#ertesi meseleler Tumblr posts
monadimona · 1 year ago
Text
Üniversite sınavı ve diğer tüm sınavlar aşkına! Bilmelisiniz ki bu sınavlar hayatınızın sonu değil. Yaşam sonsuz. Üzülmeyin ve nefes alın. <3
5 notes · View notes
vishnyasoju · 3 months ago
Note
Bizim insanımız neden bu kadar aptal ya neden hakkını aramayı bilmiyor neden bu kadar tepkisiz? İnstagrama erişim engeli geldi öncesinde wattpad kapatıldı yarın twitter kapatılır ertesi gün full internetleri kapatırlar ama bizimkiler influencerların para kazanamayacak olmalarına seviniyor. Adamın medyaya erişim özgürlüğünü almışlar bu instada squatcılar göt paylaşamayacak influencer link atamayacak diye seviniyor ulan amına koduğum olayın odak noktası bu mu hâlâ gelmiş almanyadan selamlar yazıyor hehe çok komik! amk çocuğu. Biri sikinin keyfine milyonlarca insanın kullandığı platformu kapatır diğerleri de iyi yaptın der dalga geçer sanki kendi kullanmıyor. Vallahi kafayı yedirdiler
Mlsf her konudan bir mizah malzemesi çıkarıp dalga geçmeye o kadar alıştık ki, insanların bir konuyu ciddiye alıp üzerine derin analiz yapıp konuların ciddiyetini anlamaları çok zorlaştı. Her boku mizaha, eğlenceye çevirip olumsuz taraflarını gölgeleyerek görmezden gelmeye çalışıyorlar ama aslında gündemdeki konuların çoğu çok ciddi meseleler. Ancak dediğim gibi, insanları da kınayamıyorum çünkü şaka gibi bir ülkede yaşıyoruz
7 notes · View notes
jotem · 3 years ago
Text
“Yaşları ilerleyip torun torbaya karışsalar bile yiyip içtiğine dikkat eden, pantolonuna uyacak bluzu seçen, saçlarını şarap kızılına yahut platin sarısına boyatmakta beis görmeyen; onları tarayan, şekil veren, ellerinin üzeri güneşle ve geçen zamanla beneklenip buruşsa da onları özenle kremleyen; cümle sonlarına muzipçe ‘şekerim’ kelimesini ekleyen;
hayvanları, çiçekleri ve çocukları sevmekten vazgeçmeyen,
umudunu ve şükrünü asla yitirmeyen,
yaşa bağlı ağrı ve sızılar yaşasa da bunu belli etmeyen;
bu ağrı ve sızıları yaşamın güzelliklerini ve renklerini görmeye engel meseleler saymayan,
yürüyüşünde bir eda olan,
yaşam deneyimlerini üstüne başına, saçına, gözündeki ışıltıya, beslenmesine, gülüşüne ve etrafa saçtığı pozitif elektriğe yansıtan;
çantanın püsküllüsünü, ayakkabının afillisini seçen, tevekkülü her şeye sarmalayıp sade ve doğal bir olgunlukla hayatın getirdiklerini kabullenen ama bir kedi teslimiyetiyle uysalca ve sevinçle yaşayan kadınları seviyorum ve onlara baktıkça, yorulup nefeslenmek için oturduğum köşeden dimdik ayağa fırlıyorum.
Bana hayatın parlak ve cilalı kısmını gösteriyor böyle kadınlar. Hayatın her şeye rağmen yaşanılır olduğunu, yaşanmaz olacak kadar zorlayıcı kısımları ise sabır ve metanetle bekleyerek atlatmak gerektiğini, ne olursa olsun can çıkmadan umudun ve koşturmanın bitmeyeceğini ve bitmemesi gerektiğini anlatıyorlar sessiz bir alfabeyle...
Yaşı ilerlediği halde rimel markası soran, ‘pabuçların harikaymış şekerim nerden?’ diye sıkıştıran, karşı tarafa iltifatla karışık güzel cümleler aşılayan, mutluluk saçan ve mutlu yaşayan kadınları seviyorum.
Vizyonunu hep geniş tutan, aç ve tükenmeyen bir merakla etrafı gözlemleyen, ülkeler aşan, insanlara karşı duyarlı ve algıları hep açık;
yürürken önüne değil,
yere değil,
dimdik karşıya bakan,
insanların gözlerinin içine bakan,
hayata olan ilgisini hiç yitirmeyen,
yaşamanın bir sanat olduğunu içine sindirmiş ve tam da bu yüzden yüzü,
sürdüğü parlatıcı sebebiyle değil,
yaşama olan tutkusu ve temiz kalbi yüzünden ışıl ışıl parlayan kadınları seviyorum.
Edasını ve işvesini hiç yitirmeyen, baktıkça insanın içine yaşam enerjisi pompalayan, fularını ayakkabısına uyduran, evin içinde kaybolan yavru ağzı rujunu bulamadığında ev halkını bunun için ayaklandıran ve huysuzlanan, sabah uyanır uyanmaz günlerden pazar olsa bile kırmızı rujunu sürüp sallantılı küpelerini takan, evin içinde dans edip şarkı söyleyerek dolanan;
yeni aldığı pabuçlarını giymek için ertesi günü bekleyemeyip, giyip evin içinde onlarla gezinen kadınları seviyorum.
Çünkü bu, yaşama olan tutkunun sönmediğinin belirtisi, biliyorum.
Yaşamla bağını kesmeyen;
hayatı, Allah'ın bir zuhuru olduğu için seven, olgun, sevinç dolu, algıları açık, nazik, anlayışlı, dişi, bakımlı, enerji dolu, mızmızlanmayan, ağlamayan, hem çocuksu, hem de gü��lü,
rengarenk ve gülüşü zengin kadınları seviyorum.
Ne olursa olsun ‘vakit çok geç’ demeyen,
hayatı bir şarkı gibi söyleyen,
yaşı geçse de ruhu geçmeyen kadınların aramızda çoğalmasını diliyor,
Bizleri, sizleri çok seviyorum…”
(Alıntıdır…)
Fatma Nevin Karakuş
👍💖
2 notes · View notes
aynurant · 3 years ago
Text
Tumblr media
“Yaşları ilerleyip torun torbaya karışsalar bile yiyip içtiğine dikkat eden, pantolonuna uyacak bluzu seçen, saçlarını şarap kızılına yahut platin sarısına boyatmakta beis görmeyen; onları tarayan, şekil veren, ellerinin üzeri güneşle ve geçen zamanla beneklenip buruşsa da onları özenle kremleyen; cümle sonlarına muzipçe ‘şekerim’ kelimesini ekleyen;
hayvanları, çiçekleri ve çocukları sevmekten vazgeçmeyen,
umudunu ve şükrünü asla yitirmeyen,
yaşa bağlı ağrı ve sızılar yaşasa da bunu belli etmeyen;
bu ağrı ve sızıları yaşamın güzelliklerini ve renklerini görmeye engel meseleler saymayan,
yürüyüşünde bir eda olan,
yaşam deneyimlerini üstüne başına, saçına, gözündeki ışıltıya, beslenmesine, gülüşüne ve etrafa saçtığı pozitif elektriğe yansıtan;
çantanın püsküllüsünü, ayakkabının afillisini seçen, tevekkülü her şeye sarmalayıp sade ve doğal bir olgunlukla hayatın getirdiklerini kabullenen ama bir kedi teslimiyetiyle uysalca ve sevinçle yaşayan kadınları seviyorum ve onlara baktıkça, yorulup nefeslenmek için oturduğum köşeden dimdik ayağa fırlıyorum.
Bana hayatın parlak ve cilalı kısmını gösteriyor böyle kadınlar. Hayatın her şeye rağmen yaşanılır olduğunu, yaşanmaz olacak kadar zorlayıcı kısımları ise sabır ve metanetle bekleyerek atlatmak gerektiğini, ne olursa olsun can çıkmadan umudun ve koşturmanın bitmeyeceğini ve bitmemesi gerektiğini anlatıyorlar sessiz bir alfabeyle...
Yaşı ilerlediği halde rimel markası soran, ‘pabuçların harikaymış şekerim nerden?’ diye sıkıştıran, karşı tarafa iltifatla karışık güzel cümleler aşılayan, mutluluk saçan ve mutlu yaşayan kadınları seviyorum.
Vizyonunu hep geniş tutan, aç ve tükenmeyen bir merakla etrafı gözlemleyen, ülkeler aşan, insanlara karşı duyarlı ve algıları hep açık;
yürürken önüne değil,
yere değil,
dimdik karşıya bakan,
insanların gözlerinin içine bakan,
hayata olan ilgisini hiç yitirmeyen,
yaşamanın bir sanat olduğunu içine sindirmiş ve tam da bu yüzden yüzü,
sürdüğü parlatıcı sebebiyle değil,
yaşama olan tutkusu ve temiz kalbi yüzünden ışıl ışıl parlayan kadınları seviyorum.
Edasını ve işvesini hiç yitirmeyen, baktıkça insanın içine yaşam enerjisi pompalayan, fularını ayakkabısına uyduran, evin içinde kaybolan yavru ağzı rujunu bulamadığında ev halkını bunun için ayaklandıran ve huysuzlanan, sabah uyanır uyanmaz günlerden pazar olsa bile kırmızı rujunu sürüp sallantılı küpelerini takan, evin içinde dans edip şarkı söyleyerek dolanan;
yeni aldığı pabuçlarını giymek için ertesi günü bekleyemeyip, giyip evin içinde onlarla gezinen kadınları seviyorum.
Çünkü bu, yaşama olan tutkunun sönmediğinin belirtisi, biliyorum.
Yaşamla bağını kesmeyen;
hayatı, Allah'ın bir zuhuru olduğu için seven, olgun, sevinç dolu, algıları açık, nazik, anlayışlı, dişi, bakımlı, enerji dolu, mızmızlanmayan, ağlamayan, hem çocuksu, hem de güçlü,
rengarenk ve gülüşü zengin kadınları seviyorum.
Ne olursa olsun ‘vakit çok geç’ demeyen,
hayatı bir şarkı gibi söyleyen,
yaşı geçse de ruhu geçmeyen kadınların aramızda çoğalmasını diliyor,
Bizleri, sizleri çok seviyorum…”
4 notes · View notes
mustafasalihbozok · 3 years ago
Text
Yaşları ilerleyip torun torbaya karışsalar bile yiyip içtiğine dikkat eden, pantolonuna uyacak bluzu seçen, saçlarını şarap kızılına yahut platin sarısına boyatmakta beis görmeyen; onları tarayan, şekil veren, ellerinin üzeri güneşle ve geçen zamanla beneklenip buruşsa da onları özenle kremleyen; cümle sonlarına muzipçe "şekerim" kelimesini ekleyen; hayvanları, çiçekleri ve çocukları sevmekten vazgeçmeyen, umudunu ve şükrünü asla yitirmeyen, yaşa bağlı ağrı ve sızılar yaşasa da bunu belli etmeyen; bu ağrı ve sızıları yaşamın güzelliklerini ve renklerini görmeye engel meseleler saymayan, yürüyüşünde bir eda olan, yaşam deneyimlerini üstüne başına, saçına, gözündeki ışıltıya, beslenmesine, gülüşüne ve etrafa saçtığı pozitif elektriğe yansıtan; çantanın püsküllüsünü, ayakkabının afillisini seçen, tevekkülü her şeye sarmalayıp sade ve doğal bir olgunlukla hayatın getirdiklerini kabullenen ama bir kedi teslimiyetiyle uysalca ve sevinçle yaşayan kadınları seviyorum ve onlara baktıkça, yorulup nefeslenmek için oturduğum köşeden dimdik ayağa fırlıyorum.
Bana hayatın parlak ve cilalı kısmını gösteriyor böyle kadınlar. Hayatın her şeye rağmen yaşanılır olduğunu, yaşanmaz olacak kadar zorlayıcı kısımları ise sabır ve metanetle bekleyerek atlatmak gerektiğini, ne olursa olsun can çıkmadan umudun ve koşturmanın bitmeyeceğini ve bitmemesi gerektiğini anlatıyorlar sessiz bir alfabeyle...
Yaşı ilerlediği halde rimel markası soran, "pabuçların harikaymış şekerim nerden?" diye sıkıştıran, karşı tarafa iltifatla karışık güzel cümleler aşılayan, mutluluk saçan ve mutlu yaşayan kadınları seviyorum.
Vizyonunu hep geniş tutan, aç ve tükenmeyen bir merakla etrafı gözlemleyen, ülkeler aşan, insanlara karşı duyarlı ve algıları hep açık; yürürken önüne değil, yere değil, dimdik karşıya bakan, insanların gözlerinin içine bakan, hayata olan ilgisini hiç yitirmeyen, yaşamanın bir sanat olduğunu içine sindirmiş ve tam da bu yüzden yüzü, sürdüğü parlatıcı sebebiyle değil, yaşama olan tutkusu ve temiz kalbi yüzünden ışıl ışıl parlayan kadınları seviyorum.
