manuklakaramuk
Manuk'la Karamuk
110 posts
"Yazsam olmuyor, yazmasam olmaz." Karamuk                                                       >Tam dünyayı kurtaracaktım ki bi yalanma tuttu.< Manuk
Don't wanna be here? Send us removal request.
manuklakaramuk · 4 years ago
Text
Karantina Günlükleri 5
                                                                                                 28 Mayıs 2020
Bazen, olmuyor bazen…
Artık sıktı, artık yetti.
Öyle bir yerden sıktı ki tam olarak neyin sıktığını da anlamıyorum. Evde oturmaktan sıkıldım desem dışarı çıkasım da yok. Çalışmayı, trafiğe karışmayı hiç özlemedim zaten, hatta “normale dönünce” yeni baştan nasıl alışacağım diye korkuyorum. Boş durmaktan sıkıldım da diyemem çünkü hiç boş durmuyorum. Hala yapacak bir sürü şey var. Ama yapmak istemiyorum. O zaman biraz salayım diyorum ama bir şey yapmayınca da içim şişiyor. Sadece yatıyorum, uyuyorum ve muhtelif her fırsatta bir şeyler yiyorum. Bunu da istemiyorum. Yapacak şeyler listesine geri dönüyorum.  Liste o kadar kabarık ki gözüm korkuyor. Ben bunların hepsini yapamam, hepsine yetemem diyorum. Yeniden yatağa dönüş… böyle saçma sapan bir döngü içindeyim.
Peki ben gerçekten ne istiyorum? Erken kalkmak, spor yapmak, meditasyon yapmak, ders çalışmak, proje geliştirmek, hobilerle uğraşmak, kitap okumak, öykü yazmak… Hangilerini gerçekten içimdeki ben yapmak istiyor? Hangilerini aslında süperegom yapmak istiyor, yani hangilerini sosyal kabul görme kaygıları, toplum baskıları yönetiyor?
Düşünüyorum.
Ayırt edemiyorum.
Cidden ayırt edemiyorum.
Sadece özde kendi yapmak istediğimi bulamıyorum. Hareket etmek çok iyi geliyor evet ama aslında herkes yapıyor diye mi yapıyorum, kilo verip iyi görünme kaygısı mı yoksa gerçek bir enerji hali mi? Kitap okurken çok keyif alıyorum bazen, içinde kaybolup gidiyorsun ya bazı romanların, ne güzel. Ama o zaman neden okunmamış kitapların stresini yaşıyorum? Her gün daha çok daha çok kitap okumam gerekiyormuş gibi hissediyorum. Hani bu keyifti, neden mecburiyete döndü? Filmler de aynı şekilde… izlediğim filmlerin tadına varamadan, hâlâ izlemediğim filmlerin kaygısına kapılıyorum.
Cevapsız sorularım çok azmış gibi yenileri eklendi üstüne…
Ben bunları sorarken ve yalnız yalnız yazarken karantina bitti galiba. Her şey eskiye dönse ve herkes sokağa çıksa haberim olmayacak gerçekten.
Ben bi’ haberlere bakayım, sonuçta karantina biterse günlükleri de biter!
0 notes
manuklakaramuk · 4 years ago
Text
Karantina Günlükleri 4
                                                                                                 13 Mayıs 2020
Evde tek başına kalmak üzerine
Karantina süreci her ne kadar şimdilerde bir hapislik hissine dönüşse ve sıksa da başlangıçta evlerimizde yalnız kalma fikri bana çok iyi gelmişti.  Çünkü ben bunu hep çok seviyordum, bence herkes yalnız yaşamalı zaten. Şimdi hasretlikten bir aradalığa methiyeler düzüyor ve yan yana olmayı ne çok özlediğimizi söylüyoruz ama ne zaman çok samimi olsak bunun bokunu çıkarmadık mı? Birbirimizin bireysel alanlarına fazlaca burnumuzu sokup sonra da kendimiz olabileceğimiz alanlar aramaya başlamadık mı?
Belki de başlamamışızdır ama ne bileyim, ben beceremiyordum galiba. Aranızda yaşamak bazen çok iyi gelse de hep o kendime ait odaya kaçmak istiyordum gün sonunda. Duygumu çok iyi anlatıyor şu şarkı; “sizinle yaşamayı öğrenemediğimden kafamı hissetmiyorum…”
Bana çok iyi gelen bu durum birçok insanın kâbusu olduğundan başta dalga geçtim hepsiyle. Evet çok ayıp ama itiraf ediyorum; yalnız yaşamayı beceremeyen insanları küçümsedim. Ne oldu, zor mu geldi diye sorasım geldi. Hatta dil çıkarıp şöyle uzatarak; ne olduu, zor mu geldiii…
Biraz öfke birikmiş demek ki içimde, çünkü ben de anlaşılmıyordum ve hatta küçümseniyordum. Bu karantina herkese çok anormal geldi ama benim normalim buydu zaten. Ve ben hep normalimi açıklamak zorunda bırakılıyordum. Sürekli evde kalıp ne yaptığım soruluyordu, onları ikna edecek bir bahane üretmek zorunda kalıyordum. Bu kadar saat ne yapıyormuşum evde, bilgisayar başında, habire olmadık işler türetiyormuşum kendi başıma. Bazıları yaklaşıyordu doğruya ama bunu da “başarısızlığımı yakaladığını” ima ederek söylüyordu; “Sen kendi kendine iş yaratıyorsun, yoksa bu kadar yapacak ne var?” Evet, ben kendi kendime iş yaratıyorum. Kendimle uğraşmayı, yazmayı, okumayı seviyorum. Bazı filmleri yalnız izlemek çok iyi oluyor. Evet, kendi kendime hiç hayata geçmeyecek projeler üretip onlar üzerinde çalışıyorum mesela. Şimdi hepiniz bunu yapamadığınız için delirmediniz mi?
Yok, oh olsun demiyorum yine de. Sahiden. Derdim intikam değil ki, anlaşılmak. Belki biraz kibirle ama sonunda biraz kabul görmüşlüğün verdiği rahatlıkla soruyorum; “ne olduu, şimdi anladınız mı beni?”
0 notes
manuklakaramuk · 5 years ago
Text
Karantina Günlükleri 3
                                                                                                2 Mayıs 2020
Yetişemiyorum…
Evde kalmak ve yalnız başıma vakit geçirmek benim için en güzel kaçamaklardan biri olduğu ve bunu kendime ödül olarak gördüğüm için karantina gündemi ilk oluştuğunda hediye almışım gibi mutluydum. Uzun zamandır ihtiyaç duyup, çok isteyip de yapamadığım şeydi evde kalmak.
Oh şimdi ayaklarımı uzatma vakti…
Olabilir mi?
Yoo… eve kapanma isteği dinlenmek için değil kafamdaki işleri bitirmek içindi. Önce onların listesini çıkardım; okullara ders içerikleri yazmak, bağımsız atölye planları oluşturmak, senaryo yazımı derslerimin üzerinden geçmek, yıllık ders planları, okunacak kitaplar, hatta yazılacak kitaplar, biraz da hobiler… Bu listeyi birkaç haftada temizlerim sanmıştım ama 6 hafta bitti bu işlerin çeyreğini bile tamamlayamadım.
Çünkü karantina da hemen kendi gündemini ve yoğunluğunu yarattı. Ne olduğunu anlamaya çalıştığımız bu süreçte korkularımızdan sıyrılabilmek için önce sosyal medyaya sarıldık. Duygu durumu ve ev hali paylaşımları, “story”lerde hızla değişen “challenge”lar, daha evvel yapmadığımız kadar görüntülü telefon konuşmaları… Hemen online dersler de başladı zaten, dersimi online ortama uyarlama çabaları, yeni içerik üretmeye çalışmak, günün belli saatlerini ekran karşısında geçirmek… Derken müzeler kapılarını dijital ortama açtı, birçok tiyatro oyunu internetten izlenir hale geldi, filmler, belgeseller, kitaplar internetten paylaşılmaya başlandı, her akşam ve hatta her gün saati içinde onlarca canlı yayınlar… Hangi birine yetişeyim derken başım döndü. Ben evde yalnız kalayım ve çalışayım isterken daha kalabalık bir yoğunluğun içine düştüm. Paylaşılan her bir link’te “bunu da yapmam gerekiyor” sorumluluğuyla ezildim ve bazı günler hiçbir şey yapamayıp sadece yattım. Aslında sağlığımızın, geleceğimizin tehlikede olduğu bir gündem varken bunlara endişelenemeden sosyal medyaya yetişme stresi beni daha çok yordu. Zamanı hiç de hayal ettiğim gibi yönetemedim.
Hepsini geçtim, bir gün içinde yapmanız gereken gündelik işler de yeterince vakit alıyor zaten. Kahvaltı, biraz hareket, alışveriş, temizlik, akşam yemeği, duş, uyku vs derken günün yarıdan fazlası gidiyor. Kimse bunun farkında değilmiş gibi geliyor ya da bir tek ben mi bunlara çok zaman harcıyorum diye düşünüyorum. Gün içinde gerçekten üretebileceğimiz kaç saate sahibiz kestiremiyorum. Ya da gerçekten üretmek ne demek? Belki de sadece özenli bir kahvaltı ve sonrasında ayaklarını uzatıp keyif yapmak günün en değerli üretimidir, sonunda hepimiz emekli olup bunu yapabilmek için çalışmıyor muyuz?
Bunlar cevaplaması uzun sorular ama neyse ki ben bunlar için yazmıyorum. Bu yalnızlık ve kabuğuma çekilme halinden aldığım hazzın tehlikesinden(?) korkmaya başladığım için yazıyorum.
