#delikanlı olmak çok zor
Explore tagged Tumblr posts
Text
Selamlar kurumsal hayattaki şakşakcılar, iş bilmezler, kafası çalışmayanlar ve içten hesaplı orospu çocukları,
İyi ve yeterli olsanız böyle şeylere ihtiyaç duymazdınız.
İyi çalışmalar,
8Bofor
SAP Lojistik Danışmanı
1 note
·
View note
Text
KISSA :
Akademik açıdan mükemmel bir genç, büyük bir şirkette yönetici pozisyonuna başvurmaya gitti. İlk görüşme iyi geçmişti. Sonra üst düzey yönetici ile görüşmeye sıra geldiğinde, yönetici öz geçmişten gencin akademik başarılarının, ortaokuldan lisansüstü araştırmaya kadar her bilginin mükemmel olduğunu görünce sordu.
- “Okulda burs aldınız mı?”
- “Hayır Efendim!”
- “Peki okul masraflarınızı babanız mı ödedi?”
- “Babam bir yaşındayken vefat etti, dedi genç adam. Okul masraflarımı ödeyen annemdi”
- “Annen nerede çalıştı?”
- “Annem, çamaşırcılık ve ev temizliği yapar efendim, dedi genç.
- “Anladım dedi yönetici. Bana ellerini bir gösterir misin!”
Genç adam şaşkın düzgün ve kusursuz ellerini yöneticiye uzattı.
- Yönetici “Annene daha önce yaptığı işlerde hiç yardım ettin mi?” Diye sordu bu kez.
- “Hayır… Annem her zaman daha fazla kitap okumamı ve iyi bir eğitim için çabalamamı istedi. Ayrıca annem benden çok daha hızlı çamaşır yıkayabilir ”.
Yönetici “Bir isteğim var, dedi. Bugün evine geri döndüğünde, git ve annenin ellerine bak, sonra da yarın sabah gel beni gör ”.
Genç işe alınma şansının yüksek olduğunu hissediyordu. Geri döndüğünde, mutlu bir şekilde annesine sarıldı. Kadın tam olarak ne oldu anlamamıştı ama kendini bir garip ama çok mutlu hissetti. Delikanlı annesinin ellerini avuçlarına aldı. O eller ne kadar da kırışık, çatlak ve çürük içindeydi. Bazı çürüklere dokunduğunda kadın elini geri çekiyordu çünkü canı yanıyordu. Bunu ilk kez fark ettiği için gencin gözleri doldu ve içi acıyla burkuldu. Annesinin ellerini defalarca koklayarak sevgiyle öptü.
Bu ellerdeki morluklar onun mezuniyeti, akademik üstünlüğü ve geleceği için ödediği bedellerin karşılığıydı. Sofrayı o gece kendisi hazırladı, uzun uzun annesi ile sohbet etti ve yatmasına yardım etti. Ardından evi toparlayıp, kalan çamaşırların tamamını yıkadıktan sonra yorgun bir şekilde yattı. Ertesi sabah, tekrar yöneticinin karşısındaydı.
Yönetici gencin gözlerindeki hüznü, acıyı hemen fark etmişti.
- “Dün evinde ne yaptığını ve ne öğrendiğini bana söyleyebilir misin?”
-“Annemi ne kadar ihmal ettiğimi gördüm. Onunla uzun uzun sohbet ettim, sofrayı kurdum, evi temizledim ve kalan tüm kıyafetleri de yıkadım” dedi.
Yönetici; “Şimdi bana Lütfen duygularını söyle” deyince;
Delikanlı başı öne eğik sıraladı.
- “ 1-Takdirin ne demek olduğunu şimdi biliyorum. Annem olmasaydı bugün başarılı olamazdım.
2-Tek başına bir şeyler başarmanın ne kadar zor olduğunu, birlikten kuvvet doğacağını çok iyi anladım
3- Aile ilişkisinin önemini, değerini ve takdir edilmesi gerektiğini anladım ”
Yönetici “İşte bu benim yöneticim olmak için aradığım şey, dedi.
Başkalarının yardımını takdir edebilecek, başkaları ile iş yaparken, onların çektiklerini de anlayabilecek ve hayattaki tek hedefi olarak parayı ortaya koymayacak birini işe almak istiyorum ve İşi alındınız".
Kim ki sevdiklerinin sağladığı rahatlığı, onların başarıları için harcadığı zorlukları anlamıyor, görmezden geliyorsa, hayattaki zorluğun mücadelenin ne olduğunu asla anlamayacak ve çok da başarılı bir geleceği olamayacaktır..
Alıntı
0 notes
Video
youtube
Bu Gece Barda (Bana Derler Külhanlı) - Altay ✩ Ritim Karaoke Orijinal Tr... ⭐ Video'yu beğenmeyi ve Abone olmayı unutmayın 👍 Zile basarak bildirimleri açabilirsiniz �� ✩ KATIL'dan Ritim Karaoke Ekibine Destek Olun (Join this channel to enjoy privileges.) ✩ ╰┈➤ https://www.youtube.com/channel/UCqm-5vmc2L6oFZ1vo2Fz3JQ/join ✩ ORİJİNAL VERSİYONU Linkten Dinleyip Canlı Enstrüman Çalıp Söyleyerek Çalışabilirsiniz. ⭐ 🎧 ╰┈➤ https://youtu.be/xIStcnCjC-E ✩ (MAKE A LIVE INSTRUMENT ACCOMPANIMENT ON RHYTHM IN EVERY TONE) ✩ Aykut ilter Ritim Karaoke Ekibini Sosyal Medya Kanallarından Takip Edebilirsiniz. ✩ İNSTAGRAM https://www.instagram.com/rhythmkaraoke/ ✩ TİK TOK https://www.tiktok.com/@rhythmkaraoke ✩ DAILYMOTION https://www.dailymotion.com/RhythmKaraoke ⭐ Bu Gece Barda (Bana Derler Külhanlı) - Altay ✩ Ritim Karaoke Orijinal Trafik (Şehnaz - Hicaz ? 2/4) Notaya göre Şehnaz Makamı. Şarkı Hicaz mı Şehnaz mı? Anıldığı isimler: Be gece barda gönlüm hovarda, Çapkınım hovardayım, Çalsın sazlar oynasın kızlar, bana derler külhanlı, hayde hayde de hayda Bestekâr Kadri Şençalar (Udi) Güfte Sâhibi Vecdi Bingöl Makam Şehnaz Form Türkü Usûl Nim 2/4 Sofyan Bm G Bu gece barda,gönlüm hovarda Em G F# Çalsın sazlar,oynasın kızlar G F# Hayda hayda gül hayda D Em F# G F# Bm Çapkınım hovardayım,24 ayardayım D Em F# Hergece bir bardayım G F# Hayda hayda gül hayda Bm G Bu gece barda,gönlüm hovarda Em G F# Çalsın sazlar,oynasın kızlar G F# Hayda hayda gül hayda D Em F# G F# Bm Çapkınım hovardayım,24 ayardayım D Em F# Hergece bir bardayım G F# Hayda hayda gül hayda Hey hey Bana derler külhanlı Tığ gibi delikanlı Üstüm (İçtim) başım dumanlı Hayda hayda di hayda Bm Bu gece barda, G Yarında barda, Em Bundan böyle, G F# Hergece barda G F# Hayda hayda gül hayda Altay (şarkıcı) Doğum Mehmet Altay Biber 10 Mayıs 1970 (53 yaşında) Rize, Türkiye Meslekler Şarkıcı Çalgılar Vokal Etkin yıllar 2000-günümüz Eş Serap Karaata (e. 2001; b. 2001) Gülsün Kılıç Biber (e. 2002) Çocukları Zeynep Kılıç Biber Mehmet Altay Biber veya bilinen adıyla Altay (d. 10 Mayıs 1970,[2] Rize), Türk pop müziği sanatçısı. İlk albümü ''Kalpsizsin'', 2000 yıl��nda yayımlandı. İkinci albümü ''Yolcu Yolunda Gerek'' Haziran 2001'de yayınlandı. 23 Kasım 2002'de ''Seninle'' albümü, 21 Haziran 2004'te ''Anadolu'dan Dünyaya'' albümlerini çıkardı. 20 Haziran 2006'da çıkan ''Öyle Olsun'' albümü, sanatçının Ahmet Özden firması altında yayınlanan albümüdür. 29 Mayıs 2007'de ''Zor Bulursun'' albümünü çıkardı. Nisan 2009'da ise "Sana Bayılıyorum" ve 20 Mayıs 2010'da ise "Şekil A" albümü çıktı. 15 Nisan 2011'de Poll Production etiketiyle ''Elma'' teklisini çıkarmıştır. 9 Nisan 2013'de yine Poll Production ''Berduş'' albümünü çıkarmıştır. Mayıs 2015'te ''Bay Bay'' EP albümü çıkarmıştır. Özel hayatı 2001 yılında Serap Karaata ile evlenip aynı yıl boşanmıştır.[3] 2002 yılında ise aktif bir sosyal medya kullanıcısı Gülsün Kılıç ile evlenmiş olup bu beraberliğinden Zeynep isminde bir kızı vardır.[4] ŞEHNAZ شهناز Türk mûsikisinde bir birleşik makam. Müellif: İSMAİL HAKKI ÖZKAN Seydî ve Kantemiroğlu’nun âvâzeler, Abdülbâki Nâsır Dede’nin terkipler arasında zikrettiği şehnaz, dügâh perdesinde karar eden birleşik makamlar sınıfına dahil olup Türk mûsikisinin eski ve çok sevilmiş makamlarından biridir. İnici bir seyir karakterine sahip olan makam hüseynî perdesindeki hümâyun dizisine yerinde (dügâh perdesinde), inici olmak kaydıyla hümâyun, hicaz, uzzâl ve zirgüleli hicaz dizilerinin katılmasıyla meydana gelmiştir. Ancak zirgüleli hicaz dizisi şehnaz makamında daha az kullanılmıştır. İnici seyir karakterinde olması sebebiyle makamın seyrine tiz seslerden başlanacağından makamı teşkil eden dizilerden birincisi olan, hüseynîdeki hümâyun dizisinin güçlüsü muhayyer perdesi makamın birinci mertebe güçlüsüdür ve bu perde aynı zamanda tiz duraktır. Bu perdede bûselik çeşnisiyle makamın yarım kararı yapılır. Bu sırada bakiye diyezli sol (nîm-şehnaz) perdesi de yeden olarak kullanılır. Makamın ikinci mertebe güçlüsü hüseynî perdesidir. Bu perde hüseynî üzerindeki hümâyun dizisinin de karar perdesidir. Bu sebeple perdede hicaz çeşnisiyle asma karar yapılır. Bazı eserlerde hüseynînin birinci mertebe güçlü olarak kullanıldığı görülürse de buna çok az rastlanır. Şehnaz makamı asma kararlar bakımından zengindir, zira beş dizinin birleşiminden meydana gelmiştir. Hüseynîdeki hicazlı asma karardan sonra nevâ perdesine düşülürse bu perdede nikriz çeşnili asma karar yapılmış olur. Daha sonra hicaz ailesi dizilerine geçilir. Bu aileyi oluşturan dizilerin ek yerlerinde bulunan ve o dizilerin güçlüsü durumunda olan perdeler de şehnaz makamı için birer asma karar perdesidir. Bunlar şöylece sıralanabilir:
0 notes
Text
KISSA :
Akademik açıdan mükemmel bir genç, büyük bir şirkette yönetici pozisyonuna başvurmaya gitti. İlk görüşme iyi geçmişti. Sonra üst düzey yönetici ile görüşmeye sıra geldiğinde, yönetici öz geçmişten gencin akademik başarılarının, ortaokuldan lisansüstü araştırmaya kadar her bilginin mükemmel olduğunu görünce sordu.
- “Okulda burs aldınız mı?”
- “Hayır Efendim!”
- “Peki okul masraflarınızı babanız mı ödedi?”
- “Babam bir yaşındayken vefat etti, dedi genç adam. Okul masraflarımı ödeyen annemdi”
- “Annen nerede çalıştı?”
- “Annem, çamaşırcılık ve ev temizliği yapar efendim, dedi genç.
- “Anladım dedi yönetici. Bana ellerini bir gösterir misin!”
Genç adam şaşkın düzgün ve kusursuz ellerini yöneticiye uzattı.
- Yönetici “Annene daha önce yaptığı işlerde hiç yardım ettin mi?” Diye sordu bu kez.
- “Hayır… Annem her zaman daha fazla kitap okumamı ve iyi bir eğitim için çabalamamı istedi. Ayrıca annem benden çok daha hızlı çamaşır yıkayabilir ”.
Yönetici “Bir isteğim var, dedi. Bugün evine geri döndüğünde, git ve annenin ellerine bak, sonra da yarın sabah gel beni gör ”.
