#gizemli ruh olayları
Explore tagged Tumblr posts
Text
b3
Hallüsinasyon Gören: Karakter, sürekli olarak gerçeklikten uzaklaşır ve etrafındaki olayları yanlış algılar. Sıradan nesneleri canlı varlıklar olarak görme veya konuşan eşyalarla iletişim kurma gibi absürt durumlar yaratır.
Gizemli Bir Geçmişe Sahip: Karakterin geçmişi, tuhaf ve gizemli olaylarla doludur. Belki de bir zaman makinesi kazası sonucu geleceğe gelmiş veya bir çöp kamyonunun içinde doğmuş olabilir. Bu, karakterin davranışlarını daha da anlaşılmaz kılabilir.
Ritüel Bağımlısı: Karakterin takıntıları, belirli ritüeller ve alışkanlıklarla ilişkilidir. Her sabah aynı sırayla giyinme, belirli bir dizi kelimeyi tekrarlama veya her gün aynı yoldan işe gitme gibi alışkanlıklar, absürt komedi için zengin bir malzeme sunabilir.
Kendi Dünyasında Yaşayan: Karakter, genellikle kendi hayal dünyasında yaşar ve gerçeklikle bağlantısı zayıftır. Hayali arkadaşlarıyla konuşur, mucizevi güçlere sahip olduğuna inanır veya var olmayan bir evcil hayvanı besler.
Sürekli Gelişen Kimlik: Karakter, film ilerledikçe sürekli olarak kimlik değiştirir veya yeni kişilikler benimser. Bir anda bir süper kahraman olabilir, sonra bir sonraki anda bir uzaylıya dönüşebilir.
Duygusal Dalgalanmaları Çok Büyük: Karakterin duygusal durumu oldukça dalgalıdır ve aniden büyük duygusal patlamalar yaşar. Bir anda kahkahalarla gülebilir, sonra bir sonraki anda derin bir hüzün içinde bulabilir.
Rastgele Bilgi Kaynağı: Karakter, tamamen rastgele ve genellikle yanlış bilgilere dayanan bilgilerle doludur. Sürekli olarak absürt gerçekler anlatır veya tarihle ilgili saçma iddialarda bulunur.
Ters Psikoloji Uzmanı: Karakter, sürekli olarak ters psikoloji yapar ve insanları çılgına çevirmek için alışılmadık stratejiler kullanır. Bu, olayların beklenmedik bir şekilde gelişmesine ve komik sonuçlara yol açabilir.
Fiziksel Olmayan Gereksinimler: Karakterin normal fiziksel ihtiyaçlarından farklı ve absürt gereksinimleri vardır. Mesela, sadece ay ışığında uyuyabilir veya sadece limon suyu içebilir.
Ruh Hali ve Hava Durumu Bağlantısı: Karakterin ruh hali, hava durumuyla doğrudan ilişkilidir. Güneşli bir gün onu mutlu yapar, yağmurlu bir gün ise derin bir depresyona sokar.
0 notes
Text
Gizemli Enfield Olayı - İngiltere'nin Konuştuğu Paranormal Olay
Ssosyofikir'den yeni içerik: https://www.sosyofikir.com/tarih/gizemli-enfield-olayi-ingilterenin-konustugu-paranormal-olay/
Gizemli Enfield Olayı - İngiltere'nin Konuştuğu Paranormal Olay
Merhaba Sosyofikir Kanalı izleyicileri ve sosyofikir.com blogu okuyucuları,
Yeni yüzümüzle sizlere ilginç ve farklı olayları, tarihsel, bilimsel, yaşamsal boyutta değerlendirmeye devam ediyoruz. Bu bölümde sizlerle birlikte inceleyeğimiz konu 1977 – 1978 yılları arasında İngiltere’de yaşanan gizemli olaylar zincirini ele alacağız. Başlıyoruz;
Londra’nın kuzeyinde yer alan Enfield kasabasında küçük bir evde yaşanan garip olaylar, önce İngiltere’yi daha sonra da tüm dünyayı etkileyecek bir gizemler zincirinin başlamasına sebep olacaktı.
Gizemli Olaylar 1977 Yılında Başlıyor
Gariplikler 1977 yılının Ağustos ayında başladı. 1978 yılının sonbaharına kadar devam eden olaylar Eylül ayı başlangıcında durdu. Peggy Harper’in Janett ve Pete isimli kızları odalarından garip seslerin geldiğinden bahsetmekteydi. Ayrıca kızlar bunlardan bahsetmekle kalmamış, geceleri yataklarının sallandığından bahsetmişlerdir. Başlarda kızların ailelerine bir şaka üzerine bu şekilde davrandığını düşünen ebeveynler, olayın daha da artmasından sonra bakış açılarını yeniden düzenlemek zorunda kalmışlardı. Çünkü bazı aile üyelerinin ve akrabalarının ifadelerine göre tanıkların gözleri önünde iki genç kızın havaya yükseldiği ve sonrasında görünmeyen bir güç tarafından fırlatıldığından bahsedilmiştir.
Spiritüel Ruh Araştırmacılar Derneği (SPR) araştırmacısı Maurice Grosse ve yine iş arkadaşı olan Guy Playfair olayların daha fazla artması ve artık işlerin çığrından çıkmasıyla beraber aile ile kalmışlardır. İşte bu beraber kalma seanslarından birinde bu gizemli olaya tanık olurlar. Araştırmacılar eve kalmaya gelirken kamera ve fotoğraflarla olayı belgelerler. Daha sonra bu olay İngiltere’nin önemli gazetelerinden biri olan Daily Mirror gazetesinde yer alır.
Daha sonraki yıllarda tüm dünyada bir çözülemeyen fenomen haline gelen olayı basın Enfield Olayı olarak hatırlayacaktır. Bu araştırma dünyada spiritüel araştırmaların gelişmesine sebep olmuş bir olaydır. Bu olay konu üzerine çalışan uzmanların bir çoğunun araştırmalarına konu olmuştur. Bu olayda görüldü ki ergenlik çağında olan kişiler “Poltergeist” olayı adı verilen bu psişik enerjilerin dünyada bir çıkış noktası olmuştu.
Araştırmalarında kullandıkları ekipmanların çoğunun, Hodgson ailesinin evine girmeden önce düzgün bir şekilde çalıştığını fakat eve girdikten sonra cihazların bozulduğunu iddia ediyorlar.
Enfield’da bulunan evde yaşanan paranormal olayların çoğunun gerçek olduğuna inanıyorlar fakat olayların bir kısmının da Janet tarafından abartıldığını söylüyorlar. Örnek olarak, Playfair, Janet’in ses değiştirme alışkanlıklarına sahip olduğunu belirtiyor. Olaylar sırasında bazen Janet sesini değiştirerek evin eski sahibi olan Bill adındaki bir adam olduğunu söylüyordu. Araştırmacılar bunu Janet’in kasıtlı olarak yapabileceğine inanıyor.
Enfield Poltergeist Olayı Gerçek mi?
Enfield poltergeist olayı hakkında kanıtlar ve teoriler olmasına rağmen birçok insan olayının sorunlu bir genç kızın bir hayallerinden başka bir şey olmadığını düşünüyor.
Araştırmacıların çoğu, hikayenin Janet tarafından uydurulduğunu belirtiyor. Gazeteler, Enfield hayaleti ve Enfield poltergeist (Enfield Perili Evi) olayı hakkında bir çok yazı yazdı. Janet hakkında da birçok yazı kaleme alındı: Janet, hikayenin tam kalbindeki bir genç kız. Yaşanan paranormal olaylar hakkında kısmen veya tamamen yalan söylüyor olsun ya da olmasın olay gerçekliği hakkında sadece yorum yapabiliriz.
Belki de Janet, orta sınıf bir işçi ailesinde yeterince ilgi göremiyordu. Çeşitli hikayeler uydurarak dikkat çekmeyi başardı ve artan ilgiyi takdir etmeye başladı. Bunedenle, i bazı olayları olduğundan farklı anlattı. Janet’in hikayesi diğer hayalet hikayelerini de yansıtıyor. Genellikle genç kadınlar arasında ergenliğe girmeden önce paranormal olay karşılaşmaları yaşanıyor. Janet bu tür bir karşılaşma için tam olarak doğru yaştaydı ve biliyoruz ki Janet bu nedenden ötürü bazı olayları kendisi gerçekleştirmiş olabilir.
Warren araştırmacıları, 1960’larda ve 1970’lerde tanınmış paranormal olay araştırmacılarıydı. Gerçek hikayelerine dayanan ve gişe rekorları kıran üç filme konu oldular : The Conjuring, The Conjuring 2 (Enfield Poltergeist Filmi) ve Annabelle.
Conjuring 2 gerçek hikayesi filmden biraz farklı. Conjuring 2 filminde Warren ailesi neredeyse olayların başından sonuna kadar evde bulunuyordu. Aslında, davadaki soruşturmacılardan biri olan Guy Playfair, Warrenların eve davet edilmediklerini ve sadece bir gece kaldıklarını söyledi.
Ed Warren ayrıca Playfair’e bu davadan çok para kazanılabileceğini söyledi ve bu Warren ailesinin neden bu hikaye ile ilgilendiğini açıklıyor.
Bill, Bill, Bill…
Yaşanan tüm olaylar arasından en ilginç olan Janet’in kullandığı ses tonu ve Bill olduğunu iddia etmesi. Bazı araştırmalar, Janet’in aklına bu fikri Grosse’nin soktuğunu söylüyor. Janet ise gazetecilere Grosse’nin kendisine bu seslerin Bill ile konuşmak için gerekli olduğunu söylediğini belirtti. Tüm bunlara rağmen Bill hakkında açıklanamayan bir nokta var. Janet kendi yatağında uykuya dalmasına rağmen neredeyse her gece alt katta bulunan oturma odasındaki bir koltukta uyanıyordu. Hodgson ailesi bu evi eşyalı olarak tutmuşlardı yani evdeki eşyalar bir önceki sahibine aitti. Janet bu koltukta otururken ailesine kendisinin Bill olduğunu, koltukta otururken kan kaybına bağlı olarak öldüğünü ve evin kendisinin olduğunu söylüyordu. Ailenin eve taşınmadan bu olay hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Fakat Janet’in söyledikleri Bill’in oğlu tarafından doğrulandı. Bill gerçekten o koltukta kan kaybına bağlı olarak ölmüştü.
Bill’in hikayesi, Enfield Poltergeist olayına asıl kuşku hissini veren hikayedir. Bu, kuşku insanların hikayenin gerçek mi yoksa bir uydurma mı olduğu konusunda karar vermelerini zorlaştırıyor.
Bir buçuk yıl süren paranormal olaylardan sonra, Enfield evindeki olaylar aniden sona erdi. Kimse bunun nedenini bilmiyordu, tüm hayalet hikâyelerinde olduğu gibi başladı, devam etti ve bilinmeyen bir neden ile sona erdi.
Bir buçuk yıl sırasında bir çok olay meydana geldi: mobilyalar yer değiştirdi, elektrikli aletler bozuldu, Janet Bill’in ağzından konuşmaya devam etti, evin her etrafından çarpma ve çatırdama sesleri duyuldu.
Yararlanılan kaynak : https://delibilgiler.com/enfield-poltergeist-olayi/
#en korkunç hikayeler#enfield olayı hikayesi#enfield olayı ne oldu#gizemli ruh olayları#ingiltere gizemli olaylar#ingiltere korku filmleri#ingiltere korku hikayeleri#POLTERGEİST OLAYI#ruhlar ile ilgili korkunç hikayeler
0 notes
Video
Doğaüstü Güç Sahibi Tehlikeli Kitap Necronomicon Lanetli Büyü Kitabı Dünyada Yasaklı
Doğaüstü güç sahibi tehlikeli bir kitap dünyada yasaklı Necronomicon lanetli büyü kitabı ölülerin Çağrı kitabı diğer adı. Tarihin tozlu sayfalarında adından söz ettiren, oldukça tehlikeli kitaplar yer almıştır. Bunların büyük bir çoğunluğu söylenti ve şehir efsanesi olmaktan daha ileri geçememiştir. Eğer bu kitapların işlevlerinden ve lanse ediliş biçiminden bahsedecek olursak; Okuyanın ruh sağlığını ve akli dengesini bozan, doğaüstü güç sahibi yapmaya yarayan ve ilginç büyülerin barındığı görkemli bir kitap tanımı hiçte yersiz olmaz. Peki ya ilk bakışta korkutucu ve imkânsız gelen bu tanıma sahip bir kitap gerçekten de varsa? Evet böyle bir kitap gerçekten var adı ise Necronomicon. ABONE OL.! http://bit.ly/2ReyspU Tufan öncesiyle ilgili inanılmaz gerçekler vardır. El Hazret kaybolmuş geçmişin iç yüzünü anlatırken, Tevrat’taki Yaradılış bölümüyle, mitolojik kaynaklar arasında kesin benzerlik vardır. Tevrat bunları gizlemekte, bugüne kadar yapılan çeviriler ise kutsal kitabın aslından çok uzaktır. Geniş ayrıntılarla geçmişin ve dinlerin kaynağının iç yüzü ve planlanması anlatılıyor. İnsan ırkı, dünyadan önce bir yerdeydi. Buna başka kürelerden gelme deniyor. Neo-Platonist inançlara göre anlatılan dünya benzeri yıldızlarda kendilerine özgün yaşam formları kozmik hiyerarşinin evrim çizgisiyle belirlenirler. Sihirli kitap diğer adı ölüler kitabı kimine göre ise ölülerin çağrı kitabı gizem, astroloji, büyü nasıl bozulur. korku hikayeleri türkçe arkandias ın büyü kitabı bilineyenleri cthulhu el hazret. Magic spell charm. Kara büyü kitabı kuran, incil, tevrat gibi dini kitablarda bulunmyanlar doğa üstü efsaneler ölüm kitabı içinde bilinmeyenler. Özel zamanların belirlenmesiyle ve özel semboller kullanarak, eskilerle ilişki kurulabilir ve onlardan istenilen kozmik bilgiler alınabilir, o zaman geçmişe ve geleceğe hakim olmak mümkündür ama bu tehlikeli bir yoldur çünkü insan taşıyabileceği bilgiyi edinmeli ve bunun farkında olmalıdır. Ve halk bunları bilmemelidir Yazarının adı El Hazret veya El Azif. Yani meşhur yazar Şamlı bir Arap. İnançlara ve de bilinenlere göre Necronomicon gerçek bir büyücünün el kitabı ve hiç şakası yok. Bazılarına göre, böyle bir kitap hiç yok, sadece Amerikalı korku yazarı Lovecroft´un hayallerinin ürünü, bazılarına göre ise var ama yerini kimse bilmiyor. Kısacası Necronomicon, tam manasıyla gizem dolu. El Hazret der ki... "bu gizli sayfalar babil yapılmadan önce eski inanışa tapan rahiplere aittir, ve kendi dillerinde yazılmıştır, fakat ben kendi ülkemin altin diline çevirdim ki herkes anlasın. ben bu yazıyı artık olmayan ur'un 7 efsanevi şehri bölgesinde dolaşırken karşılaştım, ve tanrılar arasında zamandan önce olan savaşlarını anlatıyordu.ve rahiplerin gördüğü korku ve çirkinlik burada anlatılıyor, ve onların nedenleri, ve onların doğaları, ve özleri, ve çizgilerin sayıları kutsaldı, ve kelimeler kutsaldı, ve şeytani kişiler için en iyi etkilemeydi.ve doğal olarak o kentin büyücüleri bunları parşömenlere, vazolara, veya havaya yazdılar, ve böylece tanrılar verilen sözün kelimelerini hatırlayabilecekleri. Bu kelimelere kulak verin ve hatırlayın! çünkü hatırlamak en önemli ve en etkili büyüdür, geçmişi hatırlayabilen olmak ve gelecek olan şeyleri hatırlayabilen olmak aynıdır.ve bu yazıyı hazır olmayana göstermeyin, çılgınlık yaratır, insanda ve hayvanda...." Nostrodamus'un ünlü Yüzlükler inin ilk iki dörtlüğünde anlattığı metodunun kaynağı uzmanlara göre Necronomicon'dan alınmış. Nostradamus'un kehanetlerini yönlendiren 3 temel öge, falcılık, büyü ve astroloji oldu. Musevi kökenli Nostradamus'un babası, büyükbabası ve büyükbabasının babası Kabala uzmanlarıyla iyi ilişkilere sahipti. Ailesinden kâhinlik bakımından güçlü bir kalıtımsal miras aldı. İlk kehanetlerini üçayaklı pirinç bir sehpa üzerindeki su dolu bir kaba bakarak gördü. Bir başka sistemi de ateşe bakmaktı... Ücretsiz Abone olmayı unutmayın... http://bit.ly/2ReyspU Tüm Videolar ;http://bit.ly/2Bil0eV Kıyamet ve Kıyamet Sonrası Bilim Kurgu ; http://bit.ly/2Bgoa2A Birbirinden İlginç Gizemli Esrarengiz ; http://bit.ly/2sZeF3n Zombi Virüs Salgını Kıyameti Hakkında ; http://bit.ly/2HQa65E Parapsikoloji ve Ruhsal Gelişim Okültizm Spiritüalizm ; http://bit.ly/2SjiQp9 Son Dakika Güncel Haberler Gündemin Sıcak Başlıkları ; http://bit.ly/2DQnXFc Bakmış kanalı hızla gelişmeye, büyümeye devam ediyor. Bur da dev gibi bir aile için her hafta yeni video yüklüyorum. Bakmış videolarında teknoloji ve bilimi kullanarak komplo teorileri, gizli bilgileri, kehanet, gizemli olayları, merak edilen arkeoleji çalışmalarını sizler için araştırıyor ve benzeri bir sürü video paylaşıyorum... Sizde aileye katılın ne duruyorsunuz abone olun ! ► http://youtube.com/c/BAKMIŞ ► instagram.com/bakmisonline/ ► [email protected] ► Müzik ; "Metaphysik" Kevin MacLeod (incompetech.com) Licensed under Creative Commons: By Attribution 3.0 License "Long Note Four" Kevin MacLeod (incompetech.com) Licensed under Creative Commons: By Attribution 3.0 License
bakmış, necronomicon oku, necronomicon, necronomicon kitabı, sihirli kitap, ölüm kitabı, ölüler kitabı, Ölülerin Çağrı Kitabı, büyü kitabı, büyü kitapları, yasaklı kitap, el hazret, cthulhu, nostradamus, büyü, paranormal olaylar, cin, büyü nasıl bozulur, gizem, astroloji, medyum, korku hikayeleri, doğaüstü, hikayeler, kitap, lanetli kitap, efsaneler, korku, türkçe, dünya, mucize, gizemli olaylar, tarih, tevrat, incil, kuran, bilinmeyenler, arkandias ın büyü kitabı, kara büyü kitabı, magic, spell, charm
#büyü#necronomicon#kitap#kitab#sihir#sihirli kitap#büyü kitabı#sihir kitabı#ölülerin kıtabı#ölü#ölüler kitabı#büyü kitap#büyü kitapları#yasaklı#yasaklı kitap#astroloji#gizem#korku#medyum#türkçe#kara büyü#spell#magic#charm#bilinmeyenler#korku hikayeleri#büyü hikayeleri#belgesel#cin#paranormal
2 notes
·
View notes
Text
En İyi Mini Kore Dizileri
Kore dizisi izlemek çoğumuz için vazgeçilmez bir aktivitedir fakat her zaman dizi izlemeye fazla vakit ayıramıyoruz. İşte tam bu noktada size önerimiz mini Kore dizileri. Sizler için çok sayıda mini Kore dizisini araştırıp en iyi olanlarını seçmeye çalıştık, umarım beğenirsiniz. İşte en iyi mini Kore dizileri öneri listemiz…
1) Last Minute Romance
2017 yılı yapımlı Last Minute Romance isimli mini Kore dizisinde, Baek Se isimli kadının yaşamının son günleri ele alınmaktadır. Beak Se, ünlü bir dizi oyuncusu ve aynı zamanda top-star olan Lee Seo Won’a aşık olmuştur. Genç kızın hayranlığı zamanla aşktan öte takıntılı bir ruh haline dönüşmüşken tam da bu sırada çaresi olmayan bir hastalığı olduğunu ve çok kısa ömrü kaldığını öğrenir. Takıntılı şekilde aşık olduğu Lee Seo Won’a tıpatıp benzeyen biriyle tanışan genç kız, hayatın son günlerini bu adamla geçirmek üzere bir sözleşme imzalar. Hayali dizilerdeki gibi romantik, aşk dolu bir hayat yaşamaktır ve ikilinin macerası da bu şekilde başlamış olur.