Bütün bu sıraladıklarımla günler o kadar hızlı akıp gidiyor ve ben o kadar keyif alıyorum ki aslında hayatımdaki o yoğun sosyalliği ve koşturmacayı hiç istemediğimi fark ettim. Elbette dostlarımı, keyfi buluşmaları, gezmeleri, İstanbul sokaklarını ve deniz kenarlarını ��ok özledim ama sabah erken kalkıp kışın ayazında sokağa fırlamak, iş trafiğinde sıkışmak, koştura koştura bir iş günü geçirmek, bir gün içinde bir sürü krizi birden çözmek, iş çıkışı başka bir eğitime koşmak hiç özlediğim şeyler değil. O gürültü beni o kadar yormuş ki şimdi aynı uğultu sanal mecrada can bulduğu için internetimi de kapatasım geliyor. Tabii bu koşullarda interneti kapamak demek hayattan kopmak gibi geldiği için cesaret edemiyorum.  
Ben artık bu kalabalıkları hayatımda istemediğimi fark ettim. Evdeki kendi halimde minik düzenim bana yetiyor, çok iyi geliyor. Öyle ki artık ev içinde yaptığım planımı bozacak, rutinimi değiştirecek müdahalelere bile tahammülüm yok. İşle ilgili acil maillere, uzayan telefon konuşmalarına çok daha çabuk sinirleniyorum. Böyle evde, kendi kabuğumda çok daha iyiymiş.
Derdim hep çok yararlı bir iş yapmak, topluma fayda sağlamak, birçok insana temas etmekti ama şimdi düşünüyorum da şöyle küçücük bir iş yapsam, küçücük minicik ama daimi bir şey… Bir el becerisi mesela, kendi kutumda yapabildiğim ve sadece 3-5 kişiyle iletişimde kalarak çözebildiğim bir iş… Kalabalıklaştıkça kavgaya dönen o iletişimler ne yorucu. Birçok insana birden, hatta tek tek kendini anlatmak zorunda olmak nasıl bir kabus? Yok, ben yapamıyorum zaten. Kimseye uyamıyorum ki, bana uyulmayınca da kızıyorum. Bu lanet huyumun sorun olmayacağı, kendi çarkında dönüp duran minicik bir iş isterdim. Sinemada yer gösterici olmayı hayal ederdim bir zamanlar, ya da eski edebiyatçıların mektuplarını derleyen bir edebiyat tarihçisi olsaydım. Tek işim tüm edebiyatçıların izini sürmek, mektuplaşmalarını bulmak, okumak, derlemek olsaydı ama bir tek o işte usta olsaydım. Başka yapabildiğim hiçbir şey olmasaydı ama İstanbul’un en iyi sinema yer göstericisi ben olsaydım mesela.
Bu karantina bana kıyıda köşede kalmış hayallerimi hatırlatıyor. Biraz da küçülme, azalma isteğimin haklılığını gösteriyor. Özlediğim çok şey var ve bu güzelim bahar günlerinde evde durmaya mecbur kalmak iyice zorlamaya başladı ama o yoğun koşturmacalı gündelik hayatımızı da hiç özlemedim. Bundan sonra hiçbir eskisi gibi olmayacak diyorlar ama benim bazı eskilere hiç dönesim yok zaten.
 hamiş: Bu yazıyı günlerdir tamamlayamadım. Her paragrafta birkaç  gün takılı kaldım ve her günde gündem değişti sanki. Aslında bu yazıya “evde tek başınalık üzerine methiyeler” düzme amacıyla başlamıştım ama konu ister istemez başka bir yere kaydı. Esas konuma her dönmek istediğimde de başka başka sorular çıktı ortaya, konu daha da dağıldı. İlk defa böyle bir şey geliyor başıma ama bu yazıyı da böyle olduğu kadarıyla bırakmak istiyorum. Çünkü gerçekten de hem dışarıdan değişen hareketliliğe hem de içeriden değişen kendi iç gündemime ye-ti-şe-mi-yo-rum.
3 notes · View notes
manuklakaramuk · 5 years ago
Text
Karantina Günlükleri 2
                                                                                                8 Nisan 2020
Ekonomik Durumlar ve Uzaktan Eğitim
Evlere kapanma süreci başlayınca uzun zamandır kendim için hayal ettiğim “çalışma tatili” sonunda gerçek oldu diye sevinmiştim. Ama ben bu eve kapanıp biriken işlerimi tamamlama sürecinde parasız da kalacağımı hayal etmemiştim tabii.
Kadrosuz, sözleşmesiz koşullarla okulların kulüp saatlerindeki derslere ve sanat eğitimi alanlarında bağımsız atölyelere giderek para kazandığım için tüm okulların ve eğitim alanlarının kapatılmasıyla işsiz kalmış oldum.
Ama çok ilginç bir şey oldu; ilk defa parayla ilgili kaygılarımı yönetebiliyorum. Beni tanıyanlar bilir, her şey yolundayken bile parayla ilgili ciddi kaygılarım vardır ve hatta işsizlik durumlarında ağır depresyonlar da yaşamışımdır. Ama ben ilk defa bir işin olumlu yanına bakıp çalışma tatili yapacağıma sevindim ve olumsuz yanına takılmayıp her şey olacağına varır, diyebildim.
Böylece para kaygımla ilgili yeni bir şey keşfettim; bu seferki parasızlık durumumdan ben sorumlu değilim, kendimi suçlayabileceğim bir şey yok, kimse de beni suçlayamaz, utanacak bir durum da yok. Sanırım önceki parasızlık krizlerimde yargılanmaktan, suçlanmaktan da korkuyormuşum. “Paran olmadığı halde iş seçme/beğenmeme” gibi bir yargı da beni yoruyormuş galiba. Çünkü maalesef üç kuruşa beş takla attıracak işler çok ama benim elbette ki önem verdiğim bir kariyerim ve kendilik değerim var, sırf para kazanmak için ne iş olsa yaparım demek istemiyorum. Bunu demediğim için de yargılandığım yerler oluyor. İşsiz kalmam, parasız kalmam benim günahım oluyor. Ama şu anda durum benim seçip seçmeme hakkıma kalmış değil, hangi işe gideyim desem, ne kadar çalışmak istesem de çaresizim. Bu çaresizlikten ziyade sorumluluğun sadece bende olmadığını hissettiriyor ve rahatlatıyor. Ne yaparsam yapayım benim gibi iş kaybına uğrayan birçok insanla aynı kaderi paylaşmak zorundayım. Heh işte bir de şu “yalnız değilim” duygusu… Şu an yaşadığım maddi krizin bana özel olmadığını da biliyorum. Birçok insan gelirinin büyük bir kısmını ve hatta bazıları tamamını kaybettiler. Ülkecek zor bir döneme girdik ve zaten hiç zengin olamayan bizler daha da fakirleşiyoruz ama en azından birlikte batıyoruz diye yalnız hissetmiyorum. Bunlar benim para kaygımı yönetebilmemi sağlıyor sanırım.
Bir de en azından tek bir okulla yarı zaman üzerinden de olsa yaptığım bir sözleşme dolayısıyla devam eden ufak bir ödemem var. Bu da barınma, beslenme gibi temel ihtiyaçlarımı karşıladığı için açlık seviyesinde olmadığımdan da sakin kalabiliyorum. Öyle bir durumdayız ki buna şükredecek hale geldik. Temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hale gelen herkes için de tez elden bir çözüm olmasını dilerim.
Ama o ödemeyi de yattığım yerden vermiyorlar tabii ki. Çocuklarla neredeyse her gün canlı yayın online ders yapıyorum. Yaratıcı drama branşı adına online ders yapmak imkansız tabii ki ama krizi yönetmek için yeni formüller ve içerikler üretiyoruz. Bunun da yeri ayrı kıymetli. Çalışmak ve çocuklarla buluşmak bana da iyi geliyor ama bu noktada paylaşmak istediğim başka şeyler var. Bunlar sadece kendi okulum ve sürecimle ilgili değil, farklı okullarda çalışan birçok öğretmen arkadaşımdan ve sosyal medyadan edindiklerime göre online eğitim alanında çıldırmış(?) durumdayız şu an.
Çoğu veli çocuğuyla nasıl vakit geçireceğini bilemediği ve hali hazırda hizmet satın aldığı özel okulun yıllık ödemesini yaptığı ya da yapıyor olduğu için okulların yakasına yapışmış durumda; “Hadi bir şey yapın da ben bu çocuğu sabahtan akşama kadar bilgisayar başından da olsa yine size emanet edeyim, çünkü ben onu evde oyalayamıyorum”. Beklentileri öncelikle çocuklarının sağlığı için uygun olmasa da okullar da beklentiye karşılık vermek zorunda hissediyor ve öğretmenlerini deli gibi koşturuyor. Kabul edelim ki hiçbir okulun ve hiçbir öğretmenin böyle bir hazır bulunuşluğu yoktu. Biz eğitim çalışanları da ilk defa deneyimliyoruz böyle bir süreci ve bazılarımız okulda çalıştığından daha fazla çalışıyor. “Okullar açılsa da bir rahat etsem” diyen bir sürü öğretmen arkadaşım var. Çünkü herkes deli gibi online alanda paylaşılabilecek yeni içerikler üretmeye çalışıyor, bunların hangi platformdan paylaşılabileceğini öğreniyor, yeni dijital ortamlarla tanışıyor, yeni ders programları yazıyor ve ekip olarak tüm teknik aksaklıklardan kaçınabilmek için saatlerce toplantılar, telefonlaşmalar yapıyorlar.