Edasını ve işvesini hiç yitirmeyen, baktıkça insanın içine yaşam enerjisi pompalayan, fularını ayakkabısına uyduran, evin içinde kaybolan yavru ağzı rujunu bulamadığında ev halkını bunun için ayaklandıran ve huysuzlanan, sabah uyanır uyanmaz günlerden pazar olsa bile kırmızı rujunu sürüp sallantılı küpelerini takan, evin içinde dans edip şarkı söyleyerek dolanan; yeni aldığı pabuçlarını giymek için ertesi günü bekleyemeyip, giyip evin içinde onlarla gezinen kadınları seviyorum. Çünkü bu, yaşama olan tutkunun sönmediğinin belirtisi, biliyorum.
Yaşamla bağını kesmeyen; hayatı, Allah'ın bir zuhuru olduğu için seven, olgun, sevinç dolu, algıları açık, nazik, anlayışlı, dişi, bakımlı, enerji dolu, mızmızlanmayan, ağlamayan, hem çocuksu, hem de güçlü, rengarenk ve gülüşü zengin kadınları seviyorum.
Ne olursa olsun "vakit çok geç" demeyen, hayatı bir şarkı gibi söyleyen, yaşı geçse de ruhu geçmeyen kadınların aramızda çoğalmasını diliyor ,Bizleri, sizleri çok seviyorum.
(Alıntı) 🍁
Tumblr media
1 note · View note
aynurantt · 3 years ago
Text
Tumblr media
Yaşları ilerleyip torun torbaya karışsalar bile yiyip içtiğine dikkat eden, pantolonuna uyacak bluzu seçen, saçlarını şarap kızılına yahut platin sarısına boyatmakta beis görmeyen; onları tarayan, şekil veren, ellerinin üzeri güneşle ve geçen zamanla beneklenip buruşsa da onları özenle kremleyen; cümle sonlarına muzipçe "şekerim" kelimesini ekleyen; hayvanları, çiçekleri ve çocukları sevmekten vazgeçmeyen, umudunu ve şükrünü asla yitirmeyen, yaşa bağlı ağrı ve sızılar yaşasa da bunu belli etmeyen; bu ağrı ve sızıları yaşamın güzelliklerini ve renklerini görmeye engel meseleler saymayan, yürüyüşünde bir eda olan, yaşam deneyimlerini üstüne başına, saçına, gözündeki ışıltıya, beslenmesine, gülüşüne ve etrafa saçtığı pozitif elektriğe yansıtan; tevekkülü her şeye sarmalayıp sade ve doğal bir olgunlukla hayatın getirdiklerini kabullenen ama bir kedi teslimiyetiyle uysalca ve sevinçle yaşayan kadınları seviyorum ve onlara baktıkça, yorulup nefeslenmek için oturduğum köşeden dimdik ayağa fırlıyorum.
Bana hayatın parlak ve cilalı kısmını gösteriyor böyle kadınlar. Hayatın her şeye rağmen yaşanılır olduğunu, yaşanmaz olacak kadar zorlayıcı kısımları ise sabır ve metanetle bekleyerek atlatmak gerektiğini, ne olursa olsun can çıkmadan umudun ve koşturmanın bitmeyeceğini ve bitmemesi gerektiğini anlatıyorlar sessiz bir alfabeyle...
Yaşı ilerlediği halde rimel markası soran, "Pabuçların harikaymış şekerim nerden?" diye sıkıştıran, karşı tarafa iltifatla karışık güzel cümleler aşılayan, mutluluk saçan ve mutlu yaşayan kadınları seviyorum...
Vizyonunu hep geniş tutan, aç ve tükenmeyen bir merakla etrafı gözlemleyen, ülkeler aşan, insanlara karşı duyarlı ve algıları hep açık; yürürken önüne değil, yere değil, dimdik karşıya bakan, insanların gözlerinin içine bakan, hayata olan ilgisini hiç yitirmeyen, yaşamanın bir sanat olduğunu içine sindirmiş ve tam da bu yüzden yüzü, sürdüğü parlatıcı sebebiyle değil, yaşama olan tutkusu ve temiz kalbi yüzünden ışıl ışıl parlayan kadınları seviyorum...
Edasını ve işvesini hiç yitirmeyen, baktıkça insanın içine yaşam enerjisi pompalayan, fularını ayakkabısına uyduran, sabah uyanır uyanmaz günlerden pazar olsa bile kırmızı rujunu sürüp sallantılı küpelerini takan, evin içinde dans edip şarkı söyleyerek dolanan; yeni aldığı pabuçlarını giymek için ertesi günü bekleyemeyip, giyip evin içinde onlarla gezinen kadınları seviyorum. Çünkü bu, yaşama olan tutkunun sönmediğinin belirtisi, biliyorum.
Yaşamla bağını kesmeyen; hayatı, Allah'ın bir zuhuru olduğu için seven, olgun, sevinç dolu, algıları açık, nazik, anlayışlı, dişi, bakımlı, enerji dolu, mızmızlanmayan, ağlamayan, hem çocuksu, hem de güçlü, rengarenk ve gülüşü zengin kadınları seviyorum...
Ne olursa olsun "Vakit çok geç" demeyen, hayatı bir şarkı gibi söyleyen, yaşı geçse de ruhu geçmeyen kadınlar...
Sizi çok seviyorum.
❤🌹
(Seda Çapçı)
Beni instagramdan da takip edebilirsiniz 👉www.instagram.com/merihkece
6 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years ago
Text
Heavenly Blessing – 136. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 136: Puji Mabedim Yüce Bir Şekilde Çökecek
Ancak beklenmedik bir şekilde, ruhani iletişim rünündeki hiç kimse onu dinlemiyordu. Sanki büyük bir olay olmuş ve tüm mensupları gürültülü bir şekilde gevezelik ediyordu. Xie Lian Feng Xin’in bağırdığını duydu. “Ekselansları? BİR ŞEY Mİ SÖYLEDİN? BURADA TAM BİR KAOS VAR…”
Xie Lian sesini yükseltti. “FENG XIN! DEDİM Kİ, BROKARLI ÖLÜMSÜZÜ YARATAN KİŞİ LING WEN! ÜZERİNE GİYDİ VE KAÇIYOR, ONA DİKKAT EDİN!”
“NE?!” Feng Xin haykırdı. “NE OLDU?!”
Xie Lian detaylara girmek üzereydi ki kulaklarındaki ses aniden durdu ve artık hiçbir şey duyamıyordu. Şaşırarak tekrar seslenmeyi denedi. “Millet? Herkes hala burada mı?”
Birkaç kez seslendi ama kimse cevap vermedi. Hua Cheng konuştu. “İşe yaramaz. Üst Cennetteki ruhani iletişim rününü Ling Wen kurmuştu, şimdiye dek onu bozabilmiş olmalı. Tekrardan yapılması gerek.”
“O zaman ne yapacağız?” Xie Lian’ın nefesi kesildi. Normalde Üst Cennetle iletişime geçtiği zaman ya ruhani iletişim ağını kullanır ya doğrudan Ling Wen’le konuşurdu, ya da Rüzgar Ustasıyla. Diğer cennet mensuplarının sözel parolalarını bilmiyordu. Artık ne Ling Wen’e ne Rüzgar Ustasına bel bağlayabilirdi, ve ruhani iletişim rünü yok edilmişti, şimdi ne yapacaktı?
Hua Cheng endişelerini sezmiş gibiydi ve konuştu. “Endişelenme, gege çoktan ana konuyu aktarmadın mı? Üst Cennetteki tüm cennet mensupları aptal değil ve Jun Wu da şu anda Üst Cennette. Mesaj ona ulaştıktan sonra her şey yoluna girecektir.”
Xie Lian da öyle düşünüyordu ve başını salladı. Çılgın koşturmasının ardından çoktan pek çok dağ sırasını geçmiş, ustaları arkasında bırakmıştı, ama sonuçta yine de Brokarlı Ölümsüz ve Quan Yi Zhen’e ayak uyduramazlardı. Hua Cheng ekledi. “Gege, eğer hala Brokarlı Ölümsüz meselesini araştırmak istiyorsan acele etmen gerek.”
Ancak Xie Lian başını iki yana salladı. “Artık değil. Qi Ying zaten Ling Wen’in peşinde, bu yüzden şu anda bizim ilgilenmemiz gereken daha önemli meseleler var. San Lang.” Dikkatle kollarındaki Hua Cheng’e baktı. “Görünüşün… tekrar değişti.”
Hua Cheng öncesinde Lang Ying’in kılığına girdiğinde, on beş yaşlarında bir oğlanın dış görünüşüne sahipti ve Xie Lian’ın onu taşıması zordu. Taşıyabilse bile göze hiçte hoş gelmezdi. Ama şimdi, Hua Cheng’in bedeni küçülmüş gibiydi, en fazla on iki yaşında görünüyordu ve Xie Lian onu tek eliyle taşıyor ve hatta kolundan sarkıtıyordu. Öyle olsa bile, Hua Cheng’in sükûnet havası bir parça bile bozulmamıştı. “Hiç problem değil. Form değiştirmek sadece geçici bir plan. Tüm bunlar bittiğinde eski halim geri dönecek.”
Konuşurken bir yandan başındaki sargıları çözdü. Kar beyazı yüzünde, bir çift yoğun, siyah göz Xie Lian’ı izliyordu ve kaşlarının arasında hala yakışıklı genç bir adamın gölgesini taşıyordu. Açıkça bir çocuğun yüzüydü, ama duruşu ve ifadesi her zamanki karanlığı yansıtıyordu.
Xie Lian onu sersemlemiş bir şekilde izledi, tek kelime etmedi.
Hua Cheng hafifçe kaşlarını çattı. “Ekselansları, sen…”
Aniden Xie Lian’ın diğer eli uzandı ve yanağını sıktı.
O kadar beklenmedik bir hareketti ki, sıkmanın etkisiyle yüzü şekil değiştirirken Hua Cheng’in gözleri büyüdü. “…GEGE!”
Xie Lian kahkaha attı. “Hahahahaha… Özür dilerim San Lang, ama çok tatlısın kendime engel olamıyorum, hahahaha…”
“…”
Xie Lian onu şefkatle sıkmaya devam ederken nazikçe konuştu. “O zaman, San Lang, değişmeye devam mı edeceksin? Beş yaşında sendeleyerek yürüyen bir çocukta olacak mısın? Ya da daha iyisi, küçük bir bebek?”
Onun umut dolu sesini duyunca Hua Cheng çaresizce cevapladı. “Korkarım gege’yi hayal kırıklığına uğratmak zorunda kalacağım.”
Xie Lian elini indirdi ve sırıttı. “Saçmalık. San Lang beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı. Seni korumak için elime geçen bu fırsat beni çok mutlu ediyor.”
Ancak Hua Cheng somurtarak konuştu. “Beni etmiyor.”
“Neden ki?” Xie Lian sordu.”
Hua Cheng’in sesi soğudu. “Ben… böyle görünmekten nefret ediyorum!”
Xie Lian sesindeki tiksintiyi duyabiliyordu ve biraz şaşırdı. Hua Cheng başını eğdi. “Beni böyle aciz bir halde görmeni istemiyorum ve kesinlikle beni korumak zorunda kalmanı istemem!”
Belki her ne kadar duyguları kabarıyor olsa da Hua Cheng’in yaşı etkiyi azaltıyordu. Xie Lian kalbinin çalkalandığını hissetti ve hızla onu kollarının arasına aldı, kahkaha atarken hafifçe sırtına vuruyordu. “O zaman sana göre, beni onca kez berbat bir halde gördüğün için kendimi öldürüvermeliyim. Ayrıca, tamamen işe yaramaz sayılmazsın, sadece geçici olarak güçlerini saklıyorsun, hepsi bu.”
“…” Hua Cheng yüzünü onun omzuna gömdü ve boğuk bir sesle homurdandı. “Aynı şey değil. Ekselansları, sen en güçlüsün. Ben de diğer herkesten daha güçlü olmalıyım. Ancak o zaman ben…”
Her ne kadar sesi şu anda genç ve tiz olsa da, yorgunluğun izlerini de taşıyordu. Xie Lian sakinleştirdi. “Sen hep en güçlüydün. Ama, her günün uyanık her anında olmak zorunda değilsin. Sadece… bunu bana biraz saygı göstermek olarak düşün ve bu seferlik seni korumama izin ver. Lütfen? Olur mu?”
Hua Cheng tekrar başını kaldırana dek uzun bir zaman geçmişti ve başı yerine bu kez ellerini Xie Lian’ın omuzlarına koydu, onu izliyordu. “Ekselansları, bekle beni.”
“Pekala, seni bekleyeceğim.” Xie Lian söz verdi.
Hua Cheng tekrar oldukça ciddi bir şekilde güven verdi. “Bana birazcık zaman tanı, kısa bir süre sonra normale döneceğim.”
Xie Lian gülümsedi. “Acele etmene gerek yok.”
Ertesi gün ikisi küçük bir kasabaya vardılar.
Xie Lian Hua Cheng’in elinden tutuyordu ve bir erişkin bir çocuk sokaklarda dolaştılar, tembelce sohbet ediyorlardı. Xie Lian sordu. “TongLu Dağının tekrar açılmasıyla, önceki tüm Hayalet Krallar titreşimlerden etkilendi. Bunun anlamı Kara Su’nun da etkilendiği değil mi?”
