#gelin olmuş gidiyorsun
Explore tagged Tumblr posts
Text
👰🏼♀️
21 notes
·
View notes
Video
youtube
Duvardaki Resim - Cengiz Kurtoğlu ✩ Ritim Karaoke Orijinal Trafik (Hicaz... ⭐ Video'yu beğenmeyi ve Abone olmayı unutmayın 👍 Zile basarak bildirimleri açabilirsiniz 🔔 ✩ KATIL'dan Ritim Karaoke Ekibine Destek Olun (Join this channel to enjoy privileges.) ✩ ╰┈➤ https://www.youtube.com/channel/UCqm-5vmc2L6oFZ1vo2Fz3JQ/join ✩ ORİJİNAL VERSİYONU 🢃 Linkten Dinleyip Canlı Enstrüman Çalıp Söyleyerek Çalışabilirsiniz. ⭐ 🎧 ╰┈➤ https://youtu.be/W7UfvIolZSs ✩ (MAKE A LIVE INSTRUMENT ACCOMPANIMENT ON RHYTHM IN EVERY TONE) ✩ Aykut ilter Ritim Karaoke Ekibini Sosyal Medya Kanallarından Takip Edebilirsiniz. ✩ İNSTAGRAM https://www.instagram.com/rhythmkaraoke/ ✩ TİK TOK https://www.tiktok.com/@rhythmkaraoke ✩ DAILYMOTION https://www.dailymotion.com/RhythmKaraoke ⭐ Duvardaki Resim - Cengiz Kurtoğlu ✩ Ritim Karaoke Orijinal Trafik (Hicaz Majör Slow Taverna Fantezi) Söz Güfte: Faysal Çiftçi Müzik Beste: Cengiz Coşkuner Em B B Am Am B Em B Am B Em B Duvardaki resminle avunur gönlüm Am Daha dün yanımdaydın şimdi nerdesin Ne çabuk unutuldu nerde o sözün Em B Am B Belli ki dönülmeyen uzak yerdesin B Am Ne güzel de duruyor resmin duvarda Em Sanki bana gel diyor çok uzaklarda Em Am Soruyorum seni ben bütün kuşlara Em B Am B Belli ki dönülmeyen uzak yerdesin Em B B Am Am B Em B Am B Em B Bu dünyada beni en mutlu sen ettin Am Mutluluk ikimizin diye beklettin Ağlamaklı bir günde beni terk ettin Em B Am B Belli ki dönülmeyen uzak yerdesin B Am Ne güzel de duruyor resmin duvarda Em Sanki bana gel diyor çok uzaklarda Em Am Soruyorum seni ben bütün kuşlara Em B Am B Belli ki karanlıklar ülkesindesin Bu içerik müzik eğitimi amacı ile yayımlanmış olup hakları kendi sahiplerine aittir. Telif ihlali içerdiğini düşünüyorsanız bizimle iletişime geçebilirsiniz. Rastgele Cengiz Kurtoğlu akorları Önerilen akorlar A Cengiz Kurtoğlu - Yorgun Yıllarım (ft. Hakan Altun) A Cengiz Kurtoğlu - Saklı Düşler A Cengiz Kurtoğlu - Duvardaki Resim A Cengiz Kurtoğlu - Önce Bir Kaç Damla Yaş A Müslüm Gürses - Bir Bilebilsen A Orhan Gencebay - Gurbet A İbrahim Tatlıses - Haydi Söyle A Cengiz Kurtoğlu - Büyümeyen Bebeksin A Müslüm Gürses - Hangimiz Sevmedik A Selami Şahin - Başımın Tatlı Belası A Orhan Gencebay - Hatasız Kul Olmaz A Müslüm Gürses - Adını Sen Koy A Onur Can Özcan - İntihaşk A Haluk Levent - Elfida Aynı akorlu şarkılar Aynı ton / benzer akorlu şarkılar Yeni Akorlar Bilgiler Bu içerik için hata bildir repertuarım.com duvardaki resim akorları, duvardaki resim akor, chords, duvardaki resim, ukulele akorları Duvardaki Resim, taverna müziği icracısı olarak bilinen Cengiz Kurtoğlu'nun 1986 yılında yayımladığı Unutulan albümünde yer alan parça. Şarkı Cengiz Kurtoğlu'nun Unutulan, Gelin Olmuş Gidiyorsun, Liselim parçaları gibi klasikleri arasında yer alır. Parçanın başındaki 41 saniyelik org girişi ve ardından gelen "Duvardaki resminle avunur gönlüm / Daha dün yanımdaydın şimdi nerdesin" dizelerini barındıran naif vokal, taverna müziğinin önemli ve klasik bir örneğidir. Parça toplam 4 dakika 27 saniye sürmektedir. Unutulmayanlar/Unutulan Madde Tartışma Oku Değiştir Kaynağı değiştir Geçmişi gör Araçlar Görünüm gizle Metin Küçük Ölçünlü Büyük Genişlik Ölçünlü Geniş Vikipedi, özgür ansiklopedi Unutulmayanlar / Unutulan Cengiz Kurtoğlu derleme albümü Yayımlanma 9 Nisan 1997 Tarz Arabesk · Pop · Taverna Süre 60:17 Dil Türkçe Şirket Şahin Özer Müzik Yönetmen Metin Alkanlı Yapımcı Şahin Özer Cengiz Kurtoğlu kronolojisi Seviyorum (1996) Unutulmayanlar / Unutulan (1997) Hain Geceler (1998) Unutulmayanlar / Unutulan, 9 Nisan 1997 yılında çıkan Cengiz Kurtoğlu'nun Şahin Özer Müzik firmasından çıkardığı, derleme albümdür.[1] Albümde toplam 12 şarkı bulunmaktadır. Cengiz Kurtoğlu'nun en sevilen şarkılarını bir araya getirdiği derleme / seçki albümlerinden biridir. Şarkı listesi # Şarkı Söz Müzik Albüm Süre 1 Unutulan Cabir Özkazanç Cabir Özkazanç Unutulan / 1986 4.44 2 Duvardaki Resim Faysal Çiftçi Cengiz Coşkuner Unutulan / 1986 4.33 3 Resmini Öptüm Aşkın Tuna Selami Sel Bizim Şarkımız / 1988 5.29 4 Daha Yokluğunun İlk Akşamında Hakkı Yalçın Ferda Anıl Yarkın Dostlar Tavernası 1 / 1988 5.38 5 Liselim Ahmet Selçuk İlkan Ahmet Selçuk İlkan Unutulan / 1986 4.22 6 Küstüm Sevgilim Yusuf Kaya Yusuf Kaya Unutulan / 1986 4.13 7 Yıllarım Mehmet Ali Özcan İlyas Tetik Yıllarım / 1987 7.17 8 Büyümeyen Bebek Günay Cantürk Ferda Anıl Yarkın Yıllarım / 1987 3.35 9 Gece Olunca Günay Cantürk Ferda Anıl Yarkın Yıllarım / 1987 6.08
0 notes
Text
Ve masadan ilk dost eksiliyor...
17 notes
·
View notes
Text
|25.08.22
ayol sen gelin olmuş gidiyorsun xjskdndjdj
95 notes
·
View notes
Text
"Gelin Olmuş Gidiyorsun..🥀"
3 notes
·
View notes
Text
"…Önce adım Rubin idi, Sonra Ebubekir oldu. Üniversitede okuyordum. O sene annem babam ayrılmışlardı. Bir köpeğim vardı o da öldü. Çok zor bir gündü benim için. O sene bir arkadaşım da öldü. Bu hadiseler kendime bazı soruları sormama neden oldu. Ben neden buradayım? Hayatın gayesi nedir? Sabahları neden uyanıyorum?... Netice dînî bir aramaya çıktım. Önce doğal olarak Hıristiyanlığı araştırdım. Bir kilise kampında herkes bana, Allah’ın beni ne kadar sevdiğini söylüyordu. Ben de düşünüyordum, Allah beni seviyor mu? Seviyorsa köpeğim niçin öldü?