Dersinin içeriği uygun olsun olmasın, evdeki özel durumu el versin vermesin her öğretmen canlı yayın dersler yapmaya zorlanıyor. Peki ya çocuğu olan ve tabii ki böyle bir süreçte bakıcı alamayan öğretmenler? Onlar öğrencilerini ekran başında tutmaya çalışırken arkadan kendi bebeği ağlasa, kendi çocuğu da seslense ne yapıyorlar? Evde yaşlı hastası olan öğretmenler? Evlerdeki internet gücü, kamera kalitesi, kulaklık, mikrofon gibi teknik imkanları okullar mı sağlıyor sanıyorsunuz? Kendi sürecimden örnek verecek olursam; benim kameram çok kalitesiz ve evin en ışık alan yeri olduğu için salonda yayına girmek zorundayım. Salonum da komşulardan ötürü en gürültülü yer aynı zamanda. Benim ders yapmaya başladığım o öğle saatleri onların da tam müzik, dans, kavga, süpürme sesleriyle şenleniyor(?) Geçen gün yayına girmeden önce uyarmak zorunda kaldım ve ufak bir gerginlik yaşadık. Bu gerginlikle derse başladığım sırada stresten ellerim titriyordu ve ders boyunca anlattığım şeye asla konsantre olamadım. Bir de böyle durumlarda duygu durumunu çocuklara yansıtmamaya çalıştığın kadar velilerden de sakınmak zorunda kalıyorsun. Çünkü biliyorsun ki çoğu çocuğun yanında anne-babaları da oturuyor ve seni dinliyor. Sınıf ortamında olsak böyle bir duygu halini sınıftakilerle paylaşmaktan çekinmem; “Arkadaşlar, dersimize başlamadan önce komşumla ufak bir gerginlik yaşadım ve şu anda çok üzgünüm ama şimdi sizi görmek iyi geldi” diyerek başlayabilirdim dersime. Ama bu online ortamda gerçekte tanımadığım velilerle bu duygularımı paylaşmak istediğimden emin değilim. Bir de onların nasıl yorumlayacağını ve kim bilir yargılayacağını düşünmek istemediğimden ders boyunca hiçbir şey çaktırmamaya çalıştım. Okullarımızda bize sağlanan “iş alan”larında değiliz, özel hayatımız ve iş hayatımız birbirine girdi birdenbire. Eskiden iş için birbirimizi ararken dikkat ettiğimiz mesai saatleri, mailleşme zamanları da günün 24 saatini kapsar hale geldi. Kimse bunları sormuyor bile. Çünkü para kazanmak için her koşulda her şekilde çalışmak zorundayız.
Bazı okul idareleri iş bölümü konusunda da öğretmenlere sorumluluğu eşit paylaştıramıyor. Bir branş çok yoğun şekilde online dersler yaparken bir branş hiçbir şey yapmayabiliyor. Bazı okullar da ders ücretli öğretmenlerine bilerek online ders yaptırmıyor ki ücretlerini ödemesin, ama MEB’den çıkan son karardan sonra onları da “mecburi online ders” yapmaya zorluyor ki ödemeye devam etmek zorunda olduğu ders ücreti boşa gitmesin(?)
Bu uzaktan eğitim sürecinde çalışanlar arasında ciddi eşitsizlik ve sömürü alanları oluştu bile.  Bir yanda hiçbir iş yapmadan ek ders ücretleriyle birlikte tüm ödemelerini alan bazı memurlar, bir yanda koşulları elvermediği halde online derslere zorlanan öğretmenler, bir yanda istese bile hiçbir ders yaptırılmayan ve tüm ödemeleri kesilen özel okul öğretmenleri… Kapitalizm duruluyor mu, paranın bizi kurtaramayacağını öğreniyor muyuz diyemeden yeni bir haksızlık alanı yarattık. Bu kadar mı kanımıza işlemiş sömürmek?
 Aslında bir felaket yaşıyoruz ama biz hala nasıl daha çok çalışırız ve nasıl para kazanmaya devam ederiz derdindeyiz. Ciddi bir sağlık tehdidiyle karşı karşıya kalmış travmatik bir süreç geçirirken özel okullar online alanda nasıl çılgınlıklar yaparız ki seneye için kayıtlarımızı şimdiden doldururuz telaşındalar.
Şu an sağlık çalışanları, market çalışanları, kargocular, inşaat işçileri, hala duruşa geçmeyen fabrikaların işçileri… hepsi çok olumsuz koşullarda canları pahasına çalıştırılıyor ama ben de kendi meslek grubum adına öğretmenlerin de pek rahatta olmadıkları bir not düşülsün istedim.
0 notes
manuklakaramuk · 5 years ago
Text
Karantina Günlükleri 1
                                                                                                 27 Mart 2020
Başlangıç…
Son zamanlarda çok yoğun çalışıyordum. Her gün gitmem gereken işler, çalışmalar ötesinde sürekli kafamın içinde dönüp duran “yapılacak işler” beni daha çok yoruyordu. Her akşam yorgun argın eve döndüğümde bedenim dinlenmeye muhtaçken hala yapmam gereken bir sürü iş oluyordu. Bu yüzden kendime bir çalışma tatili hayal ediyordum. Yani her sabah erkenden kalkıp gitmem gereken okul, işler bir dursundu ama ben evde, kendi belirlediğim kafelerde çalışmaya devam etseydim. Şu zihnimde dönüp duran işleri bir temizleseydim de diğer koşturmacalara kafam rahat devam edebilseydim.
Sadece işler de değil ki… sessizleşmek, kalabalıktan uzaklaşmak ve kendimi dinlemek istiyordum. Sonra minik minik hobilerim; nakış işlemek, boya yapmak istiyordum. Hiçbir şey olmasa bile ben evde olmayı, evimle ilgilenmeyi seven bir insanım. Temizlik yapmak, eşyalarımın ihtiyaçlarıyla ilgilenmek, kitaplarımla oynamak, filmlere dizilere dalmak, yazı yazmak… Sabah erken kalkma telaşı olmadan bütün gece oturup yazmak.
Sahi ben evde durup da kendimi ne güzel eyleyebilen bir insandım. Bir keresinde bir arkadaşım “hayatım boyunca evden hiç çıkmadığım tam bir günüm olmadı, belki çok hasta olduğumda falan…” demişti de ona haftanın üç günü çalışmadığım bir dönemde evimin hemen altındaki marketten bütün ihtiyaçlarımı alıp o üç gün hiç çıkmadığımı itiraf edememiştim. Öyle ki iki merdiven alttaki markete bile inmek zorunda kalmak istemezdim. O üç gündeki dinginlik ve planlarımı yapma hali bana diğer dört gün için güç verirdi. Ama insanlar evde durmakta neden bu kadar zorlanıyorlardı ki? Ev arkadaşı, eşi bir süre evde olmayacak arkadaşlarımı o sürede evlerine birilerini davet etme ya da başkasında kalma derdi sarardı. Hiç anlayamazdım, yahu ancak yalnız kalmışsın keyfine baksana. Ben tam aksine ev arkadaşlarım gittiği zaman hiçbir plan yapmaz, kimseyi çağırmaz, evin tadını çıkarırdım.
O yüzden bu yeni koronavirüs sebebiyle evlerimize kapanmamız gerektiği ilk açıklandığında çok sevindim. O çalışma tatilini çok hayal ediyordum da nasıl bir yolla olabileceğini hiç düşünemiyordum. Bu kadarına hayal gücüm yetmiyordu ama gerçek bir şey oldu ve herkes evlere kapanmak zorunda kaldı. Özellikle dilesem böyle tutmazdı. Tabii benim çalışma tatili hayalimde kazandığım para böyle kesilmeyecekti, mola vermek istediğim zamanlarda bir Kadıköy’e inip sosyalleşebilecek, istediğim zaman birkaç arkadaşı görebilecektim. Ama her sipariş eksiksiz gelmiyor ne yazık ki.
Hemen kafamdaki “yapılacak işler”i listeledim. İşte tam zamanı derken etrafım birden bir sürü linklerle sarıldı. Okunacak kitap listeleri, online gezilecek müzeler, ölmeden önce mutlaka izlenmesi gereken filmler, tiyatroların internetten gösterime açtığı oyunlar, canlı yayınlanacak konserler… neler oluyor? Beni yeni bir stres sardı. Hepsine birden nasıl yetişecektim? Bunların hepsini yapmak için iki üç hafta yetmezdi ki, aylarca sürecek bir karantina ancak paklayabilirdi. Hangi birini yapacağım stresinden anksiyete başladı neredeyse, okullar açılsa da normal rutinde devam edip dinlensem demeye başladım. En azından okuldan çıkınca bir kahve molası veriyorduk, böyle işin ne zaman başladığı ne zaman bittiği de belli değil. Sonra ne oldu? Hiçbirini, hedeflediğim hiçbir şeyi yapamadığım bir serilme süreci geçirdim. Öyle ki netflix’teki kafa yoran, düşünmemi gerektiren dizileri bile izlemek istemedim. Boş boş televizyona baktım, yattım, uyudum, kafamı kaldıramadım. Aslında ciddi bir hastalıkla mücadele verdiğimiz ve korkularımızın olduğu bir süreçte bir de bu kadar sorumluluk ve yük ağır geldi. Kaldıramadım.
Belki de tam da olması gereken bu. Gerçekten tamamen durmamız gerekiyordur. Canımızın sıkılması gerekiyordur belki de… sıkılsın yahu, canımızın sıkılmasından niye bu kadar korkuyoruz?
Ayrıca zaman algım tamamen değişmeye başladı. Şu an okul ve öğrencilerim için yapmam gereken bazı işler dışında tüm vakit tamamen bana ait ve ben yine hiçbir şeye yetişemiyorum. Ne kadar planlı, disiplinli olsam da o işleri öyle hemen bitiremiyorum. Bugün benim karantinamın ikinci haftası bitiyor ve bir haftam olsa hepsini bitiririm dediğim işlerin yarısını bile yapamadım henüz. Demek ki ne kadar zamanım olursa olsun istediğim hiçbir şeye yettiremeyecekmişim. Zaman gerçekten de bizim tutabildiğimiz, planlayabildiğimiz bir şey değilmiş, şimdi çok daha iyi anlıyorum. Biz zamanı yönettiğimizi sanırken onun elinde oyuncak olmuşuz haberimiz yok. En iyisi onun oyununa dahil olmak ve anın tadını çıkarmak sanırım.