Hua Cheng’in bir eli sırtında, diğer eli ise Xie Lian’ın elinde cevapladı. “Evet. Ama durumlarımız farklı, çalışma yöntemlerimiz farklı, bu yüzden doğal olarak kışkırtmaya karşı direnme yöntemlerimiz de öyle.”
“Örneğin?” Xie Lian sordu. “O nasıl başa çıkıyor?”
“Uykuya yatarak, muhtemelen.” Hua Cheng cevapladı.
‘Açken ye, doyunca uyu’ sözleri Xie Lian’ın zihninde belirdi.
Hua Cheng devam etti. “Kara Su ölümlüyken hapishane işkencesine maruz kaldı. Üç günde sadece bir öğün yerken, verilen şey iğrençte olsa yutmak zorundaydı. Açlık midesini mahvetti; bazen hiç durmadan yer, bazen ise yemek yemeyi tümden reddeder.”
“Her şeyi yiyip yutmakta bu kadar başarılı olduğuna şaşmamalı.” Xie Lian düşüncelere dalmıştı.
Aslında, He Xuan’ın durumunda aç hayaletleri tüketmeye odaklanabilirdi, çünkü doğal olarak bu özelliğe sahipti, böylece aç hayaletler onun zevkine daha uygun olurdu. Ancak Kara Su İblisi Xuan tarafından yutulan beş yüz kadar hayalet ve iblisin büyük çoğunluğu su hortlaklarıydı. Shi Wu Du’nun yüzünü hatırladığı ve onun su büyüsünü aşmak istediği için olmalıydı. He Xuan hepsini bilerek yapmıştı. Ve onca şeyi yedikten sonra, sindirmek için bir süre uyuması gerekirdi.
“Aynen öyle.” Dedi Hua Cheng. “Qi Rong’un insan etiyle ziyafet çekmesinin nedeni de bilerek He Xuan’ı taklit etmeye çalışması olduğunu da söyleyebilirim.”
Bir anlığına Xie Lian’ın dili tutuldu ve düşündü, Nasıl insanları yemek hayaletleri yemekle aynı şey olabilir?, bir süre düşündükten sonra sordu. “O zaman baş aşağı sarkan cesetler ormanı? Orada da seni mi taklit etmeye çalışıyor?”
“Doğru.” Hua Cheng yanıtladı. “Kan damlalarından bir yağmur sahnesi yaratmak istiyor ama benim nasıl yaptığımı bilmediği için, basit ve aşağılık bir şekilde sıra sıra ölüleri havaya asıyor.”
“…”
Bugün Xie Lian en sonunda Qi Rong’dan bahsedildiği zaman neden hiç kimsenin ne söyleyeceğini bilemediğini tamamen anlamıştı. Dış görünüşe sahipti, ama zarafete değil. Xie Lian iç çekti ve düşündü, Qi Rong Gu Zi’yi aldı, zavallı çocuk kim bilir yendi mi, yoksa terk mi edildi… Rüzgar Ustası… Kara Su onu aldı mı kim bilir? Umarım her ikisi de güvendedir. Ardından sordu. “Peki ya Hayalet Şehir? Birileri orada sorun çıkartmasın?”
Hua Cheng yanıtladı. “Ayrılırken Hayalet Şehri mühürledim ve nerede olduğum konusunda bazı yalan haberler yaydım. Eğer birisi sorun çıkartmaya kalkarsa bile, bana ulaşılmadığı sürece çok zorlanmayacaklardır. Ama eminim şu anda pek çok kişi Hayalet Şehir için fırsat kolluyor.”
Hua Cheng Hayalet Şehre geri dönemezdi ve Xie Lian da onu cennete götüremezdi, en iyi ihtimalle bir cennet mensubu onu ifşa ederdi, bu yüzden ikisi bir hedefleri olmadan ölümlü diyarın keşmekeşinde eğleniyorlardı.
Xie Lian hafifçe kaşlarını çattı. “Yalan haberler yaydın, ama Ling Wen de gerçek yerini söyledi. Hala senin Lang Ying kılığına girdiğini nasıl fark etti bilmiyorum.”
“Benim anlamadığım başka bir şey var.” Dedi Hua Cheng.
“Nedir?” Xie Lian sordu.
“O aşağılık efsuncu Cennetin Gözü, onunla birkaç kez oynadım, yetenekleri fena değildir.” Dedi Hua Cheng.
Xie Lian hemfikirdi. “En. Haklısın. Sahiden yetenekli ve çok çalışmış.”
“Evet. O zaman neden gege’nin dudaklarının kötülük özüyle kaplı olduğunu söyledi?” Hua Cheng sorguladı.
“…”
Xie Lian’ın yumrukları anında sıkılmıştı, ama hala Hua Cheng’in elini tutmakta olduğunu hatırlayınca hemen tutuşunu gevşetti. Hua Cheng kısık bir sesle bastırdı. “Gege, aptalları yatıştırmak için kullanacağın kelimelerle beni başından atma. Bana o gece tam olarak sana ne yaptığımı anlat.”
“…”
Xie Lian içinden, Mesele senin bana ne yaptığın değil, aslında benim sana ne yaptığım… diye geçirdi. Aniden gözleri parladı. “Dur, San Lang, şuraya bak.”
“Gege?” Hua Cheng sordu.
Ama Xie Lian onu çoktan yol kenarındaki lüks ve müsrif bir dükkana sürüklemişti. Dükkan sahibi ikiliyi baştan aşağıya süzdü, bir efsuncu ve çaylağın tuhaf bir birleşimi, ve sordu. “Sizin için ne yapabilirim, Daozhang?”
Xie Lian Hua Cheng’i kaldırdı ve gülümsedi. “Benim için değil. Onun için.”
Hua Cheng onun kollarında başını eğdi.
Beş dakika kadar sonra Hua Cheng tekrar dükkandan çıkmıştı.
Lang Ying’in on beş yaşlarındaki bir çocuğa uygun giysileri artık Hua Cheng’e uymuyordu, bu nedenle Xie Lian ona yeni bir kıyafet almıştı. Dışarı çıktığı anda Xie Lian’ın gözleri ışıldadı.
Kar kadar beyaz, bu nasıl bir ten küçük genç efendi!
Akçaağaç alevleri kadar kızıl bir cübbe ve üzerinden gümüş zincirler sarkan geyik derisinden bir çift bot giymişti, Hua Cheng hem yakışıklı hem cesur görünüyordu. Kuzguni saçları açılmıştı ve önünde sadece sağ yanağına doğru uzanan ince bir örgü vardı, ama Xie Lian uyumlu olması için diğer tarafına da bir örgü eklemekten kendini alamadı, onun daha da hayat dolu görünmesine neden olmuştu. Ancak esas fazla olan yüz ifadesiydi; gözleri canlı ve parlaktı, duruşu sakin ve istikrardı, hiçte bir çocuğa benzemiyordu! Böyle bir tezat insanın gözlerini ondan almasına müsaade etmiyordu. Dükkandan alışveriş yapan tüm kadınlar donakalmıştı ve etrafını sardılar, beğeniyle “Aaay, aaay” diye haykırırlarken ellerini kalplerine götürmüşlerdi.
Hua Cheng sakince Xie Lian’a yaklaştı ve Xie Lian alkışladı. “Biliyordum. San Lang’a en çok kırmızı yakışıyor.”
Hua Cheng çaresizce sol tarafındaki örgüyü çekiştirdi ve somurttu. “Gege mutluğu olsun yeter.”
Xie Lian elini tutmak için uzandı ve dükkanın önüne doğru yürürken gülümsüyordu, ödeme yapmaya hazırdı. Hua Cheng’in giysisi hiçte ucuz değildi ve Xie Lian’ın pek parası yoktu, bu yüzden genelde böyle yerlere girmezdi. Ancak mabedi yenilemek için küçük bir servet biriktirmişti ve artık yenilenecek bir şey kalmamıştı. O tam sikkeleri birer birer sayarken, Hua Cheng kenarından çıktı ve PAT! tezgaha altın bir varak bıraktı.
Xie Lian. “…”
Dükkan sahibi. “…”
“Üstü kalsın.” Dedi Hua Cheng. “Gege, hadi, gidelim.”
Xie Lian’ın kol yenini çekiştirdi ardından elleri iki yanında dükkandan ayrıldı. Xie Lian gülümsedi ve tam birkaç adım atmıştı ki Hua Cheng geriledi ve tekrar içeriye girerek onun kollarına çarptı. Xie Lian onu omuzlarından tuttu ve sordu. “Sorun ne?” Ardından başını kaldırdı ve kalabalıkla dolup taşan sokaklardaki bir şeklin gölgesini yakaladı ve kalbi sıkıştı. Tesadüfen, dükkan sahibi de sordu. “Başka bir şeyler daha mı almak istiyorsunuz?”
Xie Lian elini kaldırdı. “Evet. Lütfen bana şu cübbeyi getirin!”
 ·         MXTX, Yazar Notu:
Hua Hua: O gün, Ekselansları beni müsrif bir dükkana marka şeyler almak için götürmüştü (Haa???
Veliaht Prens turşu kurmakta çok iyidir. Çünkü buğulu çörek ve lapa yerken tek gereken şey turşudur, yüzlerce yıldır bu konuda pratik yaptığı için oldukça tecrübeli. Ayrıca, turşu kurarken zamanın büyük çoğunluğunda ne yaptığınızı düşünmenize gerek yok; sadece bir köşeye bırakıyorsun ve kimya işini yapıyor. Başarısızlıklarının çoğu yeni bir şeyler yaratma tutkusundan kaynaklanıyor.
 Çevirmen: Nynaeve
145 notes · View notes
elestirikosesi · 6 years ago
Text
Damata güle güle.
Mısırınızı patlatın. Ya da kahvenizi yapın. Tercih sizin. Ama kuru kuruya gitmez. Çünkü bugün biraz dedikodu yapacağız. Seçim bitti, Ankara kulislerinde ne konuşuluyor, gelin size anlatayım.
Aslında yazacak çok konu var. ABD, Türkiye'ye F-35 yaptırımına yönelik ilk somut adımı attı. ABD Savunma Bakanlığı, F-35'lerin eğitim ve onarımı için Malatya'ya kurulması planlanan sistemlerin sevkıyatını askıya aldıklarını açıkladı. Yine seçimleri fırsat bilen Batı basını, FETÖ ve PKK hükümlülerinin bırakılması için sesini yükseltmeye başladı. İngiliz The Times gazetesi, Türkiye'nin ekonomisinin rahatlamasının yolunun FETÖ ve PKK hükümlülerini serbest bırakmasından geçtiğini yazdı. Gazetenin başyazısında, "Türk Cumhurbaşkanı siyasi muhaliflerini serbest bırakmalı ve ekonomiyi açmalı” ifadeleri yer aldı. CIA'nın önemli isimlerinden Michael Rubin, kışkırtıcı mesajlar atmaya devam ediyor. Yani dış meseleler önümüzde duruyor. Fakat bugün biz Ankara kulislerine uzanacağız.
Çok konuştu, boş konuştu
Önce Ak Parti. 31 Mart seçimlerinde Ankara, İstanbul, Antalya gibi büyükşehirleri muhalefete kaptıran Ak Parti’de moraller bozuk. Ak Partililer 'suçluyu' belirlemeye çalışırken, Ak Parti’de birçok yönetici seçim yenilgisinden ekonomi yönetimini sorumlu tutuyor.
İsim vermeden Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ı eleştiren Ak Partililer, seçim öncesinde işadamından, toptancısına, manavdan, bakkala, kadar herkesin hedef alınmasının ters teptiğini ifade ediyorlar. Yaşanan ekonomik krizden tarım bölgelerini, sanayi şehirlerinin ve büyük kentlerde yaşayan vatandaşların ciddi bir şekilde etkilendiğini, bunun da seçim sonuçlarına yansıdığı tespiti yapan Ak Partililer, ekonomiden sorumlu bakanın sık sık televizyonlara çıkmasının ve ertesi gün söylediklerinin tersinin çıkmasının iktidara güveni sarstığını belirtiyorlar.
Yalnız adam Erdoğan
Seçim gecesi en dikkat çeken olaylardan biri Erdoğan'ın balkon konuşmasını yalnız yapmasıydı. Eskiden balkon daha kalabalık olurdu. Erdoğan balkon konuşmasında örgütlere ve partililere moral vermeye çalıştı. Konuşmasında “Cumhur İttifakı”nın yüzde 52 oyuna ve Ak Parti’nin hala birinci parti olmasına vurgu yaptı. Fakat bu durum, “partide ciddi değişiklik yapılacağı mesajı” olarak yorumlandı. Erdoğan’ın yakın çevresine bakanlar kurulu, bürokrasi ve partide değişiklik için ön çalışma yapılması talimatı verdiği ifade ediliyor.
