#hayata dair dipnot
Explore tagged Tumblr posts
Text
Gâliba bütün hasretliğimiz
Rûhun incesine
Vicdânın temizine.
80 notes
·
View notes
Text
Hayata dair küçük bir dipnot;Arpa tarlasına buğday ekilmez.
41 notes
·
View notes
Text
Hayallere ve hayata dair
Bilirsiniz işte, her çocuğun kendine dair hayalleri olur, ister büyük olsun, ister ufak. Kimisi astronot/kozmonot/taykonot olmak ister, kimisi pilot olmak ister, kimisi bulutlara binip oraya buraya kıtalar arası süzülmek ister, adeta bir astral seyahat yaparcasına, anlık bir hayal olarak, anı yaşamak için. Kimisi de daha dünyevi hayaller kurar, biraz hırs soslu olarak, mesleki olarak. Ama ben tabii ki daha hülyalı, daha az dünyevi hayallere sahip olan çocukları tercih ederim etrafımda veya ileride o tip bir evladım olsun isterim ki ben böyle bir çocuk değildim, genelde somut şeyler üzerine hayal kurmayı seven bir çocuktum ama yine de hayal kurmak benim için vazgeçilmez bir kavramdı.
Sonra dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan işbu çocuklar / çocuklarımız büyümeye başlarlar, ergenlik çağına girerler, ortaokul ve lise dönemleri gelir, karakterlerini oluşturmaya başlarlar yavaş yavaş, çocukluk hayalleri ya daha somutlaşır ya da sözel bir zekaya bürünerek soyut hayaller etrafında karakterlerini ve hayatlarını şekillendirmeye karar verirler. İşte bu dönemde, iki zeka tipini de içinde barındıranlar, iki şekilde de hayal kurmayı başarabilenler, bana göre, dahi gözüyle bakılabilecek karakterlerdir. İçinde bulundukları topluma göre ya heba olup gidecekler ya da Maslow’un piramidinde yer alan en üst basamağa kendilerini bir şekilde hayat serüvenlerinde oturtabileceklerdir. İçinde bulundukları ülke / toplum / medeniyet tipi yadsınamaz bir öneme sahip olmakta olup, bu parametreyi detaylı şekilde aşağıdaki paragraflarda belirteceğim.
Olgunluk çağına geldiklerinde ise, hayal gücü zayıf, ilerleyememiş insanların genel olarak öğütücü sisteme sahip toplumların içerisinde kaybolup gittiklerini görebilirsiniz. Ama bazen hayal gücü yüksek insanlar bile içine çekebilmektedir, aman dikkat edelim bu hususta. Yaşadığım ve seyahat ettiğim toplumlarda 30 yaşıma kadar bu tip insanlara fazlasıyla şahit oldum.
İçinde yaşadığımız toplum ve bölgedeki toplumlara bir çift lafım olacak bu hayal gücü konusunda. Bana göre Ortadoğu coğrafyası/medeniyetleri (petrol zengini olan BAE, Bahreyn, Katar da bu bataklık kervanına dahil olmak üzere) halihazırda hayal gücünü yok edici, ruh emici maddi-manevi öğeler fazlasıyla barındırmaktadır. Öyle kötü bir öğeler ki Sovyet / Bolşevik Sosyalizmine rahmet okutacak cinsten. Burada Latin Amerika ve Küba’da uygulanan sosyalizme laf pek atmıyorum, zira buradaki toplumlar hayal kurma ve sanat icra etme konusunda Avrasya ve Avrupa’nın bile ilerisindedir. Zaten uygulanmış ve maalesef kötü şekilde deneyimlenmiş Bolşevik Sosyalizminin (çok çeşit sosyalizm tipleri var, en totaliter, en dikteci ve en yaşatmayanı bana göre Bolşevik Sosyalizmi, deneyimledim, aralarında Stalin Hazretlerinin Rusçu egoları yüzünden insanlık tarihinde uygulanma şansına nail olamayan Enternasyonalizm favorimdir, Troçkizme de sempatim vardır, bunu da buradan dipnot olarak belirtmiş olayım) ve yine halihazırda uygulanan İslam medeniyetinin (bu medeniyet tipinde de tıpkı Bolşevik Sosyalizminde olduğu gibi çok benzer sorunlar mevcut, bu iki felsefe ve ideolojinin güç bağımlısı, totaliter yapı aşığı doğu toplumlarında uygulanmasının bunda aslan payı var bana göre) fazlasıyla muhalif barındıran ve göç veren toplumlar olmasının yine bana göre en önemli sebebi rejimlerin toplum hayatında bireysel hayal gücüne asla yer bırakmamasıdır. Çünkü devlet senin adına düşünür ve projeyi kafana kafana kakar, sana fazla söz kalmamıştır bu hususta.