Genç işe alınma şansının yüksek olduğunu hissediyordu. Geri döndüğünde, mutlu bir şekilde annesine sarıldı. Kadın tam olarak ne oldu anlamamıştı ama kendini bir garip ama çok mutlu hissetti. Delikanlı annesinin ellerini avuçlarına aldı. O eller ne kadar da kırışık, çatlak ve çürük içindeydi. Bazı çürüklere dokunduğunda kadın elini geri çekiyordu çünkü canı yanıyordu. Bunu ilk kez fark ettiği için gencin gözleri doldu ve içi acıyla burkuldu. Annesinin ellerini defalarca koklayarak sevgiyle öptü.
Bu ellerdeki morluklar onun mezuniyeti, akademik üstünlüğü ve geleceği için ödediği bedellerin karşılığıydı. Sofrayı o gece kendisi hazırladı, uzun uzun annesi ile sohbet etti ve yatmasına yardım etti. Ardından evi toparlayıp, kalan çamaşırların tamamını yıkadıktan sonra yorgun bir şekilde yattı. Ertesi sabah, tekrar yöneticinin karşısındaydı.
Yönetici gencin gözlerindeki hüznü, acıyı hemen fark etmişti.
- “Dün evinde ne yaptığını ve ne öğrendiğini bana söyleyebilir misin?”
-“Annemi ne kadar ihmal ettiğimi gördüm. Onunla uzun uzun sohbet ettim, sofrayı kurdum, evi temizledim ve kalan tüm kıyafetleri de yıkadım” dedi.
Yönetici; “Şimdi bana Lütfen duygularını söyle” deyince;
Delikanlı başı öne eğik sıraladı.
- “ 1-Takdirin ne demek olduğunu şimdi biliyorum. Annem olmasaydı bugün başarılı olamazdım.
2-Tek başına bir şeyler başarmanın ne kadar zor olduğunu, birlikten kuvvet doğacağını çok iyi anladım
3- Aile ilişkisinin önemini, değerini ve takdir edilmesi gerektiğini anladım ”
Yönetici “İşte bu benim yöneticim olmak için aradığım şey, dedi.
Başkalarının yardımını takdir edebilecek, başkaları ile iş yaparken, onların çektiklerini de anlayabilecek ve hayattaki tek hedefi olarak parayı ortaya koymayacak birini işe almak istiyorum ve İşe alındınız".
Kim ki sevdiklerinin sağladığı rahatlığı, onların başarıları için harcadığı zorlukları anlamıyor, görmezden geliyorsa, hayattaki zorluğun mücadelenin ne olduğunu asla anlamayacak ve çok da başarılı bir geleceği olamayacaktır..
Alıntı.....❤ ❤ ❤
16 notes
·
View notes
Text
KISSA :
Akademik açıdan mükemmel bir genç, büyük bir şirkette yönetici pozisyonuna başvurmaya gitti. İlk görüşme iyi geçmişti. Sonra üst düzey yönetici ile görüşmeye sıra geldiğinde, yönetici öz geçmişten gencin akademik başarılarının, ortaokuldan lisansüstü araştırmaya kadar her bilginin mükemmel olduğunu görünce sordu.
- “Okulda burs aldınız mı?”
- “Hayır Efendim!”
- “Peki okul masraflarınızı babanız mı ödedi?”
- “Babam bir yaşındayken vefat etti, dedi genç adam. Okul masraflarımı ödeyen annemdi”
- “Annen nerede çalıştı?”
- “Annem, çamaşırcılık ve ev temizliği yapar efendim, dedi genç.
- “Anladım dedi yönetici. Bana ellerini bir gösterir misin!”
Genç adam şaşkın düzgün ve kusursuz ellerini yöneticiye uzattı.
- Yönetici “Annene daha önce yaptığı işlerde hiç yardım ettin mi?” Diye sordu bu kez.
- “Hayır… Annem her zaman daha fazla kitap okumamı ve iyi bir eğitim için çabalamamı istedi. Ayrıca annem benden çok daha hızlı çamaşır yıkayabilir ”.
Yönetici “Bir isteğim var, dedi. Bugün evine geri döndüğünde, git ve annenin ellerine bak, sonra da yarın sabah gel beni gör ”.
Genç işe alınma şansının yüksek olduğunu hissediyordu. Geri döndüğünde, mutlu bir şekilde annesine sarıldı. Kadın tam olarak ne oldu anlamamıştı ama kendini bir garip ama çok mutlu hissetti. Delikanlı annesinin ellerini avuçlarına aldı. O eller ne kadar da kırışık, çatlak ve çürük içindeydi. Bazı çürüklere dokunduğunda kadın elini geri çekiyordu çünkü canı yanıyordu. Bunu ilk kez fark ettiği için gencin gözleri doldu ve içi acıyla burkuldu. Annesinin ellerini defalarca koklayarak sevgiyle öptü.
Bu ellerdeki morluklar onun mezuniyeti, akademik üstünlüğü ve geleceği için ödediği bedellerin karşılığıydı. Sofrayı o gece kendisi hazırladı, uzun uzun annesi ile sohbet etti ve yatmasına yardım etti. Ardından evi toparlayıp, kalan çamaşırların tamamını yıkadıktan sonra yorgun bir şekilde yattı. Ertesi sabah, tekrar yöneticinin karşısındaydı.
Yönetici gencin gözlerindeki hüznü, acıyı hemen fark etmişti.
- “Dün evinde ne yaptığını ve ne öğrendiğini bana söyleyebilir misin?”
-“Annemi ne kadar ihmal ettiğimi gördüm. Onunla uzun uzun sohbet ettim, sofrayı kurdum, evi temizledim ve kalan tüm kıyafetleri de yıkadım” dedi.
Yönetici; “Şimdi bana Lütfen duygularını söyle” deyince;
Delikanlı başı öne eğik sıraladı.
- “ 1-Takdirin ne demek olduğunu şimdi biliyorum. Annem olmasaydı bugün başarılı olamazdım.
2-Tek başına bir şeyler başarmanın ne kadar zor olduğunu, birlikten kuvvet doğacağını çok iyi anladım
3- Aile ilişkisinin önemini, değerini ve takdir edilmesi gerektiğini anladım ”
Yönetici “İşte bu benim yöneticim olmak için aradığım şey, dedi.
Başkalarının yardımını takdir edebilecek, başkaları ile iş yaparken, onların çektiklerini de anlayabilecek ve hayattaki tek hedefi olarak parayı ortaya koymayacak birini işe almak istiyorum ve İşi alındınız".
Kim ki sevdiklerinin sağladığı rahatlığı, onların başarıları için harcadığı zorlukları anlamıyor, görmezden geliyorsa, hayattaki zorluğun mücadelenin ne olduğunu asla anlamayacak ve çok da başarılı bir geleceği olamayacaktır..
17 notes
·
View notes
Link
İlk bölümde son yıllarda Almanya’da devam ettirdiği tiyatro hayatını ve Avrupa’daki tiyatro hayatının Türkiye’ye yansımasını konuştuk. İkinci bölümde ise cinsiyet kimliklerinin tiyatrodaki yeri, LGBTİQ+ ve kadın oyunlarını masaya yatırmıştık. İkinci bölümde ise yine ‘toplumsal cinsiyet eşitliği ve kültürel çeşitlilik’ başlığında Türkiye’deki tiyatro sanatını konuştuk.
Seninle ilk programımızda Almanya’daki işlerin ve yurtdışında tiyatro yapmak üzerine konuştuk. Oradaki ya da oralara bakış açısını, Türkiye’den oralara gitmeyi... Şimdi de senin de uzmanlığın olan ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ni tiyatro özelinde konuşacağız. Sen anlat istersen biraz bu konudaki çalışmalarını.
Toplumsal cinsiyet eşitliği ve kültürel çeşitlilik üzerine çalışıyorum. Her türlü kurum ve kuruluşla çalışıyorum genelde. Bu kurumsal bir şirket de olabiliyor, bir sivil toplum örgütü de olabiliyor. Çünkü şu anda her kurumun ilgi gösterdiği bir alan Toplumsal cinsiyet eşitliği ve kültürel çeşitlilik. Bu alanda eğitim veriyorum, içerik geliştiriyorum, politika oluşturulmasına destek oluyorum.
Bu zamana kadar yazdığın 12 tane metin var. Ve bu metinlere baktığımızda hepsinde, farklıcinsiyet kimliklerini ya da ötekileştirilenleri görüyoruz. Metinlerinde öncelikle nelere dikkat ettiğinden, neleri odağına almayı tercih ettiğinden bahsederek konuya girelim mi?
Kendim de sokakta olmayı çok seven biriyim, oyun yazarı olarak da insan olarak da... Ve kendi izlediğim işlerde de sokaktan farklı sesleri duymayı, sahnede görmeyi çok seviyorum açıkçası. O yüzden kendim bir oyun yazarken çok spesifik bir sıkıntıdan yola çıkıyorum. Beni sıkan, beni rahatsız eden, beni düşündüren bir konudan çıkıyorum ve bu konu içerisinde olabildiğince fazla ses sahneye davet etmeye çalışıyorum. Yapmaya çalıştığım şey bu. Birazcık da var olan, genel o klişeye oturmuş basmakalıp inançları sarsmaya çalışıyorum açıkçası. Bu bazen trans bir kadın oluyor, bazen askere gitmeyi çok da istemeyen ama zorla askere gönderilmiş genç bir delikanlı olabiliyor. Bazen de çalışma arkadaşının bir iş cinayetinde öldüğünü gören ve bunu saklamak zorunda kalan biri olabiliyor. Dolayısıyla yapmaya çalıştığım şey sadece benim değil, zannediyorum birçok insanı yoran, sıkıntıya sokan fikirler ve yaşadığımız şeylerle ilgili sahnede onları yeniden canlandırmak ve üzerine beraber düşünmeye davet etmek. Ama toplumsal cinsiyet ve kültürel çeşitlilik benim oyunlarımda muhakkak gözettiğim bir başlık oluyor. Kadınların sahnede olması, kadın karakterlerin oyunun gidişatına etki eden karakterler olması. LGBTİQ+ bireylerin sahnede olması ve yine aynı şekilde sahnede birer kahraman, hikâyesi olan bireyler olarak sahnede var olmaları dikkat ettiğim konular oluyor.
Oyunlarında mutlaka ‘Umut’ isminde karakterler olması da kendi iç çatışmanın yansıması mı umuda dair?
Şöyle aslında, sahnelenen 12 oyunum var, her birinin başrolünde Umut var. Umut bugüne kadar 14 yaşında biri de oldu, uzaylı da oldu, eşcinsel bir kadın da oldu, trans bir kadın da oldu, işçi de oldu, patron da oldu. Erkek oldu, kadın oldu, LGBTİQ+ oldu. Umut ismini çok seviyorum. Çünkü cinsiyet kimliği atfedebildiğimiz bir isim değil. O yüzden kullanmayı tercih ediyorum her şeyden önce. Diğer taraftan da aksiyon içerisinde, sahne üzerinde Umut’un hareket ettiğini görüyoruz. Kararlar alıyor, hata yapıyor, vazgeçiyor. Bu benim umutla ilgili fikrimi de gösteren bir şey. Kendi adıma. Çünkü umut statik bir şey değil. Bir hareket, bir eylem biçimi. Kaybetmek de var, kazanmak da var, yenilmek de... Filmlerin sonuna koydukları ‘the end’ bizim için çok kötü oldu bence. Onu gördüğümüz noktada bittiğini zannediyoruz filmin ama benim için her zaman o ‘the end’den sonra ne olduğu sorusu var. Biraz böyle bir şey benim için Umut ismi. Bugün kaybedebiliriz ama yarın ne olacağını bilmiyoruz. Dolayısıyla Umut hikâyesine devam ediyor. En azından benim oyunlarım içerisinde cinsiyeti, cinsiyet kimliği, cinsel yönelimi değişiyor ama hikâyeyi devam ettirmeye çalışıyor.
Daha genel ve çıkmaz bir soruya geleyim. Türkiye tiyatrosundaki yansımalarını da konuşabilir miyiz? Oyun izleyen, bu başlıklarda geçmişe yönelik araştırmalar yapan birisin ama oyun izlerken nasıl hissediyorsun, neler dikkatini çekiyor? Sen onları da sayılarla açıklarsın diye düşünüyorum.
Bir yandan sayılarla bakmak lazım, bir de içerikte bakmak lazım. Sayılarla baktığımızda çok parlak şeyler görmüyoruz.
Twitter’da yakın zamanda devlet tiyatrolarında kadın yazarlarla ilgili bir soru sormuştun.