Kesin gidici isimlerin başında Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli geliyor. Turfanda sebze üreten Adana, Mersin, Antalya gibi illerin kaybedilmesinde izlenen tarım politikalarının etkili olduğunun altı çiziliyor. Partide Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin mutlaka görevden alınması gerektiği görüşü dillendiriliyor.
Bakanlıklar bölünecek
Gidecek bir isim de Berat Albayrak. Parti içinde bir kesim Varlık Fonu planları nedeniyle Albayrak'ın koltuğunu koruyacağını belirtiyor. Fakat büyük bir kesim ise yolların ayrılacağı görüşünde. Bunun için de formül üretilmiş durumda. Bazı hantal bulunan bakanlıklar bölünecek. Damat, bu yeni bakanlıklardan birinin başına geçirilecek. Peki Berat Albayrak'ın yerine kim gelecek?
Kulislerde bakan adı konuşulmuyor. Ama daha önemli bir isim yeni bir sistem ile anılıyor. Buna göre Erdoğan, Binali Yıldırım'ı Cumhurbaşkanı Yardımcısı yapacak. Yıldırım esas olarak ekonomi yönetiminden sorumlu olacak. Yani ekonominin başına geçecek. Yıldırım için odanın hazırlandığı bile konuşuluyor.
Yeni partide durumlar ne
Ak Parti içinde bunlar yaşanırken, Ak Parti'den kopanlar da boş durmuyor. Seçim öncesi en çok konuşulanlardan biri yeni partiydi. Adı yeni parti çalışması yapanlar arasında geçen Ahmet Davutoğlu sandıklar açılmadan önce Twitter hesabından “milletimizin iradesine saygı” mesajı verdi. Yine adları yeni parti hazırlığı yapanlar arasında geçen Abdullah Gül, Ali Babacan ekibinin de seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra kendilerine yakın isimlerle durum değerlendirmesi yaptıkları iddia edildi. Gül ve Babacan’a yakın Ak Partililerin “iktidarın 4 yıl dayanamayacağını, erken seçimin gündeme gelebileceğini ve bu ortama hazır olmak gerektiği” değerlendirmesini yaptıkları konuşuluyor.
Fakat Gül ve Davutoğlu'nun da arasının açık olduğu konuşulan bir başka konu. Babacan'ın Davutoğlu ile parti kuracağı, Gül'ün ise bu kervana katılmayacağı yönünde iddialar da var.
CHP'de muhalefet beklemede
Gelelim muhalefete. Bir süredir Kılıçdaroğlu yönetimine başkaldıran isimler var. CHP yönetiminin 31 Mart seçimlerinde muhtemel bir başarısızlığı karşısında olağanüstü kurultay hazırlıkları yapan parti i��i muhalif gruplar, Ankara ve İstanbul’un kazanılması üzerine bekleme kararı aldı. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘koltuğunu kurtardığı’ yorumları yapılıyor. Bekleme kararı alan ekiplerin başında Muharrem İnce grubu var. Kemal Anadol, Şahin Mengü gibi isimlerin yer aldığı 9 Eylül Grubu’nun yanı sıra parti içinde potansiyel genel başkan adayları arasında sayılan Umut Oran, Gürsel Tekin, Selin Sayek Böke gibi diğer bazı grup ve isimlerin de olağan kurultay sürecini bekleyecekleri belirtiliyor.
İyi Parti'de ise Ümit Özdağ görevinden istifa etti. Özdağ'ın istifasının nedeninin seçimlerde alınan başarısız sonuçlar olduğu belirtildi. Özdağ'ın ayrıca yerel seçimde aday listelerini hazırlayan İyi Parti Genel Başkan Yardımcıları Koray Aydın ve Musavvat Dervişoğlu'nun parti içi politikalarına tepki olarak bu kararı aldığı ifade edildi. Özdağ'ın ardından Koray Aydın'ın da istifa ettiği ilei sürülse de, Aydın tarafından bu iddialar yalanlandı. İyi Parti'de önümüzdeki süreç bölünme ve dağılmaya doğru gideceği kesin gözüyle bakılıyor.
Dedikodular şimdilik böyle. Neler olacak, gözlüyoruz.
Not: Danıştay Türkiye’de çokça tartışılan bir konuda Ak Parti’nin itirazını reddetti.Aslında karar iki hafta önce verildi.Ama Erdoğan seçimden sonra açıklanmasını rica etti. Danıştay kabul etti. Kesin sonuçlar açıklandıktan sonra, duyurulacak. Onu da sonra yazarız.
02.04.2019
18 notes · View notes
rahatsizedicifikirler · 7 years ago
Text
Genç Werther’in Acıları-İnceleme
Genç werther'in acıları... İnce bir kitap olmasına rağmen hemen bitmiyor. Sindire sindire okumak, üzerinde düşünmek gerekiyor. Yeni bittiğinden hala daha sindirebildiğimi düşünmüyorum. Kitap imkansız bir aşkı konu alıyor. Werther'in Lotte'ye olan saplantılı aşkını... Aşka pek inanmadığımdan olayın aşk bölümünü es geçtim ama genç werther'in acıları sadece bir aşk romanı da değil. Kitapta evli bir kadına aşık olmasından vicdan azabı duyan Werther sık sık çevresini, tanrıyı, varlığı sorguluyor. Zaten bu esere çarpıcılığını veren şey de bu sorgulamalar. Werther'e göre sanatçıyı asıl yetiştiren şey doğa kanunları. Toplumsal ahlaka göre hareket etmek insanı aklı başında yapar ama kendini doğanın kanunlarına göre değil de toplumsal kanunlara göre sınırlayanlar hiçbir zaman üretken olamaz. Kendine ket vuran hiçbir sanatçı başarıyı elde edemez. Werther'in Lotte'ye olan aşkından suçluluk duyduğundan bu yana hiç resim yapamaması tesadüf değil yani. Nitekim ben de eseri okurken kendime sık sık "Binlerce yıldır içimizde oluşan, atalarımızdan gelen içgüdülerimiz mi; yoksa mantık mı?" diye sormak zorunda kaldım. Benim için bu sorunun cevabı hiç sekmeden mantık. Neyse ki ressam değilim. Werther'inki ise tahmin edeceğiniz üzere doğa. Kitap Werther'in arkadaşına yazdığı mektuplardan oluştuğundan edindiğimiz bütün izlenimler Werther'in bakış açısıyla yazılmış, bundan diğer karakterlere olan bakışımız da biraz yoruma açık kalıyor. Ben ilk günden bu yana Lotte'nin her şeyin farkında olduğunu ve Werther'e içgüdüsel bir aşk duyduğunu düşünüyorum ama Lotte de toplumun sınırlandırdığı insanlardan, mantık daha ön planda. Kendine bile itiraf edemiyor çünkü seçimini çoktan yapmış. Nişanlısı Albert ile arasında sonsuz bir tutku, aşk yok ama sonsuz saygı, anlayış ve sevgi var. O sevgiyi seçiyor. Bu kitabı okumadan aşk acısı intiharlarını saçma bulurdum. Bana pek soylu gelmezdi. Şimdi ise bu konuda biraz şüpheliyim çünkü problem aşk, yalnızlık, fakirlik -her ne olursa olsun- bunlar değil. Problem ertesi güne başlayabilme motivasyonu. Problem dünyevi meseleler değil, ruhsal olarak sağlıklı düşünme yetisini kaybetmek. İstediğimiz kadar aptalca bulalım, kişi bu konuma geldikten sonra bunun aptalca olduğunu söyleyerek iyileştirilemez. Kitabı gerçekten çok beğendim. Birkaç sene sonra ikinciyi, hatta üçüncüyü okuyacağımdan emin olabilirsiniz. Yanlış yorumlarım varsa da affola.
8 notes · View notes
hasansonsuzceliktas · 5 years ago
Text
Bendeki A. T. K.
Sene 1994. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'ni kazanmışım. Bir çarşamba sabahıydı fakültede "Siyaset Bilimi"nin olduğu gün. Sınıf hınca hınç dolu. 180 kişi kadarız. Onunla ilk kez orada tanışmıştım. Çok zarif, asil, dimdik ve gülümseyen bir adam. Masasına oturunca yaptığı ilk hareket saatini çıkartıp önüne koymak olurdu. Her dersin ilk 15 dakikası serbest konuşma vaktiydi çünkü. Aklınızda ne varsa dile getirebiliyordunuz özgürce ve de bunun vaktini takip ediyordu hepimiz adına. Ne eksik, ne fazla olsun diye... İlk dersten sonra şaşkınlık içinde Kulis'in oradaki tuvalete inip yüzüme su çarptığımı hatırlıyorum. Apolitik yetiştirilmiş 12 Eylül çocuğu olarak bir anda siyasetle yüzleşmek beni çok şaşırtmıştı. Ama şükür ki karşımda harika bir rehber vardı ve sistemi sakince olduğu gibi anlatıyordu. Evet, şaşırmıştım ama bir yandan bu şekilde öğrenmeye bayılmıştım da. "Siyaset Bilimi" en sevdiğim derslerden olmuştu. Dersin hocası sevgili Ahmet Taner Kışlalı'yı hem çok sevmiş, hem de çok saygı duymuştum. Sonra bir gün derse girdi ve dedi ki "Şimdi size şunu soruyorum: Bu derste hangi konuları işlememizi istersiniz?" Herkes teker teker el kaldırıyordu ve her birine söz hakkı veriyordu. Ne konular, ne konular. Hayatımda hiç duymadığım sorunlar, politik meseleler. En solundan, sağına nice farklı soru ve sorun. Her birini saygıyla karşıladı. Herkese eşit söz hakkı verdi. Hiç kimseyi dışlamadı. Gelen düşünceleri kabul etti. Ben ise özel okul fanusundan bir anda devlet üniversitesi denizine düşmüş şaşkın balık gibiydim. Bir oraya bakıyorum, bir buraya. Ne derdi varmış bu dünyanın diye düşünüyordum. Ama bir yandan da demokrasinin nasıl bir şey olduğuna şahitlik ediyorum. Zaman ilerledi, Ahmet Taner Hoca'nın derslerini dünyaları alarak tamamladım. 3. sınıfa geldiğimde fakültede "Kulis" dergisini çıkartmaya başladım. Okuldaki hocalarımla tatlı mizah yaptığım bir dergiydi. Haddi bilince mizah tatlı oluyor ve hocalarım da sevmişti dergiyi. Ahmet Taner Hoca ise okulun koridorlarında karşılaştığımızda gülümseyerek bana tüyolar verirdi, "Bak senin hocan öğrenciyken şunları yapardı, araştır biraz" deyip göz kırpardı. Onunla selamlaşıp, kısacık muhabbet etmek bile ne mutlu ederdi beni. Sonra mezun oldum. Bir süreliğine bir reklam ajansında çalıştım ama sevmeyip ayrıldım bir pazartesi. Ne yapacağımı bilmez haldeyken annem bir perşembe sabahı uyandırdı beni "Kalk sizin okuldan bir hocanızı öldürmüşler" diye. Nasıl yani diyerek fırladım yataktan ve hepimizin bildiği o haberle karşılaştım. Şok olmuştum ve şok duygularınızı donduruyor. O anda öylece kaldım ve sonra hemen okula koştum. Okulda öğrencilik yıllarımda çok aktiftim ve nice organizasyon yapmıştım. Okula varınca bunu bilen hocalarım, hemen bana görevler vermeye başladılar. Malum okula akın akın insan geliyordu ve fakültenin de süreci yönetmesi gerekiyordu. Ben de, arkadaşlarımla birlikte koşuşturup duruyordum. Sonra ertesi sabah dekan yardımcısı çağırdı beni odasına. "Oğlum, akşama Siyaset Meydanı geliyor, katılacak 80 öğrenci seçilmesi gerekiyor. Hallet bakalım şu işi." Tabii hoca hallet deyince, onun sorumluluğu büyük. Ama şükür ki ne yapacağımı çok iyi biliyordum. Çünkü Ahmet Taner Hoca'dan almışım dersi. O'nun sınıfının aynısı yaratılmalıydı, her görüşten ve renkten nice öğrenci. Ve öyle oldu da... Dilerim Ahmet Taner Hoca da razı olmuştur o geceki sınıftan oralardan izlemişse. Cumartesi günü ise cenazesi vardı ve 2 gündür koşturmaktan ağlamaya fırsat bulamamıştım. Sonra hocanın cenazesi gelmeden önce kampüse büyük pankartlarla hocanın gülümseyen yüzünün fotoğrafları girdi. Yüzünü gördüğüm anda bendeki şok çözüldü ve ağlamaya başladım. Öyle bir ağlamaydı ki bu saat 11'de başladı ve akşam 7'ye kadar kesilmedi. O gün hafif de yağmurluydu Ankara ve ikisi birleşince hastalandım. Ama ertesi gün içimde bundan sonrasından ne yapacağıma dair bir netleşme vardı: Ben okulumda hizmet etmeye devam etmek istiyordum. İşte fakültemdeki sonraki 6 seneki sürecim o haftasonu başlamıştı. Hoca gidişinde bile nice armağanlar sunmaya devam ediyordu. O, aramızdan ayrılalı 20 yıl oldu. Ama bazı insanlar ölümsüzdür. Ruhlarına dokunduklarında yaşarlar asırlar boyu. Ahmet Taner Kışlalı nice ruhlara dokundu hem bilgisi, hem de yüreğiyle... O sadece bir bilim adamı değil, bir yürek adamıydı da... Demokrasiyi sadece anlatmadı, yaşattı da... "Gençler, cumhuriyetin bekçileri sizsiniz" denilen yerde, "kapıda beklemeyin öylece, gelin neyi beklediğinizi bilin" diyerek içeriye davet edendi o bizi... Ruhun şad... Nurların içindesin güzel hocam. Gülümsemenden her daim taşan nurların içinde... Her daim bizimle... Read the full article
