Heaven Official's Blessing▪︎
205. BÖLÜM - 500 kişi bulmaya çalışmak - eski bir dostla karşılaşmak - 2
Xie Lian o kadar şok olmuştu ki ağzını açamadı.
Shi Qing Xuan kafasını kaşıdı, “Hahahhaha, İlk başta başka biri gibi görünmek ve sizi gizliden gözlemlemek istemiştim, ama ekselanslarının gözleri çok keskin. Ne yapalım elden bir şey gelmez, yeteneğim ve zarafetim unutulamaz hahahahaha…”
“…” Xie Lian ellerini onun omzunda koydu ve boğazını temizledi, “…Lordum Rüzgar Ustası.”
Shi Qing Xuan gülmeyi bıraktı ama hala kafasını kaşıyordu, sanki saçları pire doluydu ve ölesiye acıtıyordu, “Ekselansları, ben artık Rüzgar Ustası değilim.”
“Pekala, Qing Xuan.” Dedi Xie Lian. Sormadan önce biraz duraksadı, “Nasıl… bu hale geldin?”
“Ah şey… uzun hikaye” dedi Shi Qing Xuan. “Her neyse öyle veya böyle, şu an buradayım, son halim bu.”
Tam o sırada tapınağın içindeki kalabalık dışarı seslendi, “Ne? Ol’ Feng! Bu ikisini tanıyor musun?”
Shi Qing Xuan arkasını döndü, kolunu Xie Lian'ın omzuna doladı ve sertçe vurarak, “EVET! Geçmişimden arkadaşlarım!”
“NE? ARKADAŞLARIN MI? OL’ FENG NEDEN BAŞTAN DEMEDİN?”
“Ol’ Feng senin gibiler bir bakışta kimin bir eli yağda bir eli balda büyüdüğünü anlayabilir. Eminim yine uyduruyorsun!”
Kalabalık şaşırdı ve hayrete düştü, olayları büyük bir anlaşmaya dönüştürdü, komik olabilirdi ama Xie Lian üzgün hissetti. Üçü arasında yalnızca geçmişin rüzgar ustasının gerçek olduğu bilinmesi gerekliydi. “Bir eli yağda bir eli balda büyümüş mü?” Shi Qing Xuan çok sinirlenmişti, “NE DİYORSUN SEN? HİÇBİR ŞEY UYDURMUYORUM!!”
“Lütfen. Eskiden hâlâ deli olduğun ve bütün gün saçma sapan konuştuğun zamanları hatırla, bunları unuttuğumuzu mu düşündün?”
Shi Qing Xuan HA! NE! DUR NEE!! Diyerek anlaşılamaz seslerle haykırıyordu. “BEN GİDİP ARKADAŞLARIMA YARDIM EDECEĞİM! GİDİYORUM! BAKIN GİDİYORUM! BAŞKA GELEN VAR MI?”
Bu kez kalabalık birbirine baktı ve bir an sonra şöyle dediler: “Pekala, tamam. Onlar Ol’ Feng’in arkadaşlarıyla o zaman farklı.”
“Ol’ Feng ile gidelim, Birisi tarafından ölesiye dövülmesin diye, bir kolu ve bir bacağı da eksik.”
“HEY!” Shi Qing Xuan bağırdı.
Hala pes etmeyen ve baskı altında kalanlar vardı. “Cidden bir ödeme yok mu? Ödeme olmasa bile tıka basa tavuk bacağı da olabilir?”
Xie, Lian, Shi Qing, Xuan'a kısa bir açıklama yaptı ve her iki taraf da durumu anlamıştı. Shi Qing Xuan bir düşündü ve şöyle dedi; “Neden bu iş için kandırma ve zorlama kullanamayacağımızı anladım ama bu insanlar uzun zamandır yemek yemedi, biraz olsun bir şeyler vermek iyi olmaz mı?”
Açgözlü bir kalbe sahip olmadıkları sürece sorun olmazdı, Xie Lian cevapladı, “Sorun değil. ama şöyle söyle.” Shi Qing Xuan’ın kulağına fısıldadı, “Ben de aynı şeyi düşünüyordum.” Sonra arkasını döndü ve bağırdı, “BU İŞ TAMAMLANDIKTAN SONRA HERKES BÜYÜK BİR KASE TAVUK BACAĞI ÇORBASI ALACAK, HEY! AMA GELSENİZ DE GELMESENİZ DE VERİLECEK! DUYDUNUZ MU? GELMESENİZ DE HERKESE BİR KASE VERİLECEK! BİZ SADECE İSTEKLİ OLANLARI ARIYORUZ!”
İfade şekli kurnazcaydı, “Herkese bir kase!” gitseler de gitmeseler de yemek yiyebileceklerdi, bu da gelmeye karar verenleri son derece değerli kılıyordu. Shi Qing Xuan bağırdı, “GELEN VAR MI? NE KADAR ÇOKSA O KADAR İYİ! GELİN GELİN GELİN! HERKESE SÖYLE ÖDEME OLMAYACAK, HEY! SADECE BİRAZ YARDIM EDİN, DÜNYAYI KURTARMAK, KRALİYET ŞEHRİNİ KURTARMAK FALAN FİLAN, SADECE GÖNÜLLÜLER GELSİN! BU İŞ BİTTİKTEN SONRA HERKESE YEMEK DÜŞECEK”
Belki de yolu gösteren biri olduğu için, göz açıp kapayıncaya kadar soğuk ve kayıtsız tapınak aniden ateş gibi ısındı ve dilenciler de tanıdıkları diğer evsizlere bilgi vermek için ayrıldılar.
Xie Lian, Hua Cheng, ve Shi Qing Xuan yıkık tapınağın girişinin önünde durdular.
Xie Lian tapınağın adına bakmak için kafasını kaldırdı ama tabela yoktu, Fu Gu şehrindeki rüzgar ve su tapınağını, su ustasının kafası kesilmiş ilahi heykelini, rüzgar ustasının da bir kolu ve bacağı kesilmiş ilahi heykelini hatırlamaktan kendini alamadı. En sonunda kendini tutamadı ve Shi Qing Xuan’a dönerek tereddütle sordu, “… Qing Xuan?”
Shi Qing Xuan kolunu Xie Lian’dan çekti, “Efendim? Ah, kusura bakma ekselansları, ellerim kirliydi ve… kıyafetlerin. Haha”
Tabii ki, pislenmiş sol kolu Xie Lian'ın beyaz cübbesinin omzunda kirli izler bıraktı, Xie Lian’a temizlemek için yardım etmek istercesine baktı ama fark etti ki eğer dokunursa daha da kirlenir, elini geri çekti ve belli belirsiz garip şekilde güldü, Xie Lian sanki o bu şeyleri önemsiyormuş gibi. O yalnızca tek bir şeyle çok ilgileniyordu, “Lordu… Qing Xuan, kaderin…”
Shi Qing Xuan şaşırmıştı, “ne olmuş kaderime?”
“Kara Su, değiştirdi mi yani?” Xie Lian sordu.
Nihayet Shi Qing Xuan anladı ve hızla şöyle dedi, “Ah hayır hayır hayır, yapmadı, hiçbir şey yapmadı. Yanlış anladın, o hiçbir şey yapmadı.”
Xie Lian da Kara Su’yun Shi Qing Xuan'ın kaderini değiştireceğini düşünmemişti, “O zaman bacağın ve kolun?”
Shi Qing Xuan kafasını kaşıdı ve utangaç bir şekilde konuştu, “Bunu da o yapmadı. Nasıl söylesem ki… orada biraz şansım kötüydü, burada da biraz dikkatsizlik, yani hepsi benden kaynaklı.”
Ayrıntıları söyleyemediğinden, Xie Lian onlar adına baskı yapmadı. Sadece, bir şekilde Shi Qing Xuan'ın şu anki durumu, Kara Su’nun Rüzgar ve Su Tapınağı'nda öfkesini dışarı atmaya yönelik kehanet benzeri hareketleriyle benzerdi, kim bilir bu gizemli gücün ne olduğunu?
“O gün, ruhsal güçlerim birdenbire çekildi ve sana yardım edemedim. Gerçekten çok üzgünüm.” Dedi Xie Lian.
Shi Qing Xuan kafasını salladı, “Bunların hiçbirinin seninle alakası yoktu zaten. Eğer ekselansları bana önceden bana neler olduğunu söylemeseydi baştan sona kadar kafam hala bulutların arasında olurdu.”
