#direnebilmek
Explore tagged Tumblr posts
breatth · 1 year ago
Text
Tumblr media
bir zamanlar direnebilmek anlamlıydı...
61 notes · View notes
yaraliruhlarsemti · 1 year ago
Text
Tumblr media
28.10✨️🌸🥹💖 hoş gelmiş ol yeni yaşım,belki de yeni hayatım kendime müsaadenizle buradan birkaç şey söylemek istiyorum.. çok zor dönemler oldu geride bıraktığımız bu yolda,çok düştük kendi halimize kalkmaya çalıştık yapamadık çok ağladık,hastalandık ama sonunda bir şekilde iyileştik ve ayağa kalktık ufaklık ben hiç tam olarak büyüdüğümü hissetmedim,hala her şeye ağlayan o küçük kızım sanki ama hayatıma giren herkes ne kadar olgun olduğumdan bahseder durup düşünmeye değer bir cümle oldu benim için.. bir yerlerde çok zor şeyler yaşayan bir çok insan var kimsenin elinden tutmadığı,dilinden derdinden anlamadığı bir çok insan var hoş burası dünya ufaklık .. bu sene en zorlandığım yaslarımdan biriydi ama aynı zamanda en çok güldüğüm,en mantıklı hareket ettiğim , kendimi toparlamaya çalıştığım dönemlerden biriydi. Hayatıma giren o denli güzel insanlar oldu ki varlıkları kalbimde hiç solmayacak bir çiçek benim için mesela sırtımdan elini eksik etmeyeceğinden emin olduğum karanfil çiçeğim ✨️ okuduğunda eminim anlayacaktır iyi ki.. etiket koymak istemedim ki kimsenin gönlü kalmasın çünkü burada tanıdığım bir çok insan var hepsi için çokça iyi ki! Var olun✨️ hayattan beklentin sadece güzel ahlak olsun ufaklık dön dolaş sadece Rabbine sığın senin ondan başka kimsen yok durup baktığında her daim gidip ağladığın tek kişi Rabbin✨️ onu razı edebilmek için her zaman çabala tek gayen bu olsun. Ve Rabbinin elçisi biricik Muhammet Mustafa'ya layık bir ümmet olabilmek... hayalini kurduğun sahabeleri görebilmek. Hazreti Ömer'le bir çift kelam edebilmek... çok yolun var öğrenmen gereken çok şey var ama adım atıyorsun öylece beklemiyorsun biliyorum düzeleceğiz ve bunlara sahip olabilmek için elimizden geleni yapacağız.. yine on sene evvel aldığın en güzel hediyeyi o mavi saati koluna birkaç dakikalık tak ve geçmişi yad et seni çok seviyorum seni en çok ben ağlatsam, ben kırsam ben yıksam da.. yıkılmak dağılmak insana mahsus bir özelliktir ufaklık,önemli olan direnebilmek toparlayabilmek. Aklını yiyip bitiren o konuyu yeni yaşında belki de yeni hayatında yenip bir kenara koyabilmen duasıyla🌱 iyi ki doğdun!
13 notes · View notes
dramatik-buluntular · 2 months ago
Note
Haklısın abi bu dünyaya direnebilmek için bir şeyler yapmak lazım. Ben de yazıyorum yıllardan bu yana. Hiç yayınlanmadı ama alfabelere konuşmak huy oldu işte. Kolaylıklar dilerim, tez zamanda eserlerini okuyabilmek umuduyla abi.
Teşekkürler kardeşim, biz de yayınlıyoruz ama üç beş kişi okuyor, o kadar.
0 notes
sarikoyden · 2 months ago
Text
Ruh tedavisi
Uçurtmayı uçuran rüzgar değil rüzgâra direncidir. İnsanın hayatı da tıpkı bir uçurtma gibi dirençtir.Bize bir ip gerek Beden sağlığı gibi. Bir gövde, bir kuyruk denge gerek ruh sağlığı gibi. Her ikisininde sağlıklı olması önemli günlük hayatın zorluklarına direnebilmek için.Bedende sağlıklı kalmak lafla, Ruhun sağlıklı kalması müzik terapisi ile olmuyor. Gördük görüyoruz etrafımızda.Düşünmek…
0 notes
seslimeram · 3 years ago
Text
Direnme Meseli
Tumblr media
Başkalaşmış bir ülke tahayyülü dört bir yanda hemen her gün güncelleniyor. Devamlılığı sağlama alınmış olan kötülük / fasık hallerle bir menzil başkalaşıp dibine doğru karanın, en karanlığın ta kendisine afaki bir biçimde dönüşüyor. Baş amir, baş faşist ile onlarla bir biçimde hareket eden avenelerinin mutlak sabit olarak güncellediği her eylem bu değişen, başkalaşan yerin katran karanlığındaki seyrüseferini sunar. Durmak yok, yola devam hali, bahsinin nasıl bir istikamet belirteci olduğu dahası kötülüğün her nasıl yeknesak bir tasvir ya da tasavvur olarak yekten herkese pay edildiği ortaya çıkar. Bir biçimde yirmi yılda ol cerahatin, cürüm ve dahi kötülüğün ta kendisinden medet umulan yer gerçek olur. Bir yer, bir ülke tahayyülü zehirlenirken cürmün, fecaat dolu bir baskıcılığın yolu / rotası belirgin kılınır.
Faşizmin göndere çekildiği yerde olmakta olan biçimsizleştirme duraksamadan bir yergi ve yaftayı ve cürmü sahiplenmektedir. İçinde kalakaldığımız menzilin hakikati bütün bu bariz tahayyüllerin birlikteliğidir. Hayat sıradan insanın elinden çalınandır. Bütünüyle bu sahnenin çökertme menzili kılınmasının sacayakları tamamlanmaya devam olunandır. Ol yirmi yıllık iktidar pratiğinin taşıdığı yer, bariz bir ucubeliğin ta kendisidir. Hain, mihrak, düşman, kin kusulacak öteki, hınç alınacak hedef arayıp bularak, her gün birisini bu hale o doğrultuda nefret temsiliyle bir başına bırakarak / onu yem ederek bir ülke dönüşümü var edilir.
Kötülük mefhumu güncellenirken, hayatta gündelik yaşam akdinin kökünden yıkımı ve hiç olmadığı kadar ağır yıkımlara terki güncellenir. Böyle biteviye bir ardışık hallerin toplamında cerahat kutsanırken, kutsal denilen devletin pratikleri daha büyük, daha kalıcı ve keskin yıkımları inşa etmektedir. Ekonomik çökertmenin, Covid19 gibi bir salgının tam da orta yerinde türetilen “önemsizmiş” abi çıkarsamalarının, devlet baki kalsın da isterse can çıksın denilerek gidilen istikametteki üç / dört günlük doğal gaz kesintilerin emekçiye yüklediği zorlu şartlar vesaire konuşturulmak istenmez. Demokrasi ediminin bir hiç kılınmasındaki ol cerahatli tavır, İstanbul’u esir alan kar, kış kıyamette dahi imamoğlu karşısında bir propaganda malzemesine dönüştürülür. Bütün, hep birlikte bir çürümenin ta kendisinindir artık. Olmuş, var edilmiş olan siyasal omurgasızlık, doğrudan nefret siyaseti aralıksız kinle birlikte bir ülkedeki sıradanın çöküşü konuşturulmaz. Sıradana denk gelen, getirilen vahamet söz konusu edilmez, bunlardır başkalaşmış ülkenin hakikati.
Yeni Yaşam Gazetesinden aktaralım: “Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Ankara Şubesi, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın “Grip olan vatandaşlarımızın sayısını günlük olarak ilan etsek benzer manzaralarla karşılaşırız” sözlerine tepki gösterdi.
Şubeden yapılan açıklama, “Bakan ‘bu ölümlere alışın’ demeye çalışıyor” denildi.
Bakan Koca, sosyal medya hesabında, “Artan vaka sayıları konusunda, -Sağlık Bakanınız olarak yüksek sesle söylüyorum- endişe etmeyiniz. Hastalık eski günlerindeki gücünde değil. Grip olan vatandaşlarımızın sayısını ilan etsek benzer manzaralarla karşılaşırız. Müsterih olunuz” paylaşımını yapmıştı.
SES Ankara Şubesi, Bakan Koca’nın bu paylaşımına bugün yaptığı yazılı açıklamayla tepki gösterdi. SES Ankara Şube’nin açıklaması şöyle:
“Bakan, ‘Gripten, bugün açıklanan Covid kaynaklı ölümlerden daha fazla kişi ölüyor’ diyor. 2022 yılında ölümler 150’nin üstünde seyrederken 2020 yılında günlük ortalama açıklanan ölüm sayısı 75’ti. Bakanın açıklamaları ya o dönemki verilerin bizlerin ifade ettiği gibi gizlendiğinin itirafı ya da Bakan ‘bu ölümlere alışın’ demeye çalışıyor.”
Devamlılığı sağlama alınmış olagelen kötülüğün her nasıl yaşamı dönüştürdüğüne şu tek haber metni dahi yeterlidir. Bu satırların yazarının da geçtiğimiz hafta boyunca çektiği ol Omicron varyantının var ettiği tahribat, açtığı yara ortadayken muktedirin eli kanlı temsili olarak sermayeden transfer ettiği bakan efendinin grip gibi hafif bir hastalık tahayyülünü her ne yana koyabiliriz. İnsan hayatının her dem ucuz kılındığı, lakin Covid19 salgınında o iki sene boyunca artık tastamam hekimlerin de yurttaşların da bir başlarına terk edildiği yer / ülke gerçek kılınır. Böyle patavatsızca, baş amirin direktifleri doğrultusunda kezzap kıvamından, ne olduğu belirsiz bir yerli aşı propagandasının kıyısında her gün aşağı yukarı yüz insanın canı yiterken ne dert edilecektir sahiden de? Çürümüşlüğün artık sınır, somut bir sonu bırakılmadığı yerde, muktedir ve avenesinin elinde sağlık da imtiyazlılara özel bir hak kılınırken, gündelik telaşın ortasında nefes alması bile mücadeleyle var olan sıradan insanların hayat hakkı ne olacaktır? Dahası bugün Omicron yarın bambaşka bir varyantın yayılımı sırasında da bu hakir görü, umursamaz ve vurdumduymazlık hangi yaraya merhem olacaktır! Yazının başından bu yana zikrettiğimiz dönüşümün sureti de mi bir şeyler anlatmıyor, her şey bunca ortadayken yol nereyedir sahiden?
Sendika.org’tan aktaralım: “Son süreçte gelen zamlara karşı Kocamustafapaşa Meydanı’nda buluşan Fatih Dayanışması, basın açıklaması yapmak isteyince polis saldırdı. Slogan atılmasına ve alkışlanmasına engel olmaya çalışan polis, eylem için hazırlanan pankartı da yırttı. Polisin provokatif saldırısına rağmen Fatih Dayanışması’ndan yurttaşların kararlılığıyla meydanda basın açıklaması yapıldı.
Açıklamada önce polisin uyguladığı şiddete tepki gösterildi. Polisin saldırısının, iktidarın gittikçe yoksullaşan halka olan düşmanca tavrının bir yansıması olduğu ifade edildi. Son dönemde yapılan zamlar ve yıl sonuna kadar enflasyon beklentisinin giderek yükselmesinin asgari ücrete yapılan yüzde 50 zammın giderek anlamsızlaştığı vurgulandı. “Şubat ayında biz ne yapacağız, peki Mart’ta ne yapacağız? Nisan’da nasıl geçineceğiz?” diye soran Fatih Dayanışması, emekçi dostu bir anlayışın yaşamın tamamına hakim olmadan hiçbir şeyin değişmeyeceğini belirtti.
Mehmet Cengiz’in ve yandaş müteahhitlerin silinen vergi borçlarına, verilen teşviklere, işveren prim desteklerine değinilen açıklamada en temel ihtiyaçların bu kadar zamlanmasına tepki gösterildi.
“Biz bu faturaları ödemek istemiyoruz. Bu faturaları Cengiz ödesin, zenginler ödesin” diyen Fatih Dayanışması, faturaları yaktı.”
Başkalaşmış bir ülke tahayyülü dört bir yanda hemen her gün güncelleniyor. Bütünüyle o Fatih Dayanışmasının bildirmeye çalıştığı bir memleket sathında yaşamın her nasıl un ufak kılındığının da cesaretli bir ifşasıdır. Geçtiğimiz yıldan bu yana ister dolar bazında, ister liranın alım gücü olsun her anlamda eksiyi görmüş, asrın liderinin tevazu gösterip(!) son elli yılın en büyük asgari ücret zammını var ettik derken çıkagelen katran karanlığına dair bir yeter artık nidasıdır var edilen! 100 Liralık elektrik faturasının 450 liraya, 450 lira civarındaki doğal gaz faturasının 1000 lira sınırlarına demirlediği bir uzamda halkın cebine giren her kuruşun gerisin geriye gasp edilmesinin hikayesi yaşatılmaktadır. Arasız, fasılasız bir ülke tahayyülü dönüştürülürken yaşama idesi çürümeye yüz tutturulur. Artık aleni bir biçimde yıkım takdim olunur. Pay edilmiş her şey, müştereklerimizden çalınan her kuruş, gasp edilmiş her hakla birlikte o yıkım da sıradana, bunu da sineye çekersiniz denilerek iteklenir. Dosdoğru bir karanlığın istikametinde hayat nüvesi alaşağı edilendir.
Batuhan Batan'ın İleri Haber'de yayınlanmış haberini aktaralım: "Farplast'ta 19 Ocak'ta başlayan eylem süreci, bu sabah saatlerinde 108 işçinin gözaltına alınması ile devam etti. Sendikal mücadele veren taşeron işçilerin bağlı bulunduğu 8 şirket ise MHP'li Orçun Peker ismi üzerine kayıtlı çıktı.
Kocaeli'nin Dilovası bölgesinde bulunan Farplas Otomotiv fabrikasında 19 Ocak'ta açıklanan zammın yetersiz olduğunu vurgulayarak harekete geçen işçiler, iş durdurma kararı almış ve sendikalarda örgütlenmeye başlamıştı. İşçiler tarafından sağlanan birlik sonrası Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'ndan yetki belgesi de alınmış ancak iş durduran 150 kadar işçi Kod-29 ile işten çıkarılmıştı.
Sendikal hakları için mücadele eden işçiler dün gece kendilerini fabrikaya kilitlerken, zam talaplerini ve işten çıkarılan arkadaşlarının geri alınması taleplerini dile getirdi. Sabah saatlerine kadar fabrikada eylemlerine devam eden yaklaşık 108 işçi, polisler tarafından gözaltına alındı.