0 notes
ciddiyet-10-blog · 6 years ago
Text
-17-
evet tam yatmak üzereydim
yani pc yi kapatmak üzereydim aslında
yatma kısmı hiç bi zaman planlarıma uymuyo
bu bütün en baştan bu yana olanki yazılar
ara ara
akla bişey düştükçe yazılan yazılar
bütün seyrekliğine
ve akışsızlığına rağmen
benim kafamda gönlümde bi çeşit günlük gibi aslında
o yüzden bi anda yazmak zorunda gibi hissettim
sanki çok yazılası şeyler yaşadım son yazdığımdan bu yana
ama yazmadım hiç birini
bi süre daha yazmasam
belki ilerde hiç yazmadan geçerim
diye düşündüm ve öyle olsun istemedim
o yaşananlar da kayıt altında olsun istedim
3 mesele
inşallah bahsederken kaptırıp derinleşmem
üçüne de değinip kaçıp gitmek istiyorum sadece
sıçıp gelicem hemen
----
evet sıçtık
şimdi
3 mesele
kolaylardan girelim
derinleşme riski büyük olan sona kalsın
meslek cart curt fani dünya işleri
stajlardan çok güzel yırttık atlattık
sertifika işleri devam etmekte bitmesine az kaldı
sınavlara da hazırlanmaya başlayabilirsek inşallah
sınavları da vericez
oldu bitti gitti
ver elini gemiler
inşallah bu ver elini gemiler kısmı çok uzakta değil
güzel ilk meseleyi hallettik
ikinci meselemiz
marko paşa
bak adını yazınca daha sigara yaktırdı piç
derinleşiceğim konu bu değil
ama esas derinleşilmesi gereken konu bu aslında
çünkü diğer meseleler aslında sığ ama ben zihnimde derinleştiriyorum
bu piç meseleyse özünde hayatımdaki en derin mesele
ama bunu hep görmezden geliyorum
her neyse yine derinleşmicem
şöyle bahsedeyim geçeyim
her şeye rağmen 28 ay sonra yüzünü görmek sarılmak vakit geçirmek güzeldi tabiki
naparsan yap abin işte
şöyle bi tam bi yer değiştirme oldu çelişkili iki düşünce arasında
görüşmeden önceki iki düşünceyle görüştükten sonraki iki düşünce arasında
hayatımdan çıkarsa inanılmaz üzülüceğimi ve kolay kaldıramıcağımı düşünüyodum
ama yine de hayatımdan çıkartmak en çok istediğim şeydi yeterince güçlü olabilceğim günü bekliyodum sadece
şimdiyse hayatımdan çıkarsa tabiki üzülüceğimi ama çok da yıkılmıcağımı
bunu kaldırmanın kolay olmasa da zor da olmıcağını gördüm
ama bu sefer de hayatımdan çıkartmak istemiyorum inatla tutmak istiyorum vazgeçmek istemiyorum
bugünkü facebook durumum
yakın kalmanın tek yolu uzak durmaktır bazen
marko paşaya ithafendi benim zihnimde
şu anki ona karşı stratejim bu ve uzun bi süre de böyle tutmayı düşünüyorum
diye özetledik ve bu meseleyi de kapattık bence
gelelim kafa siken son 40 günün değişmez meselesine
40 gündür kafamızdaki 40 tilkiden 20 25 i bu maşallah
kanser gibi yayılıyo zihne
hoop gönderiyosun pırt geri geliyo
müge sayan  hanımefendi
terbiyesiz şey
evet efendim gördük hoşlandık falan filan
o kısımları malum uzun uzadıya yazıldı çizildi zaten
ama napmıştık
kalbi değil mantığı dinlemiştik
artık mantık mı korku mu tabi
onun cevabını şimdi arayamam gerçekten vaktim yok
hee bi de çok sonraları ele alıncak bi mesele daha var bu 3. meselenin içinden pırtlayan 4. mesele olup 1. liğe oynamaya aday
özgüvensizlik!
bak bak lafa bak
bu da selin kardeşimizin hediyesi saolsun
bunu da düşüncez durcaz tabi artık bi süre
her neyse dönelim mügeciğime
heh işte mantık bulaşmıyoruz kıza filan
bulaşma riskimiz artmasın diye hanbara gitmeyi bıraktık
ayağımız zamanlı siki tuttu hastalık bahane edip eve kapattık kendimizi
tabi dayanamadık facebook tan ekledik
kız dışarda hayatını yaşıyo ben evde resimlerine bakıp duruyorum sapık gibi filan
böyle günler günler
yine acınası bi hale sokmayı başardık kendimizi
o aptal videoyu defalarca izliyorum
başka biri şarkı söylüyo videonun tam sonunda bu kafayı sokuyo birden
bıcır bıcır şımarık şımarık bişiler diyo
onun yüzünün göründüğü anın başlangıcına ezbere tıklıyorum artık
işte o kadar acınası haldeyiz işte anla sen
yine de savaşıyorum bulaşmıyorum kıza
halili selini abimi filan darlıyorum
kendimi darlamaktan arta kalan vakitlerimde
nolcak bu kız napçaz bunla diyorum
ne tavsiye verilse dinlemiyorum tabi yine bildiğimi yapıyorum
her neyse tam tatile gitçez
bi hafta bodrum tam kafa dağıtıcam daha az düşüncem filan
bi gece önce facebooktan paylaştığı bişiye bi yorum atasım tuttu özelden mesajla
neyse ben bişi yazdım o bişi yazdı öyle geyik muhabbeti sadece
geyik bile değil muhabbet sadece
kısa kısa
zaman aralıklı böyle
aktif yazışma bile değil
o kadar basit bi diyalog yani
hiç bi anlam çıkarılamaz
neyse ben son bişey yazdım
cevap bekliyorum tabi yine
gelmedi ya o cevap
bildiğin bekledim gelmedi yani
o gün paso gelmedi
ertesi gün de gelmedi
bildiğin boşta bıraktı muhabbeti telefonu yüzüme kapatırmışçasına
ee zaten ben her saniye seni düşünmeye meyillenmişim
sen daha bana ne diye extra sebep veriyosun demi
işim çıktı sonra filan tarzı saçma bişeyle geçiştir beni noktala muhabbeti
boşta bırakmak ne demek
dedim ya terbiyesiz şey işte
her neyse sonra tatildeyiz tabi
ortasında bi yerde bi gece
tabiki içtiğim bi gece
öyle bi tatildi ki bi gündüz de olsa içtiğim bi gündüz olucaktı o da zaten
o mesaj her türlü alkollü atılıcaktı yani
öyle bi gece
sabaha karşı
herkes yatmışkene
ben kumkuma kuşu gibi düşünürkene
sikerler nolursa olsun gibi saçma bir gaz ile
patlatıverdim mesajı
senden hoşlanıyorum
kadar net bi mesajı
veeee
vee
ve
muhabbetin gerisi yok
hiç bi tepki vermedi
beni reddetmedi bile
direk ignore etti
enteresan etti
garip etti
en beklemediğimi etti
olumlu olumsuz çekimser
binbir ihtimal düşünmüştüm ne tepki verebilirki diye
bi tek tepki vermemesi gelmemişti aklıma
sağlam şaşırttı yani bildiğin apıştım
sonra tabi bela oldum bizim çocukların başına
darladıklarım listesine gökhanla ececanı da ekledim
tepki vermemek üzerine çeşitli beyin fırtınaları yapıldı
herkesin onlarca tavsiyesi vardı tabiki tesellisi umudu
en sağduyulu ses gökhan dan çıktı
hiç ikiletmedi
kanka bu reddetmektir yoluna devam et dedi
biz de öyle yaptık
yola devam dedik
ama bi yolum yok işte
ovalarda dağlarda ayağıma kolay gelen yöne doğru rastgele dolanıp duruyodum yıllardır
bi yolum olur belki umudum olmuştu
yola bile sokmadı beni
geçtim yolun sonuna varmayı
bi adım atıp bi deneyemedik bile yani
neyse işte öyle oldu ne diyimki
gideriz gemimize işimize gücümüze bakarız napalım yani
sarhoş kafayla gecenin bi vakti
hiç bi girizgahı zemini olmadan o kadar açık sözlü net kısa bi hamlenin
tutma ihtimali tabiki çok düşük olmalıydı
mallığımı kabul etmek noktasında bi tereddüt yok
ama bütün mallığına rağmen
yine de iyiki yapmışım diyorum
dramatizeye ve platoniğe meyilli kalbimin fişini erken çekmiş olduk
iyice abartıp aynı çukura ikinciye düşmeden güzel bi siktir yedik başlamadan bitirdik kurtulduk
gözüyle bakıyorum öyle bakmak zorundayım
ne diyeyim orkun dostum
sen 26 yıldır beceremedin bu işi
iyisi mi bi gemiye git gel
bi de baray çarkçımla deneriz bakalım biraz
0 notes
monadimona · 1 year ago
Text
Bu tablo ve hikâye üzerine ikinci defa düşündüğümde şunu gördüm; öğrendiklerimiz ve gösterilen her zaman için doğru değil. O yüzden ne olursa olsun kendimiz için bir adım atmalıyız. Şunu sorgulamalıyız; Elaine’i kim Shalott Leydisi yaptı? Eline kim dikiş takımını vererek ona dışarı bakmayı yasakladı? Onu kim lanetlendiğine inandırdı? Henüz daha kendi adasının kıyısından ayrılırken kim ikisi çoktan bitmiş ve kalan bir mumla uğurlayarak bir sona mahkûm etti onu? Hiç dışarı çıkmamış bir kızın belki dünyayı görmekten heyecanlanan kalbinin durmasıyla, belki soğuktan, belki yol bilmezlikten değil de bir lanet yüzünden öldüğüne bu kadar insanı kim inandırdı? Yani dostlarım, aynalarınıza iyi bakın ama ondan önce o aynayı elinize kimin tutuşturduğunu da sorgulayın. 🕯️🪞
3 notes · View notes
sporkolik · 7 years ago
Text
New Post has been published on Sporkolik
New Post has been published on http://www.sporkolik.net/arda-milli-takimi-birakmayacakti.html
Arda milli takımı bırakmayacaktı
Türkiye futbol direktörü Fatih Terim Kosova maçı sonrasında yaptığı basın toplantısında Arda Turan ve milli takımda yaşananlar hakkında açıklamalar yaptı.
Fatih Terim’in 88 dakika süren basın toplantısının en flaş kısmında uçakta yaşanan olaylar sonrasında Arda Turan ile görüşüldüğünü ortak metin hazırlandığını ancak oyuncunun basın toplantısında mutabık kalınan metin üzerinden değil doğaçlama konuştuğunu ve beklenilenin dışında davrandığını açıkladı.
İşte Terim’in açıklamaları:
Bir söz verdim. Olayları elimden geldiğince açıklamaya çalışacağım…
  “SORUN SADECE PRİM DEĞİLDİ”
2016’da bazı şeyler yaşandı. Bu sadece prim değildi. Ne yani biz toplandık, Burak’a prim vermeyelim mi dedik? Enteresan olan, yaşanmış şeylerin bizim için somut,sizin için soyut olmasıydı. Sadece prim değil. Antrenmanlara geç çıkıldı, fotoğraflara girilmedi. Fotoğrafları siz çektiniz. Biliyorsunuz…
“BENİM İDARE ETTİĞİM TAKIMLARDA HİÇ PROBLEM YAŞANMADI AMA…”
EURO 2016’dan döndükten sonra da bazı arkadaşları kadroya almadım. Bir yerde ilkeler, disiplin, herkesin kendini bilmesi önemlidir. Bir başarı elde etmek istiyorsanız, milli takımı kulüp takımı haline getirmek zorundasınız. Biz de bunu yaptık. Fransa’nın öncesi ve sonrasında, her kulüp takımının başına gelebilecek melanetler, bizim de başımıza geldi.
Kulüpte beğenmezseniz yollarsınız, cezasını verirsiniz. Ama Milli Takım’da oyuncular sizin değildi. Benim idare ettiğim hiç bir takımda problem yaşanmamıştır, dışardan idare ediliyorsa o ayrı… Kadroya almadım. Bir şans almalıdır, kazanmalıyız düşüncesi ile aldım. O tarihten bu tarafa bir şey var mı? Yok.
“YARDIMCILARIM KİMSEYE BİLGİ VERMEDİ!”