Hıristiyanlığı araştırmam sonunda şu kanaate vardım: İncil’i ellerine alıp da değerli kardeşim, sorunun cevabı burada diyemiyorlardı. Onun yerine herkes kendi görüşlerinden cevap veriyordu. Ben kendi kendime: İncil bir kitap fakat birçok değişik yorumlar çıkartılabiliyor. Bu da çok kafa karıştırıyordu. Hindu dinine mensup Hindistanlı bir arkadaşla tanıştık ve tartıştık. Onun verdiği cevaplar da beni tatmin etmedi. Bir de Musevîliği araştırdım, onda da aradığımı bulamadım. Budizm’i araştırdım. Bunun da ilâhî bir din olmadığını anladım.
Çok yakın bir arkadaşım bana araştırdığım dinleri sordu. Ben de saydım: Musevîlik, Hıristiyanlık, Budizm, Hinduizm ve diğerleri. “Peki İslam’a baktın mı?” dedi. Ben: Bunlar terörist, ben bunları araştırmam ki, dedim. Bunlar çıldırmış, ben ne diye bu dine bakayım, dedim. Fakat gelin görün ki, bir gün kendimi bir camiye girerken buldum. Direk içeri girdim. Ayakkabılar ayağımda. Halının üzerinden, namaz kılan bir adamın önünden geçtim. Secdeye giderken nerdeyse kafasına basacaktım. Sübhanallah! Ne yaptığımın farkında değildim. Etrafa baktım, şu arkadaşı gördüm. Adı Ebu Hamza. Çok uzun sakalı vardı mâşâallah! Bana doğru gelmeye başladı. Ben kendi kendime: Bu gün öleceğim galiba, dedim. Bana söylediği şey: “İyi günler arkadaş! Nereye gidiyorsun” dedi. Onun beni böyle doğal karşılama şekli beni çok etkiledi.
Ben bir ateist idim. Ailem hıristiyandı. Beni her Pazar kiliseye sürüklerlerdi. Ben de her dakikasından nefret ederdim. Öldükten sonra böceklere yem olacaksınız, derlerdi. Ahiret yok, ilah yok. Her şey değersiz gibiydi.
Ebu Hamza bana çok ikramda bulundu. Buna da, daha önce rahiplere ve diğer din adamlarına sorduğum bütün soruları sordum. Burada beni etkileyen şu oldu: Her soru sorduğumda, normal cevaptan ziyade, Kur’an’ı açıp şöyle derlerdi. Burayı oku, şurayı oku…
Sorularımın cevapları hep oradaydı. Her defasında daha zor sorular sordum. Bayanlar neden örtünmek zorundalar? Benim neden 4 hanımım olur da, bir hanımın 4 kocası olmaz? Bu sorularımı da Kur’an ile cevapladılar. Oradaki arkadaşlardan birine: “Bu konuda senin fikrin nedir?” dedim, “Allah’ın indirdiği ayetler varken benim fikrim ne olabilir ki” dedi. Bu söz beni çok etkiledi. Sonra onlara: Kur’an’ı eve götürebilir miyim, dedim. Tabi, dediler. Eve gidip okumaya başladım. Okurken şunun farkına vardım. Kendimi bir hikaye okur gibi hissetmedim. Sanki biri bana emir veriyormuş gibi, biri yapmam gereken şeyleri söylüyormuş gibi hissettim kendimi, okurken.
Bir gece rûhânî bir ortam hazırlamaya karar verdim. Bir mum yaktım. Pencereyi açtım. Perdeleri açtım. O rûhânî hisleri yakalamaya çalışıyordum. Oturup düşünüyordum. Bu gün son olması lazımdı. Bu akşam bütün o rûhânî ve ilmî delilleri araştırdım. Dağlar kadar. Bir embriyonun oluşumunu… bütün bu muhteşem kanıtları gördüm. Yine de ufak bir kıvılcıma ihtiyacım vardı. Sanki bir uçurumun ucundaydım. Atlamaya hazırım. Fakat bir şeyin beni itmesi lazımdı. Açtım Kur’an’ı okumaya başladım. Sonra durdum dedim ki, “Allah! Bu benim beklediğim vakit. Şimdi İslam’a katılmaya hazır olduğum vakit. Tek istediğim şey bir işaret. Yalnızca ufak bir şey. Çok büyük bir işaret olmasına gerek yok. Yıldırım düşmesi olur, evimin yarısı düşebilir. Senin için bunlar çok küçük bir şey. Sen dünyayı yarattın. Hadi. İşte orada oturdum. Mumu ateşinin filmlerdeki gibi yukarıya yükselip yanmasını bekliyordum. Fakat hiçbir şey olmadı. Tabi büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Ve dedim ki "Allah! İşte sana bir fırsat daha vereceğim. Ben buradayım bir yere gitmiyorum. Belki meşguldün. Dünyanın öbür tarafı hâlâ gündüz, orada birçok olaylar oluyor. Ben bir işaret bekliyorum. Bu, bir arabanın egzozundan çıkan gürültü olabilir, belki bir kuş düşebilir içeriye. Ne olursa olsun, dedim. Yine aha şu oldu diyebileceğim bir şey olmadı. Bir daha hayal kırıklığına uğradım. Kendi kendime: İşte buraya kadar, İslam son şansımdı ve ben onu bulamadım, dedim.
Ve Tekrar Kur’an’ı elime aldım, kaldığım yerden okumaya devam ettim. İlk ayet: İçinizde işaret arayanlar için size zaten yeteri kadar göstermedik mi? Suya bakın, yıldızlara bakın. Güneşe bakın, bunlar ilim insanı için işaretlerdir, deniyordu. Sübhanallah! Kafama battaniyeyi örttüm, uyuyor numarası yaptım. O kadar korkmuştum ki! Bu kadar işaretler etrafımdayken kendi işaretime karşı ne kadar kibirli olduğuma inanamadım. Bu dünyaya sahip olmamız, bu kadar canlıların var olması bizim için işaretlerdir. Ertesi gün ben Müslüman oluyorum diye karar verdim.
Altı ay araştırma sonucu ben Müslüman olacağım, dedim. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Herhalde yatsı namazına yakındı. Camiye girdim. Camide bin’e yakın insan vardı. Sübhanallah! Şu dine bak, ne kadar da güçlüler, dedim. Meğer Ramazan’ın ilk günüymüş. Ramazan Müslümanları. İşte orada oturdum. Çok heyecanlı idim. Bana “Şu kelimeleri söylemen lazım” dediler. Ben de: ne? Eş, neydi? İngilizce söylesem olmaz mı? dedim. Olmaz, önce Arapça söylemen lazım, dediler. Herkes bana bakıyordu. Yanımda o uzun sakallıları görüyordum. O anda çok korkmuştum. O kelimeleri söylemeye başlar başlamaz bütün korkum gitti. Sanki birisi beynimde soğuk su musluğunu açtı. Kendimi tertemiz hissettim. Arkadaşım gelip tekbiiir, dedi. Hep birden Allahü Ekber, dediler. Gelip beni öpüp kucaklamalarını beklemiyordum. Hepsi gelip beni kucaklayıp öpmeye başladı. Hayatımda hiç o kadar kişi tarafından öpülmemiştim. O gün hiç sahip olamayacağım kadar kardeşim oldu.
İlk başlarda ailem, onlara karşı tuhaf olabileceğimden endişeliydi. Her halde Ak-47 ve birkaç el bombasıyla saldıracağımı zannettiler. Fakat çok kısa bir sürede bu dinin beni daha iyi biri yaptığının farkına vardılar. Bir süre sonra babam benden bir Kur’an istedi ki ben buna çok sevindim. Bana dedi ki: sen Müslüman olduğundan beri çok daha iyi biri oldun. Çok daha güvenilir oldun. Eğer arabam bozulursa beni alman için seni arayabilirim. Eskiden olsaydı, oğlum şimdi kim bilir nerelerde içiyor, kafa çekiyor derdim.
Umarım sizi çok sıkmamışımdır. İnşaallah hepinizle cennette kebap yemek için görüşmek üzere. Esselamü aleyküm."
Sonradan eklenmiş: Arkadaşlar bu ben değilim. Elhamdülillah müslüman doğdum müslüman yaşıyorum. Sanırım bir yanlış anlaşılma olmuş. Bunu YouTube'de dinledim. Çok hoşuma gitti bende yazıya dönüştürdüm.