Daha sonrasında bu tip toplumlara tavsiye verme kısmına gelecek olursak, hem sol görüşlü hem de sağ görüşlü insancıklara buradan duyurulur, gerçekler bu şekilde beyler. İdeolojilerinizi insanlara dayatırken, insanların bireysel hayal gücüne sahip olabilen varlıklar olabildiğini unutmayın, medeniyetinizin şahı yürüsün. Benden size tavsiye, güncelleyin artık kendinizi, yoksa eninde sonunda bir şekilde kana bulayacaksınız yönetmeye çalıştığınız toplumları. Sonra neden göç veriyor bu toplumlar diye bık bık konuşmayın, daha bu yüzyıl içerisinde bu dediğim hayal gücü ve bireyselleşme krizinden çok çekeceksiniz. Hele ki Y jenerasyonu ve aşağısında yer alan kuşaklardan. Unutmayınız ki, hayal gücü olmayan bireylerin / insanların yetiştiği toplumlar geri kalmaya kesinlikle ve kesinlikle mahkumdurlar. En nihayetinde iş dönüp dolaşıp yazımın başındaki çocuklara geliyor bana göre, şekil vermeye ��alıştığınız toplumda çocukların hayal kurmasına engel olmayın, olan yine size olur.
Kendi durumuma tekrardan döneyim. Üniversiteden mezun olduğumdan bu yana, içerisinde yaşadığım toplumun bulunduğu bu dramatik, birey öğütücü / yok edici, tamamen sosyolojik krizden oluşan sistemden olabildiğince kaçındım, entegre olmamak için yoğun çaba sarf ettim ve bunda da kısmen başarılı olduğumu düşünüyorum. Kısmen diyorum, çünkü halen daha hayal gücümü tekrardan körükleyebilecek döngünün içerisinde henüz girebilmiş değilim. Bu hususta elbet benim de biraz hatalarım oldu ama keşke dememek lazım hayatın akışında, geçmişe takılmamak son derece mühim. İçinde bulunduğumuz 2021 senesinden en büyük beklentim, bu hayal kurma / yaşama döngüsünün içerisine yeniden dahil olmak istiyorum, buradan Kosmos’a net çağrımdır. BENİ TEKRARDAN DÖNGÜNÜN İÇERİSİNE YERLEŞTİRİN, BULUNDUĞUM KONUMDA YENİ HAYALLER KURAMIYOR VE NEFES ALAMIYORUM !!11!1!!1!!1!!1! Maslow’un en üst piramidinden uzaklaşmamam lazım, bu korkuyu en son bu denli, hayatımın tepetaklak olma noktasında, 22 yaşında yaşamıştım. Hayal dünyasındaki bir sonraki durağım ise yenilenebilir enerji ve rüzgar tribünü tasarımı olacak, olması lazım.
Sonuç olarak diyeceğim şudur ki hayal kurmaktan asla vazgeçmeyin, liberal ve totaliter dünyada sizi ayakta tutacak, sizi bu hayatta Maslow’un piramidinin en üst basamağına taşıyacak kavramlardan biri de odur.
Yani filozofun da dediği gibi no dreams, no action, no self-actualization.
Yazımı hayal kurma ile alakalı kayda değer birtakım şahsiyetlerin alıntılarını sizlerle paylaşarak bitirmek ister, gözlerinizden öperim, kalın sağlıcakla.
“Ever tried. Ever failed. No matter. Try Again. Fail again. Fail better.” – Samuel Beckett
“Amateurs sit and wait for inspiration, the rest of us just get up and go to work.” – Stephen King
“Hold fast to dreams for if dreams die, life is a broken-winged bird that cannot fly.” – Langston Hughes
“A journey of a thousand miles must begin with a single step.” – Lao Tzu
“20 years from now you will be more disappointed by the things that you didn’t do than by the ones you did do. So throw off the bowlines. Sail away from the safe harbor. Catch the trade winds in your sails. Explore. Dream. Discover.” – Mark Twain
“To dare is to lose one’s footing momentarily. To not dare is to lose oneself.” – Soren Kierkegaard
“If you are not willing to risk the usual, you will have to settle for the ordinary.”
– Jim Rohn
0 notes
Text
Kaybedenler Kulübü Yolda ya da orada burada
Serinin ikinci (ve umarım son) filmi Kaybedenler Kulübü Yolda, ilk filmi çok seven biri olarak benim için hayal kırıklığı oldu.