“O günün ardından tam olarak ne oldu?” Xie Lian sordu.
Görünüşe göre He Xuan, Shi Du Wu’nun kafasını kestikten sonra eli ayağı boşaldı ve öylece kalakaldı, He Xuan’ın ona dediği hiçbir şeyi anlayamadı, sadece belli belirsiz Xuan'ın onu Kara Su Adası'ndan çıkardığını hatırlıyordu. Daha sonra kraliyet başkentine atılıp terk edildi. Neden kraliyet başkenti olduğunu anlamasa da sonradan aklına geldi ki geçmişte Shi Qing Xuan’ın her zaman buradaki ziyafet ve eğlenceler hakkında çırpınırdı, bu yüzden burası tanıdıktı. Her şey bulanıktı ve sonunda bu durumdan kurtulduğunda, adını her şeyini çöpe atıp buraya yerleşmişti.
Ruhsal güçlerinin tamamını tamamen kaybettiği için kimliğini belirleyecek hiçbir şeyi yoktu ve günlerini pislik içinde geçirmek zorunda olduğundan doğal olarak Üst Mahkeme onun bulunduğu yerin izlerini bulamayacaktı.
“Her halükarda onunla hiçbir ilgisi yok.” Dedi Shi Qing Xuan. “O zamandan sonra onu bir daha görmedim zaten.”
Muhtemelen en iyisi birbirlerini bir daha hiç görmemeleriydi. Çözmesi gerçekten zor bir meseleydi; Böyle biri öldürür mü, öldürmez mi? Ayrıca, Su Ustası da ölümünün eşiğindeyken He Xuan'dan vahşice tiksinti duyuyordu. Xie Lian Shi Qing Xuan’ın kaderi için cidden üzülmüştü. Tam o sırada dilenciler çetesi daha fazla insanla birlikte geri döndü ve kalabalık yüksek sesle gevezelik ederek birbirlerini ittirdi, “OL’ FENG, OL’ FENG! BU İNSANLARI SENİN İÇÇİN TOPLADIK, NE DÜŞÜNÜYORSUN?”
Shi Qing Xuan başparmağıyla onları onayladı, “HARİKA İŞ MİLLET! HERKESE BİR TAVUK BACAĞI!”
“O kadar çok insan var ki, hepimizi beslemeye gücü yetecek mi acaba?”
Elini bir anda savurdu, Xie Lian bir anlık yüzbinlerce merit saçacağını düşünmüştü, ancak sadece şunları söyledi; “BU DAHA HİÇBİR ŞEY! NE KADAR OLDUĞUNU BOŞVER, BUNDAN ON KAT DAHA ÇOK KİŞİYİ BESLEYEBİLİRLER!”
Kabaca sayılacak olursa neredeyse iki yüz kişi vardı, Xie Lian’ın beklentisinden çok daha fazlaydı! Xie Lian mutlu olmuştu, “Lordum Rüzgar Ust… Qing Xuan cidden harika yardım ettin!”
Shi Qing Xuan gururluydu; Llütfen, ama tabii ki! Gittiğim her yerde yüzlerce kişiyi çağırabilirim ve belki de ileride çete falan da kurabilirim, çete lideri olurum hahahahahaha…”
“Ol’ Feng yine kafayı yedi.” Arkalarındaki dilenci grubu yorum yaptı.
“Evet, doğru! Yine gösteriş yapıyor!”
“Ne! Gösteriş yapmıyorum!” Shi Qing Xuan haykırdı.
Ama o birkaç dilenci sadece bacağını çekmek zorunda kaldı ve Xie Lian'a şöyle dedi: “Dostum, bilmiyorsun değil mi? Ol’ Feng ilk geldiğinde tamamen mahvolmuş haldeydi, tüm gün dırdır ediyor, herkesin peşinden koşup tanrı olduğunu söyleyerek övünüyordu.”
Shi Qing Xuan biraz hasta görünüyordu ve hemen üzüldü, “Senin saçmalıklarını dinleyecek zamanım yok, tavuk bacağı yemek isteyen ayaklarını hareket ettirsin!”
Xie Lian sessizce onları dinledi, gülümsemesi giderek soldu. Kalbi hem üzüntüyle kıvranmış hem de aydınlanmıştı.
Lord Rüzgar Ustası değişmişti, hem de değişmemişti.
Tanrıya şükürler olsun.
Shi Qing Xuan konuştu, “Ekselansları şimdi ne yapacağız? İşte senin için topladığım kişiler, şimdi senin ellerine bırakıyorum.”
İnsan sayısı yeterli değildi ve sadece geçici olarak dayanabilirdi, rün kurulduktan sonra bunun üzerinde daha fazla düşüneceklerdi. Xie Lian cevapladı, “Çok iyi, şimdi bu kadar insanı tutabilecek boş bir alana ihtiyacımız var.”
Onlar konuştukları sırada Hua Cheng hiç konuşmaya dahil olmamıştı, Xie Lian onun şu anda ne düşündüğünü söyleyemezdi. Ancak şimdi konuştu, “Kolay iş. Gege, sadece benimle gel.”
Xie Lian başını salladı ve Shi Qing Xuan neşeyle selamlarken topallayarak oraya gitti, “MİLLET TAKİP EDİN! KAYBOLMAYIN! HEY!”
Xie Lian ona yardım etmek istemişti ama kimsenin yardımı olmadan da yavaşlamadan yürüdüğünü görünce durumu anladı. Böylece büyük bir dilenci grubu gecekondu mahallesinden dışarı itilip bir telaş içinde sokaklara döküldü, çok uzağa gidemeden sinirli bir ses duyuldu, “DURUN BAKALIM ORADA! NE KADAR ÇOKSUNUZ. GECE YARISI BİR ŞEYLER Mİ YAPMAYI PLANLIYORSUNUZ?”
Dilencilerin hepsi büyük ölçüde paniğe kapılmıştı, “AH HAYIR! SADECE GECE DEVRİYESİ!”
Xie Lian, Hua Cheng geriye bakmayınca o da bakma zahmetine girmedi. “Onları umursama.” Sonrasında asker yere yığıldı.
Dilenciler hayrete düştüler ve gevezelik etmeye başladılar, Shi Qing Xuan haykırdı, “SESSİZLİK! DAHA ÇOK ASKERİN DİKKATİNİ ÇEKECEKSİNİZ!”
Böylece grup, fısıltıları susturacak şekilde ses tonunu düşürdü. Hua Cheng yürümeyi kesti ve konuştu, “Gege, bu cadde iş görür.”
“Bu mu?” Xie Lian sordu, “Konuma göre kesinlikle en uygunu bu ama fazla göze çarpmaz mı?”
Bu büyük cadde çok geniş ve ferahtı, düzdü ve asfalttı, ileri doğru gidiyordu. Kraliyet başkentinin ana caddesiydi, tabii ki göze çarpıyordu. Herkes seslendi, “Evet, ya fark edilip yakalanırsak?”
Ancak Hua Cheng şöyle dedi: "Sorun yok. Bizi fark etseler bile yakalayamazlar.”
Xie Lian başını salladı, "Millet, şimdi sizin için şunu açıklığa kavuşturmalıyım. Daha sonra karşılaşabileceğimiz şey çok kötü bir yaratık ve tehlike olabilir. Ancak içeri girerlerse tüm kraliyet başkenti tehlikeye sürüklenir. Bu yüzden tekrar hatırlatmak isterim ki cidden bunu istemeniz ve aklınızda tereddüt olmaması gerekiyor. Korkan veya gitmek isteyen var mı?"
Hiç kimse. Xie Lian devam etti, “Çok güzel, şimdi el ele tutuşun ve geniş bir çember oluşturun.”
Birisi şaşkına dönmüştü, "Bu nasıl bir rün. Sanki bebeklerin el ele tutuşması gibi!”
Shi Qing Xuan bağırdı: "Cidden saçma! sadece talimatları takip edin!"
“Heh! Ol’ Feng sen yanlış anladın, kimse senden fazla saçmalayamaz. Tanrım!”
Kalabalık gevezelik ve telaşla emirleri takip etti ve iki yüz kadar insan el ele tutuştu, Kraliyet başkentinin geniş ve ferah ana caddesinde çok büyük bir insan çemberi oluşturuyorlardı. Shi Qing Xuan sordu, “Biz böyle el ele tutuştukça şu canavarlar kraliyet başkentine giremeyecek değil mi?”
“Hayır.” dedi Xie Lian. “Er ya da geç aşağı doğru hücum edecekler.”