"Mavi yaka" olarak nitelendirilen yaklaşık bin 300 üretim işçisinin çalıştığı fabrika taşeronlara bölünürken, 8 farklı taşeron şirket fabrika bünyesinde bulunuyor. İşçilerin aynı zamanda 3 farklı iş koluna bölünmesine rağmen sendikaların ortak hareketiyle birlikte neredeyse tüm taşeronlarda çoğunluk yakalandı. Bakanlık tarafından 5 taşerona yetki belgesi verilirken, 2 taşeronda çoğunluğa ulaşılamadı. Kalan bir taşeronda ise çoğunluk sağlanmış olmasına rağmen sendikanın "yetkisi" olmaması nedeniyle bakanlıktan belge alınamadı.
Sözü geçen 8 farklı taşeron şirket ise tek bir adreste kayıtlı gözüküyor. Ticaret Sicili Gazetesi'nde yer alan bilgilere göre bu şirketlerin tamamında eski MHP İstanbul İl Yönetim Kurulu üyesi ve Avukat Orçun Peker ortak konumunda ve taşeron şirketlerin adresi ile Peker Hukuk Bürosu aynı adreste bulunuyor.
Tek adrese kayıtlı birden çok taşeron şirketin yer almasına ilşkin değerlendirmelerde bulunan İş Hukukçusu-Avukat Pınar Dinç ise hukuk dışı bir durum olmadığını belirterek, "Adresle ilgili yasal olmayan bir şey yok. Bu şirketler resmiyette var olan şirketler, kayıtları var. Bunların adresleri aynı oluyor. Hepsine aynı insan kaynakları bakıyor, hepsinin patronları aynı" ifadelerini kullandı.
Hukuk dışı bir durum olmasa da sıkça uygulanan bir yöntem olduğunu belirten Dinç, "Bunu neden yapıyorlar. Kıdem süresini bölmek için yapabilirler. 30'dan çok işçi çalışan yerlerde iş güvencesi olur. Bu ne demek. 30'dan çok işçi çalışan bir iş yerindeyseniz ve seni işten atmışlarsa çıktığında işe iade davası açma şansın olur. 30'u aşağı indirmek şirketler arası geçiş yapılabilir. A şirketinde 20, B şirketinde 10 kişi çalıştırılır. Bir sendikal faaliyet söz konusuysa uygulanabilir. İş kolu barajı aşılmıştır, iş yeri barajı aşılmaya çalışıyordur. Bunu bölmek için de yapılır" ifadelerini kullandı.
Uygulamaların hukuken olanaklı olmasına rağmen "muvazaalı ilişki" olarak değerlendirildiğini belirten Avukat Dinç, "Yani ne demek bu. Kanunda var olan bir hakkın kullanılmasını engellemek için aslında kağıt üstünde uygun ama gerçekte niyeti başka olan, arka planda başka sebepler olan kanunun dolanması. Gerçek olmayan bir ilişki kurulması gibi düşünebilirsiniz" şeklinde konuştu.
Bu yöntemlerin uygulanmasında uzun süren davaların etkili olduğunu belirten Dinç, işçilerin uzun süren davalar nedeniyle yaşadığı çekinceleri de dile getirdi.”
Emek mücadelesinin tarumar olunmasına en net örneklerden birisidir şu yukarıdaki birkaç satır ile çıkagelen. Hak kavramının yerle bir olunmasının yanı sıra, bir de itiraz hakkını var eden insanların gözaltına alındıkları düzlemdir ol yeni Türkiye dedikleri sahne. Her hal ve şartta öteki addedilen insanların asgari bir müşterek hak olan sendikalaşma istemi zorla / darp edilerek alt edilmek istenir. İktidara sırtını dayamış olan zümrenin kötülüğü, o karanlıktan güç aldığını zanneden patronajın kolluk ile var ettiği şiddet bütün kavramların en başta da insan hakkının çöpe basıldığını, itiraz etmenin ihtimal dışına sevk olunduğu bir zemini göstere gelir. Bir fabrika dolusu insanın var ettiği isyana meramın ortaya çıkarttığı yegane gerçeklik karanlığın dibine rehin edilmiş, gasp edilen haklarla birlikte bir süreğen itaate mahkum ülkeyi bildiriyor. İyi de bu zorbalıklarla yol nereyedir sahi ama sahiden?
Bugün yirmi birinci yüzyıl güncesi içerisinde doğrudan bunca afaki nefret ile kötülüğün birbirine yakın kılındığı bir uzamda ortaya serilenler bu ülkenin demokrasiyle olan mücadelesinin de suretidir. Koca bir asırda bir türlü işlevselliği var edilememiş hiç ama hiçbir türlü sıradana rast getirilmemiş olagelen bir demokrasi tahayyülünün sonuna ulaşmak çabasına düşülür. Köküne kibrit suyu dökülmüş olanın hak, hukuk, adalet ve tüm bunları kapsayan bir özgürlüklerin toplamı olduğu meydana çıkar. Zorbalık rejiminin tam ve eksiksiz kıldığı, yegane ayrışmaz olarak günceye dahil ettiği her şey bir fecaat temsili her durum bir yıkım döngüsünün bir başka aparatıdır. Yıkımlar bina ediliyor eksik gedik olmaksızın. Sıradan insanlarınsa elinde direnmek dışında herhangi bir seçenek kalmadığı gün yüzü buluyor artık. Emin olduğumuz şey şu raddede her türden, her anlamda kuşatma karşısında direnişin de elzemliliğidir.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Fatih Dayanışması Eyleminden – Siyasi Haber
0 notes
evreninsoncagrisi · 3 years ago
Text
Belki sen, belki ben, ya da hiç var olmamış bizler…Sahiden bu satırları okumak için mi hazırdık karanlığa, yoksa aniden direnebilmek üzere mi göğüs gerdik yarınlara? Bizler, satır satır anlatılabilecek bir konudan ibaret değildik sadece. Umudun varlığını kanıtlamaya ihtiyaç duymayan zihinlerimizin eseriydi bu cümleler…
Şu an yazıyorum, sonsuzluğa hitaben yazıyorum, belki hiçliğe, belki de boşluğun kaçınılmaz gazabına armağan ediyorum bu sözleri. İnsan olmama yazıyorum, kendime ve bize yazıyorum, umutlarımızın tükendiği dönemlerin hatırına yazıyorum. Anlamsızlığa anlam yükleyen ben, ve ne dediğimi anlamak istemeyecek sana yazıyorum…
Kendimi bazen yazdığım cümlelerin karmaşıklığında kaybolurken buluyorum. Adeta ele geçiriyor aklımda dolanan melodileri, düşüncelerimi parçalamaya başlıyor anlam karmaşaları. Aklıma aniden “hayat” geliyor, hayatın anlamını bildiğimi sanıyorum, lakin bilmediğimi gayet iyi anımsıyorum. Kendi kendime soruyorum: “Hayat, karmaşanın ta kendisi değil midir?” diyerek iç çekiyorum yıldızlara ve sönen aya doğru…
Birazdan uyuyacağımı tahmin ediyorum, iyi hayatlar sana, iyi gelecekler bize, iyi geceler herkese ve umutlu yarınlar hepimize…
3 notes · View notes
leprossy · 4 years ago
Text
fa(r)ther
senin hatırandan vazgeçmemek için tozlu sayfaların seni sakladığı için nefesimi tutup hatırlıyorum seni demek için annemi bırakıp terk etmemek için açtığın tüm parantezleri kapamak için ılık rüzgarları tek ıslıkla harcadığın için şehrimin denizinde boğulmamak için her gece rüyalarımda tekrar vurduğun için kalemimdeki kağıt kesikleri olduğun için penceremdeki yansımanın irkilttiği için silüetinin kanımı dondurduğu için bir de ahını almamak için çünkü sana vardığım için yanında durup geceleri yetim kalmamak için kaygılarımın tükenmediği için ya da dönüp başımı buğulu gözlerine bakmamak için yıkılırken önüme sevdiğimi katmamak için öldüğüm zaman yaşamadığımı anlamamak için hisseden yanımı dizginleyebilmek için sokak lambaları gibi sessizleşmek için adını duyunca kopup gitmemek için okşa diye saçlarımı uzattığım için uzaklara dalıp dalıp gittiğim için içime akıp gözümdeki yaş olmaman için seninle tavaf edebileceğimiz şehri talan ettiğin için halıdaki cam kırıklarını bana toplattığın için verandaya koyduğum sümbülleri sulamadığın için uyuyakaldığımda üstümü örtmediğin için ve de seni herkesten üç yıldır saklamak için duvarlara bile anlatmamak için teşhisinin manik depresif olduğu için yalnızlığın ezgisini ezberlettiğin için aralı kapılardaki cereyan olduğun için sabrımın son kırıntılarını yediğin için bitirdiğin mevsimlerin bende iz yaptığı için sabahın altısında seni hatırlamak için gecenin ikisi şehir merkezinde dağılmamak için otoparkta oturup boşluğa bağırmak için seni aradıkça yolların çıkmaza çıktığı için evin yolunu unuttuğum için artık sezen aksu dinleyemediğim için yitirdiğim heyecanların sebebi olduğun için birimiz sevse ikimiz olacağımız için buruşuk kağıtlara senden bahsettiğim için tül perdenin içerisini dışarısından ağır yaptığın için senin yerine sevdiğim eve küstüğüm için üstünde uyuduğun kanepeyi sattığım için düzensiz adımlarla yürüdüğüm için elimden tut diye bağcıklarımı düğümlemediğim için kapımı kapayıp haykırışlarını dinlemek için tenhalardaki serzenişlerini duymak için yanağındaki ateş dikeninin açıp durduğu için kör kuyularda merdivensiz bıraktığın için uyku haplarıyla inatlaşmak için kapanmayan yaraları ezmek için avucundaki oyuk uçurumlara ittirdiğin için yıllarımı taşımaktan yorduğun için sararmış kağıt parçalarını ıslattığım için duymayan kulaklarına şiirler okuduğum için bulduğum her parçayı kaybettiğin için kabusları uyanıkken görmek için ansızın sessizleşen kalp atışlarını anmamak için sırtımın senin beddualarını taşıdığı için rüzgar ekip fırtına biçtiğim için her adımın fırça darbesi olduğu için günlerden şubat olmasını takvimlerin kaldıramadığı için karaladığın cümlelere nokta koyduğum için aklımda omzundaki kirli bezi esir yaptığım için bu sabah doğmayan güneşin kalbimde battığı için kırılmayan inançlarıma artık gevşek tutunduğum için elinde ortadan ikiye yırtılmış defterimi tuttuğun için günlerin silinip gittiği ya da dünlerin birikip durduğu için yokluğunun beni büyüttüğü için tek servetimin sensizlik olduğu için kendi yarattığım dünyada hapis olduğum için çayla gelen iki küp şekerin seni anımsattığı için sözlerimin kan çanağına döndüğü için kurak köşemde seraplarını izlediğim için ölüm döşeğinde beni aramadığın için duymadığım selânın çorak ruhuma dokunduğu için toprakların artık sen koktuğu için sana demek istediklerimi diyemediğim için seni unuttum hikayeler yazsam bile seni unuttum adını ansam bile seni unuttum gözünün rengini bile bile unuttum seni kokunu bilerek seni unutabilmek senin deli konuşmalarını dinleyip sonra bırakıp gitmek seni perşembe günü sol yanımdan çıkarabilmek en zoru da fotoğraflarına dalıp direnebilmek son kez gördüğümü duyduğumu dokunduğumu bilmemek ki perşembe günü seni sol yanımdan çıkardım attım ve kokunu bilerek seni unuttum artık senin nasırlı ellerine değip sonra çekip gidip korktuğum simanı bile çizebiliyorum artık
1 note · View note
edebiyatsoylesileri · 4 years ago
Text
Ernest Hemingway / Silahlara Veda'nın sonunu 39 kez yazdım
Tumblr media
1954 yılında George Plimpton'ın sorularını yanıtlayan Hemingway “Bir yazarın yüreğinde sağlam bir bok algılayıcısı bulunmalıdır” diyor...
Kendinizi çok mutlu hisseder misiniz yazarken?
- Çok. Bir roman ya da bir öykü üstünde çalışıyorsam, her sabah, gün ağarırken masamın başına geçerim. O saatlerde pek kimse rahatsız etmez insanı. Hava serin ya da soğuk olsa bile, yazıya kendinizi kaptırdınız mı ister istemez ısınırsınız. Daha önce yazdıklarımı okumakla başlarım işe ve her bölümü, nasıl bağlanacağını bildiğim bir noktada kesmeyi adet edindiğim için, yazıyı nasıl sürdüreceğimi de bilirim. Kendinizi "dolu" hissetiğiniz sürece yazmaya devam edersiniz. Ne var ki, kalemi bıraktığınız anda, bütün söyleyeceklerinizi söylememiş olmanın, yani ertesi güne söyleyecek bir şeylerinizin kalmış olması şart. Tutalım ki sabahın altısında yazmaya koyuldunuz. Öğleye kadar sürebilir bu, ya da daha erken bir saatte masadan kalkabilirsiniz. Kalemi bıraktığınız anda içiniz boşalmıştır sanki; ama büsbütün bir boşalma değil bu, yeniden dolmaya başlayan bir boşluk gibi. Aynı şeyi sevdiğiniz bir insanla yattıktan sonra da duyarsınız. Tekrar işe koyuluncaya kadar hiçbir şey etkileyemez artık sizi, hiçbir şey sarsamaz, hiçbir şeyin önemi yoktur. Katlanılması en zor olan da bu: Ertesi güne kadar beklemek.
Yazı makinesinin başından kalktığınız zaman yapıtınızı aklınızdan çıkarabilir misiniz?
- Tabii. Ama bu da bir disiplin işidir ve ancak zamanla edinilir.
Bir gün önce yazdıklarınızı okurken yazının kimi bölümlerini yeniden kaleme alır mısınız? Yoksa iş bittikten sonra mı başlar bu düzeltme dönemi?
- Bir gün önce yazdığımı her sabah yeniden bir kez daha yazarım. Tabiî, yapıt bittikten sonra tümünü gözden geçirmek gerekir. Müsveddenizi başka birine daktilo ettiriyorsanız, daktilo edilmiş nüshayı okurken de düzeltmeler yapmak ve bazı bölümleri yeniden yazmak fırsatını bulursunuz. Son bir fırsat da provalardır.
Yeniden okumak yazıyı sürdürme isteği doğurur
Yeniden yazdığınız bölümler çok tutar mı?
- Belli olmaz. Silahlara Veda'nın sonunu, son sayfasını tam otuz dokuz kez yazdım.
Teknik bir sorun mu vardı? Neydi sizi durduran?
- Uygun sözcükleri bulmak.
Yazma isteğiniz, yazdıklarınızı tekrar okuduğunuz zaman mı gelir?
- Yeniden okumak yazıyı sürdürme isteğini doğurur, çünkü zaten o bölümü yazarken elinizden geldiğince iyi yazmaya çalışmışsınızdır.
Ama istek duymadığınız ya da içinizden gelmediği zamanlar olmaz mı?