#ibretlik#la ilaha illa allah#allahuekber#ayet#kuran ayeti#kuran#islamic#dinimizislam#geceye bir söz bırak#hayırlı geceler#iyi geceler
1 note
·
View note
Text
Bir idamlık Halil vardı asıldı...
Orgeneral Kenan Evren: “Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk. Asmazsan bunlar virüs gibi çoğalır, işte o zaman Atatürk ilke ve inkılaplarından koparız.” Manisa Saruhanlı’dan bir vatan evladı… Henüz 18 Yaşında. İmam Hatip son sınıfta evlenir ki üç beş günlük damattır daha. Bir bakar darbe olmuş (12 Eylül 1980) apar topar alınmış karakola. Karıştığı hadise var mıdır, yoksa kulp mu takılır bilmiyoruz. Bildiğimiz şu ki isnat edilen suçları kabul etmeyecektir asla. 3 Haziran 1983 günü radyo ve televizyonda idam edildiğine dair haberler yayınlandığında, emniyete götürülmüş sıkıştırılmaktadır hâlâ... Kalem kıranların vicdanları da rahat değildir anlaşılan. İşkence iki gün sürecek ve bir şey alamayacaktırlar ondan. Ne belge, bilgi, ne itiraf, ne imza…Lakin koskoca konsey başkanı “asılsın” buyurmuştur, dönecek değillerdir ya!
MÜSAİT MİSİNİZ HOCAM? 5 Haziran akşamı iki sivil memur Muradiye Camii imamı Abdullah Hoca’ya gelirler, “bi’ nikâhımız vardı hocam!” -Buyurun gidelim tamam. Araba Buca Cezaevinin önünde durur. Hâkimler, hekimler, cankurtaranlar… Anlar ki yine darağacı kuruldu avluya… Abdullah Hoca daha evvel solcu gençlerin infazına getirilmiş ancak onlar “biz Allah’a, kitaba inanmıyoruz” deyip dinî telkini reddedince bükmüş boynunu çekilmiştir kenara. Elbette endişelidir, terslenmekten çekinir ne de olsa. Derken kapı açılır, elleri arkadan kelepçeli iki mahpus (Selçuk Duracık ve Halil Esendağ) içeri alınırlar. Gençler “Selamün Aleyküm” derler sıcak, mülayim bir ses tonuyla. Üzerlerinde kefene benzer libaslar, başlarında akça pakça namaz takkeleri ve ayaklarında bu gün için saklandığı belli çoraplar vardır... Kar beyaz ama! Sanki eski bir dost gibidirler, bir yerlerden aşina. Odadakilerle bakışır gülümserler. Ne bir tavır, ne bi’ eda. Tabip sorar “Herhangi bir şikâyetiniz?” “Yok, elhamdülilah” derler “taş gibiyiz evvelallah”. -Son arzunuz? -Mümkünse cenazelerimiz ailemize verilsin, o kadar. Hocaefendi “Kardeşlerim” der, “Dünya bir imtihan koridorudur. Ölüm ise ahiret hayatına açılan kapı. Ne mutlu bu yola Allah teâlâya iman ederek çıkanlara…” Gençler ikişer rekât namaz kılar, son dualarını yaparlar. Nur alâ nur, bir sükûnet oturur simalarına.
BOYNUNDA YAFTA..Ortalık nasıl sessiz, ökçeler çınlar avluda. Projektörler yanınca sehpa daha bir büyür sanki, kara kara gölgeler yollar sağa sola. Yağlı urgan tehditkârdır, hafif hafif salınmakta… Ürpertici bir manzara… Hoca efendi: “Yaşım altmışı geçmiş” de, “alacağımı almışım dünyadan. Buna rağmen ürkmedim desem yalan olur. Elim ayağım titredi heyecandan.” İnfaza Selçuk’tan başlarlar. Yafta asılır boynuna, delikanlı dimdik yürür sehpaya. -Allah’a gidiyorsun Selçuk. Tebessümle başını sallar “biliyorum hocam, inşallah!” Tekbir getirir, tevhid söyler, zikri hiç kesmez son ana kadar. Boynuna urganı geçirirken cellatına bir şeyler fısıldar. Adamın yüzü değişir, allak pullak olur âdeta. Cellat sandalyeyi çeker, o malum çatırtı. Bedeni döner döner ve yüzü kıbleye gelince durur hizada. Hekim tamam deyince alır, masaya yatırırlar, manalı bir tebessüm, sanki başka âlemlere bakmakta.
HÜSN-İ HATİME Halil “darağacında slogan atacak mısın” diye soran arkadaşlarına “hayır” demiştir, “asla!” Son cümlesinin kelime-i şehadet olmasını ister zira. Yürekli bir çocuktur, intihar olmasın diye tabureyi tekmelemeyecektir, ölümden korktuğundan değil yoksa. O da arkadaşı gibi eğilip bir şeyler söyler celladının kulağına. Bedeni aynen Selçuk gibi döner, yüzü kıbleye gelince, son nefesini verir uzunca bir solukla. Boğazından urganı çıkarıp masaya yatırırlar. Gözleri yarı açıktır, belli ki güzel şeyler seyretmektedir o anda. Abdullah Hoca göz kapaklarını çeker, çenesini bağlar. Yasin-i şerif tilavetine başlar. Mesleği icabı çok ölü görmüştür ama bunlar başka... Salih bir müminin uyku hâli vardır simalarında. Cellat duvarın dibine çökmüş, elleri şakaklarında. Hoca efendi çıkarken yaklaşıp sorar “sahi ne söylediler sana?” -Belki inanmayacaksın ama hakkını helal et dediler hocam. Bize genelde küfredilir oysa…
MÛTÛ KABLE ENTE MÛT! Halil ölmeden ölen bir gençtir. Allah’tan (celle celalüh) ne gelirse başı üstüne. Kahrın da hoş der, lütfun da… Devletin vereceği idam gömleğini istemeyecek kadar hassastır, idam hâli bu, ola ki yırtılır, kirlenir zeval gelmesindir milletin malına. Kendine o güne has bir libas yaptırmak ister, bezi helal parayla alınsındır ama… Koğuşta 23 ülkücü vardır, bakın şu işe ki alayından çıkan para bir bez alamaz. O günlerde içlerinden birine beyaz bir nevresim gelmiştir, terzi ustaca keser biçer, cübbe kefen arası bir şey çıkarır onlara. Tamam olmuştur işte. Eğer namazlarını bununla kılar, zikre bununla otururlar ve gözyaşlarıyla yuğup yuğup yıkarlarsa… Halil’in bir niyazı daha vardır Cenâb-ı Hakk’tan. Ah ruhunu, yağmurun hafif hafif çiselediği bir seher vakti teslim edecek olsa.Arzu işte… Nelere kadir değildir ki yüce Mevla!
BENDEN DUYMUŞ OLMAYIN AMA! Buca Cezaevinde o gün alışılmadık bir hava vardır. Gazeteler bırakılmamış, mazgal açılmamıştır. Bu “infaz var” demektir temayüllere bakılırsa. Yine kimi sallandıracaklardır acaba? Terzi geçerken fısıldar, “Halil ile Selçuk’u asacaklar haberiniz ola!” Koğuş buz keser âdeta. Ne yapabilirsin ki? Derhâl abdestler alınır, seccadeler yayılır, okumasına bilen Mushaf-ı şerifini açar, bilmeyenler tespihlerine sarılırlar. Duvar, duvar, katil duvar. Dua ile ulaşabilirler anca… Gece yarısına kadar iki hatim indirir, sık sık parmaklıklara çıkar Salat-ü selam yollarlar Server-i Kâinat’a… Bu yanık seda arkadaşlarının hücrelerine de ulaşıyordur mutlaka... Şafak sökerken serinlik çöker, inceden yağmur atar. Hani toprak kokusunu yükseltecek kadar. Tuhaf! Şu kavruk İzmir haziranında! Koğuştakiler ağlamaklıdır. “Halil’in duası kabul oldu arkadaşlar!” Ölüme özenilir mi? Nasıl özenilmez, birazdan can vereceğini biliyorsun ve sana tövbe, helalleşme, kelime-i şehadet imkânı tanınıyor.