Shi Qing Xuan'ın kafası karışmıştı, "O halde yaptığın bu rün ne işe yarıyor."
“Tuzak!” Xie Lian açıkladı. “Bu düzen bir kez kurulduktan sonra eğer yaratıklar kraliyet başkentinin koruma kalkanını kırıp aşağı inerse etrafa dağılmaktansa bu çembere çekilip tuzağa düşecekler.”
14 notes
·
View notes
Alilerin okula geldiği ikinci hafta...
"Söyler misin," diyordu Ege. "Neden günlerdir bu konuyu konuşuyoruz? Ali aşağı, Ali yukarı... tamam, ben de o varoşların bu okulda olmasından rahatsızım ama, sen biraz fazla abarttın sanki... geleneklerden kopmuş gibisin Berk, azıcık ölülerine saygı duy... Vefa'nın kırkı çıksın, ondan sonra elbirliğiyle şutlarız onları okuldan..."
"Bana verecek güzel bir haberiniz olduğunu söylemiştiniz, o yüzden geldim Ege'nin bu bok kokulu evine. Bana varoşların avukatlığını yapacaksan ben müsaadeni isteyeyim Ege!"
"Haberler Çağrı'da..." diye ellerini cebine soktu Ege. Çağrı,
"Ben bu konuda Berk'ten yanayım," dedi. "Bence de dönmeliler kendi çöplüklerine... dünyada arkadaşı ölen bi' onlar mı var?"
"Hay ağzın bal yesin..." dedi Berk. "Bu uyuşturucu senin beynine olumlu etki yapıyor lan! Dök bakalım planını..."
"Saçma-sapan konuşma Berk..."
"Saçmaladığımı düşünüyorsan, çıkabilirsin Ege."
"Beni kendi evimden mi kovuyorsun?"
"Mi casa, tu casa!"
"Az önce evime 'bok kokulu' da demiştin de..."
"Öyle değil mi..." diyen Berk, Çağrı'ya döndü. "Bir planın var mı bro?"
"Olmasa konuşur muyum..." diyen Çağrı, cebinden bir zarf çıkardı. "Bak bro, ikiniz de meseleye yanlış açıdan bakıyorsunuz... birlik olmuş, Alileri okuldan göndermeye çalışıyorsunuz... öyle bir şey yapın ki, Aliler kendi istekleriyle bu okuldan ayrılmak zorunda kalsınlar. Bu Varoşovaları bilirim, mal almak için az vakit öldürmedim oralarda... bunların onurlarından büyük hiçbir şeyleri yok, malum fakirler... bu zarfı görüyorsunuz öyle değil mi? Bu zarfın dolu olduğunu hayal edin... bir de Alilerin çantasından çıktığını..."
"Aliler o kadar kazanıyor olamaz mı?" diye sordu Ege.
"Ege, sen gerçekten mal mısın, yoksa mal numarası mı yapıyorsun?" diye sordu Berk. "Şimdi ver o zarfı bana Çağrı. Paradan daha büyük bir iftirayla suçlamamız lazım onları..."
*****
"Hoş geldiniz," dedi Önder. "Okulumuzdaki hırsızlık olayını işitmişsinizdir... benim size güvenim tam ama, sizi de bir arayalım istedik."
"Neden bizi özel olarak arıyorsunuz?" diye sordu Ali, kendine hâkim olamayarak.
"Nedeni mi var canım... siz üçünüz sürekli birlikte geziyorsunuz. Hazır bir ben, bir de kadın bir hocamız varken sizi arayalım istedik... hocam, Zeyno'yu arar mısınız?"
"Bi' dak'ka..." dedi Kenan. "Öndercim, bu nası' bi' üslup? Bu çocuklar, bu okula geleli iki hafta olmadı mı? Yeter bu kadar yumuşak yüzlülük... devlet okulunda olsaydık var ya..."
"Biz biliriz devlet okullarını hocam," dedi Arap. "Or'dan geliyoruz ya biz..."
Kenan, "Çokbilmişlik yapma," gibilerinden, Arap'ı aramaya başladı, Önder Ali'yi, kadın hoca da Zeyno'yu.
İlk temiz çıkan Zeyno, "Neyin arandığını bilmiyoruz bile..." dedi.
"Bir miktar para..." diye cevap verdi Önder de.
"Ne kadar bir para?" diye sordu Arap.
"Arap, senin korkudan beynin 'error' vermeye başladı galiba..." dedi Ali. "Paranın miktarını söylerler mi hiç?"
"İkisi de temiz çıktılar," dedi Kenan. "Gidebilirsiniz."
"Çantaları temiz, evet..." dedi kadın öğretmen. "Ama bir de dolaplarına bakmak lazım..."
"Hay aklınızla bin yaşayın," dedi Önder ve, öncü oldu. Müdür odasında bulunan herkes, Tozluyakalıların dolaplarının oraya gittiler...
İlk önce Arap'ın dolabı arandı, sonra Zeyno'nun, sonra da Ali'nin... dolabı açan Önder, çatık kaşlarıyla Kenan'a dönmüştü.
"Hayırdır," diye sordu Kenan, "Para orada mıymış?"
"Hayır, değil ama... bunu görmek isteyebilirsin..."
Tozluyakalı gençler, meraklanarak birbirlerine baktılar. Kenan'ın uzanan eli, dolaptan bir şişe içki çıkardığında da gözler büyüdü, ağızlar bir karış açıldı.
"Hocam, bu bana ait değil," dedi Ali.
"Evet, hocam, biz kırk yıl çalışsak o kadar pahalı bi' markayı alamayız ki!" diye bağırdı Arap.
"Ortada çok büyük bir oyun dönüyor..." dedi Zeyno.
"Hem..." diye kekeledi Ali. "Düşünün bir hocalarım, o şişe benim olsa onu ulaşılabilecek en kolay yere koyar mıyım?" Fakat Önder, Ali'nin ne dediğiyle ilgilenmiyordu. "Ne yapalım?" diye Kenan'a döndü.
"Bu durumda yapılacak şey belli..." diye lafa karıştı kadın hoca. "Disiplin kurulunu toplayacağımızı sen de çok iyi biliyorsun Önder hocam..."
"O kadar zahmet etmeye gerek yok," dedi Kenan. "Demek ki bir cahillik yapmış, genç işte. Disiplin, misiplin... ne uğraşacağız? Okulumdan kaydını silerim, bu hadise de bur'da kapanır. Okulundan olmak ona yetecektir."
"Bunu Ali'nin yapmadığını hepiniz biliyorsunuz hocalarım...!" dedi Arap. "Çok pis bir dümen dönüyor bur'da. Yalnız bilesiniz, Ali'yi bu nedenle kovacaksanız ben de ayrılırım bu okuldan!"
"Ben de!" dedi Zeyno.
"Üçünüzün de gitmesine gerek kalmayacak," diye bir ses geldi kapıdan. Döndüklerinde, kapıda Cemre'yi buldular. "Her şey benim suçum... çok üzgünüm," dedi Cemre.
"Anlayamadım kızım..." dedi Önder. "Nasıl senin suçun oluyormuş?"
"O şişe bana ait."
"Öyleyse ne işi var Ali'nin dolabında?"
"Okulda, çalınan bir miktar para nedeniyle arama yapıldığını duydum... üzerimde de bu şişe vardı, 'Onunla yakalanmaktansa onu buradaki dolaplardan birine saklarım,' dedim..."
"Neden Ali'nin dolabını seçtin peki?"
"Az önce de dedikleri gibi, bu şişeyi almaya güçlerinin yetmeyeceğini düşünürdünüz de ondan... ama işleri disiplin boyutuna getirdiniz... ben de, benim yüzümden ceza almasınlar istedim. İşte, ortaya çıktım. Bu okuldan atılması gereken biri varsa, o da benim..."
"Hayır, kastettiğim o değildi," dedi Önder. "Ali'nin dolabını nasıl açtın?"
"Ali dolabını kilitlemiyordu ki... bu bile size, şişenin onlara ait olmadığını düşündürmeliydi... siz içkiyi bulduktan sonra Alileri okuldan attırmaktan bahsetmeseydiniz, suçunu onlara yıkmaya çalışan kişinin dava dosyası bir faili—meçhul olarak kapanacaktı..."
"Madem dolap önce kilitsizdi, sen sonradan nasıl kilitledin?"