2) Queen Of The Ring
2017 yapımı mini Kore dizisinde Kim Seul Gi tarafından canlandırılan Nan-Hee karakteri kendini çirkin bulduğu için çok mutsuzdur. Bu nedenle sert mizaçlı ve aksi bir insana dönüşmüştür. Artık kendini bitkin, tükenmiş ve yaşlı bir insan gibi hissetmeye başlamıştır. Ailesindeki kadınların, uğur getirdiğine inandığı daha doğrusu sihirli olduğunu düşündüğü bir yüzük Nan-Hee’nin eline geçer. Onların inanışına göre; bu yüzüğü takan kadın sevdiği erkeğe diğer kadınlardan çok daha farklı görünmektedir. Bir nevi hayalindeki ya da ruh eşi olduğunu düşündüğü bir kadın gibi görünmektedir. Nan-hee; havalı, yakışıklı ve yakışıklı olduğu kadar da tam bir soğuk nevale olan Se-Gun’dan hoşlanmaktadır. Yüzüğün etkisini Se-Gun üzerinde kullanarak hedefine ulaşmak ve mutlu bir hayata sahip olmak istemektedir.
3) Feel Good To Die
2018 yılı yapımlı mini Kore dizileri arasında yer alan “Feel Good To Die” dizisi aslında “Happy If You Dead” isimli Kore dizisini bir uyarlamasıdır. Önemli bir şirketin patronu olan Kang Ji Hwan, çok kibirli, her şeyin en en doğrusunu kendi bildiğine inanan, diğer insanların fikirlerine saygı göstermeyen aksi bir insandır. Dolayısıyla şirket çalışanları tarafından hiç sevilmeyen hatta nefret edilen biridir. Bu mini Kore dizimizde esas oğlan olan Baek Jin-Hee, patronunu iyi bir insana dönüştürmeye çalışacaktır. Baek Jin-Hee, bir gün işe giderken patronunun trafik kazasında öldüğünü görür fakat ertesi gün patronunun yaşadığını görünce büyük bir şaşkınlığa uğrar. Daha sonra kaza gününü yeniden yaşadığını fark ederek, patronunun hayatta kalmasını sağlamak için elinden geleni yapmaya karar verir ve macera bu şekilde başlamış olur.
4) You Drive Me Crazy
2018 yapımı dizide Lee Yoo-Young, Eun-Seong karakterini oynamaktadır. Eun-Seong uzun yıllardır yakın arkadaşı olan ressam Kim Rae-Wan’a aşık olmuştur. Bir nevi kanka oldukları için duygularını açıkça ifade etmesinin, arkadaşlıklarını tamamen bitirmesi ihtimalinden korktuğu için Eun-Seong bir türlü Rae-Wan’a açılamaz. Çözümü ise aşk acısıyla yaşamaya alışmaktır.
5) Nightmare Teacher
2016 yılı yapımlı Kore dizisinde başrolde Kim So-Hyun, Ye-Rim karakterini canlandırıyor. Ye-Rim okulda oldukça başarılı notlara sahip, güzelliği ve çekiciliğinin yan ısıra çok da iyi kalpli bir insandır. Okuldaki öğrenciler ve öğretmenler Ye-Rim’i mükemmel bir insan olarak görmektedir. Bir gün Ye-Rim okuldaki bazı gizemleri olayları fark eder ve bu gizemli olayların nedenini bulmaya karar verir. ________________________________ Mutlaka izlemeniz gereken en iyi Kore dizileri listemize bakmayı unutmayın! ________________________________
6) The Universe’s Star
Romantik ve fantastik kategorisinde yer alan 3 bölümlük bu mini dizinin senaristliğini ve yönetmenliğini Kim Ji-Hyun yapmıştır. Dizimiz 26 Ocak ve 9 Şubat 2017 tarihleri arasında yayınlanmıştır. Byul 19 yaşında lise öğrencisi ve Woo Joo adında ünlü bir şarkıcının hayranıdır. Geçirdiği bir trafik kazası sonucunda kendisi ölüm meleği olur. Bu karakteri Ji Woo canlandırmaktadır. Dizideki popüler şarkıcı karakterini ise Suho canlandırmaktadır. Dizide ölüm meleği olan Byul, en sevdiği şarkıcıyı baş ölüm meleğinden kurtarmak için çok büyük mücadele verecektir.
7) To Be Continued
Romantik, fantastik bir gençlik dizisi olan bu mini Kore dizisi yaklaşık 15 dakika sürmektedir ve 12 bölümden oluşmaktadır. Dizinin konusu ise şu şekildedir: Bir kızın bir dileği üzerine birlikte bir grup genç arkadaş geçmişe gidiyor. Bu gençlerden bir kaçı geçmişe gittiklerinin farkında değil iken; bir kaçı geçmişe gittiğinin farkındadır.
8) Love Alert
Romantik kategorisinde yer alan bu dizi 18 bölümden oluşmaktadır. Dizinin yönetmenliğini Cho Chang-Wan yapmış, senaristliğini ise Seo Han-Kyeol ve Kim Shin-Hye üstlenmiştir. 31 Ekim – 20 Aralık 2018 tarihleri arasında yayınlanan dizinin konusu şu şekildedir: Kadınlar arasında ünlü bir dermatolog olan Cha Woo-Hyun ile Yoon Yooo-Jung arasında yaşanan aşkı anlatmaktadır. Her şey dermatolog olan Cha Woo-Hyun’ un Yoon Yoo-Jung (ünlü oyuncu) tanışmasıyla başlar. Tanışmalarının ardından çok fazla geçmeden, bir skandala karışırlar. Bunun üzerine aralarında bir sözleşme yaparak birbirlerine aşıkmış rolü yaparlar. Ancak bir süre sonra bu gerçek bir aşka dönüşür. Dermatolog karakterine Chun Jung-Myung hayat verirken aşk yaşadığı genç kadını Yoon Eun-Hye canlandırmaktadır.
9) Heart Surgeon
Dram kategorisinde yer alan Kore dizimiz yaklaşık 35 dakika süren 32 bölümden oluşmaktadır. Dizinin yönetmenliğini Jo Young-Gwang yapmış, senaristliğini ise Choi Soo-Jin ve Choi Chang-Hwan üstlenmiştir. 27 Eylül ve 15 Kasım 2018 tarihleri arasında yayınlanan dizinin konusu şu şekildedir: Dizi bir grup cerrahın hem hayat hikayesini hem de hastanede yaşadıkları ölüm, yaşam mücadelelerini anlatmaktadır. Onlar hem özel hayatlarında hem de iş hayatında sürekli ikilemde kaldıkları olaylar yaşamaktadır. Dizide Ko Soo, göğüs cerrahisi doktoru olarak seyircilerin karşısına çıkmaktadır. Park Tae-Soo adındaki bu göğüs cerrahi doktoru kalp nakli olması gereken annesini kurtarmak için çaba sarf etmektedir. Dizide Uhm Ki-Joon ise Göğüs ve Kalp Damar Cerrahisinde çalışan üst düzey bir doktoru canlandırmaktadır. Choi Seok-Han adındaki bu doktor birçok insanın hayatını kurtarırken; kendi kızını kaybetmiştir.
10) Splash Splash Love
Romantik fantastik kategorisinde yer alan bu mini dizi 15 bölümden oluşmaktadır. Dizinin konusu şu şekildedir: Dizide üniversite sınavına hazırlanan bir genç olan Kim Seul Gi sınavda başarılı olacağını düşünmediği için yağan yağmur altında sınava giderken şöyle bir dilek tutar: “Lütfen ortadan kaybolayım.” ve genç kız bu dileğinden sonra bir su birikintisine düşerek kaybolur. Bir anda kendini çok eski olan Joeson döneminde bulur. Kral Sejong adındaki kralın yönetiminde olan Joeson döneminde bu lise öğrencisinin peşini aşk ve macera bırakmayacaktır.
11) Argon
Dram kategorisinden bulunan mini Kore dizisi Argon 8 bölüm ve 1 sezondan oluşuyor. IMDb puanı 7,2 olan dizisinin oyuncu kadrosunda Chun Woo-hee, Kim Joo-hyuk, Park Won-sang gibi önemli oyuncular yer alıyor. Dizide insanları kışkırtan ve yalan dolan haberle dolu bir ortamda gerçekleri gün yüzüne çıkarmak isteyen çalışkan, dürüst ve hırslı bir haber ekibinin başından geçenlere yer veriliyor. 2017 yılı yapımlı kore dizisini Netflix üzerinden izleyebilirsiniz. Dilerseniz, izlemenizi önerdiğimiz Netflix Dizileri listemizi de inceleyebilirsiniz: En Çok İzlenen Netflix Dizileri Read the full article
0 notes
Text
Talimat 16
Rab diyor ki:
1. Birbirini seven herkesin gönül rahatlığı ve gönül rahatlığı olsun! - Bu lütuf gününde, ilahi mesajımı insanlığa iletmeleri için benim tarafımdan hazırlanmış ve bu amaç için yazılan bu yaratıkların beyinleri tarafından alınan efendinin ilhamını alıyorsunuz.
2. Manevi okşamamı bu günde kabul edin, Ey büyük kalabalık; Size hoş geldiniz ve sizi zarafetle dolduruyorum.
3. Dinleyin, öğrenciler: Varlığımın bir atomunun aranızda kendini tanıttığının farkında olun. İlahi Gücün bir titreşimi size öğretir. Onun evrensel özünden bir çıkış sizi aydınlatır. Tanrı'nın tezahürünün olmadığı bir zaman asla olmadı. Bu ilahi titreşim her çağda her zaman oldu ve olacak. Zamanla baba size sevgisinin faydalarını vermekten vazgeçmedi, çünkü ruhunda, yaratılışta olduğu gibi, her şey titreşir, her şey faaliyet ve yaşamdır. Ve bu dünyanın olayları manevi yaşamın yankıları ve yansımalarıdır.
4. Yüzyıllar boyunca Tanrı insanlığı terk etmedi, çünkü biri diğerinden ayrılamaz. Bugün, babanın iradesi, sizin gördüğünüz ve işittiğiniz şekilde manevi olarak insana bağlanmaktı, çünkü beni ruhtan ruha almaya hazır olmanın zamanı geldi.
5. Ama henüz ruhsal olarak duyarlı değilsiniz ve bu nedenle ilahi ilhamı berrak bir şekilde algılamıyorsunuz.
6. Baba kendini İsa'da insanlığa tanıtmadan önce, maddi biçimlerden ve olaylardan yararlanarak size vahiylerini gönderdi. "Mesih" adı altında, insanlar arasında Tanrı'nın sevgisini ilan eden O'nu tanımış olmalısınız; fakat O dünyaya geldiğinde, daha önce Kendisini Baba olarak göstermişti, bu yüzden Mesih'in dünyada doğduğunu söyleyemezsiniz - İsa'nın doğduğu, Mesih'in yaşadığı beden.
7. Bir düşünün ve sonunda Beni anlayacaksınız ve Mesih'in İsa'dan önce olduğunu anlayacaksınız, çünkü Mesih Tanrı'nın sevgisidir.
8. Bu açıklığa kavuşturulduktan sonra, artık yanıltılmayın, gelenek gereği sahip olduğunuz eski ve hatalı yorumların bulanık sularına kendinizi kaptırmayı bırakın. Sözümün ışığında yırttığım cehalet perdeleriyle örtülüyorsunuz, böylece bilgelik size taşınıyor.
9. Bu nedenle, Mesih'in Tanrı'nın sevgisi olduğunu unutmayın; bu nedenle, İsa aracılığıyla Kendisini açıkladığında dehşete düştünüz ve kafanız karıştı ve O'nun mucizeleri karşısında bile O'na inanmadınız çünkü O'nun gücü, sınırlı zihinleriniz için çok sonsuzdur. Öyleyse, bazıları Beni inkar ediyor, diğerlerinin kafası karışıyor ve yine de diğerleri Beni düşünme tarzlarına ve anlayışlarına göre inceliyor ve keşfediyor. Mesih'i anlayabilen çok az kişi vardır. Size bunu söylüyorum çünkü kalplerde çok az sevgi buluyorum çünkü kardeşler arasında birbirinizi bile sevmiyorsunuz.
10. Komşunuzu kendi çocuğunuz gibi sevin, o zaman İsa'yı anlamaya başlayacaksınız, onu seveceksiniz, onu hissedeceksiniz, Mesih'i işlerinize yansıtmanız gerekecek. Ancak ruhun beni biraz daha iyi tanıyor; Öyleyse, bazılarınız Mesih'i ararsınız, diğerleri Yüce Tanrı, böylece size bir ışık ve umut ışığı verebilir, bu da acınızı hafifletir ve ona daha da yaklaşma arzunuzu canlandırır. Bu böyledir çünkü ruhunuz, yaratıcısının, sizi aramaktan ve sevmekten asla vazgeçmeyen Mesih'in hatırasına sahip olduğu için, ey insanlar, çünkü size tekrar söylüyorum, ruhsal tezahür var olmaktan çıkmaz. henüz olmayacak.
11. Geçmiş zamanların aydınlanmışları her zaman bir ışık parıltısı gördüler, her zaman sözümü duydular. Peygamberler, esinlenenler, öncüler, yüksek maneviyat doktrinlerinin kurucuları bulutlardan, dağlardan, rüzgârdan veya tam olarak belirleyemedikleri bir yerden geliyormuş gibi sesler duyduklarına dair tanıklık ettiler; Tanrı'nın sesini ateş dillerinden ve gizemli yankılardan geliyormuş gibi duymuşlardı. Birçoğu duyuları aracılığıyla duydu, gördü ve hissetti, diğerleri ise manevi nitelikleriyle; aynı şey şu anda da oluyor.
12. Hakikaten size şunu söylüyorum: Mesajlarımı fiziksel duyuları ile alanlar, ilahi ilhamı ruhsal olarak yorumladılar ve bunu, dünyada bulundukları zamana göre fiziksel ve ruhsal hazırlıklarına göre yaptılar. şu anda ses taşıyıcıları veya "armağan sahipleri" dediğiniz insan araçlarında olduğu gibi. Yine de size şunu söylemeliyim ki, geçmişte olduğu gibi günümüzde de, kendi fikirlerini veya etrafındakileri ilahi vahiylerin saflığıyla karıştırdılar ve bilerek veya bilmeyerek gerçeğin saflığını ve sınırsız doğasını değiştirdiler. gerçekte en yüksek vahiydeki aşktır.
13. Ruhsal titreşimler ve teşvikler içlerindeydi ve hem "ilk" hem de "son" tanıklık etti ve akıllarına gelen bu ilhamın tanıklığını neredeyse her zaman nasıl olduğunu bilmeden, aynı şekilde taşıyacak. bugün birçoklarının başına geldiği ve yarın başkalarının başına nasıl geleceği.
14. Sözler, yorumlar ve eylem biçimleri insanlara ve yaşadıkları zamanlara kadar uzanır, ancak bunların hepsinin üzerinde en yüksek gerçek vardır.
15. Ruhsal silahlanmanın olmaması nedeniyle, ilahi ilhamın sizi ruhsal uykunuzdan maddi hale getirmesi ve uyandırması sizin için gereklidir. Gelişmiş beyinlerin bu türden vahiylere ihtiyacı yoktu.
16. Evrendeki ruhsal olan her şey sizin için görünen veya görünmeyen bir ışık kaynağıdır ve bu ışık güçtür, güçtür, ilhamdır. Fikirler, sözler ve eserler de sahip oldukları saflığa ve ihtişamlara karşılık gelen ışık yayarlar. Fikir veya eser ne kadar yüksekse, materyalizmin kölelerinin onları algılaması daha zor olsa bile, onun titreşimi ve sağladığı ilham o kadar hassas ve incedir. Bununla birlikte, yüce düşüncelerin ve eserlerin ruhsal olarak uyguladığı etki büyüktür.
17. Maddileştirme, maneviyatın bir rakibidir; ama sizi sapkınlıklara, ahlaksızlıklara, yozlaşmaya ve daha düşük tutkulara götüren türden maddeleşmeden bahsettiğimi anlayın.
18. İnsanlığın büyük bir kısmı, insanlara duyurumun gerçeğinden şüphe etse bile - doğrusu, size tekrar söylüyorum, bu duyuru, enkarne olmuş ve bedensiz ruhlarda, yaratıldıkları ilk andan itibaren sürekli olarak gerçekleşir.