ARDIMDAN AĞLAMAYIN! Ertesi sabah gardiyanlar koğuşun gediklilerini çağırırlar. “Gelin, müdür beyin verecekleri var.” Halil’in emanetleridir bunlar… Yatak döşek, üst baş, cüz, takke, misvak ve dinî kitaplar… Notlar arasında kıldığı kaza namazlarının listesi vardır. Ölümle ilgili ayet-i kerime ve hadis-i şerifleri toplamıştır bir kâğıda. Ve bir mektup. Annesine babasına hitaben yazılmış. Besmele ile başlar, Resul-i Ekrem’e salat ve selamlarla devam eder. Ebeveynine “sabredin” der, “arkasından yakınmak mevtayı bizar eder zira!” Ve küçük küçük paketler… Üşenmemiş tek tek etiketlemiştir. Ancak gazeteye sarılı bir bez dikkatlerini çeker. Üzerinde ne yazı, ne işaret. Ya çoraptır, ya fanila. Ne olabilir ki başka? Tereddütle açarlar. Aaa o da ne? Yeşil bir tülbent! Etrafında zarif bir oya… İhtimal; iki buçuk yıl kaldığı ölüm hücresinde hanımın danesi dert ortağı olmuştur ona. Boğazlarda düğümler, yutkunan yutkunana... İşe yarayan eşyaları mahpuslara dağıtır, hatıraları ailesine yollarlar. Halil’in babası dindar bir insandır. Olanları tevekkülle karşılar. Annesi de öyledir zahir, lakin bir soru gezinmektedir kadıncağızın kafasında. Tamam, oğlu tekbirlerle, tehlillerle vefat etmiştir ama… Şehadet makamına ulaşmış mıdır acaba? Mürüvvet Hanım o gece rüyasında cennet bahçelerinde dolanmaktadır. Sahabeler toplanmış, sanki birini bekliyorlar. Merakla sorar: Hayırdır, neler oluyor burada? Bilmiyor musun, şehit Halil’in düğünü var. Resulullah Efendimiz teşrif buyuracak nikâhını! Süphanallah!
İrfan Özfatura - Türkiye Gazetesi
alıntıdır
2 notes
·
View notes
Video
youtube
Gece Olunca - Cengiz Kurtoğlu ✩ Ritim Karaoke Orijinal Trafik (Vahde Slo... ⭐ Video'yu beğenmeyi ve Abone olmayı unutmayın 👍 Zile basarak bildirimleri açabilirsiniz 🔔 ✩ KATIL'dan Ritim Karaoke Ekibine Destek Olun (Join this channel to enjoy privileges.) ✩ ╰┈➤ https://www.youtube.com/channel/UCqm-5vmc2L6oFZ1vo2Fz3JQ/join ✩ ORİJİNAL VERSİYONU 🢃 Linkten Dinleyip Canlı Enstrüman Çalıp Söyleyerek Çalışabilirsiniz. ⭐ 🎧 ╰┈➤ https://youtu.be/ggPlKalX2fA ✩ (MAKE A LIVE INSTRUMENT ACCOMPANIMENT ON RHYTHM IN EVERY TONE) ✩ Aykut ilter Ritim Karaoke Ekibini Sosyal Medya Kanallarından Takip Edebilirsiniz. ✩ İNSTAGRAM https://www.instagram.com/rhythmkaraoke/ ✩ TİK TOK https://www.tiktok.com/@rhythmkaraoke ✩ DAILYMOTION https://www.dailymotion.com/RhythmKaraoke ⭐ Gece Olunca - Cengiz Kurtoğlu ✩ Ritim Karaoke Orijinal Trafik (Vahde Slow Kürdi Fantezi) Besteciler: Ferda Anil Yarkin / Gunay Canturk / Aydin Kara İçime doluyor sonsuz bir hüzün, Nedendir bilemem gece olunca Aklıma geliyor o güzel yüzün, Bir garip olurum gece olunca İçime doluyor sonsuz bir hüzün, Nedendir bilemem gece olunca Aklıma geliyor o güzel yüzün, Bir garip olurum gece olunca Karanlık gizliyor gözyaşlarımı Kimseler bilmiyor acılarımı Karanlık gizliyor gözyaşlarımı, Kimseler bilmiyor acılarımı Hayalin kaçırır uykularımı Sessizce ağlarım gece olunca Sessizce ağlarım gece olunca Son sözün çınlıyor kulaklarımda, Kalbimde feryatsın gece olunca Sevmedin hiç neden böyle seveni, İçimde sızlarsın gece olunca Son sözün çınlıyor kulaklarımda, Kalbimde feryatsın gece olunca Sevmedin hiç neden böyle seveni, İçimde sızlarsın gece olunca Karanlık gizliyor gözyaşlarımı Kimseler bilmiyor acılarımı Karanlık gizliyor gözyaşlarımı Kimseler bilmiyor acılarımı Hayalin kaçırır uykularımı Sessizce ağlarım gece olunca Sessizce ağlarım gece olunca Cengiz Kurtoğlu Madde Tartışma Oku Değiştir Kaynağı değiştir Geçmişi gör Araçlar Görünüm gizle Metin Küçük Ölçünlü Büyük Genişlik Ölçünlü Geniş Vikipedi, özgür ansiklopedi Başlığın diğer anlamları için Cengiz (anlam ayrımı) sayfasına bakınız. Cengiz Kurtoğlu Doğum Cengiz Kurdoğlu 5 Mayıs 1959 (65 yaşında) Arhavi, Artvin, Türkiye Tarzlar Arabesk · fantezi · taverna Meslekler Müzisyen Çalgılar Org Etkin yıllar 1984-günümüz Müzik şirketi Şahin Özer · Sindoma · Ati · Esen · Poll Production Resmî site cengizkurtoglu.com Cengiz Kurtoğlu (d. 5 Mayıs 1959, Artvin), Türk müzisyen, piyanist ve şarkıcı. Taverna müziği sanatçının arabesk tarzında albümleri de vardır. Şarkılarında aşk acısı gibi bireysel konuları işler.Üç çocuk babasıdır Hayatı Laz asıllı olan Cengiz Kurtoğlu, öğrenim hayatını Arhavi'de tamamladı. Memleketinde bulunan çay fabrikasında memur olarak çalışmaya başlayan Kurtoğlu, daha sonra Arhavi'de "Ciha Dağı Efsanesi" isimli bir orkestra kurarak müziğe giriş yaptı.[1] 20 yaşında yani 1979 yılında askerlik yapmak için Ankara'ya gitti, ilk çocuğu Orçun o sırada dünyaya geldi. Dönüşte bir süre Arhavi'de kalan Kurtoğlu, 1982'de İstanbul'a gelerek ilk kaydını dönemin ünlü plakçılarından Şahin Özer'e gönderdi. 1984'te ilk albümü Sen Sözden Anlamaz Mısın çıktı. Unutulan, Gelin Etmişler, Gelin Olmuş Gidiyorsun, Okul Yılları, Resmini Öptüm de Yattım, Bizim Şarkımız, Küllenen Aşk, Kabul Edemem, Gece Olunca, Yıllarım, Liselim, Duvardaki Resim, Daha Yokluğunun İlk Akşamında gibi şarkılarıyla tanınır. Zaman zaman Karadeniz müzikleri de söylemiştir. Özel hayatı Fadime Kurtoğlu ile evli olan Cengiz Kurtoğlu; Orçun Bora, Aylin ve Aydın adlarında 3 çocuk babasıdır. Diskografi Stüdyo albümleri Yıl Albüm adı Yapımcı 1984 Sen Sözden Anlamaz Mısın Özer Kardeşler 1986 Unutulan Özer Plak 1987 Yıllarım Özer Plak 1988 Bizim Şarkımız Özer Plak 1989 Hayatımı Yaşıyorum Özer Plak 1990 Aşkımız İçin Özer Plak 1991 Gözlerin Özer Plak 1992 Sensiz Kutladım Özer Plak 1994 Seven Benim Özer Plak 1996 Seviyorum Şahin Özer Müzik 1997 Unutulmayanlar / Unutulan Şahin Özer Müzik 1998 Hain Geceler Sindoma Müzik 1999 Unutulmayanlar 2 Şahin Özer Müzik Gözü Yaşlı / Yaşanmıyor Sindoma