"Yakın arkadaşlarını henüz kaybeden üç öğrencinizin okula içki getirebileceğine inanıyorsunuz da, benim kilitsiz bir dolabı kilitleyebileceğime inanmıyor musunuz?"
"Valla' haklı," dedi Kenan.
"Hakkı olabilir, ama ben kanıtlarla ilgilenirim..." dedi Önder.
"Bu konuşma giderek hukuki bi' şeye dönüşmeye başladı, iyisi mi ben sıvışayım ortamdan..."
"Bi' yere gitmek yok!" diye bağırdı Önder. "Sen bu okulun müdürüsün!"
"Hocalarım..." dedi Cemre. "Siz Ali'yi okuldan atarsanız, onun başka bir koleje gitmeye maddi gücü yetmez. Tekrar bursluluk sınavına girse bile, sicilini araştıran yönetim onu kesinlikle okuluna kabul etmeyecektir. Ama ben her şeye sıfırdan başlayabilirim... birini kovmak istiyorsanız beni kovun, yeter bu kadar ahret sorusu sorduğunuz..."
"Kızım, senin ağzın ne güzel laflar yapıyor öyle, aynı annene çekmişsin... Ayla gibi avukat mı olacaksın sen de?"
"Kenan..." dedi Önder. "Bur'da ciddi bir mesele konuşuyoruz..."
"Araya az'cık şaka karışmadan ciddiyet olmuyor mu? Az önce de şaka ediyordum ben, siz ciddiye mi aldınız, ha? Hiçbir öğrenciyi disiplin kurulunu toplamadan atmam ben, burslu veya burssuz fark etmez..."
"Böyle bir durumda şaka etmek..." diye alnını sıvazlamaya başladı Önder, migreni tutmaya başlamıştı. "Kenan, iyisi mi sen şaka da yapma, ciddi bir şey de konuşma, sen en iyisi hepten sus tamam mı?"
"Ortam gerilince biraz yumuşasın istedim, ne var yani ya... offf... kendi okulumuzda da şaka yapamayacaksak..."
"Pekâlâ," dedi Önder, "Disiplin kurulu Cemre için toplanacak."
Buraya geldikleri gibi, buradan cümbür—cemaat ayrılmadılar. Sadece öğrenciler kalmıştı geriye... "Neden bizi kurtardın Bayan Vicdan?" diye sordu Ali.
"Söylediğim gibi, işlemediğiniz bir suçun vebali üzerinize kalmasın istedim..."
"Arkadaşlar," dedi Ali, Arap'la Zeyno'ya, "Galiba Cemre biraz utanıyor... bizi yalnız bırakır mısınız, belki söyleyeceklerini bana teke tekte söyler..."
Arap'la Zeyno, bozuk bir şekilde oradan ayrıldıktan sonra Ali, "Bu şişenin senin olmadığını biliyorum..." dedi.
"Ner'den biliyorsun?"
"Ortada bir tezgâh dönüyor... bizim bu okulda olmamızı istemeyenlerin, bizi hırsızlıkla suçlayabileceğini tahmin etmiştim, buna karşı bir hazırlığımız vardı ama... hırsızlık işi bizim gözümüzü boyamak içinmiş. Asıl amaç, o şişeyi Önder hocalara buldurtmakmış... peki, bizim okuldan gitmemizi isteyen kim?"
"Bana bir şey mi ima ediyorsun?"
"İma etmiyorum, ben senin gibi değilim, açıkça diyorum ki, 'Bu Berklerin oyunu ve sen de Kara Muratlık yapıyorsun ki, Berk suçunu itiraf etsin...'"
"Zekiymişsin," diye gülümsedi Cemre, "Berkleri bu planı yaparlarken işittim. Onların, bildiğimden haberleri yok ama..."
"Berk disipline gitmene razı olmayacak... sen beni kurtarıyorsun, o da seni kurtaracak..."
"Aslında bundan o kadar da emin değilim," dedi Cemre.
"Berk'in seni o kadar sevdiğinden emin olamıyorsan, neden kendini yakıyorsun?"
"Eğer ben yanarsam sadece bir kişi yanar... ama sen yanarsan, seninle birlikte Arap'la Zeyno da ateşlere atlamaya hazır... şimdi söyle, bir kişi mi kurtulsun, üç kişi birden mi? Hangisi daha adaletli olurdu?"
"Sana Bayan Vicdan demiştim ya..." dedi Ali. "Keşke dalga amaçlı söylemeseymişim, çünkü hakikat buymuş... kendini ateşe atarak, gerçekten de bir değil, üç kişiyi kurtardın sen..."
"Sadece teşekkür edip yolunuza gitseniz olmaz mı?"
"Hayır, sana ömür boyu borçlandık... bir kuru teşekkür yetmez..."
"Asıl Berkler, size bir ömür dokunamaz artık... çünkü başınıza uğursuz bir şey gelirse, parmakla gösterilen şüpheliler olacaklar..."
Ali, o zamana kadar Cemre'nin hep uykuda olduğunu düşünüyordu.
Şimdiyse, ilk defa bu uykudan uyanacağına dair içinde bir umut oluştu.
17 EKİM 2022
"Her şey bitti..." diyen bir kişi daha vardı. "Her şey geçti Vefa... Adalet yerini buldu. Tabii, formalite icabı sormak zorundayım... Seni çatıdan Cemre mi attı?"
Vefa'nın gözleri, bir kere kapanıp açıldı.
"Peki, nasıl hissediyorsun?"
Nasıl hissetmek mi? Çok tuhaf, Efe'nin çabalarıyla Vefa'nın saldırganı nihayet yakalanmıştı ama, Vefa hiçbir şey hissetmiyordu. Rahatlamamış veya huzura ermemişti. Çünkü biliyordu ki, her şey için çok geçti... Bu hale düştükten sonra, Cemre yakalanmış veya yakalanmamış, neye yarardı...
"Nasıl hissettiği önemli mi?" diyen Nesrin'in sesi, ilginç bir şekilde sinirli çıkmıştı. "Artık suçlarımız büyümeden ortaya çıkmamız lazım Efe... Kızcağız katil gibi ceza mı alsın? Buna 'yaralamak' denir, 'adam öldürmek' değil!"
"Nesrinciğim, bunları Vefa'nın yanında konuşmayalım istersen," dedi Efe, aslında o da Vefa'nın yanında konuştuklarına dikkat etmiş sayılmazdı. Çok tuhaf bir şekilde iki yetişkin, Vefa için ellerinden geleni yaptıklarına inanıyorlardı ve O'nun yanında, onu kızdıracak bir şey söyleseler bile tepki veremeyeceğini biliyorlardı. "Kadın dayanışmanı anlayabiliyorum, ama suç suçtur... bir kişiyi öldürmekle, onu bu hale getirmek arasında ne fark var?"
Ondan sonra Efe, Vefa'ya döndü. "Bundan sonra ilk yapmak istediğin nedir Vefacığım? İyileşmeye devam etmek dışında tabii..."
Vefa, gözleriyle yazma levhasını işaret etti. Efe, bir eliyle Vefa'nın bileğine destek veriyor, diğer eliyle de levhayı tutuyordu. Vefa'nın parmağı levha üzerinde gezdikçe, işaret ettiği harfleri seslendiren Efe, Nesrin'in not almasını sağladı.
"Telefonla... görüşmek... istiyorum," diye notlarını tekrarlayan Nesrin, Efe'ye baktı. "Telefonla görüşmek ne işe yarayacaksa!"
Efe, bu kez Nesrin'e aldırış etmedi. "Peki, ilk kimi arayacaksın Vefacığım?" diye Vefa'ya döndü.
Bu da soru muydu? Elbette Ali'yi. Ali, Vefa'nın kardeşiydi. Kendisine hiç ihanet etmeyen kardeşi... Ali, bilinmeyen numaradan gelen bu telefonu açtığında, karşı taraftan hiç ses işitmedi. "Alo, kimsiniz?" diyen arkadaşının sesini, aylar sonra kalınlaşmış bile buldu Vefa. O kadar uzun zaman mıydı birkaç ay...? Gerçi Vefa'nın durumu düşünülünce, zaten birkaç yıl yaşlanmış sayılırdı çocuk. "Kimsiniz, alo, cevap verin; sesiniz gelmiyor!" diye birkaç denemeden sonra kapattı Ali.
Vefa'ya bu kadarı da yetmişti, onu gözyaşlarına boğduğunun farkında değildi tabii Ali.
Onun bu halini gören Nesrin, az önceki tavırlarından pişman olmuştu bile...