Kaybedenler Kulübü’nü çok sevmiştim çünkü benim hiç bilmediğim ama burnumun dibinde yaşanan çok samimi, umudu örgütleyen bir hikaye anlatıyordu. Bu yüzden tüm cinsiyetçi ve kadını alaşağı eden söylemlerine rağmen favori filmlerim arasına almıştım. Çünkü Kaan ve Mete’nin “pompacı”lığından ziyade sadece bir radyo programı ile yüzlerce insanı bir araya getirebilme güzelliklerini sevmiştim. Çaldıkları şarkıları, içi boş gözüken bir sürü cümle arasından yarattıkları anlamları, sisteme karşı umursamaz duruşlarını çok sağlam bulmuştum.
Ama yıllar içinde filmin, halihazırda Kadıköy’de süren yaşam biçiminde ve “yeni nesil” arasında bu sağlam hikayeden ziyade sadece “biz sizinle yatmış mıydık” kültürünü yaydığını fark ettikçe soğumaya başlamıştım. Cem Yılmaz’ın dediği gibi film bir sürü şey anlatırken sen gidip aradan o “küfürü” öğrenmeyi seçiyorsan bu yalnızca filmin hatası değildir herhalde. Bu yüzden yine de filmi yargılamamayı seçtim. Ama giderek artan cinsiyetçiliğin ve etik dışı cinsellik ilişkilerinin koruma kalkanı olması ve bir popüler kültür ikonu haline gelmesi de uzaklaştırıyor, ne yaparsın.
Yine de ikinci filme dair büyük bir heves ve heyecanım vardı. Ama dediğim gibi maalesef hayal kırıklığı oldu.
İlk olarak filmi kendi içinde değerlendirecek olursak sağlam bir olay örgüsü ve hikayesi yok. İlk filmden sonra karakterlerin hayatında neler oldu, neler değişti ya da aynı kaldı diye anlatan bir durum belgesel tadında. İlk filmi izlemeyen kişilere ne hissettirir emin olamıyorum. Yol hikayesi desen yol değil, aşk desen aşk değil. 2 saatlik film boyunca takip edebildiğimiz tek hikaye Kaan-Sevda ilişkisi ki o da başı belli sonu belli halde ağır aksak akmıyor bir türlü. Yan karakterlere dönecek olursak hiçbirinin hikayesi yok. Sadece ilk filmden sonra ne oldukları bilgisini alıyoruz. Bu arada Brit bile reklamcı olmuş mesela, psikolog arkadaşları falan var. Arkadaşlar, standart’ta kalmaya çok diretmeyelim isterseniz, sonunda yine oraya varacaksak hepimiz ufaktan ekmeğimizin yolunu bulalım. Kaan ve Mete bile sisteme aykırı duruşları ve paraya değer vermeyen tavırlarına rağmen altlarında cillop motorlarıyla haftalarca süren Akdeniz-Ege tatili yapıyor. Öyle çadırlarla kampçılık falan da değil ha, gayet temiz güzel otel odalarında kalıp her akşam rakı sofralarını, ceplerinden pahalı viskilerini eksik etmiyorlar. Biz de Kadıköy sokaklarında en ucuz bira nerede diye aranıp “Allah standarttan ayırmasın” avuntusuyla geziyoruz.
Filmin tek sevdiğim yanı Sevda’nın Kaan’ı kendi silahıyla vurması oldu. Silah ve vurma tabirlerini kullanmak ne kadar doğru bilmiyorum ama teşbihte hata olmazmış. Nitekim filmin sonunda Kaan kendi söylüyor; “Bir erkeği ancak en masum anında vurabilirsiniz” diye.
İlk filmdeki Zeynep’in yerine Sevda’yı daha kararlı ve daha sağlam karakterli buldum. Aslında Zeynep de çok iyi bir karakterdi ama maalesef karşısındakini kendine göre yontma, değiştirmeye çalışma hatasına düşmüştü. Kadın-erkek diye ayırmıyorum, romantik ilişkilerin sık rastlanır bir sorunu sanırım bu. Birini senden çok farklı diye, senin yapamadıklarını yapıyor diye çok çekici bulursun, seversin sonra da senin gibi değil diye kendine benzetmeye çalışırsın. A Zeynep’im, sen bu adamı bu alternatif duruşu sebebiyle sevmedin mi? İstediği anda çıkıp Olimpos’a gidebilme ihtimalini sevmedin mi? Sonra ne oldu da “bu adamla evlenilmez” tribine girdin? Orda Kaan’ın “ben buyum kızım, hep böyleydim” tavrını çok haklı buluyorum. Kaç yaşında adam bir Zeynep için değişecek değildi ya. Neyse ki Zeynep de durumu çok sürmeden idrak etti, nasıl olsa değişir, ben onu ikna ederim saçmalıklarına girmeden ona da kendisine de saygısını korudu, beklentisi karşılanmayacağı için gitti. Acı çekerek de olsa, ağlayarak da olsa gitme cesaretini gösterdi. Ama nedense aşk acısı çeken, terk edilen, mağdur olan Kaan oldu. E Kaan’ım bu sefer de sana sorarım; kadın talebini net bir şekilde ortaya koydu. Sen onun için hiçbir şey yapamayacakken, “ben buyum kızım”dan asla vazgeçemeyecekken bu ilişkinin ömür boyu sürdürülebilir olduğunu hayal etmiyordun herhalde. Bir ilişkinin insanların tavırlarını, duruşlarını değiştirmesi gerektiğine inanmıyorum ama tarafların birbiri için hiçbir şey yapmayacağı, kendinden hiç ödün vermeyeceği, bir adım atmayacağı hiçbir ilişkiyi de sürdürülebilir görmüyorum.