Müzik 2000 Hiç Aklıma Gelmemişti Şahin Özer Müzik Sözlerim Sevenlere Sindoma Müzik 2001 Yalancı Bahar Sindoma Müzik 2003 Yorgun Yıllarım Sima Müzik Sensiz Olmuyor Şahin Özer Müzik 2005 Ayrılık Saati Sima Müzik 2006 Canın Sağolsun Ati Müzik 2010 Sessizce Esen Müzik 2014 Saklı Düşler Esen Müzik Toplu Çıkış Albümler Yıl Albüm adı Yapımcı Bilgiler 1988 En Büyük Cimbom (Şampiyonluk Gecemiz) Dostlar Tavernası 1989 Salimin Tavernasında Krallar El Ele 1990 Dostlar Tavernası 2 1992 Dostlar Tavernası 3 2001 Sindomax 2007 Aynı Şehirde Nefes Almak Bile Yetiyor Adam Kavgada Belli Olur 2008 Erkan Ocaklı Türküleriyle 2014 Söz (Ahmet Selçuk İlkan) 2016 Ahmet Selçuk İlkan Unutulmayan Şarkılar, Vol. 1 2018 Usta Çırak Ahmet Selçuk İlkan Unutulmayan Şarkılar, Vol. 2 2020 Best Of Arif Susam 2021 Kalpsiz 2022 Aşkın Cenneti Filmografisi Sinema Yıl Başlık Rolü Tür 1986 Gelmeyin Üstüme Cengiz Arabesk, Dram 1987 Aşığım Aşık Cengiz Arabesk, Duygusal 1987 Yıllarım Cengiz Dram 1987 Şanssızım Kerim Arabesk, Dram, Duygusal, Macera
0 notes
Text
Heavenly Blessing - 4. Bölüm
Mega // MangaTr
Bölüm 4: Geceleyin Ju Yang Tapınağındaki Üç Aptal Arasındaki Tartışma
O zamandan beri durum daha da kötüleşmişti. Yüz yıl içinde Yu Jun Dağı bölgesinde toplam on yedi gelin kaybolmuştu. Bazen onlarca yıl boyunca huzur olurdu. Diğer zamanlarda ise bir aylık kısa bir süre içerisinde iki gelin kaybolurdu. Çok geçmeden korkunç bir efsane etrafa yayılmıştı: Yu Jun Dağında hayalet bir damat yaşıyordu. Eğer bir kadını isterse, onu düğün gecesinde kaçırıp, yanında eşlik edenleri yalayıp yutuyordu.
Normalde böyle durumlar cennete bildirilmezdi. On yedi tane kayıp gelin olmasına rağmen, yüzlercesi hatta binlercesi düğün günlerini sapasağlam geçirmişlerdi. Ne olursa olsun çoktan kaybolmuş olanları bulmak veya yeni gelinleri korumak imkânsızdı, o yüzden insanların bu tür olayları görmezden gelmekten başka şansları yoktu. Kızlarını büyük düğünlerle evlendirmeye cesaret eden aileler biraz azalmıştı ve yeni evlenmişler düğünlerini büyük bir olay gibi gösterme riskine girmiyorlardı ancak on yedinci gelinin babası önemli bir yetkiliydi. Babası kızına çok düşkündü ve bu efsaneyi duyduğu zaman özenle kırk cesur ve göze çarpan askeri görevliyi kızına düğünde damada kadar eşlik etmeleri için seçmişti. Lakin tüm bu hazırlıklara rağmen kızı yine de kaybolmuştu.
Bu sefer, hayalet damat gerçekten de arı kovanına çomak sokmuştu. Bu yetkili kişi, insan dünyasında ona yardımcı olabilecek hiç kimseyi bulamamıştı. Sonuç olarak kızgın bir şekilde kendi devlet yetkilisi arkadaşlarıyla anlaşma yaparak delice bir ritüel düzenlemişti. Bu yetkili, uzman birinin tavsiyesini dinleyip fakirlere yardım etmek için bir tahıl ambarı da açmıştı. Onca yaptıklarından sonra bir tanrının ilgisini çekmeyi başarmıştı. Yoksa bu ince ve ölümlü seslerin tanrının kulaklarına erişmesi neredeyse imkânsızdı.
Xie Lian söyledi. “Aşağı yukarı böyle olmuş.”
İki savaş tanrısının yüz ifadeleri işbirliği yapmak istemiyorlarmış gibi göründüğü için onu dinleyip dinlemediklerinden emin değildi. Eğer dinlememişlerse Xie Lian’ın olanları tekrar açıklamaktan başka bir çaresi yoktu ancak tahminin aksine, Nan Feng kafasını kaldırdı ve alnını buruşturarak sordu. “Kaybolan gelinlerin ortak noktaları var mı?”
Xie Lian cevapladı. “Bazıları zengin, bazıları fakir. Bazıları güzel, bazıları çirkin, bazıları eş olarak evleniyordu ve bazılarıysa metresti. Kısacası kaybolmalarının ortak bir yönü yok. Hayalet damadın tercihlerini kolayca belirlemek zor.”
“Hm.” Nan Feng çay bardağını kaldırıp bir yudum almadan önce bir kez homurdandı. Problemlerinin üzerinde düşünmeye başlamış gibi gözüküyordu. Diğer yandan Fu Yao, Xie Lian’ın ona doğru ittiği çay bardağına dokunma zahmetine bile girmemişti. Yavaşça ve durmadan parmaklarını beyaz bir mendille sildikten sonra umursamaz bir şekilde sordu. “Ekselansları Veliaht Prens, hayaletin bir damat olduğuna nasıl karar verdin? Bu kesin olamaz, daha önce kimse onu görmedi. Nasıl bir kadın mı erkek mi yoksa yaşl�� mı genç mi olduğunu söyleyebiliyorsun? Çok basit düşünmüyor musun?”
Xie Lian gülümsedi. “Bu parşömende yazılmış olan özet Ling Wen’in sarayındaki tanrılar tarafından çıkarıldı. ‘Hayalet damat’ insanlar arasında en çok kullanılan isim ancak senin söylediğin de gerçekten mantıklı.”
Konuşmalarından sonra Xie Lian bu iki savaş tanrısının oldukça dikkatli düşündüklerini fark etmişti. Yüz ifadeleri çok iyi görünmese de işlerinde umursamaz değillerdi en azından. Bu Xie Lian’ı önemli ölçüde memnun etmeye yetiyordu.
Pencerenin dışındaki hava kararmaya başladığında üçü geçici olarak küçük çayevini terk ettiler. Xie Lian bambu şapkasını taktıktan sonra yürümeye başladı. Bir süre yürüdükten sonra aniden arkasındaki iki kişinin onu takip etmediğini fark etti. Şaşırmış bir şekilde dönüp onlara baktığında diğer ikisinin de şaşkınlıkla ona bakıyor olduğunu gördü. Nan Feng sordu. “Nereye gidiyorsun?”
Xie Lian cevapladı. “Kalacak bir yer aramaya gidiyordum. Fu Yao, neden tekrar gözlerini deviriyorsun?”
Nan Feng tekrar şaşkınlıkla sordu. “O zaman neden ıssız dağlara doğru yürüyorsun?”
Xie Lian çoğunlukla sokaklarda yemek yemeye ve uymaya alışmıştı. Yere serebileceği bir kıyafet bulduğu sürece gece boyunca orada yatabilirdi. Doğal olarak her zaman yaptığı gibi bir mağara bulup ateş yakmaya hazırlanıyordu ancak bu sorulardan sonra aklına Nan Feng ve Fu Yao kendi generallerinin saraylarının altında çalışan savaş tanrıları olduğu gelmişti. Eğer yakınlarda Nan Yang veya Xuan Zhen tapınakları varsa direkt olarak oraya girebilirlerdi. Neden dışarda uyumaları gereksindi ki?