Zavallı çocuğa, birkaç ay sonra kardeşinin sesini duymak bile yetmişti demek ki...
*****
Fakat Arap'ın telefonunu işitmesi mümkün değildi. Gizli numaradan gelen bu çağrı, arabanın içindeki telefonu çaldırdı durdu. O sırada Arap, Hazal'ı getirdiği uçurumda küçük bir ateş yakmıştı.
"Nasıl hissediyorsun?" diye sordu Arap.
"Burası çok güzel..." diye gülümsedi Hazal. "Böyle bir uçurumu güzel bulacağımı, bu ateşin hoşuma gideceğini falan tahmin edemezdim... Aslında düşündüğümüzde... burası en iyi seçim... bur'dayken ikimizi de bulamazlar... yalnızken hep buraya mı kaçarsın Arap?"
"Evet, de..." dedi Arap. "Ben onu sormamıştım. Yani bütün bu olanlardan sonra... Cemre, babam... Ben boşluktayım sanki, sen nasıl hissediyorsun?"
Hazal, şarap şişesinden bir yudum aldı. "Ben nasıl boşlukta hissetmem ki... olanlardan ben de sorumluyum... Vefa'nın bana açıldığını Cemre'yle paylaşmasaydım... ama insanın aklına gelir mi, Cemre'yle Vefa, yani, aynı cümlede bile o kadar acayip duruyorlar ki... Cemre nasıl Vefa'ya âşık olabilir, ve bunu nasıl o kadar ustalıkla saklayabilir... aklım almıyor..."
"Benim de aklım almıyor..." diyen Arap, şişeyi elinden alarak o da bir yudum içti. Dönüşte de doğal olarak Bilal'in külüstürünü kullanacakları için, yavaş gitmeleri gerekiyordu... Ama bir yandan da, bu konular, alkolsüz konuşulamıyordu... "Bunca ay, onun canına kıydığını nasıl da sakladı..."
"Üstelik de sevdiğini öldürmesi... insan hiç sevdiğini öldürebilir mi Arap?!"
"Ben olaya sevmek, sevmemek gözüyle bakmıyorum..." dedi Arap. "Bir insan öldürmek gözüyle bakıyorum... o gece öldürdüğü sen de olabilirdin, çünkü seni kıskanmıştı."
"Evet, ama yine de bir fark var bence..."
Arap, Hazal'ın ne demek istediğini anlamıştı. "Allahtan Alime zarar vermemiş o kız..." dedi.
"Arap, o benim en iyi arkadaşımdı," diye cevap verdi Hazal da. "Her şeye rağmen..."
"Eğer O'nu 'hapishanede' ziyaret etmek istersen, seni anlarım..." dedi Arap da. "Madem en iyi arkadaşındı... sonuçta ben de... Babamı görmek için defalarca denedim, günlerce, haftalarca... Gerçi o çıkmadı görüşlerime... neyse... biz, senle ben... yani, ikimiz de... çok doğru bir şey yapmıyoruz... buluşup görüştüğümüzü herkesçiklerden saklıyoruz..."
"Evet... nedir suç... nedir ceza... Bilmiyorum. Tek bildiğim, çok üzgün olduğum, ve bu üzgünlüğü nasıl geçireceğim hakkında en ufak bir fikrim bile yok! Sanırım Cemre'yi görmeye gideceğim. Görüşüme çıkarsa tabii..."
"Ben biliyorum üzgünlüğünü nasıl geçireceğimi!" diyen Arap, ayağa kalktı ve uçuruma birkaç adım yaklaştı. "Dur Arap, n'apıyorsun, çok yaklaştın!" dedi Hazal.
"Merak etme, kendime zarar verecek değilim... bugün benim en mutlu günüm, yeniden doğdum sanki! Seni de buraya davet ediyorum, ha'di gelsene!" Arap da, Vefa gibi rahata, huzura kavuşamadığının farkındaydı aslında. İçinde bir şeyler buruktu. "Babam bugün dışarıya çıkıyor ya!" diye bağırdı. "Ona soracak öyle çok sorum var ki, belki de o yüzden mutlu olduğumdan emin değilim ben de... ama emin olmak için bir yolum var. AAAAA!"
Hazal, Arap'ın yaptığı şeyi garip bulsa da, hoşuna gitmişti. O da yaklaştı. "Bağırınca geçiyor mu böyle acıların?" diye sordu.
"Evet, ne zaman canım kaçıp saklanmak istese, burada bağırırım böyle. Sen de denemelisin."
"AAAAA!" Hazal'ın peyda ettiği çığlık, içkinin de etkisiyle, Arap'tan daha çok mutlandırmıştı genç kızı. Öyle ki, hiç düşünmeden, bir şey daha haykırdı: "Vefa, çok özür dileriz!"
Ne yaptığını fark edince, utanarak Arap'a baktı. Ama Arap, alınmış değildi. "Masum değiliz hiçbirimiz," dedi. "Hepimiz suçluyuz. Sen suçlusun, ben suçluyum... herkes suçlu. Sanırım bu hikâyenin en masumu Zeyno."
"Arap..." diye sesi titredi Hazal'ın. "Bana anlatacak bir masalın daha var mı?"
"Bende çok var..." diyen Arap, acı acı gülümsedi. "Seç, beğen, al gülüm..."
"Sonu mutlu biten herhangi bir şey olabilir. Son cümlesi, 'Ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar,' olsun yeter..."
"Anlatırım, anlatırım tabii..." dedi Arap. "Ondan sonra da babama gideriz, olur mu gülüm benim?"
"Baban beni görmese de, orada olacağımdan emin ol..." dedi Hazal.
*****
Cemre, nezarethaneyi sadece bir kere görmüştü. O da Ali'yi bu demir parmaklıklar arkasında gördüğü zaman... Kendisi gibi on sekiz yaşının altındaki suçlular arasında değildi, genç kız, yalnızlıktan boyuna ağlıyordu... Avukat en son, annesinin sekiz yaşından beri aldığı bütün psikolojik destekleri kanıtlayan raporların onu "Bayrampaşa"da fazla tutmayacağını söylemişti ama şu anda beklemekten başka bir şey gelmiyordu elinden. Annesi, Ali veya Berk gelse görüşe çıkmayacağını biliyordu, ama avukattan beri gördüğü ilk kişi, gardiyan, gelip ona, en iyi arkadaşının ziyarete geldiğini söyledi.
"Hazal...?" diyen Cemre'nin, gün içinde ilk kez ağlaması kesildi. "Demek hatır-gönül bilen bir sen varsın ha..."
Fakat, "Geçmiş olsun Cemre," diyen ses, bir başkasına aitti. Mavi, kendisini Cemre'nin en yakın arkadaşı olarak tanıtarak görüşme izni çıkarmıştı...
Cemre, ağlamaklı yeşil gözlerini Mavi'ye dikmiş, hiçbir şey söylemiyordu. Mavi, demir parmaklıklara bir adım yaklaşarak, "Bu kaç?" diye sordu. İşaret ve ortaparmağını havaya kaldırmıştı.
Cemre halen sessizlik içindeydi.
"Aaaaa, kör mü oldun yoksa? Bak, söyleyeyim Cemrecik. Bu iki. Bir değil ha, iki. Peki, niye sana bu sayıyı gösteriyorum biliyor musun? Çünkü ikisini de elinden alacağım senin. Hem Ali'ye hem de Berk'e adını unutturacağım senin... bir değil, ikisini birden. Çünkü bunu daha önce başaran bir kız yok... Okulun en popüler kızı için savaşan iki kardeş, artık yeni kraliçe için kavga edecekler... Ali'yle Berk benim için kavga edecek, ama sen bunu göremeyeceğin için üzgünüm. Ama, bana hangisini daha çok sevdiğini söylersen, onunla başlarım, bu kıyağımı da unutma, ha."
"Hastasın sen."
"Belki. Ama hangimiz dışar'da? Katil seni... o kadar zavallısın ki, bir kişi bile kalmamış yanında. Ama bunu hak ettin sen. İdam keşke Türkiye'ye geri gelseydi. Ama müebbetle idare edeceğiz el-mecbur... gerçi böylesi daha iyi. Gebermeyeceksin, sürüneceksin. Çürüyüp gideceksin mahpus damlarında... tabii, bunun için benim de çorbada bi' tuzum olacak. Bana bıraktığın bu hediyeyi seve seve anlatacağım polis memurlarına..." diyen Mavi, boynunu gösterdi.
"Bunu sana ben yapmadım, biliyorsun."