- Olur tabiî. Ama, yazıyı nasıl sürdüreceğinizi bildiğiniz bir noktada kalemi bırakmışsanız işe tekrar koyulmak kolay olur. Çark dönmeye başladığı anda paçanızı kurtardınız demektir. İstek de, esin de nasıl olsa gelir.
Tumblr media
2 numaralı 7 kurşun kalem bir günlük çalışma için yeterli
Thornton Wilder yazarın çalışmaya koyulmasını kolaylaştıran birtakım yöntemlerden söz eder. Sizden duymuş, işe başlayabilmek için yirmi kurşun kalem açtığınızı söylemişsiniz.
- Yirmi kurşun kalemin yirmisine birden sahip olduğumu hiç hatırlamıyorum. İki numaralı yedi kurşun kalem bir günlük çalışma için yeterli.
En iyi çalıştığınız yerler neresi? Birçok kitabınızı orada yazdığınıza göre Ambos Mundos Oteli size uygun yerlerden biri olsa gerek. Yoksa çevrenin çalışmanız üzerinde herhangi bir etkisi yok mudur?
- Havana'daki Ambos Mundos Oteli çalışmaya çok elverişliydi. Ama hemen her yerde iyi çalışabilirim. Daha doğrusu, her koşul altında elimden gelenin en iyisi yapmaya çalışırım. Çalışmanın iki büyük düşmanı var: Telefon ve ziyaret.
İyi yazabilmek için duygusal denge gerekli mi? Ancak âşık olduğunuz zaman iyi yazabildiğinizi söylemiştiniz bir gün. Bu görüşünüzü biraz daha açıklayabilir misiniz?
- Bu ne biçim soru böyle! Ama iyi ettiniz bu konuyu açtınız. Rahatsız edilmedikçe ve araya giren olmadıkça her yerde ve her zaman yazı yazılabilir. Daha doğrusu kendinize karşı yeterince katı davranırsanız bunu başarabilirsiniz. Ama yazdıklarınızın en iyisi hiç şüphesiz âşıkken yazdıklarınızdır. Sizce bir sakıncası yoksa bu görüşümü daha fazla açıklamak istemiyorum.
Yazarlık yeteneğinin baş düşmanı kaygıdır
Peki, ya maddî güven? Geçerli bir yapıtın ortaya çıkmasına engel midir?
- Erken yaşta geçim sıkıntısından kurtulmuşsanız ve yaşamayı da yazı yazmak kadar seviyorsanız, sizi çeken şeylere karşı direnebilmek çok güçlü bir irade ister. Buna karşılık, yazı yazmak başlıca saplantınız ve hayattan beklediğiniz en büyük zevk haline gelmişse, ancak ölüm ayırabilir artık sizi yazarlıktan. Bu dönemde gelecek maddî refahın insana büyük bir yardımı olur ve geçim kaygısına düşmenizi önler. Yazarlık yeteneğinin baş düşmanı kaygıdır. Sağlık durumunun kötüye gitmesi de, kaygılanmanıza yol açtığı, kaygı da bilinçaltınızı tükettiği ve sizi güçsüzleştirdiği için, tehlikelidir.
Yazar olmaya ne zaman karar verdiniz? Bunu kesinlikle saptayabilir misiniz?
- Saptayamam, kendimi bildim bileli yazar olmak istemişimdir.
Philip Young, sizinle ilgili bir incelemede, 1918'de bir top mermisiyle yaralanmış olmanızın yazarlık kişiliğinizi büyük ölçüde etkilediğini ileri sürüyor. Hatırladığıma göre Madrit'te, Young'un bu iddiası üzerinde kısaca durmuş, havada bir söz olduğunu söylemiştiniz. Ayrıca, sanatçı yeteneğinin edinilmiş değil, kalıtımsal bir şey olduğunu da eklemiştiniz.
- Anlaşılan o yıl, yani Madrit'te bunları söylediğim sırada aklım pek başımda değilmiş. Lehime sayılabilecek bir tek nokta var: Young'un kitabından ve edebiyatta örselenme kuramından çok kısa söz etmiş olmam. Belki de, o yıl geçirdiğim iki beyin sarsıntısı ve kafatasımın çatlamış olması düşüncesizce konuşmama yol açmıştır. Yanılmıyorsam, insandaki hayal gücünden söz ederken, insan ırkının kalıtımsal bir deneyiminden kaynaklandığını söylemiştim. Beyin sarsıntısı geçirmiş bir insanın konuşması bu, başkaca hiçbir değeri yok. Onun için, yeni bir sarsıntıyla kendime gelene kadar bu konuyu bıraksak iyi olur. Tamam mı? Ama, o konuşmada sözünü ettiğim birçok dost ve tanıdığın adlarını açığa vurmadığınız için size gene de teşekkür borçluyum. Bir konuşmanın bütün tadı birtakım bilinmezleri aydınlatmasındadır, ama bu arada gelişigüzel söylenmiş sözleri de yazıya dökersek iş çığırından çıkar. Çünkü, bir sözün yazıya geçirilebilmesi için o sözü söyleyenin söylediğini savunabilecek durumda olması gerek. Belki de böyle konuşmamın nedeni buna gerçekten inanıp inanmadığımı anlamak içindi. Ortaya attığınız bu sorunla ilgili olarak diyebilirim ki, yaraların insan üzerindeki etkileri çok değişiktir. Kemiklerin kırılmasına yol açmayan yaralar pek önemli sayılamaz, hattâ kimi zaman insana bir güven bile verir. Buna karşılık sinirleri ve kemikleri zedeleyen yaraların edebiyatçılara hiçbir yararı yoktur... Hoş, hiç kimseye yararları olduğu da söylenemez ya!
Yazar olmak isteyen, cehenneme kadar yolum var diye işe başlamalı
Yazar olmak isteyen bir insan sizce nasıl bir zihinsel hazırlık içinde olmalı?
- Cehenneme kadar yolum var diyerek işe başlarsa iyi eder, çünkü iyi yazmanın ne kadar zor olduğunu kısa zamanda anlayacaktır. Sonra, kendine karşı acımasız olmalı ve ömrü boyunce elden geldiğince iyi yazmaya zorlamalı kendini. Hiç değilse, işe başlarken elinin altında hazır bir konu olur, cehennemde neler gördüğünü anlatır okuyucularına.
Peki, üniversite hocalığını seçenlere ne diyorsunuz? Öğretim kurumlarında çalışan bunca yazarın kendi yazarlık mesleklerini baltaladıkları kanısında mısınız? Yazarlıktan bir ödün vermiş sayılırlar mı?
- Ödünden ne anladığınıza bağlı bu. Kocasını aldatan kadın da bir bakıma ödün vermiş sayılmaz mı? Yoksa bir siyaset adamının verebileceği ödünden mi söz ediyorsunuz? Ya da, hesabınızı biraz kabartmak şartıyla sizi taksite bağlayan bakkalınızın ya da terzinizin verdiği ödün mü söz konusu? Yazmayı ve öğretmeyi bir arada götürebilen bir yazar ikisini de yapmalı. Bu iki etkinliği birlikte yürüten birçok başarılı yazar var: Ben yapamam, yapamayacağımı da biliyorum; yapabilenlere de, açıkça söyleyeyim, hayranım. Bununla birlikte öyle sanıyorum ki, üniversite yaşamı dış dünyayı daha derinden tanımamızı engeller. Ama şu da var: Geniş bir yaşam deneyimi, yazarın çok daha büyük sorumluluklar yüklenmesine yol açar; dolayısıyla işini de daha zorlaştırır. Kalıcı bir ürün vermek insanın bütün vaktini alan bir uğraştır. Doğrudan doğruya yazmaya ayrılan süre günde iki üç saati geçmese bile, gene de böyledir bu. Yazarı bir kuyuya benzetebiliriz. Çeşit çeşit yazar olduğu gibi, çeşit çeşit de kuyu var. Önemli olan, kuyudaki suyun tatlı olması ve kuyuyu bir hamlede boşaltıp yeniden dolmasını beklemektense, her gün belli bir miktar su çekmekle yetinilmesi. Konudan uzaklaştığımı biliyorum, ama doğrusunu isterseniz konu da o kadar ilgi çekici değil.
Gazeteciliğin genç yazara yardımı olabilir, yeter ki zamanında sıyrılsın
Genç yazarlara gazeteciliği öğütler misiniz? Kansas City Star gazetesindeki deneyiminizin size ne gibi yararları oldu?
- Star'da, basit ve dolambaçsız yazmayı öğrenmek zorundaydık. Herkes için yararlıdır bu. Gazeteciliğin genç bir yazara zararı dokunmaz, hattâ yardımı bile olur; yeter ki zamanında sıyrılmayı bilsin gazetecilikten. Evet, çok çiğnenmiş bir söz bu, kullandığım için özür dilerim; ama, insan böyle yavan sorular sordu mu, bu gibi yavan karşılıklara da katlanmayı bilmeli.
Transatlantic Rewiew'daki bir  yazınızda, gazeteciliğin tek olumlu yanı olarak paranın bolluğunu göstermiştiniz. Şöyle diyordunuz: "Sizin için değerli olan şeyleri gazeteye yazarak harcıyorsanız, karşılığında çok para beklemek en doğal hakkınızdır." Yazı yazmak bir çeşit kendi kendini harcamak mıdır sizce?
- Hiçbir zaman, hiçbir yerde böyle bir şey söylediğimi hatırlamıyorum. Oldukça gülünç ve katı bir söz bu. Belki de bu konunun üzerinde durmamak, beylik bir söz etmiş olmamak için böyle demişimdir. Gerçi, yaratıcı bir yazar için gazetecilik, bir dereceye kadar, her gün kendini yeniden harcamak sayılabilir ama yazmanın, kendini harcamak olduğuna kesinlikle inanmıyorum.
Başka yazarlarla ilişki içinde olmanın bir yazar için uyarıcı, özendirici bir değeri var mıdır?
- Var, tabiî. 
1920 yıllarının Paris'inde öbür yazarlar ve sanatçılar arasında, birlik olduğunuz kimseler var mıydı? Belirli bir topluluğun üyesi sayıyor muydunuz kendinizi?
- Hayır. Öyle bir şey yoktu. Birbirimize karşılıklı saygımız vardı, o kadar. Kimi benim yaşımda, kimi de, Gris, Picasso, Braque, Monet gibi -Monet daha hayattaydı o zaman- benden yaşlı ressamlara, ayrıca Joyce, Ezra, bazı yapıtları açısından da Stein gibi yazarlara saygı duyardım. 
James Joyce'un etkisi bizi zorlanmalardan kurtardı
Yazı yazarken, o sırada okuduğunuz bir kitabın etkisinde kaldığınız oldu mu?
- Joyce'un Ulysses'i yazdığı dönemden bu yana öyle bir şey olmadı. Joyce'un etkisi de doğrudan, dolaysız bir etki değildi. Ama o dönemde, bildiğimiz sözcüklerin yasaklandığı, her sözcük için savaşmak zorunda kaldığımız o dönemde, her şeyi değiştiren ve bizi zorlanmalardan kurtaran onun etkisi oldu.
Öteki yazarlardan yazı sanatı üstüne öğrenebileceğiniz bir şey var mı? Dünkü konuşmamızda, örneğin Joyce'un böyle bir şeyin söz konusu edilmesine bile katlanmadığını söylemiştiniz.
- Biz edebiyatçılar kendi aramızda olduğumuz zaman yalnız başkalarının kitaplarından söz ederiz. Bir yazar, iyi yazarsa, kendi yazdıklarından söz etmez. Joyce çok büyük bir yazardı ve neyi nasıl yaptığını ancak birtakım yeteneksiz kimselere açıklardı. Saygı duyduğu öteki yazarlara güvenir, ne yapmak istediğini kendiliklerinden anlayabileceklerine inanırdı.
Yazarlık mesleğinde ilerledikçe insan daha da yalnızlaşır
Son yıllarda yazarlarla birlikte olmaktan kaçınır gibisiniz. Neden?
- Karışık bir sorun bu. Yazarlık mesleğinde ilerledikçe insan daha bir yalnızlaşır. En yakın, en eski dostlarınızın çoğu ölmüştür. Kimileri uzaklaşmıştır. Sık görüşmezsiniz ama yazışırsınız ve eski günlerdeki gibi, kahvede buluşmuş gibi, birliktesinizdir. Matrak mektuplar yazarsınız birbirinize, açık saçık, kaba saba şakalar yaparsınız; bu da bir kahve köşesinde sohbet etmek kadar keyiflidir çoğu zaman. Ama giderek, yalnızlığınız ister istemez artar. Çünkü çalışacaksınız, yalnız çalışacaksınız, başka yolu yok bunun ve çalışmaya ayıracağınız zaman da günden güne azalmaktadır. Bütün bunların yanı sıra, hepsini bastıran bir duygu daha var: Yazmadan geçen zaman boşa geçmiş bir zamandır ve bu da size kefareti hiçbir zaman ödenemeyecek bir günah gibi gelir.
Edebiyat dedikodularından tiksinirim
Yakınlarınızın, çağdaşlarınızın üzerinizde etkileri oldu mu? Örneğin Gertrude Stein'ın katkısı diye bir şeyden söz edebilir miyiz? Ya da Ezra Pound'un, Max Perkins'in?
- Kusura bakmayın ama, otopsilere pek meraklı değilimdir. Bu gibi sorunları incelemekle görevli edebî ya da gayri edebî birçok teşrih uzmanı var. Hakkımda yalan yanlış bir sürü şey yazdı Miss Stein, beni nasıl etkilediğini uzun uzun anlattı durdu. Kişileri konuşturma sanatını benden, Güneş de Doğar adlı kitabımdan öğrenmiş olmayı bir türlü hazmedemediği için bu yola saptığını sanıyorum. Ona çok büyük bir yakınlık duyardım, konuşmanın nasıl yazılacağını öğrenmesine de çok sevinmiştim. Herhangi bir yazardan, ister ölmüş, ister hayatta olsun, bir şeyler öğrenmek bana çok doğal geldiği için, benden bir şey öğrenmenin Gertrude'ü bu kadar üzeceğini hiçbir şekilde tahmin edemezdim. Ayrıca çok da iyi bir yazardı. Ezra'ya gelince, iyi bildiği konularda son derecede zekiydi. Bu tür konuşmalar canınızı sıkmıyor mu? Otuz beş yıllık eski defterlerin karıştırıldığı bu tür edebiyat dedikodularından tiksinirim. Herkes gerçeği, tam gerçeği söylese durum değişirdi tabiî. Belgesel bir değeri olurdu söylenenlerin. Onun için, burada bana düşen, dedikoduları bir yana bırakıp, sözcükler arasındaki soyut ilişkiler üstüne bana çok şeyler öğreten Gertrude'e teşekkür etmek, bir zamanlar ona ne kadar içten bağlı olduğumu bir kez daha yinelemek, büyük şair ve sadık dost Ezra'nın hakkını hiçbir zaman ödeyemeyeceğimi söylemek, Max Perkins'i de, öldüğünü hâlâ kabul edemeyecek kadar çok sevdiğimi bir kez daha hatırlatmaktır. Yazdıklarımda herhangi bir değişiklik yapmamı hiçbir zaman istememişti benden Max; yalnız, o dönemlerde yayımlanması olanaksız bazı sözcüklere takılırdı. Bu gibi sözcüklerin yerini boş bırakırdık, anlayan da anlardı. Çok akıllı bir dost, eşi bulunmaz bir arkadaştı. Şapkasını giyiş tarzına, konuşurken dudaklarını garip bir biçimde oynatmasına bayılırdım.