“Devlet Tiyatroları kurulduğu günden bu yana kaç kadın yazar��n oyunu sahnelenmiştir” diye bir soru sormuştum. Kendim baktım ona. Sayı altmışlar civarındaydı. Ama burada önemli olan, erkekler bu sayının yaklaşık on katı kadardı. Hatta orada başka bir yönetmen arkadaş da ‘Yönetmenlere de bakar mısın?’ diye sordu. Yönetmenlere baktığımızda zannediyorum daha umutsuz bir tabloyla karışılacağız. Dolayısıyla bu açılardan baktığımızda son yıllarda bir artış olduğundan bahsedebiliriz. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Kültürel Çeşitlilik bu anlamda ‘force’ ediyor her yeri. Çok güçlü bir kadın hareketi var Türkiye’de. Osmanlı’dan başlayan, bugüne kadar uzanan, istikrarlı, arzulu, talepleri çok net olan bir kadın hareketi var. Bu kadın hareketinin getirdiği bir sorgulama durumu da oluşmaya başladı. Aksiyona geçiren bir sorgulama durumu var. Bu açılardan baktığımızda birtakım projeler geliştirildiğini, artırıldığını biliyoruz. Devlet Tiyatrosu’nda kadın yazar sayısının artması da son on yılda birden oluyor. Arada bir dönem var, 1975 ile 2010 arası çok ciddi bir azalma var. Bu açıdan baktığımızda üzücü. Ama alternatif sahne, bağımsız tiyatro dediğimiz mekânlara baktığımızda başka bir tablo ile karşılaşıyoruz. İstatistik veremem ama şunu biliyoruz ki alternatif sahneler de hem sahnede oynanan oyunlar bakımından hem de sahne yönetimi bakımından kadınların daha çok yer aldığını görüyoruz. Daha çoktan kastım erkeklere göre daha çok değil, ödenekli tiyatrolara nazaran daha görünür oldukları. Ve bunu bir sürekliliği oldu. Bu çok önemli. Bağımsız sahneler için bir moda değil bu. Varlığı gereği böyle, oluşu böyle. O yüzden bağımsız ve alternatif işler üretiliyor. Çünkü farklı seslere çok açık. Kendisini açık tutuyor. Şu ana kadar kapatmamış durumda. O yüzden alternatif ve bakımsızlarda kültürel çeşitlilik anlamında da bir çeşitlilikten bahsedebiliriz. Ermeni oyuncuları, Ermeni yazarları, performans sanatçıları, bir arada oldukları grupları, LGBTİ’lerin var olduğu grupları, sahnede LGBTİ’lerin başrol olduğu hikâyeleri görme şansımız uzun zamandır var ve böyle de gidiyor. Dolayısıyla orada çok umut verici bir süreç görüyorum. Ancak istatiksel olarak bağımsız ve alternatiflerde veri bulmak çok zor. Keşke olsa da verilerle konuşabilsem. Bunlar benim şahsi deneyimlerim üzerinden söylediğim şeyler ve eksik olma ihtimalleri çok yüksek.
Sadece İstanbul’da 300-400 arasında oyun sahneleniyor bir sezonda. Merkezde, ana arterlerde sahnelenen işlerin yanında çeperlerde oyun sahneleyen çok sayıda irili ufaklı tiyatro var. Takibini yapmak da çok zor olsa gerek. Peki, ana arterlerdeki görece daha görünür olan işlerin toplumsal cinsiyet eşitliği ve kültürel çeşitliliği içselleştirdiğini varsayarsak diğer işlere yansıması oluyor mu?
Proje bazlı oluyor. Doğalında olmuyor. Alternatif ve bağımsızlarda doğalında bir süreç gelişmiş durumda. Bir oyun diğerini etkiliyor gibi bir durum var. Ve pozitif anlamda etkiliyor şu ana kadar. Alternatif sahnede oyun yazan, yöneten kadınlar dediğimiz zaman hemen Ceren Ercan, Yeşim Özsoy, Berfin Zenderlioğlu, Firuze Engin, Elif Temuçin ... Tak tak tak sayabiliyoruz. Çünkü o kadar çok orada ve üretiyorlar ve doğalında böyle ki. Bir mekân yönetimi dediğimiz zaman, sahnede oyuncu olarak da Gülhan Kadim hemen insanların aklına geliyor. Çünkü hep orada. Ya da Özlem Daltaban mekân yönetimi konusunda hem deneyimli hem de en çok bilinen isimlerden biri. Çok rahat sayabiliyoruz birçok ismi tiyatro seyircisi olduğumuz zaman. Ama devlet ve şehir tiyatrosunda böyle isimleri listelememiz ne kadar mümkün sorusu bir soru işareti. Bunun sebebi de büyük ihtimalle hem görünür olmamak hem de yapılan iş sayısının fazla olmaması gibi bir durum var. Bu bir süreç, süreç olarak bakmak lazım, ısrarcı olmak lazım. Hem bizim ısrarcı olmamız lazım hem de sorgulamaya devam etmek lazım. Sadece bunu sorguluyor olmak bile elini taşın altına koymak aslında. Bu sezon Devlet Tiyatroları’nda oynayan oyunların ne kadarının yönetmeni, yazarı, sahne amiri kadın? Dekora geldiğimizde kadınları görüyoruz ama. Bunlar ne kadar toplumsal cinsiyete göre bölümlenmiş diye sorgulamak, toplumsal cinsiyet eşitliğini ihmal etmiş, bunun hayatımız için önemli olduğunu düşünen her birimizin, seyirci, eleştirmen, yazar, yönetmen, oyuncu kim olursa olsun sormakla mükellef olduğunu düşünüyorum ben. En azından buradan başlayabiliriz; Kadınlara nerede?
Saydığın ya da sayamadığımız isimlere baktığımızda hepsi değil belki ama kendi sahnesini kuranları düşündüğümüzde kadınların çoğunlukla tek başına hareket ettiğini görüyoruz. O da ilginç bir durum sanki.
Bunun da tabii ki toplumsal cinsiyet eşitliği ile çok alakası var. Benim çalışmalardan birinde yaptırdığım bir çalışma var. Grubu ikiye bölüyorum aynı hikâyeyi kahramanı erkek ve kadın olarak ayırıyorum. Grup geri geldiğinde onlara soruyorum; bu kişi çalışmak ister misiniz? Sonuçları görmen lazım. Aynı hikâyeyi okuyorlar. Ve eğer okudukları hikâyede erkekse, katılımcıların yaklaşık yüzde 90-95 arası evet ben bu kişi için çalışırım derken, kadın hikayesinde bu oran yüzde 45-50’lere iniyor. Toplumsal cinsiyet bakışıyla o kadar alakalı bir şey ki bu. Kadın yönetmen olduğunda, mekân yönetimi kadında olduğunda maalesef önyargılar herkesi etkiliyor. Bunu da istatistikten bağımsız düşünemeyiz. Bu sadece benim gözlemim, benim kanaatim. Ama toplumsal cinsiyet kanaatlerle ölçülebilecek bir şey değil.
Matematiği olan bir şey.
Aynen öyle. Burada gerçek olan şey şu ki, yalnız bile olsa kadınlar gerçi yavaş yavaş Yeşim Özsoy’un proaktif davranışı ile tiyatroda sanat üreticisi olan kadınların bir araya geldiği, sohbet ettiğimiz bir toplantı yapıldı. Birkaç kere daha yapılacak. Bu bir araya gelişler birbirimizi de anlamak adına çok yararlı oluyor. Israrcı olmak, yapmaya devam etmek, yan yana gelmek önemli gibi geliyor bana. Ama burada şunu da söylemek gerekiyor. Birtakım listeler yapılıyor. Ben bu listeler aman niye yapılıyor demiyorum, yapılsın. Ama liste yaparken şuna dikkat etmekte fayda var. Eğer toplumsal cinsiyet eşitliğine dikkat ediyorsak, beyan ediyorsak şunlara dikkat etmek lazım, bu listelerde kadınlara ne kadar yer veriyoruz. Kadın yönettiği için bir oyunu o listeye sokmak değil dediğim. Ama listeyi on kişilik yapmayın da on iki kişilik yapıp iki tane kadın orada olsun. Neden on, neden yedi, neden üç. Beşe çıkartın. Muhakkak biliyoruz ki Türkiye tiyatrolarında özellikle bağımsız ve alternatiflerde oynayan yazarı veya yönetmeni kadın olan çok iyi oyunlar var. Toplumsal cinsiyet eşitliği birilerini dışarı atmak değil. Hep birilerini daha içeri sokmak ve aslında hep genişlemek üzerine, çeşitlenmek üzerine... Perspektif gerektiriyor. Özellikle listeler yapan dergiler, gazeteler bir de bu perspektiften baksın. “Bu listede kim yok? Kimleri dışarıda bıraktım ben” sorusunu sorup, yine altını çiziyorum, bir oyun illa kadın yönetti diye içeri girsin diye değil, ama atladığım bir şey var mı diye bakmak önemli olduğunu düşünüyorum. Biraz önce birtakım isimler saydık. Çok üretken isimler. Listelere bir de bu gözle bakalım. Bu isimler ya da unuttuğumuz diğer isimler neredeler? Unuttuğum arkadaşlarım kusuruma bakmasınlar burada mesele isim meselesi değil.
Hazırladığım listeye bakma ihtiyacı hissettim şu an.
Senin listeni bilerek söylemedim biliyorsun. Ama işte buradan başlayacak. Benim burada söylemeye çalıştığım, ‘Bunu niye yapmadınız ’demek değil.
Normalimiz haline getirmek?
Aynen öyle. Bu perspektifi hayatın olağan akışına kattığımız zaman biz de normalleştirmeye başlayacağız her şeyi. Atölyeleri de bunun üzerine kuruyorum. İsmini unuttuğum birisi varsa, n’olur bunları temel isimler anlamında söylemiyorum. Muhakkak çok fazla isim var. Ama demek istediğim farzı misal bunlar. Bir de bugüne kadar yaptığınız listeler yanlış vs. değil, bu listeleri nasıl çeşitlendiririz. Her anlamda. Performans nerede? Tiyatro performansı da içeriyor. Bir sürü yeni işler çıkıyor art arda.
Normal yaşantı içerisinde bu konuya dair denk geldiğim konuşmalarda insanlar daha çok, bunları düşünerek yaşamanın zorluğu üzerinden direndiklerini belirtiyorlar. Ama bizim doğuştan itibaren, aileden gelen normlarımızda bu eksik. Bu yüzden daha fazla hassasiyet göstermeliyiz ama diğer taraftan baktığımda yurtdışında yetişmiş insanlar bunun içine doğuyor ve normali haline getiriyorlar. Bizim birkaç nesil sonrasında normalimize dönecek bu konular belki de. Bu nedenle daha fazla hassasiyet göstermek üzerine düşünmek gerekiyor. Nereye bağlayacağım? Senin normaline dönüşmüş olduğunu düşünerek soruyorum. Sahnede oyun izlerken bu bağlamda baktığımda zorlanıyorum ister istemez. Sen nasıl izliyorsun oyunları? Çok şaşırdığım şeylere denk geliyorum çoğu zaman.
Bu çok normal. Biraz önce senin söylediğin temelden geliyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği sonradan öğrenilen bir şey. Bizde okuldan gelen, hane içerisinde bu şekilde yetiştirildiğimiz ve bilerek büyüdüğümüz bir şey değil. Dolayısıyla sahnede bunu yapan arkadaşlarımız da bilerek yapmıyor. Hayatın olağan akışında birtakım fotoğraflar çıkıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi bir fotoğraf çektiriyor mesele, ben de ‘kadınlar nerede, kız çocuklar nerede? diye tenkit ediyorum. Eminim, bir araya gelelim ama kadınlar aramızda olmasın demiyorlardır. Sadece buna dikkat etmiyorlar. Bu fotoğrafta bir arıza var, bu fotoğraf hatalı, bu fotoğrafta sadece biz olamayız. Fakat ayrıcalık ona sahip olan için görünmez olur. Erkeklerden bunu beklememiz o kadar zor ki. Çünkü sadece erkek oldukları için sahip oldukları ayrıcalıklar nedeniyle bunu fark etmeleri çok zor. O yüzden sürekli ‘kadınlar nerede?’ sorusunu sormak gerekiyor. Sordukça sordukça değişecek diye düşünüyor ve umuyorum.
Son olarak şunu sormak istiyorum. LGBTİQ+ bireylerin ya da benzer konuların oyunlarda karikatürize edilmesi hala söz konusu. Bir gün değişecek mi sence?
Değişecek tabi ki, şöyle değişecek. Karşı gerçekçilik yapıyor ya Şahika Hoca, bir karşı duruş da var. Seyhan Arman’ın oynadığı Küründen Kabare ya da benim yazdığım Sumru Yavrucuk’un oynadığı Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi var. Baktığınızda bu çıkışlar da geliyor. Eylül var bir de henüz izlememiş olsam da. Bir taraftan senin sözünü ettiğin durumlar devam ederken diğer taraftan sessizlik yok, karşı bir duruş var. Ancak yazmaya devam ettiğimizde ve bu konuda ısrarcı olduğumuzda normalleşme ihtimali var. Biraz önce söylediğim gibi, varlığını sürdürebilir, onun ortadan kalması gibi bir şey. Umarım bir gün kendi kendine biter ama onun bitebilmesi için her söz sahibinin, sahneye bir şekilde ifadesini yansıtabilmemiz gerekiyor. İki çeşitlilik de yok. Komik ve mağdur ya da güçlü ve mücadeleci de değil. Hayatlar böyle geçmiyor. Bir sürü LGBTİQ birey var ki çok fazla yaşam şekilleri var. Ama bu yaşam şekillerini nasıl sahneye taşıyacağız daha fazla yazar, yönetmen ve oyuncu olacak. Hikâyeler artacak, hikâyeler artmadığı sürece başka şansımız yok.
