#hükmetmek
Explore tagged Tumblr posts
Text
🗣️ Dinler, İktidar Hırsı ve Laiklik Devrimi
İncil sev dedi Hristiyanlar kendilerinden başka kimseyi sevmediler.
Tevrat yaşat dedi Yahudiler kendilerinden başka kimseye yaşama şansı bırakmayacak kadar azdılar.
Kur'an oku dedi Müslümanlar okumadıkları gibi kendi canına okuyan herkese koşulsuz inandılar.
O zaman dinleri ve günümüze kadar taşınan süreçlerin üzerinden geçerek Atatürk'ü ve laiklik devriminin değerini anlama zamanıdır.
Bunun için tabiat bilimlerini okumayı savunuyoruz.
İnsanı bu hale dinleri kendine alet ederek insan sömürenler getirdi.
"İnsanın dini duyuncundadır."
Doğuran da tabiat doyuranda tabiat olduğu için.
Tabiat aynı zamanda yaratan güçtür.
Son peygamberin dini tebliğ etmek ile birlikte aynı zamanda devlet başkanı olması dinin siyasete alet edilmesinin başlangıç noktasıdır.
Peygamber öldüğü gün öldü o din. Bu kadar kısa ömürlü olmasının tek sebebi güç adına iktidar olmak ve bunu din ile ilişkilendirmektir.
Çünkü dört halife iktidar kavgasına peygamberin cenazesi kalkmadan tutuştu. O gün bugündür bu coğrafyada kan durmuyor.
O gün bugündür insanlığa iktidar elde etmek adına dini siyasete alet etme virüsü bulaştı.
Atatürk dünya da bir ilki gerçekleştirerek laiklik devrimi ile temizledi bu rezil dini siyasete alet ederek iktidar olma ilişkisini.
O büyük dahi hayata gözünü yumduğunda yine hortladı o iktidar ve sömürü adına din kavgası.
Bugün yaşadığımız zulmün kısa hikayesi budur.
Peygamberler de insandır. Hata yaparlar. Tebliğ ettikleri o din yok şimdi. Böyle olacağını bilmesi gerekmez miydi?
Tanrı peygambere aynı zamanda siyaset yapması ve devlet başkanı olması yetkisi izni vermiş olabilir sorusunun bir yanıtı yok ki!
İktidar hırsı olmadığını iktidar olarak gösteremezsiniz. İktidar olmak bir güç elde etme hırsıdır. Ganimet elde etmenin yolunu güç açar.
Yaşarken bir başkasını hatta kendine çok yakın olmayan birisini demokrasi ile başa geçirmiş ya da geçirememiş olmanın faturası çok ağır oldu o kadar düşmana rağmen.
Din sadece tebliğ ile kalsa veya din bir insanla tebliğ edilmese böyle olmazdı.
Arap coğrafyası dinleri ganimet, iktidar ve güç peşinde koşan dinlerdir.
İnsana şah damarından daha yakın olan yaratanın bir insana ihtiyaç duyacak kadar çaresiz olması yaratana hakaret değil mi? Yaratanın insanlığı kurtarmak adına örnek bir insanı geçici kullanması anlaşılabilir. Yalnız dinin o insandan ibaret olduğu konusunda inancı yok etmek sonradan mümkün olmaz.
Dini yaratan duyunç aracılığıyla tebliğ ettiğinde insanlık daha huzurlu olur.
Biri çıkıp din adına Tanrının görevlendirdiği kişi benim dese bile kimse inanmazdı. Başlangıcı sorunlu bir konudur bu konu.
Atatürk bir dogma bırakmadığı için yenilmiyor.
Onun fikrini kimse yenemez. Çünkü insanlığın çıkabileceği son noktayı o çıktı.
Yaratanım insanlığa tebliğini her insan kendi diliyle öğrensin diye dinde ilk devrimi Türkçe Kur'an ile Atatürk yaptı.
Dünyaya insanlar arasından birisi din ve Tanrı adına huzur getiremez ve bu güne kadar getirememiştir.
Bugüne kadar böyle bir yazı ve eleştiri yapılmış mıdır? Doğrusu bilmiyorum.
Din, Tanrı, Peygamber ve devlet ile iktidar konusunda laiklik harici bir çare olmadığını düşünen ve inanan biriyim. Atatürk dışında bu konuda devrim yapmış ve o devrimi aşacak bir çözüm bulabilmiş biri yoktur.
İnançlar insanların kendi temiz duyunçları içinde yaratan ile bir aracıya ihtiyaç duyulmadan yaşanmalıdır.
Kimse kimsenin dini ve inancı ile ilgilenme ve inancına karışarak müdahale etme hakkına sahip değildir.
Yaratan peygambere bile tebliğ et yalnız kimseyi zorlama demiştir.
Din her insanın yaratan ile kendi arasında üçüncü bir aracıya ihtiyaç duymadan kurduğu iletişimdir.
Din, insana hükmetmenin aracı olmaktan hiçbir zaman kurtulamamıştır.
Dünya da yaşam menfaat üzerine bir düzen ile kurulu olduğu için ve insan menfaatine satılmak konusunda zaafı olan bir canlı olduğu için bu tuzağa din ile kolay düşürülmektedir.
Laiklik gibi bir devrim yapmış Türk ulusunun ve Atatürk gibi bir insanlık devrimcisinin kurduğu devlet ve yaptığı devrimleri dini siyasete alet eden işbirlikçi bir zihniyet dini kullanarak elde ettiği güç ile bugün tehdit etmektedir.
] Önder Karaçay [
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#insan#atatürk#devrim#mah��er tufanı#zulüm#türk fırtınası#dinler#din tacirleri#laiklik#iktidar#güç arzusu#hükmetmek
8 notes
·
View notes
Text
Saman Çöpü
View On WordPress
#2024 şiirleri#Ahenkle#Bir#Damla#Hayat#Hükmetmek#Mustafa Murat Güngör#Nehir#Poem#Poerty#Poet#saman çöpü#TASAVVUF#Şiir#ŞİİR#İnsan
0 notes
Text
O, bir zamanlar Polonya'nın en ünlü piyanisti ve bestecisiydi.
Hem de Chopin'i en iyi yorumlayanlardan biri...
Sonra diplomat oldu. Dahası siyasete girdi ve Polonya'nın başbakanlığına seçildi.
Bir gün başbakan olarak Fransa gezisi sırasında Paris Üniversitesi müzik bölümünde okuyan bir genç yanına gelip;
"-Siz o ünlü piyanist Jan Paderevsky değil misiniz?
diye sordu. Paderevsky;
"-Evet o benim"
diye yanıtladı.
"-Fakat şimdi?"
"-Şimdi Polonya'nın başbakanıyım işte..." deyince genç;
"-Yaa öyle mi, ne büyük bir düşüş..."
diyerek, kinayeli bir cevap verir.
Paderevsky gencin bu sözünü hayatı boyunca kendine dert eder.
Bir gün halka konuşurken şunları söyler;
"Piyanonun tuşlarına hükmetmek devlete hükmetmekten zormuş meğer...!