Peki zamanımı nasıl geçiriyorum da hiçbir şeye yetmiyor? Bunu da anlatmak isterim ama etrafımızda bu kadar çok yapılacak şey varken uzun yazılar okumaya fırsat bulamıyorsunuz biliyorum. Hem daha uzun süre evdeyiz belli ki, ben bu karantina günlüklerine devam ederim nasıl olsa. Okumak isteyen her zaman misafirimdir.
1 note · View note
manuklakaramuk · 7 years ago
Text
Kaybedenler Kulübü Yolda ya da orada burada
Serinin ikinci (ve umarım son) filmi Kaybedenler Kulübü Yolda, ilk filmi çok seven biri olarak benim için hayal kırıklığı oldu.
Kaybedenler Kulübü’nü çok sevmiştim çünkü benim hiç bilmediğim ama burnumun dibinde yaşanan çok samimi, umudu örgütleyen bir hikaye anlatıyordu. Bu yüzden tüm cinsiyetçi ve kadını alaşağı eden söylemlerine rağmen favori filmlerim arasına almıştım. Çünkü Kaan ve Mete’nin “pompacı”lığından ziyade sadece bir radyo programı ile yüzlerce insanı bir araya getirebilme güzelliklerini sevmiştim. Çaldıkları şarkıları, içi boş gözüken bir sürü cümle arasından yarattıkları anlamları, sisteme karşı umursamaz duruşlarını çok sağlam bulmuştum.
Ama yıllar içinde filmin, halihazırda Kadıköy’de süren yaşam biçiminde ve “yeni nesil” arasında bu sağlam hikayeden ziyade sadece “biz sizinle yatmış mıydık” kültürünü yaydığını fark ettikçe soğumaya başlamıştım. Cem Yılmaz’ın dediği gibi film bir sürü şey anlatırken sen gidip aradan o “küfürü” öğrenmeyi seçiyorsan bu yalnızca filmin hatası değildir herhalde. Bu yüzden yine de filmi yargılamamayı seçtim. Ama giderek artan cinsiyetçiliğin ve etik dışı cinsellik ilişkilerinin koruma kalkanı olması ve bir popüler kültür ikonu haline gelmesi de uzaklaştırıyor, ne yaparsın.
Yine de ikinci filme dair büyük bir heves ve heyecanım vardı. Ama dediğim gibi maalesef hayal kırıklığı oldu.
İlk olarak filmi kendi içinde değerlendirecek olursak sağlam bir olay örgüsü ve hikayesi yok. İlk filmden sonra karakterlerin hayatında neler oldu, neler değişti ya da aynı kaldı diye anlatan bir durum belgesel tadında. İlk filmi izlemeyen kişilere ne hissettirir emin olamıyorum. Yol hikayesi desen yol değil, aşk desen aşk değil. 2 saatlik film boyunca takip edebildiğimiz tek hikaye Kaan-Sevda ilişkisi ki o da başı belli sonu belli halde ağır aksak akmıyor bir türlü. Yan karakterlere dönecek olursak hiçbirinin hikayesi yok. Sadece ilk filmden sonra ne oldukları bilgisini alıyoruz. Bu arada Brit bile reklamcı olmuş mesela, psikolog arkadaşları falan var. Arkadaşlar, standart’ta kalmaya çok diretmeyelim isterseniz, sonunda yine oraya varacaksak hepimiz ufaktan ekmeğimizin yolunu bulalım.  Kaan ve Mete bile sisteme aykırı duruşları ve paraya değer vermeyen tavırlarına rağmen altlarında cillop motorlarıyla haftalarca süren Akdeniz-Ege tatili yapıyor. Öyle çadırlarla kampçılık falan da değil ha, gayet temiz güzel otel odalarında kalıp her akşam rakı sofralarını, ceplerinden pahalı viskilerini eksik etmiyorlar. Biz de Kadıköy sokaklarında en ucuz bira nerede diye aranıp “Allah standarttan ayırmasın” avuntusuyla geziyoruz.
Filmin tek sevdiğim yanı Sevda’nın Kaan’ı kendi silahıyla vurması oldu. Silah ve vurma tabirlerini kullanmak ne kadar doğru bilmiyorum ama teşbihte hata olmazmış. Nitekim filmin sonunda Kaan kendi söylüyor; “Bir erkeği ancak en masum anında vurabilirsiniz” diye.
İlk filmdeki Zeynep’in yerine Sevda’yı daha kararlı ve daha sağlam karakterli buldum. Aslında Zeynep de çok iyi bir karakterdi ama maalesef karşısındakini kendine göre yontma, değiştirmeye çalışma hatasına düşmüştü. Kadın-erkek diye ayırmıyorum, romantik ilişkilerin sık rastlanır bir sorunu sanırım bu. Birini senden çok farklı diye, senin yapamadıklarını yapıyor diye çok çekici bulursun, seversin sonra da senin gibi değil diye kendine benzetmeye çalışırsın. A Zeynep’im, sen bu adamı bu alternatif duruşu sebebiyle sevmedin mi? İstediği anda çıkıp Olimpos’a gidebilme ihtimalini sevmedin mi? Sonra ne oldu da “bu adamla evlenilmez” tribine girdin? Orda Kaan’ın “ben buyum kızım, hep böyleydim” tavrını çok haklı buluyorum. Kaç yaşında adam bir Zeynep için değişecek değildi ya. Neyse ki Zeynep de durumu çok sürmeden idrak etti, nasıl olsa değişir, ben onu ikna ederim saçmalıklarına girmeden ona da kendisine de saygısını korudu, beklentisi karşılanmayacağı için gitti. Acı çekerek de olsa, ağlayarak da olsa gitme cesaretini gösterdi. Ama nedense aşk acısı çeken, terk edilen, mağdur olan Kaan oldu. E Kaan’ım bu sefer de sana sorarım; kadın talebini net bir şekilde ortaya koydu. Sen onun için hiçbir şey yapamayacakken, “ben buyum kızım”dan asla vazgeçemeyecekken bu ilişkinin ömür boyu sürdürülebilir olduğunu hayal etmiyordun herhalde. Bir ilişkinin insanların tavırlarını, duruşlarını değiştirmesi gerektiğine inanmıyorum ama tarafların birbiri için hiçbir şey yapmayacağı, kendinden hiç ödün vermeyeceği, bir adım atmayacağı hiçbir ilişkiyi de sürdürülebilir görmüyorum.
Sevda da Mete’nin “biz özgürlük sibobuyuz kızım, takılıyoruz” lafına uydu, “takıldı”. Ne bir şey vadetti ne de talep etti. Etik dışı hiçbir durum yok ortada. Yani illa etiği sorgulayacaksak evde onu bekleyen nişanlıya yapılmış bir haksızlık olsa da Kaan’a karşı bir hatası olduğunu düşünmüyorum. Tıpkı Kaan ve Mete’nin her zaman yaptığı gibi davrandı. Ama acıtıyormuş değil mi? Kaan’ın dediği gibi “bize tam da bu gerekiyordu”. Evet sanırım anlamanız için tam da yaşamanız gereken buydu.  Amacım misilleme falan değil ama şu modern zamanın “takılmaca” rahat ilişkilerindeki kalp kırgınlıklarına bir cevap bulmak gerek.
Yine kadın-erkek-trans diye ayırmak, ilişkileri belli kalıplara oturtmak istemiyorum ama bu takılma kültürünü belli bir etik çerçeveye oturtmaya ihtiyaç duyuyorum. İnsanlar birbirini tanıyor, hoşlanıyor, takılıyor. Bu bazen tek gecede kalıyor, bazen seks partnerliğine dönüyor bazen de içinde duygusal yaşamsal paylaşımların da olduğu bir ilişkiye dönüşüyor. Hepsi anlaşılır insani şeyler. Ama nerede hata yapıyoruz da birileri bu durumdan üzülen, kırılan, acı çeken taraf oluyor. Tanıştığımız gibi birbirimizle sözleşme mi imzalayacağız, ben şöyle bir ilişki isterim bu kadar veririm şu kadar alırım diye. Bu kişisel olarak da mümkün değil ki. Zira insan da bir insanla beraberken tanıyor kendini, keşfediyor beklentilerini. Ama bu tahmin edilemez ruh hali de birbirimize etik olmama mazereti olmamalı bence. İlk tanışmada kestiremiyorsun evet ama gelin itiraf edelim birkaç buluşma sonrasında tarafların ne istediği ufak ufak belirginleşiyor. İşte bu noktada birbirimizin belki de kendimizin günahına giriyoruz. Hemen bir durup nefes almak, dürüstçe konuşmak gerek. “Ben başlarken böyle olacağını tahmin etmemiştim ama şimdi senin hakkında şöyle düşünüyorum, böyle hissediyorum, benim beklentilerim oluşmaya başladı” diyebilmek, “senin beklentilerini görebiliyorum ama karşılayamamaktan çekiniyorum, karşılamak istemiyorum, benim hiçbir beklentim yok ya da benim de beklentilerim var” diyebilmek bu kadar zor olmasa gerek. Kalp bu, yine de kırılabilir, her zaman kırılmaya müsait bir organ kendisi, ama dürüst olalım, açık olalım, iyi niyeti koruyalım yeter ki. Vicdanlı olup net ifade edelim ki o kalp kırgınlığı hayata, dostluğa, insanlığa küsmeye dönüşmesin. Çok mu zor birbirimize saygı duymak?