Kısa bir süre sonra üçü sıradan ve küçük bir köşede, yıpranmış ve hasarlı bir yerel tapınak buldu. Tütsüyü tutan tabak kırıktı ve tapınağın çok işlek olmadığı belliydi. Toprak Tanrısının ismi küçük, yuvarlak bir taş plakanın üzerine kazınmıştı. Xie Lian ona birkaç kez seslendi. Bu yerel Toprak Tanrısı’na bağışta bulunan veya onu çağıran birinin gelmesinin üzerinden yıllar geçmişti. Toprak Tanrısı aniden birinin onu çağırdığını duyunca gözleri kocaman açıldı ve karşısında duran üç kişiyi gördü. Hatta bedenlerinin etrafındaki bölge yoğun bir kutsal ışıkla doluydu, yüzlerini net bir şekilde seçmek imkânsızdı. Toprak Tanrısı telaşla zıplarken titredi. “Siz üç tanrının bu aciz ben için herhangi bir emri var mı?”
Xie Lian selamlamak için başını salladı. “Emirlerimiz yok. Sadece buralarda General Nan Yang veya General Xuan Zhen tapınakları var mı diye sormak istedik.”
Toprak Tanrısı onları hafife almayı göze alamadı, böylece cevapladı. “Bu, bu, bu…” Devam etmeden önce parmaklarıyla hesapladı. “Buradan yaklaşık iki bin beş yüz metre ileride bağış yapılan bir tapınak var… General Nan Yang için.”
Xie Lian yanıtlamadan önce ellerini birleştirdi. “Çok teşekkürler.” Toprak Tanrısı, Xie Lian’ın yanında duran iki parlayan öbek halindeki kutsal ışıktan dolayı kör oluyormuş gibi hissettiğinden hızlıca tekrar kendini gizledi. Aynı anda Xie Lian el yordamıyla etrafı arayıp Toprak Tanrısı’nın tapınağına bağışta bulunmak için birkaç madeni para buldu. Ardından etrafa dağılmış olan tütsü çubukları bulup düzeltti ve yaktı. Bunlar olurken Fu Yao o kadar çok kez gözlerini devirmişti ki Xie Lian neredeyse ona gözlerinin yorulup yorulmadığını soracaktı.
Hakikaten iki bin beş yüz metre ileride bir tapınak buldular. Yol kenarına inşa edilmişti, uğrak ve ferah bir yer gibi gözüküyordu. Tapınak oldukça küçük olmasına rağmen ihtiyaç duyulabilecek her şey vardı. Gelip giden insanların alışılagelmedik heyecanlı sesleriyle doluydu. Üçü tapınağa girmeden önce kendilerini gizlediler. Bekledikleri gibi zırh giymiş Nan Yang Savaş Tanrısı’nın yay tutan ilahi heykeli bağış için olan sunağın yanına yerleştirilmişti.
Xie Lian bu ilahi heykeli görünce içinden bir kez “Hı-hı…” diye geçirdi.
Kırsal bölgedeki küçük bir tapınak olduğu için ilahi heykelin kendisi ve üzerindeki boya çok kabaca yapılmıştı. Heykel Xie Lian’a, Feng Xin’in kendisinden tamamen farklı görünüyordu.
Çoğu tanrı ilahi heykellerinin nasıl yanlış bir şekilde tasvir edildiğine alışmıştı. Kendi annelerinin bile onları tanımamasının yanı sıra kendi ilahi heykellerini bile tanıyamayan tanrılar vardı. Sonuçta tanrıları kendi gözleriyle görmemiş birçok usta vardı ve bu yüzden heykeller ya son derecede güzel ya da aşırı derece çirkin olurdu. Hangi tanrının tasvir edildiğini anlamak için heykelin kıyafetlerine, silahına ve kendine özgü duruşuna bakılabilirdi.
Genel konuşmak gerekirse, heykelin yer aldığı bölge ne kadar zenginse ilahi heykel de o kadar çok tanrının kendisine benzerdi. Bölge ne kadar fakirse ustanın zevki daha kalitesiz olacağından ilahi heykel de feci bir görüntü oluştururdu. Şimdiye kadar sadece General Xuan Zhen’in ilahi heykelleri diğerlerine göre daha güzel olagelmişti. Neden mi? Çünkü çoğu tanrı, ilahi heykellerinin çirkin olup olmadığını gerçekten umursamıyordu ancak Xuan Zhen ne zaman kendisinin çirkince işlenmiş bir ilahi heykelini görse sinsice onu ustanın yeniden yapması için parçalardı. Bazen memnuniyetsizliğini belirtmek için ustaya belli belirsiz bir rüya gösterirdi. Böylece bir sürenin ardından tüm inananları onun heykellerinin iyi görünmesi gerektiğini anlamıştı!
Xuan Zhen Sarayı’nın üyelerinin generallerininkine benzeyen kişilikleri vardı. Hepsi detaylara çok dikkat ederlerdi. Nan Yang Tapınağı’na girdikleri iki saat içinde Fu Yao durmadan ilahi heykelin detaylarında hatalar bulmuştu; ‘şekli bozuk’, ‘boya renkleri basit’, ‘ustanın kullandığı teknik kalitesiz’. Hatta ustanın zevkinin ne kadar garip olduğu hakkında da yorum yapmıştı. Xie Lian, Nan Feng’in alnındaki damarların yavaş yavaş kabarmaya başladığını görünce hemen dikkatlerini dağıtacak başka bir konu bulmayı düşündü. Tesadüfen, tapınağa saygı göstermek için giren genç bir kız görmüştü. Kızın dindar bir şekilde dizlerinin üzerine çökmesiyle, samimi bir şekilde konuşmaya başladı. “Nan Yang ZhenJun’un kendine ait bölgesi güneydoğuda olduğu için Nan Yang için yakılan tütsülerin kuzeyde de bu kadar yoğun olmasını beklememiştim.”
Ölümlüler tapınak inşa ettiklerinde aslında cennetteki sarayları taklit etmeye çalışırlardı. Diğer yandan ilahi heykeller tanrının kendisinin yansıması olmalıydı. Tapınakta toplanan inananlar ve yaktıkları tütsüler tanrıların gücünün önemli bir kaynağıydı. Ayrıca coğrafi konum, tarih, gelenekler, toplumsal sınıf ve birçok diğer nedenden ötürü farklı yerlerde yaşayan insanlar normalde farklı tanrılara tapardı. Her tanrının ruhani gücü kendi bölgesindeyken avantaj nedeniyle en güçlü olurdu. Yalnızca Savaş Tanrısı Samavi İmparator gibi bir ilahın gökyüzünün altındaki her kuytu ve her köşede inananı olabilirdi. Her yerde inşa edilmiş tapınakları olduğu için Jun Wu’nun ‘kendi bölgesinde’ olup olmamasının herhangi bir anlamı yoktu. Nan Feng, generalinin kendi bölgesi olmayan bir yerde, tütsülerinin çok kuvvetli bir şekilde yanıyor olması nedeniyle gurur duymalıydı ancak suratındaki renge bakılırsa onun için iyi bir şey değilmiş gibi görünüyordu. Fu Yao ise kenarda duruyordu ve konuşmadan önce zayıfça gülümsedi. “Fena değil, fena değil. General Nan Yang’a olan saygı ve sevgi hiçte az değil.”
Xie Lian konuştu. “Bir sorum var fakat emin değilim…”
Nan Feng onu kesti. “Eğer ‘Sormanın uygun olup olmadığından emin değilim.’ diyeceksen hiç söyleme.”
Xie Lian içinden geçirdi. “Hayır, ‘Cevaplayabilecek birinin olup olmadığından emin değilim.’ demek istemiştim.”
Ancak Xie Lian sorunun cevabının iyi bir şey olmayacağını sezdiğinden sohbetlerinin konusunu tekrar değiştirmenin daha iyi olacağına karar verdi. Fakat Fu Yao’nun konuyu devam ettirmek isteyeceği aklına gelmemişti. “Ne sormak istediğini biliyorum. Buraya bugün gelen inanların neden büyük bir kısmının kadın olduğunu, değil mi?”
Bu tam olarak da Xie Lian’ın sormak istediği şeydi.
Bir savaş tanrısının kadın inanları her zaman erkek inananlarından daha az olurdu. Sadece Xie Lian sekiz yüz yıl önce bir istisna olmuştu ve bunu açıklamak çok kolaydı. Neden sadece bir kelimeden oluşuyordu: yakışıklıydı.