Başbakan iken ırmak geçmeyen yere köprü vaadedersiniz herkes inanır.
Halkı kandırarak devlete hükmedebilirsiniz, ama 7 oktavlı bir piyanoda, fa sesine basıp do diye yutturamazsınız.
Notalar sizi gerçeğe, yalnızca gerçeğe, matematiksel ölçüye, tartıya, armoniye, melodiye doğru sesi vermek için doğru tuşa basmaya mecbur eder.
Müzik sizi yalandan, sahtelikten kurtarır."
Ignacy Jan Paderewski
32 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
199. BÖLÜM - Cennete ve Dünya'ya hükmetmek; Ocaktan bir şeyler çıkıyor.
Xie Lian soğuk zeminde öylece uzanıyordu. Hala yarısı ağlayan-yarısı gülen maske yüzündeydi. Beyaz yüzü olmayan ise Xie Lian’in tam yanında durmuş ve onun bu görünüşünden mutluluk duyarmış gibiydi. Çünkü Xie Lian tıpkı onun gibi görünüyordu.
Ağlayan-gülen maske tuhaf bir şekilde Xie Lian’in yüzüne yapıştırılmış gibiydi. Ne kadar denerse denesin çıkartamıyordu.
“Bırak öyle kalsın” dedi Yüzü olmayan beyaz. “Gücünü anlamsız mücadelelere harcamayı bırak. Buradan çıkmak mı istiyorsun? Dediklerimi yaptığın sürece kolayca Ocaktan çıkabilirsin.”
Xie Lian o orada yokmuş gibi davranıyordu.
Yüzü olmayan beyaz Xie Lian’in her zaman onu aşağılayacağını ve vazgeçmeyeceğini biliyordu. İç çekti, “En güçlü usta ve öğrenci, ayrıca en yakın arkadaşlar olabilirdik. Neden bu kadar asi olmak zorundasın?”
Xie Lian yapmakta olduğu şeyi bıraktı, kızgın bir şekilde ve iğrenerek cevap verdi: “İnsanların yaşadığı zorlukları, hayatın iniş çıkışlarını anlamını ve sanki insanların duygularını anlıyormuş gibi konuşmayı kes. Senin gibi birini ne öğretmenim ne de arkadaşım olarak asla istemem.”
Xie Lian’in ondan tiksintisi inkar edilemeyecek kadar açıktı. Yüzü olmayan beyaz aşağılayarak güldü: “Biliyorum, sana göre seni eğitebilecekler sadece Guoshi[1] ve Jun Wu, değil mi?
Ses tonu tuhaftı, küçümseme ve alay doluydu. Xie Lian bu konuyu pek umursamadı ve başka bir soru sordu: “Lang Ying, YongAn’ın ilk veliaht prensi miydi?”
Lang Ying insan yüzü hastalığından acı çekmiş bir YongAn’lıydı. O küçük veliaht prens Xie Lian’in kim olabileceğini düşündüğü tek kişiydi. Beyaz Yüzü olmayan cevapladı: “Doğru bildin. O, alt ettiğin ve sonra binlerce parçaya ayırıp ardından sarayını yaktığın veliaht prensti.
YongAn prensi Lang Ying’in tek yeğeniydi. Bu yüzden muhtemelen o zaman insan yüzü hastalığının kalıntıları ona bulaşmıştı. Xie Lian sordu: “Hastalığından neden başka kimse etkilenmedi?”
Beyaz yüzü olmayan: “Çünkü YongAn sarayındakiler onun çoktan hasta olduğunu anlamıştı. Başkalarına bulaşmasına izin vermemek için, onu bir yorganla sessizce boğması için birini gönderildi, ancak o mücadele ederek karşı koydu ve kaçtı.”
YongAn Krallığı hem YongAn Kralı'nın hem de Veliaht prensin ağır hasta olduğunu ilan ederken, Krallık iç çatışmayla nasıl başa çıkılabileceğini bilemediler dolayısıyla Lang Ying'in soyundan başka birini prens olarak belirlediler. İşte O, Lang Qian Qiu’nin atasıydı.
Xie Lian “Onu kandırmayı nasıl başardın?” diye sordu.
“Onu kandırmadım.” Dedi Beyaz Yüzü olmayan. “Ona sadece gerçeği söyledim, onun böyle bir canavara dönüşmesinden sorumlu olan suçlunun kim olduğunu. Bana kendinden birazcık ödünç verdiği sürece, intikamını almasına yardımcı olacaktım."
“Birazcık mı?” Xie Lian inanamadı. “Onun hepsini besin olarak yuttun!”
Yüzü Olmayan beyaz baygınca: “Ne insan ne de hayalet olan o haliyle kimse ona samimiyetle davranmazdı zaten, onun için bu dünyada kalmak da başlı başına bir acıydı.”
Xie Lian aniden seslendi: “Ekselansları?”
“…”
O anda Xie Lian, yaratığın muhtemelen bu hitaba cevap vermek istediğini anlayabildi ama kendini tuttu.
Bunun üzerine Xie Lian tekrar sordu: "Siz, Siz WuYong'un Veliaht Prensisiniz, değil mi?”
Kelimeler dudaklarından dökülür dökülmez Fırın'ın içindeki boğucu sıcaklığın katılaştığını hissedebiliyordu.
Xie Lian içeriye düştüğü andan itibaren, bu soru hakkında düşünüyordu.
Ceset Yiyen Farelerin ağızlarından dökülen dili anlayabilmesinin sebebi Jun Wu, Guoshi ve Yüzü Olmayan Beyaz’ın aralarından birinin onların anılarının ve duygularının bir kısmını kendisine nakletmiş olması olmalıydı! Bu da üçü arasında en az birinin WuYong'dan olduğu anlamına geliyordu. Jun Wu, WuYong Krallığı'nın çöküşünden sonra doğmuştu, bu yüzden Guoshi ve Yüzü Olmayan beyaz en şüpheli olanlardı.
Hua Cheng neden Ocağın dışında kalmıştı? Bunun nedeni onun bir Yüce olması olamazdı, çünkü Hua Cheng, Xie Lian’a Yüce olan Hayalet Kralların bile Ocağa yeniden girebileceğini söylemişti, tıpkı bir cennet mensubunun yükselişten sonra başka bir cennet musibetinden geçebilmesi gibi. Yine de Hua Cheng yarı yolda ortadan kayboldu. Xie Lian'ın aklına gelen en basit açıklama Ocağın Yüzü olmayan Beyaz’ın emrine itaat etmesiydi.
O halde, Yüzü olmayan Beyaz’ın kimliği olsa olsa ne olabilirdi ki?
Bir an sonra karanlığın içinde ölüm sessizliği oldu ve Xie Lian kesin bir ifadeyle tekrarladı: "Siz WuYong'un Veliaht Prensisiniz."
Artık Yüzü olmayan beyaz sessizliğini bozmuştu.