Son yıllarda da sayısı artıyor dediğin gibi.
Artıyor ama birbirini tekrar ediyorsa da sıkıntı var. İster komedi unsuru olarak tekrar etsin _ki o zaten oldukça problemli_ ister bir mücadele, kahramanlaştırma hikâyesi olarak devam etsin. Kendisini tekrar edenler, devam etsinler tabii ki, sahnede ne kadar çeşitlilik olursa o kadar iyi. Ama farklı farklı hikâyelerin, farklı kontekstlerde LGBTİQ+ hikâyelerin varoluşunun sahnede daha çok yer alması ancak normalleştirecek. Sadece LGBTİQ bireyler de değil ki, kadınlar da bugün sahnede hala birtakım klişeler üzerinden tasvir ediliyor. Kadın çeşitliği ne kadar oynanan rollerde. Ona baktığımızda ne görüyoruz? Erkek çeşitliliği ne kadar? Yine erkeklerin hikâyesi daha çok anlatıldığı için biraz daha fazla olabilir. Kahraman erkekler, zavallı erkekler... Tamam, orada çeşitliliği artırabiliriz ama tek bir erkeklik hali mi var? Oradaki erkeklikler, kadınlıklar, LGBTİ’likler... O –ler eki üzerine biraz antrenman yapmak lazım. Ben de bir oyun yazarı olarak yapmalıyım tabii ki.
Yaklaşık iki sene önce de bu konularda konuşmuştuk seninle. İki sene öncekinden daha umutlu bir konuşmaydı. İki sene sonra belki adım adım biraz daha normalleştiğimiz bir yere gelecektir.
Biz bunu normalleştirmesek, biraz büyük bir laf olacak ama kimse kusura bakmasın ya biz bunu yapacağız ya da teknoloji yaptı yapacağını. Teknolojinin karşısında cinsiyetin adı yok. Biyolojik cinsiyet ne? Bir an evvel hızlı bir şekilde toplumsal cinsiyet eşitliği meselesini ikili sistemden çıkartıp zihnimizi var olan olasılıkları görmeye açmak sonra da kültürel çeşitlilik meselesini halletmemiz gerek. Tek bir kimlik değilim ki ben, tek bir kadın değilim, tek başına beyaz yakalı değilim o kadar çok kimliğimiz var ki...
Belki bir sonrakinde kültürel çeşitliği konuşuruz. İki haftadır konuğum olduğun için çok teşekkür ederim.
1 note
·
View note
Text
İnsan olabilmek bazilari icin zor , Bazilari icin cok kolay.
Ders niteliğinde!,
1989 İstanbul Carlos Santana ...
1989 yılında, İstanbul'a ilk kez gelen Carlos Santana, alanda karşılanıp konaklayacağı otele getiriliyor. İlk gün serbest, akşama basın toplantısı yapılacak. Dinlenmek yerine, "Çıkalım İstanbul'u dolaşalım," diyor. Yanına bir rehber veriliyor, kendisine bir de araç tahsis ediliyor. Kapalıçarşı, Sultanahmet, Ayasofya derken Santana güzel bir çay bahçesi görüyor. Hem üstadı dinlendirelim hem de bir Türk kahvesi içsin diye bahçede bir masaya oturuyorlar.
O ana kadar koca Santana'yı bir Allah'ın kulu tanımıyor. Resimdi, imzaydı diye taciz eden de yok… Kendi de zaten bu durumdan şikâyetçi değil, çünkü adamın öyle kompleksleri yok... Rehberle beraber kahveleri höpürdeterek sohbet ediyorlar. Birden çay bahçesinin önünden geçmekte olan boyacı Roman çocuklar bağırmaya başlıyorlar: "Heyy !.. Hello Santana! Welcome İstanbul! I love you Santana!.."
Çay bahçesinin garsonları çocukları tersliyor. "Kesin ulan, bağırmayın, içeri falan da girmeyin, dağılın buradan, müşteriyi rahatsız etmeyin !" Santana rehberine diyor ki : "O çocukları buraya çağır, ben içeri gelmelerini istiyorum." Rehber çocuk hemen garsonlara durumu izah ediyor: "Aman abilerim, adam dünya starı, herkese rezil oluruz, boyacıları yanına istiyor, bırakın gelsinler..."
Çaresiz izin veriyorlar. Boyacı Roman çocuklar sandıklarıyla beraber dalıyorlar çay bahçesine... Rehber söylediklerine tercüman oluyor, başlıyorlar koca Santana'yla sohbete... Diyorlar ki, "Sen dünyanın en büyük gitar ustalarındansın. Senin çizmelerini boyayalım, kıyağımız olsun, beş kuruş istemeyiz.."
Santana çok mutlu oluyor, hem de çok şaşırıyor… Çocuklara gazoz, kola ısmarlıyor. Sonra da soruyor tabii : "Geldiğimden beri beni İstanbul'da kimse tanımadı. Peki bu çocuklar beni nasıl tanıdı?.." Çocuklar anlatıyorlar: "Biz boya yaparken bazı müşteriler gazete okur. Fırça sallarken arada gazetelere de bakıyoruz tabii. Resmini orada gördük. 'Dünya Yıldızı Santana İstanbul'a Geliyor' yazıyordu, oradan tanıdık seni."
Çizmelere boya cila yapılıyor. Santana para vermek istiyor ama çocuklar almıyor. "Peki," diyor Santana, "yarın akşam konserim var, beni dinlemek ister misiniz?" Çocuklar deli oluyor. "Hem de çok isteriz Santana. Sen delikanlı adamsın!.."
Rehberden ikişer kişilik davetiyelerden alıyor, çocuklara veriyor. Kardeşiniz varsa yanınızda getirebilirsiniz, diyor. Çocuklar çok mutlu, tabanları kıçlarına vurarak çıkıyorlar, çay bahçesinden caddeye doğru seğirtip kayboluyorlar...
Ertesi akşam Açıkhava'da müthiş bir izdiham var. Roman çocuklar ellerinde davetiyelerle konsere geliyorlar. Ana kapıdan giremiyorlar, çünkü Santana misafirlerine VIP davetiye vermiş, çocuklar nereden bilsin, VIP kapısına gelince kıyamet kopuyor... "Kimden çaldınız lan bu davetiyeleri ?" Çocuklar, "Biz kimseden çalmadık abey, biz Santana'nın misafirleriyiz, o verdi bunları bize…’’ deyince, ‘’Hadi ulan!’’ diyerek ve sille tokat tartaklayarak çocukların ellerinden davetiyeleri alıp kapıdan kovuyorlar.
Ama Santana'nın VIP misafirleri pes etmiyor... Sanatçıların arka giriş kapısını buluyorlar. Orada da aynı muamele tabii: "Hadi yürüyün lan!.." Çocuklar asla pes etmiyor. "Santanaaa ! Santanaaa !.. Help.. Help !.." diye hep bir ağızdan basıyorlar feryadı. Bir şekilde rehbere haber gidiyor, o da gidip durumu Santana'ya anlatıyor. Sonra da rehber gidiyor, çocukları alıp kulise, Santana'nın yanına getiriyor. Salya sümük, gözyaşları içinde başlarına geleni anlatıyorlar. Santana çok üzülüyor ve sinirleniyor: "Misafirlerim alın ve yerlerine oturtun."
Boyacı Roman çocuklar rehberle beraber sahne kenarından seyircinin arasına iniyorlar. Büyük sorun oluyor... Çocukları yerlerine çoktaan birileri oturmuş bile. Vali yardımcısının kızı, damadı… Belediye'den falancanın bacanağı, filancanın eltisi, görümcesi.. "Biz protokolüz kardeşim, kalkmıyoruz !" diyorlar.
Görevliler de durumun farkında ama korkudan bir şey yapamıyorlar... Dakikalar geçiyor ama sorun çözülemiyor. Sonunda merdiven basamaklarına birer minder koyulup Santana'nın VIP misafirlerini oraya oturtarak olayı bağlıyorlar.
Rehber tekrar Santana'nın yanına gidiyor ve olanları anlatıyor. Sanatçı diyor ki, "Git onlara söyle, benim misafirlerime kimse saygısızlık yapamaz... Eğer sahneye çıktığımda çocukları en ön sırada, koltuklarda görmezsem tek bir nota çalmam. Sahneye çıkarım, olayı anlatır, veda eder giderim. Tazminat falan da umurumda değil, bedeli ne olursa olsun öderim."
Konserin başlaması lazım ama bir türlü başlamıyor. Alkışlar, ıslıklar başlıyor. Ve işler karışıyor. VIP bölümünde bir kargaşa var... Bu defa görevliler durumun vahametinin farkında. Çocukların koltuklarına çöken baldız, bacanak, elti, görümce ve de enişte... Tek tek koltuklardan kaldırılıyorlar. En ön orta protokol koltuklarına Santana’nın VIP misafirleri olan Roman çocuklar oturuyorlar...
Arkaya "tamam" diye haber gidiyor, ışıklar açılıyor, sahne aydınlanıyor ve Carlos Santana sahneye çıkıyor… Yer yerinden oynuyor. İlk iş olarak ön tarafa bakıyor, misafirleri yerinde mi diye... Çocukları görüyor, bakıyor ki herkes mutlu… Başparmağını yukarı doğru çevirip VIP misafirlerine bir OK çekiyor. Sonrasında o sihirli parmaklar gitarının tellerine gömülüyor. Açıkhava'da sanki gitarından binlerce beyaz güvercin çıkıyor. Uçuyor, uçuyor, Santana'nın misafirlerinin üstünde sortiler yapıyor..
Onun içindir ki Santana gibi sanatçılara virtüöz, muhteşem, büyük star demeden önce ‘’Adam’’ diyorlar.
Gerçekten çok büyüksün... Viva Santana!..”
Öğretmen,
Doktor,
Mühendis,
Avukat,
İş adamı
Ve
Şöhretli olunabilinir.
Ama adam olmak her insanın olacağı bir zanaat değildir.
Yürek ister,
Mertlik ister,
Mütevazilik ister,
Bilgi ister.
Görgü ister
Ve birde,
Gönül ister!..
#özlem ayral#hayat#insan olmak#insan#insanlık#adalet#doğru#doğruluk#iyiler#iyilik#ozlem ayral#yaşam#yaşamak#duvar yazısı#anlamlı cümleler#anlamlı sözler#yaşamaya dair#anlamlı yazılar#güzel yazılar#farkındalık#hayatın anayasası#sevmek#hayata dair#sorgulama#hayatadair#hayatın anlamı#hayatıniçinden#iyi ki varsın#santana
11 notes
·
View notes
Text
PERA’DA İKİ HAKİKAT YOLCUSU PARAJANOV İLE SARKİS
“İncil yazarı Yuhanna. Patmos adasında dünyanın sonuna baktı kıyamet gününde; inşa edilmiş sonsuz kentin zümrütle, gökzümrütle, yakutla, gökyakutla, yeşimle,alaca akikle parlayan duvarlarına baktı. Oysa Crusoe’nun çevresindeki bütün bu verimli yaratıda bulduğu tek mücevher, bakire kumsalda çıplak bir ayağın bıraktığı izdi. Bu sonuncusunun ilkinden daha değerli olmadığını kim söyleyebilir?”James Joyce (İmgenin Pornografisi Zeynep Sayın)
Pera müzesi’ nde farklı kültürleri mecz eden Parajanov ve Sarkis kendi hakikatlerinin rehberliğinde ürettikleri, birbirlerinin varlığından güç alan, işleriyle içimizi ısıtıyorlar.
Sarkis Sergey Yosifoviç Parajanyan, 1924 de Tiflis’te doğmuş. Dedesi Rus görünmek için soyadını Parajanov olarak değiştirdiği için , sanatçının Sarkis ismi de Sergey olarak değiştirilmiş. Anlaşılacağı gibi Pera müzesinde birbirinin dilini anlayan birbirleriyle konuşan iki Sarkis var.
Parajanov sinema, şan, keman ve resim eğitimi almış, bale stüdyosuna devam etmiş çok yönlü bir sanatçı. Pera Müzesinde Parajanov sergisinde, sanatçının plastik sanatlara ilişkin çalışmaları ile filmlerinden bazı sekanslar gösteriliyor.