"Hafızan mı zayıfladı senin? Bunu gayet tabii sen yaptın... ben, bu ifadeyi bu şekilde verdiğimde, sence senin gibi bir akıl hastasına mı inanacaklar, bana mı? Şimdi o raporlara güveniyorsun değil mi? Annen hakkında her şeyi biliyorum. Senin akıl hastalıkların, o müebbedi yemene engel olamayacak. Şimdi sana iyi kudurmalar." Mavi, tam gidecekken döndü. "Ha, sana dostane bi' tavsiye... sakın ola ki, bi' kişiye daha âşık olma. Çünkü onu da alırım elinden."
Mavi, oradan çıkarken, "It's a mad, mad world that we're living it..." diye şarkısını tutturmuştu...
Hayatında, bundan keyifli bir an yaşadığı bir günü daha hatırlamıyordu.
*****
Vedat'ın serbest bırakılması, birkaç saati almamıştı. Tabii o Kenan Yağızoğlu değildi, işleri şipşak çözülmezdi; bir de o, alışık olunan karakoldan alınacaktı. Bilal, "Biliyordum," diyordu Arap'a, "Babamdan hiç şüphelenmemiştim ben...!"
Arap, soracağı sorular için Vedat'ı bekledi. Bu arada, aklını Hazal mevzusundan alamıyordu. Ali, aklını okumuş gibi, "Arap'ım," dedi, "Bütün bu olanlardan sonra... ne yapacağım biliyor musun?"
"Ne?"
"Berk gibi davranacağım... bütün sırları itiraf edeceğim... hani şu havuz partisi vardı ya, Ege'nin..."
"Evet?"
"Ben o partide Hazal'a bir şey söyledim. Seninle olamayacağı gibisinden bir şeyler..."
"Şu anda Hazal, kendi isteğiyle burada değil," dedi Arap. "İstese gelirdi. Yani kendini suçlamana gerek yok..."
Ali, kendini suçladığı için konuşmuyordu zaten.
Kendisi de, düşmanına olan aşkını öldüremediği için, Arap'a Aşk konusunda ahkâm kesemeyeceğini biliyordu artık.
Ali'nin telefonu, Ali'yi bu düşüncelerden ve iç hesaplaşmalardan kopartırcasına, bir mesajla titredi. "Bizim mekânda bekliyorum."
İlk bakışta çok belirsiz bir mesaj gibi gelse de, Ali hangi mekânın kesildiğini şıp diye anladı.
Eee, ne de olsa kardeşiyle, kimsenin anlayamayacağı bir lisanı geliştirmiştiler...
*****
Ali, artık yeni babasıyla birlikte edindiği okulun anahtarlarını kullanarak, oraya kadar gitti. Burayı kullanmayalı uzun bir süre olmuştu... Kuytu Köşe'den müzik sesleri yükseliyordu zaten, Ali yaklaştıkça bunun "Anason" olduğunu anladı.
Berk, pek de kendisine uygun olmayan iki şişe rakı kurmuştu ayarladığı sofraya. Birkaç da meze vardı. "Şöyle erkek erkeğe iki duble atalım, dedim..." diyordu. "Sen gelmeden sadece bi'kaç yudum aldım ha, yanlış anlama..."
"Dolabıma şişe saklamaktan nerelere..." diyerek karşısına oturdu Ali. "Bazen düşünüyorum da... ne yaşlandık be oğlum! Sen o gün o yumruğu Vefa'ya çakmış olmasan, bugün burada olmayacaktık..."
"Bütün bu yaşananlardan beni mi suçlu tutuyorsun?" diyen Berk'in dilinin ucuna, Cemre'nin, Ali'nin ensesine baltayı çakan kişi olduğunu söylemek geldiyse de, kendine hâkim oldu. Hayatında ilk defa, ilk kez, iyilik yapıp, denize atacaktı...
"Hayır, beni yanlış anladın..." diyen Ali, içkiye gerçekten ihtiyacı olduğunu hissederek kendi kadehine önce buzları attı. Berk, o sırada acılı ezmeden aldı çatalının ucuna. "Amma lezzetliymiş bu yalnız..." dedi. "Bi' daha zor sofra kurarım, bulmuşken tadını çıkar bence..."
"Önce kadeh kaldırmayı severim..." dedi Ali. "Cemre'ye..."
"Eğer Vefa'yı dövdüğüm o gün..." diye kadehini kaldırdı Berk de. "Bana bi' kardeşim olacağını söyleseler, ve onunla ilk aşkıma kadeh tokuşturacağımı... 'Benimle taşak mı geçiyo'sunuz lan?!" derdim.
Ali, kendini gülmeye zorladı. "Bana da bi' abim olacağını söyleseler, ve Cemre'nin, abimi terk edip, Vefamı öldüreceğini, aşkıma karşılık vereceğini, kadınım olacağını..."
Berk, bu işittikleri üzerine önce bir güzel öksürdü, sonra rakısından büyük bir yudum aldı. Cemre'nin, Ali'yle bu kadar ileri gideceğini hiç tahmin etmemişti, belki de bu korkutucu ihtimalden kaçmıştı... ne zaman olmuştu, nasıl olmuştu? Bunların hiçbirini soramadı, soramazdı. Anlaşılan, bu gece sarhoş olacak olan kendisiydi, kendisini toparlayacak olan da Ali...
"Kardeşim..." dedi Berk. "Teşekkür ederim."
"Neden bana teşekkür ediyorsun ki? Ben n'aptım şimdi?"
"Hiç övgü kabullenemiyorsun öyle değil mi... Sen, Pikaçu Ash'e ne yaptıysa bana ondan yaptın Ali... Herkes az buçuk bilir Pokémon'u, öyle değil mi? Herkes, Ash'in Pikaçu'yu seçtiğini düşünür... o iş öyle değil. Aslında, Pikaçu, Ash'i seçti... Aman, belki de rakı felsefesi yapıyorum... Herkesten bir filozof çıkartıyor şu meret..."
"Asıl ben teşekkür ederim..." dedi Ali de, ve Berk'e sarıldı. Karakoldaki o günden beri, artık Berk'le arasındaki fiziksel mesafeler tamamen kalkmıştı. "Ash de Pikaçusunu çok sevdi... İyi ki benim abim oldun. Ve iyi ki, ikimiz aynı kızı sevmişiz. Çünkü ikimiz de Cemre'yi sevmeseydik, seni en iyi anlayan ben olmazdım... Cemre'yi benim kadar sen de seviyorsun. Şimdi, ikimize de onun, bir yerlerde nefes aldığını bilmek yetecek... Ama hapishanede, ama klinikte... Cemre'nin başına ne gelirse gelsin, o daima kalbimizde olacak..."
Berk, Ali'nin rakı filozofluğunun hiç de fena olmadığını düşündü. "Kardeşim..." dedi. "Bu dünyaya yüz defa gelsem de, bin defa gelsem de, yine senin abin olmak isterdim..."
"Benim o kadar güzel sözlerim var mı bilmiyorum," diye gülümsedi Ali. "Ama ben de canımı feda ederim senin için gerekirse..."
*****
Ege ortalıklarda yokken, Çağrı genelde bahçede olmaya çalışırdı. Okulda olan—bitenden her zamanki gibi habersiz, en iyi arkadaşını izliyordu. Evet, bu en iyi arkadaş, kendini ağaç zannederdi. Bütün gün kendini ağaca yaslar, öylece beklerdi. Konuşmadan dikilirdi... Çağrı'nın sorularına cevap vermeden...
Çağrı, tanıdık bir yüzün kendisine yaklaştığını gördü. "Tam da iyileştiğimi düşünmeye başlamıştım!" diye bağırdı Can'a. "Tam da buradan çıkacağımı düşünüyordum...! Yine başladı halüsinasyonlar... Cemre'yi görmeye başlıyorum şimdi de...!"
"Sanrı değil, gerçek," dedi Cemre ve, yaklaşarak Çağrı'nın bankında yanına oturdu. Pembe önlüğü vardı üstünde.
"Sen ve bu özel klinikte olmak... ne alaka? Senin yeme bozuklukların filan vardı... onun için bir rehabilitasyon merkezine gitmen gerekmez miydi? Bu klinikte ne işin var?"
"Ben buradayım çünkü..." dedi Cemre. "Vefa'nın katili benim."
"Ne! Yok—artık, benimle kafa buluyorsun Cemre..."