Xie Lian'a doğru hamle yaptı, avuç içi darbeleri keskin ve güçlüydü. Bu kez kaçma sırası Xie Lian'deydi. Kaçmak için sıçradı ve kaçarken sordu: “Ekselansları, size bir sorum var. Nasıl oluyor da gerçek yüzünüzü kimseye göstermiyorsunuz?”
Yüzü olmayan beyaz karanlık bir şekilde cevapladı: “Ekselansları, bana bu unvanla hitap etmemeniz konusunda sizi uyarıyorum.”
"Siz bana 'Ekselansları' diyorsunuz, ben neden size aynı şekilde hitap edemiyorum?" Xie Lian azarladı, "Cevap vermeyeceksiniz, o yüzden kendim tahmin etmek zorunda kalacağım. Gerçek yüzünüzü kimsenin görmesini istememenizin sadece iki nedeni var. Ya tanıdığım birisiniz ya da tanımasam da gerçek yüzünüzü gördüğümde kim olduğunuzu kolayca anlayabilirim; veyahut gerçek görünümünüz son derece çirkin, o kadar çirkin ki kendinize bile tahammül edemiyorsunuz! Tıpkı..."
İki vınlama sesinin ardından kolu derin bir acıyla sızladı, onu zorla yakalayan Yüzü olmayan Beyazdı.
"Sevgili veliaht prensim, biraz fazla dostça davrandığım için mi artık benden korkmanıza gerek olmadığını düşündünüz?"
Yüzü olmayan beyazın sesi buz gibiydi, acı içinde olmasına rağmen Xie Lian hâlâ bilincini koruyordu. Yüzü olmayan Beyaz gerçekten öfkelenmiş görünüyordu ve siyah kılıcı eline alarak Xie Lian'a doğru itti, "Bu kılıca verdiğin isim Fang Xin mi?"
Tüyler ürpertici bıçağın kendi boğazına giderek yaklaşmasını gözlerini kırpmadan izleyen Xie Lian'ın ifadesi sertleşmeye devam etti, "Bunda bir sorun mu var?"
Yüzü olmayan beyaz hıhladı: "İsim vermeyi bile bilmiyorsun. İyi dinle, bu kılıcın orijinal adı 'Zhu Xin'[2]
Xie Lian aniden gözlerini açtı ve etrafına baktı, "KİM VAR ORADA?!"
Ancak Yüzü olmayan beyaz dönüp bakmaya bile tenezzül etmedi: "Benimle dövüşmek için bir çocuğun numarasını mı kullanmak istiyorsun?"
Xie Lian’in aklı karıştı, "Sen... fark etmedin mi?"
"Hiçbir şey yok, neyi fark edecekmişim?" dedi Beyaz Yüzsüz soğuk bir sesle.
O fark etmemişti ama Xie Lian kesinlikle bir şeyin varlığını hissetmişti.
Az önce Fang Xin yerdeki ateş ışığını yansıtmış ve o ateş ışığı üstlerindeki taş duvarın yanından geçip gitmişti. İşte o anda Xie Lian bir yüz gördü. Xie Lian gördüğü şeyde yanılmadığına yemin edebilirdi. Kesinlikle bir insan yüzü görmüştü, devasa bir insan yüzü!
Yüzü olmayan beyazın hisleri Xie Lian'ınkinden daha güçlü olabilirdi, o halde nasıl fark etmemişti ki?
Tabii... o şey Yüzü olmayan beyazdan daha korkunç bir şey değilse!
O yüze çok uzun bir süre bakamamış olsa da görüntüsü hafızasında kaldı; o yüz bir insandaki tüm şekillere sahipti ve... tanıdık geliyordu. Xie Lian sırtında hafif bir ürperti hissetti.
"Bu ocağın içinde başka bir şey daha var!"
Ancak Yüzü olmayan beyaz şöyle cevap verdi: "Fırının içinde sen ve benden başka sadece kayalar ve lavlar var.”
Xie Lian daha fazla şey söylemek üzereydi ki birden kendi kendine, "Bekle... Taşlar? Yüz? Tanıdık?" diye düşündü.
Işıklar yandı ve kafası dank etti, Xie Lian gördüğü şeyin ne olduğunu anladı. Demek buydu!
Olayı çakar çakmaz, Xie Lian'ın elleri anında arkasından hızla mühürler oluşturmaya başladı. Yüzü olmayan beyaz onun hareketlerini fark etti ve şöyle dedi, "Anlamsız, sen bile..."
ÇITIRT…
Beklenmedik bir şekilde, daha sözünü bitirmeden, arkalarından ve üstlerinden büyük bir çatlama sesi geldi. Kayalar ve toprak bir fırtına gibi aşağıya indi!
Yüzü olmayan beyaz bir şeyin kendisine doğru geldiğini hissetti ve saldırıyı savuşturmak için hızla oradan uzaklaştı. Cidden çok hızlıydı, kimse ondan daha hızlı olamazdı ve böylece mükemmel bir şekilde kaçabilirdi. Ancak, ne yazık ki, ona saldıran şey çok devasaydı.
Bu devasa, parmakları yumruk şeklinde olan bir eldi ve ağır bir şekilde Beyaz Suratsız'ın üzerine düştü!
Bu el taştan yapılmış dev bir eldi.
Gerçekten çok büyüktü; sadece tek bir yumruk bile bir koca bir malikâneye rakip olabilirdi. Ayrıca yerdeki ateş ışığı sadece bu kısmı aydınlatabiliyordu. Bileğin üzerindeki her şey hâlâ karanlığa gömülmüş haldeydi.
Kayaların çatırdama sesleri arasında elini ters çevirdi ve avucunu Xie Lian'a doğru açtı.
Devasa olmasına rağmen parmakları uzun ve ince, eklemleri zarif ve narindi, çiçekleri zarar vermeden tutabilir ve iyi bir şekilde kılıç kullanabilirdi. Xie Lian kılıcını yakaladı, yerden sürünerek kalkarken tökezledi ve avucun kalbine sıçradı. Tam o el onu yukarı kaldıracakken, Xie Lian birden bir şey unuttuğunu hatırladı ve aceleyle bağırdı, "BEKLE!" Tekrar yukarı sıçramadan önce bambu şapkasını almak için aşağı atladı. Sonra o dev el kalktı ve ateş ışığından gittikçe uzaklaştı. Xie Lian da gittikçe daha yükseğe çıktıklarını hissedebiliyordu ve elleri bir kez daha mühür oluşturdu, "KIRIL!"
Bu komutla birlikte, sanki onu tutan dev dizlerini bükmüş ve hazırlanıyormuş gibi hafif bir düşme hissi duydu. Bir sonraki saniye, tüm vücudunun aniden daldığını hissetti; o dev gökyüzüne doğru fırladı ve doğruca Fırın volkanının kapalı ağzına çarptı!
GÜMBÜR! GÜMBÜR! GÜMBÜR!
Xie Lian şiddetli sarsıntıların yanı sıra son derece belirgin bir çatlama sesi de duydu. Bu, böylesine şiddetli çarpışmalara dayanamayan ve parçalanmak üzere olan taş kayaların sesiydi!