Parajanov iki kez tutuklanır. ilk tutuklanış��1947 yılında Tiflis’te geç saatte öğrencilerle birlikte taşkınlık yapma ve eşcinsellik şüphesiyle tutuklanır. Oysa o biseksüeldir. 1948 yılında serbest bırakılır.İkinci tutuklanışı ise 1973 yılındadır. Ukraynalı tarihçi Valentin Moroz’un davası sırasında bu yazarı suçlu göstermeyi reddettiği içindir. Altı ay yargısız tutuklanır. Beş yıl hüküm giyer. Önce “islah” olsun diye çalışma kampına, sonra Ukrayna’da ‘katı yönetim’ uygulayan ikinci kampa gönderilir.
Sinema çevreleri bir hafta sonra, Avrupa çevreleri ondört gün sonra Parajanov’un tutuklandığını öğrenir. Avrupa sinemasının tüm büyük isimlerinin imzasıyla Parajanov’un akıbeti Sovyet yönetiminden sorulur.
1975 yılında SSCB de bir genel af ilan edilir. Kamp şefi gereken iyi hal belgesini vermediği için bu aftan yararlanamaz. Parajanov 1981 yılında serbest bırakılır.
1975 Temmuzunda Moskova Film Festivali sırasında, Fransız Yönetmenler Parajanov için bir dayanışma hareketi başlatır.1976-1982 yılları arasında Fransa’da Parajanov yaratıcı bir sanatçı olarak savunulur. Eylül ayında Ateş Atları Paris sinemalarında yeniden gösterime girer.
Parajanov’un çekmek istediği filmlerin imgeleri düşlerine sığamazken, bir de yoksullukla boğuşur. Kişisel eşyalarını satarak, komşularının yardımlarıyla geçinir.
Parajanov 1968 yılında bir başyapıt olan Sayat Nova ( Narın Rengi) filmini çeker. Bu fim “anlaşılmaz ve dekadan bir estetikten mustarip” bulunur. Ayrıca Parajanov’un “aşırı geçmiş hayranlığı” olarak nitelenir ve anti-sovyetizm kuşkusu uyandırır. Sovyet ideolojisine aykırı bulunarak film yasaklanır.
Sergey Yutkeviç tarafından yeniden montajlanarak erotik ya da muğlak bulunan kimi sekanslarından “arındırılmıştır”; özellikle de Ozan ve Prens arasındaki ilişkileri ele alan sahneler, filmin çekildiği Madağ Manastırındaki hayvan kurban etme sahneleri ya da Ermenistan işgalini aktaran bölümler ile üç tane narın patlayıp yayılarak eski birleşik Ermenistan’ın haritasını oluşturduğu simgesel bir plan da filmden çıkarılır. Ancak iki ay gösterimde kalır.
Sayat Nova 18. yüzyılda yaşamış bir ozan. Parajanov’un Sayat Nova ( Narın Rengi ) filmi üç adet narın beyaz bir kağıt üzerinde kırmızı izini bırakmasıyla başlar. İz giderek büyür. Nar, Sayat Nova üzerinden Parajanov’un hakikat aşkının sembolüdür.
İkinci Sekans’ta el yazması bir kitap görülür. Sayat Nova’nın “Ben bütün yaşamı ve ruhu çile dolu bir ruhum” dizesi ard arda, diğer sekanslarda üç kez yinelenir. Tanrının kendisini temsil etsin diye insanı topraktan yaratıp can verdiği, sonra canı alıp insanı cennete koyarak ölümlü yaptığı filmde alt yazıyla anlatılır.
Film Ozanın Doğumu, alt yazısı ile başlar. Ozanın delikanlı oluşu evlenişi ve savaş simgelerle anlatılır. Filmin fonunda dış ses “Gökyüzünden bu dünyaya gönderildik, keder... keder... keder…” dizelerini okur. Yaşlı kadınlar tanrıdan beyaz atlarıyla gelip kendilerini sıkıntılardan kurtarması için dua ederler. Beyaz atlılar kadının önünden geçer. Yaşlı kadının dualarının somut ifadesidir bu atlar. Ozan, duaları bile somut olan gündelik hayatın hakikati aramasına engel olduğunu ve bunlara bir mesafe koyması gerektiğini düşünür. Manastıra kapanır. Ozan manastıra girdikten sonra vaftiz edilişinden başlayarak hayatını sorgular. Çocukluğunda, manastırda üst üste yığılan yüzlerce ıslanmış kitabın üstüne ağır bir kitap konarak, nasıl özü çıkarılacakmış gibi sıkıldığını görmüştür. Islak kitapları kurusun diye manastırın çatısına serdiğini anımsar. Bu doku onun ozan olmasını sağlamıştır. Manastır bir arınma, kendini bulma ve kendini bilme yeridir. Manastırda tüm Ermenilerin partriği Lazarus ölmüştür. Cenaze töreni hazırlanır. ilahiler okunur. Manastırın zeminine mezar kazılır. Yerden çıkan toprak sanki kanla ıslanmış gibi koyu kırmızıdır. Manastırın zemininde üstüne kilim örtülerek bekletilen patriğin etrafını koyunlar doldurur. Bu ozanın gözünden görülen bir sahnedir. Çünkü ozan o sırada elindeki tasla duvardaki minyatürlere ışık tutarak yüzdeki maskenin düşüşünü görmüştür. Onun için artık bütün yüzlerdeki maske düşer. Hakikat ortaya çıkar. Patriğin cenazesi etrafında toplanan koyunlar manastır cemaatidir. Ozanın gözünde cemaatin maskesi de düşer. Soru sormayan, düşünmeyen ibadet ve itaat eden manastır cemaati kullarının hakikati ortaya çıkar. Parajanov bu hakikati koyun imgesi ile anlatır. Ozana artık manastırdan halkın arasına inme zamanı geldiği söylenir. Ozan manastırın duvarına dayanmış bir seyyar merdivenden aşağıya halkın arasına iner.
Özgür bir ruha kavuşmuştur ama, bütün yaşamı ve ruhu çile dolu olarak geçecektir. Hakikati bilmek ve bununla yaşamak katlanılması zor bir yolculuktur. Son sekansta ozanın ölümü görülür. Dış ses, ozanın “Avare dolaşıyorum, yanmış ve yaralanmış ve bir sığınak bulamıyorum.” “Yaşasam da ölsem de, şarkılarım bu kalabalığı uyandıracak” “Ve son gidişimin gününde, bu dünyada hiçbir şey kayıplara karışamaz.” dizelerini seslendirir. Ozan ölür. Esin perisi yoluna devam ederken şiir sonsuza kadar yaşamaya devam edecektir.
Sayat Nova’nın hikayesi ayni zamanda Parajanov’un hikayesidir. Belki de bütün özgür ruhların, hakikat yolcularının hikayesidir.
Film mekanı olarak seçilen manastır, siyah beyaz ve kırmızı rengin kullanılışı, otantik kostümler, zum yapılan anlar ve sanki bir kanon gibi ard arda gelen sekanslar, semboller ve metaforik anlatım Parajanov sinemasını benzersiz kılar.
Parajanov Mayıs 1984 yılında oyuncu arkadaşı Dodo Abaşidze ile Gürcü halk masalının uyarlaması olan Suram Kalesi Efsanesi filmini çeker. Filmi yirmidokuz günde gerçekleştirir. Bu film, hayatlarını vatanları uğruna feda eden tüm zamanların cesur Gürcü savaşçılarına ithaf edilmiştir.
Efsaneye göre Gürcüler, bir kale inşa etmek zorundadır. Ne var ki ne zaman çatı yapmaya sıra gelse yapı yıkılır. Kahin duvarın tutması için yakışıklı canlı bir gencin duvara gömülmesi gerektiğini söyler. Ülkesini ve inancını terk edip bir tüccarın koruyucusu olan adamın oğlu ülkesine geri döner ve kalenin inşa edilmesi için kendini kurban eder. Bu bir metafordur. Aslında kalenin çatısı iktidarı ve onun bekasını ima ederken bir hakikati de görünür kılar. Bu hikaye sonsuza kadar yaşayacaktır. Çünkü bugün kurban etme eylemi savaşa gönderilen yakışıklı gençlerin ölümü ile sürmektedir. Ancak, kurban etme eylemi için her zaman bir gerekçe yaratılacaktır. Ta ki bu yakışıklı canlı gençler, kurban olmak istemeyinceye kadar. Kurban olmayı istemedikleri için de kurban edilecekler. Bedeli ödeninceye kadar.
Parajanov, Azerbaycan’ın Çrili köyünde, Alber Yavuryan’ın görüntü yönetmenliğinde nihayet Aşık Garip’in çekimlerine başlar. 1987 Noeli’nde çekimler tamamlanır.
Parajanov, filmi yakın dostu Andrei Tarkovsky’ e adar. Film,1988 Avrupa Film Akademisi Felix Ödülleri’nden En İyi Sanat Yönetimi ödülü ile ödüllendirilir
Parajanov, yasakçı zihniyetler nedeniyle, hapiste geçirdiği yıllarda, en imkansız şartlarda bile yaratmaya devam ederek çoğunluğu kolajlar, oyuncak bebekler, şapkalar, kuklalar çizimler, mozaikler, seramikler, asamblajlar veya üç boyutlu kolajlardan oluşan
çalışmalarını gerçekleştirir. Bu çalışmalara bakıldığında birbiriyle uyumsuz parçaların yan yana getirildiği görülür. Sanatçı hiç bir zaman bu malzemeleri nasıl düzenleyeceğini asla düşünmez.Tamamen kendiliğinden ve bütün naifliği ile gerçekleştirir. Mualif değil, özgür bir ruha sahip olan Prajanov’un “sesinin” kesilmesinin bir tezahürüdür bu çalışmalar. Çünkü o özgür bir ruhun “ozanıdır.” Çektiği acıları sanatın diline çevirir inançla. Her bir çalışması özel bir ilgiyi ve incelemeyi gerektirir. Sembollerle yoğrulmuş olan bu çalışmalar hem içinde yaşadığı ortamın, hem hissediş ve sezişlerinin tezahürüdür.
Pera Müzesinde Parajanov’un hapiste geçirdiği yıllarda ve sonrasında ürettiği Kafkasya’daki çok kültürülüğün izlerini tasıyan işleri sergileniyor. Bu sergi Ermenistan Cumhuriyetinin Erivan’da açılan müze-evden getirilmiş. Parajanov sergisi Bülent Erkmen’nin tasarımı ile gerçekleştirilmiş.
Parajanov, sanat tarihinin önemli eserlerine müdahale ederek o eserl kendisinin kılar. Çünkü o artık dünyada saf bir kültürün olmadığının, bütün kültürlerin ortak mirasımız olduğunun bilincindedir. Bu eserlerden biri Leonardo’nun Son Akşam Yemeği tablosu, diğeri ise Leonardo’nun Mona Liza’sıdır.
Parajanov Son Akşam Yemeği röprödüksiyonuna yaptığı müdahaleyle, resmin mekanına uyumlu ve uyumsuz ögeler yerleştirir. El sallayan Kruşçev ile Stalin’in resimleri o mekanla uyumsuzdur ve o mekanı dönüştüremez. Siyah beyaz küçük boyda Stalin, masanın önünde oturacak bir yer bulmuş, renkli Kruşçev ise geçip giderken bütün politikacıların yaptığı gibi halkı selamlar. Parajanov İsanın Havarilerinin yanına şapkalı fularlı bir figür ekler. Bu figür mekanla uyumludur. Her yerde var olabilecek tebdili kıyafet etmiş, hiç bir seyle ilgilenmiyormuş gibi duran bir ajan olabilir. İsa’yı ele veren Juda’sın elinin yerinde kocaman kanlı canlı bir el, kolunda da modern bir saat durmaktadır. Muhtemelen asli görevini hep sürdürüyordur. Bu figür de mekanla uyumludur. Resmin üzerinde solda elinde körüklü eski fotograf makinalarını düşündüren bir alet olan melek, sanki o anı tespit edecek gibi duruyor. Sağda ise parmak izini tutan bir başka melek yer alır Bu melekler resme müdahale edilerek konmuş olmasına rağmen mekanla uyumludur. Çünkü bütün dinlerde melekler her yerdedir ama görünmezler. Parajanov melekleri görünür kılmıştır.
Parmak izi muhtemelen Parajanov’un elinin parmak izidir. İsanın üstünde pembe renkli ve taşlı bir evlilik yüzüğü durmaktadır Parajanov’un inanca ve kutsal olana bağlılğının göstergesi olan bu yüzük üstüne, parmak izini bırakmıştır. Yüzük ve parmak izi de bu mekanla uyumsuzdur. Çünkü Parajanov bir dine ait olmaktan çok inanca ve kutsal olana bağlıdır. Masanın önünde bir kalp elektrosu durmaktadır. İsanın önündeki kalple birlikte parmak izi düşünüldüğünde, kutsal olana inancın, maddi ve manevi bedelinin ağırlığı hissedilir. Masanın önüne yerleştirilen kırmızı yılbaşı ağacı süsü, sıradan insanların sadece yıl başlarında hatırladıkları İsa’nın doğumununa gönderme yapar. Parajanov bu kolajla hem içinde bulunduğu ortama ilişkin hissettiklerini hem kendi hakikatini görünür kılar.