19. Eğer sahip olduğunuz birçok manevi yetiden biri olan yaratıcılığınızı ve bilimi kullanarak mesajlarınızı mesafeler öteye taşımayı başardıysanız - o zaman Tanrı'nın hiçbir şey vermediğini nasıl varsayabilirsiniz? Hassas ve akıllı bir insan "cihazı" aracılığıyla bir mesaj iletebilir mi?
20. Çünkü bu insan vücudu: insanın en karmaşık ve en büyük bilimsel çalışmalarına veremeyeceği derecede mükemmellikle donatılmış bir alet. Sözüme çok dikkat edin, insan meselesinden bahsediyorum, ruhundan değil; çünkü ruh, babasının gücüne erişememiş olsa da, hiç şüphesiz sınırlı insan vücudunun üretebileceğinden daha büyük işler yapabilecektir.
21. Eğer sınırlı zekanız ilim edindiyse ve harika olduğunu düşündüğünüz icatlar yaptıysa, aklınızla neyi başaramayacaksınız, Rabbiniz hangi işleri yapamaz?
22. Onu insandan daha küçük gören kişi, Tanrısı hakkında zayıf bir fikre sahiptir.
23. Tanrı'nın size hikmet olan ve hepinizin üzerinde parlayan ışığını göndermesini ve çocuklarına bir iletişim biçimi yarattığını neden merak ediyorsunuz? O'nun her şeyi bildiğini ve her şeyi yapabileceğini söylediğinizde, neden Tanrınız için bir şeyin imkansız olduğunu düşünüyorsunuz? Benim hakkımda buna inanıyorsan - neden kendinle bu kadar kolay çelişiyorsun? Benden, sizinle her konuşmak istediğimde, İsa'yı göndermemi, böylece O'nu tahtaya çivileyebilmenizi mi istiyorsunuz?
24. Gerçekten, diyorum ki, sizce kendimi sizde nasıl hissettirmem gerektiği konusunda kendi kendinize net değilsiniz.
25. Sizinle tanışmak için size şunu söylüyorum: Size sevgimi vermek için günahkar bedenler kullanmamı istemiyorsanız, bana doğru, saf birini gösterin, bana sevmeyi bilen birini gösterin. ve sizi temin ederim onu kullanacağım. Günahkarları günahkarları etrafa getirmek için kullandığımı anlayın; çünkü ben doğruları kurtarmaya gelmedim; bunlar zaten ışık alemindedir.
26. Günahkar olduğunuz doğrudur; ama siz tersini kastettiğiniz halde Tanrı kimseyi küçümsemez veya unutmaz. Maddi yaşamınızın bir anından itibaren her şeyi yargılamak istediğiniz için neden bu kadar kör oldunuz? Kendini küçümseyen ve kendini unutan sensin; bu nedenle kendinizi zayıf ve yorgun hissedersiniz.
27. Çok sevgili yaratıklarımı bana her zaman ihtiyaç duyduklarında itaatsizlik etseler bile unutup beni arayacağımı mı sanıyorsun?
28. Çok günah işliyor, kanunları çiğniyorsunuz ve sık sık Beni unuttunuz; ama Cennetteki Baba'nın tüm çocuklarına olan sevgisi, varlığınızın tüm başarısızlıklarından sonsuz derecede daha büyüktür.
29. Ama tüm şüphelerinizden kurtulabilmeniz için, benim tezahürüm hakkında sizinle konuşmaya devam etmeliyim. Birçoğunuz aydınlanmışlarımın size söylediklerini onaylıyorsunuz, örneğin Tanrı onlarla bulutların, ateşin, suyun, rüzgarın aracılığıyla konuştu; ama size soruyorum: Bu unsurlar aracılığıyla veya onlar aracılığıyla insanlarla konuşmak size daha doğru geliyor?
30. En basit öğretileri anlamanıza yardımcı olmuyorsa, tutarlı düşünceniz nerededir?
31. Ey bilimlerinizde sizi bilge ve mutlu kılacak tek şeyi unutmuş olan dünyanın erkekleri ve kadınları: her şeye ilham veren aşkı, her şeyi yapabilen ve her şeyi değiştirebilen aşkı unuttunuz! Acı ve karanlığın ortasında yaşıyorsun; çünkü size öğrettiğim sevgiyi uygulamadığınız için, fiziksel veya ruhsal ıstırabınıza neden oluyorsunuz.
32. Mesajlarımı keşfetmek ve anlamak için, öncelikle, yaratıldığı andan itibaren her ruhta mevcut olan, nazik ve yürekten nazik olmalısınız; ama gerçek, yüce sevgi hissini bilmek için, iyi hislerinizi geliştirerek kendinizi ruhsallaştırmalısınız; ama hayatta her şeyi istedin, ruhani aşk yok.
33. Her an zihinsel veya zihinsel olarak titreşiyorsunuz, ancak çoğu durumda bencillik, nefret, şiddet, kibir ve temel tutkular yayıyorsunuz. Acı çektiğinizde incinir, hissedersiniz, ama sevmezsiniz ve bu nedenle sevildiğinizde de hissetmezsiniz ve hasta düşüncelerinizle içinde yaşadığınız ortamı giderek daha fazla acıyla doyurur ve varlığınızı onunla doldurursunuz. Rahatsızlık. Ama sana söylüyorum: her şeyi barışla, uyumla, sevgiyle doyur, sonra mutlu olacaksın.
34. Sevgi her zaman Yaradan'ın ruhunda var olmuştur, bu nedenle tüm ruhların da ona sahip olduğunu anlamalısınız.
35. Bugün, uygarlığınızın ilerlemesine rağmen, kendinizi maddi doğadan olduğu kadar ruhsal doğadan, saf olandan, Tanrı'nın olandan giderek daha fazla uzaklaştırdınız. Bu nedenle, dünyada geçirdiğiniz her gün daha güçlü ve daha mutlu olma arzunuza rağmen, hayatınızın her aşamasında daha büyük bir zayıflığa, daha da büyük acılara düşersiniz. Ama şimdi yasamı yerine getirmek için bir adım ileri atacaksınız, ey yerliler!
36. Sizinle her zaman konuşmuş olan Efendi, şimdi size öğretisini bu öğretiler aracılığıyla, sözde, sezgi ve ilhamla açığa vurarak ve böylece ruhunuzu gelecek zamanların ışığına uyandırarak açıklamaya gelir. O zaman çeşitli şekillerde ilahi ilham alacaksınız, sizin için gittikçe daha şaşırtıcı, her zaman daha yüksek ve daha mükemmel.
37. Bugün, İsa'nın size öğrettiği gibi birbirinizi sevmenizi hatırlatmaya geldim. Size İsa'yı hatırlatıyorum çünkü O'nda Evrensel Sevginin Bedenleri vardı.
38. Musa zamanında halka, "Göze göz, dişe diş" yazan bir doğruluk yasası verildi. Bugün size çirkin ve intikamcı görünen bu yasa, yine de sadece o zamanların insanları içindi.
39. Daha sonra, İsa'da insan olduğumda, Benim dediğimi duydunuz ve bu yüzden, "ölçtüğünüz arşınla ölçülüyorsunuz" yazılmıştır. Bu kelimede, bazıları İsa'nın bu cümlede vaaz ettiği sevgi, merhamet ve bağışlanma olup olmadığını sordu.
40. Size ilk defa kanunun nedenini ve İsa'nın bu sözünün nedenini kendim açıklamanın zamanı geldi, çünkü size çağlar boyunca birçok talimatımı yavaş yavaş vermek zorunda kaldım.
41. Başlangıçta, insan kalbinin telleri affetme duygusuna hâlâ duyarsızken, hayırseverlik ve hoşgörü hâlâ zihninde uyuyorken, insanın kendisini ve mallarını, Ona gücünü meşru müdafaada kullanma hakkı veren kanun. Gördüğünüz gibi, diğer tüm halklar gibi gelişmeye mahkum olan bir halkta ilkel emirler ve gelenekler vardı.
42. İsa'nın sözünden türeyen yasa, daha sonra insanların yaşamlarını aydınlattı ve size şöyle dedi: "Birbirinizi sevin" ve ayrıca kendi kendinize "kendinizi ölçeceğiniz ölçütle ölçüleceğinizi" gösterdi, Bununla birlikte, insanın kendi eliyle elde ettiği adaletin artık İlahi Adaletin münhasır hakkı haline geldiğini anlamanız için Üstün size verdi. Artık insan, yargılayacağı gibi, Tanrı tarafından yargılanacağını ve yeryüzüne ekeceği gibi, ahirette biçeceği ürünün bu olacağını biliyordu.
43. İnsan daha sonra kardeş katili elini geri tuttu, kötü adam sık sık kınanması gereken planlarından vazgeçti ve kim çalmak isterse, sonsuzluktan bir bakışın onu izlediğini ve o andan itibaren bir yargı beklediğini biliyor ve hissetti.
44. Yüzyıllar geçti ve insanlar ilahi doğruluk hakkında daha fazla şey bilseler de, henüz gerçeği kavramamışlar ve pek çok kez yanılmışlar, hatta yeryüzünde kötü bir şekilde günah işledikleri takdirde acımasız olacaklarına inanarak. ebedi bir ceza almak için Tanrı'nın yargısına. - Bu bakımdan size soruyorum: Kendini baştan kaybetmiş olarak gören kişide hangi tövbe kararı ve kanunumun yerine getirilmesi ortaya çıkacaktır? Aklındaki hataların sonsuza dek süreceğini bilerek bu dünyadan ayrıldığında nasıl bir ümit barındırabilir?
45. Yanlış yorumlarınızın karanlığını sizden almaya gelmem gerekiyordu ve işte buradayım.
46. Yehova'da zalim, korkunç ve intikamcı bir Tanrı gördüğüne inandın. Sonra Rab sizi hatanızdan kurtarmanız için, Mesih'i, O'nun İlahi Sevgisini gönderdi, böylece "Oğul'u tanımalısınız, Babayı tanımalısınız"; ve yine de günahına yeniden karışan cahil insanlık, sadece ruhani vadiye gelip onlara şunu söylemek için bekleyen kızgın ve kırgın bir İsa görmeye inanıyor: "Benden uzaklaş, seni tanımıyorum. "; ve onlara sonsuzlukta aynı anda en acımasız işkenceleri yaşatmak için.
47. Hataya düşmemek için öğretilerimin anlamını anlamanın zamanı geldi. İlahi aşk, Bana gelmenizi engellemeyecek; ama hatalarınızı telafi etmezseniz, size ışık krallığına girmeye layık olmadığınızı söyleyen vicdanınızın amansız yargıcı olacaktır.
48. Ama burada, sana söz verdiğim gibi, yine ben, insanlık, ruhta var.
49. Karanlıkta yaşayanları aydınlatan ve uyandıran Gerçeğin Ruhunun ışığını görün.
50. Ama bu tezahüre katılanlara şunu söylüyorum: Sözümü dikkatle dinleyin, çünkü size ışık yolları açacak ve sizin için bilmeniz gereken gerçeği aydınlatacak.
51. Tanrı'ya olan her borcun ömür boyu ödenmesi gerekirken, O'na verdiğiniz ödeme, haraç ya da teklif aslında O'na değil, onu yapan kişi içindir.
52. O'na saflık teklif ederseniz, bu sizin iyiliğiniz için olacaktır; Ona kıymetli işler gösterirseniz, bunlar Tanrı'nın huzurunda ruhunuzu yükselten süs eşyaları olacaktır. Günah işler ve daha sonra tövbe ederseniz ve hatalarınızı telafi ederseniz, ruhun huzuru ve iyilik yapana içinde yaşayan mutluluk ödülünüz olur.
53. Kardeşlerinize verdiğiniz bardağı sık sık içmenize izin verdiğimde, bunun nedeni, bazılarının neden oldukları kötülüğü ancak bu şekilde kavrayabilmesidir; ve başkalarına da uyguladıkları aynı testi geçerek, onlara hissettirdikleri acıyı anlarlar. Bu, ruhunuzu aydınlatacak ve anlayış, pişmanlık ve sonuç olarak Benim Kanunumun yerine getirilmesiyle sonuçlanacaktır.
54. Ama acı çekmekten veya acıyı boşaltmaktan kaçınmak istiyorsan, bunu vicdanının sana söylediği her şeyle pişmanlıkla, iyi işler yaparak suçunu ödeyerek yapabilirsin. Böylelikle bir noktada bir sevgi borcunu ödeyecek, bir şerefe, bir cana ya da huzura, sağlığına, sevincine ya da kardeşlerinden çaldığın ekmeğe bir noktada geri döneceksin.
55. Doğruluğumun gerçekliğinin, Babanız hakkında sahip olduğunuz fikirden ne kadar farklı olduğunu görün!
56. Unutmayın: Size hiçbirinizin kaybolmayacağını söylediysem, size her borcun ödenmesi gerektiğini ve hayat kitabından çıkan her yanlışın olduğunu söylemiş olduğum da kesindir. Bana gelmenin yolunu seçmek size kalmış.
57. Hâlâ özgür iradeniz var.
58. Eğer gururlu milletlerin hala uyguladığı gibi eski günlerden kalan intikam kanununu tercih ediyorsanız, sonuçlarını görün!
59. Kardeşlerinizi ölçtüğünüz ölçütün kendinizi de ölçmesini istiyorsanız, benim adaletimi almak için diğer hayata girişinizi beklemenize bile gerek yok; çünkü burada (yeryüzünde), hiç beklemediğiniz anda, kendinizi kardeşlerinizi getirdiğiniz kritik durumda göreceksiniz. Ancak daha yüksek bir yasanın yardımınıza gelmesini istiyorsanız, yalnızca kendinizi en çok korktuğunuz acıdan kurtarmak için değil, aynı zamanda size asil düşünceler ve güzel duygularla ilham vermek için dua edin, beni arayın ve sonra daha iyi ve daha iyi olmak, denemelerde güçlü olmak, tek kelimeyle babanıza ve komşularınıza borçlu olduğunuz borcu sevgiyle ödemek için mücadele yolunuza gidin.
60. Şu anda bu ses taşıyıcılarının ağzından işittiğiniz sevgi çağrısı, insanlık için büyük olayların habercisidir. Bu mesajlar, gelecekte insanlara ifşa edilecek olan bilgelik kıvılcımlarıdır. Tüm ruhların uyanışının başlangıcıdır. Kendinizi Cennetteki Babanızın sevgisiyle kurtaracağınız Maneviyat Çağı için hazırlıktır.
Huzurum seninle olsun!
0 notes
Text
En Çok İzlenen 10 Netflix Dizisi Açıklandı
Evde oturup keyif yaparken dizi izlemenin tadı başkadır. Eğer bu dizi çok kaliteli ve sürükleyiciyse yemede yanında yat gibisinden farklı bir zevk katar. Günümüzde genel diziler artık pek ilgi çekmediğinden farklı dizi kanallarına yönelerek ruh halimize iyi gelecek filmleri arıyoruz. Böylece günün yorgunluğunu ve bir an sıkıntılardan kurtaracak dizilere yönelerek hayatımızda ufak bir eğlence yapmaya çalışıyoruz.