Neyse konu filmden uzaklaşmaya başladı. Bu tartışma cidden çok uzayıp gidebilir ama filme dönecek olursak iki film toplamında da benim sormak istediğim tek bir soru var; Kaan’ın İzmir’de bir barda ayaküstü seviştiği (pompaladığı mı demem gerekirdi?) kadınla Sevda arasında ne fark var? Çünkü bardaki kadına “senin adın neydi ya” gibi bir aşağılamayla tabiri caizse köpek çekilirken Sevda “o kız fazla iyi” diye anılıyor. Neden? O iki kadın da hayatını yaşıyor, işini yapıyor, tatile gidiyor, eğleniyor, takılıyor, seviyor, seviliyor, bazen gönlünü eğlendiriyor bazen gönlünü kaptırıyor. Bilmiyorsanız söyleyeyim; vallahi de ikisi de bunların hepsini yapıyor. Ama siz sadece bir an’ına denk geldiniz diye bu kadınlar “eğlenilecek kadın-evlenilecek kadın” diye ayrılıyor mu hemen, ne oluyor? İkisi de kadın ya, kadınlığı geçtim ikisi de insan! Sana birini bedeni üzerinden bu kadar aşağılama hakkını kim veriyor?
Hayır sonra yine aşık yine mağdur yine en yüce olan da bizim adamımız. İki filmde de şu erkeklere sırf beden keyfi diye bakan, Kaan ve Mete’nin erkekliğini söndüren bir kadın göremedik ya ona yanarım.  Aslında kadınlar vardı, sağlamdı ama tabii ki Kaan ve Mete’ciğimiz bir nesne gibi kullanılıp atılamazlar; onlar ancak çok masum, çok aşık, çok felsefik, çok arzulanır, çok acı çeker olabilirler. Erkeklere başka hiçbir bok olmaz. Bütün bokları hak eden kadınlardır(?) Tabii filmde göremedik, yoksa gerçekte senaryonun tam ters hallerini de biliyoruz ama nedense ekranlarda onlar izlenmiyor. Onları da kadın yönetmenler anlatacaklar herhalde ama kadın yönetmenlerin sahiplendiği o kadar çok sorumluluk var ki bunlara sıra gelmiyor. Şimdilik meydan erkek yönetmenlerde olduğu için senaryoların en erkek halini çekiyorlar, çeksinler bakalım… Elbet devran döner.
Şimdi o en masum yerinden vurulan erkekliğini indir de biraz insan ol. Belki de standarttan ayrılmakta biraz insanlık vardır.
 Dipnot: Yazı boyunca çok heteronormatif bir dil kullandığımın farkındayım ama film o kadar cinsiyetçi ki ben ancak bu kadar sıyrılabildim, affola!
 30.03.2018
3 notes · View notes
manuklakaramuk · 7 years ago
Photo
Tumblr media
>Nerdesin be sen kaç gündür?<
-Ameliyat oldum oğlum ben.
>Eee?<
-Ne e’si Manuk, bi geçmiş olsun denir.
>Geçmiş olsun da yani ne gelmiyorsun kaç gündür?<
-Yerimden kalkamıyorum farkındaysan, annem bakıyor bana.
>Al ben de bakıyorum ne olacak.<
0 notes
manuklakaramuk · 7 years ago
Text
YA.
Ne öylesi ne böylesi
Ne ötesi ne berisi,
Tam ortasındayım işte
Öyle içimden geldiği gibi…
 Bakışlarım bile yolunu ��aşırdı, gözlerim adeta adres soruyor. Nefesim zaman zaman aniden duruyor, ne yapması gerektiğini unutuyor. Bir elim diğerine yabancılaşıyor bazen, dilim varmıyor hiçbir şeye. Saçımı toplamayı unutuşumdan değil, ne yana düşeceğini bilmiyor buklelerim. Bir şaşkınlık var üzerimde sanki her şeyi yeni görmüşüm gibi, bir de ağır bir yaşlanmışlık var omuzlarımda sanki her şey çoktan eskimiş gibi.
Bir yenilik mi bilmiyorum yoksa eski bir tanıdık mı tek ihtiyacım. Sığınağım yine kendi yüreğimdir ama yüreğim kim, tanımıyorum. Zaman zaman rüyalarımda geçmişi yüzüme vuran mı benim aklım yoksa gelecek hayallerini umutla taşıyan mı? Peki rüyalar ya da hayaller ne kadar gerçek? Ya her şey kafamın içinde dönüyorsa? Ya tüm dünya sadece benim kafamda yarattıklarımsa, ya sen tüm bunları benim aklımdan okuyorsan?
Ne ileri ne de geriye, iyidir böylesi, kal burada. Nefesini tutma ya da bırakma, sadece alıp ver, zaman akar.
Mart, 2009
0 notes
manuklakaramuk · 8 years ago
Photo
Tumblr media
>Neden işten direkt eve gelmedin?<
-Geldim işte, uğramadım bir yere.
>Yalan söylüyorsun.<
-Ya bi bankaya uğradım sonra hemen geldim, ne olmuş yani...
>Ben evde yalnız yalnız seni mi bekleyeceğim?<
-Bekleme istemiyorsan Manuk.
>Vaay...öyle olsun.<
-Ya tamam onu demek istemedim.
>...<
-Manuk bi bakar mısın?
>Küstüm.<
2 notes · View notes
manuklakaramuk · 8 years ago
Text
Sucu Arif
 Yedi tepeli koca şehrin küçük bir mahallesinde yaşıyordu Arif. Aşağı baksan deniz yukarı dönsen dağ tepe. Tam aradaydı Arif, her şeyin arasında. Annesiyle babasının, ananesinin “Okuyup büyük adam olacaksın sen” hayalleriyle babasının sucu dükkanının, annesinin sessizliğiyle küçük kardeşinin huysuzluğu arasındaydı. Okuyup büyük adam olmayı o da istiyordu ama okulla arası çok da iyi değildi. Halbuki biraz hevesle gitse okuluna, akşamları televizyona kapılmak yerine biraz ders çalışsa belki de babası “Okumayacak bu çocuk, hiç çalışmıyor baksana, boşa yoracak bizi belli” diyemeyecek, annesini ananesini kandırıp onu okuldan alıp sucu dükkanında çalışmaya zorlayamayacaktı. Ama olan olmuştu, önceleri sadece hafta sonlarında ve yaz tatillerinde dükkanda çalışırken ortaokul biter bitmez artık tam bir çalışan olmuş, bütün gününü dükkana gelen su siparişlerini dağıtmakla geçiriyordu.
 Henüz yaşını doldurmadığı için motoru kullanması yasaktı. Oysa ne çok isterdi o da damacanaları motorun arkasına yüklesin, sonra egzosunu öttürerek mahalledeki kızlara hava ata ata gezsin. Ama o sadece yakın mesafelere el arabasıyla gidebiliyordu. Bazen boş damacanalarla bayır aşağı inerken kendini el arabasına yükleyip bırakıyordu ve uçuyormuş gibi hissediyordu, bu belki motordan daha iyiydi.
 İnsanlar birbirini tanımazdı, mesela alt kattaki komşusunun adını bilmezdi ama hepsinin tanıdığı bir kişi vardı ki o da Arif’ti. Bütün gün mahalle civarında el arabasıyla dolaştığı ve neredeyse her kapıya haftada en az bir kere uğradığı için tüm mahalleli onu tanırdı. Kumrala kaçan sarı saçları, mavi gözlerinin hemen altında bitiveren elma gibi tombul ve kırmızı yanakları ve oldukça kısa kalmış boyuyla yaşına göre çok daha küçük gözüküyor ve herkese çok sevimli geliyordu. Arif de seviyordu herkesi, gülümseyip selam vermekten vazgeçmiyordu. Ama yine de üzerinde sanki buralara yanlışlıkla düşmüş, istemeden bu hayatın içindeymiş gibi bir hal vardı. Gözleri hep başka yerlere bakıyor, uzun uzun dalıyordu. Onun baktığı ama kimsenin bir şey göremediği yerlerde o ait olduğu yerleri görüyordu sanki.
 Yine de bu mahallede kendini ait hissettiği, mutlu olduğu küçük alanlar vardı. Onun için en önemlisi akşamları dükkandan eve dönerken kimselere çaktırmadan gizli gizli gittiği parktı. Parkın en ışık almayan köşesinde liseli gençler sotelenir, gizlice sigara içerlerdi; bazen de bira, şarap. Arif çok sevmezdi sigarayı alkolü ama onlarla olmayı severdi. Babasının yanında olmadığı kendine ait bir alan, kendinin seçtiği arkadaşlar… Annesine kokup yakalanacağından korka korka her akşam onların yanına uğrar ve bir sigara içerdi. Arif bir tek orada birilerinin dediklerine uymak zorunda kalan bir çocuk olmaktan çıkıp “adam” oluyordu.
