#doğa temsilleri
Explore tagged Tumblr posts
yarayankana-blog · 2 months ago
Text
Sarmaşıklara bakış açım da değişmiştir.
Hayatımda ilkleri gerçekleştirdiğim şu günlerde bir de ilk kez gerçek anlamda bir doğa yürüyüşüne katıldım.
Bacağımdaki sonsuz sinek ısırıklarını saymaya kalktığımızda daha çok o bana katılmış, orası ayrı. Bundan yüzyıl önce sinek ısırıklarından kaşınan çocuğunu ne güzel teselli etmişti annesi. Kaşıdıkça kaşıyasın gelir, bu yüzden unutmak en iyisi. Ben unutmayı bekleyemedim, zira gelişen teknolojiye ve kremlere güvenim sonsuz. Nöbetçi eczaneler iyi ki var.
Neyse, yürüyüş diyordum. Bunları biliyor muydunuz köşemizde şarmaşık kelimesinin kökü olan ışk aynı zaman da aşk kelimesinin de köküymüş. Yine nerden çıktın nişanyan.
Ve asıl vurucu kısım şimdi geliyor.
-once ramiz dayı said 'herkes öldürür sevdiğini', i really felt that diyebileceğimiz-
"Her aşkın sonunda bir ölüm vardır. Ağaç ölümü yaşarken sarmaşık başka ağaca tutunup yaşamaya devam eder."
***
Selamlar doğa,
Her kavramın karşılığını yine bize gösteriyorsun ve yine çok yücesin. Teşekkürü bir borç bilir, başarılarının devamını dilerim. Bundan sonraki süreçte lütfen yeniden doğuş temsilleri sunmanı rica ederim.
Sevgiler,
0 notes
uttemel · 7 years ago
Text
Şeylerin Yalnız Adı Var ve Ad Evdir
ŞEYLERİN YALNIZ ADI VAR VE AD EVDİR*
Evrende bilinci el verdiğince varlığının farkına varabilen insan, şüphesiz ki doğa karşısında çaresiz, güçsüz, muhtaç ve ürkek idi. Ontolojik sorunların en başatları da belki bu dehşet verici karşılaşmalar sayesinde tetikleniyordu. Örneğin sudaki aksini gören bir avcı toplayıcı, kendini dışsal bir varlık olarak da yorumlayabileceğini, uzamdaki yerini ve fiziksel benliğinin ışıkla görünür kılınan karşılığını belki de dinsel insan(homo religiousus) olarak hiçbir zaman deneyimleyemeyeceği bir salt kendilik imasına maruz kalarak fark edebiliyordu. Bu, “ben”in sorgulanmaya açılması için iyi bir fırsat olsa gerek. Öte yandan tüm bu kısıtlı algılayış ve büyüleyiciliğin (mysterium facinans) - burada kendi aksini nehirde ilk defa gören bir kimsenin bu fiziksel doğa olayının görsel karşılığından büyüleneceğini varsayıyorum - aşkıncı bir bakış açısından yoksun bir bağlamda, Eliade’nin deyişiyle modern, kutsal-dışı, insandaki karşılığı beraberinde anlamdan kopmalar ve yabancılaşmayı doğurmaya çok müsait görünüyor. Kosmos’un modern zamanlardaki yeniden üretimi modernizmle birlikte, artık kutsal bağlamını geleneğin sınırlı hatırası ve bilinç dışına kısmen devretmiş durumda.