En Çok İzlenen 10 Netflix Dizisi Açıklandı
Dizi konusunda oldukça etkili olan markalardan bir tanesi Netflix olarak karşımıza çıkıyor. Dünyada büyük bir yankı uyandırmayı başaran Netflix firması sinema ve dizi sektöründe diğer isimlere göre oldukça önde ilerliyor. Cüzi bir miktarda para ödeyerek artık her evde Netflix izleyebilmek mümkündür. En Çok İzlenen 10 Netflix Dizisi Açıklandı. Tekno Sitesi olarak bu dizilerin listesini hazırlayarak sizlerin keyfine destek olmak istedik. Buyurun listemize geçelim. 1- Stranger Things
Stranger Things En Çok İzlenen 10 Netflix Dizisi listemizin ilk sırasında Stranger Things dizisi yer alıyor. İzleyecekler eminim ki kendilerini 80’ler nostaljisinde bulacaklar. Filmin üzerinde durduğu öğeler fantastik, dram, korku ve komedidir. Stranger Things dizisi Hawkins isminde bir kasaba içerisinde kaybolmuş olan çocuğun ardından başlayan fantastik ve gizemli olayları konu alıyor. Kaybolan çocuğu bulmaya çalışan bir grup çocuk ile birlikte ailelerin başlarına gelen durumlarda yer alıyor. Gayet esrarengiz ve sürükleyiciliği olan bu dizi 50-55 dakikalık bölümler yer alıyor. 2- La Casa De Papel
La Casa De Papel En iyi Netflix dizileri arasında yer alan La Casa De Papel soygun ve suç dizisi olarak izleyicilere sunuldu. Gayet sevilen ve herkes tarafından izlenen bir dizi olarak varlığını sürdürmeye devam eden bu güzel Netflix dizisi İspanya yapımı bir dizidir. 8 kişiden oluşan bir ekibin İspanya Kraliyet Darphanesine gerçekleştirdiği büyük soygunu ve sonrasını seyircilere yaşatıyor. İleriki sezonlarda ekibin büyümesi ile farklı soygunlar da meydana geliyor. 3- Lucifer
Lucifer Cehennemden dünyaya gelen Lucifer, Los Angeles şehrinde yaşamaya başlar. Dünyaya geldikten sonra eğlence ortamlarına giden ve her şeyi yapan bir insan haline dönüşen Lucifer, Polis Departmanında çalışan Chloe Decker ile beraber suçluları yakalamaya çalışır. Özetle dizinin konusu Lucifer’in maceraları üzerine dayalı. Fakat gayet eğlenceli ve sürükleyici konusu ile birlikte vaktinizi bu dizi için ayıracağınıza emin olabilirsiniz. 4- The Witcher
The Witcher The Witcher konusu Rivyalı Geralt üzerine kuruludur. Bu kişi yalnız çalışan canavar avcısı olarak bilinir. Rivyalı Geralt kendisine insanların dünyasında yer ayırmaya çalışır. Zamanla kendisini büyücü ve önemli bir sırrı saklayan prensesin yanında bulur. Bu üçlü birlikte adımlarını atar ve kıta içerisinde yollarını bulmaya çalışırlar. 5- Messiah
Messiah Bu dizi herkesin dilinde dolaşan ve inanış haline gelen Messiah’ın geri dönüşü ve dünyayı kötü zamandan kurtaracak inancı konu alan bir dizidir. Kendisini önemli ve farklı bir kişi olduğunu söyleyen Al Messiah Eva Galler isimli bir CIA ajanı tarafından takip edilir. Dünya’da çeşitli olaylar farklı felaketler ortaya çıkar ve insanlık bu kişinin gerçekten beklenen kişinin olduğuna inanmaya başlar. 6- The Family
The Family Netflix dizileri arasında çok dikkat çeken ve gerçekten esinlenerek yapılmış önemli bir yapıt bulunuyor. Bu dizinin adı ise The Family. Bu dizinin konusu devletin içerisinde bulunan gizli örgütleri anlatıyor. Gizlilik konusunda taviz vermeyen ve devletleri yöneten kişilerin yaptıkları işleri anlatan heyecan dolu bir filmdir. Tüm dünya üzerinde var olan hedeflerini gerçekleştirmek adına yaptıkları özel planları ve uyguladıkları adımları izlerken şok olacaksınız. 7- Dark
Dark Dark dizisi çok karmaşık bir ilişkiler ağıyla örülü olan özel bir yapımdır. Konusu Winden kasabasında geçiyor ve bu kasaba 33 yılda bir tekrarlı bir şekilde kaseti geri sarar gibi yeniden başlatıyor. Bu kasaba içerisinde yaşayan tüm insanlar üç ayrı zaman dilimini yaşadıklarını anlıyorlar. 8- Altered Carbon
Altered Carbon Altered Carbon dizisinin konusu insan bilincinin ense kısmında yer alan dijital belleklerde korunmasıdır. Tüm bedenler bu sayede elbise gibi değiştirilebiliyor ve klonlanabiliyor. Takeshi Kovacs adında bir mahkûm 250 yıl sonra işlenmiş bir cinayeti çözmesi amacı ile yeniden bedenleniyor. Bu şekilde konu çeşitli farklı olaylarda gelişerek heyecan dolu dakikalar sunuyor. 9- Black Mirror
Black Mirror Bilim kurgu tarzını yansıtan Black Mirror dizisinde macera ve drama gibi olaylarda mevcut. Dijital çağ ve modern çağın üretmiş olduğu değişik distopik olayları konu alan bu dizi film izlenirken seyircileri bağlamayı başarıyor. Adına layık bir şekilde gayet karanlık ve iç sıkıntısı verdiği kadar izleme heyecanını tavan yapıyor. 10- Peaky Blinders
Peaky Blinders En çok izlenen Netflix dizileri arasında karşımıza Peaky Blinders ismi çıkıyor. Filmin konusu ise 1900’lü yılların başında geçen sokak çeteleri tarafından kontrolü sağlanan Birmingham doğuşlu Peaky Blinders çetesinin İngiltere’de yükselişini anlatıyor. Dram ve suçun bir arada olduğu bu diziyi izledikten sonra iyi ki izlemişim diyeceksiniz. Read the full article
#AlteredCarbon#BlackMirror#Dark#EnÇokizlenennetflixdizileri#Enpopülernetflixdizileri#LaCasaDePapel#Messiah#NetflixDizileri#PeakyBlinders#Strangerthings#TheFamily#thewitcher
0 notes
Photo
Sotheby’s müzayede kuruluşu yine ses getirecek bir açık arttırmaya imza atmaya hazırlanıyor. İngiliz empresyonist sanatçı Francis Bacon’un ruh halini yansıtan ve bir dönem yaşadığı kaotik aşk hikayesinin yansıması olarak değerlendirilen tablosu Pope satışa sunulacak. Tablonun arkasında yatan gizemli aşk hikayesi, Sotheby’s ‘e gelene kadar tablonun başından geçen olayları, ücreti, elde edilecek gelirin ne amaçla kullanılacağını derlediğimiz haberimize linki tıklayarak ulaşabilirsiniz. Keyifli okumalar 👇🏼 https://mrsagel.com/francis-baconun-tangier-serisinden-hayatta-kalan-popesi-acik-artirmaya-gelecek/ ( #empresyonizm #arthistory #contemporaryart #francisbacon #painting #artist #art #sothebys #auction #canvas #tangier #pope #photooftheday #picoftheday). https://www.instagram.com/p/B4PTANGl4e8/?igshid=1eaiooozxwuv7
#empresyonizm#arthistory#contemporaryart#francisbacon#painting#artist#art#sothebys#auction#canvas#tangier#pope#photooftheday#picoftheday
0 notes
Text
Ruhun karmaşık ve gizemli hastalığı - Şizofreni
Ruhsal hastalıklarda şizofreni de fizikte gözlemlenen doğa olaylarından farklı değildir; pek çok farklı etmenin birbiri ile etkileşiminden kaynaklanır. Bu durum, ruhsal hastalıkların kökeninde yer alan düzeneklerin açıklanmasını zorlaştırır. Ayrıca günümüzde ruhsal hastalıkların varlığını saptayacak ve birbirlerinden ayrıştırılmasına yardımcı olabilecek nesnel bir araç olmaması, ruhsal hastalıkların diğer doğa olayları gibi tanımlanmasını ve ayrıştırılmasını da bir hayli güçleştirir. Günümüzde psikiyatrik tanılar, nesnel ölçüm araçlarının yeterince gelişmemiş olması nedeni ile diğer tıp dallarından farklı olarak çoğunlukla hekimin gözlemlerine ve hastanın beyanına dayanır ve elbette özneldir. Örneğin şizofreninin belirtilerinden biri olan paranoid düşünceleri değerlendirmek için size “şüpheci misiniz?” diye sorulsa, nasıl bir yanıt verirsiniz? Eminiz ki herkesin çok farklı yanıtları olacaktır: Evet, hayır, zaman zaman, çoğunlukla, v.b. Aslında öznelliği yaratan bir başka etmen de farklı hekimlerin bu cevapları farklı şekilde yorumlamasıdır. Elbette hekimlerin aldığı ortak eğitim, bu öznelliği biraz da olsa ortadan kaldırır, ancak bu çifte çıkmazın kesin olarak çözülmesi için temel hedefimiz, ruhsal hastalıkların tanımlaması ve sınıflandırılmasında işimize yarayacak nesnel araçlar bulmak olmalı. Ne yazık ki ruhsal hastalıkları hem tanımlamakta hem de temelde yatan biyopsikososyal etmenleri açıklamakta güçlük çektiğimiz için sorunun basit bir çözümü yok. Öyle ki tarihsel süreç boyunca gerek diğer ruh hastalıklarından görünüm açısından farklı olması, gerekse ciddi yeti yitimine yol açması nedeniyle ruhsal hastalık tanımı ile eş tutulan, deyim yerinde ise psikiyatrinin temsilcisi haline gelen ve hakkında çok şey bildiğimiz şizofreni söz konusu olduğunda bile yapbozun parçalarını bir araya getirmekte zorlanıyoruz. Gelin şimdi şizofreninin oluşumunda rol oynanan etmenlere ve gelecekte bu alanda bizi bekleyen gelişmelere göz atalım.
Çevresel Etmenler
Şizofreni oluşumunda katkısı olan etmenleri araştıran çalışmaların, ilk olarak çoğunlukla psikososyal değişkenleri incelediğini görüyoruz. Psikodinamik akımın psikiyatride egemen olduğu 1950’li yıllarda yapılan gözlemler, şizofreninin oluşumuna annenin reddedici, cinsel konular hakkında katı ve baskıcı tutumunun yol açtığını düşündürür. Günümüzde ise “şizofreni oluşturan anne” kavramı temellerinin sağlam olmaması, çalışmalarla kanıtlanamamış olması ve özgüllüğünün düşük olması nedeni ile terk edilmiştir. Ancak bu kavramın terk edilmesi, çocukluk çağında yaşananların ve kurulan ilişkilerin şizofreni oluşumuna katkıda bulunmadığı anlamına gelmez. Örneğin yakın zamanda gerçekleştirilen pek çok çalışma, çocukluk çağında yaşanan ruhsal travmaların şizofreni ile ilişkili olduğunu gösterir. İlgi çeken bir diğer nokta ise şehir merkezinde yaşayan kişilerde şizofreninin şehir merkezinden uzakta, kırsal bölgelerde yaşayanlara göre daha yaygın olmasıdır. Aslında bu sonuca 1939’da Şikago’da yapılan bir çalışmada ulaşılmıştır, ancak öneminin fark edilmesi için yıllar geçmesi gerekmiştir. Yakın tarihli çalışmalar da Şikago’da yapılan çalışmadakine benzer şekilde, şehir merkezinde doğanlarda ve yetişenlerde şizofreninin daha yaygın olduğunu gösteriyor. Bir diğer ilgi çekici nokta da göçün şizofreni yaygınlığı ile ilişkisidir. Farklı ülkelerden yoğun göç alan ülkelerde, örneğin Almanya’da, İngiltere’de ve Hollanda’da göçmenlerde şizofreni yaygınlığının yerleşik nüfusa göre fazla olduğu görülüyor. Öyle ki, göçün şizofreni görülme riskini 3 kata kadar artırdığı bulunmuş. Bir diğer kritik nokta ise şizofreni yaygınlığının göçmenlerin birbirlerine destek olmaksızın, ayrı ayrı yaşadığı yerlerde daha fazla olması. Yapılan ilk çalışmalarda Almanya’ya göç etmiş Türklerde de şizofreni yaygınlığının yüksek olduğu görülmüş. Sonraki çalışmalarda, psikiyatrik görüşmelerde ana dilin kullanılmaması ve kültürel farklılıkların yeterince anlaşılamamasının da hatalı olarak şizofreni tanısı konulmasına yol açtığı anlaşılmış. Göç etkisinin farklı azınlık gruplarında ele alındığı bir araştırmada, Türk göçmenlerde şizofreni yaygınlığının Surinam’dan ve Fas’tan gelen göçmenlere göre az olduğu gösterilmiş. Bunun nedenlerinden birinin, Türklerin kültürel olarak Avrupalılara daha çok benzemesi olduğu düşünülüyor. Ancak sonraki çalışmalarda bu farklılığının asıl nedeninin Türklerdeki kollektivist aile yapısı ve aile içi ilişkilerde sosyal desteğin öne çıkması olduğu gösterilmiş. Ayrıca ikinci ve üçüncü kuşak Türk kökenli Alman vatandaşlarında ve Türkiye’de yaşayan Türklerde şizofreninin yaygınlığının Almanya’da yaşayanlardan farklı olmadığının gösterilmesi de göçün etkisini daha net açıklar. Son yıllarda, şizofreni oluşumuna katkıda bulunan bir diğer etmenin esrar kullanımı olduğu gösterilmiştir. Ancak tüm bu çalışmalar, tek başına şizofreninin altında yatan düzeneği açıklamak için yeterli değil. Çünkü yukarıda saydığımız risk etmenlerinin birinin bile gözlemlenmediği pek çok şizofreni hastası var. Ayrıca bu risk etmenlerine maruz kalan pek çok bireyde şizofreni görülmüyor. Son dönemde yapılan çalışmalar, bu risk etmenlerinin özellikle şizofreniye yatkınlığı olan bireylerde etkili olduğunu gösteriyor. Öyleyse genetik yapının şizofreniye yatkınlıktaki rolü nedir?
Genetik Etmenler
Şizofreninin kuşaklar arasında aktarılan bir hastalık olduğu aslında şizofreninin ilk kez tanımlandığı 19. yüzyıldan beri tartışılır. Ancak kimsenin aklına bu düşüncenin bir soykırıma temel oluşturacağı gelmezdi. Nazi Almanyasına kadar. Nazi dönemi Almanyasının öjenizm (ırkın kalıtsal özelliklerini geliştirme veya düzeltme ile ilgili akım) savunucuları, şizofreninin kuşaklar boyu aktarılan genetik kökenli bir hastalık olduğu düşüncesine dayanarak, 1939 ile 1945 arasında yaklaşık 250.000 şizofreni olduğu düşünülen hastayı zorla kısırlaştırdı veya öldürdü. Bu trajik olaydan, o yıllarda yaşayan şizofreni hastalarının neredeyse tamamına yakınının etkilendiği tahmin ediliyor. Nazilerin bu yöntem ile hedefi, topluma yük olduklarını düşündükleri şizofreni hastalarını tamamen ortadan kaldırmaktı. Şizofreni hastalarının tamamına yakınının üreme işlevlerinin ortadan kaldırıldığı düşünüldüğünde, Almanya’da şizofreni yaygınlığının ve görülme sıklığının azalması beklenir. Peki sonuçta ne oldu? II. Dünya Savaşı sonrasında, yetmişli yıllarda yapılan ilk çalışmalar, beklenildiği üzere şizofreninin yaygınlığının diğer Avrupa ülkelerine göre Almanya’da daha düşük olduğunu gösterdi. Ancak, şaşırtıcı bir şekilde şizofreni görülme sıklığı değişmemiş hatta artmıştı. Günümüzde Almanya’da şizofreni yaygınlığı diğer Avrupa ülkeleri ile yaklaşık aynıdır. Öyle ise şizofreninin oluşumunda genetik hiç mi rol oynamıyor? Bu bilgiye dayanarak kolayca “hayır” cevabı verilebilir. Ama o zaman 20. yüzyılda yürütülmüş sayısız çalışmadan elde edilen verileri göz ardı etmiş oluruz. Geriye dönük toplum taramasına dayanan 1970’li yıllara ait çalışmalar, şizofreni hastalarının ailelerinde de şizofreninin daha yüksek oranda görüldüğünü gösterir. Yine, şizofreni hastalarının genetik olarak özdeşi olan tek yumurta ikizlerinde şizofreni görülme oranı kabaca % 50’dir. Toplumda şizofreni görülme oranının kabaca % 1 olduğu düşünüldüğünde, bu oranın ne kadar yüksek olduğu daha rahat anlaşılır. Bunun da ötesinde, genetik yapıları özdeş olan ancak birbirlerinden ayrı, farklı çevresel etmenlerin etkisinde yaşayan tek yumurta ikizlerinde de bu yüksek oran korunur. 1980’li yıllara gelindiğinde şizofreninin kuşaklar boyu genetik kalıtım gösterdiği tartışılmaz bir biçimde kabul görmeye başladı. Artık hedef altta yatan genleri bulmaktı. 1990’lı yıllara gelindiğinde ise genetik biliminde bilgi birikiminin artması ve teknolojinin hızla ilerlemesi bu sorunun doğrudan araştırılmasına olanak verdi. Aslında şizofreni yükü fazla olan ailelerde yapılan ilk bağıntı analizine dayanan genetik çalışmalar hayli ümit vericiydi. Bilim insanları, şizofreninin genlerinin ve dolayısıyla altında yatan düzeneğin yakın zamanda çözüleceğini düşünüyordu. Ancak beklenilen olmadı, heyecan uyandıran sonuçlar sonraki çalışmalarda bir türlü tekrar edilemedi. Şizofrenide rol oynadığı düşünülen yolakları hedef alan aday gen ilişkisine dayanan genetik çalışmalar da öncekiler gibi istikrarsız sonuçlar verdi. Tüm bu bilgiler ışığında, şizofreninin basit genetik geçişi olan bir hastalık olmadığı konusunda fikir birliğine varıldı ve şu önerme ortaya koyuldu: Şizofreninin genetik geçişe sahip olduğundan emin olduğumuza göre, şizofreni toplumda sık görülen çok sayıda genetik varyasyonun kümülatif etkisinden oluşur. Bu önermeyi sınamanın yolu ise tüm genomu taramaktan geçiyordu. İnsan genomunun tamamına yakın kısmının tanımlanması yeni yüzyılda yeni umutlar doğurdu, artık tüm genomun taranması olasıydı. Bilim insanları, bu sefer şizofreninin genetik alt yapısınını bulmak ümidiyle yeniden işe koyuldu. Binlerce şizofreni hastası ile sağlıklı gönüllünün tüm genomlarının taranıp karşılaştırıldığı milyonlarca dolarlık çalışmalar birbirini izledi. Şizofreninin neredeyse % 60% 80 oranında genetik etmenlerden oluştuğu düşünüldüğünde, yapılan araştırmalar ciddi yeti yitimine neden olan bu hastalığı anlamak için akıllıca bir yatırımdı. Ama sonuç yine hüsran oldu, şizofrenide rol oynadığı düşünülen genetik etmenlerin sadece ve sadece % 2’si açıklanabiliyordu.
Çözümleme
Peki, yanlış neredeydi? Eksikler nelerdi? Bu soruların elbette basit bir cevabı yok. Tüm veriler değerlendirildiğinde elimizde şizofreninin oluşumunda rol oynadığını düşünebileceğimiz çok fazla etmen var. Ancak hiçbiri şizofreniyi tek başına açıklamaya yetmiyor. Bir de şöyle bir benzetme ile düşünelim: Çok fazla parçadan oluşan bir yapbozunuz var, ama bu yapbozun köşe parçaları yok. Ne yapardınız? Hiç değilse birbiri ile uyan parçaları birleştirmeye çalışırdınız değil mi? Araştırmacılar şizofreniyi sadece genetik veya sadece çevresel etmenlerle açıklayamayacaklarının farkına vardıktan sonra bu iki etmenin etkileşimini inceleyen araştırmalara yöneldi. Ancak şu an bu çalışmaların sayısı hayli kısıtlı. Bugüne kadar şizofrenide gençevre etkileşimi bağlamında çoğunlukla şizofreni oluşumu ile esrar kullanımı arasındaki ilişki araştırıldı ve bazı genetik varyasyonlar ile esrar kullanımı arasında şizofreniye yatkınlık açısından bir ilişki olduğu görüldü. Ülkemizde de bir ayağı yürütülen, şizofrenide etkisi olduğu düşünülen pek çok etmeni inceleyen EUGEI projesi bu alana ışık tutacak. Bu projeden elde edilecek bilgiler ile şizofreninin oluşumuna katkıda bulunan etmenlerin birbiri ile etkileşimine açıklık getirilmesi bekleniyor. Bu karmaşık yapının anlaşılması, ciddi yeti yitimine yol açan şizofreni için gelecekte yeni tanı ve tedavi yöntemlerinin geliştirilmesine temel oluşturarak pek çok hasta için bir umut ışığı olacak.
Şizofreni Nedir ?