Parajanov Leonardo’nun Mona Liza’sını fahişeye dönüştürür. Onun el ve kol
hareketlerinin yerini değiştirerek Mona Liza ‘nın masum bakışını, şuh bir bakışa çevirir. Mona Liza tablosu Fransız İhtilalinden sonra Louvre müzesine getirilmiştir. Louvr’a gelinceye kadar pek çok saraya götürülür, bunların arasında bir de Napolyon’un metresi Jozephine ‘nin yatak odası da vardır. Parajanov Mona Liza’nın yüzünde jozephine’i görmüştür.
Sarkis, Pera Müzesinde Parajanov’a saygı niteliğindeki sergisi ile yer alır. Sanatçı "Serginin Parajanov filmlerinin kompozisyonunu andırmasını" istediğini söyler.
Sarkis, Parajanov’un yaşadığı coğrafyaya ait kilimleri televizyonlara sarıp, Pera müzesinin bir katına yayar. Parajanov’un Sayat Nova (Narın Rengi) filminde zum yapılarak gösterilen genç kızların halhallı ayaklarıyla yıkadıkları; patrik Lazarus’un cenazesi üstüne, gök gürültüsünden korkan çocuğun gök gürültüsü duymasın diye üst üste örtülen, filmin her sekansında, farklı anlamları üstlenen kilimlerini anımsatır. Kilimlere sarılan farklı yönlere dönük ekranların her biri Sayat Nova filminin bir sekansını gösterir. Bu filmler Parajanov’un kendi ülkesinde yasaklanan Sayat Nova’nın yer altında izlenebidiği gerçeğini görünür kılarken o coğrafyadaki örten, ısıtan, koruyan anlamı ile kilimler Televizyon ekranlarını korur örter ve ısıtır.
Her bir ekrandan ortama yayılan sesler, mekanda yankılanıp çoğalarak bir orkestra oluşturur. Filmde kullanılan dış sesler kulağınıza takılır. “ Ben bütün yaşamı ve ruhu çile dolu bir ruhum”, “Avare dolaşıyorum yanmış ve yaralanmış ve bir sığınak bulamıyorum” cümlelerini Parajanov kendi dilinde söylese de Sarkis’in mekanında Türkçe algılanır.
Kilimler ve televizyon ekranlarıyla yapılan bu mekan düzenlemesi üzerinde geleneksel dokuma kumaştan dikilmiş, içine farklı kültürlere ait elbiselerin yerleştirildiği, etekleri ışıklı uzun kaftan, tavandan yere kadar uzanır. İnsanın köklerinin bir tezahürü olan bu kaftan, aidiyetin olduğu kadar farklı kültürlerin izlerini de taşır ve özellikle sanatçıların dünyasını aydınlatır.
Pera Müzesi sergisinde Sarkis’in ikonaları anlamlarını çerçevenin içinde bulur. Çünkü çerçeve içinde düşünülmüş ve tasarlanmıştır. Bir ikonasında ahşap ve sedef kakmalı boş Osmanlı çerçevesinin ortalarına birer küçük beyaz kağıt üzerine suluboya ile mühür imajı boyar. İkonaların yasaklanışını anlatır. Bir başka ikonasında alçak kabartma üç figür bulunan Rum ikonasının yüzlerine sarı mum döker, mumun üzerini kırmızı sulu boya ile boyayarak mühür imajı yaratır. Bu ikona ile suret yasağını bir başka dini materyel üzerinden görünür kılar.
Parajanov’un kolajları ise tıka basa doludur. Çerçeveyi zorlar. Onun için sadece yapmak önemlidir. Tutukluluğunun sıkıntısını, ruhundaki baskıyı ancak böyle avutabilir. Ya da içinde hissettiği dayanılmaz öfkeyi böyle sönümlendirir. Başkaldırısını sevdiği şeyler yaparak dizginler. Filmleri de kolajları düşündürür. Ya da birbirini besler. Düşündüğü ve çalıştığı pek çok filmi sistematik engeller yüzünden gerçekleştiremez.
Parajanov için şöyle denebilir. O hem ruhun şairidir hem de bedenin /Cennet tatları onunla. onunla cehennem azapları./ İlkini katar kendine,çoğaltır kendini/ Yeni bir Dile çevirir ikincisini. (uyarlama)
Gülgün Başarır
1 note
·
View note
Text
'Sivilleştirilmiş bir goril'! Mayın bile işlemiyor...
Pek çok insanın gönlünde yatan aslandır "farklı olmak", fark yaratmak. Bunun için kimi zaman alışkanlıklarından, kimi zaman da "olmazsa olmazları"ndan fedakârlık eder insan. Ancak kimi zaman da, gerçekten fark yaratacağına inanıyorsa ve imkanı da varsa, "büyük bedeller" ödemeye hazırdır... Üstüne üstlük bu kişiler, özellikle güvenlik sorunu olan bir ülkede ya da bölgede dolaşmak zorunda olan zengin iş adamları veya siyasiler ise...
Milliyet'ten Levent Köprülü'nün yazısı: Bir dönem bu işler için iri kıyım Hummer'lar kullanılırken, yaklaşık 10 yıldır dünyanın farklı ülkelerinde farklı ve çok özel araçlar üretiliyor. İri cüsseli ve neredeyse "durdurulamaz" hissi yaşatan araçlar, tıpkı eski sivil Hummer modelleri gibi çirkin görünseler de (ki bazıları gerçekten hayli beğenmesi zor tasarımlara sahip), çekici bulanların da olduğunu söylemek zorundayım. Bununla birlikte salt koruma görevinde kullanılmayıp, her koşula uyum sağlayabilen araçlar bunlar. Lüks bir mekânın kapısına da yakışıyorlar, çiftlik arazisine de...
SOĞUK DİYARLARDAN Girişini yaptığım yeter aslında... "Biraz örneklere geçelim mi?" bile demiyorum, zira "Hadi ama yaaa!" seslerini duymaktayım bile... Şaşırtıcı örneklerden biri, kökleri Rusya'da olan ancak Litvanya'da üretim yapan "Dartz" elbette. 1922'de son aracını üreten Dartz markası, 1988'de Rusya'da özel sektöre izin çıktığında yeniden canlandırılmış. Hem de sahibi, ilk şirketi kuran Yankeloviç ailesinden. Ana model olan "Prombron", Hummer gibi aslen askeri amaçla tasarlanmış ancak talepler üzerine "sivilleşen" bir araç haline gelmiş. Pick-up karakterli olsa da Prombron'un 9 farklı modelinin yanında "Sedan" ve "Wagon" versiyonları da var. İsteğe göre uzun ya da kısa şasili olarak da üretilebiliyor.
İlk başlarda Hummer'ı temel olarak kullanan firma, artık farklı seçenekler de sunuyor. En önemlisi de, büyük oranda "zırhlı" olarak üretiliyor. İçinde pek çok lüksün yanı sıra devekuşu ve timsah derisi kaplamalar gibi "egzotik" ayrıntılar da bulunabiliyor. Tamamen köklerini kaybetmiş Mercedes GL 63 AMG'den türeyen "Black Snake"in fiyatı 1.25 milyon doların üzerine çıkıyor.
PAPARAZZİ SAVAR! Dartz Black Alligator ise, ilk tanıtımında "760", "850", "1.100" ve "1600" beygirlik güç seçenekleriyle sunulmuştu. İç mekânında ise koltuk ve direksiyon gibi detaylarda piton, timsah, deve kuşu, köpek balığı ve koyun derisi alternatiflerine sahipti. Ayrıca Black Alligator'ın bir de "Anti-Paparazzi" var ki, kameraların yaydığı sinyalleri algılayarak, fotoğraf makinesi ve kameraların flaş ışıklarıyla görüntü almasını engelleyebiliyor.
Firmanın bir de "film araçları" bölümü var. Sacha Baron Cohen'in "Diktatör" filmi, Dartz'ın rol aldığı en önemli filmlerden. Buradaki araç altın rengi kaplamaya sahipti. Ayrıca Dartz'ın, başka çılgın model projeleri de vardı ancak üretime geçemedi. "Nagel Dakar" ve dünyanın ilk "zırhlı spor otomobili" Nagel gibi... Bunun yerine Çinli bir firmayla anlaşıp, hap kadar elektrikli otomobil piyasaya sürdü.
'YAĞIZ DELİKANLI' Dartz Prombron'a benzer bir başka örnek de, Kanada'nın "yağız delikanlı"sı "Knight XV." Modeline "Conquest" adını veren firma, bir zırhlı araç üreticisi ve Ford'un "F-550" ticari aracını temel almış. Knight XV, adından da anlaşılacağı üzere "şövalye" kılıklı bir araç. Zırhlı ve "Evade" adında kardeşi de olan Knight, ciddi şekilde "hormonlu" denilebilecek türden.
Adını andığımız Hummer H2, onun yanında "Fiat 126 Bis" gibi kalıyor. Her ne kadar "çirkin" olsa da, her türlü lükse sahip ve doğal olarak "iki oda bir salon" misali geniş. Havalı süspansiyon, ön ve arka görüş kameraları, içeriden kumandalı 360 derece dönebilen dış aydınlatma (çevrede kimse var mı diye bakmak için), arkada elektrikli deri koltuklar, 7 kişiye ulaşabilen yolcu kapasitesi gibi özellikleri var. Ekstraları ise uzun bir liste halinde. Halen faaliyette olup olmadığını kesinleştiremesem de, şimdiye kadar 100'ün üzerinde araç ürettiğini söyleyebilirim. Tabii ki ünlüler de var sahipleri arasında.
'SİVİLLERİN TANKI' Özel amaçlı zırhlı araçların belki de en moderni ve baştan sona bu iş için tasarlanan “Rezvani Tank”, askeri düzeyde koruma ve güvenlik sunarken, aynı zamanda lüksü de ihmal etmiyor. İsteğe bağlı Dodge Demon’dan alınma 6.2 lt V8 motorla donatılabilen araç, 1000 HP güç üretebiliyor.
3 tona yakın ağırlığı bulunan araç, ciddi bir zırha sahip. Bunun yanında 360 derece kamera, termal gece görüş kamerası gibi donanımlara da sahip. Fiyatı 155 bin dolardan başlıyormuş.
'TEHLİKEDE OLDUĞUNU DÜŞÜNENLERİN ARACI' Kanada üretimi INKAS Sentry, aslen güvenlik güçleri için üretilse de, sivil kullanıma uygun versiyonu da var. Ford F-550 platformunda üretilen araç, iç kısmında ısıtma-soğutma, masaj fonksiyonlu ve deri döşemeli koltuklara, sinema ve eğlence sistemine de sahip.
“INKAS Sentry Civilian” 350 bin dolardan başlayan fiyatla satılıyormuş. Sentry Civilian’ın BR6 seviyesindeki zırhının, 7.62 milimetrelik silahlara karşı korUma sağladığı belirtiliyor. Araç iki adet Alman DM51 el bombasına da direnecek kadar dayanıklı. Ayrıca kimyasal silahlar için aracın içerisinde bir hava filtresi bulunuyor. Firma, aracın hedef kitlesini “tehlikede olduğunu düşünenler” diye belirlemiş.
PICK-UP DEĞİL 'CIV' Terradyne Gurkha CIV, bu modelin sivillere yönelik versiyonunun adı. Pek çok araç gibi o da Ford F-550 modelinin üstüne yapılmış. 6.7 litrelik 330 HP üreten V8 turbo dizel motoru bulunuyor. 6 ileri otomatik şanzımanla donatılan araç, saatte 130 km/s hız yapabiliyor. Aslen zırhsız olsa da, istenirse zırhlı olarak üretilebiliyormuş.
MAYIN BİLE ONA PEK İŞLEMİYOR Bunlar olmadıysa, daha da iri ve “farklı” bir alternatif var. Ancak bu aracın lüks donanımları ve konforu yok! Tek lüksü “deri koltuk”, hepsi bu. Kendisi, Güney Afrika’da “güvenlik endişesi” yaşayanlar için “sivilleştirilmiş” bir goril! Adı da “Marauder.” Bu 15 tonluk araç, 120 km/s hız yapabilirken her türlü arazi koşuluna girebiliyor, zırhı sayesinde de duvarı yıkıp geçebiliyor, hatta bir Hummer’ı paramparça edecek kadar güçlü patlayıcıya aldırmadan, sağlam kalabiliyor, yürüyebiliyor. Ancak açılan tek camı kavanoz dibi kadar. Biraz insanı sıkar anlayacağınız... Bu yüzden kısa geçelim. Daha çok askeri amaçlı versiyonları kullanılıyor zaten. Read the full article
0 notes
Text
Sapiens’te, veri depolama ve sınıflandırma kısmında bir kıyaslama yapıyordu, insan beyninde tüm verilerin serbest şekilde bulunduğundan bahsediyordu. Bir bilgisayar çok iyi ve çok fazla veri depolayabilir ama bir insan gibi bilgilerin, verilerin birbiriyle alakası olmasa da, çağrışım yöntemiyle çok daha komplike yöntemlerin içinden çıkabilir diyordu.