Tumblr media
Ressamlardan da çok şey öğrendim
Hangi yazarların etkisinde kaldınız? En çok kimlerden yararlandınız?
- Mark Twain, Flaubert, Stendhal, Bach, Turgenyev, Dostoyevski,  Çehov, Andrew Marwell, John Donne, Maupassant, Kipling, Thoreau, Yüzbaşı Marryatt, Shakespeare, Mozart, Quevedo, Dante, Virgilius, Tintoretto, Hieronymus Bosch, Brueghel, Patinir, Goya, Giotto, Cezanne, Van Gogh, Gauguin, San Juan de la Cruz, Gongora... Bütün bir gün düşünsem belki ancak anımsayabilirim hepsini. Ama o zaman da, yaşamımı ve yapıtlarımı etkileyenleri sayacağım yerde bilgiçlik taslamağa kalkıştığım sanılabilir, çünkü bütün bu insanlar hakkında derin bir bilgim olduğunu hiçbir zaman ileri süremem. Kötü bir soru değil. Hattâ çok iyi bir soru da, öyle hemen ayaküstü yanıtlanabilecek türden değil. Düşünüp taşınmak, kendini iyice bir yoklamak şart buna yanıt vermeden önce. Dikkat ettiyseniz, yalnız yazar değil, birçok ressam adı da verdim, çünkü yazarlar kadar ressamlardan da birçok şey öğrendim yazı sanatı üstüne. Nasıl oluyor bu diyeceksiniz? Açıklaması bütün bir günümüzü alabilir. Bestecilerden, armoni ve kontrapunto çalışmalarından çok şeyler öğrenebileceğimizi ise açıklamaya bile gerek yok. 
Tüm vaktimi müziğe vermem için annem bir yıl okula göndermedi
Bir müzik aleti çaldınız mı hiç?
- Viyolonsel çaldım. Bütün vaktimi müzik ve kontrapunto öğrenimine verebilmem için bir yıl okula göndermemişti beni annem. Yetenekli olduğumu sanıyordu ama, hiç de değildim. Oda müziğine meraklıydık o zamanlar; annem piyano çalardı, kızkardeşim de alto. Kemancı dışarıdan gelirdi. Benim viyolonel çalışım ise, akıllara durgunluk verecek kadar berbattı.
Adını saydığınız yazarlar arasında hâlâ okuduklarınız var mı? Twain, örneğin?
- Twain'i unutmak çok zor. Aradan iki, üç yıl geçmesi gerek. Shakespeare'i her yıl okurum. Her seferinde de Kral Lear'i. İnsanı öyle bir kendine getirir ki!
Demek sürekli olarak okuyan, okumaktan zevk alan bir yazarsınız?
- Her zaman okurum. Hattâ, kitapsız kalmamak için, kimilerini bir kenara koyarım.
Az önce, etkilendiğiniz kişileri sayarken Hieronymus Bosch'dan da söz etmiştiniz. Bosch'un resimleri, simgelerin kaynaştığı bir karabasan görünümünde, sizin dünyanıza hiç benzemiyor.
- Herkesin kendi karabasanı var; kendiminkileri de, başkalarınınkileri de çok iyi bilirim. Ama bunları yazmak zorunda değilsiniz. Bildiğiniz ve yazıya dökmediğiniz her şey, ister istemez yazınıza geçer ve kendi niteliğini yazdıklarınıza aktarır. Bir yazarın atladığı, bilmediği bir şeyse, işte o zaman bu boşluk, yazısında bir delik gibi sırıtır.
Listenizde adı geçenlerin yapıtlarını derinlemesine incelemek, az önce sözünü ettiğiniz o "kuyu"yu doldurmağa mı yarıyor? Yoksa yalnızca yazı tekniğinizin gelişmesine mi katkısı oluyor?
- Görmeyi, işitmeyi, duymayı ve duymamayı, yazmayı öğrenme sanatının bir parçasıdır bu yapıtlar. "Özsu"yunuz neredeyse, kuyu da oradadır. Ne olduğunu, nelerden oluştuğunu kimse pek bilmez, siz ise hiç mi hiç bilemezsiniz. Bildiğiniz tek şey sizde olup olmadığı ya da gelmesi için beklemek gerekip gerekmediğidir.
Yazdıklarımı okuyacaksanız tadını çıkarın yeter
Romanlarınızda imgeler olduğunu kabul ediyor musunuz?
- Eleştirmenler var dediklerine göre vardır herhalde. Sizce bir sakıncası yoksa, eleştirmenlerden söz etmesek; eleştirmenler üstüne bana soru sormasanız memnun olurum. Roman yazmak, öykü yazmak zaten çok zor bir iş, bir de bunların açıklamasını mı bekleyeceksiniz yazardan? Kaldı ki, açıklayıcıların ekmeğiyle oynamak da doğru değil. Beş, altı usta açıklayıcı bu yoldan geçimlerini sağlıyorlarsa, ne diye onların işine engel olayım ben? Yazdığım bir şeyi okuyacaksanız, okumanın tadını çıkarın, yeter. Onun dışında bulacağınız her şey, sizin kişisel katkınız olacaktır.
Bu konuyu kapamadan önce size bir sorum daha var: Bir yayın danışmanı Güneş de Doğar romanındaki başlıca kişiler ile boğa güreşine katılan kişiler arasında bir benzerlik, bir koşutluk bulmuş. Romanın ilk cümlesinden, Robert Cohn'un boksör olduğunu öğreniyoruz; daha sonra desencajonada sırasında, boğanın boynuzlarını bir boksör gibi kullandığı, sağlı sollu darbeler savurduğu, kroşeler attığı belirtiliyor. Ayrıca, bir öküzün yanında boğa nasıl uysallaşırsa, Robert Cohn da enenmiş bir öküz durumunda olan Mike'ın yanında uysallaşıyor, onun her dediğine boyun eğiyor. Karşılaştırmayı çok daha ileri götürüyor bizim yayın danışmanı ama, bir kuşkusu var; romanın kurgusunu bir boğa güreşi gibi düzenlerken bilinçli olup olmadığınızı merak ediyor.
- Sizin yayın danışmanı biraz kafadan sakat olsa gerek. Jake'in bir öküz gibi enenmiş olduğunu da nereden çıkarmış? Taşakları sapasağlam Jake'in. Sakatlığı başka. Yani, tam bir erkek gibi istekler, eğilimler duyabilecek bir insan; ama bunları karşılayacak durumda değil. Aradaki önemli fark, yarasının ruhsal değil, fiziksel olması. Enenmekle hiçbir ilişkisi yok bunun.
Bir romanda ilk okumada göremeyeceğiniz çok şey var
Bu gibi, yazarlık mesleğiyle ilgili sorular gerçekten can sıkıcı mı geliyor size?
- Akıllıca bir soru ne hoşa gider, ne de can sıkar. Bununla birlikte, bir yazarın nasıl yazdığını anlatması çok kötü bir şey bence. Gözle okunmak için yazılmıştır bir roman, dolayısıyla herhangi bir açıklamaya da gerek yoktur bence. Gerçi ilk okumada göremeyeceğimiz çok şey var bir romanda, ama bunları açıklamak ya da yapıtının en çetrefil köşelerine rehberli geziler düzenlemek herhalde yazara düşmez.
Bir konuşmanızda da, henüz tamamlanmamış bir yapıtından söz etmenin yazar açısından tehlikeli  olduğunu, onu kurutabileceğini söylemiştiniz. Neden? Neden diye soruyorum, çünkü birçok yazarın, örneğin Twain'in, Thurber'ın, Steffens'in yazdıklarını, birtakım dinleyiciler üstünde deneyerek olgunlaştırdıklarını biliyoruz.
- Twain'in Huckleberry Finn'i dinleyiciler üstünde 'denediği'ne hiçbir zaman inanamam. Denediyse, herhalde en iyi yerlerini çıkartmağa zorlamışlardır onu, en kötü yerlerini de onlar ekletmişlerdir. Wilde'ı tanıyanlar, yazdığından çok daha iyi konuştuğunu söylerler. Steffens yazdığından daha iyi konuşurdu. Yazdıklarından ve söylediklerinden kimilerine inanmak gerçekten zor. Gençliğinde anlattığı bazı hikâyeleri zamanla nasıl değiştirdiğine ben tanık oldum. Thurber yazdığı gibi konuşuyor muydu bilmem, ama öyleyse, hiç şüphesiz dünyanın en büyük ve en az can sıkıcı konuşmacılarından biriydi. Benim tanıdıklarım arasında mesleğinden en iyi söz eden, en tatlı, aynı zamanda da en keskin dilli adam boğa güreşçisi Juan Belmonte'dir.
Okur yazarın beceriksizliğini üslup sanır
Yazışınızın, yazı biçiminizin gelişmesinde bilincin, bilinçli çabanın payı nedir?
- Uzun ve can sıkıcı yanıtlar gerektiren bir soru bu. Üstelik de, insan birkaç gününü bu konu üstünde kafa yormakla geçirirse, öylesine bilinçlenir ki, yazı yazamaz olur artık. Yalnız şu kadarını söyleyeyim; amatörlerin üslup dedikleri şey, yapılanlardan apayrı bir şey yapma kaygısının ağır bastığı ilk denemelere özgü bir becerisizliktir genellikle. Yeni klasiklerden hemen hemen hiçbiri daha önceki klasiklere benzemez. Bunları okuyanların gözüne çarpan ilk şey beceriksizliktir. Daha sonraları, bu beceriksizlik tedirgin edici olmaktan çıkar. Ne var ki, bir yazar beceriksizlik yapınca, okuyanlar bunu beceriksizlik değil de bir üslup özelliği sanırlar, birçok kimse de çıkıp onları taklit eder. Çok üzücü bir şey bu.
Bana gönderdiğiniz bir mektupta, romanlarınızın hangi koşullar altında, nasıl bir ortamda yazıldığını incelersek ilgi çekici sonuçlar çıkabileceğini ileri sürmüştünüz. Bu bakımdan The Killers (Katiller) hakkında -Ten Indians (On Kızılderili) ve Today is Friday (Bugün Cuma) gibi bunu da bir günde yazdığınızı söylemiştiniz- belki de ilk romanınız Güneş de Doğar hakkında açıklama yapabilir misiniz?
- Durun bakayım... Güneş de Doğar'a Valencia'da, doğum günümde başladım, 21 Temmuz'da. Hadley, karım ve ben, 24 Temmuz'da başlayacak olan şenlikte iyi bir yer kapmak için Valencia'ya birkaç gün önce gitmiştik. Yaşıtlarımın hepsi roman yazmışlardı, ben ise bir bölümü bile kıvırmakta zorluk çekiyordum. Doğum günümde başladım kitaba, bütün şenlik boyunca sabahları yatağımda yazdım, oradan Madrit'e geçtim, orada da yazmağa devam ettim. Madrit'te şenlik falan olmadığı için, masalı bir oda bulabildik; büyük bir lükstü bu benim için, masaya kurulup rahat rahat yazabildim. Odadan sıkılınca otelin hemen yakınındaki Pasaje Alvarez'deki bir tavernaya gidiyordum. Otele göre serin olduğu için daha rahat çalışıyordum orada. Fakat havalar çalışılamayacak kadar ısınınca, tası tarağı toplayıp soluğu Hendaye'de aldık. Çok şirin, uçsuz bucaksız kumsala bakan, ucuz bir otel odasında çalışmamı sürdürdüm. Paris'e gittik sonra. Notre-Dame -des-Champs sokağında, 113 numaradaki bıçkıhanenin üstündeki dairede, başladıktan tam altı hafta sonra ilk müsveddeyi tamamladım; götürüp romancı Nathan Asch'a gösterdim. "Ne?" diye homurdandı, "bir roman mı yazdım dediniz? Roman, ha? Bana kalırsa roman değil, bir yolculuk rehberi yazmışsınız siz!" Gene de cesaretim kırılmadı. Voralbert'teki Schruns kasabasına gittik, Taube Oteli'ne yerleştik: Orada romanı baştan yazdım, yolculuk sahnesini de (balık avının ve Pampeluna gezisinin anlatıldığı bölüm) çıkarmadım.
Sözünü ettiğiniz öyküleri 16 Mayıs günü, Madrit'te bir günde yazdım. O gün kar yağmış, San İsidro boğa güreşleri ertelenmişti. Daha önceleri birkaç kez başlayıp sonunu getiremediğim The Killers'ı yazdım önce. Öğle yemeğinden sonra da ısınmak için yatağa girdim ve Today is Friday'i bitirdim. İçim o kadar doluydu ki, kabıma sığamıyordum bir türlü, üstelik de kafamda yazılmak için sıra bekleyen altı öykü daha vardı. Hemen giyindim, torero'ların uğrağı olan eski bir kahve vardır, Fornos'un yeri diye bilinir; oraya kapağı attım. Bir kahve içtim, sonra döndüm otele ve Ten İndians'ı yazdım. İşte o zaman büyük bir hüzün çöktü içime, konyak içtim ve uyudum. Yemek yemeği unutmuştum. Garsonlardan biri, biraz bacalao, küçük bir bonfile tava patates, bir şişe de valdepenas getirdi. Aç kalacağım diye ödü kopardı pansiyoncu kadının, bu yüzden de garsonu yollamıştı bana. Bugün gibi aklımda; yatağımda doğruldum, yemeği yedim, valdepenas'ı da içtim. Bir şişe daha getireceğini söyledi garson, senora'nın bütün gece yazıp yazmayacağımı merak ettiğini de ekledi. Biraz nefes almak istiyordum, bütün gece yazmayacağımı söyledim. "Bir öykü daha yazsanız ne olur sanki?" dedi garson. Zaten bir tane yazacaktım, dedim. "Haydi canım siz de!" dedi, "en azından altı tane yazabilirsiniz." Yarın denerim, dedim. "Bu akşam deneyin" dedi. "Bunca yiyeceği babam hayrına mı yolladı size kocakarı?" Yoruldum ama, dedim. "Saçmalamayın" dedi (daha doğrusu bu anlama gelen bir sözcük kullandı ama, ne olduğunu unuttum). "Üç  hikâyeden yorulur muymuş insan! Birini çevirin bakayım bana" diye ekledi. Beni yalnız bırakın, dedim. Yalnız kalmazsam nasıl yazabilirim? Bunun üzerine yatağıma oturdum, valdepenas'ı içtim ve yazdığım ilk öykü umduğum kadar iyiyse, yırttık demektir diye düşündüm.