Kelime anlamı: Şizofreni kelimesi Latincede ayrık, bölünmüş anlamına gelen schizo ve zihin anlamına gelen phrenia kelimelerinin birleşmesinden meydana gelir. Tarihi: İlk olarak Morel tarafından tanımlanmış (1852), Kraepelin tarafından ayrıştırılmış (1896), Bleuler tarafından çekirdek belirtileri tanımlanmıştır (1911). Tanımı: Düşünce, duygulanım ve davranışta ciddi bozulmaların görüldüğü, gerçeği değerlendirme yetisinin bozulduğu, ciddi toplumsal ve sosyal işlev kaybına yol açan ruhsal bir hastalık. Önemi: Ciddi işlevsellik kaybı, tedaviye kısmi yanıt, yanıtsızlık oranı % 40 Toplumdaki yaygınlığı: Erkek ve kadında yaklaşık eşit olmak üzere kabaca % 1 Başlangıç yaşı: Sıklıkla 15 - 35 yaş arası
Tanımlayıcı belirtiler
Pozitif Belirtiler: Varsanılar (örneğin var olmayan sesler duyma, şeyler görme, kokular alma, başkalarının hissetmediği şeyler hissetme) Sanrılar (doğruluğu olmayan şeylere inanma, örneğin televizyondan kişiye hitap edilmesi, birilerinin kendisine zarar vereceğini düşünme), Düşünce bozuklukları (örneğin düşünceleri toparlamakta zorluk, konuşma içeriğinin konudan bağımsız, sapmalar şeklinde olması, garip/tuhaf konuşma), Davranış ve hareket bozuklukları (örneğin garip/tuhaf/uygunsuz davranışlar, tekrarlayıcı hareketler, uygunsuz postür alma) Negatif Belirtiler: Uygunsuz/kısıtlı duygulanım Sosyal içe çekilme, Enerji ve motivasyon kaybı, Toplumsal ve mesleki işlevsellikte bozulma Bilişsel belirtilerde bozulma (örneğin dikkati odaklamakta zorluk, karar verme güçlüğü, işlem yapma becerisinde bozulma) Sinan Gülöksüz Öykü Mançe Çalışır Read the full article
#Şizofrenibelirtileri#Şizofreninedenleri#ŞizofreniNedir#şizofrenitedavisi#ŞizofrenideGenetikEtmenler
0 notes
Text
31.536.000 Saniye
Selam.
31.536.000 saniye geçti neredeyse son konuşmamız üzerinden.
Ya da 525.600 dakika.
8760 saat de denilebilir.
Veya 365 gün.
Sen de 52 hafta,
Ben diyeyim 12 ay.
Yine 1 sene daha bitti işte.
Yine, “bu sene bulacağım o aradığım şeyi” dediğim bir sene daha bitti.
Ve yine bir şey bulabilmişliğim yok.
Aslında bir şeyler buldum ama bulduğum şey ile beklentim birbirine hiç benzemiyor.
Gel sana neler olup bitti biraz özetleyeyim. Uzun zamandır ne konuşuyoruz ne de okuşuyoruz zaten. Anca toparlarız. Gel biraz dinle beni bugün, anlatasım var.
Okul bitti. Ama bana bitmedi. O berbat geçen 2. sınıfın sonunda okulu uzatacağımın farkına yeni yeni varmam ancak 3. sınıfta elime geçen okulu uzatmama fırsatını tepmemden sonra 4. sınıftaki çabalarım iş işten geçtiği için bir işe yaramadı ve iki alttan ders, bir seçmeli ders ve bir tez ile en iyi ihtimalle yarım dönemde okulu bitirebileceğim, arafta kalmış olduğum senenin ortasına doğru yaklaştığım bir zaman dilimindeyim şuan.
Baya uzun bir cümle oldu. Büyük ihtimalle anlam bozukluğu yaptım birkaç yerde.
Neyse.
Dansla geçen 3. sınıfın sonunda evimi Baraj Yolu’na taşıyınca 4. sınıfta bir şeyler farklılaştı benim açımdan.
Dilara, Murat ve Cansu’yla baya sıkı fıkı oldum. Okulda beraber takılmacalar, yemek yemeye beraber çıkmalar, beraber ders çalışmalar falan. Sağolsunlar, sayelerinde onlar ders çalışıyor diye ders çalışarak fena sayılmayacak bir okul dönemi geçirdim. “Sosyal”leştim sanırım sayelerinde biraz.
Ne gıcık bir kelime ya bu.
Salak gibi otomata dersinden kaldım (hiç çalışmadı). 2 hafta sonra finaline gireceğim. Zor da bir ders (şair burada bu dersin çalışılmadan geçilemeyecek bir ders olduğunu anlatmaya çalışıyor. 4 sene boyunca çoğu dersi neredeyse hiç çalışmadan geçince, eh zorlanıyor insan tabi. Ne uzun bir parantez içi yazı oldu bu da. Dur bitireyim burada).
4. sınıf sömestr tatilinde, büte otomata hariç başka ders kalmadığından, tatilimi tam 40 gün olacak şekilde geçirdim. Büte girmeden önce kafamda şekilleşmeye başlayan, co-optimus.com’un Türkçe versiyonunu hayata geçirmek için Udemy’de 2 tane kurs gözüme kestirip satın aldım. Yozgat’ta geçen 40 günümde iki kursu da bitirdim. Bu sırada Bsher beni arayıp kendisinin çalıştığı yerle gelince beni görü��türeceğini falan söyledi.
Tatil dönüşü şöyle dershanelerde olan büyüklükte bir beyaz tahta aldım eve. Halihazırda satın almış olduğum alan adı ve sunucuya siteyi kurmaya başladım. Martın başlarındayız. Kendime bir çizelge yaptım, okul olmayan günler siteye 8 saatimi ayırıp oyun içeriği gireceğim.
1 hafta sonra bütün planlarım alt üst oldu.
Bsher o cumartesi beni çalıştığı yere götürdü, Korçay beyle tanıştık ve o pazartesi de işe başladım.
Co-opro hayal oldu.
2 ay boyunca gündüzleri okul, takılmaca falan geceleri Altf4’te mesai. 2 ay içinde Sepehr ben ve Besho komple bir halı yıkamacılar için program yazdık. Ben codecanyon’dan alınmış bir stok takip web uygulamasını halı yıkama web uygulamasına çevirdim (valla lan, başta ben de inanamadım ama bildiğin sıfır comment bulunan bir programı sıfır PHP bilgimle manipüle edip istenilen kıvama getirdim. Tersine mühendislik ağladı be). Besho ile Sepehr Android’den programı sıfırdan yazdılar. Güzel tecrübelerdi.
Bu arada Sepehr artık kendini Antonio diye çağırttırıyor. Sevgilisiyle ayrıldı, mental olarak çöktü ve sonra küllerinden bambaşka bir adam olarak doğdu. Bir yandan iyi, bir yandan da kötü bir adam. Egosunu artık baskılamıyor, bencil bir hayat yaşıyor, sürekli “sosyal” olmaya çalışıyor. Dans, ortamlar, kızlar falan. Hiç yaşamadığım ama içten içe merak ettiğim bir hayatı o kadar yakından gözlemleme fırsatı buldum ki sayesinde. Başıma neler geleceğini biliyorum eğer yaşasaydım. Güzel bir sevgili, sevilen bir adam, tatminkar olunan bir sosyal çevre ve hayat… Ama sadece anı yaşamaya dair geçen zaman... Bundan 5, 10 yıl sonrasında o nerede olur ben nerede olur bilemem. Belki hayat yüzüne gülmeye devam eder ve anı yaşaya yaşaya yıllarını geçirir. Peki baya bir uzun zaman geçtikten sonra etrafında güvendikleri, ona değer verenler, yılların biriktirmesi gereken bilgi, birikim, bağımsızlığını sağlayacak olan para yani güç vs. olacak mı?
Belki de.
Belki de benim şuan gözlemlediğim gibi körkütük yaşamıyor. Bir şeyler inşa ediyor bir yandan da.
Ama din?
Onu kendi üzerine yıka yıka ilerliyor.
Belki de gerçekten o imrendiğim yaşam tarzını yaşayarak, imrendiğim bir geleceğe ulaşacak. Ama ben hep o imrendiğim yaşamlarda, kendime yakıştırdığım hayallerimde imkansızlığı mümkün kılıp inancı da bir yerlere koyabiliyordum. Ama benimkiler hayal. Gerçek, ikisinin birbirini ayırmadan herhangi birinde daha da derinlerine ulaşamayacağın bir konuma koyuyor insanı.
Hala seçimlerimden memnunum.
Ama bu demek değil ki hala daha buraya bu satırları yazarken içimde o 2. sınıfın sonundaki, Erasmus+ eğlencesinden Adana’ya sınavlar için döndüğümdeki; sıcak, Adana’da yalnız kalmak, eğlenceyi sınavlara girmek için terk etme vesairenin getirdiği boğulma hissini yaşamıyorum. Ancak bu sefer ne bir eğlenceden kalkıp sıkıcı derslere döndüm, ne de sıcaklıktan bunaldım. Aynı boğulma hissini, içimde bir yerde durup dururken bir sızlama ile gerçekten, samimiyetimle söylüyorum gerçekten, fiziksel bir acı gibi ağrı duyarak yaşıyorum.
Neyse, kaldığım yerden devam edeyim.
Bir yandan Dilara, Murat ve Cansu saz söz ekibim ile takılmaya devam ediyorum. Bir yanım her onlarla buluştuğumda biraz daha vakit geçirmek istiyor bir yanımsa sorumluluk bilincinde bir insan gibi davranmamı öğütleyerek işe gitmemi sağlamaya çalışıyor. Neyse ki bu ekip güzel bir ekip, hiç akşam 5 sularından sonra onlarla kalmam için ısrar etmiyorlar. Belki de üzerinde ısrar edilecek, varlığı etrafta olmaya değer, istenilen tipte bir karakter değilim, ondan etmiyorlar. Bak şimdi düşündüm de, benim yerimde Murat olsaydı ve o hergün gitmek zorunda kalsaydı sanırım durum aynı olmazdı.
İçimde, çok çok uzun zamandır sürekli aranan konumunda bir adam olmayı arzulayan duygular var. AĞIR BİR BASTIRILMIŞ EGO olduğunu düşünüyorum. Hem de baya bastırılmış. Sanırım öyle bastırmışım ki egolarımı, oldum olası hiç ön plana çıkmak için bir tarafımı yırtmadım. Ama bu bastırılmışlık arınmışlık değil. Bunu çok ve net hissedebiliyorum. Yıllardır hissediyorum zaten. Sadece yeni yeni anlamlandırabiliyorum. Yeni yeni kendime itiraf edebiliyorum bu tarz şeyleri. O bazı kimseler vardır ya hani, bir yere gidilecekse illa aranır, sorulur. Teşrif edemezse üzülünür ama gerçekten üzülünür. Hatta o yere gidildikten sonra, “keşke o da burada olsaydı” denilir arkasından. Ya ben baya baya o tarz bir adam olmak istiyordum hep. O tarz adamları sürekli görüyorum etrafımda. İnan hiç kıskanmıyorum. Sadece, neden ben bu konumda değilim diye sorguluyorum bazen kendimi. Kıyas yaptığımda da o kişiyle kendimi, bak çok samimi söylüyorum, tamam belki her o konumda olan kişi için bunu diyemem ama çoğu zaman için ben o kişiden daha iyiyim ya. İyi olmak işte. Daha komik, ağzı laf yapan, zeki… Ne bileyim. Ama hiç aranan olduğumu hissetmedim bu zamana kadar. Sanırım bunun nedeni her arandığımda arayanın yanında olmam. Gizemli rolleri hiç oynamamam. Cool çocuklar gibi (hayvan gibi cool olmamı gerektirecek şeyler yapıyor olsam bile) hiç kasvetli, kasıntılı davranmıyor olmam. Dini tercih ve inançlarım, bunlara olan az buz da olsa bağlılığım. En önemlisi de yürümüyorum. Yazmıyorum. Abi ben hiçbir kadına açık açık yürüyüp, yazıp, talip olmuyorum. Etrafımdaki herkesi arkadaşım yapıyorum. Bunların hepsinin neticesinde de talep edilmiyorum.
Bu konuyu biraz başka şeylerle bağlayacağım, çünkü konu güzel gelişti, fırsat elime geçmişken yarım bırakmak istemiyorum o hep bahsini açmak istediğim şeyleri. Kaldığım yerden konuya geri döneceğim merak etme birazdan.
Bugün anlaşılan bayağı günahkar bir itiraf gecesi yaşıyor olacağım. İçimdeki, başka birine ben böyle böyleyim bak desen senden irite olacağı şeyleri biraz dökeceğim bugün buraya. Uu beybi.
Şimdi hacım, aslında şu deminki içim acıyor muhabbetinde o acıya neden olan şeyi biliyorum ben. Ve bu neden demin bahsettiğim o talep edilmeme ile alakalı.
Sayko bir kişiliğe sahip olan bendeniz, neredeyse ilkokul 4. sınıftan beri sözüm ona gerçek aşk, ruh eşi vesaire zımbırtısıyla kafayı bozmuş bulunmaktayım. Bir insan 4. sınıfta aşık olduğunu düşündüğü kız ile duygularını karşılıklı yaşamak için her gece Allah’a dua eder mi ya! Ben ediyordum işte. Bu çocukluk dönemimdeki travmatik davranışım ne gariptir ki bir, bir buçuk sene sonra gerçeğe dönüşüp yaşıtlarıma oranla mucizevi bir şekilde 11, 12 yaşlarında sevgilisi olan bir insan konumuna gelmeme rağmen beni düzeltmedi. İlk sevgilim dediğim bu hanımefendiden bir senelik birliktelik sonunda “sen bana sevgini hiç belli etmiyorsun” diyerek ayrıldım.
Olum kızın elini tutmuşluğum var, kıza çiçekler koparıp götürmüşlüğüm var, baş başa kamelyalarda sürekli muhabbet etmişliğimiz var yani kısaca o yaşlarda bir insanın yaşayabileceği en fantastik olayları yaşamışım ama tatminkarsızlığıma bakar mısın?
Tamam, Tuğçe bayağı sessiz bir kişilikti. Hiç konuşmazdı. Belki de sessiz biri değildi de, benimle beraberken utandığından susuyordu. Bilemiyorum. Ama çok iyi hatırlıyorum, benim ona karşı olan duygularımı sürekli dile getirme isteğim ve gayretime rağmen onun sessizliği beni, onu cezalandırmak için “ayrılalım o zaman” kartını oynamaya itmiş ve o da bütün ipleri zaten bana bırakmış olduğu için “sen ne dersen o” ile cevap vermişti. Tükürdüğünü yalamak istemeyen ben de peki deyip ilişkimi bitirmiştim. 12, 13 yaşlarım arasında vay efendim tekrar sevgili olsak mı vay efendim yine mi ayrılsak ile geçen dönemden sonra bir Selim tarafından tehdit edilme, sünepeliğim ve Tuğçe’den son kez ayrılışımla bu dönemi sonlandırmıştım. Lise 3. sınıfa kadar benim içimde bir yerlerde kalan o Tuğçe meselesi, iyice kilo alıp “şişman” kategorisine girdiğim lise 1. sınıf sularında ona, onu hala unutmadığımı ima etmeme ondan gelen “ben seni sevmiyorum artık” cevabı ile sarsılmış ve tekrardan “zayıf” insan kategorisine geri dönüş yaptığım lise 3’ün sonunda sönmüş gitmişti.
8. sınıf ile lise 3 arasındaki bu şişman bendeniz, ergenliğin verdiği hormonların etkisi ancak şişmanlığın neden olduğu özgüven yokluğu ve şişman olduğu için güzel, yakışıklı, çekici bir insan olmadığı ve bu yüzden kızlar tarafından arzu edilmediğinin farkında olmama kombinasyonları ile toplamda 2 kız arkadaş edinerek bu dönemi geçirdi.
O iki kız arkadaştan 8. sınıfta edindiğim ve 1 ay süren, Tuğçe ile ilk defa bir kızla el ele tutuşma tecrübesinden sonra ilk defa yanaktan öpülme tecrübesini yaşadığım (biliyorum biliyorum, yanaktan öpülmek ha… tam bir kazanovayım.) ilişki kızın okul gezisine gitmesi ve benim ailemin izin vermemesi yüzünden gidememem ile (bildiğin totalde 400, 500 lira harcanacaktı ve bu keyfiyete bütçemiz olmadığı düşünülüp göndermediler. Bizim ailedeki para ile ilgili çözülmeler demek ki o zamanlar başlamış.) gezinin daha ilk gününde “ben artık eskisi gibi hissetmiyorum” mesajı ile sona erdi.
Lise 2’de edindiğim ve dünyanın en saçma ilişkisi olduğunu düşündüğüm ise (buluşmadık kızla hiç düşün) kızın bana “ben seni aslında çok iyi bir arkadaşım olarak görüyorum” mesajı ile o mesajdan sonra hiç konuşmadığı ve görüşmediği çok iyi bir arkadaşlık olarak bitti.
Farkındaysan her ikisi de mesajla, karşı taraf tarafından bitti.
Ama sonra ben bir kilo vermişim… Bir saçları uzatmışım… Bir Justin Bieber çakmasıyım (o sıralar tam da onun süper popüler olduğu zamanlar)… Ne hikmetse zaten ilgili olduğum İngilizce, lise 3’te müthiş bir şahlanmaya geçti ve ben deli gibi Chatroluette’de takılır oldum. Saç şeklinden ve o Justin Bieber kasırgasından mıdır bilinmez ama bir sürü kızla tanıştım. Efendim lisedeyken şu okulda herkesin adını sanını bildiği o dünyalar güzeli kız var ya, hani şu genelde kendinden birkaç yaş büyük, arabası olan yakışıklı zengin çocuklarla takılan kız (ne ucuz bir genelleme ile örnek veriyorum be, örneğimde kızın tercihleri ile karakterini de kötülüyorum ki bir yandan, bir sonraki cümlemde ona laf soktuğumda beni yadırgamayasınız), hergün onun bin kat daha güzeli kızlar bana mesaj atıyor, konuşalım kesin diyorlar. Zayıflama ve bu kadar pohpohlanmanın etkisiyle bende bir özgüven patlaması oluştu. Ve sanıyorum hayatımın dönüm noktasını o günlerde yaşadım. İşte o yaşadığım tecrübe neticesinde yapmış olduğum bütün tercihler bu, o iç sızıma neden oluyorlar.