Kısa bir süre sonra yukarıdan bir dizi beyaz ışık sızmaya başladı.
Artık dışarı çıkmıştı!
Fırının mühürlü üst kısmı kırıldı ve kasırgalar çığlıklar atarak ve uluyarak içeri girerken, muazzam kör edici beyaz bir ışık akmaya başladı.
Xie Lian o devin avucunun içinde durdu, bir eli başındaki bambu şapkaya bastırırken diğeri yüzüne doğru esen kar fırtınasını engelledi. Boğucu sıcak hava tamamen süpürüldü ve Xie Lian bağırmadan önce bir ağız dolusu dondurucu ve temiz havayı derin derin içine çekti, "SAN LANG--!!!"
İlk hecesi hala yankılanıyordu ki, bir anda bir çift el tarafından arkadan kucaklanarak çekildi. Xie Lian önce kaskatı kesildi ve aşağıya baktı, ancak bunun kırmızı kollar ve beline dolanan gümüş kolluklar olduğunu görünce rahatladı. Kulaklarının dibinden derin, kederli bir ses geldi, "...Deliriyordum!"
Bunu duyan Xie Lian telaşla arkasını döndü ve elleriyle yanaklarını kavrayarak, "Çıldırma, çıldırma, bak! ben çoktan çıktım!" diye yatıştırdı.
Bu Hua Cheng’di. Hua Cheng'in siyah saçları dağılmış, gözleri biraz kaybolmuştu. Xie Lian'ın ne kadar uğraşırsa uğraşsın çıkaramadığı o ağlamaklı gülümseyen maske Hua Cheng tarafından kolayca çıkarılıp atıldı.
Xie Lian içinden gelen bir hisle Hua Cheng’in yanaklarını ellerinin arasına aldı. Neden elleriyle Hua Cheng'in yanaklarını okşamak zorunda kaldığını bilmiyordu ama bunu bilinçaltında yapıyordu, muhtemelen onu rahatlatmak içindi ama aynı zamanda Xie Lian, Hua Cheng'in yüzünün kar fırtınası yüzünden donmasından korkuyordu. Sonuçta, Xie Lian Ocağın içinde ne kadar kaldıysa, Hua Cheng de yanardağın ağzını koruduğu sürece kalmış olmalıydı.
Birlikte mükemmel bir şekilde içeri girdiler. ama biri aniden dışarı atıldı ve içeride neler olup bittiğini bilmiyordu, tabii ki çıldıracaktı!
Hua Cheng Xie Lian'a sımsıkı sarıldı ve umutsuzca şöyle dedi, "...Ne yaparsam yapayım ocağa giremedim ve sen kendi başına ocaktan çıkmak zorunda kaldın! Ben gerçekten çok..."
Xie Lian hemen, "San Lang, sorun yok, gerçekten sorun yok! Ayrıca, ben kendi başıma çıkmadım ki!" dedi.
Hua Cheng sonunda biraz sakinleşti ve "Ne? Gege, nasıl çıktın?" diye sordu.
"Orayı kırıp çıkmama sen yardım ettin." Xie Lian, "Bak," diye yanıtladı.
Yukarı doğru işaret etti ve Hua Cheng onun işaret ettiği yere doğru baktı.
Karın ve rüzgârın ortasında, dağların taşlarından oyulmuş dev bir insan heykeli, yüzünde uçuşan kırağılarla, sanki gökleri tutuyormuş ve yeryüzüne iniyormuş gibi belli belirsiz duruyordu. Ve o anda, ikisi de o dev heykelin avucunun tam ortasında duruyordu.
Heykelin yüzünün hatları nazik ve güzeldi, uzun kaşlı ve zarif gözler hemen dikkatleri çekiyordu. Dudakları zarifti ve köşeleri hafifçe yukarı doğru kıvrılmıştı, sanki gülümsüyordu ama gülümsemiyordu, sevecen ama anlamsız değildi, ifadesiz ama kaba değildi; merhamet ve güzellik dolu bir yüzdü.
O Xie Lian’in yüzüydü.
Xie Lian başını kaldırarak heykelin yüzüne baktı ve yumuşak bir sesle, "Bana bahsettiğin heykel bu mu? Gurur duyduğun en iyi ilahi heykel?" dedi.
“…”
Hua Cheng de ona baktı ve uzun bir süre sonra gözleri tekrar yanındaki Xie Lian'a kaydı, "En."
Bu devasa taş ilahi heykel, Hua Cheng ocağın içinde sıkışıp kaldığı, ağır darbeler aldığı ve yoğun acılar çektiği sırada yontulmuş olmalı.
Yüzyıllar boyunca her zaman TongLu'nun en derin karanlığının içinde saklanmıştı ve hatta bir kısmı hala sarmaşıklarla kaplıydı. Ocak onun doğal ve tehlikeli mağarasıydı ve bu en görkemli mağaranın tek tanrısıydı.
O ve ocak aynı malzemeden yapılmış tek bir gövdeden oluşuyordu. Aksi takdirde, sıradan kayalardan oyulmuş ilahi bir heykel olsaydı, Fırından hiç çıkamazdı ve sadece parçalara ayrılırdı ve eğer Xie Lian'ın kendisi olmasaydı veya aşağı atlamadan önce Hua Cheng Xie Lian'a yeterince ruhani güç vermemiş olsaydı, Xie Lian bu ilahi heykeli çağıramaz ve hareket ettiremezdi.
Xie Lian, Hua Cheng'e döndü, "Yani, San Lang, ben tek çıkmadım. Bunu beraber atlattık."
[1] imparator hocası
[2] [芳心] Fang Xin “genç bir kadının duyguları”; [誅心] Zhu Xin “infaza niyetlenmek”, “infaz edilmiş kalp” demek
35 notes
·
View notes
Text
Hükmetmek için yetişmişken, hizmet etmeyi öğrenmen ne acı!'
16 notes
·
View notes
Text
Bir süper gücüm olsa kesinlikle insanların zihnine hükmetmek isterdim eğer zor olacaksa görünmezlik de olur hiç olmadı uçayım yaa :ı
12 notes
·
View notes
Text
Sen benim herşeyimsin...!!
Herşey nedir bilirmisin.?
Belki sevmek delicesine, hasretinden prangalar eskitmek,
Belki özlemek, umut etmek seni,
Her yerine yüz sürmek doyasıya,
Belki,
Öpmek, koklamak, sarılmak bırakmamacasına,
Belki fethedebilmek seni,
Sınırlarını,
Duvarlarını zorlamak,
Hükmetmek herşeyine,
Ruhuna,
Kalbine,
Bedenine,
Rüyalarımda olduğu gibi..!!
Belki,
Ekmeğim aşım olmak, sigaramda tüten duman gibi...!!
Belki, oluklar başında kan"a kan"a içtiğim şu gibi..!
Her şey nedir bilirmisin.?