Fransa’da, dışarıya bildi sızdırıldığı yönünde konuşuldu. Yardımcım Hande’yi yalnız mı sandınız? Hande size bilgi mi verdi? İçinizden biri çıkıp desin ki Hande bana bilgi verdi. Karşılıklı konuşuyoruz haydi. Ekibimizde bilim adamı var, Bülent Demirtaş. Bizim onları size vereceğimizi mi zannettiniz? Olur mu öyle şey.
“GAZETECİLERİ UÇAĞA BEN ALDIM”
Evladımız yerine koyduğumuz bu oyuncuların daha iyi olması dışında biz ne düşündük ki? O tarihten sonra uçakta yaşanan olaya kadar herhangi bir olay meydana geldi mi? O süreçte muhabirlerle hiç mi karşılaşılmadı. Olay Bilal Meşe olayı değildir, olay gazetecilerin uçağa alınma meselesi de değildir. Gazetecileri ben aldım uçağa. Gazeteciler bizim uçakla gelmezlerse, sahura kadar direksiyon sallayacaklar dediler. Ben de bizimle gelebilirler dedim.
Bu ilk uygulama değildir. Biz UEFA finaline giderken bütün genel yayın yönetmenleriyle beraber gittik. Çok da hoş oldu. Oyuncularım, ekibimde yer alanların bildiklerini anlatmayacaklarını bilirler. Anlatırlarsa, kötü şeyler olacağını da bilirler. Yarın olursa yine uçağa alırım. Gazeteleriniz ücretleri de ödüyor. Uçakta da oyuncularla aranıza baraj koyuyoruz.
“Prim olayını daha geniş anlatır mısınız? Sizden, birileri adına prim istendi mi? Böyle bir pazarlık yapıldı mı?
Tekrar söylüyorum, prim meselesi esas mesele değil! Daha başka meseleler de vardı. Dünya kimsenin etrafında dönmüyor. Prim bir araç. Birçok sebep oldu. Herkes ilkelere, prensiplere, disipline uymak zorundadır.
Kimsenin etrafında dönmüyor Dünya. Herkes ilkelere, prensiplere, disipline uymak zorundadır.
“İçime sinmeden aldım demiştiniz. İçine sinmeyeni yapmayan bir insan olarak bilindiniz. Bu garip.”
Haklısınız. İçime sinmeyeni yapmam, ama bazen içine sinmese de, kendi çocuklarıma da bir hak veriyorum. Ben o zaman da söyledim. Gönlüme almadım, milli takıma alıyorum dedim!
“İzlanda maçı öncesi 150 bin Euro primi Demirören maçtan sonra 500 bine çıkarmış. Sonra oyuncuların isteğiyle 650 bin olduğu doğru mu?”
Evet doğru. Aynen doğru. Federasyondan öğrenebilirsiniz zaten.
Fatih Terim’den korkuyorsunuz diye diye herkesi bu algı içerisine hazırladılar. Çünkü başarılıyız. Hani soru sormaktan korkuyordunuz ya, sormadığınız soru yok yani.
Prim konusunda birçok görüşme olmuş. Takım kaptanıdır, herhalde arkadaşlarının ne alacağını takip etmiş.
Bu iş şaka değil! 1 tane Milli maç öncesi ve sonrası, 1 senedir huzurlu bir kamp bize yaşatmadılar! Her milli maç öncesi bir şey yapıyorsunuz. Küçük bir grup var, ‘o kişi yakınımdır’ diyerek iş bulmuşlar. Var böyle tipler. Eskisi gibi paslaşmaya çalışıyorlar.
Aynı hedefe farklı yerlerden vurmaya çalışıyorlar. Bunların herkes farkında ama anlaşılmayacağını düşünüyorlar.
“Arda’nın yumruğu Bilal Meşe’ye değil sizeydi deniyor. Üzerinize aldınız mı?”
Yoo almadım. Ben uçaktaydım. O oyuncu (Arda Turan) diyor ki basına; ‘Size buraya aldıranın.. hadi neyse’ diye. Doğru mu? Ben buradayım. Benim yerim belli! Uçaktaki olayın olduğu yerle benim oturduğum yerin arasında epey mesafe var. Hostes ile gazeteci arasında tartışma var sandım. Ben o sırada iPad’den maç izliyordum.
“OYUNCU (ARDA) GELSİN YÜZÜME SÖYLESİN”
Sonrasında baktım, baya gülen bir oyuncu (Arda Turan) gördüm. Demek ki sorun yok diye düşündüm. Baya gülüyordu. Olay bana sahurda anlatıldı. Uçaktan inip arabama bindikten sonra bana her şeyi anlattılar. Ben de şimdi yatın, sabah hallederiz dedim. ‘Üzerine yatın, sabah halledeceğiz’ dedim. Ertesi gün bana müsaade edin dedim federasyona. Arda’nın yaptığının karşılığı zaten belliydi. Arkamızdan konuşulanları bilmiyoruz. Öyle bir sıkıntısı varsa (Arda), yüzüme söyleyecek. Bizim yerimiz, yurdumuz belli.
Bana telefonda ya da yüzüme kimse bunu diyebilir mi? “Bunları bunları gönderirsen milli takıma gelirim” diye…
Arda Turan’ı bir daha Milli Takım’a alacak mısınız?
İstediğiniz soruyu sorun dedim ama işi de magazine dökmeyin lütfen!
“EURO 2016 sonrası ‘Benden değil, Türk milletinden özür dileyecekler’ dediğiniz olaylar nedir?”
Herkes anlıyor. Gönlümün kırık olduğunu ifade etmeyeyim mi? İnsan sevdiği kişilerden beklemediği hareketleri görünce kırılır, bu kadar basit. Bu arkadaşlar oynamadılar, aldık, kiloları ile aldık. Tabii ki kırılacağım, ben de insanım.
Gazeteci: “Evlatlarıma 2. şansı veriyorum dediniz. Volkan Demirel’in de 2. şansı olacak mı?”
VOLKAN DEMİREL AÇIKLAMASI
Milli takım herkese açık. Ben olduğum sürece gelemez gibi iddialı cümleleri sevmiyorum. Volkan Demirel de, herkes de gelebilir. Volkan Babacan şu anda iyi bir durumda. İyi de oynuyor. Ben hak yememeye çalışarak seçiyorum milli takımı. Öyle de devam edeceğim.
BURAK YILMAZ İÇİN PRİM SORUSU ÜZERİNE…
Burak’ın primini ben yazmadım bu bir. İkincisi arkadaşlarımız primleri hesaplarken yüzdelere göre hesaplamışlardır. Ama ne olursa olsun prim listesinin sızdırılması bir ayıptır. Aynı şey benim kontratımda da oldu. 24 saat içinde sözleşmemin detayları basına düşmüştü. Gayrımeşru mu kazanıyoruz arkadaşlar? Biz kimseye az prim, çok prim… Hepsinin çok kazanmasını ister. Ama ne olursa olsun prim listesinin sızdırılması bir ayıptır.
“AYNI UÇAKLA GÖNDERİRDİM”
O (Arda Turan), Burak Yılmaz’ın prim için hakkını isterken sesini çok yükseltti, ben sadece yükseltmemesini istedim, o kadar. Eğer uçaktaki olayı ben görmüş olsaydım. O oyuncuyu (Arda) aynı uçakla geri gönderirdim. Dünyanın en büyük futbolcusu bile olsanız sonuçta futbolcusunuz, ona göre davranacaksınız.
Arda için dışardan manipüle edenler var dediniz, kimler bunlar?
Çok net bunlar, çok net…Yıldırım Demirören ile ilgili de.. Sadece ben değil, Yıldırım Demirören ve yönetimiyle de sorunları olan var. Olayları manipüle ediyorlar. Bu oyun ortada. Belki içimizdekilerin, dışarıdan müttefikleri vardır! Futbolcuların, dışarıdan yanlış yönlendirildiklerine inanıyorum.
PRİM KONUSU HAKKINDA…
Türkiye’de prim mevzu, hepimizin tekrardan düşünmesi gereken bir yanlıştır. Prim, tabelaya göre verilir. Oyuncuya zaten oynaması karşılığı bir bedel ödeniyor. Çoğu ülkede garanti para vardır, ayrıca maç başı yoktur. Bunlar yeniden düzeltilmeli. Milli takım Dünya Kupası’na giderse, gereken prim verilecektir. Gidemezse prim yok.
ARDA TURAN İÇİN… ‘BÖYLE BİR KARAR ALACAĞINI BİLSEYDİK…’
Oyuncuya dedim ki ‘Böyle bir şey olmuş. Bunun karşılığı buradan gitmen’ diye. Önümüzdeki günleri kurtarabiliriz dedim. Arkadaşlarıyla da beraber mantıklı buldular ve çok güzel bir metin hazırladık. Çok da güzel basın toplantısı olacaktı. Bilal, benim de arkadaşımdır. Arkadaşları da yanında olduğunu göstermek için izin istediler, gelin odaya dedim. Böyle bir karar açıklayacağını bileseydik o basın toplantısı milli takım eşofmanı ile yaptırtmazdık. Diyorum ki ‘kırgınım.’ İnsan ‘evladım’ dediğinden bunları görünce üzülüyor.
“GÖREVİMİN BAŞINDAYIM”
Yıldırım Demirören ile benim görüşlerim ayrı olabilir. Geldiğimden beri birbirimize yakın duruyoruz. Aramızda çok şükür hiç sorun olmadı. Ancak benim duruşum belli. Sadece başkan değil, Servet Yardımcı’nın da beyanatı var. Onlarla aynı fikirde değilim. Benim sözleşmem var. Ben gençlere güveniyorum. Görevimin başındayım. Ben sorunları çözerim, ben buradayım!
Volkan Babacan’la ilgili ben de duydum. Benim ne hakemlerle, ne kurullarla bir ilişkim olmaz! Yok ben az ceza alsın demişim.
“SÖYLEDİKLERİME LÜTFEN KULAK ASIN”
Sorun oyuncularla benim iletişimim arasında değil. Sorun dışarıdakilerin oyuncularla iletişiminde. 30 senede hiçbir oyuncuyla problemim olmadı mı? Oldu, hem de nasıl oldu. Ama hepsini, hiç kimsenin haberi olmadan hallettik. Kim bu süreçte en çok bağırıp eleştirdiyse, bu işlerim sorumlusu onlardır. Kimin menfaati varsa, işin mühendisleri onlardır. Kim olanı, olmamış gibi yansıtıyorsa; kim olmayanı olmuş gibi yansıtıyorsa, sorumlu onlardır. Yanlış yere bakıyorsunuz. Benim son söylediklerime lütfen kulak asın.
0 notes
matysh13-blog · 8 years ago
Text
Mizah nı?