Lise sonun sömestr tatili dolaylarında ben namaza başladım. Öyle inanç ile alakalı yoğun bir arayışa girdiğimden veya bir mana arayışında kendimi bulduğumdan falan değil. Bir zorlanma, bir sohbet muhabbetin etkisinde kalma, bir merak vesaire hiç değil. Zaten öyle bir kişiliğim vardır ki, diyelim evde ekmek kalmamış ve hazırlanıyorum ekmek almaya gitmeye, sonra siz kalktınız bana dediniz ki “ekmek almaya gitsene ekmek kalmamış”. Benim aklımda durup dururken şöyle şimşekler çakar: “o ekmeğe senin de ihtiyacın var, ve ekmek almaya senin gidemiyor olmanı gerektiren hiçbir bahanen yok, neden bana git diyorsun?” Ve zaten ekmek almaya gidecekken üstümü çıkarır, yerime oturur ve “ben aç değilim, şuan çıkasım yok sen git” derim. Halbuki açım, gidebilirim ve demin dışarı çıkasım vardı. Ama noldu? Sen beni bir şeye zorladın. Ve benim zaten yapmayı planladığım bir şeyi, kendin de yapabilecekken bana empoze ettin. Tamam belki her zaman bu kadar terslik yapacak kadar da bir karakter de değilimdir ama neticede ben, özellikle bir şeyi yapmaya gerçekten birileri tarafından zorlandığım koşullarda o şeyi ölürüm de yapmam. Buradaki anahtar kelimeler “birileri tarafından zorlanmak”. Anlayacağın gayet bilerek ve isteyerek namaza başladım. Ama nasıl oldu.
O sene YGS ve LYS sınavlarına gireceğim. Hızlandırılmış bir ders çalışma kampı gibisinden bir atraksiyonlara girişmek için İstanbul’da okuyan abimin yanına gitmeye karar verdim o tatilde. Sınavların ilkine kalmış 2, 3 ay. Diğeri de haziranda. Neyse. Abim de ev arkadaşlarıyla birlikte namazında niyazında. Dedim ki:
“Ben oraya gittiğimde onlar namaz kılarken kendimi kılmak zorunda hissederim ama zorlanmaya gelemediğim için kılmam ve ortamın garipliğinden kendimi kötü hissederim. Dur bakalım şimdi kendi isteğimle şöyle bir namaza başlayayım.”
Ve daha abimin yanına gitmeme baya varken namaza başladım. Ben, bundan birkaç ay önce Yozgat’ın soğuğunda, dışarda abdest alırken o üşüme hissine girmek istemediğim için cuma namazına gitmeyen ben namaza başladım. Tamam din ile hep içli dışlı olmuşumdur, o yaşımdayken de dini bilgilerim bayağı vardır, yani “180 derece döndüm resmen rabbime şükürler olsun” demeye getirmiyorum (gerçi şükürler olsun tabi de) ama basbayağı o sokaktaki dinine saygılı ama dini vecibelerinin çoğunu yerine getirmeyen klasik bir Türk evladı olarak yaşamıma devam ediyor olacaktım bu şekilde namaza başlamasaydım, büyük ihtimalle. O gün namaza başlamam her ne kadar o sıralar farkına varmasam da beni dine bayağı bir yaklaştırdı. Çünkü, yine abimin yanında geçirdiğim süre boyunca herhangi bir şeyin etkisinde kalmamama rağmen İstanbul’dan döndüğümde namaz konusunda çok katı biri olmuştum. Neden bilmiyorum ama kendimi mükemmel Müslüman olarak görmek istediğimi farkettim bir anda. Ve bana o sıralar her şeyin namazla alakası varmış gibi geliyordu. Okul tekrar başladığında yine o soğuk devam ederken, öğle aralarında hemen yemeğimi yiyip hiçbir kimsenin lafına aldırış etmeden koşa koşa yakındaki camiye öğle namazını cemaat ile kılmaya gidiyordum.
Hayatımda iki şeyi çok inatçı bir biçimde disiplinle, sürekli yaptığımı bilirim.
Lise 3’te başladığım, önce sokak aralarında sonra ise bağ bahçe, kar, soğuk demeden Yozgat Çamlığı’nda hergün yaptığım yürüyüşler.
Namaza başladıktan sonra, ayıkken (sabah namazı zorluyor be) vakit kaçırmamak için verdiğim mücadele.
Birincisini ne olursa olsun, kimseyi dinlemez hergün ama hergün yapardım. Yasir diye bir arkadaşım var, çocukla o kadar yakınız ki lise 3’teyken, başka kimselerle ritmimiz uyuşmuyor ve hep onunla beraber takılmak istiyoruz. Hergün okul çıkışı takılalım diye tuttururdu ve hergün red eder evime gider, yemeğimi yer yürüyüşümü yapardım.
İkincisinde ise, vakit kaçırmamak için hergün hesaplamalar yapardım:
Dışarı mı çıkmam lazım, saat kaç, ikindiye 10 dakika mı var, kılıp çıkayım o zaman.
Hemen dışarı çıkmam mı lazım, saat kaç, dur abdest alayım o zaman da akşam vakti çıkmadan eve dönemeyeceğim için dışarda kılarım.
Saat kaç? Saat kaç? Saat kaç?
Kaç dakika var, ha… şöyle yaparım o zaman.
Kaç dakika var, şöyle yapsam yetişirim.
Kaç dakika var, kaç dakika, kaç…
Öyle ki hala daha dışarıda arkadaşlarımla buluştuğumda, vakit çıkmadan önce muhabbeti “pause” yapıp, kalkıp, namazı kılıp, geri gelirim. İlk başlarda yeni arkadaşlıklar arasındayken garip oluyor bu durum tabi. Diyemiyorsun namaz kılmaya gitmem lazım diye. “Az işim var, hemen gelicem” deyip, aslında çok olması gereken işini az edip, eda edip geliyorsun. Tabi bulunulan ortamların uygunsuzluğundan, din ile olmam gereken hususiyetin azlığından ya da çoğalmamasından dolayı günden güne o eski mükemmel Müslüman motivasyonundaki irade kırıldı, hasar gördü, bozuldu… Öyle ki, Müslüman olarak kalabilsem ne mutlu bana.
Konuya dönecek olursak, namaza başlamıştım başlamasına ama benim kafamdaki o mükemmellik olgusunun sadece namazla alakalı olması nedeniyle ve hala daha şişmanlığını yeni atmış, yeni yeni kendi zincirlerini kırmaya çalışan bir konumda olmam nedeniyle öyle çok da İslam endeksli bir yaşam sürmüyordum. Chatroluette’teki arkadaşlıklarımın getirdiği özgüven, Yozgat’taki lisemin mezuniyet balosundaki ilgiyi üzerime çekmemin getirdiği özgüven ve hepsinden önemlisi Ordu’daki lisemin mezuniyet balosundaki üzerimdeki müthiş ilgi ve herkesin beni pohpohlamasının getirdiği o müthiş özgüven…
Ha bu arada, iki tane liseden bahsetmemin nedeni lise 3. sınıfa kadar benim Ordu’da yaşıyor olmam, sonra Yozgat’a taşınmamdan kaynaklanıyor. Yani ben 2 sene – 2 sene okuma şeklinde iki tane liseye gittim. Ordu’daki arkadaşlarımla Yozgat’a taşındıktan sonra 2 sene boyunca doğru düzgün görüşemeyince ve Yozgat’ta 20 kiloya yakın kilo verdikten sonra baloya katılıp o arkadaşlarımla yeniden buluşunca kimse tabi inanamadı gördüklerine. E, tabi bu da +10 özgüven points.
Tüm bu din + özgüven kombosundan sonra geriye kendini yakışıklı hisseden, komik olduğunu düşünen, ağzının laf yaptığını düşünen, namaz kılan ve geç ergenlik dönemini yavaş yavaş sonlandırmaya doğru ilerleyen bir insan kaldı.
Namaza başlamamın üzerinden 6 ay geçmiş, tüm bu bahsettiğim şeyleri yaşamış, Ordu’daki mezuniyetten sonraki çok yakın bir zaman diliminde onunla tanışmıştım.
Seda.
İşte o bahsettiğim, hayatımın dönüm noktası dediğim tecrübe. O tecrübenin namaz olduğunu düşünmüştünüz değil mi? Aslında, kesinlikle namaz benim dönüm noktam ama o bir tecrübe olmadığı, bir süregelen olgu, bir yaşam biçimi olduğu için onu kastetmemiştim. Bahsettiğim şey Seda ile olan 4 aylık arkadaşlık ve 1 aylık sevgililik süreci.
Üniversiteyi lise bitiminde kazanamamışım ve hafta içi dershane grubunun bir mensubu olmuşum. Ama dur daha, hafta içi muhabbeti henüz birkaç ay ötede. Ben daha Yozgat’tan Antalya’ya taşınacağım, orda 1 sene geçirip, hiç ders çalışmayıp, sınava son 1,5 ay kala sıçtın mavisini gören öğrenci misali inekleyip 90 netlerden 140 netlere çıkacak kadar ders çalışıp, YGS’de iyi bir puan alıp, o puanın rehaveti ve lise sonda herkese seneye şov yapacağım sınavda diye masal anlattıktan sonra eylemin konuşmaktan daha zor olduğunu tecrübe etmem neticesinde LYS’de iyi puan alacak kadar çalışmaya zaman kalmadığından ortalama bir puan alıp üniversiteyi kazanacağım.
Ama dur, oralara gelmedik daha. Hem oralarda pek bir şey yok. Biz şuan daha haziran ayındayız.
Ordu’daki mezuniyet balosu dolayları.
Seda beni Facebook’tan ekliyor.
Bir kız, ve güzel profil fotoğrafı olan bir kız beni ekliyor. “Yine fake hesaptan biri beni ekledi, işletmeye çalışacak sanırım” diye düşünüyorum. Daha öncesinde bu tarz denemelerle karşılaşmışım. Biliyorum neyin ne olduğunu. Fake hesap sahipleri bayağı bir acemi genelde. Hesabı açıp, bir tane güzel bir profil fotoğrafı koyup insanları ekliyorlar. Ama hesabın geri kalanı bomboş olduğundan ve fotoğraflar hep yakın zamanda, aynı anda atılmış olduğundan bariz belli oluyorlar.
Ama bu kızın sayfası böyle değil. Fotoğraflarında beğeniler ve altlarında yorumlar var. Ve beğenilerden bir tanesi benim can ciğerim Kübra tarafından.
Kabul ediyorum arkadaşlık teklifini.
Sonra Kübra’ya mesaj atıyorum. Bu kız kim ve beni nereden tanıyor?
Kübra kendi mahallelerinde oturan, tatlı bir kız olduğunu söylüyor.
Ben de, hiç ben gibi davranmayıp bu kıza mesaj atıyorum. Sanırım bendeki o özgüven patlaması buna neden oluyor. Öyle ki, aslında kızı beğenmiyorum bile. Yani, evet hoş ama, benim ayarımda değil, ben daha iyilerine layığım falan diye aklımdan geçiyor o zamanlar.
Neyse, Seda bana cevap yazıyor.
Ben de ona cevap yazıyorum.
O da bana.
Ben de ona…
4 ay sonrama güzellikler, 5 ay sonrama ise karabasanlar yazıyorum.
Bilsem, 1 ayın hatrına, hayatımın geri kalanına böyle etki dolu yazılar yazar mıyım?
Seda ile her gün mesajlaşır oluyoruz. 4 ay sonra sevgili oluyoruz. 1 ay sevgili kalıyoruz ve 5 aylık bir tanışıklığı o 5. ayın sonunda sonlandırıyoruz. Her şey uzaktan, telefondan olup bitiyor. Yüz yüze görüşmek istersek Skype yapıyoruz, sesimizi duyurmak istersek telefonda konuşuyoruz. O 4 aylık arkadaşlık sürecinde sadece iki defa, Ordu’ya o yaz gittiğimde yüz yüze görüşüyoruz.
“Aradığım o kişiyi buldum ve bu ilişki uzak mesafe ilişkisi olduğu için öyle kuvvetlenecek ki, mesafeler güçlendirecek bizi” falan diye düşünürken yalanlar yüzünden bitiriyorum ilişkiyi. Kaldırabileceğimden fazlasına maruz kalınca dayanamıyorum. Hayatımın en zor zamanlarını geçiriyorum. Ve hayatımın en zor kararlarını veriyorum. Hayatımın en kararlı, kararlarını veriyorum. Nasıl oluyor bilmiyorum ama o kararların arkasında durup sanki lambanın düğmesine basıp ışığı kapatmışçasına, nasıl başlangıçta o ışığı açtıysam, bir anda var olan bu ilişki bir anda da bitiyor.
Bitiyor, siliyorsun o hayatına yazdıklarını ama kalem izleri kalıyor.
Oldum olası hep gözlem yapan bir insandım. Ergenlik dönemim, o dönemin kilolarımla geçişi, kilolarımla bağdaşık olduğunun hiç farkında olmadığım insanlardan uzakta kalışım, sürekli bir şeylerin arayışında olmam ama bunun ne olduğunu bir türlü anlayamamam… İnsanların beni anlamadığını düşünmem, hiç gerçek dostum yokmuş gibi davranmam, sürekli bir ruh eşi arayışım… Ve hiçbirinin beni tatmin edecek şekilde gerçekleşmemesi... Tecrübe ile hiçbir ihtimali eleyememem…
Hepsi ama hepsi beni gözlemlemeye itti. Etrafımda yaşayanlar anlattılar, dinledim. Etrafımda insanlar yaşadılar, gözlemledim. Elimi ateşe sokmadım, sokanların yandığını gördüm, dedim ki ateş yakıyor demek ki. Ta ki bir gün ben de yanacağımı bile bile elimi ateşe sokana kadar. O kadar geç bir zamanda yaktım ki kendimi, hem de sonucunu bile bile, bir daha yakmaya korkar oldum. İnsanlar yana yana pişmeye alışmışlar. Her yerleri yanık izleri. Önce o ilk sıcaklıkla ısınıyorlar, sonra daha da fazlasını istiyorlar. İstedikçe ateşin altını yakıyorlar, yaktıkça yanıyorlar. Yandıkça oluyorlar ama her yerleri izlerle kaplı kalıyor.
İşte ben bu acıya gelemedim. Halbuki o ilk sıcaklık ne hoş bir sıcaklıktı. Ne kadar ılık, içine işleyen; buzlarla kaplı o dünyama ne kadar da iyi gelmişti. Ama sonra ne acı…
Seda’dan sonra, önce kuzenimin sonra da yakın bir zamanda bir arkadaşımın uzun süreli ilişkilerinin (öyle ki her ikisinde de iş evliliğe gidiyor) aldatılmayla bitmesi benim kafamda bazı korkuları körüklüyor. Zaten güven sorunumu nihai bir konuma getiren Seda olayı hepten beni zedelemişken, hayatlarında kendilerine çok yakın rollerde oynadığım ve ilişkileri hakkında çok detaylı bir gözlemleme yapma şansı bulduğum bu kimselerin hiç beklemediğim anda böylesi olaylarla ilişkilerini sonlandırması beni iyice sarsıyor.
Aklımda tonla kuşku, güven sorunu ve samimiyete inanamamazlık dolup taşmışken bir de zamanın geçmesi ve olgunlaşmanın neticesinde hayata bakış açım değişmeye başlıyor. Okudukça dünyanın materyalize bir döngüde ilerlediğini farketmeye başlıyorum. Kalıplar şeklinde bazı olguların her zaman kazandığını ve istisnai kazançların azınlıkta olduğunu anlıyorum. Hayatta güçlü konumda olmak çok şey demekmiş, bunu farkediyorum:
Para, güzellik, yakışıklılık, çekicilik, koca bir popo, koca bir göğüs, fit vücutlar, kaslı adeleler…
Sonrasında iki kelimeyi bir araya getiremesen de çoğu insandan kilometrelerce öndesin.
Her şey beni daha da çok kabuğuma itiyor. İnsanlardan tiksiniyorum. Onlardan nefret etmek istiyorum. Bu düzenin sığlığı ve anlamsızlığı, bu basitliğin gerçekten işe yaraması beni bunun bir parçası olmaktan öteye itmeye başlıyor.
Dinimle baş başa kalıyorum. Yalnızlığa itiyorum kendimi. Halbuki ne çok istemiştim biri iki yaşamayı. Ne çok hevesliydim kendimden vazgeçip o ikinci kişiyi baş tacım yapmaya. Onun için yaşamaya.
İşte tüm bu duygular neticesinde, kırık camlar içerisinde kararlar veriyorum. Diyorum ki benim dinim bana hiç zarar vermedi. Aksine hep eninde sonunda ona döndüm. Her yalnızlığımda o yalnızlığı kıracak, seslenecek birini buldum kendime. Dualarımla ulaştım ona. Hep eksik, hep noksan, hep yarım, eciş bücüş, bir şeye benzemez dualardı belki bunlar. Ne layıkıyla hakkını verebildim ne de içinde kaybolup gidebildim. Hala daha düşünürüm. İçim acıyor çünkü sürekli arafta yaşıyorum. İmrendiğim, merak ettiğim o hayatlar o yaşamlar aklımın sürekli bir köşesinde. Dini tam kıstas yapıp hayatımı yönlendirmiyorum. Okumuyorum. Halbuki oku diyordu. Oku. Belki sürekli okusam ne yapmam gerektiği ile alakalı cevaplar bulacağım ama. Belki mi? Kesin aslında…
Bu duygular neticesinde daha da kimseyle sevgili olmamaya karar veriyorum. Yalnız hayatımı devam ettirmek istemiyorum evet, o heveslerimi bir kişi ile yaşamak istiyorum ama bunun sadece evlilik ile olacağını kararlaştırıyorum. Bilmiyorum nasıl olacak gerçi. Görücü usulü kumar oynamak gibi geliyor. Anlamsız hissediyorum. Sevgili olmadan da bir kişiyi nasıl tanıyabilirsin ki? Ya da sevgili olmadan birini nasıl seninle evlenmeye ikna edebilirsin? Belki edersin ama yine de her şey çok zor geliyor.
Zaten gittikçe de uzaklaşıyorum bu sevdalardan. Şuanımı bir bilsen, hayattaki tek gayem çalışmak olmuş. Para kazanmak. Güçlenmek. Artık ikinci bir insanı çekemeyeceğimi düşünüyorum. Kendimi zar zor çekiyorum. İkinci bir insanın sorumluluğuna almak… Kendi kendimden boşverip boşverip geri toparlanmaya çalışırken, bu sorunlu hayatıma, bu istikrarsız, inişlerime çıkışlarıma kimi katayım da başarısız bir ilişkiye bir de ben imza atayım?