"Sen yokken birçok şey oldu... Ege anlatmadı mı hiçbirini sana? Herkese anlattığım hikâyeyi, sana da tekrarlayacağım Çağrı. Ben Vefa'yı seviyordum. Öldüresiye. Hazal'ın elimden, bir değil iki erkeğimi almaya çalıştığını düşündüm, Rus ruleti Vefa'ya çıktı. Ali'nin bana âşık olduğunu fark edince, bunu lehime kullanmaya karar verdim... sonra işler çığırından çıktı. İşte bur'dayım. Henüz kimse bilmiyor... yani bir kliniğe gideceğimi biliyorlar da, hangisi olduğunu bilmiyorlardı... ama üzgünüm. Ne için biliyor musun? Hem en iyi dostumu, hem de sevdiğim çocuğu elimden almaya çalışan Hazal değil, Mavi'ymiş."
"Ne yani sen..." dedi Çağrı. "Bayağı bayağı çocuğu, 'This is Sparta!' diye çatıdan mı attın yani?!"
Cemre ister istemez güldü. "Cemre, dışar'da olsak sana ahlaki nutuklar çekmek isterdim ama..." dedi Çağrı. "Madem buradayız, özgürce söyleyebilirim: Sen benim idolümsün!"
"Ne!"
"Evet, zaten seni kendime hep yakın bulmuştum... benim için de insan sevdi mi, öldüresiye sevmeli. Ama benim, öldürecek kadar cesaretim olmadı hiçbir zaman. Leyla konusunda da çuvalladım, Zeyno konusunda da her şeyi berbat ettim..." Tabii, bu ikisinden de daha çok sevdiği son kişiyi paylaşmamak için dudağını ısırdı Çağrı. Her şeyi Cemre'yle paylaşması için henüz çok erkendi. Evet, her şeyin Çağrı için bittiğini düşünmesi yeterdi Cemre'nin; ama, Cemre için bir şeyler yapabilirdi Çağrı.
"Senin oda numaran kaç?" diye sordu Cemre'ye...
"Altı."
"Ben de dokuz numarada kalıyorum, sonra görüşürüz tatlım..."
Çağrı, şeytanice sırıtarak odasına doğru gitmeye başladı.
*****
"İyi de neden baba!" Arap'ın nihayet dili çözülmüştü. "Neden Kenan'ın böyle bir suçu senin üzerine yıkmasına izin verdin?! Neden boşu boşuna haftalarca lanet ettirdin bize?!"
"Hepsini sizin için yaptım!" diye bağırdı Vedat. "Kısa bir süreliğine de olsa, paralı olun, yüzünüz gülsün diye... ben olmasam bu hayta nasıl kıyacak nikâhı Kader'e!"
Bilal yaklaşarak, sanki Vedat kendi oğluymuş gibi onun alnından öptü. "Ne yapsak hakkını ödeyemeyiz baba..." dedi. "Ama o Kenan ödeyecek bu karanlık işlerinin hepsinin bedelini... Vefa'nın katili değilse de, beni kardeşimin canıyla o tehdit etmedi mi! Oğluna işkence etmedi mi yıllarca o ceza odasında... Bu suçların gümbürtüye gitmesine, kendi adıma izin vermeyeceğim! Kim benimle?"
Odadaki hiç kimsenin eli kalkmadı.
"N'oldu ya, öylece bırakıyor musunuz bütün bu meseleleri? Peki, Vefa'nın cesedi n'olacak? Onu ner'den bulacağız?! Cesedi ner'de bilmek istemez misiniz? Bayramdan bayrama bir Fatiha okumak istemez misiniz...!"
"Bilalcim..." dedi Derya. "Kenan Allahından belasını bulmuş zaten... ne kurcalıyorsun? Berk dememiş mi; ya altı ay ömrü kalmış, ya da bir sene..."
Bilal kaşlarını çattı. Kenan'ın öylece öleceğine inanası gelmiyordu, bir bit yeniği vardı bu işin içinde.
Ali'yse, telefonunu çaldıran zil sesiyle yerinden sıçradı. Derya, oğlunun yaşadıklarıyla psikolojisinin allak-bullak olduğunu biliyordu. "Ne bekliyorsun oğlum," dedi. "Açsana."
Ali, nedense yalnız başına konuşmak istedi. Bu gizli numarayı, Arap'ın odasında cevapladı. "Kiminle görüşüyorum?" diye sordu.
"Merhaba, ben Nesrin, Çağrı'nın annesi..."
"Aaaaa, merhaba Nesrin teyze... nasılsınız?"
"Senden iyi olduğum kesin Ali..." dedi Nesrin. "Büyük geçmiş olsun."
"Sağ olun. Sizin için ne yapabilirim?"
"Bu bizim Çağrı... seninle görüşmek istiyormuş deli oğlan."
"Ne alaka ki? O genelde Ege'yle sıkı-fıkı değil mi...?"
"Uyuşturucu işte, beyne etkileri, bırakıldıktan sonra da devam ediyor... Çağrı seninle samimi olduğunu düşünmüş olmalı ki, seni çağırıyor. Onu kırma tamam mı oğlum, yarın seni muhakkak bekliyor kliniğine... oda numarası dokuz, unutma."
"Tamam," diyerek telefonu kapattı Ali, tam da kendisine Truva atı misyonunu yükleyen kadınla konuştuğundan habersiz...
*****
18 EKİM 2022
Çağrı, öğle sularında ellerini ovuşturarak Ali'nin Cemre'ye gelişini izliyordu gerçek dokuz numaralı odanın kapısından, özel bir klinik olduğu için fazla denetim yoktu. Kendini Eros gibi hisseden çocuk, Ali iyice yaklaşınca hemen kendisini odasından içeriye attı. Bundan sonrasını Cemre halledecekti...
Ali, Çağrı'yı beklerken karşısında Cemre'yi bulunca, bir anlık şok yaşadı. Cemre, "Bu çikolatalar bana mı?" diye sordu.
"Madem oyuna geldim, senin olsun bari..." diyen Ali, bir kutu çikolatayı Cemre'nin sahip olduğu tek masaya bıraktıktan sonra, yatağının ucuna oturdu. Cemre de, ona uyarak kendi yastığına taraf oturdu. Aralarına başkalarının da sığacağı bir mesafe oluşmuştu.
"Annem nasıl bu aralar..." diye sordu Cemre.
"Nasıl olsun... bir çocuğunu mezara verdikten sonra, bir çocuğunu da demir parmaklıklar arasına gönderdi... yani bu özel kliniğe..."
"Peki ya sen?... Sen nasılsın?"
"Ben nasıl olayım..." dedi Ali. "Bir kıza âşık oldum, sonra... Gördüm... başımın belasını."
"Biz zaten..." dedi Cemre. "Denizkızı'yla Yangın Ali'ydik. Ateşle suyduk senle ben. Bizim birlikte olmamız bile bir savaş meselesiydi..."
"Ama..." dedi Ali. "Biri varmış biliyor musun... William Chester Minor diye. Öldürdüğü adamın karısıyla bir ilişkiye başlamış... bir aşk cinayeti değil ha, hem zaten adam da öyle büyük bir adam filan, askermiş, sözlük yazıyormuş... cinayetten sonra başlamış birliktelikleri... Bi' bir arada olma meselesiymiş, bağ kurma... Bu, dünyadaki insanların çoğunluğunun anlayabileceği bir ilişki değil. Ama böyle bağlar var. Japon işkencecisini affeden İkinci Dünya Savaşı gazisi bir Amerikalı var... Kardeşini öldüren adamla evlenen kadın falan var... araştırdım bunları. Gerçi sonuncusundan çok emin değilim. Sağlam değildi kaynak..."
"Berk gibi konuşuyorsun," dedi Cemre. "Bizim ilişkimizi onaylayacak bir toplum yok dışarıda... Çağrı hariç, o da içeride..."
"Ben Arap'ı kafalarım..." dedi Ali. "Zaten onunki de bir imkânsız aşk hikâyesiymiş... Hazal'la... Çağrı, Ege'yi ikna eder. Arap da Zeyno'yu... Berk zaten dünden hazır bize inanmaya... geriye halledilecek, bir tek büyüklerin işi kalıyor..." Ali gözlerini Cemre'ye kaldırdı. "Senle ben yeterince bedel ödemedik mi Cemre...? Yeterince acı çekmedik mi? Artık mutlu olmayı hak etmedik mi? Zaten sen bur'da ben dışar'da... Ben seni bekleyeceğim Denizkızım. Ha hapishane, ha burası, ne fark eder...? Cezanı çektikten sonra..."
