla Yangın Ali'ydik. Ateşle suyduk senle ben. Bizim birlikte olmamız bile bir savaş meselesiydi..."
"Ama..." dedi Ali. "Biri varmış biliyor musun... William Chester Minor diye. Öldürdüğü adamın karısıyla bir ilişkiye başlamış... bir aşk cinayeti değil ha, hem zaten adam da öyle büyük bir adam filan, askermiş, sözlük yazıyormuş... cinayetten sonra başlamış birliktelikleri... Bi' bir arada olma meselesiymiş, bağ kurma... Bu, dünyadaki insanların çoğunluğunun anlayabileceği bir ilişki değil. Ama böyle bağlar var. Japon işkencecisini affeden İkinci Dünya Savaşı gazisi bir Amerikalı var... Kardeşini öldüren adamla evlenen kadın falan var... araştırdım bunları. Gerçi sonuncusundan çok emin değilim. Sağlam değildi kaynak..."
"Berk gibi konuşuyorsun," dedi Cemre. "Bizim ilişkimizi onaylayacak bir toplum yok dışarıda... Çağrı hariç, o da içeride..."
"Ben Arap'ı kafalarım..." dedi Ali. "Zaten onunki de bir imkânsız aşk hikâyesiymiş... Hazal'la... Çağrı, Ege'yi ikna eder. Arap da Zeyno'yu... Berk zaten dünden hazır bize inanmaya... geriye halledilecek, bir tek büyüklerin işi kalıyor..." Ali gözlerini Cemre'ye kaldırdı. "Senle ben yeterince bedel ödemedik mi Cemre...? Yeterince acı çekmedik mi? Artık mutlu olmayı hak etmedik mi? Zaten sen bur'da ben dışar'da... Ben seni bekleyeceğim Denizkızım. Ha hapishane, ha burası, ne fark eder...? Cezanı çektikten sonra..."
"Gerçekten bekleyecek misin beni?"
"Bekleyeceğim."
"Öyleyse ben de seni bekleyeceğim." Cemre, yatağında biraz Ali'ye yanaştı. Ali de, biraz Cemre'ye yanaştı. Ali, Vefa'yı iten elleri tuttu. Cemre'yi çoktan affetmişti ama, Vefa'yı unutmuyordu.
Ali içinden, "Bizim gibi çiftlere birlikte ölmek yaraşır..." diye geçirdi, ama Cemre uğruna ölmek fikri cazip gelse de, o Zeyno'nun yaptığını yapmayacaktı. Çünkü Cemre ne kadar ölümü çağrıştırıyorsa, Berk de o kadar yaşamı çağrıştırıyordu.
Ali'nin bu dünyada bir ağabeyi vardı ve onun için, onun kardeşliğini yapmak için, ve onun mutluluğu için, hayatta kalacaktı.
*****
"Buradan, istediğin zaman çıkabileceğini biliyor muydun Çağrı?"
Çağrı, ilk defa kendisiyle konuşan bu ağaca baktı. "Nasıl yapabilirim?" diye sordu.
"Çok kolay. Buranın güvenliği çok zayıftır... eğer, gün doğana kadar geri döneceğine söz verirsen, sana kaçış yolunu gösteririm."
Aslında Çağrı, Cemre'den daha çok sabırlıydı. Burada kalmasına kalırdı ama, Ege'yle takıla takıla, onun gibi adrenalin tutkunu olup çıkmıştı. Gün doğmadan kliniğe geri dönmek, hayatında işittiği en heyecanlı işe benziyordu. Can'ın yardımıyla, tereyağından kıl çeker gibi kaçtı klinikten. İlk istasyonu, eski mekânlar oldu.
"Ooo, Çaça, nerelerdesin, görünmüyorsun kaç zamandır..." diye kendisini bir kız karşıladı. "Leyla gibi."
Bu, kumral saçlı ve toplu yapısıyla Akşın'dı. Hayatında duyduğu en garip isim olduğundan, unutulması zordu Çağrı tarafından.
"Evet... kliniğe yattım. Bilirsin, yüksek dozdan Tahtalıköye gitmemek için; biraz or'da takılıyorum. Biraz düzeleyim, döneceğim bu âlemlere..." dedi. "Leyla'yıysa bilmiyorum."
"Emin misin Çağrı? Yani bu gece, sadece izleyici misin?" diyen Akşın, Çağrı'nın dayanamayıp kendilerine katılacağından emindi.
"Evet," dedikten sonra Çağrı, Akşın'ı gece kulübünün derinliklerine kadar izledi. Bu, Taksim'deki en büyük gece kulübüydü, bir labirent gibiydi. Eğlenenler, müzikle hoplayıp zıplayanların arasından, dans pistinin ortasından geçmişlerdi, menzilleri de bir hayli kalabalıktı.
"Ne var bu akşam?" diye sordu Akşın.
"Ekstazi," diye cevap verdi leş gibi bir koltukta oturan bir genç.
"Ha'di ya," dedi Akşın. "Kokainden sonra keser mi o bizi?"