İşte etrafımdaki herkesin arkadaşa dönüşmesi, kimseye yürümememden kaynaklanan bu “Ali zaten cepte” rahatlığının insanlara vermiş olduğu kolay kişilik izlenimi benim o imrendiğim cool çocuklardan olmamı engelliyor. Varsın engellesin gerçi, çok da umrumda değil. Eskiden çok umrumdaydı. Hala arada sırada kendimi bu hayallere dalarken buluyorum ama tüm bu yaşanamamışlığın doğal bir sonuç olarak kendini arada sırada hissettirmesinden başka bir şey değil bunlar. Acıtıyor gerçi, yalnızmışım gibi, sevilmiyormuşum gibi, kimsenin umrunda değilmişim gibi… Kimse tarafından arzulanmıyor hissedilmek belki de buna neden olan. Bastırılmış bütün bu duygularımın gün yüzüne çıkan kısımları acıtıyor işte. O huzuru bulacağıma inandığım din endeksli yaşamamak, arafta durmak acıtıyor. Demiştim ya hani geçen senelerde, ne bir adım ileri gidiyorum ne de bir adım geri. Hala aynı yerimde sayıyorum. Bunun kefareti de bu acı.
Döndük tekrar bu seneye, en başta geri kaldığımız yere. Saz ve söz ekibimle zaten sürekli buluşuyoruz da denilemez. Okuldayken veya arada sırada okul dışında.
Derken Ramazan geliyor. Çok yorucu ve bunaltıcı bir dönem oluyor benim için. Çünkü artık işe sabahları gitmeye başladık. Hani, dünyanın çoğunun yaptığı sabah 9 akşam 5. Bu mesai saati değişimi kararının başlarında da ilk maaşımı alıyorum. 1200 TL. 2 aylık maaşım. Bu zamana kadar alın terimle kazandığım paralara bakacak olursak:
50 TL fındık ameleliği
600 TL internet kafede çalışmak
900 TL staj yaptığım firmada yaptığım e-ticaret siteleri sonrasında aldığım maaş
ve
1200 TL mesleğimi bir mühendis olarak yaparak aldığım maaş.
Nerden nereye…
Bir de konuşma yapıyoruz patronla. Bundan sonra asgari ücretle çalışmaya devam edeceğiz.
Neyse efendim, Adana sıcağında oruçlu bir şekilde sabah 9 akşam 5’e kadar çalışmaya dayanamadığımdan ancak orucu da kati suretle tutmak istediğimden ötürü sürekli işe geç giderek çalıştığım bir Ramazan geçip gidiyor. Ailem Ramazan Bayramı’nda yanıma tatile geliyorlar. Gelirken sürekli kızgınlık döneminde olan ailemizin kedi ferdi Fındık’ı da getiriyorlar.
Ha… onu anlatmadım değil mi? Şu hani 3. sınıfın sonunda Baraj Yolu’na taşınmıştım ya. O sırada Beşo bir tane yavru kedi getirdi. Ben de tamam bakarım dedim. Adını da eski, kaybolan hamster’ımın adı olan Fındık koydum. O zamandan beri bizimle Fındık. Annem önceleri pek alışamamıştı ama sonra öyle bir alıştı ki, ben Fındık’ı yaz tatilinden sonra geri Adana’ya getirmeyi düşünürken kati suretle vermem diyerek beni yalnız yolladı geri. Bari bir kediyle bağ kuralım dedik, meğer annemin daha da çok ihtiyacı varmış. Bırakmadı.
İşte geldiler, Fındık’ı istemeye istemeye kısırlaştırdık. Ailem geri döndü. Fındık da benim 2 aylık misafirim olarak kaldı.
İşte tam o sıralar, temmuz ayı dolaylarında Beşo ben ve Antonio (nam-ı diğer Sepehr) biz neden kendi işimizi yapmıyoruz sevdasına yeniden kapıldık. Bu öyle bir sevdaydı ki, ilk üniversite 2. sınıftayken bizi vurmuştu. Hatta Adana’da bir fast food firmasına mobil uygulama satma girişimine varana kadar ilerletmişti bizi. Tabi satamadık. Ben ne Bsher ne de Antonio kadar iyiydim yazılım işlerinde. O konuda kendime güvenim ise sıfırdı. Ama bu sefer işler farklı. Altf4’te çalıştığım süre boyunca kendime öyle özgüven geldi ki mühendisliğim hakkında, bu sefer ben de canı gönülden bu iş olsun istiyordum. Ve biz o gün karar verdik işten yakın bir zamanda hep beraber ayrılmaya.
Temmuz 15’de patrona bir ay sonra çıkacağımızı söyledik. Bir yıl gibi gelen yorucu bir ayın sonunda ağustos 18’de işi bıraktık. Hepimiz çok bunalmıştık. Bir iki hafta dinlenelim sonra işlerimiz yoluna girene kadar bir daha dinlenmemek üzere çalışmaya başlarız diyerek ayrıldık.
O sırada benim saz söz ekibimle bir arkadaşımızın düğününde buluştuk. Eğlendik. Düğünde onlarla beraber yer almam kendimi bir nebze daha onların bir parçası gibi hissettirdi. Ama sürekli zorlanıyordum onlardan ayrıldıktan sonra. Kendimi ait hissediyor muydum ki? Bu benim ilkokul ekibimle aramda olan ilişkiden çok farklıydı. Sürekli içten içe sorguluyordum onlarla olan bağımı. Kendimi sanki dış kapının dış mandalı gibi hissediyordum çünkü. Davet edilmediğim çok fazla buluşmalar oluyordu. “Çünkü”ler vardı elbette. O ekip sadece 4 kişiden oluşmuyordu aslında. Ben dahil olmadan önce o üçlünün zaten kendilerine ait 5’li bir ekibi vardı. Tek fark o beşli sürekli bir araya gelemiyordu bölümleri farklı olduğu için. Doğal olarak da okulda aynı bölümden olan ben dördüncüyü kolayca oluşturabiliyordum. İşte o çoğu buluşmalarda bunlar o ekibiyle buluşuyordu.
Bir zaman sonra o ekiple ben de tanıştım, kaynaşmaya çalıştım. Biraz biraz kaynaştım gibi de. Yine de o üçlü ile olduğum kadar olmadı tabi. Çok da neresinde olduğumu bilmediğim bir arkadaşlıktı bu. Ben de oluruna bırakıyordum hep. Bazen üzülüyordum gerçi onları bensiz beraber görünce. Sonradan düşünüyordum, onlarda oluşturduğum izlenim evde takılmayı seven bir insan izlenimiydi. Çalışan, işi olan, meşgul bir insan izlenimi. İçkili, özellikle müzikli mekanlara gitmeyi sevmeyen bir insan. Büyük ihtimalle onlar bu buluşmalarında o tarz mekanlara gittikleri için ve benim düşüncelerime saygı duydukları için bana haber vermiyorlardı. Yine de ne bileyim, kendimi onlarla yakın oldurmaya çalışmak istiyor, sanki bu şartlardan veya başka bir nedenden ötürü olmayınca da hoşnutsuzlaşıyordum. Zaten ağustostan sonra kimse kalmamıştı Adana’da. Ben dahil.
Ve eylülün ortası, Yozgat’tan Adana’ya dönüş. İşe koyulma zamanı. Benim kaldığım evin oturma odasını ofis yaptık. Bilgisayarları ayarladık, internetimiz mis gibi. Ve elimizde 2 proje var. Birinden birini seçip başlayacağız. Derken işten ayrılmak için bizi gaza getiren bir sporcu ürünleri websitesi fikri ile işe başlıyoruz. 2 tane müşteriye de başka siteler yapıyoruz. İşler iyi gidiyor gibi. Ama ben bir şeylerden hoşnutsuzum. Hergün gecelere kadar kendimi çalışırken buluyorum. Etrafımdakilerde ise bu kadar bir adanmışlık göremiyorum.
Antonio ile sorunlarım başlıyor. O temmuz ayındaki hevesli adam ortada yok. İşe ya geç geliyor, ya gelmiyor ya da geç gelip erken çıkıyor. 1 ay böylece geçiyor. 2 defa konuşma yapıyorum bu konu hakkında. 2, 3 gün bir şeyler düzelir gibi oluyor, sonra aynı şekilde gönülsüz bir çalışan arkadaş.
Ha bahsetmeyi unuttum bu arada. Aslında biz ta haziran ayında bu iş kurma mevzusunu konuşmuştuk. Yalnız bu sefer bambaşka bir üçlü aralarında bu konuşmayı yapmıştı. Kahraman ben Beşo. Sonradan Antonio’nun iş hevesini görünce temmuzda, 4 kişi bu işe giriştik.
Neyse efendim, sporcu ürünleri websitesinden sonra asıl o elimizdeki 2 projeden birine başlıyoruz. Bu sefer yapmamız gereken işle uğraştığımızdan daha mutluyum. Ancak 1 aydaki kendimi işe adamış ve tüketmişliğim sonucunda hiç işi umursamayan bir adamın varlığı beni çok mutsuz ediyor. 2. ayın bitimine doğru Bsher ile hoşnutsuzluğumun nirvanaya çıktığı bir an konuşma yapıyorum ve bir karar alıp bu işe bir son veriyorum.
Antonio artık bizimle çalışmıyor. Her ne kadar 1 hafta kendine süre verip kendiyle alakalı sorunu çözdüğünü iddia etse de, ben onunla çalışmak istemediğimi söylüyorum. O da anlayışla karşılıyor.
Tekrardan üç kişiyiz. Bir müşterimiz daha oldu. Bu sırada comfort zone’umdan çıkmaya beni iten olaylarla karşılaştım. Bir müşteriye teklif vermek için görüşmeye gittik. Tamamen 2 yabancıyla 2 saat konuştuk. Benim için zor bir deneyimdi. Ama işler açısından güzel bir tecrübeydi. 1 hafta sonra bizimle tekrardan görüşmek istediklerini söyleyen bir dönüş yaptılar ama henüz bilmiyorum bakalım ne olacak (tam olarak 3 gün önce aradılar).
Bu sırada Dilara staj işlerini halletmek için Adana’ya geri geldi. Cansu ve Dilara’yla yakın zamanlarda birkaç defa görüştük. 2 defa Dilaralar’ın evinde projesine yardım etmek maksadı ile kaldım ancak projeden ziyade hoş muhabbet ile zaman geçti. Ama projeye de bayağı yardım ettim canım. Ben olmasaydım heralde yetiştiremezlerdi Cansu ile. Bayağı minnettar kaldılar zaten. Şanslarına proje konuları benim iyi olduğum konulardı da yardım edebildim. Dilara sonunda staj sınavını geçti ve gitti Adana’dan.
Nasıl oldu bilmiyorum ama bu son bir ayda, geldiğinden beri buluşmalarımızla Cansu ve kendisiyle olan samimiyetimizi bir şekilde güçlendirdi ve gitti. Öyle ki, gideceği gün çok rahat hissediyordum kendimi yanlarında. İlkokul ekibimleymişim gibi (ilkokul ekibim deyip deyip durduğum benim sürekli görüştüğüm, kardeşlerim saydığım ekip. Onlarla çok rahatımdır her zaman. Neredeyse 17 yıldır tanıyoruz birbirimizi o ekiple. Ondan bu kıyaslamalar).
Ya şu Ramazan’dan sonrasını yazmaya başladığımdan beri basbayağı yazayım da bitsin geriye kalan zamanda yaşadıklarım diye yazıyorum.
Çok yoruldum.
Saat 23:00’dan beri yazıyorum ve saat şuan 3:30.
Ha bu arada çok güzel bir klavyem var. Çata çata basıyorum tuşlarına, çatır çatır yazabiliyorum. Kablosuz falan ama bayağı rahat bir şey. Numpad’i falan yok. Küçük, Logitech klavye. Sarı renk. Ha… Bir de 2 aydır İngilizce klavye kullanıyorum. Sticker aldım, İngilizce klavyeye dönüştürdüm bu klavyeyi. Ya kod yazarken bir rahat oluyor İngilizce klavye ile var ya… Off… Türkçe klavye işkenceymiş resmen o açıdan. Hoş şuan Türkçe klavyeye geçiş yaptım. Alt + Shift tuşuna basınca klavye dili değişikliği yapabiliyorsun. Önce etkinleştirmen lazım tabi diğer klavye dillerini.
Ya ben bir şeylerden daha bahsedicektim aslında ama o sevgili mevgili muhabbetleri ile alakalı kendimi analiz etmem çok zamanımı aldı.
Daha Bsher ile alakalı neler hissettiğimden, evim ofis olduğu için yalnız kalmayı hiç başaramadığım için canımın sıkılmasından (harbi harbi bunalıyorum, sürekli yanımda Bsher var, Kahraman en azından saat 6 oldu mu gidiyor), yine sporu bırakıp götü göbeği salmamdan, bu durumdan hoşnutsuzluğumdan, sürekli her şeye yetmeye çalışmaktan vazgeçmek için uğraşmamdan, abimin vurdumduymaz durumlarından (Allah korusun adam bir sene daha okulu uzatabilir, zaten 3 sene uzattı, sıkıntı büyük. Aslında okuldan ziyade, adamın kafasında neler olup bitiyor o da çok endişe verici. Hiç kendine bakmıyor. Benim şu yalnız kalma güdülerimi binle çarp. Eşittir abim), annemin Yozgat’ta bunalmasından, benim kendimi kocaman adam rollerine sokup acilen para kazanıp bir şeyleri tek başıma düzeltmek istememden vs. bahsedecektim.
Yazım kurallarını falan iyice batırdım zaten. Tekrardan okuyup düzeltecek de mecalim yok şuan.
2 hafta sonra finallere giricem, kafamda o da var. Otomata’ya çalışmam lazım.
Şuan dişimi fırçalayıp yatmayı planlıyorum.
Ha bu arada şirketleşme muhabbetinin 2 gün önce 3. ayı doldu. Oley… İnşallah daha da başarılı zamanlarımız olur.
Neyse.
Bu yazımda tam 8 defa neyse demişim.
Amaann… Neyse, ne.
İyi seneler.
Arayı açma.
Özleniyorsun.
0 notes
Text
Yükseklik Korkusu
Yükseklik Korkusu Paul Auster Can Yayınları
Benim Yazarım: Paul Auster
İlknur Özdemir
Bir yazarı nasıl tanırsınız? Ya da kitaplarını okuduğunuz bir yazarı tanımak ister misiniz, yoksa onun sizin için bir bilinmeyen, meçhul bir yüz, bir merak unsuru olarak kalmasını mı yeğlersiniz? Doğrusu, ben tanımaktan yanayım. Son zamanlarda bu konuda iyice de ısrarcı oldum. Tabii tanımak derken, mutlaka yüz yüze gelip uzun sohbetlere girişmeyi, sorular sorup karşımdakini bunaltmayı kastetmiyorum. Yazarı yapıtlarıyla tanımadan önce mümkünse onun geniş bir yaşamöyküsünü bulup okumayı, verdiği röportajlar varsa onları incelemeyi istiyorum, böylece yazdıklarının kaynağına ulaşmayı, yazarlığıyla ve yazdıklarının yüzeyaltıyla ilgili ipuçlarını bulmayı umuyorum.
Ailesinin kim olduğu, nasıl bir çocukluk ve eğitim hayatı geçirdiği, hangi bunalımlara, hangi sıkıntılara düştüğü, yazdıklarını anlamam açısından çok önemli. Yazarın her yapıtının kendinden bir parça, kendi dünyasından bir yansıma olduğuna inananlardanım; anlattığı her hikâyenin içinde de kendi hikâyesinin farklı ya da farksız bir versiyonu mutlaka saklıdır. Elbette dönüp dolaşıp aynı hikâyeyi anlatan yazarları bir süre sonra okuyamaz olurum, önemli olan kendi hikâyesini/hikâyelerini her seferinde bambaşka bir perspektiften anlatmayı ve bizi buna inandırmayı başarmasıdır.
Kitaplarını okudukça o yazar, artık sizin çok iyi tanıdığınız, yakınlaştığınız, benimsediğiniz biri olup çıkar. Hatta kendi başımdan geçen kimi olayda, o olsa (bu durumda Auster olsa) bundan nasıl da bir roman ya da öykü çıkarırdı, diye düşündüğüm çok olmuştur. Yazarı tanıdıkça, kitaplarında, hem bir sonraki sahnenin nasıl olacağını sezer, hem de yazarın o aşina olduğunuz, sevdiğiniz üslûbuyla o sahneyi anlatmasını bekler, âdeta özlersiniz.
Kahramanları hem ete kemiğe bürünmüş kişilerdir hem de uçucu; sıradan ama şaşırtıcı sözleriyle, tereddüt ve kuşkular barındıran kimlikleriyle, beklenmedik anlardaki beklenmedik davranışlarıyla, anlam veremediğimiz ama hayran kaldığımız -ben bunu nasıl düşünemedim dedirten- tepkileriyle ve dünyevi olsa da uhreviliği de barındıran hayatlarıyla başka dünyaları önümüzde açan serüvenleriyle hepsi başlı başına birer küçük mucizedir.
İşte, Paul Auster tam da böyle bir yazar, yazdıklarının tiryakisi olduğunuz türden. Onu nasıl tanıdığım sorusuna, ilk çevirdiğim kitabıyla yanıtını verebilirim. Yazarı tanımak bağlamında, yukarıda söylediklerimin hiçbirini yapmamıştım tabii o güne kadar. Zaten 1990 yılına kadar Paul Auster diye bir yazarın varlığından da haberdardım diyemem.
Yalnızlığın Keşfi adıyla çevirdiğim bu ilk kitabın orijinali elime verildiğinde (ki Paul Auster’ın da ilk kitabıdır bu anı-roman) keşke tanısaydım yazarı, ilk kitap zor olacak, diye aklımdan geçirdiğimi hatırlıyorum. Kitaba başlayınca, baba-oğul ilişkisi üzerine kurulu bu kitabı, ki Auster hem babasıyla, hem de kendi oğluyla ilişkisi üzerine kurmuş kitabını, olağanüstü bir duyarlılıkla ve ifade zenginliğiyle yazabilen birinin romanları nasıl acaba diye de düşünmüştüm. Cismen var olsa da ailesi ve özellikle de oğlu için mevcut olmayan, benmerkezci bir babanın oğlu nasıl kitaplar yazardı acaba?