Çanlar Kimin İçin Çalıyor, her gün bir sorun olarak karşıma dikildi
Bir öyküyü, yazmadan önce ne dereceye kadar kafanızda oluşturursunuz? Konu, olay örgüsü ya da kişilerde bir değişiklik olur mu yazım sırasında?
- Çanlar Kimin İçin Çalıyor bu bakımdan her gün bir sorun olarak karşıma dikildi. Neler olacağını kabaca biliyordum tabiî. Ama somut olayları her gün yeniden bulmak, uydurmak zorunda kaldım.
The Green Hills of Africa (Afrika'nın Yeşil Tepeleri), To Have and Have Not (Elde Etmek ve Etmemek) ve Across the River and into the Trees (Irmağın Ötesinde ve Ağaçların Altında) adlı romanlarınızın üçü de önceden birer öyküydü de sonradan mı romana dönüştü? Öyleyse, yeni bir hazırlığı gerektirmeyecek kadar birbirine benzeyen iki biçim midir bunlar sizce?
- Hayır değil. The Green Hills of Africa'yı bir roman olarak almayın ele. Şöyle bir şey denemek istemiştim: Bir yörenin görüntüsü ve o yörede bir ay içinde olup bitenler anlatılsa, ama içtenlikle, yalana dolana sapmadan anlatılsa, ortaya çıkacak yapıt hayal ürünü bir yapıt değerini kazanabilir mi? Bunun hemen ardından The Snows of Kilimanjaro (Kilimanjaro'nun Karları) ve Francis Macomber'i (Francis Macomber'in Kısa Mutlu Yaşantısı) yazdım. The Green Hills'de gerçeğe olabildiğince bağlı kalarak anlatmağa çalıştığım o bir aylık uzun av gezisinde edindiğim bilgi ve deneyimlerle beslenen hayal ürünü öykülerdi bunlar. To Have and Have Not ile Across the River and into the Trees'in ikisine de birer öykü olarak başlamıştım.
Bir edebiyat tasarısından başka bir edebiyat tasarısına kolaylıkla geçer misiniz, yoksa başladığınızı bitirmeden yeni bir çalışmaya girişmez misiniz?
- Görüyorsunuz işte, bu soruları yanıtlamak için işimi gücümü yarıda bırakacak kadar budalayım ben, bunun cezasını da, biliyorum, çok ağır bir şekilde ödeyeceğim. Nasıl olsa ödeyeceğim, göreceksiniz.
Değerine inandığım birçok ölü yazardan iyi yazmaya çalıştım
Başka yazarları kendinize rakip olarak görür müsünüz?
- Hiçbir zaman. Değerine inandığım birçok ölü yazardan daha iyi yazmaya çabaladım. Ama çoktandır elimden geldiğince iyi yazmaya çalışıyorum, o kadar. Bazen talih yüzüme gülüyor, yazabileceğimden de iyisini yazıyorum.
Bir yazarın yaratma gücü yaşlandıkça azalır mı sizce? The Green Hills of Africa'da Amerikalı yazarların belli bir yaştan sonra sarsak haminnelere benzediklerini söylüyorsunuz.
- Söylemişimdir. Ne yaptığını bilen bir kimse, kafası çalıştığı sürece ayakta durabilir sanıyorum. Sözünü ettiğiniz kitapta, bilmem hatırlayacak mısınız, şakadan anlamayan kütük gibi bir Avusturyalı'ya Amerikan edebiyatından söz ediyoruz, adam beni konuşturmak istiyor, benim ise aklım yapacağım işlerde. Bu konuşmayı olduğu gibi aktardım. Kehanetlerde bulunmak değildi amacım. Ama gene de söylediklerimin belli bir yüzdesini geçerli sayabilirsiniz.
Kişilerinizden söz etmedik. Yapıtlarınızdaki kişilerin tümü de gerçek hayattan mı alınma?
- Değil tabiî. Ancak kimilerini gerçek hayattan aldım. Her insanın öteki insanlar hakkında edindiği bilgiler, bir insan deneyimi ve anlayışı vardır. Roman kişileri bu birikimden kaynaklanarak oluşur.
Gerçekte tanıdığınız bir kişiyi roman kişisine dönüştürme yönteminden söz edebilir misiniz?
- Kimi nasıl değiştirdiğimi bir anlatmaya kalksam, hakaret davalarından başımı alamam.
Siz de, E. M. Forster gibi "yassı" kişiler ve "yuvarlak" kişiler diye bir ayırım yapar mısınız?
- Birini tasvir ederseniz, fotoğrafa benzer, yamyassı olur, çuvalladınız gitti demektir. Ama, sizdeki birikimden yola çıkarak bir kişi yarattınız mı, bu kişide gerekli bütün boyutları bulabilirsiniz.
Kişileriniz arasında hangilerini ayrı bir duyarlıkla, bir şefkatle anımsarsınız?
- Sayması uzun olur.
Demek kitaplarınızı yeniden okumak hoşunuza gidiyor. Peki, kimi yerlerinde değişiklik yapmak gelmiyor mu içinizden?
- İşler sarpa sardığı zaman, bir güçlüğün üstesinden gelemediğim zaman, kendimi yüreklendirmek için eski kitaplarımı okuduğum olur. Okuyunca da, bu işin oldum olası güç, hattâ kimi zaman da hemen hemen imkânsız bir iş olduğunu görürüm.
Nasıl adlandırırsınız kişilerinizi?
- Aklımın erdiği kadar...
Roman ya da öykü bittikten sonra başlığı belirlerim
Kitabın başlığını romanı yazarken mi bulursunuz?
- Hayır. Romanı ya da öyküyü bitirdikten sonra bir liste yaparım. Sonra da bu listedeki başlıkları, ki bunların sayısı bazen yüzü aşar, bir bir elerim. Tümünden vazgeçtiğim de olmuştur.
Hills Like White Elephants (Beyaz Filler Gibi Tepeler) gibi, başlığı romanın içinde geçen bir öyküyü adlandırırken de aynı işlemi yapar mısınız?
- Yaparım. Başlık sonra gelir. Bir gün Prunier'ye gitmiştim, öğle yemeğinden önce midye yemek için. Tanıdığım bir kıza rastladım orada. Çocuk düşürmüştü. Masasına gittim, çene çaldık, ama düşükten söz etmedik ikimiz de. Eve dönünce, bir öykü geldi aklıma, yemeğe boş verdim, akşama kadar yazdım.
Görünen her bölüme karşılık görünmeyen yedi bölüm vardır
Demek ki, yazmadığınız zamanlarda da, işinize yarayabilecek bir şeyler yakalamak için sürekli bir gözlemci durumundasınız.
- Tabiî. Gözlemciliği bıraktı mı sonu gelmiştir yazarın. Bilinçli olarak gözlemlesin ya da her gördüğünü nasıl kullanabilirim diye düşünsün, demiyorum. Belki ilk dönemlerde bu böyledir. Ama, daha sonraları, gördüğü her yeni şey, eskiden gördüğü ya da bildiği şeylerin toplandığı büyük bir ambara gider. Sizi ilgilendirir mi bilmem, ama ben her zaman buzdağı ilkesine göre yazmışımdır. Görünen her bölüme karşılık, görünmeyen yedi bölüm vardır suyun altında. Bildiğiniz her şeyi eleyebilirsiniz, nasıl olsa gidip buzdağının su altındaki bölümünü sağlamlaştıracaktır. yani hikâyenin görünmeyen yönünü. Ama bir yazar, bir şeyi bilmediği için atlamışsa, işte o zaman hikâyede bir boşluk meydana gelir.
The Old Man and the Sea (İhtiyar Adam ve Deniz) bin sayfalık bir roman olabilirdi; köyde yaşayan herkesi, nasıl geçindiklerini, doğumları, eğitimleri, çocukları vb. üstüne bütün akla gelebilecek ayrıntıları kapsamına alabilirdi. Bunu yapmış, hem de büyük bir başarıyla yapmış birçok yazar var. Yazı yazarken, sizden öncekilerin başarılı uygulamaları karşınıza birer sınır olarak çıkar. Dolayısıyla ben de değişik bir şey yapmak zorunda kaldım. Bir deneyimin okuyucuya aktarılmasında payı olmayan ne varsa, tümünü ayıklamaya çalıştım önce: Böylelikle, kitabımı okuduktan sonra, bunu kendi deneyimiymiş gibi benimseyecekti okuyucu, anlatılanların gerçekliğine de inanacaktı. Çok zor bir iş bu, başarmak için de  çok uğraştım.
Nasıl başadığımı bir yana bırakalım şimdilik de size şu kadarını söyleyeyim: Bir deneyimi tümüyle aktarmak ve böyle bir deneyimi ilk aktaran olmak bakımından ve bu kez inanılmayacak kadar şanslıydım. Sonra, iyi bir adam, iyi bir çocuk vardı elimde, ve günümüz yazarları böyle şeylerin hâlâ olabileceğini unutmuşlardı. Kaldı ki deniz, en azından insan kadar çekici bir konu. Şans dediğim de bu işte. Erkek kılıç balığını görmüştüm daha önce, nasıl bir şey olduğunu biliyordum. Bildiğim için de anlatmadım onu. Aynı yerde yüz elli balinalık bir sürü görmüştüm, hattâ birini de zıpkınlamıştım. Yirmi metreden fazlaydı boyu. Yakalayamadım tabiî, kaçtı gitti. Bundan da söz etmedim öyküde. O balıkçı köyü üstüne bildiğim hikâyelerin, fıkraların hiçbirini anlatmadım. Ama bunların bilinmesi, buzdağının su altındaki bölümünü oluşturdu.
Ressamın taslak çizmesi gibi ben de ayrıntıları yakalamaya çalıştım
Archibald Mac Leish, bir deneyimi okuyucuya aktarma yönteminizden söz ederken, bu yöntemi, Kansas City Star adına beyzbol karşılaşmalarını izlediğiniz sıralarda oluşturduğunuzu söyler. Yöntem de şu: Küçük ayrıntılar üstünde duruyorsunuz; okuyucu, bu ayrıntılar sayesinde, bildiği ama o güne değin bilincine varamadığı şeylerin bilincine vararak aktarmak istediğiniz deneyimin tümünü yaşayabiliyor...
- Yanlış. Star adına hiçbir zaman beyzbol karşılaşmalarını izlemedim. Archie'nin anımsamağa çalıştığı, 1920 yıllarında, Şikago'da anlatım yollarını öğrenmek, ilk bakışta anlamsız gibi gelen, ama gerçekte duyguları oluşturan küçük ayrıntıları yakalamak için gösterdiğim çabaydı. Küçük ayrıntılar derken, bir dış oyuncusunun nereye düştüğüne bakmadan eldivenini fırlatması, boksör ayakkabısı ile şilte arasında sıkışan reçinenin gıcırdaması, Jack Blackburn'ün her kapışmadan sonraki garip hali, teninin kül rengini alması gibi şeyleri kastediyorum. Ressamın taslak çizmesi, gibi, ben de böyle şeyleri yakalamağa çalışıyordum. Gerçekten de görünen şey, Blackburn'ün eski yaşantısı, geçmişi değil, teninin o garip rengi, yüzündeki eski ustura yaralarının izleri ve hasmını bir yumrukta yıkmasıydı. Blackburn eski serüvenleriyle değil, her şeyden önce bu ayrıntılarla etkiliyordu insanı.
Birazcık aklı varsa bir yazar hiçbir zaman tasfir etmez
Kişisel olarak denemediğiniz, yaşamadığınız durumları anlattığınız oldu mu?
- Amma da tuhaf soru ha! Kişisel olarak derken, fiziksel deneyim mi demek istiyorsunuz? Öyleyse, evet. Eğer birazcık aklı varsa, bir yazar hiçbir zaman tasvir etmez. Ya uydurur, ya kişisel ya da kişisel olmayan bir deneyimden yararlanır. Kimi zaman da ırkından ya da ailesinden gelebilecek, kendisine doğrudan bağlı olmayan, dolayısıyla da açıklayamayacağımız bir deneyimden hareket eder. Göçmen kuşa kim öğretmiştir öyle uçmayı? Bir arena boğası cesaretini, bir av köpeği sezgisini nereden almıştır? Aklım pek başımda olmadığı bir sırada Madrit'te konuştuğumuz karmaşık şeylerin bir açıklaması ya da bir özetlemesi sayabilirsiniz bu söylediğimi.
Bir yaşantınızı, bir deneyiminizi, roman biçiminde işleyebilmeniz için o yaşantı ya da deneyimden ne dereceye kadar kopmuş olmanız gerekir? Örneğin, Afrika'da geçirdiğiniz uçak kazaları?
- Deneyimine bağlı bu. Varlığınızın bir bölümü daha başından beri o deneyimi tam bir ilgisizlikle izlemiştir zaten. Bir bölümünüz ise tümüyle içindedir o deneyimin. Bir deneyimin yaşanmasıyla yazılması arasında şu ya da bu kadar süre geçmeli diye bir kural olamaz bence. Kişinin dayanıklılığına ve dengesine göre değişir bu. Dayanıklı, gözüpek bir yazar için alev almış bir uçakla yere saplanmak hiç şüphesiz değerli bir yaşantıdır. Birçok önemli şeyi kısa zamanda öğreniverir. Bu öğrendiklerinin daha sonra işine yarayıp yaramaması kazadan sağ salim kurtulmasına bağlıdır tabiî. Hayatta ve onurlu kalmak; evet, modası geçmiştir ama gene de çok önemli bir kavramdır bu onur sözcüğü; günümüzde, bir yazar için, her zamankinden daha zor ve zor olduğu kadar da önemlidir. Şu ya da bu nedenle yazarlıklarını sürdüremeyenler, ölmeden önce gönüllerince bir şey yapabilmek için uzun, can sıkıcı ve acımasız savaşımlarını sürdüren öteki yazarlara göre daha çok sevilirler, çünkü kimse göremez onların çöküşünü. Ölenler ve kendilerine göre haklı nedenlerle savaşımı erkenden ve kolaylıkla terkedenler, daha anlaşılır ve insanlara daha yakın oldukları için, her zaman tercih edilmişlerdir. Yenilgi ve ustaca gizlenmiş ödleklik daha insancıldır ve daha çok sevimlidir.
Vicdandan beklentilerimizi kurala bağlayamayız
İzin verirseniz size bir şey sormak istiyorum: Çağının toplumsal ve siyasal sorunlarıyla ne derece kadar ilgilenmeli sizce bir yazar?
- Herkes kendi vicdanından sorumludur, bir vicdandan neler bekleneceğini de kurallara bağlayamayız. Bildiğim tek şey şu: Bir yazar siyasetle uğraşıyorsa ve yapıtı da kalıcı bir yapıtsa, ileride onu okuyanlar yapıtındaki siyasal bölümleri atlamak zorunda kalacaklardır. Kendilerini siyasal bakımdan bağımlı gösteren yazarların çoğu sık sık siyasal görüşlerini değiştirirler. Kendileri ve "siyaset-edebiyat" dergileri açısından herhalde çok ilgi çekici bir şeydir bu: Ama belki de bunu bir çeşit mutluluk araştırması sayabilir ve o bakımdan da saygıyla karşılayabiliriz.