Olurda bilmiyorsan,
Bil, gör, anla diye yazdım bu sözleri...!!
Çünkü sen benim herşeyimsin❗....💖
✅✅❤️💙❤️💙❤️💙✅✅
8 notes
·
View notes
Text
Dörtte üçünü köleleştirdiğin, yakıp yıktığın bir dünyaya hükmetmek marifet mi ?..
13 notes
·
View notes
Text
Ramazan;
eğer kalp kırmamaksa, gönül almaksa, gücü yettiği halde her acısını sadece Rabbine bırakmaksa,
*gönül orucunuz mübarek olsun*
Dilini temiz tutmak, rızkına şükretmek, derdini yalnız Allah'a (cc ) sunmak, HAKKI ve doğruyu tavsiye etmek ise
*dil orucunuz mübarek olsun*
Gözünü haramdan sakınmak, herşeye güzel bir bakış açısıyla bakmak , güzeli görmek, gördüğüne hüsn-ü zan ile hükmetmek ise
*göz orucunuz mübarek olsun*
Kulağını gıybete kapatmak, Kur'an sesine açmak, doğru tavsiye dinlemek, HAKK kelamı duymaksa
*kulak orucunuz mübarek olsun*
Güzel düşünmek , bedeni HAKK yolunda yormak, menhiyyat-muharremat yani kötü işlerden kaçmak, kul hakkına dikkat etmekse
*bedeninizin, aklınızın ve ruhunuzun orucu mübarek olsun*
RABBİM hakkıyla bu Ramazanı *YAŞA (t) MAYI* nasip etsin.
Ramazan-ı Şerifinizi tebrik ederim.
Rabbim bu feyizli,nurlu ve kutlu ayın her türlü hayr, feyz, bereket, rahmet, ecr ve sevabından azami derecede istifade etmeyi cümlemize nasib ve müyesser eylesin.
Bu mübarek günler, dünyanın her yerindeki bütün mümin ve müslüman kardeşlerimizin, muratlarına erdiği, mutlu ve bahtiyar olduğu, acıların dindiği, yaraların sarıldığı, mazlumların kurtulduğu, mücahidlerin zafer kazandığı, Alem-i İslam'ın uyandığı, dargınların barıştığı,güçlerin birleştiği, birlik ve beraberliğin sağlandığı günler olsun.
Hayırlı Ramazanlar
23 notes
·
View notes
Text
İnsanoğlu suya hükmetmek için milyonlarca yıl yaşamış, milyonlarca yöntemle, deneyimle , muhendislikle suyu evine, iş yerine taşımış yani sana her türlü eğitimi öyle ya da böyle vermiş, sunmuş. Sense koskoca metropolde hiç tuvalet görmemiş olmanda imkansızkensifon çekmeyi beceremiyorsun.
Garip ya.
3 notes
·
View notes
Text
Hoşgeldin yâ Şehr'i Ramazân hoşgeldin hoşluklar getirdin gönül hanelerimize
Ramazân; Eğer kâlp kırmadan,
gönül almaksa,
gücü yettiği hâlde her acısını sadece Rabb'ine bırakmaksa
“Gönül Orucumuz Mûbarek Olsun”
Dilini temiz tutmak, rızkına şükretmek, derdini yalnız Rabbine sunmak,
doğruyu tavsiye etmek ise
“Dil Orucunuz Mûbarek Olsun”
Gözünü haramdan sakınmak, güzel bakmak, güzeli görmek, gördüğüne hüsn-ü zan ile hükmetmek ise
“Göz Orucunuz Mûbarek Olsun”
Kulağını gıybete kapatmak, Kur'an sesine açmak,
Hakk kelâmı duymaksa
“Kulak Orucunuz Mûbarek Olsun”
Güzel düşünmek , bedeni Hak yolunda yormak, kötü işlerden kaçmak, kul hakkına dikkat etmekse
“Bedeninizin, Aklınızın ve Ruhunuzun Orucu Mûbarek Olsun”
Ramazan ayınızı cümleten tebrik ederim! Rabb'imiz; bu nûrlu ve kutlu ayın her türlü hâyr, feyz, bereket, Râhmet, ecr ve sevabından azâmi derecede istifâde etmeyi cümlemize nasîb eylesin Teşrifleriyle huzur bulduğumuz
Ramazan ayımız mûbarek olsun.
2 notes
·
View notes
Text
“Başkalarını bilmek keskin zekadır, kendini bilmek bilgelik. Başkalarına hükmetmek kuvvettir, kendine hükmetmek yücelik. Yerini bildikçe hayatta kalır insan ve aldığı soluk verdiği kadarsa uzun bir hayattır yaşadığı."
- Lao Tzu (Yol ve Erdem)
44 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
200. BÖLÜM - Cennete ve Dünya'ya hükmetmek; Ocaktan bir şeyler çıkıyor - 2
Tam o sırada, ikisi de aynı anda aniden bir sarsıntı dalgası hissetti, gülümsemeleri soldu, bu durum karşısında ikisi de gerildi ve dikkatle etraflarına baktılar. Xie Lian biraz gergin bir şekilde sordu, "Neler oluyor? Sarsılan bu ilahi heykel mi? Yıkılmayacak, değil mi?"
Belki de yıkılabilirdi. Ne de olsa ocağın üstü kötülükle dolu milyonlarca tonluk kayalarla kaplıydı. Eğer Hua Cheng’in yaptığı bu güzel devasa taş heykel girişi kırdığı için parçalanacaksa, o zaman kendini çok kötü hissedecekti.
Hua Cheng, "Merak etme, sorun yok. Sarsılan dağ." dedi.
Altlarında ağır bir kar tabakası sel gibi çökmüş ve bazı bölgelerde dağın gövdesi açığa çıkmıştı. Görünüşe göre, bir şey ocaktan çıkmak üzereydi.
Hua Cheng Xie Lian'ın önüne geçerek ona kalkan oldu, Xie Lian parmağıyla işaret etti, "Bu, yüzü olmayan beyaz”.
Elbette bu devasa ilahi heykelin atacağı bir yumruğun yüzü olmayan beyazı kolayca öldürebileceğine inanmıyordu, en fazla yaratığın bir anlığına bocalamasına neden olabilirdi, bu yüzden Xie Lian hala tetikteydi.
Ancak, bir an bile geçmeden, her ikisi de yüzlerine kavurucu sıcak havanın üflendiğini hissetti.
Yanardağın ağzından dibi görülemeyen kaynar bir hava püskürüyordu ve buram buram kükürt kokusu vardı. Xie Lian içgüdüsel olarak tehlikenin yaklaştığını hissetmişti. Hua Cheng de öyle, karanlık bir sesle bağırdı "Gege, kaç!"
Xie Lian bir el mührü oluşturdu ve hemen ardından Hua Cheng'i de yanına alarak devasa ilahi heykelin bileğine atladılar ve kolundan yukarı doğru koşarak omzunda durdular.