 Agnostik, Tanrı'nın varlığının eldeki bilgiler temelinde kanıtlanamayacağını düşünür ama aynı zamanda Tanrı'nın var olma olasılığını da reddetmez. Agnostikler, Tanrı'nın varlığı davasını kapanmış kabul eden ateistlerden bir adım geridedir. Bir agnostik ile bir ateist, "Ben, benim," diyen yanan bir çalıyla karşılaşırlarsa, agnostik gizli kayıt cihazına uzanacak, ateistse omuz silkip şekerlemelerini atıştıracaktır. İki İrlandalı barda içerken birden masalardan birinde kafa çeken kel ve şişman bir adam dikkatlerini çeker. Pat: "Şşş... Winston Churchill değil mi lan bu?" Sean: "Yok yahu. Mümkün değil.Winston böyle bir yere gelip kafa çekmez." Pat: "Oğlum, ciddiyim ben. Bak, dikkatli bak... Vallaha Churchill bu! Var mısın bahse? Sean: "Tamam be! Nesine?" Pat: "On papel." Sean: "Varım." Bunun üzerine Pat kalkmış, kel adamın yanına gitmiş: "Sen Churchill'sin, değil mi?" Adam terslenmiş: "Git başımdan kardeşim!" Pat arkadaşının yanına dönmüş, "Maalesef," demiş, "asla bilemeyeceğiz." İşte buna agnostik düşünmek denir. Ateistler ise başka meseledir. Filozoflar inançlılarla ateistlerin tartışmasının hiçbir yere varmayacağında çok önceleri fikir birliğine varmışlardır. Çünkü her iki taraf da her şeyi farklı yorumlamaktadır. Bir tartışmada, taraflardan birinin, "Aha! Eğer X doğrudur diyorsan Y'nin de doğruluğunu kabul etmelisin," diyebilmesi için ortak zemin gereklidir. Ancak ateistlerle inananlar üzerinde anlaşabilecekleri bir X'i asla bulamazlar. Tartışma asla başlayamaz çünkü her iki taraf da her şeyi kendi bakış açısından görür. Böyle anlatınca biraz soyut kaçabiliyor ama şu fıkra meselenin ayaklarını yere bastırıyor, hatta yanı başınıza getiriyor: Ufak tefek, yaşlı bir Hıristiyan kadın, her sabah sundurmasına çıkar, "Sana şükürler olsun ya Rabbi!" diye bağırırmış. Ve yine her sabah komşusu derhal pencereye çıkar ve "Tanrı yoktur!" diye haykırırmış. Her gün aynı şey tekrarlanıyormuş.Yaşlı kadın, "Şükürler olsun!" diye bağırdıkça komşusu çıkıyor, "Tanrı diye bir şey yok!" diye yanıtlıyormuş. Gel zaman, git zaman, yaşlı kadın dara düşmüş.Yiyecek bile alamaz hale gelmiş. Bu sefer sundurmaya çıkıp Tanrı'dan yiyecek yardımı dilemeye başlamış. Gene her duasının ardından, "Sana şükürler olsun ya Rabbi!" diye bağırmayı ihmal etmiyormuş. Derken bir sabah sundurmaya çıktığında bir de ne görsün? Merdivenlerde torbalar dolusu yiyecek! Hemen göğe bakmış ve "Sana şükürler olsun ya Rabbi!" diye bağırmış. Aynı anda komşusu bahçenin duvarından kafasını uzatıvermiş: "Aha!" demiş, "yiyecekleri sana ben aldım.Tanrı yok işte!" Yaşlı kadın komşusuna bakmış ve gülümsemiş. Ardından gene göğe seslenmiş: "Sana şükürler olsun ya Rabbi! Sırf dualarımı kabul edip yiyecek göndermekle kalmadın, bir de parasını şeytana ödettin!" Sam Harris, 2005 tarihli çoksatar kitabı İmanın Sonu'nda dinsel imana ilişkin gözlemlerini bir stand-up gösterisinde kullanılabilecek biçimde sunmuştu: "İnançlı bir Hıristiyan'a karısının onu aldattığını, ya da yoğurt yerse görünmez olacağını söyleseniz o da herkes gibi bunların doğru olup olmadığını anlamak için deliller arayacak ve bunlara herkes ne kadar inanırsa o ölçüde inanacaktır. Ama aynı adama başucunda tuttuğu kitabın, içinde yazan her türlü inanılmaz iddiayı kayıtsız şartsız kabul etmediği takdirde onu cehennem ateşinde yakacak görünmez bir tanrısal varlık tarafından yazıldığı söylenmiştir ve bu kişi göründüğü kadarıyla bunu doğrulayacak hiçbir kanıt aramamaktadır." Ama Harris, ateistliğin kötü yanını yazmayı atlamıştı: Ateistlerin orgazma ulaşırken adını haykıracak kimseleri yoktur. On yedinci yüzyıl Fransız matematikçi ve filozofu Blaise Pascal Tanrı'ya inanmaya veya inanmamaya karar vermenin, temelde bahse tutuşmak olduğunu öne sürmüştü. Tanrı'nın varlığına inanmayı seçmemiz ve her şey bittiğinde Tanrı'nın olmadığının ortaya çıkması büyük bir sorun değildir. Eh, tabii Yedi Ölümcül Günah'ı şöyle doyasıya yaşayamadan gitmiş oluruz ama bu, diğer seçenekle karşılaştırıldığında önemsizdir. Öte yandan Tanrı yoktur der ve sonunda kendisiyle karşılaşırsak hapı yuttuk, yani ebedi saadeti kaçırdık demektir. Bu nedenle, der Pascal, Tanrı varmış gibi yaşamak stratejilerin en iyisidir. Bu tavır, akademik çevrelerde "Pascal'ın Bahsi" adıyla bilinir. Biz sıradan insanlarsa buna kısaca "neme lazım" deriz. Pascal'dan ilham alan yaşlıca bir kadın, içinde 100.000 dolar bulunan bir çantayla bankaya girer ve bir hesap açtırmak istediğini söyler. Temkinli banka müdürü kadına parayı nereden bulduğunu sorar. "Bahisten," der kadın, "bahiste çok iyiyimdir." Şaşıran müdür, "Ne tür bahisler?" diye sorar. "Her tür," der kadın. "Mesela hemen burada, yarın öğlen on ikide sağ kalçanızın alt tarafında bir kelebek dövmesi bulunacağına 25.000 dolarına bahse girebilirim." "Girerdim bu bahse," der müdür. "Ama bu kadar saçma bir bahisle paranızı almak istemem." "Eh," der kadın, "bahse girmezseniz ben de gider paramı başka bankaya yatırırım." "Yok, yok, acele etmeyin, canım," der müdür. "Tamam, bahse varım." Kadın ertesi gün öğlen vaktinde, yanında tanıklık için avukatıyla gelir. Banka müdürü arkasını döner, pantolonunu indirir ve bakmalarını söyler. "Tamam," der kadın, "yalnız kesin görebilmemiz için biraz daha öne eğilir misiniz, lütfen?" Müdür iyice eğilir, kadın onaylar ve çantasını açıp 25.000 doları saymaya koyulur. Bu arada avukat müdürün masasının karşısındaki koltuğa çökmüş, başı ellerinin arasında kara kara düşünmeye dalmıştır. "Bunun nesi var?" diye sorar müdür. "Kaybettiği için üzgün," der yaşlı kadın. "Buraya gelirken sizin bize saat on ikide kıçınızı açıp göstereceğinize dair 100.000 dolarına iddiaya girmiştik." Bahiste riski düşürmekle dalavere çevirmek arasında çok ince bir çizgi vardır. Aşağıdaki yeni Paskalcı stratejiye bir göz atalım: Adamın birisi, omzunda papağanıyla Pazar ayinine katılmış. Cemaatten birçok kişiyle papağanının ayini vaizden daha iyi sunacağına bahse girmiş. Ayin başladığında papağanın gıkı çıkmamış. Ayinden sonra eve dönerlerken adam kaybettiği paralar yüzünden başlamış papağana verip veriştirmeye. Papağan beklemiş ve adam sustuğunda, "Akılsız," demiş, "kafanı kullansana! Noel ayininde paranın hasını götürebileceğiz şimdi!" Papağan belki de önemli bir noktaya parmak basmaktadır. Belki Pascal'ın kumarında, kutsal günlerde golf oynayacak şekilde biraz dalavere çevirip Tanrı'yı memnun edebiliriz! Varsa yani... Hiç değilse çabaladığımızı bilecektir. Deizm ve Tarihsel Din On sekizinci yüzyıl filozofları, eğer kuşkucu değilseler genellikle Deistti; yani uzak ve gayrı şahsi olan "filozofların Tanrısı"na, kişiden çok bir güce benzeyen, sırların itiraf edildiği bir sırdaştan çok bir saat ustası gibi olan bir Yaradan'a inanırlardı. Ortodoks Yahudiler ve Hıristiyanlar buna karşıydı. Bizim Tanrı'mız, diyorlardı, sadece bir saat ustasından ibaret değildir. O, tarihin efendisidir; Mısır'dan Çıkış'ta (Exodus), çölde yürüyüşte ve Vaat Edilmiş Topraklar'a yerleşildiğinde yanımızdaydı. Bir başka deyişle, "dertte ve tasada hep yanımızdaydı." Yahudi bir kadın, kumsalda oynayan torununu izlerken dev bir dalga gelir ve çocuğu kaptığı gibi götürür. Kadıncağız, "Lütfen Tanrı'm," der, "tek torunum o benim. Kurtar onu, yalvarırım." Derken kocaman bir dalga daha gelir ve çocuğu sağ salim kıyıya bırakır. Kadın torununa bakar ve göğe seslenir: "Şapkası da vardı ama!" Saatçiye söyleyin bakalım bunu! Teolojik Ayrımlar Din filozofları Büyük Sorularla uğraşırken (Mesela, "Tanrı var mı?") teologlar daha ufak meselelerle meşguldür. Yirminci yüzyıl filozofu ve teologu Paul Tillich din felsefesiyle teoloji arasında varsayılandan daha fazla fark olduğunu düşünüyordu. Ona göre filozof, Tanrı ve Tanrı'yla ilgili şeyler hakkındaki gerçeği mümkün mertebe nesnel açıdan ararken, teolog zaten "inancın elindedir" ve kendisini bu inanca adamıştır. Başka bir deyişle din filozofu, Tanrı ve dine dışarıdan, teologsa içeriden bakar. Teolojide, "Ruh, Baba'dan mı yoksa Baba ve Oğul'dan mı çıkar?" türü feci ağır meseleler üzerine hizipler açılmıştır. Ruhban sınıfı dışındaki kişilerin teolojik farklılıkları anlamak için ayrıntılı bir kılavuza ihtiyaç duyduğu açıktır. Tanrı'ya şükür, komedyenler her daim yardıma hazırdır. Anlaşıldığına göre, bir kişinin dini inancını belirlemede anahtar kimi tanıyıp tanımadığıdır: Yahudiler, İsa'yı tanımaz. Protestanlar, Papa'yı tanımaz. Baptistler içki dükkânında birbirlerini tanımaz. Son satır gayet faydalı bir öğüt içerir: balık tutmaya gidecekseniz bir Baptisti davet etmeyin çünkü biranızın tümünü içecektir. Ama iki Baptist davet ederseniz, biranız size kalır. Mezhepler arasındaki ayrımı kavramanın bir diğer yoluysa kimin hangi tavrı ilahi gazap nedeni olarak gördüğüdür: Katolikler için bu, Pazar ayinini kaçırmaktır. Baptistler için dans etmek, Episkopaller içinse salatayı tatlı çatalıyla yemektir... Ama işin ciddi tarafını atlamayalım. Mezhepler arasında çok önemli öğreti farkları vardır. Örneğin "Lekesiz Gebelik" yani Hz. Meryem'in, Tanrı'nın oğlunu doğurabilmek için ilk günahtan ari doğduğu doktrinine sadece Katolikler inanır. İsa sokakta yürürken kalabalık bir grubun bir fahişeyi taşladığını görür. Hemen araya girer ve "Aranızda günahsız kim varsa ilk taşı o atsın!" der. Aynı anda bir taş vızıldayarak yanından geçer. Hz. İsa kalabalığa döner: "Anne?" Mezheplerle ilgili herkesin gözdesi olan şakalarsa elbette Katoliklerin karşı reform esprileridir. Mesela şu fıkra, neredeyse herkes tarafından bilinir: Maddi sıkıntıda iyice dibe vuran adam Tanrı'ya piyangoda kazanmak için her gün dua etmektedir. Aradan günler, haftalar, aylar geçer fakat hiçbir şey kazanamaz. En sonunda tepesi atar, "Bize 'kapıyı çalın, açılacaktır'; 'Arayınız, bulacaksınız,' diyen sen değil misin? Dua üstüne dua ediyorum şurada ama hâlâ kazanamadım piyangoyu!" diye haykırır. Aynı anda gökten gür bir ses duyulur: "İşin hepsini bana bırakma evlâdım. Bilet al!" Bu adam mutlaka, tıpkı sadece Tanrı'nın lütfüyle kurtulabileceğimizi, kurtuluşa erişmek için kendi başımıza hiçbir şey yapamayacağımızı düşünen Martin Luther gibi bir Protestan'dır. Yukarıdaki fıkrada Tanrı, Protestan reformuna karşı Katolik reformu gündeme taşımaktadır. Esasen bu fıkranın kökeninin 1545'te toplanan Trent Konseyi'ne dayanması çok mümkündür. Söz konusu konseyde kurtuluşun lütuf ve hayırlı işlerin, başka bir deyişle dua etmek ile bilet almanın birleşiminden geldiği kabul edilmiştir. Mezheplerin ortak noktası, her birinin kendi teolojisinin Cennet'e giden en kestirme yol olduğuna inanmasıdır Adam Cennet'in kapısı
0 notes
aynurant · 4 years ago
Text
Tumblr media
Yaşları ilerleyip torun torbaya karışsalar bile yiyip içtiğine dikkat eden, pantolonuna uyacak bluzu seçen, saçlarını şarap kızılına yahut platin sarısına boyatmakta beis görmeyen; onları tarayan, şekil veren, ellerinin üzeri güneşle ve geçen zamanla beneklenip buruşsa da onları özenle kremleyen; cümle sonlarına muzipçe "şekerim" kelimesini ekleyen; hayvanları, çiçekleri ve çocukları sevmekten vazgeçmeyen, umudunu ve şükrünü asla yitirmeyen, yaşa bağlı ağrı ve sızılar yaşasa da bunu belli etmeyen; bu ağrı ve sızıları yaşamın güzelliklerini ve renklerini görmeye engel meseleler saymayan, yürüyüşünde bir eda olan, yaşam deneyimlerini üstüne başına, saçına, gözündeki ışıltıya, beslenmesine, gülüşüne ve etrafa saçtığı pozitif elektriğe yansıtan; çantanın püsküllüsünü, ayakkabının afillisini seçen, tevekkülü her şeye sarmalayıp sade ve doğal bir olgunlukla hayatın getirdiklerini kabullenen ama bir kedi teslimiyetiyle uysalca ve sevinçle yaşayan kadınları seviyorum ve onlara baktıkça, yorulup nefeslenmek için oturduğum köşeden dimdik ayağa fırlıyorum.
Bana hayatın parlak ve cilalı kısmını gösteriyor böyle kadınlar. Hayatın her şeye rağmen yaşanılır olduğunu, yaşanmaz olacak kadar zorlayıcı kısımları ise sabır ve metanetle bekleyerek atlatmak gerektiğini, ne olursa olsun can çıkmadan umudun ve koşturmanın bitmeyeceğini ve bitmemesi gerektiğini anlatıyorlar sessiz bir alfabeyle...