Xie Lian bu gerçeği tamamen anlıyordu. Erdemli ve prestijli biri veya sıra dışı bir şekilde yetenekli olduğundan kaynaklanmıyordu, sadece ilahi heykelleri ve tapınakları güzel göründüğü içindi. Neredeyse tüm tapınakları İmparatorluk tarafından inşa edilmişti ve ilahi heykelleri ülkedeki en iyi ustalar tarafından yapılmıştı. Heykelleri aynı zamanda gerçek yüzüne göre dikkatlice oyulmuştu. Dahası ‘beden cehennemde, ama kalp cennette’ sözünden dolayı ustalar genelde ilahi heykellerine çiçekler eklemeyi severlerdi ve tapınaklarını çiçekli ağaçlarla donatmaya düşkünlerdi. Sonuç olarak, eskiden, Xie Lian’ın bir tane daha ismi vardı: ‘Çiçek Taçlı Savaş Tanrısı’. Kadınlar ilahi heykellerinin güzelliğini ve tapınaklarının çiçeklerle dolu olmasını severlerdi. Bu onların tapınaklara uğraması için yeterliydi. Neyse ki aynı zamanda içeriye girip saygılarını göstermeye de istekliydiler.
Lakin normal savaş tanrıları genellikle yoğun bir öldürme isteğiyle çevrili olurlardı. Bundan dolayı çoğu zaman ilahi heykeller ciddi, sert veya duygusuz görünürdü. Kadın inananlar ise bu heykellere öylece bakmaktansa Merhamet Tanrıçası Guanyin’e tapmayı tercih ederlerdi ve Nan Yang’ın ilahi heykeli öldürme isteği yayıyormuş gibi gözükmese de pekte iyi görünüyor sayılmazdı. Yine de Nan Yang’a saygılarını göstermek için gelen kadın inananlar erkeklerden daha fazlaydı. Ek olarak Nen Feng beklenmedik bir şekilde bunun nedenini söylemek istememişti ve bu yüzden Xie Lian bir tuhaflık olduğunu düşünmüştü. Bu sırada, genç kız saygısını sunmayı bitirmiş ve tütsü yakmak için ayaklanıyordu.
Xie Lian kızın kalktığını görünce diğer ikisini hafifçe dürttü. Normalde, ikisi de bakmamaya çalışmıyorlardı zaten. O şekilde dürtüldükten sonra sıradan bir şekilde Xie Lian’ın bakışlarını takip ettiler ancak tek bakış bile aniden ifadelerinin değişmesine neden olmuştu.
Fu Yao bağırdı. “Çok çirkin!”
Xie Lian konuşmayı başaramadan önce biraz öksürdü. “Fu Yao, bir kız hakkında böyle konuşamazsın.”
Dürüst olmak gerekirse Fu Yao’nun dediği doğruydu. Genç kızın yüzü kıyaslanamaz biçimde düzdü, sanki sertçe vurularak düzleştirilmiş gibiydi. Ayrıca eğer birisi yüz hatlarının sıradan olduğunu söylerse o zaman ‘sıradan’ kelimesinin hakarete uğramış gibi hissetmesine neden olurdu. Görünümünü betimlemek isterlerse kullanabilecekleri tek tabir ‘çarpık bir burun ile eğik gözler’ olurdu.
Ancak Xie Lian kesinlikle kızın güzel mi çirkin mi olduğuna bakmıyordu. O kızın eteğinin arkasındaki kocaman deliğe dikkat etmişti. Görmemiş gibi davranmak gerçekten de imkânsızdı.
Fu Yao ilk başka şaşmıştı ancak hızla sakinleşti. Diğer yandan Nan Yang’in alnında atan damarlar arkalarında iz bırakmadan kaybolmuşlardı.
Görünümlerinin değiştiğini görünce Xie Lian hızla söyledi. “Endişelenmeyin, endişelenmeyin.”
Bu sırada genç kız tütsüsünü alıp bir kez daha dizlerinin üzerine çöktü ve saygılı bir şekilde konuşmaya başladı. “Bizi koru General Nan Yang. Sana tapınan Minik Ying hayalet damadın olabildiğince çabuk bir şekilde yakalanması için yalvarıyor. Masum insanlar onun kötü…”
İbadetini gerçekten de içtenlikle yapıyordu, eteğindeki delikten ise kesinlikle habersizdi. Aynı zamanda ilahi heykelin ayağında çömelmiş olan üç kişinin de farkında değildi. Xie Lian başının ağrıdığını hissetti. “Ne yapmalıyız? Onu bu şekilde bırakamayız, değil mi? Eve giderken yolda herkes görecek.”
Üstelik eteğindeki yırtık kasten keskin bir objeyle açılmış gibi görünüyordu. Xie Lian sadece gelip izleyecek insanların yanı sıra düşüncesizce onunla alay ederek olay çıkaracak kişilerin de olacağından korkuyordu. Bunun gibi bir şey çok utanç verici olurdu.
Fu Yao tarafsızca yanıtladı. “Bana sorma. İbadet ettiği kişi benim General’im Xuan Zhen değil. Sonuçta beni rahatsız eden bir şey yok, hiçbir şey görmedim.”
Diğer yandan Nan Feng’in yakışıklı yüzü yeşil ve beyaz renkleri arasında gidip geliyordu. Sadece elini sallayabiliyor fakat hiçbir şey söyleyemiyordu. Düzgün ve gururlu bir efendi sessizleşmeye zorlanmıştı. Daha fazla ona güvenemeyeceği belliydi. Böylece Xie Lian’ın kendisinin bir şeyler yapmaktan başka çaresi kalmamıştı. Biraz düşündükten sonra dış elbisesini çıkardı ve düşürdü. Bir esintiyle beraber elbise süzülerek kızın eteğindeki yersiz deliği kapattı. Bununla beraber üçü de rahatlıkla nefes aldılar.
Ancak esinti gerçekten de fark edilirdi. Genç kızı korkutup etrafına bakmasına neden olmuştu. Ardından o elbiseyi alıp bir süre tereddüt ettikten sonra heykelin olduğu zemine yerleştirdi. Hâlâ kendi durumundan bihaberdi.
Kız tütsüsünün sönüşüyle ayrılmak için hazırlanmaya başladı. Eğer dışarı çıkmasına izin verirlerse Xie Lian bu genç kızın utancından bir daha insanlarla yüzleşemeyeceğinden korkuyordu. Yanındaki iki kişinin heykel gibi durduğunu gördü. İkisi de işe yaramaz gözüküyordu, biraz iç çekti. Nan Feng ve Fu Yao yanlarının boş kaldığını hissettikten sonra Xie Lian’ın çoktan ölümlülerin görebileceği bir şekil alıp aşağıya zıpladığını fark ettiler.
Tapınak karanlık değildi ancak ışıklar bazı şeylerin belirsizleşmesine neden oluyordu. Xie Lian’ın zıplayışı başka bir esinti daha getirdi ve mumlarının alevlerinin titremesine neden oldu. Genç kızın, Minik Ying’in, görüş alanı aniden karanlıkların içinden tam karşısında bir adam belirmeden önce bir an parlamıştı. Adamın vücudunun üst kısmı çıplaktı ve o şekilde ona doğru bir el uzattığında Minik Ying’in ruhu bedeninden ayrılıp korkuyla etrafa dağıldı.
Beklenildiği gibi kız çığlık attı. Xie Lian konuşmak üzereyken refleks olarak ona tokat atıp bağırdı. “Ah, tacizci!”
Pat! Tokat Xie Lian’ın yüzüne geldi.
Tokattın sesi keskin ve netti. İlahi heykelin yanında çömelmiş olan ikilinin yüzü ses duyulduğu anda aynı şekilde seğirmeye başlamıştı.