Bu ilahi heykel onun emrine itaat etti, geniş ve dev adımlarla, yuvarlanan kar akıntısına uyarak havalandı. Bir kayış birkaç kilometreyi buluyordu ve kar dalgaları vücudunun etrafına çarpıyordu. Her iki kolu da açık olduğu için, bir milyon tonluk bir beden olmasına rağmen dengesini iyi koruyordu. Henüz dağın yarısına kadar kaymışlardı ancak tüm dağ daha da sert bir şekilde sarsılmaya başlamıştı. İlahi heykel de sarsıntılardan dolayı sendeliyor gibi görünüyordu. Xie Lian ve Hua Cheng yukarı baktılar ve devasa bir gümbürtü duydular. Ocağın tepesinden simsiyah bir duman sütunu çıkmıştı!
Bu devasa ses gökleri ve yeri sarstı, ayrıca o kapkara duman sütunu Xie Lian'ı tamamen şaşkına çevirdi. Tüm gökyüzünün kalın siyah bir duman bulutu tarafından sarılması sadece bir an sürdü. Güneşi gizleyen bu siyah bulutların içinde sayısız insan yüzü, kol, bacak ve diğer uzuvlar takla atıyor ve birbirine dolanıyordu, son derece korkunçtu.
Xie Lian böyle bir sahneye sadece yüzlerce yıl önce tanık olmuştu ve şimdi tekrar görüyordu! "Bu?.. Xie Lian ağzı açık kaldı.
Hua Cheng ciddiyetle cevap verdi: "WuYong Krallığı'ndan ölülerin ruhları." Görünüşe göre WuYong'da volkanik patlamayla canlı canlı gömülen herkes oradaydı.
Hua Cheng aniden, "Gege, aşağıda, yaklaşık on metre ötede!" diye uyardı.
Sözler Xie Lian’ın dudaklarından ayrıldığında dev taş heykelinin sağ elini parçalamak için yönlendirmişti
Karda yaklaşık on metre aşağıda, o karla kaplı alanda, beyaz giymiş bir adam figürü duruyordu. Yüzü olmayan beyazdı. Karla bir olmuş gibi görünse de onların gözlerini aldatamadı. Ağır, kalın kar katmanları, bu yarmadan dev bir beyaz tsunami gibi patlasa da hedefini vuramadı.
Muhtemelen bu hareket için karanlığa atlamış olduğundan yüzü olmayan beyaz zaten hamlesine hazır gibiydi. Beyaz figür bir anda parladı ve bir sonraki saniyede o dev ilahi heykelin dizinde belirdi. Bunun üzerine dev taş heykel diz kapağını parçalamak için bir saniye bile tereddüt etmedi. Ancak tokat hâlâ yarı yoldayken Xie Lian hemen harekete geçti ve eli zorla geri çekti, resmen dişlerini gıcırdatacak kadar zorlanmıştı "Wuh! Çok yakındı!"
O ocağın kapalı üst kısmı bu dev taş heykel tarafından zorla kırıldığından eğer diz kapağına vursaydı gücünü kontrol edemez ve bir uzvunu kaybedebilirdi. Belki de yüzü olmayan beyazın amacı zaten buydu.
Xie Lian olduğu tarafı aniden durdurdu, diğer taraftan Hua Cheng baygınca uzun, gümüş palasını çekerken yüzü olmayan beyaza sesleniyordu “Cehennemin dibine gir!”
Yüzü olmayan beyaz yukarıya onlara doğru baktı. Hua Cheng soğuk bir şekilde konuştu: “bu ilahi heykel senin lekelemen için var olmuş değil!”
Aniden Xie Lian haykırdı “SAN LANG!!!”
Ocağın zirvesinin yukarısını işaret etti. Siyah duman sütununun arkasında da üflenen bir şey vardı. Kızıl ve altın renginde bir şey akıyor ve parlıyordu.
Lav!
Kızıl ve altın renkli lav yuvarlandı ve siyah dumanla karıştı. Gökleri ve yeri kaplıyor ve ocağın ağzından aşağı doğru akıyordu. Yüzü olmayan beyaz bu şansı kullanarak aniden sıçradı ve karda kayboldu. Xie Lian o an onu yakalamayı umursamadı ve bağırdı “KAÇ!”
İlahi devasa heykel emri duydu ve geniş adımını havaya kaldırdı. DONG! DONG! DONG! Ocaktan kükreyerek aşağı atlarken gümbürdeyerek dağın eteğine dümdüz indi. Yer yerinden oynadı ve dağ yerinde sallandı.
Hızlı olsa da lav ve kara dumanın hızı da yavaş değildi, neredeyse bir kuyruk gibi takip ediyordu. İnişten sonra Xie Lian oraya öylece kalmaya cesaret edemedi. Xie Lian ilahi heykelin derhal ayağa kalmasını ve onları taşırken koşmaya devam etmesini emretti. Onlar koşarken nedense Xie Lian hızlarının yavaşladığını düşünmüştü, hızla etrafına bakındı. Dehşet ve şaşkınlık hissederken, Xie Lian sadece hayal mi gördüğünü merak ediyordu. Aniden vücudunun durduğunu hissetti ve ardından ilahi heykelle birlikte aşağıya doğru dalmaya başladı. Bir hızla ilahi heykele emir vermişti, ilahi heykel onun emrine uyarak bir dizinin üzerine çömelerek durdu.
Diz üstüne çöktükten sonra bedeni de sanki fiziksel olarak bitkin düşmüş ve bayılmak üzereymişçesine yavaşça öne doğru düşüyordu. Xie Lian’in kalbi yerinden çıkmak üzereydi.
“EYVAH! YERE YIĞILACAK”
Ateşli siyah duman akıntısı onları yakalayacaktı.
Tam o sırada Xie Lian aniden belinin etrafında bir şeyin onu sıkıca sardığını hissetti. Basit bir hareketle Hua Cheng onu kendine çekti, soğuk dudaklarını Xie Lian’in dudakları ile birleştirmeden önce bir elini onun beline koydu, diğer eli ile de çenesini kaldırdı.
“…”
Xie Lian'ın gözleri açıldı, serin ve tazeleyici hava anında ciğerlerini doldurdu, tüm uzuvlarından aktı, sanki tüm benliği yeniden canlanmış gibi. Kısa bir öpücüktü ama onu sanki tekrar hayata döndürmüştü, Hua Cheng dudaklarını ayırdı “Gege, tekrar ayağa kalkmaya çalış!”
Xie Lian aniden kendine geldi, el mühürlerini yeniden şekillendirdi, taş heykel tam önünde yüzüstü yere düşmek üzereydi, kolları güçlü bir şekilde uzandı ve yerden kendini destekledi.
İlahi heykel çok geçmeden tekrar ayağa kalktı. Görünüşe göre bu dev taş heykel artık fiziksel olarak bitkin görünmüyordu, gerçekten de fiziksel olarak tamamen tükenmişti. Böyle devasa bir ilahi heykeli kontrol edebilmek için gereken ruhsal güç de deliceydi ve Hua Cheng'in ona daha önce ödünç verdiği ruhsal gücün bir kısmı çoktan tükenmişti. Yani yavaşlamış ve sanki çökecekmiş gibi sallanması çok doğaldı. Artık yeni ruhsal güçler ona geçtiğine göre, yeniden 'canlı' hale geldi ve bu sefer öncekinden daha hızlı koştu, hareketleri de daha çevikti. Hua Cheng: “Gege, daha hızlı koş!”