 Bir de su götürdüğü bazı evleri özellikle seviyordu. Şu eli hiç bulaşıktan çıkmayan genç kızla bilgisayar başından kalkmayan sevgilisi mesela; 148 numara. Kız artık ne iş yapıyorsa belli ki evde çok vakti olmuyor, olunca da böyle evin alışverişinin yapılması, temizliği, bulaşığı, su istenmesi gibi bütün işleri birden hallediyordu. Sevgilisi ise sanki o koltuktan hiç kalkmıyormuş, onunla bütünleşmiş gibiydi. Kız her zaman “Ay Arif be, geç de içeri koy kuzum hadi, ellerim bulaşık” derdi.  Elinden köpükler damlata damlata mutfağa döner Arif de peşinden girerdi. Bir de hep söylenirdi damacananın mavi kapaklarına; “Bak geçen sefer de kapağını açmadan gitmişsin bir saat onla uğraştım. Minnacık kulp yapıyorsunuz o da kopuyor sonra bıçakla mı kesersin baltayla mı dalarsın uğraş dur.” O sırada Arif çoktan kapağı açmış gülerek bakardı genç kadına. “Parayı da şu ayakkabılığın üzerinden alıver bak koydum oraya.” “Abla bende bozuk yok, sen bozuk versen?” “ Eh be Arif şu baban cebine hiç mi para koymaz senin? Ne yapıyorsun o paralarla bak bozukluk için bile bırakmıyor sana.” Ancak o zaman ilk defa koltukla birleşmiş adamla bir temasa geçilirdi; “Umuuut, yok mu cebinde bozukluk?” Kısa bir sessizlik sonra ağır bir “Yoook” cevabı gelirdi. “Hayatım kalk da al benim cüzdanımdan, hadi benim ellerim bulaşık” ve uzun bir sessizlik… Genç kız ellerini durular, kurular, Arif’e parasını getirir, biraz da fazla verir “Bunu babana söyleme, sende kalsın” derdi.
 Sonra şu takma dişli dede; 162 numara. Arif onu sokakta gördüğünde dişlerinin takma olduğunu düşünmezdi hiç. Ama ne zaman evine su götürse, kapıyı açtığında gülmemek için zor tutardı kendini. Dişleri olmayan, dudakları ağzının içine vakumlanmış gibi duran haliyle sokaktaki o aksi dede evde bir tonton dedeye dönüşüveriyordu. Ama sadece görüntüsüyle. Yoksa o  sivri dilini aksiliğinden hiç geri çevirmez parasını da tam tamına verir ya da üstünü tam tamına eksiksiz beklerdi. “Beni öyle üzerimde bozuk yok laflarıyla kandıramazsın, ben bilmez miyim sizleri” diye başlardı dırdıra. Oysa Arif’in ondan hiçbir beklentisi yoktu, az konuşsun yeterdi ama dede bütün yalnızlığının hıncını çıkarırcasına konuşur da konuşurdu. “Neymiş o geçenki gürültü patırtı, yıkıldı ortalık. O izbandut karısını mı dövmüş gene, he?”  Gerçekten yapayalnızdı adam. Karısı yıllar önce ölmüştü duyduğuna göre. Hiç çocuğu da yoktu. Peki her yanı değerli eşyalarla dolu bu koca evi ve harcamaya korktuğu onca parasını ne yapacaktı? Arif’e vereceği iki lira bahşişten kaçınarak ne planlıyordu bu kadar? Arif hiç düşünmüyordu bunları. Başkalarının malını mülkünü düşünmek büyüklerin işiydi, Arif sadece kimse ona karışmasın istiyordu, onun kimseye karışmadığı gibi.  “Bilmiyorum dede, ben bir şey duymadım ki.” “Aman sen de aylak aylak gez ancak…senden bir tek parkta olanlar öğrenilir, gençlerin ne bok yediği de beni ilgilendirmez. Sanki bilmiyoruz, gizli gizli alıp biraları şarapları kaçın kuytulara, bir iki de saf kız attınız mı aranıza bütün gece kızla kim öpüşecek diye yarışıp durun.” O böyle nefes almadan, durmadan konuşurken Arif huzursuzlanırdı. Biliyor muydu parkta yaptıklarını? Ya başkaları da biliyorsa? Hem bu kız mevzuu da nerden çıkmıştı şimdi, geçen çocuklar konuşurken de duymuştu böyle bir şey ama kendisi ne zaman gitse sadece erkekler oluyordu ortamda. Kız arkadaşları da mı vardı acaba? Neden Arif’le de tanıştırmıyorlardı? Bunların çok fazla üstünde durmaz dedeye bir ihtiyacı olup olmadığını sorardı. Çünkü ne olursa olsun, ne derse desin, garip bir şekilde seviyordu bu dedeyi ve dedenin de mahallede konuştuğu tek kişi oydu.
 Ama 157 numara yok mu? Üç erkek çocuklu aile… O eve gitmekten illallah çekiyordu Arif. İnadına da suları iki günde bir biter, sık sık su isterlerdi. Arif gitmek istemez ama o kadar yakın mesafeye motoru da yollatamazdı. El mahkum gider, her defasında da kapıyı evin en büyük oğlunun açmasından nefret ederdi. Evin en büyük oğluydu ama Arif’ten küçüktü aslında. Yine de şimdiden serpilmiş boyu ve belli doğuştan gelen, değişmeyecek yakışıklılığıyla çocuk gibi durmaz, Arif’ten büyük gösterirdi. Arif’e yoksunluğunu hatırlatırdı o çocuk. Ne eksiği vardı ki onun, o da onun gibi okula gitse, okusa öğrense, onun gibi bilmiş bilmiş konuşur, belki boyu bile uzardı. Ama eksikliğin ya da fazlalığın onlarda olmadığını, çocukları ayrı kılanın babalarının hayatlarının farklılığı olduğunu idrak edemiyordu henüz. Bir de evin küçük oğlanları… hep Arif’e verilecek parayı saklamış olurlardı. O para bulunana kadar da evde kıyamet kopardı ve o kadından nasıl çıktığına inanamadığı sesler çınlamaya başlardı; “Berat, Berke gene mi sakladınız parayı, verin çabuk. Vallahi babanıza söyleyeceğim artık yiyeceksiniz sopayı, azcık ağbinizden öğrenin oğlum ya, yeter!” Ağbi ise evin babası kıvamındaki ses tonuyla “Kusura bakma Arif, seni de bekletiyoruz ama” derdi. O hengamede çocukların birbirlerine fırlattıkları şeylerden biri mutlaka kapıdan fırlar, Arif gidip alırdı. Sonunda parasını da alınca kaçarcasına çıkardı apartmandan.
 Gel gelelim Arif’in en mutlu olduğu, neredeyse koşa koşa gittiği ev kedisiyle yalnız yaşayan genç kadının eviydi; 170 numara. Birkaç gün aramasa sorardı; “170 numaradan hiç sipariş yok mu ya?” “Oğlum ne yapacaksın 17o numarayı, manita mı yaptın o evde?” Manita falan değil kediyi görmek istiyordu Arif. Her su bırakışında kedi kapıya gelecek mi diye heyecanlanıyor ama kedi zaten her kapıya koştuğu gibi onun zil çalışına da çoktan koşmuş oluyordu. Kediyle bu kavuşma anı Arif’in çocuk olabildiği tek andı ve aslında hep öyle kalmak istediği tek an. Birçok yaşıtı gibi Arif’in de çocukluğu uzun sürmemişti ve daha çocukken çocukluğunu özlüyordu.
 Kadın da bu durumun farkındaydı, bu yüzden Arif’in kedisini sevmesine bir şey demiyordu. Ama kesinlikle içeri davet etmiyordu. Aslında Arif içeri girip kediyle koşturup oynamayı çok istiyordu ama kadının garip bir mesafesi vardı. O sıcaklığı ve gülümsemesinin ardına bir duvar örmüş gibiydi ve Arif o duvarın arkasına asla ulaşamıyordu. Kadının yalnızlığına bakılırsa duvarı yıkamayan bir tek Arif değildi.
 Genç kadın Arif’in getirdiği damacanayı alıp mutfağa götürür, eskisini alıp getirirdi. Parası da anahtarların yanında hazır olurdu hemen. Kedi de zaten bu sürede çoktan kapıda oynaşmaktan sıkılmış ve içeri kaçmış olurdu. Arif bir şey diyemez, mecbur dönerdi ama aklı kedide kalırdı.
 Bir gün 170 numaradan yeni sipariş geldiğinde yine hevesle koştu Arif. El arabasını bile almadan sırtında taşıdı damacanayı, nefes nefese geldi kapıya. Zile bastı, bir süre beklemek zorunda kaldı. Sonra kapı yavaşça açıldı ama kedi koşmadı. Arif damacanayı bırakırken yavaş davrandı ve bahaneyle yerlere bakındı. Kedi gözükmeyince çekinmedi “pisi pisi” diye çağırdı ama kedi yine gelmedi. Genç kadın o gün ilk defa konuştu “Kedi öldü Arif”. Arif de ilk defa o zaman başını kaldırıp kadına baktı ve ağlamaktan şişmiş kıpkırmızı gözlerini gördü. Onun da gözleri doldu, sesinin titremesinden korktu, hiçbir şey demeden boş damacanayı alıp koştu.
 Dükkana kadar elinde damacanayla koştu Arif. Dükkana varınca durup derin derin nefes aldı. “Ne oldu be, biri mi kovalıyor?” Arif elindekini bırakıp koşmaya devam etti, sahile vardı. Koyverdi kendini, ağlamaya başladı. Susmadan hıçkıra hıçkıra ağladı. O zaman fark etti ki bu dünyada en sevdiği canlı tek bir kelime bile konuşamadığı o kediydi. Arif’in tüm mutluluğu, tek heyecanı oydu. Ve bu Arif’in o kadınla en büyük ortak özelliğiydi, kadın da bu dünyada en çok kedisini seviyordu. Ama bu Arif’le tek ortak yönleri değildi.
 Uzun süre 170 numaradan sipariş gelmedi. Arif’in de gidecek, o kapıda kedi olmadan bekleyecek ve kadının gözlerine bakabilecek cesareti yoktu zaten. Ama bir şey yapması gerektiğini hissediyordu. O bu kadar üzülüyorsa evindeki tek dostunu yitiren kadın kim bilir ne haldeydi.