Sevda da Mete’nin “biz özgürlük sibobuyuz kızım, takılıyoruz” lafına uydu, “takıldı”. Ne bir şey vadetti ne de talep etti. Etik dışı hiçbir durum yok ortada. Yani illa etiği sorgulayacaksak evde onu bekleyen nişanlıya yapılmış bir haksızlık olsa da Kaan’a karşı bir hatası olduğunu düşünmüyorum. Tıpkı Kaan ve Mete’nin her zaman yaptığı gibi davrandı. Ama acıtıyormuş değil mi? Kaan’ın dediği gibi “bize tam da bu gerekiyordu”. Evet sanırım anlamanız için tam da yaşamanız gereken buydu. Amacım misilleme falan değil ama şu modern zamanın “takılmaca” rahat ilişkilerindeki kalp kırgınlıklarına bir cevap bulmak gerek.
Yine kadın-erkek-trans diye ayırmak, ilişkileri belli kalıplara oturtmak istemiyorum ama bu takılma kültürünü belli bir etik çerçeveye oturtmaya ihtiyaç duyuyorum. İnsanlar birbirini tanıyor, hoşlanıyor, takılıyor. Bu bazen tek gecede kalıyor, bazen seks partnerliğine dönüyor bazen de içinde duygusal yaşamsal paylaşımların da olduğu bir ilişkiye dönüşüyor. Hepsi anlaşılır insani şeyler. Ama nerede hata yapıyoruz da birileri bu durumdan üzülen, kırılan, acı çeken taraf oluyor. Tanıştığımız gibi birbirimizle sözleşme mi imzalayacağız, ben şöyle bir ilişki isterim bu kadar veririm şu kadar alırım diye. Bu kişisel olarak da mümkün değil ki. Zira insan da bir insanla beraberken tanıyor kendini, keşfediyor beklentilerini. Ama bu tahmin edilemez ruh hali de birbirimize etik olmama mazereti olmamalı bence. İlk tanışmada kestiremiyorsun evet ama gelin itiraf edelim birkaç buluşma sonrasında tarafların ne istediği ufak ufak belirginleşiyor. İşte bu noktada birbirimizin belki de kendimizin günahına giriyoruz. Hemen bir durup nefes almak, dürüstçe konuşmak gerek. “Ben başlarken böyle olacağını tahmin etmemiştim ama şimdi senin hakkında şöyle düşünüyorum, böyle hissediyorum, benim beklentilerim oluşmaya başladı” diyebilmek, “senin beklentilerini görebiliyorum ama karşılayamamaktan çekiniyorum, karşılamak istemiyorum, benim hiçbir beklentim yok ya da benim de beklentilerim var” diyebilmek bu kadar zor olmasa gerek. Kalp bu, yine de kırılabilir, her zaman kırılmaya müsait bir organ kendisi, ama dürüst olalım, açık olalım, iyi niyeti koruyalım yeter ki. Vicdanlı olup net ifade edelim ki o kalp kırgınlığı hayata, dostluğa, insanlığa küsmeye dönüşmesin. Çok mu zor birbirimize saygı duymak?
Neyse konu filmden uzaklaşmaya başladı. Bu tartışma cidden çok uzayıp gidebilir ama filme dönecek olursak iki film toplamında da benim sormak istediğim tek bir soru var; Kaan’ın İzmir’de bir barda ayaküstü seviştiği (pompaladığı mı demem gerekirdi?) kadınla Sevda arasında ne fark var? Çünkü bardaki kadına “senin adın neydi ya” gibi bir aşağılamayla tabiri caizse köpek çekilirken Sevda “o kız fazla iyi” diye anılıyor. Neden? O iki kadın da hayatını yaşıyor, işini yapıyor, tatile gidiyor, eğleniyor, takılıyor, seviyor, seviliyor, bazen gönlünü eğlendiriyor bazen gönlünü kaptırıyor. Bilmiyorsanız söyleyeyim; vallahi de ikisi de bunların hepsini yapıyor. Ama siz sadece bir an’ına denk geldiniz diye bu kadınlar “eğlenilecek kadın-evlenilecek kadın” diye ayrılıyor mu hemen, ne oluyor? İkisi de kadın ya, kadınlığı geçtim ikisi de insan! Sana birini bedeni üzerinden bu kadar aşağılama hakkını kim veriyor?