Xie Lian da hızlı koşmak istiyordu ama aynı zamanda bu kontrol büyüsünün çok fazla ruhsal gücü tüketmesinden de korkuyordu, kararsız bir şekilde şöyle dedi: "Eğer daha hızlı gidersek dayanabilecek miyiz? Peki ya ruhsal güçler tükenirse?”
Ancak Hua Cheng kulağının eğildi ve seslendi ve kesin bir şekilde "Tükenmeyecek, sen sadece odaklan. Koşmaya devam et ! Asla korkma, ben burada, yanındayım!”
Hua Cheng nazikçe Xie Lian’in arkasında durdu ve elleriyle onun belini sıkıca sararak destekledi. Xie Lian, sadece onunla sanki tüm dünya onun arkasındaymış gibi hissediyordu. Derin bir nefes aldı ve gözlerini kapattı. Hua Cheng’e güvenerek, "Pekala."
Daha sonra kollarını öne doğru uzattı ve tüm ruhsal güçlerini serbest bırakarak el mühürlerinin en güçlüsünü sunarak bağırdı. “---KOOOŞŞŞ!”
GÜMBÜR! GÜMBÜR! GÜMBÜR!
Dev ilahi heykel vahşice koşmaya başladı. Her adımı ile birkaç kilometre gidiyor, kanalların üstünden geçiyordu, başka bir adımıyla tepelerin üzerinden uçuyordu. Bu hızla tabii ki lavı ve siyah dumanı arkalarında bırakmışlardı.
Görmezden gelinemeyecek kadar devasa bir şeydi, her adımda kayalar düşüyor, yuvarlanıyor, güçlü sarsıntılar sebebiyle heyecan verici dalgalar oluşuyordu.
Sayısız canavar ve iblis TongLu Dağı'nın her yerine dağılmıştı, hepsi yerin delicesine sallandığını hissetmiş ve dehşete düşmüştü.
Yukarı baktıklarında çoğunluğu kara bulutun gökyüzünde dört döndüğünü ve yayıldığını görebiliyordu. Biraz hayrete düşmüş olsalar da aslında bunu umursamadılar. Sonuçta TongLu Dağındaydılar, yani ortaya çıkan tuhaf manzaralar nadir bir şey değildi. Zaten kara bulutların içindeki o kederli ruhlar değil miydi? Onlar da kederli ruhlara benzeyen yaratıklardı ve bunu her gün görüyorlardı. Korkacak bir şey mi vardı yani? Ancak, o devasa ilahi savaş tanrısının heykelinin hızla geçip gittiğini gördüklerinde, hepsi adeta donakalmıştı---
“O ŞEY DE NE ÖYLE BEE!!!”
Anında her taraftan ulumalar ve feryatlar duyulmaya başladı.
“DEVASA BİR ADAM! AAAAAAHHHHHHHHHHHH!”
Bugüne kadar asla bu kadar devasa bir heykel görmemişlerdi. Gerçekten de çok ürkütücüydü.
Xie Lian ilk başta WuYong'un kraliyet başkenti çevresinden dolaşmak istemişti çünkü onun ilahi heykeli, tarihin iki bin yıllık o eski evlerini ayaklar altına alıyor yıkıcı bir enkaz yaratıyordu. Ama aniden bir şeyi hatırladı ve sordu, “San Lang, General Pei, Yağmur Ustası ve diğerleri buraya yakın mı?”
“Evet.” Cevapladı Hua Cheng.
Xie Lian hızlıca ve yüksek sesle bağırdı, “Geri dön, geri dön! Geride bir şey kaldı, onları da alıp götürelim!”
Böylece hedefin yanından koşarak geçen o dev taş heykel birkaç adım geri çekildi. Tam geri dönmek üzereyken Xie Lian aniden vücudunun titrediğini hissetti. Ayakları yerden kesildi ve tüm vücudu havaya fırladı.
Az önce ne olduğunu ancak havadayken fark edebilmişti.
İlahi heykel takılıp ve düşmüştü!
Xie Lian ve Hua Cheng ilahi heykelin göğsüne düzgün bir şekilde indiler ve Xie Lian, heykeli ayağa kaldırmaya çalışırken aynı zamanda heykele doğru bakıyordu. Bu dev ilahi heykeli gezdiren o değil, başka bir şeydi.
Görkemli bir dağ.
Elbette bu büyük dağ ocağın büyüklüğü kadar değildi. Ama bu devasa heykele göre yine de büyüktü. Xie Lian ilk geldiklerinde böyle bir dağın yanından hiç geçmediklerini açıkça hatırlıyordu. Böylece gözü bu dağı aşıp, onun arkasında olana baktı.
Elbette, arkasında benzer büyüklükte iki büyük dağ daha duruyordu. Bu devasa taş ilahi heykel önündeki üç büyük dağ tarafında engellenmiş durumdaydı.
Hua Cheng konuştu, “Gege, dikkatli ol. Onlar TongLu Dağı’nın muhafızları. “yaşlılık”, “hastalık”, “ölüm.”
20 notes
·
View notes
Text
"Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar, evet, bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım bir şey yoktur. Çünkü ben zorâki ve insafsızca hareket etmesini bilmem. Bence diktatörlük, diğerlerini râm edendir. Ben kalpleri kırarak değil, kazanarak hükmetmek isterim... İki Mustafa Kemal var. Biri ben, fert olan, fani olan Mustafa Kemal. İkinci Mustafa Kemal'den ise ancak "Biz" diye bahsedebilirim. Yani sizler, çalışan köylü, uyanık, münevver, milliyetperver vatandaşlar... İşte o Mustafa Kemal ölmez. Allah vatanımı, ulusumu ve hepimizi korusun."
- Mustafa Kemal Atatürk 🇹🇷
#mustafa kemal atatürk#atatürk#ata'm#nutuk#günün sözü#sözler#kitap alıntısı#alıntı#günün yazısı#günün alıntısı#kitap#herşeyanınıbekler#herşey güzel olacak#olmalı#mekanıncennetolsun
9 notes
·
View notes
Text
Sen benim herşeyimsin..
Herşey nedir bilirmisin.?
Belki sevmek delicesine, hasretinden prangalar eskitmek,
Belki özlemek, umut etmek seni,
Her yerine yüz sürmek doyasıya,
Belki,
Öpmek, koklamak, sarılmak bırakmamacasına,
Belki fethedebilmek seni,
Sınırlarını,
Duvarlarını zorlamak,
Hükmetmek herşeyine,
Ruhuna,
Kalbine,
Bedenine,
Rüyalarımda olduğu gibi.
Belki,
Ekmeğim aşım olmak, sigaramda tüten duman gibi..