 O gece dükkandan çıkınca yine parka gitti, ilk defa şarap içecekti. İçti Arif, dediklerine göre her derdi unutturuyordu bu meret ama Arif’e kediyi ve genç kadını unutturmadı. Aksine daha beter içini yaktı şarap. Kalsa bütün gece ağlayabilirdi ama babasından korktu, yine erkenden ayrıldı arkadaşlarının yanından.
 Eve dönerken minicik bir yavru kedi gördü Arif. “Sarhoş mu oldum be?” dedi kendi kendine ama kedi bayağı canlı, hareket ediyordu. Arif yakalamak isteyip üstüne gidince kaçtı yavru, çalıların arkasına girdi. Arif de peşinden gitti. Çalıların hemen arkasında kendi gibi minicik dört kardeşini ve annesini buldu Arif. Anne kendi koruma içgüdüsüyle kalktı, Arif’e tısladı. Ama Arif ona elini uzattı, anneyi uzun uzun sevdi. Belli ki anne kedi de aslında bir çocuktu ve o da erken büyümek zorunda kalmıştı. Arif o zaman ne yapacağını buldu.
 Ertesi gün su siparişlerinden bir fırsat bulup kedilerin yanına gitti. Onlara su ve süt verdi. Anne kedi mutlulukla süte daldığında Arif içlerinden en beğendiği yavruyu çaktırmadan aldı ve kaçtı. Kediyi önce bir güzel temizledi, bir de kurdele taktı boynuna. Gitti 170 numaranın kapısına. Kapıyı çaldı çaldı açan yok. Pes etmedi, kadının evde olduğunu biliyordu, bekledi. Yine çaldı zili. En sonunda karşı komşu açtı kapısını. “O kadın taşındı geçen hafta, ev boş” dedi, kapısını kapattı. Kadın nasıl da bu kadar rahat söyleyebilmişti ki bunu? Arif’in dünyası başına yıkılmıştı sanki. O genç kadın için bu kadar şey düşünürken, birlikte yeni bir kedileri olacakken o nasıl onu öylece terk edip gidebilirdi ki? Ağlamaklı bir halde kediyi annesine geri götürdü. Anne kedi Arif’e kızmış, küsmüştü. Elletmedi ne kendini ne yavrularını. Hemen sarıldı gelen yavrusuna. Arif kendini affettireceğine söz vererek uzaklaştı yanlarından.
 Sanki sahip olduğu her şey gitmişti elinden. Bir şey yapmalıydı Arif. Güveni sarsılmıştı. Artık kim onu sever kollardı, o kimi sevebilirdi bundan sonra? Dükkana gitti hırsla. İçeri öyle bir girdi ki babası masadan başını kaldırıp baktı Arif’e. Uzun zaman sonra ilk defa süzüyordu oğlunu, boyu uzamış gibi geldi. “Ne oldun be?” “Baba ben karar verdim, bu kış okula başlayacağım yine, liseye gideceğim” dedi. Babası oğlunu böyle kararlı, istekli görünce şaşırdı. Hoşuna da gitti biraz, yumuşayacak gibi oldu ama hemen katılaştı. “Ne okulu be, okudun bitirdin işte yeter o kadar. 132 numara su bekliyor, hadi” dedi. Arif damacanayı el arabasına koydu ve gitti. Gitti.
Ocak-Mayıs 2012
1 note · View note
manuklakaramuk · 8 years ago
Text
Sessizliğin Anlamı
Kelimeler var, kelimeler orada.
Dilim var, dilim burada.
Ama konuşmak yok.
Konuşunca anlamsız ve çıplak kalıyor kelimeler.
Oysa bazen sadece sessizliğin anlamına ihtiyacımız var.
 24 Ağustos 2016
Beyoğlu-Beşiktaş
0 notes
manuklakaramuk · 8 years ago
Photo
Tumblr media
>Heh açtım sayfayı, bak ne diyo; "...sınıf mücadelesini bulmak için ta uzaklara bakmaya lüzum yok; isteyelim ya da istemeyelim, sınıf mücadelesiyle tahmin edeceğimizden çok daha kısa bir süre içinde ve onu görmeyi hiç beklemeyeceğimiz yerlerde karşılaşırız."< >...< > Ne ayak la bu Zizek? Anlamadım ben.<
0 notes
manuklakaramuk · 8 years ago
Photo
Tumblr media
İçimdeki koala sevinci!
0 notes
manuklakaramuk · 8 years ago
Text
Buralar Hep Dutluktu
Artık nereye gitsem, “eski tadı yok buraların”.
Ne yana döneceğimi şaşırdım. Her şeyin sonuna yetişmiş gibi hissediyorum kendimi.
Koşa koşa gelmişim, sarı sıcak renklerde eğlenceli, mutlu, sevgi dolu bir odanın içine yetişmişim de tam soluklanırken herkes “biz de tam şimdi kalkıyorduk” der gibi bakıyor yüzüme.
Daha gözlerim yeni yeni açılırken tiyatroya sevdalanmıştım mesela. Ben de elim ayağım tutar tutmaz daldım sahnenin içine ama nerede o eski tiyatrolar? Eskiden ne güzel oyunlar çıkardı, salonlar dolar taşardı, şimdi hiç eski tadı yok.
Sanat olmayınca politika dedim, örgütlendim. Öğrendim ki mücadelenin bile anlamı değişmiş ben gelene kadar. Direnmek dediğin eskiden aktif bir şeydi, şimdi evden pasif direniş makbul olan.
Mesleğimi sinema bildim, setlerin emekçisi oldum. Hadi bir teselli, bu iyi haber mi kötü haber mi bilmem ama film çekmek hep zormuş, şartlar hep zalimmiş. Ben bir şey kaçırmadım ama bir şey de yakalayamadım.
Bir derneğe üye oldum. İşte burda buldum kendimi dedim. Dostluk ve dayanışma az olsun anlam kazanmaya başlamıştı ki oraların da eski tadı kalmadı. Varlıklarıyla güç bulduğum dostlar, “buralar hep dutluktu” deyip deyip çekilmeye başladılar. E hadi koruyalım, yeniden yeşertelim dutluğu, çoğaltalım meyveleri, yeşili, umudu… onların da sonuna denk gelmişim.
Sanki buralar hep dutluktu da bize betonlar kalmış gibi.
Beyoğlu bile eskiden çok güzeldi. O insanların şık kıyafetleri ve kravatlarıyla çıktığı dönemi geçtim, şen kahkahaların mutlu masalardan yükseldiği zamanını bile kaçırdım Beyoğlu’nun.
İyi de kardeşim ben de dünyanın bu vaktine doğdum, benim günahım ne? Biraz bize de ekmek bıraksaydınız ya, insan hiç düşünmez mi bunlar ne yer ne içer diye?
Aşk, sevgi, dostluk… bunlar hep geçmişte kaldı. Yakın gelecekte belki sözlükten bile çıkacak bu kelimeler. Ama ben de hep bunlarla cümle kurmayı öğrenmişim, şimdi nasıl sil baştan dil öğreneyim?
Bize de yaşanacak bir dünya bıraksanız olmaz mıydı? Bu kadar mı zordu, bu kadar mı kısıtlıydı imkanlarınız?
Ya da madem dünya kalmadı, biz neden hala burdayız?
Ocak, 2017
0 notes
manuklakaramuk · 8 years ago
Text
Romanda Kahvaltı
O sabah uyandığında ne yapacağını bilmiyordu. O yüzden öyle erkenden kalkmak da istememişti ama uyku işte, birden kesilivermişti. Hemen kitabına sarıldı. Herkesin hala uykuda olduğu bu sabah sessizliğinde öyle yalnız hissetti ki ancak romandaki kalabalık onu yatıştırabilirdi. Kitabın sayfaları arasında dolaşırken bir açlık tutturdu. Biraz peynir almalıyım diye düşündü bir de ekmek, sıcak beyaz ekmek. Karnı öyle bir guruldadı ki romanın bütün kahramanları dönüp kıza baktılar, kıpkırmızı kesiliverdi. “Acıkmışım da” diye özür diledi. Romandaki en acılı en mutsuz genç kadın “Ben de hiç sormadım, açsındır elbet. Ben hemen bir sofra kuruveririm” dedi. “Hiç gerek yok” demeye kalmadan mutfağa fırladı gitti kadın, çektiği uzun işkencelerden sonra ilk defa hayat belirtisi gösteriyordu romandaki genç kadın, nasıl da hevesle kırıyordu yumurtaları. Kız sevinse mi üzülse mi bilemedi. Sonunda çayın fokurdayan sesine dayanamadı, kitabın sayfasını iyice açtı ve mutfağa girdi. Genç kadın döndü, gülümsedi; “Geldin sonunda” dedi. Kız da sadece gülümsedi, boynunu yere eğdi.
Birkaç dakika sonra sofrada zeytinler, biraz beyaz biraz kaşar peynir ve tavada hala cızırdayan yumurtalar hazırdı. Çay bardaklarını da doldurup masaya koyunca tam oldu. Kız bardakların kirliliğine aldırmadı. Ne kadar kirli bardaklardan çay içmesini bilirse o kadar alçakgönüllü olabilirdi. Kızın yüreği her şeye açıktı, tüm kirlere, yanlışlara ve sapmalara. Ama karşısındaki açmayınca yüreğini o da kapanıveriyor bir “ben”dir tutturuyordu. Genç kadın “hadi” deyip uyarmasa tüm açlığını unutur, düşüncelere dalar giderdi. Oturduğu sandalyenin omzuna asılmış beyaz torbadan çıkardı ekmeği, sıcacıktı. İlk kopardığı lokmayı kadına uzattı, ikinci lokmayı da yumurtanın sarısına batırıverdi. Yumurta kırmızı kırmızı akmaya başladı, tüm tavayı doldurdu. Tavadan taşmasın diye ikisi birlikte hızla lokmalarını batırarak yemeye başladılar. Yedikçe çoğalıyordu sanki. Koca bir ekmek bittiğinde elleri sarı, turuncu ve kırmızı yumurta içinde kalmıştı. Birbirlerine bakarak parmaklarını yaladılar, halleri çok komikti, güldüler. Zeytine ve peynire el sürmemişlerdi ama tüm sofra tükenmişti. Sanki ikisi de yıllardır açtılar da ancak doydular.