Ama bu çağrışım sadece bilgilerin uzaktan yakından bir alakası olmasıyla değil, insanın duygu ve kişisel geçmişiyle de çok fazla ilintili.
Şimdi bu güzelim konuyu nasıl rezil edeceğim onu anlatayım.
Kendimi bir yapbozun parçası gibi düşünecek olursam, kendi diğer parçamı bulup aslında hiçbir eksiklik hissetmiyorken, tamamlanmış hissiyatına kapıldığım, adeta buna gark olduğum, bende bambaşka dünyaların kapılarını açan birisiyle tanışmıştım geçen yıl. Onun ne kadar özel olduğunu ve diğer detaylara girmeyeceğim tabii ki. Şu an konuşmuyoruz, epey zamandır ayrıyız.
Birbirimize o kadar fazla vakit ayırmış olduk ki, yaptığımız her şey ve her yeni şey yeniden anlam kazanmış bulundu. Şimdi o olmayınca, o anlam kazanan şeyler yitip gidiyor gözlerimin önünde ve buna mani olamamak epey zor bir şey.
Çağrışım konusu neden? Her ne kadar yaptığımız şeyleri yapmasam da, onu çağrıştıracak bir şey gelip beni buluveriyor ve bu hiç mi hiç hoşuma gitmiyor.
X-Men izlerken, İngilizce çalışırken ya da ona çok benzeyen dişçime gitmem gerekirken gidememem ve bunların hepsinin çağrışımla olması çok acayip, güzel ve korkunç.
Her neyse. Bu konudan böylesine bahsetmek ve sivrilmiş bir duygusallığın bir anlık da olsa içinde olmak nedir ya, İngilizce çalışırken insan nasıl hüzne göz kırpabilir ki? Gül gibi delikanlı ne hallere düştü......
33 notes
·
View notes
Photo
Cumanız kutlu olsun. BASARILI OLMANIN SIRRI Büyük Veli Seyyid Sıbgatullah-i Hizani “kuddise sirruh” hazretlerine, bir gün sevdiği bir genç; - Efendim muvaffak olmanın sırrı nedir? diye sordu. Cevabında; - Başarının sırrı, kızmamaktır, buyurdu. Kızan kaybeder. Delikanlı sordu: - Başka efendim? - Güler yüzlü, tatlı dilli olacaksın. Kimseyi üzmeyeceksin. Kalb kırmayacaksın. Ahiret yolcusunun gönül alması lazım, kalb kırmaması lazım. Ve özetledi: - Bizim yolumuz, önce ahiret, sonra dünyadır. Bir hadis-i şerifte; (En iyiniz, yanına yaklaşılması en kolay olanınızdır) buyuruldu. *Ve ilave etti:* - Bunun tersi, yanına yaklaşılması en zor olan, en kötünüzdür, demektir. Velhasıl, her halimizle dinimizi sevdirmeliyiz. Bu da, kendimizi sevdirmekle olur. *Cihat, Allah için hizmettir*💫 *Bir gün de sohbetinde;* - Bedenin sıhhati yemekle, ruhun sıhhati vermekle olur. Cihat, Allah için hizmettir. Bu hizmetin kolay tarafı yoktur, buyurdu. 💫💫💫💫 Ve şöyle devam etti: - Bu hizmet ihlas ister, müdara ister, kısacası güzel ahlak ister. Bu hizmet memurlukla mukayese edilmez. İzin, mesai, gece ve gündüz mefhumları düşünülmez. 💫💫💫💫 Ve ekledi: - Bu hizmette sıkıntıları nimet bilmek gerekir. Çok çalışan, çok sıkıntı çeken, çok nimete kavuşur. 💫💫💫 *Gayemiz, bir kişiyi kurtarmak* *Bir gün de;* - Kardeşlerim, bir kişinin kurtuluşuna sebep olmak, peygamberlik görevi yapmaktır, buyurdu. Ama nefsi için yapmayacak. Nefsi için olursa, hiç kıymeti yok. İlla ki Allah için yapmak lazım. Ya ilim öğretmek için giderse, daha çok sevap kazanır.Ama *Ve ilave etti:* - Marifet, çok para kazanmak değil, çok sevap kazanmaktır. Dualarınızı istirham ederim efendim. (Ürgüp Peribacaları) https://www.instagram.com/p/CV3dm7ZqpA1/?utm_medium=tumblr
0 notes
Text
saksıdaki çilek.
kahvemi de doldurdum. oturalım sıcacık kanepeye, sarınalım battaniyeye, hadi, çok güzel bi hikaye yazalım şimdi. özellikle bir başına, bir de sonuna bakalım hikayenin. (son dediğimiz şey, çok muammadır bu arada.) kurgu da diyebiliriz buna.
başı şöyle oluverdi;
kapkaranlık bir evdi. ışık içeriye o kadar zor giriyordu ki, önümü göremez olmuştum o yüreğimdeki kocaman umutla. heyecandan mıdır karanlıktan mı bilemem, düşeceğimi sandım banyoya giderken. o saçlar hep yapılır her sabah. böyle jilet gibi delikanlı olmak istersin. ev yabancıydı, ne tarağımı bulabildim, ne de ona benzer bi şey.
özür dilerim, araya da sezen girdi şuanda - gerçek hayattayız – kanepede: “yağdı saçlarıma genç yaşımda lapa lapa kar zalim senin allahın yok”
haliyle ev yabancı, ama yürekte çok tanıdık bi ses var. onu takip ediyorum hep bilinçsizce. üzerime apar topar geçirdim dünküleri. hiç huyum değildi de, o dakika yapacak bi’şey yoktu, zaman uçuyordu sanki. camdan dışarıya bakakaldım, meğerse kar yağıyor. kışın ilk karı. hem de istanbul’da. hiç deneyimlememiştim ben bunu. böylesine bi’şeyi tatmamıştım daha önce hiç. şemsiye vardı yabancının evinde, ama almadım. apar topar gittim toplantı salonuna, nişantaşında. toplantı salonu diyorum zahir, öylesine stresli, acıyı soğuktan donmuş parmaklarına kadar hissediyorsun. en sonunda geldi toplantının başkanı. öyle bir yönetici, bir yandan da öylesine bir çocuk ki, hangi dilde, hangi aksan, hangi lügat, hangi kelimeler ile konuşacağımı karıştırdım durdum. bırakın hangi şekilde konuşacağımı, konuşmayı beceremez oldum.
çok yakınına oturmuş bulundum, tam karşısına. bunların hepsi planlıydı tabii. ben sokakta tanımasam bunu, hiç tanımamış olsam, yanından geçerken bile titretecek güce sahipti. kafamı kaldırıp bakacak güç kalmamış, acıdı, çok acıdı. beynim stres ve karmaşadan acı çekti. ama bu acı, kalptenmiş meğer. o yanma, bulanma, o karmaşa, hepsi çok ağır geldi de, kaldıracağım, kaldırdıkça daha da güçlü olacağım sandım. hiç bilinmeyeni yaşadıkça daha da çok alışır insan sanardım. asıl kaldırdığım, üstesinden geldiğim şeyi hikayenin sonunda açıklıyorum.
neyse, başkanımı hepimiz dinledik, tüm hissiyatlarım ve ben. böylesine ikna edici, böylesine gülen gözler, kışın ta ortasında yazı getiren güneş gözler, yabancının evinde toparlayamadığım fiziki görüntümün yanısıra iç dünyamı da darmadağın ve pasaklı yapmıştı. dedim bu konuşuyorsa ben dinleyeyim. saydık. hep birlikte de sevdik. nitekim araya güzel de bi gösteri sokmuştu başkanım. konuşmanın da konusu; karadenizdeki dilsiz bir kadının gönül ile tanışıp, ormanın en ücra köşelerinde yaşattığı – büyüttüğü – belki de öldürdüğü bir kalp.
konuşma bitti, eve döndüm ama nasıl soğuk. koşuyorum ama üşümekten de değil, yanmaktan. eve gideceğimin sabırsızlığından. ev��e girebilme umudumdan.
o umut o geceden sonra çok sürmedi. araya ufak tefek dinletiler girdi.
bir yolcuyum kalbinde hatırım dursun .. uzaklarda duramam ki içimde bir deli kan var
hikayenin (ya da kurgunun) sonu – daha önce bahsetmiştim. kaldıracağımı sandığım şey tamamen dönüşüme uğradı. ne oldu demeden, başladım başka acıların / yanışların / yankıların / yanıkların acısını kaldırmaya;
başkanın gidişi.
gidiş kısmı yok bende. aslında geliş kısmından dahası var da, öyle.
başkan apar topar terk etti tahtını. mektup attık, dilekçe yazdık, makale gönderdik, bazı geceler yemek dahi söyledik de, kandıramadık işinin başına dönsün diye. dönmedi. ulaşamaz olduk. ulaşılamayan o değildi de, kaybolan o uzunca dinletilerdi. gidişinin eksikliğini yine tüm hissiyat yaşadı buram buram. o yabancının karanlık evi gibi oldu. kapkaranlıktı, karla bembeyaza bürünmüştü, sonra tekrar yağdı yağmur, şimşekler çöktü birden. anlayamadık mevsimlerin nasıl bu kadar hızlı geçtiğini.
bahar başkandı. kış oluverdi. istanbul’da kış deneyimim de kötü oldu zahir.
0 notes
Text
Yaşar Kemal / Karmaşıklıktan yalnız çok usta anlatıcılarla, halk kurtulabilmiştir
Yaşar Kemal'in Demirciler Çarşısı Cinayeti romanı 1972 yılında yayınlandığında, İnce Memed rüzgârı sürüyordu. O güne dek 11 baskı yapan, 200 binin üstünde satılan, 29 dile çevrilen, İngiltere ve İsveç'de "best-seller" listelerine giren, Amerika'da ayın kitabı seçilen, İsveç radyosunda yayınlanmakta olan "İnce Memed'in yazarı, yeni romanı hakkındaki soruları yanıtlamıştı.
Yeni eserinizi bize biraz tanıtır mısınız? - Yeni eserim beni epeyce uğraştırdı. Milliyet'te Akçasazın Ağaları çıkmıştı 1964 yılında. Onu bitirdim. Akçasazın Ağaları iki büyük cilt oldu. Birisi Milliyet'te çıkan... Onun adı Yusufçuk Yusuf. Öteki, şimdi yazıp da bitirdiğim Demirciler Çarşısı cinayeti. Bu ikisini "Akçasazın Efsanesi" adı altında birleştirdim. Şimdilik, okunmamış bir roman üstünde konuşmak istemiyorum. İstediğim romana azıcık daha yaklaştığımı sanıyorum. Gene Çukurova'da mı geçiyor? - Gene Çukurova'da. Cumhuriyetin başından son yıllara kadar. Böyle bir süreci, oluşumu kaplıyor. Kan davası, cinayetler. Atlar. Bu romanda o kadar çok at var ki... Soy atlar. Bilir misiniz, Çukurova atlar memleketidir de... Arap atları ne kadar ünlüyse, bir zamanlar Çukurova atları dedikleri bir tür de o kadar ünlüydü...
Karmaşıklıktan yalnız çok usta anlatıcılarla, halk kurtulabilmiştir
"İstediğim romana yaklaşmak" dediniz. İnce Memed'den bu yana romancılığınızdaki gelişmeyi söyler misiniz? - İnce Memed I bence yalın bir hikâye. O hikâyede Topal Ali'nin dışında belirlenmiş, bütün yoğunluğu, karmaşasıyla yaşayan roman adamı yok. İnce Memed'i yabana atıyor değilim, bir delikanlı. İnce Memed II'de bu delikanlının kişiliği, olayların kökeni ve kişilerin yaşamı daha belirleniyor. İnce Memed'in sevilmesinde onun yalın çocuksu, temizliği, bir de kurgusu başlıca etken. İnce Memed III'ü yazdığımda roman tamamlanmış; kişiler, kurgu, hikâye bütünlenmiş olacak. Zor, ağır yazan bir kişiyim. Bir romanı yıllarca içimde yaşamadan yazamıyorum. Böyle olmamalı bir yazar. Yazar dediğin su içer, hava alır gibi yazmalı. Böyle düşünüyorum ama çabuk yazmaktan da korkuyorum herhalde. Birinci Memed yazılalı şöyle böyle on sekiz yıl oldu. Bu arada Ortadirek dizisini (I. Ortadirek, 2. Yer Demir Gök Bakır , 3. Ölmez Otu) tamamladım. Bu üç roman hem ayrı ayrı romanlar, hem de bir bütün. İnce Memed'den sonra yazdığım bu romanlar insanın gerçeğine, daha çok da psikolojik, yaşam gerçeğine varabilmek için bir çaba. Bu diziyi bana en yakın, yapmak istediklerime en yakın buluyorum. Çabam daha da yalınlığa varmak. Hem anlatım hem de hikâye yalınlığına varmak... Ustalaştıkça yalınlaşmak, amaç bu olmalı bir yazar için... Karmaşıklıktan yalnız çok usta anlatıcılarla, halk kurtulabilmiştir.