Imago Mundi’nin zaman içerisinde kozmogoniden bağımsızlaşması, buna verilebilecek iyi örneklerden biri. Arkaik insanlarda görülen kozmos yaratım sürecinde kültüre ve tarihe bağlı olarak bariz değişiklikler gözlemlense de, aynı ihtiyacı karşılayan benzer kavram ve ritüellerin varlığı dikkat çekici olma özelliğini yitirmiyor. Üstelik bu uzamsal ve zamansal hiyerafonik postulatın varlığı yalnızca kutsal bir gereksinme değil aynı zamanda da topluluk ve bireyin dünyevi yaşantısının dinamiklerine pratik karşılıklar yarattığı bir kullanma klavuzu gibi de düşünülebilir. İki boyutlu düzlemde bir daire çizmek istediğimizi ve bu daireyi de kendi mikro evrenimizin kozmik imago mundi’si gibi düşünürsek, geometrik düzlemin tutarlığını sağlamak için tanımlanamaz ancak postulat olarak varlığı gerekli olan bir ilk noktaya ihtiyaç duyarız. İnsan konutu yahut daha büyük ölçekte köy ya da kent için bu “postulat nokta” hiyarefonik kökenlidir ve çoğu zaman axis mundi’ye karşılık gelir. Axis Mundi, dünyanın ekseni, gökler ile yer arasında bağlantı kurmaya yarar ve uzun süre gözlemlendiğinde mysterium facinans hissi dominasyonunda bir ganz andere olarak algılanan gökyüzünü, o sonsuz haşmetli kaotik boşluğu, yer ile bağlantı kurulduğu noktada artık yerleşmeye imkan tanıyan, adlandırılmış, kozmik bir uzama dönüştürür. Fakat kutsal olmayan, modern zamanların laik insanı için bu belirlenmiş kozmik alan, - tarihsel süreçte belki kozmogonin bir yeniden üretimi temeline uygun olarak ortaya çıkmış, kutsanmış ve iskan edilmiş ya da kutsal olan ile kutsal dışı olanı ayıran bir eşik olarak tanımlanmış olsa bile - uzay boşluğunda pratik bir mekan, içinde oturulan bir makine olmaktan öteye sıklıkla gidemez.
Adlandırılan, bilinen şey kaostan kosmosa evrilir ve axis mundi postulatının açtığı yolda kaostan kosmosa devşirilen uzamsal alan, kosmogoni miti yeniden üretilerek kutsanır ve kabul görür. Peki ya yukarıda bahsettiğim aşkıncı olmayan 21. yüzyıl bireyi için yaratım edimi bilinç düzeyinde bir inançla desteklenmediği takdirde aynı kutsal hissiyatı, dolayısıyla kutsalın tezahüründen edinilen sağaltımı sağlayabilir mi? Bilinç düzeyinde değilse bile farkında olunmayan bir takım alışkanlıklar nezdinde belki. Aşkıncı olamayan kültürelerde dahi içselleştirilmiş buna benzer ritüellerden yola çıkarak Sisifos Söyleni’nde Camus’nun tartıştığı uyumsuz ve aşkıncılık ikililiğini, aşkıncılığın yokluğunda intiharı da salt bir setoriyolojik seçenek olarak görmenin varoluş felsefesiyle çelişmesinden (öz ölmeye niyetlense dahi varoluş özden önce gelir) dolayı elimizde kalan son seçenek yani “Absürd Kahraman”, kozmogoninin protogonisti olarak kendini var eder. Modern insanın bilimsel bilgi odaklı paradigmasından bakacak olursak, tüm bu süreç Camus’nun önermesini de esneterek “Çift Yarık” deneyi ile ilişkilendirilerek bambaşka bir nitelik kazanmaya aday olacaktır. Bu denemede yapmaya çalışacağım şey tam da bu olacak.
Uyumsuz ve kutsal aynı köke dayanır. Ölüme dair farkındalığın bu bahsi geçen iki yapıyı farklı kronolojik noktalarda gerekli kılmış ve tanımlamış olması muhtemeldir. Öleceğinin bilincinde her gün aynı döngüyü yineleyip duran modern birey, yaşamın manasızlığı ve nafile döngüselliğini nasıl adlandırıp var edebileceğini bilemediğinde, ya da şeyleri normatif kisveden sıyırıp olduğu gibi yorumladığında, uyumsuz(absürd) ortaya çıkar. Benzer bir biçimde ölümle karışlaşma pek çok kültürde hiyerofanik ögelerle sıkı dirsek temasındadır. Mezarlıklar, kutsal uzam, çevrilmiş bir kosmos, ölümden sonra bir dinlenme yeri; yahut mezar taşları kendi içlerinde birer axis mundi olarak tanımlanabilir. Ölümden sonrası ve doğumdan öncesi bilinmeyen, adlandırılamayan ,mysterium tremendus mahiyetinde korkulan bir kutsal dışı zamandır. Kendine dair sınırlı bilgisi “ben” neticesinde kendini var eden bir bilinçten ibaret olan bu kibirli memeli, doğal olarak bilincinin hiç var olmadığı ya da gelecekte var olamayacağı, yani aslında kutsanmamış, adlandırılamayan, bilinmeyen o zamanı tahayyül etmekten acizdir. Topluluklar olarak yaratılış mitlerine, cennet cehennem hikayelerine, anlatılagelen hiyerofani birikimine böylesine fanatik bağlılığımızın, ölümün kaçınılmaz varlığı ile yadsınamayacak bir ilişki içinde olduğu kanaatindeyim.