Ezra Pound'un St. Elizabeth Hastanesi'nden taburcu edilmesini istemiştiniz. Şairin ırkçı ve zenci düşmanı Kasper üstündeki siyasal etkisi bu görüşünüzü değiştirdi mi?
- Hayır. Değiştirmedi. Ezra Pound serbest bırakılmalı ve her türlü siyasal etkinlikten uzak duracağına söz vermek şartıyla İtalya'da şiir yazmak hakkını elde etmeli. Şu Kasper bir an önce içeri tıkılsa gerçekten çok sevinirim. Büyük şair denince ille de öncüler, oymak reisleri ya da gençliğe örnek olacak üstün kişiler gelmemeli akla. Birkaçını sayayım isterseniz: Verlaine, Rimbaud, Shelley, Byron, Baudelaire, Proust, Gide. Birtakım Kasper'ler çıkar da davranışlarını, ahlâk anlayışlarını ya da düşünce tarzlarını kapar diye bunları akıl hastanesine mi kapatmalıydık? Eminim on yıla kalmaz bu yazının altına Kasper'in kim olduğunu açıklayan bir not düşmek gerekir.  
Yapıtlarınızda öğretici bir amaç güdüldüğünü söyleyebilir misiniz?
- Öğreticilik ille de ukalalık anlamına gelmez. Death in the Afternoon (İkinci Vakti Ölüm) öğretici bir kitaptır.
Bir yazarın bütün yapıtlarında ancak bir ya da iki düşünceyi işlediği söylenir. Sizin yapıtlarınız bir ya da iki düşünceyi mi yansıtıyor?
- Kim demiş bunu? Bana biraz çocuksu görünüyor. Bunu söyleyen herhalde kendinden söz etmek istemiştir.
Bok algılayıcısı bir radardır, her büyük yazarda vardır
Soruyu bir başka biçimde sorsam daha iyi olacak galiba: Ağır basan bir tutkunun bir dizi romana bir sistem birliğini sağlayacağını söylemişti Graham Greene. Siz de yanılmıyorsam, en iyi edebiyatın bir adaletsizlik duygusundan kaynaklanacağını söylemiştiniz. Bir romancının böylesine karşı konulmaz bir biçimde bir tutkunun ya da düşüncenin etkisinde kalmasını onaylar mısınız?
- Graham Greene büyük bir rahatlıkla böyle beyanatlar verebilir. O rahatlık bende yok. Bir dizi roman üstüne ya da çullukların uçuşu veya kazların bağırışması üstüne bu gibi genellemelerde bulunmak benim elimden gelmez. Ama gene de bir genelleme yapayım. Adalet ve adaletsizlik duygusundan yoksun bir yazar roman yazacağına bir üstün zekâlı çocuklar okulunun yıllığını kaleme alsa daha iyi eder. Bir genelleme daha. Görüyorsunuz, herkesçe bilinen beylik şeyler söylendiği sürece genelleme yapmak o kadar da zor bir şey değil. Bir yazarda aranacak en büyük yetenek; içinde, yüreğinde, sağlam ve dayanıklı bir bok algılayıcısının bulunmasıdır. Yazarın radarıdır bu, her büyük yazarda da vardır.
Son olarak temel bir soru. Yazar olarak sizce sanatınızın görevi nedir? Neden bir olayın gösterilmesi de, olayın kendisi değil?
- Buna kafa yormaya ne hacet? Gelmiş geçmiş şeylerden ve şimdiki şeylerden, bildiğiniz bütün şeylerden ve bilemeyeceğiniz bütün şeylerden yola çıkarak hayal gücünüz sayesinde, bir görünüm değil de bütün gerçek ve canlı şeylerden daha gerçek yeni bir şey üretiyor ve bunu yaşatıyorsunuz. Gereğince yaşatmışsanız, yarattığınız, ölümsüzlüğe kavuşmuş demektir. İnsan yazarsa bunun için yazar, başka hiçbir nedenle değil.
(Çağdaş Eleştiri dergisi / Ocak 1983 / Yıl 2 / Sayı 1 / Çeviri: Adnan Benk / Arşiv ve dizgi: Ferruh Yazıcı)
Not: The Paris Review adlı Amerikan dergisinde, 1960'lı yıllarda, dönemin başlıca romancılarıyla yapılan söyleşiler yayımlanmıştı. Edebiyat çevrelerinde ilgiyle karşılanan söyleşilerin ortak özelliği, romancıların doğrudan doğruya mesleklerinden, alışkanlıklarından, çalışma koşullarından, yazarlık sanatının genellikle gizli tutulan yönlerinden söz etmeleriydi. O güne değin danışıklı döğüş niteliği taşıyan söyleşilerin tersine, herhangi bir ön hazırlıktan özellikle kaçınılmış, tek bir sorun seçilmediği gibi, konuşmanın dağılmasına, konudan konuya geçilmesine de özen gösterilmişti. 
Tumblr media
Hemingway’in elyazısı
2 notes · View notes
belkidebirharfimben · 4 years ago
Text
O şey ‘yalnız’ değildir
“Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz’ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ, bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzımsa, bir semerenin vücuduna da lâzımdır.” Mesnevî-i Nuriye’den.
Hikayenin farklı versiyonları var. Bendeki versiyonu Picasso’lu. Picasso restoranda takılırken kadının birisi yaklaşmış ve bin rica resmini yapmasını istemiş. Sürrealist abimiz de akımının verdiği rahatlıkla yanıbaşındaki bir peçeteye yalan-dolan karalamış. (Benzetemese de sürrealistliğine verilir ne de olsa.) Kadın borcunun ne kadar olduğunu sormuş. Oy, oy, oy. Sormaz olaymış. Duyduğu rakamla başından kaynar sular dökülmüş. Fakat koskoca Picasso da duvar boyacısı fiyatına emek satacak değil a! Şânına münasip birşey deyivermiştir elbette. Kadıncağız hayretle damağını şaklatmış: “Beş dakika için fazla bir rakam değil mi?” Yaşlı kurt piyasanın raconuna hâkim bir tavırla cevaplamış: “Altmış yıl artı beş dakika.”
Bir Picasso değilim amma benzer bir hatıra da bende var. Çilingirlik yapan Mustafa isminde bir arkadaşımla işe gitmiştik. “Senin ne işin vardı?” derseniz ‘can sıkıntısından’ diye yanıtlayayım. Marmara depreminin üzerinden fazla zaman geçmemişti o vakitler. Bu nedenle insanlar her küçük sarsıntıda anahtara eyvallah etmeden kendilerini sokağa atıyorlardı. Çilingirler için altın bir çağdı. Kâşifler için Amerika’nın keşfi gibiydi. Fakat bu hikâyede ilginç olan işin parasal kısmı değil. Mustafa için çekili kapıyı açmak saniyeler süren bir işti. Ama bu kapıya dakikalarını harcamıştı. Dönerken nedenini sordum. Dedi ki: “Kolay açınca para vermek istemiyorlar.”
‘Kıymetli’ olanın ‘zor’ zorun ise ‘vakit alıcı’ olduğuna dair bir önyargı var insanda. Bu aslında beşerî sınırlılıklarımızdan beslenen birşey. Herkes bir diğerinin ustalığının biganesi. Doktor çabuk teşhiste bulununca, çilingir çabuk kapıyı açınca, ressam çabuk çizince yaptığının o kadar da kıymetli olmadığını düşünüyoruz. Berberinizi ele alalım. İnanın bana. Kafanızda geçirdiği sürenin büyük kısmı oyalanmadan ibarettir. Aslında saçınızı istediğiniz şekle yarısı kadar bir sürede getirebilir. Ama böyle yaparsa yaptığı işin gözünüzde kıymetli olmayacağını düşünüyor. Çünkü siz, yani müşteriler, ‘zaman alanın kıymetli olduğu’ konusunda hemfikirsiniz. Fiili, kudret ve zaman eksenli düşünüyorsunuz. Failin ustalığını (ilme bakan yanını) hesaba katmıyorsunuz. Halbuki ustalık fiile harcanan süreyi de zahmeti de azaltan birşeydir. İş bilindikçe emek azalır.
Bediüzzaman, Yasin sûresinde geçen “Birşeyin olmasını murad ettiğinde, ‘Ol!’ der, o da oluverir...” ayetini tefsir ederken de bu ustalık bilgisinin işleri nasıl kolaylaştırdığına dikkat çeker:
“Nasıl ki gayet mahir bir san’atkâr, ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makine gibi işler. Ve o sür’at ve mahareti ifade için denilir ki, ‘O iş ve san’at ona o kadar musahhardır ki, güya emriyle, dokunmasıyla işler oluyor, san’atlar vücuda geliyor.’ Öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin kudretine karşı, eşyanın nihayet derecede musahhariyet ve itaatine ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve suhuletle iş gördüğüne işareten ‘Birşeyin olmasını murad ettiğinde, ‘Ol!’ der, o da oluverir...’ ferman eder.”
Fakat burada bir ayrıma daha ihtiyacımız var. İnsanın ustalığı ile Allah’ın ustalığı elbette aynı değildir. Allah’ı anlamak için hangi teşbihi kullansak onun karşılığını tasavvur ederken ‘subhaniyeti’ hatırlamak zorundayız. Evet. Onun ustalığı insanî kusurlardan ve insanın ustalaşmak için muhtaç olduğu şeylerden münezzehtir. Bence ‘subhaniyetin’ bir yönü de Mesnevî-i Nuriye’de geçen şu ifadede saklı:
“Vâcibü’l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef’âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü’l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev’, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü’l-Vücudun ef’âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor.”
Bu kafamdaki şeyin birinci tarafı. Şimdi ikinci tarafını konuşalım. Başta Picasso “Altmış yıl artı beş dakika...” dedi değil mi? Mustafa da ‘müşteri psikolojisi’ne uygun hareket etmeyip kapıyı hemen açsa ona belki şöyle denilecekti: “Yalnız birkaç saniye için (o zamanın parasıyla) yedi milyon mu?” Mustafa’nın da bu itiraza şöyle cevap verebilme hakkı vardı: “İki yıl artı birkaç saniye...” O yıllarda sanıyorum çıraklığında bu kadar zamanı doldurmuştu. Fakat burada insan psikolojisine dair bir refleksi de yakalıyorum ben: “Daha az bedel ödemek için bedel ödenmesi gereken şeyi basitleştirme.”
İnsan bunu çok yapıyor. Aile içi meselelerden tutun iş hayatına, kulluktan tutun siyasete kadar her alanda bunun yansımaları var. Ne zaman ki birşeye ödeyeceği bedeli fazla buluyor, o zaman o şeyi basitleştirmeye gayret ediyor. Bunu bir kaçış yolu olarak görüyor. Markar Esayan’ın İyi Şeyler kitabında bahsettiği ‘bilimsel açıklamaların vicdanî itirazları gideren gücü’ bu noktada devreye giriyor. Ve baaam! Rahatlamaya başlıyorsunuz.
Sözgelimi: Eşinizin çok önemsediği bir olayı unuttunuz. Yıldönümünü falan mesela. Erkeğin bu konudaki tavrı genelde nasıl olur? “Amaan, yıldönümü işte, takvime göre bir döngü, neden bu kadar önemli olsun?” Fakat kadının yargısı genelde daha bütüncüldür. O, bu unutuşun, aslında daha alttan gelen bir ‘önemsememe’ halinin tezahürü olduğunu düşünür. Dolayısıyla siz fiili bütünden kopuk bir parça olarak basitleştirirken, kadın, o fiili bir bütünün parçası olarak algılamaya meyyaldir.
Bence kadınlarda, bu yönüyle, bütüne bakma temayülü daha fazla. Hatta ne zamanki erkek bir hata yapıyor, kadınlar genelde geçmişte meydana gelen benzerî hataların tamamını listelemeye başlıyorlar. Hepsini birden hatırlıyor ve hatırlatıyorlar. Çünkü o fiil onların dünyasında ‘yalnız bir fiil’ değil. Bir bütünün parçası. “Altmış yıl artı beş dakika...” gibi birşey. Hem size birşey diyeyim mi: Bardağı taşıran son damlalar da genelde daha evvel özrü dilenmiş yanlışların üzerine düşen son damlalardır. Özür dilemek asla hata bardağını boşaltmaz. Son damlaya kadar zaman kazandırır o kadar.
Siyasi olaylar da böyle. Fiili basitleştirmek gerekiyordu ki vicdanı rahatlatacak bir açıklaması olsun. 2009 yapımı The Box filmini izleyenler hatırlayacaklar. Orada da karakterler suçluluk duygusuna direnebilmek içi birbirlerini şöyle diyorlardı: “Bizim yaptığımız sadece düğmeye basmak.” Muhtemelen Japonya’ya atom bombasını atan Paul Warfield Tibbets da yaptığının sadece ‘düğmeye basmak’ olduğunu düşünüyordu. O sadece ‘emir kulu’ydu. Kulun emre direnmeyişi sebebiyle çoğunluğu sivil 140.000 kişi öldü.
Bütün bunlar, beni, Bediüzzaman’ın “Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum envâ-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farz ediyoruz ki, o şahs-ı farazî, mevcudat-ı âlemden birşeye rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak dâvâ etmektedir...” diyerek başladığı 32. Söz’e götürdü. Bu vekil, rab ve malik olmak istediği şeylere yaklaşırken şöyle cümleler kullanıyordu: “Siz çok karışık birşey görünüyorsunuz...  Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun... Bu çok büyük birşeydir. Belki içinde bir delik bulup bir yol açarım... Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karma karışık görünüyorlar... Belki sen sözümü anlarsın. Çünkü sen gayet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın...”
Aslında o metin de insanın yanlışını içinde meşrulaştırmak için sığındığı şeylerden birisinin ‘basitleştirme’ olduğunu gösteriyor. Bunu da parçayı bütünden bağımsız/kopuk göstermekle yapıyor. Parça, bütünden koparıldığında, insana daha kuşatılabilir görünüyor. Halbuki Kur’an’ın şirke karşı bizim dikkatimizi çektiği şey bütünlüğün harikalığı. Mesela Rum sûresindeki şu ayette: “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir.” Bediüzzaman, bu ayeti tefsir ettiği 33. Söz’ün 28. Penceresi’nde bütünlüğün harikalığına şöyle dokunur:
“Bir zerreden tut, tâ yıldızlara kadar, zerre miktar şirke yer bırakmıyor. Öyle birbirlerine mânen münasebettardırlar ki, bütün yıldızları musahhar etmeyen ve elinde tutmayan, bir zerreye rububiyetini dinlettiremez. Bir zerreye hakikî rab olmak için bütün yıldızlara sahip olmak lâzım gelir.”