Hayır sonra yine aşık yine mağdur yine en yüce olan da bizim adamımız. İki filmde de şu erkeklere sırf beden keyfi diye bakan, Kaan ve Mete’nin erkekliğini söndüren bir kadın göremedik ya ona yanarım. Aslında kadınlar vardı, sağlamdı ama tabii ki Kaan ve Mete’ciğimiz bir nesne gibi kullanılıp atılamazlar; onlar ancak çok masum, çok aşık, çok felsefik, çok arzulanır, çok acı çeker olabilirler. Erkeklere başka hiçbir bok olmaz. Bütün bokları hak eden kadınlardır(?) Tabii filmde göremedik, yoksa gerçekte senaryonun tam ters hallerini de biliyoruz ama nedense ekranlarda onlar izlenmiyor. Onları da kadın yönetmenler anlatacaklar herhalde ama kadın yönetmenlerin sahiplendiği o kadar çok sorumluluk var ki bunlara sıra gelmiyor. Şimdilik meydan erkek yönetmenlerde olduğu için senaryoların en erkek halini çekiyorlar, çeksinler bakalım… Elbet devran döner.
Şimdi o en masum yerinden vurulan erkekliğini indir de biraz insan ol. Belki de standarttan ayrılmakta biraz insanlık vardır.
Dipnot: Yazı boyunca çok heteronormatif bir dil kullandığımın farkındayım ama film o kadar cinsiyetçi ki ben ancak bu kadar sıyrılabildim, affola!
30.03.2018
#sinema#kaybedenler kulübü#standart#nejat işler#yiğit özşener#karamuk#karamukderya#manuklakaramuk#eleştiri#filmeleştirisi
3 notes
·
View notes
Photo
Bu dizi hakkında çok şeyler yazıldı, çizildi. Bu projeyi olumlu bir gelişme olarak görende oldu otizm bu değil biz bunu yaşamıyoruz diyen de oldu. Her iki taraftan bakıldığında; sesimizi duyurmak için verdiğimiz çabayı bir TV kanalında konu edilmesi elbette olumlu bir gelişme ve büyük bir yankı uyandırmasına vesile olmuştur. En azından bizim çabamızın bir anlamını olduğunu artık anlamış oldular. Tabi olumsuz görmelerin sebebi de otizmin yüzdelik olarak küçük bir kısmı olan ASPERGER (yüksek işlevli otizm) işlemleridir. Sanki bütün otizmli çocukların böyle olduklarını, otizmi basit atlatıldığını vermeleridir. Oysa ailelerin neler yaşadığına dair değinilmesini bende isterdim.... Bu projeyi bir başlangıç olarak görülmelidir . İnş. Bizlerle irtibatta kalıp projeden ziyade hayata geçirilecek somut adımlar atarız aileler adına çocuklarımız adına.... DİPNOT: Savant otizm olarak görülmemelidir. . . Minnak bebeklerin çimlerle imtihanı😃. .... Çimlerle ilk tanışmaları bu şekilde oluyor. İlkin ayakkabıyla daha sonra çorapla çimler üstünde alıştırmalar yapılarak korkuları giderilmiş olur.... Şunların tatlılıklarına bakarmısınız İ😀😀❤️ . . . .. 05445499058 irtibata geçebilirsiniz.... . Tarık GÖZETEN . TAKİP ETMEYi unutmayın lütfen /followme Özel eğitim sorun ve sorularınız..... Eğitim desteği için 05445499058’den de ulaşabilirsiniz . . . #ozelgereksinimliçocuklarveDEHB#autismspectrum#disleksi#özgülöğrenmegüçlüğü#autisme#Dikkateksikliği#özgülöğrenmegüçlüğü#DEHB#ziyaselçuk#özeleğitim#öğrenci#özelders#haticekübratongar#ADHD#okulöncesi#dikkateksikliğivehiperaktivite#İstanbul#Doğancüceloğlu#çocukgelişimiveeğitimi#montessorietkinlikleri#cerebralpalsy#montessoriactivity#t21#downsyndrome#down#otizm#babies_us#doğancüceloğlu#ademgüneş#down#haticekübratongar @akademisyenanne @1dowmhikayesi_suureyya @1downmelegi @yankiyazgancom @ziyaselcukprofdr @otizmvakfi @down_sendromu_aileleri @isilyucesoy @theluckyfewofficial @rubysrainbowhappygreylucky @pickuplimes @angieandruby @sanfranciscoworld @birdunyabircocuk @okul_oncesi_ogrtmenleri @ @ogretmenler.sayfasi @ogretmnler @ziyaselcukprofdr @alimiriart @tarkan @cmylmz https://www.instagram.com/p/B29PLgBDPV7/?igshid=8c0trbd9jkuu
#ozelgereksinimliçocuklarvedehb#autismspectrum#disleksi#özgülöğrenmegüçlüğü#autisme#dikkateksikliği#dehb#ziyaselçuk#özeleğitim#öğrenci#özelders#haticekübratongar#adhd#okulöncesi#dikkateksikliğivehiperaktivite#i̇stanbul#doğancüceloğlu#çocukgelişimiveeğitimi#montessorietkinlikleri#cerebralpalsy#montessoriactivity#t21#downsyndrome#down#otizm#babies_us#ademgüneş
0 notes
Text
Gaziantep Haber
New Post has been published on https://ilantep.com/haber/dnanin-gorunmez-kahramani-rosalind-elsie-franklin/
DNA’nın görünmez kahramanı: Rosalind Elsie Franklin
Rosalind Franklin; 25 Temmuz 1920’de Londra’da bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.