Kadın; “Anlat bakalım” dedi. “Benim sizin gibi bir hikayem yok ki, anlatacak hiçbir şeyim yok”. “Herkesin bir hikayesi vardır bu hayatta” dedi kadın. “Bu hayatta… evet. Ben belki de bu hayatta değilim ne bileyim. Sürekli sizin romanlarınızın içinde yaşıyormuş gibi hissediyorum kendimi, hiç bu hayata dahil olmamış gibi. Sanırım beni en çok zorlayan da bu”. “Ne?” “Bu hayata dahil olamadan bu hayatta yaşamak zorunda olmak. Herkes beni görüyor, duyuyor ama ben onları duyamıyorum sanki. Ben burda değilim. O yüzden ben onların hikayelerinin bir parçası olabiliyorum ama asla benim bir hikayem olmuyor, olmayacak. Benim sadece bazı an ve hallerim var, o kadar.”
“An’lar… benimse hiç an’larım yok, bu romanın sayfalarına sıkışıp kalmış tek bir hayatım, hikayem… Bir de çok fazla acıyan yaralarım var. Belki de senin yerinde olmak daha iyidir.”
“Hikayeyi bilmem ama, haklısın seninki gibi yaralarım olsun istemem. Okumaya bile zorlandım ben, sen nasıl dayandın? Bazen yazarı durdurup ‘yeter bu kadına yaptıkların’ diye bağırmak istedim.”
“Kızma ona, yazarları bu kadar dikkate alma, aslında hepimiz kendi hikayemizi kendimiz yazarız. Yazarlar sadece yaratır ve bir başlangıç koyar, gerisi senin hikayendir. Bu kadar yaranın içine bile bile ben atladım biraz da. Olsun, pişman değilim. Ama bundan sonra da pişman olmamak için ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.”
“Yapma, bal gibi de biliyorsun. Sevdanın peşinden daha ne kadar koşacaksın? Henüz sonunu okumadım ama ben bile görüyorum, eğer onu sevip korumaya devam edersen çok pişman olacaksın.”
“Böyle düşünüyorsan okumaya devam etme lütfen, bırak burda.” “Neden?”  “Sen kendin yaz bu romanın sonunu.”
“Yine gideceksin onun peşinden değil mi?”
“Onun değil, hayatın peşinden gideceğim. Ben her zaman yaşamayı seçtim, yaşamı savundum. Ve şimdi benim için yaşam onun yanında!” “Ama ölüm de onun yanında!” Ölüm yaşamdan ayrı değildir zaten, ölüm de hayata dahil. Elbet öleceğiz, ve onun yanındaki ölüm en güzel yaşamdır bana.
İşte şimdi kıskandım seni asıl. Ben hayatımda hiç böyle sevmedim, sevemedim. “Seversin” dedi romandaki kadın. Sadece yüreğini nasıl açacağını bilmiyorsun, nefes al ve yürağini hayata aç, sevgi o zaman kendiliğinden gelecek ve sen de romanın sonunu düşünmeden okumayı öğreneceksin.
Sizin romandaki zamanla bizim zamanımız çok farklı. Duygular böyle belirgin değil artık, çok uçucu. “Ne fark varmış bizim zamanla sizin zaman arasında?” Siz 47’lisiniz biz 87’li. Tam kırk yıl fark var, az mı? İnsanın değişmesi için yeterince çok sene.
İnsan değişmez aslına bakarsan. Hangi zamana, hangi coğrafyaya gidersen git insan insandır. Değişen şeyler var elbette ama bu insan değildir. İnsanlık hep aynıdır, ona sahip çıkmak senin elinde.
İnsanlığa ben tek başıma sahip çıkamam. Yanılıyorsun. Artık sevmek de sevilmek de çok zor. Başka uğraşlar uğrunda duygularımızı yitiriyoruz. Ve sizler bunun, bizim tercihimiz olduğunu sanıyorsunuz. Hayır, çok acı çekiyoruz. Siz sadece gülüyorsunuz halimize. Eleştirmek yerine biraz yardımcı olabilirdiniz. Asıl kayıp kuşak biziz ve belki de hiçbir zaman bulunamayacağız.
Bana sevdanın peşinden koşma, romanın sonunu değiştir derken sana yardımcı olmamı nasıl beklersin? Romanı takip etmeyerek sen kendi kendini kaybediyorsun. Yoksa siz bulundunuz aslında, Haziran ayında o parktaki mücadelenizde kayıp kuşak olmaktan kurtuldunuz ama sonra yine kendi kendinizi kapattınız evlere.
İsteyerek kapanmadık evlere. Başka türlüsü mümkün değildi. Görmüyor musun öldürülüyoruz, birer birer siliniyoruz hayattan.
“Ölüm yaşamdan ayrı değildir demiştim değil mi?”
Bilmiyorum, ben artık odama dönsem iyi edeceğim. Kahvaltı için teşekkürler. Sen bu sofrayı kurmasan kendi kendime kahvaltı edeceğim yoktu. “Bir şey de yemedin ki…” Olsun, ben doydum.
Kız kalktı. Romanın sayfaları arasından sıyrılarak odasına döndü. Kitaplarla ve yalnızlıkla dolu odası… hiç gitmemiş gibi yeniden buradaydı işte. Romana baktı, devam edip edemeyeceğini bilemedi. Belki bu kitabı da yarım bırakılanlar arasına eklemeliydi. Yarım bırakılan kitaplar, yarısı kalmış ve soğumuş çay, yarıda kalmış filmler, yarım bırakılan ilişkiler… Yarıda kalmak tüketmekten iyiydi belki de.
İstanbul
2010-2016
1 note · View note
manuklakaramuk · 8 years ago
Text
ekiminiçinde
sar beni.
bir battaniye altı ürpermesinde buluşalım, önce öp sonra sar beni.
 ben aldım seni.
yol kenarında nereye gideceğini unutmuş otobüs bekliyordun hani,
belki birazdan gelecekti ama ben orda aldım seni yoluma kattım.
(şimdi seninle yürüyorum.)
sen sadece sar beni.
 biraz yorgunluklarım var biraz kırgınlıklarım,
önce yaralarımdan sar beni.
ya da yok, hiç bulaşma sen onlara
sen böyle yeni, böyle güzelken ne gerek var eski yaraları açmaya
bırak onlar dursun, sen en güzel gülmelerimden sar beni.
 burnumuzun dibinde merak ettiğim yerler var; şile’de saklıgöl mesela
göl kıyısında sakla, şarap mahzeninde bul beni.
çimenlerin üstünde sar beni, ben çoktan aldım seni.
 anlaşalım; seni galata kulesi’ne çıkarmam,
çünkü bu şehirde en güzel şeydir galata kulesi’ne bakmak
oysa kuleye çıktığında, galata yoktur artık manzarada
ben seni galataya bakan o dar sokakta –adını unuttum, hep de unuturum zaten- beklerim
şimdi seninle çay içiyoruz o güzelim sokakta, karşımızda galata.
 konuşmayı severim, seni muhabbetsiz bırakmam
aman iki kelimemiz eksik kalmasın.
fakat uzun sessizliklerde sen sar beni
ben sessizlikleri sevmem.
 içinden ağlamak geldiğinde kendini tutmayabilirsin
ben gözyaşlarını biriktiririm ellerimde
ama göz göze geldiğimizde hep gülümsemeni isterim.
 sabırlıyımdır, iyi niyetliyimdir de
kolay kolay sinirlenmem, bağırmayı hiç sevmem
-bir kere kendimi bağırırken duymuştum, çok korkmuştum-
en çok bazı türkülerde güzeldir sesim, şiirlere de dokunmayı severim
ama işte bazen istanbul koşturmacasında ben benlikten çıkabiliyorum,
gün olur seni de bir aceleye sıkıştırırsam affet.
kusuruma bakmayı bil, ona sahip çıkma ama bak sadece
ve sar beni.
asıl tatil zamanında tanı beni.
ben en güzel güneyde gülümsüyorum, ağzımdan ay ışığı fışkırıyor ve denizden çıkınca çok doğal oluyorum
o yüzden kaş’a gitmeyi hayal edişlerimde elimden tut.
sana söz, bu gece hiç bitmesin diyeceğin mutluluklar getireceğim
bir aydın kasabasında bir bağlama sesiyle aşık edebilirim seni
ama yapmam bunu sana.
sen aşkı kendin bul ve sadece sar beni.
 çok insanı sevebilirim senin de sevginle dünyaya sil baştan bakabilirim
herkesi bize dahil edebilirim ama başka kimseyi almam yanımıza
sen kolların açık halde sar beni.
 kim vurduya gidişlerin kısa sürsün
sen hemen dönüşünde sar beni.
ben çoktan aldım seni
sen sadece sar beni.
6 Ekim 2014
0 notes
manuklakaramuk · 8 years ago
Photo
Tumblr media
>Iıhhh…çok ağrıyooo…< -Neren ağrıyor? >Ay çikolataaa…< -Ne çikolatası oğlum, neyin var? >Bööğğ…kuscam galeba.< -Haydaa…üşüttün mü nedir? >Yok yok…şey oldum…her ay oluyo ya işte…< -Bak yaa, benim taklidimi mi yapıyorsun sen? Daha adını bilmiyor, dalga geçiyor… >Kıh kıh kıhs… ıııhhh…<
1 note · View note