Belki, oluklar başında kan"a kan"a içtiğim su gibi
Her şey nedir bilirmisin.?
Olurda bilmiyorsan,
Bil, gör, anla diye yazdım bu sözleri
Çünkü sen benim herşeyimsin
4 notes
·
View notes
Text
Elbistan Tarihi
Elbistan Şehri Nerededir?
Elbistan etrafı yüksek dağlar ile çevrilidir. Ceyhan nehri ise elbistan şehrine ayrı bir güzellik katmaktadır. Deniz seviyesin yüksek ve kırsal iklim şartlarına sahib olan bir yerleşim alanıdır. Elbistan türkiyenin 4.cü büyük ovasıdır; Geniş arazi ve bereketli toprağa sahiptir. Tarih boyuncada medeniyet ve kavimlerin yerleşim için sahip olacakları en ideal merkez olmuştur. Elbistan'a hükmetmek doğu, batı, kuzey ve güneye hükmek gibidir. Bundon dolayı tarihte elbistan ovası savaş alanı olarak ve farklı medeniyetlerin sahip olmak için yağmalayıp, yakıp yıktığı bir şehirdir. Elbistan'da günümüze kadar gelen tarihi eser çok azdır ve tarih önceside şehir yerle bir olup battığı için yaşayan medeniyetlerin eserleri bulunmamaktadır. Höyükler ve tümülüsler vardır. Elbistan şehrini en yakın tarih olarak anlatan ve en büyük savaşı yaşayan sultan baybars ve moğollar ile yapılan savaştır.
Elbistan'da Yaşayan Medeniyetler ve Elbistan Tarihi
Türk Tarih Kurumu tarafından bölgede 1948 yılında yapılan kazılarda çıkan tarihi değerler göstermiştir ki, Elbistan'ın tarihi M.Ö.4000'lere kadar uzanmaktadır. Bölge sırasıyla Hititler, Akadlar, Sümerler, Asuriler, Persler, Makedonyalılar, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Selçuklular, Memlüklüler, Moğollar, Dulkadirliler(Dulkadiroğulları), Osmanlılar hakimiyetlerini sürdürmüşlerdir. Ayrıca Elbistan ovasının Orta ve Batı Anadolu'nun geçiş alanı olması sebebiyle birçok orduların güzergâhı haline gelmiştir. Bu durum bölgenin yıkımının fazlalaşmasına sebep olmuştur.
Hititler, Elbistan Ovasında kurduğu muhteşem şehirlerin harabelerine Hüyükler (Höyük), Timilüsler ve Menhirler(mezarlar) olarak şahit olmaktayız. Bu yerlerde yapılan kazı çalışmaları Elbistan ve çevresinin Hitit tarihinde önemli bir yeri olduğu anlaşılmaktadır. M.Ö. dönemlere ait en büyük eser bırakanların başında Makedonyalılar ve Romalılar gelmektedir. Daha sonra Doğu Roma (Bizans) dediğimiz devletin hegemonyası sürmüştür. Yine bu dönemlerde bugünkü Elbistan'ın kuzeyinde eski Karaelbistan ile Hasankendi köyleri arasındaki düzlükte kurulu olan Elbistan, M.S. 587 ve 27 Kasım 1114 yıllarında birbirinden şiddetli depremlerle tamamen yıkılmıştır. Bunun sonucu halk yeni yerleşme alanı olarak bugünkü Şardağı eteklerini seçmiştir.
İslam Uygarlıkları döneminde de, Elbistan Arapların çok sayıda istilalarına maruz kalmıştır. Elbistan'ın etrafı 3000 metreye varan yüksek dağlarla çevrili olması ve her taraftan geçilmezi gayet zor olan derin, uzun geçitler ve boğazlarla kapalı bulunması, burayı doğal bir kale özelliği oluşmasına sebep verdiğinden, aynı zamanda da birçok isyanların merkezi haline gelmiştir.
Daha sonra Orta Asya'dan ve Orta Doğudan gelen Türkmenlerin akınlarına maruz kalmıştır. (1018-1029) Elbistan, Bizanslılar ile Türkler arasında birçok büyük savaşlara sahne olmuştur. 1085 Yılında bu yöreye gelen Emir Buldacı komutasında ki Türk ve Müslüman birlikler, bölgeyi ele geçirmişlerdir. Birinci Haçlı seferi sırasında 1097 yılında Elbistan'a gelen Pierre D'aulps (Piyer Dalpus) isimli şövalyenin komutasındaki Haçlı ordusunun eline geçmiştir. Bu nedenledir ki Haçlı kuvvetleri karşısında Anadolu Selçuklu, ve Danişmendlilerin ittifakı coğrafyada kendini gösterir. Elbistan bu üç kuvvet arasında sık sık el değiştirir. Haçlıların bölgeden gitmesinden sonra Danişmendli Yağıbasan ve Selçuklu II. Kılıç Arslan arasında defalarca el değiştirmiştir.
1201 'de Anadolu Selçuklu Devletinin Hükümdarı Süleyman Şah, kardeşi Mugiseddin Tuğrul Şah'ın elinden alarak doğrudan doğruya merkeze bağlı vilayet yapmıştır. Elbistan uzun süre Konya'dan gönderilen valiler tarafından yönetilmiştir. Bölgede cereyan eden en önemli olaylardan bir tanesi de Memluk Sultanı Malik al Zahir Baybars ile Moğullar arasında 15 Nisan 1277 yılında Kalfa çayırında yapılan savaştır. Moğullar Anadolu'da ilk kez ciddi bir yenilgi almışlardır. Bunun üzerine Moğollar başta Elbistan olmak üzere çok sayıda Müslüman Türkmeni kılıçtan geçirmişlerdir.
1337 yılında Haşan Dulkadır Bey'in oğlu Zeyneddin Ahmet Karaca Bey tarafından Dulkadır Beyliği kuruldu. Bu devlet 185 yıl hüküm sürdü. Elbistan bu devlete 130 yıl başkentlik yaptı. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim döneminde Turnadağ Muharebesi (1515) ile Osmanlı İmparatorluğuna katıldı. 1522 yılında Maraş bölgesi, özel yönetiminden ayrılır, sancak haline gelir ve Elbistan da Maraş'ın kazası haline gelir. Evliya Çelebi'nin Seyahatnâme'sinde bölge hakkında bilgiler verir: "Bu dağlar ve beldelerde hep Türkmenler otururlar. Lisanları (kendileri gibi) Buhara illerinden gelmedir. Bütün Türkler on iki çeşit lisan üzere konuşurlar."
1864 tarihinde, (Abdülaziz döneminde) Halep Vilayeti kurulunca, Maraş kazaya dönüşürken, Elbistan ve köy çevresi eski önemini kaybetmiştir. 1871 yılında da Elbistan'da ilk kez belediye teşkilatı kurulmuştu. I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın Halep'i kaybetmesiyle, Halep Vilayeti'ne bağlılık sona ermişti.
2 notes
·
View notes