Franklin, İngiltere’de, çalışkanlığı ve bilgisiyle göz doldurduğu, kimya ve fizik dersleri veren kız okullarından biri olan St. Paul Kız Okulu’nda eğitim aldı.
Rosalind, 15 yaşına geldiğinde ne olacağını kesin olarak biliyordu; O bir bilim kadını olmak istiyordu. Fakat bu isteğine babası karşı çıkıyor ve okumasından ziyade, yardım kuruluşları için çalışan bir sosyal güvenlik uzmanı olmasını istiyordu.
Rosalind’in ısrarları sonucu, babası bu konudaki fikrini değiştirerek, 1938 yılında Cambridge’de bulunan Newnham Koleji’ne gitmesine izin verdi. Burada fiziksel kimya üzerine eğitim aldıktan sonra, 1941 yılında mezun oldu.
Franklin, mezuniyetinin ardından, 1942-1946 yılları arasında, İngiliz Kömür Değerlendirme Araştırma Birliği’nde (British Coal Utilization Research Association) çalıştı. Burada, doktora tezi olarak da çalıştığı kömürün gözenekli yapısı ve soğurma özellikleri üzerine araştırmalar yaptı. 1945 yılında, Cambridge Üniversitesi’nden doktora derecesini aldı.
Franklin, 1947 ile 1950 yılları arasında, Paris’te Jacques Mering ile birlikte, Devlet Kimya Hizmetleri Merkez Laboratuvarında (Laboratoire Central des Services Chimiques de l’Etat) X ışınları kristalografi yöntemi üzerinde çalıştı. Franklin burada, Mering’den öğrendiği teknikleri daha da geliştirerek, bu konuda uzmanlaştı. Yöntemi, kömürün grafite dönüştükten sonraki halinde atomların dizilişini belirlemede kullandı.
Laboratuvarda Franklin, kahve servisi yaparken çekilmiş bir fotoğraf. Mering’in laboratuvarında, kahve geleneksel olarak kroze kaplarda servis edilmekteydi.
Fransa’da kaldığı süreçte, Fransız kültürüne kolaylıkla adapte olmuştu. Bundan sonrasında, burada yaşama düşüncesi olmasına rağmen, 1951 yılında, tekrar İngiltere’ye dönerek, King’s College’a bağlı biyofizik laboratuvarında araştırmacı olarak çalışmaya başladı. Bu laboratuvarda, John Randall’ın ekibinde çalışıyordu. Randall, Franklin’den DNA yapısı üzerinde çalışmasını istedi. Bunun üzerine Franklin, adını tüm dünyaya duyuracak buluşa imza atmasını sağlayacak çalışmalarına burada başladı. X ışınları kristalografisi konusunda tecrübeli olduğu için, bu teknikleri zaman kaybetmeden DNA üzerinde uygulamaya başladı. Franklin, King’s College’da, meslektaşı Maurice Wilkins ile tanıştı. Wilkins de Franklin gibi DNA molekülünün x-ışını kristalografisi üzerine çalışmakta olan bir bilim insanıdır. Bu tanışmanın onları, tarih sahnesine taşıyacağından haberleri olmadan King’s College’da çalışmalarına devam ettiler.