Yaşı ilerlediği halde rimel markası soran, "pabuçların harikaymış şekerim nerden?" diye sıkıştıran, karşı tarafa iltifatla karışık güzel cümleler aşılayan, mutluluk saçan ve mutlu yaşayan kadınları seviyorum.
Vizyonunu hep geniş tutan, aç ve tükenmeyen bir merakla etrafı gözlemleyen, ülkeler aşan, insanlara karşı duyarlı ve algıları hep açık; yürürken önüne değil, yere değil, dimdik karşıya bakan, insanların gözlerinin içine bakan, hayata olan ilgisini hiç yitirmeyen, yaşamanın bir sanat olduğunu içine sindirmiş ve tam da bu yüzden yüzü, sürdüğü parlatıcı sebebiyle değil, yaşama olan tutkusu ve temiz kalbi yüzünden ışıl ışıl parlayan kadınları seviyorum.
Edasını ve işvesini hiç yitirmeyen, baktıkça insanın içine yaşam enerjisi pompalayan, fularını ayakkabısına uyduran, evin içinde kaybolan yavru ağzı rujunu bulamadığında ev halkını bunun için ayaklandıran ve huysuzlanan, sabah uyanır uyanmaz günlerden pazar olsa bile kırmızı rujunu sürüp sallantılı küpelerini takan, evin içinde dans edip şarkı söyleyerek dolanan; yeni aldığı pabuçlarını giymek için ertesi günü bekleyemeyip, giyip evin içinde onlarla gezinen kadınları seviyorum. Çünkü bu, yaşama olan tutkunun sönmediğinin belirtisi, biliyorum.
Yaşamla bağını kesmeyen; hayatı, Allah'ın bir zuhuru olduğu için seven, olgun, sevinç dolu, algıları açık, nazik, anlayışlı, dişi, bakımlı, enerji dolu, mızmızlanmayan, ağlanmayan, hem çocuksu, hem de güçlü, rengarenk ve gülüşü zengin kadınları seviyorum.
Ne olursa olsun "vakit çok geç" demeyen, hayatı bir şarkı gibi söyleyen, yaşı geçse de ruhu geçmeyen kadınlar...
Sizlerii çok seviyorum...❤
8 notes · View notes
eldememre · 8 years ago
Text
Tuluat Tiyatrosu
Pertev Naili Boratav
Yurt ve Dünya Sayı 30 Haziran 1943
Tuluat tiyatrosunun son büyük mümessili Naşid'in ölümü, bu halk temaşa sanatının son büyük yasıdır. Bu münasebetle aşağıdaki yazı, tuluat tiyatrosunun ana karakterlerle, bu sanat kolunun, ehemmiyet ve manasını belirtmeğe çalışıyor.
Zaman zaman tulûat tiyatrosu hakkında, dostça ve düşmanca, göklere çıkararak öven yahut yerin dibine batırarak kötüleyen şeyler söylenir ve yazılır. Tulûat tiyatrosunun dostları, tıpkı Karagöz, meddah ve orta oyununun dostları gibi, onun sönüp gitmesine eseflenirler. Onların sözlerinde öyle bir eda vardır ki, bu sanat kolunun ölümünde hepimiz kendimizi kabahatli görür gibi oluruz; sanırız ki, elbirliğiyle biraz himmet edilse, bu tiyatro nevi eski şaşaası ile yaşamakta devam edecektir.
Tulûat tiyatrosunu modern sanat hareketlerine bağlamak isteyenler de vardır. Bunlara göre, hakikî tiyatro tulûat tiyatrosudur; tekniğe ehemmiyet vermeyen, aktörü tamamıyla serbest bırakan bir tiyatro anlamı en yeni, en ileri sanat görüşünü ifade eder. Daha ilk bakışta görülüyor ki tulûat tiyatrosu meselesinin günün davası olan iki cephesi vardır. Birincisi: bu sanat ölüyor, ölmemelidir, İkincisi: ölmemelidir, çünkü, hakikî temaşa sanatı bundan ayrı bir şey değildir.
Bu meseleler ortaya sık sık atılıp münakaşa edilmekle beraber, üstünde ciddî olarak durulup düşünülmüş müdür? Yazık ki hayır... Tulûat tiyatrosu, bir bakıma tiyatro tarihî araştırmalarını ilgilendirdiği gibi, bir bakıma, halk temaşası tetkikleri konusuna girer. Halk edebiyatı ve sana- ti (geniş manasıyla folklor) mevzularının ilmi yollardan incelenmesi tarihi, memleketimiz için, o kadar eski bir ilim geleneğine sahip değildir; bu ilim kolunda herhangi bir mevzu için, çekinmeden, henüz pek az şey yapıldığını söyleyebiliriz. Fakat bütün diğer halk sanatlarına baka en az üzerinde durulmuş olan tulûat tiyatrosudur; bunun neticesi, bu halk tiyatro çeşidi üzerinde söylenen sözler, havada pala sallamak, havada su döğmek kabilinden oluyor. Halkevlerimizde çeşitli folklor mevzuları üze-rinde, ufak tefek mahallî çalışmalara rastladığımız halde, bir tek insan çıkıp da tulûat tiyatrolarını ele almış değildir. İstanbul, en eski tulûat sah-nesi geleneğini yaşatmış) bir şehrimizdir, son yıllara kadar, gün günden sönükleşse de, tuluat oyunları kış gecelerinde İstanbul ve Üsküdar, Beşiktaş gibi «tam bir modernizm» merhalesine henüz erişmemiş semtlerin eski tiyatro binalarında, yazları hem bu semtlerin, hem de sayfiyelerin açık hava sahnelerinde sanat ve maharetlerini gösteren tulûat kumpanyaları eksik değildi; bugün bile hal böyledir... Ama, İstanbul şehrinin halkevlerinden hiç birinde bu halk temaşası üzerinde hiç olmazsa, son mümessilleri ölüp gitmeden, ileride bunlar üzerinde tetkikler yapacak olanlara bilgi toplamak endişesiyle olsun, en ufak bir çalışma belirtisi görülmedi. Halbuki, tulûat tiyatrosunun - eğer varsa - değerini, ve geçmiş zamanlarda olsun, bugün olsun bunların, cemiyetin fikir ve sanat hayatında gördükleri vazifeyi belirtmek için, bunların yapılarım, tekniklerini, çeşit ve şekillerini tasvir eden yığın yığın eserlerin şimdiye kadar hazırlanmış olması beklenirdi.
Tulûat tiyatrosunun bu bahtsız-lığı, herhalde onun, iki ana ilim ve sanat mevzuunun arasında bulunması, âdeta melez bir çeşit olmasından ileri geliyor. Tiyatro tarihi ona dokunmadan geçiyor, çünkü «Tulûat» tiyatro değildir, metni yoktur; orta oyunu ve Karagöz üzerinde duran folklor onu kendi araştırmalarının dışında bırakıyor, çünkü «tulûat» tiyatrodur, atalardan miras bir geleneğe bağlı değildir.
Halbuki, Türk tulûat tiyatrosunun hem tiyatro tarihinde hem de folklor tetkiklerinde yeri olmak gerekir. Tulûat, ne denirse densin, tiyatrodur. Bize Avrupa’dan gelmiştir; şüphesiz bize Avrupa’dan metinli, rejisörlü, plânlı tiyatro geldi, fakat Avrupa halk sanatları içinde de tulûat tiyatrosu vardır; İtalyanların «Teatro del Arte» leri, ve bütün panayır tiyatroları gibi... Bizim Tanzimat sonrası artistlerimiz, tiyatronun Avrupa’daki bu «halk işi» tarafını sezdiler; öte yandan, Türk halk temaşasının «orta oyunu» dediğimiz kolunun tulûat tiyatrosu ile temasa gelmemesine karşılıklı tesirlerin kendini göstermemesine imkân yoktu. Türk tulûat tiyatrosunun orta oyunu ve onunla yakınlık gösteren, cansız temaşa sanatlarının (kukla ve Karagöz gibi) Avrupa tiyatrosu ile – hususu ile bunun komedi çeşidi ile - aşılanması neticesinde, son belirli karakterini aldığı inkâr edilemez. Naşid’in ve Kel Hasan’ın hem tulûat aktörü hem de orta oyuncusu olması, bir tesadüf eseri değildir, bu oyunlarını birbirine olan yakınlıklarını ve birbirine olan tesirlerini gösteren bir vakıa olarak görülmek gerektir. Tulûat oyunlarının, komedi olsun, dram olsun, hemen hepsinde rastladığımız «taklit» sahneleri, Türk halk temaşa sanatlarının, meddahtan tutun da orta oyunu, karagöz ve kuklaya kadar, hepsinin en mühim vasıflarından birini verir; bu, Osmanlı imparatorluğunun başşehrinin, İstanbul’un, çeşitli milliyet tiplerini, maddî ve manevî karakterlerde teşhir ve onları mizah unsuru yapma temayülünün bir ifadesidir. Komedilerde bunun için bir vesile bulunması kolay anlaşılır. Fakat halk tiyatrosu hayatta olduğu gibi, sahnede de sadece ciddî ve ağır, bazen hüzünlü hatta acıklı sahneler içinde seyirciyi, ta oyunun sonuna kadar bunaltmanın doğru olmayacağı düşüncesindedir. 20 sene kadar evvel, rahmetli Naşid’in Şehzadebaşı’ndaki o zamanki adile Millet Tiyatrosu’nda bir oyununu hatırlarım. Bu bir dramdı. Ve şahısları, şapkalı, insanlardı. Markiler, kontlar, mösyöler ve madamlar ciddî bir mevzuun plânı içinde rollerini yapıyorlardı; ağlayan, sızlayanlar, ölenler öldürenler eksik değildi. Bir aralık Naşid, bu şapkalı insanların araşma, yıldızdan düşmüş bir mahlûk gibi, «Anadolulu uşak» (ibiş) kıyafeti ile giriverdi. Seyirciler bir an için eserin trajik vasfını unuttular; şimdi mühim olan Naşid’in komiklikleri idi. «Komiki şehir» bütün tiyatro kaidelerini alt üst etti, bir saat kadar, dramı komediye çevirdi; bütün mahalle halkının, bakkalın, kömürcünün, kasabın, eskicinin taklitlerini yaptı... Sonra, yine oyun eski seyrinde devam etti. Son sahnesine kadar... Son sahnede komiki şehir, bu sefer omuzunda davulu ile belirdi: Bu, belki asıl eserin plânı hilâfına olarak, piyesin sonunu tatlıya bağlayan, birbirlerine kavuşması hayli güç bir hal almış olan sevdalıların düğününü ilân ve seyircileri de ertesi geceki oyuna davet için sırtlanmış davuldur. Komik unsurun bu müdahalesi, Türk halk temaşasının en mühim karakterini verir. Karagöz oyunlarında Ferhad ile Şirin mevzuu da tıpkı Naşid’in bu oyunundaki cilveleri gösterir. Biz Sasanî devri hükümdarı Hüsrev Perviz’in zamanından ve muhitinden, bir İstanbul mahallesinin neşeli sakinlerinin - Karagöz, Hacivat, ve arkadaşlarının - muhitine geçiveririz.
İşte, tulûat tiyatrosunun uzun zaman yaşaması onun, kendisiyle çağdaş diğer halk temaşa sanatlarının hüviyetlerine bürünmüş, onların aşısı ile aşılanmış olmasından ileri geliyordu. Son yıllarda tulûat tiyatrosunun rağbetten düşmesini, halkımızın eski sanat ananelerine karşı biganeliklerine, aydınlarımızın ve sanatı koruma mevkiinde olanlarımızın kadir bilmemezliklerine, yüklemek kolay olabilir, fakat bu, meseleyi çok üstünkörü görmektir. Tulûat tiyatrosunun ölümü - yahut ta can çekişmesinin - asıl sebebi cemiyetin, maddî hayatında olduğu gibi, kültür ve sanat görüşlerinde de beliren derin değişmelerdir. Geçen yaz İstanbul’da, açık hava sahnelerinde yeniden tulûat oyunlarını görmeye gittiğim zaman, bunu daha iyi anlamam mümkün oldu. Artık kumpanya müdürleri, oyunlarının başında, modern danslar, varyeteler, meselâ «alabanda» revüsünün taklidini yapan bazı numaralar eklemek mecburiyetini duyuyorlar. Dahası var: tulûat tiyatroları artık programlarını yalnız tiyatro temsillerine hasredememektedirler: oyunun başında muhakkak bir film vardır. Sinema o kadar hâkim olmuştur. Neticede, «eski komiki şehir» ve arkadaşları 30-45 dakikalık bir zamana bütün sanatlarını, âdeta bir çeşni gibi, sıkıştırıyorlar. Ve böylece, temaşa sanatının mihveri olmaktan çıkıyorlar, bugün geçim kaygısı, onları sadece bir eğlence yeri müdürü olmaya mecbur etmiş bulunuyor.
0 notes