Yani arkadaşlar, yalnız başına yaratılmış bir elma yok. Yalnız başına yaratılmış bir Ahmed yok. Yalnız başına yaratılmış bir atom yok. Yalnız başına yaratılmış bir hücre yok. Bütün bunlar, anlamak için basitleştirdiklerimizin/böldüklerimizin tamamı, aslında ‘kainat artı o şey.’ Elma ‘kainat artı’ elma. Ahmed ‘kainat artı’ Ahmed. Bu yüzden karşılığında fiyat istendiğinde yan çizmenin bir anlamı yok. Kainatı Allahsız açıklamayadığımız gibi ibadetsiz de açıklayamayız.
Picasso, altmış sene ömrünü vermeseydi sanatına, o resmi beş dakikada yapamazdı. Mustafa, iki sene çıraklık etmeseydi, birkaç saniyede o kapıyı açamazdı. Ve Allah, zamanlara yayılmış kainatları yaratmasaydı, sen sırf pazardan almakla veya dalından koparmakla o elmayı yiyemezdin. Hiçbir fiil yalnız değildir. Her fiil bir sistemle varolur. Bir sistemin devamlılığına/imkanlarına bağlı olarak varolur. Ve bu yüzden Allah Kıyame sûresinde sorar: “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?” Çünkü, yaratılışa dair herşey, herşey artı o şeydir. Yani o şey yalnız değildir. Ücretini vermek zorundasın.
“Evet, o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir.”
2 notes · View notes
elifgul-istanbul-blog · 6 years ago
Text
Tumblr media
Yağmurlu İstanbul gecelerinde o baştan ayağa sen olan evimde kaderimle kıyasıya yaşamayı da öğrendim, sevgili...
O zamansız unutuluşun ardından yeniden hatırlanmanın sevinci, seni paylaşmaya boyun eğmenin ve hep gizliliğin gölgesinde kalacak olmanın acısına büründü. Uykunda soluğunun bir başka soluğa karıştığını bilerek geçirdiğim sayısız gecelerde, gururumu parça parça bölüp aşkıma kurban verdim.
O tarifsiz ağrıyı uyuşturmak için ruhumdan, kimliğimden, kadınlık onurumdan vazgeçtim. Her şeye rağmen direnebilmek için kendimden vazgeçtim. Geriye dönüş kapılarını sonsuza kadar kapatmış oldum böylece.
Ruhumdan kendimi kovup, tüm hücrelerime sadece aşkını yerleştirdim. İşte o andan itibaren, sensizlik artık bensizlik oldu sevgili...
Nasıl da telaşlı, nasıl da soluk soluğa yaşardık o kaçamak anları...
Aşkımızın en karanlık, en gerçek, ama en yoğun anlarıymış onlar...
Sensiz geçen gecelerde yüreğimde biriken kıskançlığın, öfkenin, kırgınlığın ve hasretin hummalı karanlığı, sana kavuştuğum anlarda sevinçten çıldırmanın eşiğinde tarifsiz bir hazza dönüşürdü...
Nasıl da ateşliydi sevişmelerimiz...
Sana yeniden dokunmak, sanki bulutlara öpücükler kondurmak gibiydi...
Huzurla huzursuzluk, hasret ve kavuşma, aşk ve öfke, merhamet ve acımasızlık, kırgınlık ve bağışlama her şey ama her şey sevgimizin taşkın sularında birbirine karışırdı.
İki kalbin bir ömre sığdırabileceği tüm duyguları biz o kısacık anlarda soluk soluğa yaşardık...
CEZMİ ERSÖZ
61 notes · View notes
hanargelisim · 2 years ago
Text
Tumblr media
A1097...TEŞEKKÜR
.
Düşün dünyamın bir adım ilerlemesinde katkısı olan, isteyerek yada istemeyerek yardım eden, bu konudaki ilgimi takdir eden ve kilit sözcük, yönlendirici ifadeler ile hayatımı zenginleştiren insanları bu güne kadar yazılarıma sızmış düşüncelerinin aidiyetini kendilerine veremediğim,, unuttuğum için,, hatırladığım insanların isimlerini anarak teşekkür etmek istiyorum.
Ve döneminin istikrarı da gözeten gizli kahramanları Toplumsal Evrim Komitelerine işlevsellik kazandıran halk insanlarına teşekkür ederim.
.
Erdem Berrak
Ercis Berrak,
Sercan Paşa, Bilimsel fetiş,
Seyhan Nural, örgütlülük girişimciliği
Vedat Karataş, edebiyat ve musibetler karşısında sabır
Ali Dalioğlu, Birleşmiş Milletler bilgisi
Kuzeymen Balıkçı, örgütlülük, toplumsallaşma girişimleri
Berat Zaza,, soyadını unuttum, etnik kökeni ile işaret ediyorum,,
Uğur Al, aile farkındalığı, bazı yeni felsefî terimler, akımlar, eğitim üzerine notlar, girişimler,
Demet Okur Al
Yasemin Okur, özür ile birlikte bir teşekkür,
Esengül Berrak, sınırlar, baskı altında direnebilmek yeteneğini geliştirebilmek
Ali Eymen Cabbar,
İsmail Aydınlı, Adana, kişinin kendisi olabilmesi bilinci
Ozan Kürşat Denizli, Adalet duygusunun bilinç alanında tesisinin güçlendirmek
Mehmet Sahilli, baskın kısmi toplumsal yapıya tek başına koyabilmek aklı, bilinci
Nilüfer Beyaz, felsefî ve sosyal sorunlar sohbetleri
Semir Beyaz, varoluşçuluk, eniştesi aracılığıyla
Katife Beyaz, fedakarlık
Süleyman Ganim Beyaz dedem, yaşamı
Özgür Sarıgül, Alanya, ticaret ve iletişim ile ilgili bilgiler
Özgür Beyaz Faris, yaşamdan çıkarılacak komik yönlerin varlığı farkındalığı
Erdal Nehir, bilinç takibi, söylemsel pazarlık, bilgi pazarlığı
İbrahim Berrak, kendi yolunda en ilerde yürüyebilmek
Özlem Berrak Aslan, kadınların üstün yanlarının olduğu bilinci
TKP üyeleri ve destekleyicileri, bazı mitingler ile ulusal iradeye karşı durabilmek bilinci
Babam, Fehmi Berrak, yaşamı
Annem, en çok hikayeleri, masalları ile, Naime Beyaz Berrak
Ali Haydar Nural, Aslan kendisi için çizilmiş meşru yolda ilerlerken kenara çekilmez, haklarını çiğnetmez
Ekaterina V. Gibkiy, esnek olmak, anlayış ile şok atlatmak
Evgeniya M.. anlayış ve duruşta açıklık, dürüstlük
Anastasia C, S. Sveklo ile Rus kilisesi kubbesinin benzerliği
Andrei A.Mateev,, felsefe profesörü,, 30 yaşına kadar öğrenilen ancak bazı anlaşılmayan felsefi aklının düzene ulaştırılması
İlk okul öğretmenim, Ali Özgürlü, iki farklı yılan ısırığı insanı iyileştirir, hırsızlık cezalandırılır, güneş girmeyen eve doktor girer,
Ali Sağlamtaş, işini bitir ardından kavgaya tutuşmak sakıncalıdır. İşin kendisi yaşam kavgası olmalıdır.
Umut Kara,, Genetik Mühendisi, İstanbul, İstanbul gençlik Meclisi sürecinin neredeyse her noktasında, aşamasında etkisi olan yol açıcı.
Selbinaz Berrak, kararlar ile söylemler arasındaki çelişkili ifadeler insanın kaderini farklı yönlere yöneltebilir,
Rasim Berrak, öznel bilinç varlığı farkındalığının derinleştirmek, öznel idealizm ile özel mülkiyet yokluğu arasındaki bağ
Cuma Beyaz, Düşmanlarına tutku ile bağlanmak ve onlarla aralıksız kavga iradesi ortaya koymak
Ali Nehir Hasan Venüs, arkadaşlar arasında ayırım kötüdür, hiç kimse yüceltilmeyecek kadar insandır, komşusunun, akrabasının benzeridir. İlk tarımsal deneyim, hayvan sevgisi, bisiklet tutkusu, sevinç krizleri tanımı
Soner Gündüz,
Nadir Gündüz, yönetim üzerine söyleşiler, bir kişi için herkesle savaşılabilir bilinci, aklı, iradesi
Ferhat Beyaz, toplumsal baskının anlamı, işsizlik döneminin atlatılması sabır ister dersi
PR dersini veren Rus felsefe bölümü öğretmeni, kara propaganda ile toplumsal baskı arasındaki bağ
Ontoloji Dersini okutan öğretmenimiz, reenkarnasyon ile ilgili zaman döngüseldir bilgisi ve diğer bazı bilgiler
Teknik çizim öğretmeni ve asistanı, bazı geometrik şekillerin üç boyutlu tasarlanabilirliği
Umut Demirkol, İstanbul komik bir yer
Faruk Ömer Reyhanlı,, fotoğrafa teşvik konusunda, filmler ve sinema,,
Alev Sönmez,
Cemil AŞtah, toplumsal zekâ ile felsefî cehaletin komedi dükkanı
Deniz AŞtah,
Turgay Gündüz, ev olmadan ev kurmak mümkündür.
Evimize gelen adlarını bilemediğim aile üyelerinin bir kere gelen misafirleri, aslanın ensesin kendi intikamını kendisi aldığı için kalındır, baba parasına güvenme elindeki diploman baba servetinden daha değerlidir, evlen yoksa gelecekte sana bakacak kimsen olmayacak, ..
İstanbul'da gençlik Meclisi üyeleri, dürüst olmak ile itibar kaybı gerçekleşebilir, insanlar anlatılan hikayeleri gerçeklerden daha çok seviyor,
İrfan Paşa, savaş meydanına ölümü göze alarak çıkabilmek cüreti göstermek kaçınılmaz olanı ya def etmek yada en yakına getirmek
Asaf Gündüz, SİYASİ söyleşiler,
Özgür Döner, örgütlenme çocuk yaşta başlatılabilir
Sait Tuncay,
Murat Doğru,
Özgür Gündüz,
Zekeriya Mahmut Berrak, Dünya bir hapishane olabilir, mahkumiyetin bilinç alanıyla ilgisi vardır ve toplumsal yapı ile ilgisi de vardır.
İbrahim Küçükçay, Kur'an'ı Kerim esnek değil, İncil esnek olduğu için iki imanlı uygarlık arasında fark mevcuttur söylemi ve İslamiyet, Hıristiyanlık karşılaştırmasının kutsal kitaplar üzerinden yapılabilir olduğu bilinci
Hüsamettin Kazan, Samandağ gençlik Meclisi söyleminin ortaya çıktığı masa sohbeti
Mevlüt Oruç
Selim Malta,
Dilaver Kapı,
Merve, İstanbul peyzaj mimarlığı, diyalektik ile ilgili bir kısa diyalog
Vladimir üniversitesinde fakültelerin felsefe derslerini veren Ortadoğu kökenli Rus vatandaşı öğretim üyesi, İsa, Muhammed için söylenen şizofren oldukları ithamları, ilk Rusça teolojik kitap, yahve, Musa ile Allah'ın ilk konuşması, ben egoyum söylemi, İbrahim ile ilgili bazı yanlış bilgilerin sınıfta düzeltilebilir olduğu bilinci,
Rusya'da resim dersi Öğretim Üyesi
Stas adlı Rus arkadaş, beyin fırtınası ile beyin rüzgarı arasında farkın varlığı ve bunun bedelini ödeyebilmekin anlamı.
Olga Aleksandrovna, Anastasia S. Rusça Dili konusunda neredeyse bütün gramatik bilgiler
Soydan Beyaz, Kur'an'ı Kerim sohbetleri
Önder Yılmaz, Muhalif SİYASİ sohbetler
Asker Ali Abiyev, matematik ve yaratıcılık canlı tanık olarak farkındalığı
Cemil Diyarbakırlı Gaziantep üniversitesi öğrencisi, insan Kürt olduğu halde Türk vatandaşı olabilir.
Mehmet Miçoğulları, Arapçadan alınma Türkçe ifadelerin aynı anlamı karşılayamayabilir olduğu bilinci, ticaret ve yaş arasında bağ olmadığı bilgisi
Serena Bucioğlu, Hıristiyanlık ve Arapça Dili farkındalığı, arkadaşı ile birlikte
İbrahim Altunay, erken dönem sıradışı hikayeler ile aşı arasındaki bağ
Onur Kadayıfçı, öğretmenler canavar değil insandır, Süham bir insandır ama çirkinliğin bununla bir ilgisi yoktur, onun daha çok beslenmek, korunmak ile ilgisi vardır
Orhan Yükler, Türkçe dilbilgisi farkındalığı
Özkan Berrak, şeytan vesvese yaptığı hâlde, insanı isyana sürüklediği halde Allah'tan korkar.
Yahya Nehir Hamit,
Yılmaz Çiftçi, Aleviliğin varlığının ilk farkındalığı
Ve isimlerini unuttuğum, kendilerini hatırlayamadığım kişilere teşekkür ederim.
.
.
HaNAR
.
.