Wilkins ve Franklin, eş pozisyonlarda çalışan araştırmacılar olmalarına rağmen, dönemin İngiltere’sine hakim olan kadın erkek ayrımcılığı, burada da etkisini sürdürerek, Franklin’e sorunlar çıkarıyordu. Bu durum gitgide Wilkins ile aralarının açılmasına neden olmaktaydı ve yaşanan bu gerginliklerin boyutu tarihin akışını değiştiren olayın yaşanmasına varacaktı. DNA üzerine olan çalışmalar, ayrı araştırma gruplarında olan, Rosalind Franklin, Maurice Wilkins ve Franklin’in doktora öğrencisi Raymond Gosling tarafından sürdürülmüştür. Bu çalışmalar sonucunda DNA’nın A ve B olmak üzere, iki formu olduğu keşfedilmiştir. Bu gelişme, DNA’nın yapısının anlaşılmasında oldukça önemli bir adımdır. DNA’nın sarmal yapısının anlaşılmasına dair ilk ipuçları bu gelişme ile ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu süreçte Franklin tarafından, X-ray yöntemi ile çekilen DNA fotoğrafları ile molekülün gizeminin çözülmesine yaklaşılıyordu. Bu fotoğrafları J.D. Bernal, “herhangi bir maddenin şimdiye kadar çekilmiş en güzel X-ray fotoğrafları” olarak tanımlamıştır.
Franklin, King’s College’da çalışmalarını sürdürürken, aynı tarihlerde, James Watson ve Francis Crick de Cambridge Üniversitesi, Cavendish Laboratuvarı’nda DNA’nın teorik modeli üzerine çalışıyorlardı.
ABD’de Caltech Üniversitesi‘nde bir araştırmacı olan Linus Pauling, o dönemde, protein yapıları üzerinde çalışmaktaydı. Pauling, protein çeşitlerinin sarmal yapıda olduklarını kanıtlayan çalışmalar yapmış ve bu dönemde de çalışmalarını, DNA molekülü üzerinde devam ettiriyordu. Pauling, araştırmaları sonucunda, Ocak 1953’te DNA’nın üçlü sarmal bir yapıda, temel bazların ise dışarda durduğu bir modeli DNA modeli önerdi. Ancak bu, doğru bir model değildi.
Bu süreçte Franklin ise, DNA yapısı üzerinde elde ettiği bilgiler ışığında üç makale yazmaya başladı. Bu makalelerden ikisi, 6 Mart 1953’te Crick ve Watson modellerini tamamlamadan bir gün önce Acta Crystallographica dergisinde yayınlandı.
1953 yılının Ocak ayında, James Watson, fikir alışverişinde bulunmak için, beraberinde getirdiği Pauling’in yanlış DNA modeli ile birlikte Rosalind’in yanına geldi. Rosalind ile yaşadıkları tartışmalardan sonra, Watson Wilkins’in yanına gitti. Wilkins, izin almadan Franklin’in çekmiş olduğu en önemli DNA fotoğraflarından biri olan “51. fotoğraf” isimli numuneyi Watson’a gösterdi. Watson, beklediğinden de fazla bilgi edinmiş olarak Cambridge’e geri döndü. Watson, fotoğrafı gördüğü anı, İkili Sarmal kitabında “ağzım açık kaldı ve kalbim hızlı atmaya başladı” şeklinde anlatıyor.
Franklin’in 1952 Mayıs ayında çektiği ünlü 51. fotoğraf.
7 Mart 1953’te Watson ve Crick DNA modellerini tamamladılar ve Nisan ayında bu çalışmalarını kamuoyuna duyurdular. Önerdikleri DNA modelini yayınlayan Watson ve Crick, makalelerinde dipnot olarak “Franklin ve Wilkins’in yayınlanmayan katkılarından gelen genel bilginin teşvikiyle” şeklinde bir ifade kullanmışlardır.
Franklin, Mart 1953’te King’s College’daki işinden ayrılarak, Birckbeck College’da ünlü bir kristolograf olan J. D. Bernal ile çalışmaya başladı. Birckbeck College’da Franklin, kendi araştırma grubunu kurdu ve çalışmalarını RNA’nın yapısı ve tütün mozaik virüsü üzerine devam ettirdi. Franklin, bu alanda da başarı göstererek birçok makale yayınladı.
1956 yılında, Franklin yumurtalık kanseri olduğunu öğrenmiş ve tedavi görmüştür. Tedavi sürecine rağmen çalışmalarını devam ettiren, Franklin 16 Nisan 1958’de Londra’da yaşamını yitirmiştir. Hastalığının nedeninin uzun süre X-ray ışınlarına maruz kalmasından kaynaklandığı düşünülmüş fakat kesin bir tanı koyulamamıştır. Franklin, genç yaşta hayata veda ederek, DNA’nın yapısının keşfinin kime ait olduğu konusundaki tartışmalara dahil olamamıştır.