Ölüm çok anlaşılır ve temel bir örnek olduğu için verdim fakat aslında adlandıramadığımız her türlü doğal süreç için yukarıda söylediklerim tekrarlanabilir. Ağır hastalıkların ya da epilepsi ataklarının da kutsala işaret ettiğinin düşünüldüğü olmuştur örneğin. Daha mikro ölçekte düşünmek mümkün olacaksa, pek çok tek tanrılı dinin temellelendirilmesinde başvurulan yöntemlerden biri olan myterium facsinans’ın dillendirilmesi(“yumurtaya can veren yüce rabbim!”) de yine insanın sınırlı algısından ileri gelir. Rüya denen fenomenin biyolojik olarak nasıl işlediğini ya da ölümün provası gibi algılanabilecek “uyuma” eyleminin dinamiklerini anlamakta bilim hala yüzde yüz netleşebilmiş değil. Uçsuz bucaksız doğada,; hortum, şimşek, topraktan filizlenen bir tohum ya bir canlının gözlerinde yaşamın ışığının sönüp gittiğini görmek gibi haşmetli(majestic) doğa olayları, bir kutsala bağlanmam için yeterli bir sebeptir. Karşısında ürktüğüm, yakından bakamadığım, dehşete düştüğüm ama bir yandan da büyülendiğim bu fenomenleri tanrıların uzantıları olarak yorumlamam hiç şaşırtıcı değildir. Şimdi bir de uyumsuz kahraman olarak kendini var etmeye çabalayan bir modern zaman bilimcisinin yakın geçmişte keşfettiği bir fenomene yakından bakalım.
Bir levha üzerine açılmış iki eşdeğer yarık düşünelim. Bu yarıkların bulunduğu levhadan belli bir uzaklıkta ve levhalaya paralel yerleştirilmiş bir engel olsun. Engel oluşturan düzlem ışığı ve maddeyi geçirmeyen yapıda olup, deney düzeneğindeki levhanın üzerindeki çift yarığın ikisine de eşit uzaklıkta konumlandırılsın. Yarıkların önünden, yarıklardan geçebilecek ufaklıkta madde parçalarını sıktığımızda(bir tabancadan ateş eder gibi) yarıkların paralelindeki engelin ön yüzeyinde yarıklar ile aynı şekle sahip iki izdüşüm görürüz. Thomas Young, kendini adını taşıyan Young düzeneği ile madde değil de güneş ışığını aynı deneye tabii tutarak, ışık dalgalarının yarıklardan geçerken tepe noktaları ve başlangıç noktalarını nötürlediğini, böylelikle izdüşüm düzeneğinin üzerinde maddesel yapıdaki parçacıkların oluşturduğu gibi iki paralel yapı değil de eşit aralıklarla tekrarlanan bir girişim modeli gözlemledi. Bu, su dalgalarının ya da ses dalgalarının benzer bir düzenekte gözlemlenebileceği bir yapı olup; deney, ışığın dalga yapısında olduğu önermesine ulaşıyordu. Buraya kadar norm dışı bir şey yok, asıl gariplik aynı düzenek Clauss Jönsson tarafından 1961’de elektronlar ile yeniden canlandırıldığında ortaya çıkıyor. Parçacığın gözlemlenebilen en küçük parçası olan elektronları bu düzeneğe tabii tutmadan evvel, parçaçık yapıda olduklarına neredeyse emindik. Oysa, elektronlarla aynı deney tekrarlandığında, engel teşkil eden düzenek üzerinde madde ile yapılan deneyde gözlemlendiği gibi iki paralel izdüşüm  modeli gözlemlenmesi beklenirken, dalgada olduğu gibi bir girişim modeli gözlemleniyor. Maddesel olarak görebildiğimiz elektronun