"Kokain gibi kullanırsan neden kesmesin?" diyen genç, o hapları koltuğun yakınındaki sehpanın üzerine koyup, telefonuyla ezmeye başladı. O gri renkli haplara, telefonunun üzerindeki virüslerin bulaşması önemli değildi, çünkü ne burasının hijyenik bir ortam olduğu vardı, ne de herhangi bir virüsün, ekstaziden daha fazla öldürücülüğü...
Akşın, gencin toz haline getirdiği ekstazi haplarını, kokain gibi kullanmaya başlarken, Çağrı'nın burnu iğrenç kokularla doldu. Ekstazinin, esrardan bir farkı yoktu aslında. Ama eskiden bu koku, kendisini bu kadar tiksindirmezdi. Çağrı, Ege'nin kokusunu özlediğini fark etti. "Şimdi, iki seçenek var önünde Çağrı..." dedi kendine. "Ya bütün o tedaviyi tersine çevirirsin, ya da Ege'nin kokusuna gidersin..."
"Beyler, bayanlar," dedi o gençlere. "Bana müsaade... Gün ışımadan olmam gereken bir yer var da..."
Müsaade istemesine gerek yoktu, o bir grup genç çoktan kendilerinden geçmişti bile. Çağrı, usul usul geride bıraktı onları. Yardıma ihtiyaçları vardı, polisi aramalıydı ama, bu kez de Çağrı'nın köstebekliğini fark eder, daha beter sarılırlardı başına bela gibi. Ansızın, Çağrı ona rastladı. O kişiye... Çağrı önce bunun, bir halüsinasyon olduğunu düşündü, öyle ya, Ege'nin burada ne işi vardı, kendisini nereden bulabilirdi?! Ama o koku... Çağrı'nın halüsinasyonlarını test etmek için son zamanlarda geliştirdiği koklama organı, Ege'nin gerçek olduğunu anlatıyordu Çağrı'ya.
"Ege, s-sen..." diye kekeledi. "Burayı nasıl buldun?!"
Ege, "Burada soruları ben sorarım," bakışı atsa da, "Şu geri zekâlılar sayesinde," diye Akşınları işaret etti. "Bakın kimler gelmiş ziyarete, diye 'post' atmış Instagram'a..."
"N-Ne... yani herkes gördü mü o 'post'u?!"
"Hayır, Akşın'ın profili gizli! Ama görür görmez damladım buraya, Allahtan yakınlardaydım. Seni aptal!... burada ne işin var senin!?"
"Ege ben temizim halen, yemin ederim her şeyin bir açıklaması var... hem... ben her şeyi izah edecektim sana! Gün ışıyınca klinikte bilecekti beni herkes! Herkesi boş ver, ben 'sana' anlatacaktım... buraya sadece kendimi denemeye gelmiştim! Uyuşturucunun bu kadar yakınına gelip de, ondan uzak durmayı başarabildiğimi kendime kanıtlamış, ve şimdi gitmek üzereydim...!"
"Çağrı," dedi Ege, "Bitti."
"Ne bitti? Başlamayan şey biter mi hiç?"
"Evet, haklısın... pek de başlamış sayılmazdı. O yüzden, hiç yaşanmadı kabul et aramızda yaşananları..."
"Çok saçma... ne demeye çalışıyorsun sen? Hiçbir şey anlamıyorum..."
"Çağrı, yine salağa yatma... sen ne dersen de, ben senin ne kadar zeki bir adam olduğunu biliyorum... ve ben artık 'yokum' Çağrı. Seni, sana rağmen koruyamıyorum ben artık..."
"Ege, şaka bu di mi..."
"Hayatım boyunca senin yörüngende dönmekten başka bir şey bilmedim ben. Ama bundan fazlası, kendime saygısızlık... sana son bir kıyak yapıp, geri zekâlı Akşın'ın paylaştığı fotoğrafa 'montaj' diyeceğim... bu kaçış maceranı son sırrımız olarak saklayacağım. Ve ben... kendi mutluluğumu kovalayacağım artık."
"Son mu, ne sonundan bahsediyorsun sen... ama, Ege... sen... bana bir şans vermiyorsun bile!"
"Kendine dikkat et Çağrı, bundan sonra... Becerebilirsen tabi'."
"Son sözün bu mu?"
"Evet."
"Peki, öyleyse sen bilirsin. Güle güle sana, elveda... yolun açık olsun!"
"Sana da mutluluklar."
"Mutlu olacağım, merak etme!"
Her daim rahat, gamsız, geniş bir tip olan Ege'nin, gördüğü en ciddi haliydi ve Ege Şimşek, Çağrı'nın hayatından böylece çıkıyordu. Soyadı gibi, bir şimşek misali... Çağrı'nın, keçi gibi inadını bırakıp, pişman olup, arkasından koşup, gözyaşları içinde; "Ege, n'olur gitme, dur, bekle," diye yalvarmasına, özür dilemesine bile izin vermeksizin, ortaya çıktığı hızda kaybedivermişti kendini ortalardan...
Kendi kendine, "Bunu hak ettin oğlum Çağrı..." diye tekrarlayıp durdu Ege'nin papağanı gibi. "Bunu hak ettin sen..."
20. BÖLÜMÜN SONU
21 Ocak 2023-17 Haziran 2023
2 notes · View notes