Franklin’in ölümünden 4 yıl sonra, 1962 yılında, Watson ve Crick, DNA’nın yapısını keşfettikleri için Fizyoloji ve Tıp Nobel ödülünü almışlardır. Wilkins bu ödüle, DNA kırınım çalışmalarını başlattığı için dahil edilmiştir. Nobel ödülleri, kural gereği yaşayan kişilere verildiği için, Franklin’in ödülde ismi geçmemektedir. Nobel ödül konuşmasında, Watson ve Crick, Franklin’den söz etmezken, Wilkins katkılarından dolayı Franklin’e teşekkür etmiştir.
DNA’nın yapısını aydınlatan ismin kim olduğu konusundaki tartışmaların belki de en önemli sebebi, İkili Sarmal isimli kitabında Watson’un Franklin’den dostça söz etmiyor olmasıdır. Kitapta Watson Franklin’den, problem yaratan, anlaşılması zor ve kendi elde ettiği sonuçları bile yorumlayamayan bir kişi olarak bahsetmektedir. Watson’a karşı olan eleştiriler, yayınlanan Franklin biyografileri ile gelmiştir. Franklin hakkında, 1975’te, yakın arkadaşı Anne Sayre tarafından Rosalind Franklin ve DNA isimli biyografi, 2002’de ise Brenda Maddox tarafından DNA’nın Karanlık Leydisi isimli biyografi yayınlanmıştır.
Rosalind Franklin de ölümünden sonra değeri anlaşılmış bilim insanları arasında yerini almıştır. Çalışmaları tam anlamıyla hakettiği değeri göremese de, tarih onu sayfalarına “DNA’nın karanlık leydisi” olarak yazmıştır.
Kaynaklar ve ileri okumalar http://philosophyofscienceportal.blogspot.com.tr/2008/04/rosalind-franklin-double-helix.html https://www.sdsc.edu/ScienceWomen/franklin.html http://www.biography.com/people/rosalind-franklin-9301344#illness-and-death http://www.livescience.com/39804-rosalind-franklin.html http://www.dnaftb.org/19/bio-3.html http://www.historyofnimr.org.uk/mill-hill-essays/essays-yearly-volumes/2002-2/rosalind-franklin-the-dark-lady-of-dna/ http://user.physics.unc.edu/~falvo/Phys53_Spring11/Reading_Assignments/rosalind_franklin_physics_today.html http://ed.ted.com/lessons/rosalind-franklin-dna-s-unsung-hero-claudio-l-guerra
Kaynak
0 notes
Text
Bir insan önce kendisi ile barışık olmalı.. Kendi içinde kavgalı olanları.. Hiç kimse mutlu edemez..!
78 notes
·
View notes
Text
"Olsun Allah var, kimse olmasa da Allah yâr."
Diyerek yola devam etmek,
Kabullenmelerin en güzeli...
134 notes
·
View notes
Text
Ve hayat;
“Bunu saymam, yine beklerim”
demiyor hiçbirimize.
Yaşanacak ne varsa bugün yaşayın
Yarına ertelemeyin.
Çünkü hayat yarınların katilidir..!
116 notes
·
View notes
Text
Yaşamak isterken, yavaş yavaş ölümümü izliyorum. Nasıl bir döngü bu..?..!
78 notes
·
View notes
Text
Şu hayata kalmak üzere gelmedim ki
Gideceğim diye üzüleyim...
Kimseyle oynamadım ki
Yenildim mi yendim mi diye düşüneyim...
Olanla hep yetinmeyi bildim
Olmayanları neden dert edineyim...
Sevdamın da Arkasındayım
Sevabımın da arkasındayım
Bütün Günahlarımın da ...
Tartmadan konuşmam ki
Duyacaklarım dan endişe duyayım...
Hayat bu ,
Eyvah da dedirtir insana
Eyvallahta...
Ayıp değil hiç biri...
Çok büyütmesin kimse kendini dev aynasında eni sonu İNSANIZ sonuçta...!
71 notes
·
View notes
Text
İçten kırılmak ince bir sestir Onu ancak Allah duyar...
105 notes
·
View notes
Text
— "Ne tuhaf değil mi? İnsanı yıpratıyorlar yıpratıyorlar, tanınmayacak hale getirene kadar uğraşıyorlar. Sonra dönüp çok değiştin diyorlar. "
159 notes
·
View notes
Text
Gün biter, Ay biter,
Yıl biter, Bir bakmışsın,
Ömür biter... Ah zaman ah !
Geçmez gibi gelir de,
Bir solukta, geçer gider...
100 notes
·
View notes
Text
Ey ölümlü dünya Sende giden bir yolcuyum Biliyorum bende birgün taburcuyum ...
55 notes
·
View notes
Text
Belki de kırılmasaydı, yeşilenmenyecekti...
Kırıldıysan, yeşillenmene ramak kaldı.. Üzülme..!
124 notes
·
View notes