"Gerçekten bekleyecek misin beni?"
"Bekleyeceğim."
"Öyleyse ben de seni bekleyeceğim." Cemre, yatağında biraz Ali'ye yanaştı. Ali de, biraz Cemre'ye yanaştı. Ali, Vefa'yı iten elleri tuttu. Cemre'yi çoktan affetmişti ama, Vefa'yı unutmuyordu.
Ali içinden, "Bizim gibi çiftlere birlikte ölmek yaraşır..." diye geçirdi, ama Cemre uğruna ölmek fikri cazip gelse de, o Zeyno'nun yaptığını yapmayacaktı. Çünkü Cemre ne kadar ölümü çağrıştırıyorsa, Berk de o kadar yaşamı çağrıştırıyordu.
Ali'nin bu dünyada bir ağabeyi vardı ve onun için, onun kardeşliğini yapmak için, ve onun mutluluğu için, hayatta kalacaktı.
*****
"Buradan, istediğin zaman çıkabileceğini biliyor muydun Çağrı?"
Çağrı, ilk defa kendisiyle konuşan bu ağaca baktı. "Nasıl yapabilirim?" diye sordu.
"Çok kolay. Buranın güvenliği çok zayıftır... eğer, gün doğana kadar geri döneceğine söz verirsen, sana kaçış yolunu gösteririm."
Aslında Çağrı, Cemre'den daha çok sabırlıydı. Burada kalmasına kalırdı ama, Ege'yle takıla takıla, onun gibi adrenalin tutkunu olup çıkmıştı. Gün doğmadan kliniğe geri dönmek, hayatında işittiği en heyecanlı işe benziyordu. Can'ın yardımıyla, tereyağından kıl çeker gibi kaçtı klinikten. İlk istasyonu, eski mekânlar oldu.
"Ooo, Çaça, nerelerdesin, görünmüyorsun kaç zamandır..." diye kendisini bir kız karşıladı. "Leyla gibi."
Bu, kumral saçlı ve toplu yapısıyla Akşın'dı. Hayatında duyduğu en garip isim olduğundan, unutulması zordu Çağrı tarafından.
"Evet... kliniğe yattım. Bilirsin, yüksek dozdan Tahtalıköye gitmemek için; biraz or'da takılıyorum. Biraz düzeleyim, döneceğim bu âlemlere..." dedi. "Leyla'yıysa bilmiyorum."
"Emin misin Çağrı? Yani bu gece, sadece izleyici misin?" diyen Akşın, Çağrı'nın dayanamayıp kendilerine katılacağından emindi.
"Evet," dedikten sonra Çağrı, Akşın'ı gece kulübünün derinliklerine kadar izledi. Bu, Taksim'deki en büyük gece kulübüydü, bir labirent gibiydi. Eğlenenler, müzikle hoplayıp zıplayanların arasından, dans pistinin ortasından geçmişlerdi, menzilleri de bir hayli kalabalıktı.
"Ne var bu akşam?" diye sordu Akşın.
"Ekstazi," diye cevap verdi leş gibi bir koltukta oturan bir genç.
"Ha'di ya," dedi Akşın. "Kokainden sonra keser mi o bizi?"
"Kokain gibi kullanırsan neden kesmesin?" diyen genç, o hapları koltuğun yakınındaki sehpanın üzerine koyup, telefonuyla ezmeye başladı. O gri renkli haplara, telefonunun üzerindeki virüslerin bulaşması önemli değildi, çünkü ne burasının hijyenik bir ortam olduğu vardı, ne de herhangi bir virüsün, ekstaziden daha fazla öldürücülüğü...
Akşın, gencin toz haline getirdiği ekstazi haplarını, kokain gibi kullanmaya başlarken, Çağrı'nın burnu iğrenç kokularla doldu. Ekstazinin, esrardan bir farkı yoktu aslında. Ama eskiden bu koku, kendisini bu kadar tiksindirmezdi. Çağrı, Ege'nin kokusunu özlediğini fark etti. "Şimdi, iki seçenek var önünde Çağrı..." dedi kendine. "Ya bütün o tedaviyi tersine çevirirsin, ya da Ege'nin kokusuna gidersin..."
"Beyler, bayanlar," dedi o gençlere. "Bana müsaade... Gün ışımadan olmam gereken bir yer var da..."
Müsaade istemesine gerek yoktu, o bir grup genç çoktan kendilerinden geçmişti bile. Çağrı, usul usul geride bıraktı onları. Yardıma ihtiyaçları vardı, polisi aramalıydı ama, bu kez de Çağrı'nın köstebekliğini fark eder, daha beter sarılırlardı başına bela gibi. Ansızın, Çağrı ona rastladı. O kişiye... Çağrı önce bunun, bir halüsinasyon olduğunu düşündü, öyle ya, Ege'nin burada ne işi vardı, kendisini nereden bulabilirdi?! Ama o koku... Çağrı'nın halüsinasyonlarını test etmek için son zamanlarda geliştirdiği koklama organı, Ege'nin gerçek olduğunu anlatıyordu Çağrı'ya.
"Ege, s-sen..." diye kekeledi. "Burayı nasıl buldun?!"
Ege, "Burada soruları ben sorarım," bakışı atsa da, "Şu geri zekâlılar sayesinde," diye Akşınları işaret etti. "Bakın kimler gelmiş ziyarete, diye 'post' atmış Instagram'a..."
"N-Ne... yani herkes gördü mü o 'post'u?!"
"Hayır, Akşın'ın profili gizli! Ama görür görmez damladım buraya, Allahtan yakınlardaydım. Seni aptal!... burada ne işin var senin!?"
"Ege ben temizim halen, yemin ederim her şeyin bir açıklaması var... hem... ben her şeyi izah edecektim sana! Gün ışıyınca klinikte bilecekti beni herkes! Herkesi boş ver, ben 'sana' anlatacaktım... buraya sadece kendimi denemeye gelmiştim! Uyuşturucunun bu kadar yakınına gelip de, ondan uzak durmayı başarabildiğimi kendime kanıtlamış, ve şimdi gitmek üzereydim...!"
"Çağrı," dedi Ege, "Bitti."
"Ne bitti? Başlamayan şey biter mi hiç?"
"Evet, haklısın... pek de başlamış sayılmazdı. O yüzden, hiç yaşanmadı kabul et aramızda yaşananları..."
"Çok saçma... ne demeye çalışıyorsun sen? Hiçbir şey anlamıyorum..."
"Çağrı, yine salağa yatma... sen ne dersen de, ben senin ne kadar zeki bir adam olduğunu biliyorum... ve ben artık 'yokum' Çağrı. Seni, sana rağmen koruyamıyorum ben artık..."
"Ege, şaka bu di mi..."
"Hayatım boyunca senin yörüngende dönmekten başka bir şey bilmedim ben. Ama bundan fazlası, kendime saygısızlık... sana son bir kıyak yapıp, geri zekâlı Akşın'ın paylaştığı fotoğrafa 'montaj' diyeceğim... bu kaçış maceranı son sırrımız olarak saklayacağım. Ve ben... kendi mutluluğumu kovalayacağım artık."
"Son mu, ne sonundan bahsediyorsun sen... ama, Ege... sen... bana bir şans vermiyorsun bile!"
"Kendine dikkat et Çağrı, bundan sonra... Becerebilirsen tabi'."
"Son sözün bu mu?"
"Evet."
"Peki, öyleyse sen bilirsin. Güle güle sana, elveda... yolun açık olsun!"
"Sana da mutluluklar."
"Mutlu olacağım, merak etme!"
Her daim rahat, gamsız, geniş bir tip olan Ege'nin, gördüğü en ciddi haliydi ve Ege Şimşek, Çağrı'nın hayatından böylece çıkıyordu. Soyadı gibi, bir şimşek misali... Çağrı'nın, keçi gibi inadını bırakıp, pişman olup, arkasından koşup, gözyaşları içinde; "Ege, n'olur gitme, dur, bekle," diye yalvarmasına, özür dilemesine bile izin vermeksizin, ortaya çıktığı hızda kaybedivermişti kendini ortalardan...
Kendi kendine, "Bunu hak ettin oğlum Çağrı..." diye tekrarlayıp durdu Ege'nin papağanı gibi. "Bunu hak ettin sen..."
20. BÖLÜMÜN SONU
21 Ocak 2023-17 Haziran 2023
2 notes
·
View notes