Tokat yemiş olmasına rağmen Xie Lian ne sinirli ne de kızgındı. Hızlı ve sakin bir tonda birkaç kelime söylemeden önce kararlılıkla dış elbisesini uzattı. Onu duymasıyla kız şoka girdi. Eteğinin arkasına dokunduğunu anda yüzü hemen kıpkırmızı oldu ve bir saniyeden kısa sürede gözlerine yaşlar doldu. Sinirlendiğinden mi yoksa utandığından mı gözlerinin yaşardığını kestirmek zordu fakat Xie Lian’ın ona verdiği elbiseye sıkıca tutunduktan sonra tapınaktan hızla ayrılmıştı. Xie Lian’ın kırılgan görünen figürü boş tapınakta yalnız başına kalmıştı. Aniden soğuk bir rüzgar estiğinde birazcık üşümüş hissetti.
Xie Lian arkasını dönmeden önce yüzünü ovdu. Yanağında kırmızı parmak izleri vardı, diğer iki küçük tanrıyla konuşmaya başladı. “Tamamdır. Artık her şey yolunda.”
Sözleri bittiği anda Nan Feng sormadan önce onu işaret etti. “Sen… Yaralandın mı?”
Xie Lian aşağıya baktı. “Ah.”
Dış elbisesini çıkardıktan sonra ortaya çıkan şey beyaz yeşim taşı kadar açık renkte olan güzel cildiydi ancak göğsünün tamamı tabaka tabaka ve son derece sıkı bir şekilde sarılmış beyaz kumaşla kaplıydı. Boynu ve her iki bileği bile sargılıydı, sayısızca küçük yaralar beyaz kumaşın kenarlarından gözüküyordu. Kesinlikle şok edici bir görüntüydü.
Üzerinde biraz düşündükten sonra Xie Lian burkulan boynunun artık iyi olduğuna karar kıldı ve sargılarını çıkarmaya başladı. Fu Yao sormadan önce ona bir iki bakış attı. “Kimdi?”
Xie Lian cevapladı. “Ne?”
Fu Yao cümlesini açtı. “Seninle dövüşen kişi kimdi?”
Xie Lian, “Dövüşen? Ah, kimse…”
Nan Feng, “O zaman vücudundaki bu yaralar…”
Xie Lian hızla açıkladı. “Kendim düştüm.”
“…”
Yaralar cennetten aşağıya yuvarlandığında oluşmuşlardı. Eğer gerçekten biriyle dövüşseydi muhtemelen bu kadar çok yaralanmazdı bile.
Fu Yao kendi kendine bir şeyler homurdandı. Xie Lian onun ne dediğini anlamadı fakat kesinlikle güçlü olmayı denediği için söylenen bir övgü olmadığından duymazdan geldi ve sadece boynunun etrafındaki kumaşı çıkarmaya odaklandı. Ancak işini bitirdiği anda Nan Feng ve Fu Yao’nun bakışları yoğunlaşmış bir hale gelmişti, neredeyse boynunu delip geçecektiler.
Siyah bir kelepçe kar gibi bembeyaz olan boynunu çevreliyordu.
Çevirmen: Kae
174 notes
·
View notes
Text
HOLLANDA TARIM POLİTİKASI:
Gelin, bakın bakalım Hollanda nasıl dünya tarım devi olmuş?
Diyelim, Türkiye'de lale yetiştireceksiniz, ne yaparsınız? Arazi alıp, gidip dikersiniz.
Size kimse yardımcı olmaz mı?
Belki dayı oğlu- teyze kızı filan.
Yol gösteren birileri olmaz mı?
Yaşıyorsa dede-amca filan…
Hollanda'da bu iş nasıl oluyor? Yazayım…
Araziyi aldınız. Öyle kafanıza göre “şunu dikeceğim” demekle olmuyor.
Önce tarım arazinizin kayıtlı olduğu kooperatife gidiyorsunuz!
“Ne kooperatifi? Nerde serbest piyasa” filan deme, o seni kandırmak için söyleniyor.
“Hollanda gibi kapitalist ülkede kooperatif olur mu” diye hiç sorma.
Neyse.
Kooperatif yetkilisi sana “arazinizde şu ürünleri yetiştireceksiniz” diye bir-iki alternatif sunacak. “Olur mu? Geçen yıl hıyarın kilosu kaç liradan satıldı, ben hıyar ekeceğim” filan deme, dinlemezler.
Bir ürünü seç! Ben ayrıca “ek olarak şunları da dikeyim” filan deme, izin yok.
Tek ürünü seçtin…
Yetkili ürün maliyetlerini/giderlerini hesaplıyor. İstiyor ki, hasat sonunda başına ne geleceğini bil! Tahmini bilançoyu aldın. Bu arada, paran yeterli değilse borç veriyorlar.
Dur nereye gidiyorsun? Gitme. Yetkili seni kooperatifin tarım mühendisine yönlendirecek!
Bir gün sonra…
Mühendis ve kooperatifin teknik elemanlarıyla arazini teftişe gidiyorsun. Mühendis yetiştireceğin ürün hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğunu ölçüyor. Yeterli değilsen sana yardımcı oluyor. Bu arada ��rünle makine parkındaki araçlarını bildirmek zorundasın. Eksik aracın varsa tamamlıyorlar. Bitmedi… Sonunda… Ekim için program yapılıyor. Çalışma başlıyor. Yine tek başına değilsin. Öncelikle kullanacağın ilaçlar, gübreler, sular ve yapacağın kesim ve kontroller kooperatif yetkilileri tarafından sana bildiriliyor. Tüm kurallara uydun. Geldi hasat zamanı. “Tek başınayım” diye düşünme. Kooperatif hasat zamanı personel desteği veriyor. Ürünü topladın kooperatifin ��ncülüğünde kiralık depoya kaldırıyorsun. Bekleyeceksin. Godot'u değil, eksperleri! Taban fiyatı o belirleyecek. Yine “serbest piyasa” lafına başlama! Korkma Türkiye'de olduğu gibi seni küresel şirketlerin inisiyatifine bırakmıyorlar. Bunlar yeminli eksper! Yemini kofti değil. Ne üretici olarak senden, ne de alıcılardan etkileniyor. Taban fiyat belirlendikten sonra ürün, kooperatif tarafından açık arttırmayla satılıyor. Tabii senin onayın şart. Satış belgesine imzanı atıyorsun. En sonunda Kooperatif, hizmet faturaları düşüldükten sonra paranı ödüyor. İlk yılı geçirdin… Şimdi hedefin “A sınıfı” ya da “Yeşil” üretici sertifikasını almak olacak. Bunun için kaliteli ürün yetiştirmen şart. Sertifikayı aldığın anda devlet desteklerine hak kazanıyorsun!Hollanda'yı görünce “bu kooperatif anlayışı bizde niye yok”deme! Avrupa'da modern kooperatifçiliğin kurucusu bilinen İngiliz Michael Sandown,19'uncu yüzyılın başında Kayseri, Sivas, Niğde, Nevşehir ve Kırşehir'de incelemeler yapıp esnaf dayanışma teşkilatı“Ahilik”ten etkilendi.Gidip ülkesine kooperatif kurdu! Bizde ne oldu; 1838 İngiliz Ticaret Anlaşması'yla Ahilik'i öldürttüler.Yetmedi! İlk tarım kredi kooperatifi sayılan “Memleket Sandıkları” kurucusu Mithat Paşa'yı boğdurttular.Cumhuriyet dönemi Köy Enstitüleri ve milli tarım politikası ile dış borçları ödediğimiz Rusya ile portakal-çelik barter yaptığımız süreçten Finlandiya, Danimarka kopya yaparak ülkede bölgesel kontrollü tarıma geçtiler. Son 200 yıllık tarihimizde ‘sinusoidal’ tarım eğrimiz var,dünyada kendi kendini besleyen 7 ülkeden birisi iken 2000’ler sonrası neler oldu da tarımda sürekli bir dibe giden trend oluştu!?. Çözümleri Devletimizde var, “Köye Dönüş” kitabımda var; Köşeyi dönüş zihniyetinden sıyrılıp Köye Dönüş anlayışına ve aydınlığa çıkmak için karanlığın en zifiri noktasına gidiyoruz. Henüz yolun ortasında dahi değiliz bilginiz olsun. Dr. E. ULAŞ
0 notes
Note
Ablaaam gelin olmuş gidiyorsun demek Rabbim mutluluğunuzu daim eylesin inşallah🌸🌸🌸
Amiin inşaAllah kardeşim🙈 Dualarınızda unutmayın 🌸
7 notes
·
View notes