böyle bir model yaratabilmesi için yarıklardan hem geçiyor hem de geçmiyor olması gerekir. Yani olası tüm ihtimaller, potansiyeller dalgası formunda tezahür ediyor olması… Fakat yarıkların yakınlarına mikro ölçekte birer ölçüm cihazı yerleştirilip elektronların hangi yarıktan geçtiği gözlemlenmek istendiğinde, işte o zaman, elektronlar madde gibi davranıp ikili izdüşüm modeli ortaya çıkarıyor. Yani düzenekte gözlemcinin olup olmayışına göre, cansız bir er modus olarak bildiğimiz elektronlar, dalga formunda mı yoksa madde formunda mı haraket edeceğine karar veriyor. İşte bu, rasyonel aklın sekteye uğradığı, adlandırma mekanizmamızın yetersiz geldiği,  hem majetas hem tremendum hem de mysterium facsinans dinamiklerini aynı anda barından bir nokta. İşte bu, ganz andereler topluluğunu kurallı analitik ve kümülatif bir algılama ve sınıflandırma disiplini haline getirme işlevi görmüş pozitif bilimlerin, arayışı sürecinde yeni bir ganz andere ile karşılaştığı yer!
Bu deneyin sonucunda Camus’nün önerdiği gibi bir uyumsuzun yaratımından bahsedebiliriz. Modern dünya dinamiklerinde Sisifos’tan tek farkı bu döngünün sonsuza dek süregelmeyeceği varsayımı sayesinde umutlanabilmek olan uyumsuz birey, açık bırakılan bu umut kapısı sayesinde motivasyonunu yeniden üretebilir ve aşıkıncılık yahut intihar tuzaklarına düşmeden kendi varoluşu çerçevesinde uyumsuz bir kahraman olarak (absurd hero) kendini var edebilir diyelim. Jönsson’un deneyinin açıkça ortaya koyduğuna göre, en küçük parçacık olarak bildiğimiz elektron aslında bir potansiyeller dalgası olarak da yorumlanabilir. Bu, parçacıklardan meydana gelen evrende her ihtimalin her anda gerçekleşebileceğini mümkün kılan bir önermedir. Buradan yola çıkarak şöyle bir soru sormak isterim: “Bambaşka türde” bir şeyin, ganz anderenin, bizim doğal dünyamızın parçası olan nesnelerde tezahürü hiyerofani olarak adlandırılabilirse, bilim kurgu hikayelerinde görmeye alışık olduğumuz boyutlar arasılık, ışık hızında zaman ve uzamı kesintiye uğratan yolculuklar ve yahut uzaylı istilaları gibi şeyler, o hikayenin geçtiği diyajetik evrende bir hiyerofani sayılabilir mi?
Yanıt evetse, elektronların potansiyeller dalgaları olarak tanımlanabileceği sonsuz ihtimaller düzleminde, uyumsuzun ganz andere ile karşılaşmasında, kendini “uyumsuz kahramana” evriltebilme ihtimalinin devam edebileceğini iddia ediyorum. Böylelikle belki Camus’nün “Sisifos’u mutlu hayal edebiliriz” derken kastettiği şey, fiziksel evrende de mümkün olabilir. Zira adlandırmayı yaptığımız boyut, yani zihnimizdeki potansiyeller dalgaları, elektriksel bağlantılar bütünü, aslında elektronun gözlemlenmediği zamanlardaki davranış yapısına benzer hareket eder. Yani adlandırmaktan kaçınmadığımız takdirde, her düşünce “kosmos” yaratabilir. Zira, şeylerin yalnız adı var ve ad evdir.
Umut Tugay Temel
*İlhan Berk / Dün Dağlarda Dolaştım  Evde Yoktum
4 notes · View notes