Auster’ın babasıyla olan ilişkisini, yaşadığı babasızlığı, o garip baba figürünü inanılmaz bir içtenlikle ve mesafeyle anlatmasını, iç dünyasını, özel yaşamını olanca çıplaklığıyla -ama bir şeyler mutlaka saklı kalmıştır- okuruna açmasını gördükten sonra şöyle düşündüm: Sanıyorum Paul Auster’ın ilk kitabının bu anı-roman olması, onun babasıyla hesaplaşmasına bir ölçüde yaradı. Bir ölçüde diyorum, çünkü yanlış baba figürü ve doğru babanın eksikliğini nasıl hissettiği Auster’ın bütün romanlarında az ya da çok seziliyor.
Auster’ın renkli kişiliğinin yazdıklarında büyük katkısı var. Şair, çevirmen, senarist, film yapımcısı, romancı, eş ve baba… Özellikle gençliğinin bir kısmını geçirdiği Paris’in ve Avrupalı yazarların onu çok etkilediği belli oluyor. Fransızca’dan çokça da şiir çevirisi var. Etkilenmemesi olanaksız bence. New York’taki evinde görüştüğümüzde, kendisine, “Bir Avrupalı yazar gibi yazıyorsunuz, sizi tanımasam Amerikalı bir yazardır diyemem,” dediğimde, söylediklerime pek katılmamıştı. Ama ben fikrimde hâlâ ısrar ediyorum. Bunun en iyi kanıtı, Auster’ın Fransa’da neredeyse Amerika’da olduğundan daha fazla tanınması. Hatta bazı kitaplarını Amerika’dan önce Fransa’da yayınlatıyor.
Sevdiğim bir yazarın iki yapıtının arasında uzun yıllar olması rahatsız eder beni. Fazla bekletmeden yeni bir kitapla karşıma çıkmasını isterim. Auster bu dozu iyi ayarlayanlardan. İki-üç yılda bir yeni bir kitabı buluşuyor okurla. Hatta bazen her yıl. Çok da sık yazmamalı ama; bu bağlamda son kitaplarının bana biraz eskileri özlettiğini söyleyebilirim. “Yazmak artık özgür irademle yaptığım bir eylem değil benim için, hayatta kalmak için yazıyorum,” diyen bir yazar kadar inandırıcı kim olabilir?
Paul Auster’ın anlattıklarını okurken bana bu kadar sıcak gelen, kendini yadırgatmayan nedir, diye düşünmüşümdür. Postmodern yazar diye nitelenir Auster. Kafamda bu etiketle okuduğum zaman rahatsız oluyorum. Okuduğum bir romanı, bir öyküyü hiçbir kalıba sokmadan okumaktan hoşlanıyorum, istiyorum ki ben bir etiket bulayım okuduğuma: ‘Sevdiğim, etkilendiğim’ ya da ‘hoşlanmadığım, bende bir yankı bulmayanlar’ diye ikiye ayırayım. Beni inandırıyorsa postmodern değil, gerçekçi sayıyorum yazdıklarını, ki Auster inandırıyor. Tıpkı Kırmızı Defter adlı küçük kitabındaki öyküler gibi, ya da Yanılsamalar Kitabı’ndaki inanılmaz hikâyesi gibi.
Auster’ın anlattıklarında çoğunlukla küçük, masum tesadüfler insan hayatının akışını değiştiren büyük olaylara yol açarlar, inanılması güç -ama Auster’ın o usta kalemiyle inandırmayı başardığı- ve peş peşe gelen, zincirleme süregiden bir sürü tesadüf olağandışı bir hikâyeye doğru yol alır. Soluksuz kalırsınız okurken, yok canım der, yine devam edersiniz.
Kırmızı Defter’de kendi yaşadığı ya da başkalarının başından geçen gerçek olayları öykülemiş Auster. Ancak onun romanlarını okumuş olanlar, oradaki hikâyelerin onun gerçek öyküler başlığı altında topladığı hikâyelere ne kadar benzediğini görüp şaşıracaklardır. Auster’ın romanlarını yazarken hep böyle gerçek bir hikâyeden yola çıktığına, kaynağının hep gerçek bir hikâye olduğuna, muazzam hayalgücüyle ona renk ve ruh kattığına, hikâyenin peşine takılıp kendini ve okurunu gizemli, çapraşık ama bir o kadar da kişiye doğal gelen dünyalara götürdüğüne hep tanık olmuşumdur.
Bir yandan da acaba bu yazarın beni etkilemesinin nedeni, çevirmenlik hayatıma başladığımda ilk çevirdiğim kitabın onun Yalnızlığın Keşfi adlı kitabı olması mı, diyorum. Bütün kitaplarının öncülü olan bu anı romanı çevirirken hem çok etkilenmiş, hem de bunları yazan bir yazarın öbür kitaplarını merak etmiştim. Auster’ı yazar olarak tanımak isteyenlerin mutlaka o kitapla işe başlamaları gerektiğini düşünüyorum. Kitaptan alıntıladığım ve babasının ölümünün ardından yazdığı şu cümleleri unutamadım:
Hep ölümün beni uyuşturacağını, acıdan hiçbir şey yapamayacağımı düşünmüştüm. Şimdi ölüm gerçekleştiğindeyse hiç gözyaşı dökmüyor, çevremde dünyanın yıkıldığı duygusuna kapılmıyordum. Tuhaftı ama ansızın gelmiş olmasına karşın bu ölümü kabullenmeye şaşılacak derecede hazırdım. Beni rahatsız eden başka bir şeydi, ölümle ya da benim ölüme göstereceğim tepkiyle ilgili olmayan bir şey: Babamın arkasında hiçbir iz bırakmamış olduğunu fark etmiştim… En derinlikli, en değişmez anlamıyla görünmeyen bir adamdı o. Başkalarına görünmeyen, büyük olasılıkla kendine de görünmeyen. O yaşıyorken, onu arayıp ortada olmayan bir babayı bulmak için uğraştıysam, öldükten sonra da bu arayışı sürdürmem gerekiyormuş kanısındaydım. Ölüm hiçbir şeyi değiştirmedi. Tek fark artık zamanımın olmaması.
Öte yandan, Auster’ın bütün kitaplarını okumuş olanlar şunu söyleyebilirler: Sıradan, sokaklarda her gün karşımıza çıkabilecek insanlardır, günümüz insanlarıdır onun kahramanları. Hatta pek çok kitabında kendisini, karısını, çocuklarını, yakın arkadaşlarını, yaşadığı olayları, trajedileri ya da gizemli episodları buluruz. Yazarı tanıdıkça ve bu kişiler ya da olaylar pek çok kitabında karşımıza çıktıkça bunların gerçek hayattan alınma olduğuna daha da inanırız.
Yazar ya yaşadıklarını yazıyordur, ya da yazdıklarını yaşıyordur. Auster ilk romanı olan ve benim de New York Üçlemesi içinde Türkçe’ye büyük bir keyifle çevirdiğim Cam Kent’i nasıl yazdığını şöyle anlatır, Kırmızı Defter’deki gerçek öykülerin birinde:
İlk romanımı bana yanlış bir telefon numarası esinlendirdi. Bir öğle sonrası Brooklyn’deki evimde yalnızdım, masamda oturmuş çalışmak üzereydim ki telefon çaldı. Yanlış anımsamıyorsam 1980 ilkbaharıydı.
Alıcıyı kaldırdım, hattın öteki ucundaki adam Pinkerton Ajansıyla mı görüşüyorum, diye sordu. Hayır, dedim ona, yanlış numara çevirmişsiniz ve telefonu kapadım. Sonra işimin başına döndüm ve o görüşmeyi de aklımdan çıkardım.
Ertesi gün öğleden sonra telefon yine çaldı. Karşımdaki, bir gün önceki adamdı ve yine aynı soruyu sordu: Pinkerton Ajansıyla mı görüşüyorum? Yine hayır, dedim ona ve yine kapadım telefonu. Ancak bu kez, eğer evet deseydim neler olurdu, diye düşünmeye başladım. Pinkerton Ajansının bir dedektifiymişim gibi davransaydım ne olurdu? Merak ettim. Adamın vereceği işi üstlenseydim ne olurdu?
Aslını isterseniz, elime geçen iyi bir fırsatı boşa harcadığımı hissettim. Eğer o adam bir daha ararsa, diye düşündüm, en azından onunla biraz konuşurum ve neler olduğunu anlamaya çabalarım. Telefonun bir kez daha çalmasını bekledim, ancak üçüncü kez çalmadı… Bir yıl sonra Cam Kent’i yazmaya giriştiğimde o yanlış numara kitabın en önemli olayına dönüşmüştü, yani bütün o hikâyeyi başlatan hataya.
İşte bu kadar dürüst, bu kadar samimi bir yazar Paul Auster. Her şeyi okuruyla paylaşacak, onların kendini tanımalarına böyle fırsat verecek kadar. Samimi, sıcak, net… Ve yaratıcı.
0
.bookmarked-avatar imgmargin: 3px;
Bookmarked By
devamı burada => https://goo.gl/j9sAeL
0 notes
Video
Mevlana'nın Paranormal Özellikleri (Parapsikoloji)
Evrenin gizemleri, gizemli ilimler ve sırlı olaylar. Mevlana'nın paranormal özellikleri parapsikoloji nin inceleme alanına giriyor. Kalp gözü, gönül gözü, 3.göz ve mevlana... ABONE OL.! http://bit.ly/2ReyspU Tarihten günümüze metafizik hep kapalı kapılar ardında kalmıştır. Belli bir elit kısım dışında bu bilgiler gün ışığına çıkmamış, çıkarılmamıştır. Ama ne kadar saklanmaya çalışsa da, günümüze kadar bu kadim ve ezoterik bilgelik taşınmış hatta modern bilimin inceleme alanı dahi olmuştur. İnsanlığa yaptığı dostça ve sevgi dolu çağrıyla tanınan ünlü düşünür Mevlana’nın “kerametleri” olduğu belirtiliyor. Bugün parapsikolojinin inceleme alanına giriyor bu olağanüstü olaylar. İlk kez 1920’lerde başlayan parapsikoloji çalışmalarıyla, insanın sadece birtakım fiziksel ve kimyasal maddelerden oluşan bir et yığını olmadığı anlaşıldı. Öyle ki, bu konuya ilişkin çalışmalar yoğunlaştıkça, insanın bilinen beş duyu yeteneğinin ötesinde, çok sayıda bilinmeyen yetenekleri olduğu keşfedildi. Bu alanda yıllardır yapılan çalışmaların, deneylerin, elde edilen sonuçların ve yazılan kitapların sayısı bir hayli çok. Tüm bunlar, genel insanlık tarihi içerisinde oldukça yeni. Fakat bu bilgilerin ışığında yüzlerce yıl geçmişe dönüp bakıldığında çok sayıda gizemcinin, mistiğin ve ermişin bugün parapsikolojinin incelediği yeteneklere sahip oldukları görülüyor. İşte, insanlığın yakından tanıdığı, İslam mistisizminin en önemli adı Mevlana Celaleddin Rumî Araştırmalar, Mevlana’nın tüm yaşamı boyunca parapsikolojik anlamda olağanüstü olaylar ortaya koyduğunu gösteriyor. Mevlana kimdir? Mevlana Celaleddin Rumi hoşgörü ve barışın sembolüdür. Yüzyıllarca süregelen bir hoşgörünün öncüsüdür ve din bilginidir. Asıl ismi Muhammed Celaleddindir. Mevlana ismi efendimiz anlamına gelmektedir. Mevlana'nın Rumi olarak bilinmesi geçmiş yüzyıllarda Diyarı Rum olan Anadolu'nun vilayetinden Konya' da uzun süre ikamet etmesidir. Yüce gönüllü, güzel fikirli olan Mevlana hazretleri, Şems tebrizi ile tanışmasının bir soru ile başladığı bazı kaynaklarda açıkça belirtilmiştir. İlk karşılaşmalarında Şems' in Mevlana' ya Bayezid' i Bistami ile Hz. Peygamberi kıyaslayan bir soru sorulduğunda Mevlana' nın vermiş olduğu cevabı çok beğenerek Mevlana ile kucaklaştığı belirtilmiştir. Mevlanın hayatında en önemli bir yere sahip olan Şems tebrizi, Mevlana için dönüm noktası olmuştur. Aslına bakılırsa Mevlana Şems Tebrizi, Şems Tebrizi Mevlana ayrı kullanılmamaktadır. o kadar bütünleşmiş ve birbirinden ayrı düşünülemeyen iki ayrı hoşgörü timsali. Beraberlikleri uzun sürmesi ve Şems aniden vefat etti. Mevlana ise bu terk edilişin ardından uzun süre inzivaya çekilip Selahaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi ile yakınlık kurmaya başladılar. Mevlana Hazretleri 17 Aralık 1273 günü Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Hoşgörünün simgesi olan Mevlanayı anlatmak için satırlar da kelimelere de kifayetsiz kalacaktır. Parapsikoloji Nedir? duyular-dışı algılama, psikokinezi, ölümden sonra yaşam gibi konulara ilişkin paranormal olayların; deneysel yöntem yoluyla, çok disiplinli etüdü. Telepati Nedir? Telepati Nedir? Telepati, duyu organlarımız dışında gerçekleşen ruhsal bir iletişimdir. İletişimin temelinde düşünce adını verdiğimiz oluşum sonrası meydana gelen “his odaklı sinyaller” vardır. Bu sinyaller düşünce ortaya çıktığı anda oluşarak radyo sinyalleri gibi etrafa yayılmaya başlar. Bu sinyaller ruhsal yolla iletilip algılanır ve anlamlandırılırlar. Telepatik iletişim için konuşmaya veya görmeye gerek yoktur. İnsan, madde ve ‘enerji unsuru‘ olan ruh olarak iki bölümden meydana geldiği için, algılarımızda iki bölümde ele alınabilir. Madde boyutu ile ilgili algılar duyu organlarımızla, madde boyutunu aşan algılar ise ruhsal alıcılarla algılanırlar. Telepati, ruhsal iletişim ve algının Parapsikoloji’de kavramlaştırılmış halidir. Mevlana'nın Yedi Öğüdü ; - Cömertlik ve yardım etme konusunda akarsu gibi ol - Şefkat ve merhamette güneş gibi ol - Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol - Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol - Tevazu ve alçakgönüllükte toprak gibi ol - Hoşgörülülükte deniz gibi ol - Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol Ücretsiz Abone olmayı unutmayın... http://bit.ly/2ReyspU Merhaba youtube Türkiye de yeniyim. Bakmış kanalı hızla gelişmeye, büyümeye devam ediyor. Bakmış videolarında teknoloji ve bilimi kullanarak komplo teorileri, gizli bilgileri, kehanet, gizemli olayları, merak edilen arkeoleji çalışmalarını sizler için araştırıyor ve video paylaşıyorum. Eğer siz de dünya insanlarından saklanan gizli bilgilere , belgelere ilgi duyuyorsanız! Farklı bilgilere meraklıysanız, trend ve popüler haber incelemelerini takip etmek istiyorsanız? Kanalım ve hazırlamış olduğum videolar tam sizin için demektir. Sizde aileye katılın ne duruyorsunuz abone olun ! ► http://youtube.com/c/BAKMIŞ ► instagram.com/bakmisonline/ ► [email protected] Müzik : "Temple of the Manes" Kevin MacLeod (incompetech.com) Licensed under Creative Commons: By Attribution 3.0 License
0 notes
Text
MEKÂNSAL KARMA…
Bir mekânda yapılan eylemlerin sonuçları bu mekânda bulunan insanları etkiler ve MEKÂNSAL KARMA olarak adlandırılır.Kökenleri Şamanizm inançlarına uzanan, bir gezegenin, bir mekânın, ulusun, ırkın vb. ruhu olduğuna dair iddialar vardır. Bu iddialar bilimsel değil, sadece batıl inanç kaynaklıdır. Bir gezegenin, mekânın, ulusun ve ırkın kendine özgü bir enerji alanı vardır ve bu enerji alanı Karmayı etkiler. Mekânsal Karma doğduğumuz yer, kent, ülke, kıta ve gezegen ile ilgilidir. Mekânlar, karmik geçmiş tarafından etkilenir. Fiziksel boyutta mevcut olmayan olaylar astral boyutta halen sürüyor olabilir…Savaş alanlarında, çok sayıda insanın öldüğü kaza ve doğal felaket mekânlarında ölen insanların acı çeken ruhları çoğu zaman hala oradadır. Bu tür mekânlar negatif Karmaya sahiptir ve bu mekâna giren insanları olumsuz bir şekilde etkiler.Birey korkunç bir ölüm yaşadığında, genelde ölüm sırasında hissettiği dehşete, duyduğu nefrete veya çektiği ıstıraba bağlı kalmaktadır. İçinde yaşadığı bu hal, onun “ölmüş” olduğunu fark etmesini engeller. Kişi “ölmüş” olduğunu anlamadığı için, acıları yüz yıllarca sürer. Acı, öfke veya nefret ne kadar güçlüyse, bu kişiler öldükleri fiziksel mekâna o kadar çok sabitlenirler. Bu tür mekânlar negatif enerjiyle kirlenir.Istıraplı ruhi varlıklar yerleştikleri mekânda bulunan insanlarla iletişime geçmeye çalışır ve onlara negatif bir şekilde tesir ederler. Bu ıstıraplı ruhi varlıklar uygun bir insan bulup ona takılarak her yerde onu takip eder ve böylece posesyon olarak adlandırılan olgu ortaya çıkar.Istıraplı ruhi varlık takıldığı insanın zihnini negatif yönde etkiler, bazen de bedenin içine girer. İnsan spiritüel açıdan gelişmiş ve güçlü değilse ıstıraplı ruh bedeninin üzerinde tam bir hâkimiyet kazanır ve istediği gibi kullanır.Istıraplı ruhi varlıklara av olmamak için insan bu tür mekânlardan kaçınmalıdır.YOGA çalışmaları sayesinde insan bu tür olumsuz olayları önleyebilir.YOGA/Kundalini Gizemli Evrim Enerjisi - Büyük Üstad Akif Manaf
#karma#kader#ettiğini bulmak#ektiğini biçmek#negatif enerji#mekan#kundalini#evrim#evrim enerjisi#gizemli enerji#yoga felsefesi#öfke#nefret#ölüm#ruh#varlık#spiritüel#astral#astral seyahat#astral beden#dehşet#savaş#kaza#doğa#gezegen#ırk#ulus#şamanizim#yoga#yogi
0 notes