        #thehanardevelopment #personalconstutionaltrials #hanargelisim #HaNARgelisim #hanargelisimtakvimi #theroad #birey #kişiselanayasadenemeleri #dive #kişiselanayasa #God #bakışaçısı #tasarım
0 notes
hileapknet · 3 years ago
Text
Royal Revolt 2
Tumblr media
Royal Revolt 2 Apk Hile, gerçek zamanlı strateji oyununu ve kule savunmasını harmanlayan bir oyundur. Düşmanları engellemek için çeşitli kuleler inşa ederek krallığınızı inşa edebileceksiniz. Aynı zamanda diğer krallıklara da fetihler açabilirsiniz. Ayrıca kahramanı kontrol edebilecek ve düşmanın kalesini yok etmek ve seviyeyi kazanmak için çeşitli birlikleri çağırabileceksiniz. Kaçırmak istemeyeceğiniz bir oyundur. Royal Revolt 2 Apk Hile DÜŞMANDAN KRALLIĞI KURMA YOLCULUĞU Royal Revolt 2 Oyna'da oyuncular her zaman herhangi bir elementten saldırı alabilecekleri bir krallığı ele geçirecekler. Yani bir kule savunma oyunu oynamaya benzer şekilde, düşmanlardan gelen saldırılara direnebilmek için her türlü binayla dolu tamamen etkileyici bir krallık inşa etmeniz gerekecek. Bu oyunda inşa edeceğiniz ilk bina bir birlik akademisidir. Farklı savaşlara katılmak için ordunuzu geliştirmenizi sağlayan bir yapıdır. Royal Revolt 2 Pc İndir, Krallığınızı en makul ve güvenli bulduğunuz şekilde inşa edebilirsiniz. Aynı zamanda oyun sırasında alan inşasına katılacak ve bazen de fethetmek için başka topraklara gideceksiniz. Royal revolt 2 arkadaş kodu nereye yazılır, Yani oyun size savaşa katılmak için birlik akademisinde eğiteceğiniz bir kahraman ve ordunun liderini veriyor. Savaş süreci de göz ardı edemeyeceğiniz kadar büyüleyici. ORDUYA YÖNETİN VE DÜŞMANI YENİN Royal Revolt 2 Mod Apk'da sahada görünecek ve kahramanınızı üçüncü şahıs bakış açısıyla kontrol edeceksiniz. Amacınız oldukça basit: Düşmanın savunmasını yok ederek kırmak ve düşmanın kalesi düştüğünde kazanmak. Aynı zamanda oyunun başında sadece kahramanın yalnız göründüğünü göreceksiniz ve bu onun bağımsız olarak tehlikeye gireceği anlamına gelmiyor. Düşman kalesini bildiğiniz zaman, derhal asker çağırın. Royal Revolt 2 Elmas Hilesi, Başlangıç ​​noktanızı göreceksiniz ve ekranın sol tarafında bir kalkan ve kılıç simgesi göreceksiniz. Oyun başlamadan önce seçtiğiniz minyonları çağıran düğmedir. Ayrıca, çağrılan minyonların sayısı aşağıdaki mavi enerji çubuklarının sayısına karşılık gelir. Bu çubuğu kullandıktan sonra, kullanmaya devam etmek için dolmasını beklemeniz gerekecek. Ayrıca kahramanın gücünün kullanımını da göz önünde bulundurmalısınız. Royal Revolt 2 Apk Hile, Çağırdığınız normal minyonların aksine, oyuncu yeteneklerini ekranın sağ tarafında bulacağı için kahraman bir lidere özgüdür. Sahip olduğu yetenek, yakın mesafeden büyük miktarda hasar vermektir. Bu yüzden rakiplerinizin sizin için inşa ettiği kaleleri yok etmek için mükemmel bir şekilde uygundur. Gerçekten de, seviyenizi tamamlamak için bu karakterin becerilerini kullanırken bileceksiniz. ZAMAN İÇİNDE GÜCÜNÜZÜ ARTIRIN Royal Revolt 2 Apk Hile, Bölümü tamamladığınızda şüphesiz birçok şeye sahip olacaksınız ve özellikle Royal Revolt 2'deki kahramanınızın gücünü arttırmanız için de bir fırsat. savaşta daha güçlüydü. Zamanla oyun ekranının başından itibaren sahip olduğunuz temel birliklerin yanı sıra Knight olarak birçok yeni birlik de açıyorsunuz. Ancak onları kendi avantajlarına kullanmak için zaman harcamanız gerekecek. Read the full article
0 notes
kelimebulmaca · 3 years ago
Text
direnebilmek
direnebilmek ne demek!
Tumblr media
⏬ ⏬ ⏬ ⏬ ⏬ ⏬
direnebilmek ne demek!
direnebilmek anlamı nedir? Kelime Bulmaca
0 notes
dramatik-buluntular · 2 years ago
Text
Tumblr media
"ÖPÜŞÜNCE DUDAKLARIN ÖLDÜĞÜ BİR YERDE YAŞAMAK"
       Donmuştum, düşüncelerim, cümlelerim donmuştu, olduğum yerde duruyordum gri bir kıyıda ve duyuyordum geçip gidenlerin seslerini. Boğuk ve anlamsız sesler çıkarıyorlardı. Hangi dili konuştuklarını, neyden bahsettiklerini bilmiyordum. Yoktum aralarında. Yoktum. Hiç olmayacaktım. Anlamıştım, korkunç bir anlamaktı bu: Dünya, yaşam ve zaman bize yetmeyecek.
       İlerledim. Ruhumu az ileriye taşıdım. Birkaç adım öteden durup kendime baktım; kaygı ve kederi düşünceye dönüştürerek kurtulmaya çalışan bir adam gördüm kendimde. Zaman denen o sonsuz kumaş parçasını yıkamaya çalışıyordu. Elden kayıp gidiyordu kumaş. Bir taraf temizlenirken diğer taraf yeniden kirleniyordu. Asla tam olarak temizlenmiyordu zaman.
       Zaman asla tam olarak temizlenmeyecekti.
      Zaman, kahkahalar atan o şımarık tanrı…
      Dünyadaki en hakiki yoldaş olan ıstırabın sesi geliyordu uzaktan ve gittikçe yaklaşarak… Kulaklarımı susturdum. Suyun yaşama sevincini hatırlatan büyülü sesine doğru yürüdüm. Böyle anlarda susmak ekonomik olarak masrafsız, yürümek ise keskin bir siyasi görüştür. Eski bir çeşmeden boşluk akıyordu. Boşluk; tehlikenin idmanıdır. Oturdum, dinledim. İdman oldukça yorucuydu.
       Tıka basa gerçeklikle doluydu yer gök.
       Ortalıkta hiç hayal yoktu. Hiç.
       Sonra gördüm ki “kendimi yaşamaktan” çok uzaklaşmışım. Bu beden, bu burkulmuş sahne ve bu çarpılmış hisler kime ait? Özgür müydüm? Özgür değildim, özgür olamayacağım. Çünkü özgürlük olanaksızdır. Her şey; acemi kelimelerin sıra dışı akınıydı. Bu dur durak bilmeyen akının ortasında “anlam”ı aradı gözlerim. Anlam, kıvrılmış uzanıyordu kapının önünde, sessizce.
       Anlam; kronik uykucu...
       Kurşuna dizilme ustası...
       Gece, pazarı pazartesiye içsel bir tünelle bağlamıştı böylece. Güneşin ilk ışıklarıyla sona eriyordu sancı. Yeniden diğerlerinin arasına karışmak… Diğerlerinin… Sahtenin baş tacı edildiği… Gürültünün kusursuz mutluluğu mesaisine başlamıştı; zihni yoran korna sesleri, egzoz dumanı, kuşların yerini alan ve insanların içine kapatıldığı pahalı-çirkin binalar, plastik ağaçlar, öyküsüz kaldırımlar, ele geçirilmiş insanın tasarlanmış trajedisi… Varoluşu kuru bir yaprak gibi sığınak görevi gören bir kitabın arasında bırakıp çıkıyorum öpüşünce dudakların öldüğü yeni-dünya düzenine. Doğumundan ölümüne kadar insanların açlık, yoksulluk, gelecek ve güvenlik kaygısı duyduğu bir ülkede yaşamak çıkıyor karşıma, palyaço gibi. Orada mutsuzluk; kardeşimizdir.
       Ah ne kötü bir şaka,
       mutsuzluğun kardeşliği.
       Sonra pas rengi bu kenti yüzüme sürüp henüz bozuluşa uğramamış yüksek bir tepede düş hakkımı kullanmaya gidiyorum. Düş hakkı; hislerin maskesizliği ile bipolar bozukluk arasındaki incecik çizgidir. Herkesin birbirine benzemek için çırpındığı ölü ışıklar bulvarında; bu korkunç sirke, yaşamın anlamsızlığına ve sonu gelmeyen baskılarına direnebilmek için, o ince çizgide, düşe yeni katılmış papatya kokulu bir duyguyu yukarı taşıyorum. Bunu her gün yapıyorum. Sonraki gün aşağıya düşürüldüğünü gördüğüm o duyguyu her gün tekrar o huzurlu yüksek tepeye taşıyorum içimde, Sisifos’un kayası gibi.
16 notes · View notes
temkinlifuturist · 7 years ago
Text
Neye Niyet, Kaybolan Devlet
Tumblr media
1885 Yılında Varna’da doğdu bulgar türklerinden olan Şakir. Şanslıydı, eğitimini Cenevre’de Hukuk okuyarak tamamladı ve Avukatlık diplomasını aldı. Ülkesine döndü ve Bulgar Parlamentosu’na Türk Milletvekili olarak girdi. İşte o sıralarda, geleceğin mucize ülkesinin mucize lideri askeri ataşe olarak Sofya’da bulunuyordu. Mustafa Bey ile Şakir Bey iyi dost oldular.
Kurtuluş Savaşı sürerken, Kuvva-i Milliye’nin silah ve cephane ihtiyacı için Şakir Bey yurt dışından destek verdi. Hem malzeme hem de teknisyenler yolladı. Bu hizmetlerinden dolayı savaş sonrasında TBMM tarafından İstiklal Madalyası ile onurlandırıldı.
Sonra Mustafa Bey, ülküsünü gerçekleştirip arkadaşlarıyla Türk Ülkesini kurunca Şakir Bey’i çağırdı, gel dedi burada yatırım yap, senin gibi ileri görüşlü insanlara ihtiyacımız var.
Tumblr media
Şakir Bey sözü ikiletmedi, geldi Haliç’te kocaman bir fabrika kurdu. Burası genç cumhuriyetin ilk özel sektör cephane fabrikasıydı. Önce polonyalı teknisyenlerin desteğiyle, sonrasında tamamen türk işçisinin emeğiyle orduya cephane ürettiler. Türk Ordusunun ana tedarikçisi oldular yıllarca. 
Tumblr media
Hatta ikinci dünya savaşı sırasında sınırlar kapatılınca ve ambargolar başlayınca, ordunun bütün cephane ihtiyacını karşılar oldular. Top mermileri, uçak bombaları, kara mayınları, el bombaları, eğitim bombaları, işaret fişekleri ve ülkenin ilk su bombalarını ürettiler.
Tumblr media Tumblr media
Bu arada Şakir Bey’in ürettiği kaliteli cephane, yurt dışından da ilgi görüyor ve sipariş alıyordu. 1937 yılında Yunan Ordusuyla yapılan 1,5 milyon liralık anlaşma haftalarca gazetelerde boy boy yayınlandı. Gurura bakar mısınız, topraklarını işgal eden, savaştığın bir ülkeye cephane satıyorsun.
Tumblr media
Polonya ikinci dünya savaşında Alman saldırılarına direnebilmek için bombalarını Şakir Bey’in fabrikasından alıyordu.
Tumblr media
Herşey güzel giderken ikinci dünya savaşı bitti ve 1940 dan sonra ülkenin siyasileri Amerika’nın yoluna biat ettiler. Zaten Mustafa Bey’in vefatından sonra kırılmalar başlamıştı. Dünyanın öbür ucuna Kore’ye asker gönderildi ölmeleri için, amerikadan sonraki en fazla askeri biz yolladık. Eh ABD, Marshall yardımını boşuna yapmıyordu. Bize kakaladığı kullanılmış eski askeri araçların ve süt tozunun karşılığını istiyordu. Devlet, Şakir Bey’den alışveriş yapmayı kesti.
Tumblr media
Bir zamanlar 2000 kişiden fazla çalışanı olan Şakir Bey, şimdi işçilerinin maaşlarını ödeyemez duruma gelmişti. Her taraftan kuşatılmıştı. Devlet, bunca senedir yaptıklarının karşılığını böyle veriyordu Şakir Bey’e. Ağzına bir parmak bal çalmak için İş Bankası’nın kumbara imalatını ona verdiler. İşte bir dönemin anılarında yer etmiş meşhur kumbaraları yine Şakir Bey üretmişti fabrikasında.
Tumblr media
Yetmiyordu tabii fabrikayı döndürmeye. Türkiyenin mazotla çalışan ilk yerli motorunu da üretti. Yetmedi… O zaman Şakir Bey döneme damgasını vuran sobaları üretmeye başladı. Şakir Zümre Sobaları. Zonguldak, Zümre, Ağaçlı, Alman, Çiftlik ve Köylü modelleri hepimizin evine girdi. Üzerinde demliğin sürekli durduğu, kestane pişirilen Kuzine sobası anılarımızı süsledi.
Tumblr media
Ve Şakir Bey devlete olan kırgınlığını 1950 yılındaki bir milli bayram konvoyuna sobalarıyla katılarak gösterdi. Oysa fabrikanın alameti farikası, üzerinde ateş yanan ay yıldızdı. Bu ocak hiç sönmeyecekti.
Tumblr media
1966 yılında Şakir bey vefat edince üç yıla kalmadan fabrikası da kapandı.
Bu devlet, kendisi için bütün benlikleriyle mücadele eden küskünlerine bir yenisini daha ekleyerek yoluna devam etti. Kimler miydi onlar? Devrim Arabalarını yapanlar, uçak fabrikaları kuranlar, köy enstitüleri ve daha niceleri. Yazarız bir ara hepsini…
NOT: Şakir Zümre ile ilgili oldukça ayrıntılı bir kitabı Atilla Oral yazdı. Ne yazık ki baskısı tükenen bu kitabı umarız yeniden basarlar.
Tumblr media
1 note · View note
seslimeram · 3 years ago
Text
Sesli Meram #218 - Karşı Radyo (15.02.2022)
Tumblr media
"Adına karalar çalınmış dün koç holdingin bugün anadolu grubu firmasının yaygın medyada size iyi gelecek temalı abuk sabuk reklamlarına tamah edilmesidir mesela yarım, eksik haller. Günlerdir Esenyurt deposu önünde direnenlerin tek bir kez olsun haber bültenlerinde haklarını savunmalarına imkan sağlanmamasıdır ol eksik gedik hal. Süreç devam ediyor, bugün orası yarın bir başkasında ama eksik, yarım, hiç kılınmak sadece birkaç adımda hepimizin başına getirilebilecek bir meseleye dönüştü çoktan. Duraksanmadan, durup da düşünmeden, iktidar var ettiği çürümeye karşı setler kurulmadan yeni yıkımlar bina olunuyor. Sermaye yengileri kabul etmediği için her gün o Kenan Evren zibidisinin darbe günlerinde “gülmek sırası bize geldi” diyen dangalak Narin tiplemesindeki patronların istikametinde hakkı, hukuku çiğniyor. Bir kere yiyen bir kere daha yer deyip asgari ücret tahakkümü ile yoksulluk içinde köleliği var ediyor. Ve daha ve daha neler neler bina ediliyor. Punduna getirilip aradan sıvıştırılan milyonlarca dolarlar, ranttan gömülü verilen altınlar, uygun fiyatlardan iç edilen küçük işletmeler ve bitmeyen bir oburlukla söğüşlemeler, hırsızlık, yağmalar ve Allahsızlıklar. Ülkenin sınırlı sayıda bir zümreye ipotek edilmesi güncelleniyor. Her gün yeniden var edilen bir savaşın tam ortasında iki gıdım hayat hakkı çok görülüyor. Buna direnebilmek, illallah ettirilmiş o dayatma ve baskı unsurlarına, yoksulluk hallerine itiraz edebilmek “size iyi gelecektir” ötesi lafı güzaf. Ötesi yoktur, artık bilelim. Duymayan kalmasın #MigrostaDirenişVar! #MigrostaBoykotVar!"
podcast image credit: unknown:::annie spratt:::unsplash
https://archive.org/details/karsi-radyo-sesli-meram-15-subat-2022
0 notes