İnsanın hamurunda dünyanın tadı var
Romanlarınızda efsane - destan tezlerini savunduğunuz söyleniyor. Bu tezler neye dayanıyor? - Böyle bir roman tezimin olduğunu sanmıyorum. Roman üstünde düşüncelerim, romanda, insan anlayışında varmak istediğim amaçlar olmalı diye düşünüyorum. Efsaneye gelince, insan düş kuran, mit kuran, yaşayan, yaratan bir yaratıktır. İnsan yaratıcı bir yaratıktır. Yaratmağa başladın mı, yaratılmağa da başlıyorsun demektir. Bir yaşam boyu, bütün gün, bütün aylar, yıllar boyunca insan düş içinde yaşar. Gerçeği araştırırken, bu gerçek nedir diye sormaz mıyız? Şu aradığımız, varamadığımız nedir ola? Gerçek dediğimiz ne ki, bu gerçek dediğimizi ne kadar yaşıyoruz? Şu düş, mit, efsane dediğimiz nedir, onu ne kadar yaşıyoruz? Bana bu sorular ilginç geliyor. Gerçek sandığımızla düş sandığımız ne kadar birbirine yaklaşık? Ne kadar içiçe? İnsan yaşarken türlü türlü acı çekiyor. Birisi düpedüz maddi acılar, işkenceler, dayaklar... Gerçekten acıların en aşağılığı. Bir de insanın başka acıları, iç acıları var. Düş acıları, ölüm karşısındaki acıları var örneğin. Hangisi daha gerçek? Hangisini daha beter yaşıyor insanoğlu? Bu belki kaba bir örnek. Yaşamımız düş mü? Ben bunun sınırsızlığını, içiçeliğini yazmayı deniyorum. Bu yüzden de efsane demek, romanlarıma efsane demek hoşuma gidiyor. İnsanın mayasında düşçüllük ağır basıyor. İnsanın düşçüllüğü olmasaydı, en önemli, birinci özelliği, onun yaratma özelliği olmazdı. Destan türüne gelince... Roman destan, bu da hoşuma gidiyor. Önce şiirle başlıyor, düz yazıya geçiyor, dal budak salıyor söz sanatı. İnsanın hamurunda, yaşama sevincinde dünyanın tadı var; insanoğlu o tadı, güzelliği çağlar boyunca deli bir sevinçle, coşkuyla dile getirmiş. Ben destan türüne bağlılığı bu yüzden duyuyorum. Bir destan türünün coşkunluktan gelen bir kurgusu, bir tadı, lirizmi var... Destan türünün burasına da bağlı olmak isterim. Söz sanatı, halkın hep bir ağızdan, tekmil bir dünyanın halklarının bir elden oluşturdukları bir sanattır. Ne güzel bir iş bu: İliklerinde çağların tadını, oluşumunu, insanoğlunun yaşamlarını duymak, hep birlikte yaratmak, halkla birlikte sözü, sözün tadını geliştirmek... Benim destan hayranlığım, insanoğlunun söz sanatının geleneğine bağlılığımdandır.
İnsanın canının içindeki sanat söz sanatlarıdır
Elektronik çağında kimsenin roman okumağa vakti yok deniyor. Romanın yeri ve geleceği nedir sizce? - Bunlar çağımızın moda sorularıdır. Dünya durdukça, halkların sanatçılarla birlikte oluşturdukları romana, hikâyeye hiçbir şey olmayacaktır. Roman okuyucusu çağımızda her çağdan daha çoktur. Roman hiçbir zaman ölmeyecektir. Söz sanatlarının yerini hiçbir sanat alamayacaktır. Elektronik çağda insanların roman okumağa daha çok vakti olacak. Söz sanatları insanlıkla birlikte gelişerek yaşayacak. İnsanlık kaldıkça roman da kalacak. Sözün tadının yerini hiç hiçbir sanat tutamayacak. İnsana en yakın, insanın canının içindeki sanat söz sanatlarıdır. Türk romancılığı son yıllarda ne durumda sizce? Genç romancılardan umutlu musunuz? - Sonunu ilkini bilmem ama, ben bizim romancılığımıza saygılıyım. Gençlerden de çok umutluyum. Bir Halikarnas Balıkçısı, bir Orhan Kemal'i olan romanın sırtı yere gelir mi? Bir romanda Halikarnas Balıkçısı gibi bir büyük usta varsa, coşkulu, yalın, zengin, ağzına kadar dünya dolu bir Orhan Kemal varsa, insanın derinliklerine varmış, insanda yeni olanaklar aramış o romanın arkasından bir Fakir Baykurt bütün güzelliği, yeniliği, coşkusuyla, ustalığıyla gelir. Bir milletin romanında bir Kuyucaklı Yusuf, bir Murtaza, bir Ötelerin Çocuğu gibi romanlar varsa mutlu olmalıyız. Bu köklü bir anlatım kültürünün varoluşudur. Bir edebiyatta bir Fakir Baykurt bile, tek başına gerçekten mutluluktur... Ve Fakir Baykurt'un ardından da niceleri sökün edecektir. Bizim romanımızın dünyada gereğince tanınmamasının sebepleri var. Yoksa romanımızın ilkelliğinden değil... Eğer bir Kuyucaklı Yusuf'u, bir Ötelerin Çocuğu'nu dünya daha bilmiyorsa, romanlardan dolayı değil. Dilimizin sapalığından, çevirecek adam bulunmamasından. Aydınlar bu durumla hiç ilgilenmiyorlar. Üniversiteler bize sırt çevirmişler. Bizim gerçekten ilginç bir romanımız var, ama çi fayde... (Milliyet Sanat dergisi / 13 Ekim 1972 / Arşiv çalışması, dizgi: Ferruh Yazıcı)
0 notes
Text
Nereye Gidiyoruz!
YENİ HABER https://millisura.com/nereye-gidiyoruz-3678/
Nereye Gidiyoruz!
Uzun zamandır ufak tefek nedenlerle düşüncelerimi yazmayı arkalamış, kendimi sosyal medyanın derinliklerine iteklemiştim. Tam “şu konuda” yazayım dediğimde, kendimi mutlaka yazmayı öteleyecek bir nedenle karşı karşıya buluyordum. Ama kesin karar vermiş bulunmaktayım. Bundan sonra azami öl��üde okumaya ve yazmaya zaman ayıracağım. Bu kısa açıklamayı yaptıktan sonra yazıma başlayabilirim sanırım.
Size başımdan geçen, tanık olduğum bir kaç seyahat anımı paylaşacağım.
Bir gün Şirinevler-Avcılar minibüsüne sırtında çantası olan bir genç biniverdi. (İstanbul’da yaşayanlar bilir, bir yerden bir yere gitmek için cambaz olmalısınız. Minibüse binmek dert, seyahat etmek dert, yolcularla takışmadan gideceğiniz yere varmak dert, şöfürün iki de bir sizi aşağılayıcı davranışları ile muhatap olmak ayrı bir dert. Hele iş giriş çıkış zamanlarına denk gelirseniz harikulade güçlerinizin olması lazım. Deneyiminiz yoksa, cambaz değilseniz ve harikulade güçleriniz yoksa işiniz çok zor.)
Genç parasını uzattı ve aralarında şu diyalog geçti;
Genç: – Kaptan bir Cennet alırmısın (Cennet mahallesi)
Şöfür: – Hımmm
Genç: – Bir tane Cennet
Şöfür: – Hem cennete gitmek istiyorsun hem de parayı eksik veriyorsun!
(yolcularda gülüşmeler, kahkahalar)
Genç, bu gülüşmeler içinde parasını tamamladı ve şu muhteşem cümleyi söyledi: – Vay bee demekki bu memlekette paran yoksa cennete de gidemiyorsun.
… … …
Bir gün Güngören-Topkapı minibüsündeyim. Minibüs tıkış pıkış, nefes almakta zorlanıyoruz. Gözü doymaz şöfür habire yolcu alıyor. Arada yolculardan itiraz gelse de şöfür bildiğini yapmaktan geri kalmıyor.
Hava yağmurlu, yollar berbat, kimi yerlerde su birikintileri oluşmuş bazı yerler boş çamurlu.
İnce, zayıf, çelimsiz ve kısaboylu bir delikanlı da hemen yanımda. Eli yukarıdaki tutacaklara yetişmediği için de, düşmemek için arada bana tutuyor. Şöför, Davutpaşa sapağında bir yolcu daha almak istedi. Yanımdaki çelimsiz kısa boylu delikanlı dayanamadı. – Kaptan daha nereye kadar alacaksın nefessiz kaldık, yeter da… + Ulan sana mı soracağım? – Tabi bana soracaksın. + Ne diyorsun lan.. – Bişey demiyorum! Yeter bu kadar yolcu daha alma. + İn lan aşağıya! – Sen in lan.
Bu tartışma her ikisinin de aşağıya inmesiyle sonuçlandı.
Şöför iri yarı izbandut gibi, delikanlı sıska bücür ve çelimsiz. Yağmur o biçim yağıyor hava soğuk ve yol çamur deryası olmuş.
Şöför indi ve delikanlının yanına geldi tam elini kaldırıp tokatlayacaktı delikanlı şöfürün apış arasına bir tekme yapıştırdı ve kaçtı gitti.
Şöför bir seksen yerde. Yüzü gözü çamur içinde. Yolcularda sanki “oh oldu sana” dercesine bir tebessüm oluştu. Ne yalan söyleyeyim ben de oh demiştim.
… … …
Bir gün İstanbul-Trabzon uçağındayım. Yanımda 13-14 yaşlarında yakışıklı bir delikanlı. Muhtemelen yaz tatilini memleketinde geçirmesi için ailesi tarafından uçağa bindirilmiş. Gençle hoş bir sohbet geçirdik. Çok samimi ve içten bir çocuktu. O bana soruyor ben cevaplıyorum, ben ona soruyorum o cevaplıyor.
Yolculuğumuz sona ermek üzereydi.
Dedim ki; “Mert ben seni Allah için çok sevdim. İnşallah tekrar karşılaşırız. Kendine iyi bak.”
Mert, bana döndü ve dedi ki: “Abi bende seni Atatürk için çok sevdim.”
Şaşırmıştım o zaman Mert’i anlayamamıştım. Ama sonraları bunu idrak ettim. Bu Mert’e verilen eğitimin neticesiydi. … … …
Sevgilerimle…
0 notes
Text
Tarkan Tevetoğlu Kimdir? Tarkan’ın Hayatı, Biyografisi ve Şarkıları
Bugün Türkiye’de 7’den 70’e kime sorarsanız onu tanımayan yoktur denilebilir. Hatta ilk sırada söylenecek sanatçıların başında gelmektedir. Biraz eskiler çok iyi hatırlayacaklar ki; 1990’lı yıllarda müzik dünyasına hızlıca giriş yapmış olan Tarkan, o gün bugün yapmış olduğu güzel şarkılarla her zaman gündemde kalmayı başarmıştır. Hatta aradan yıllar geçmesine rağmen bu sene çıkarmış olduğu “yolla” ve beni çok sev şarkıları ile yine uzun süre bir popülarite ile şarkıları sürekli olarak çalınmaktadır. Hepinizin bildiği gibi bu ünlü sanatçı, aynı zamanda genç kızların sevgilisi Megastar Tarkan Tevetoğlu’dur. Biz de Tarkan’ın hayatını, yapmış olduğu şarkı ve albümleri sizlere anlatmak için güzel bir yazı hazırladık. Tarkan Tevetoğlu Kimdir? Tarkan Kısaca Kimdir? Tarkan’ın Hayatı, Biyografisi ve Şarkıları hakkında tüm bilmek istediklerinizi topladık.
Tarkan Kaç Yaşında: 46 yaşında. (17 Ekim 1972 Doğumlu) Tarkan Boyu: 1.73 cm boyundadır. Tarkan Kilosu Kaç Kilo: 67 kg ağırlığa sahiptir. Tarkan Göz Rengi: Yeşil göz rengine sahiptir. Tarkan Saç Rengi: Siyah Tarkan Ayakkabı Numarası Kaç: 42 Tarkan Nereli: Almanya’nın Alzey kasabasında doğmuştur. Aslen baba tarafından Rizeli’dir. Tarkan Ne iş Yapıyor: Müzisyen ses sanatçısı
Tarkan Tevetoğlu ya da kısaca Taɾkan, Türk şarkıcı, şarkı sözü yazaɾı, besteci, prodüktör ve aranjör altı çocuklu bir ailenin beşinci çocuğu olarak 17 Ekim 1972’de Almanya’nın Frankfurt kenti yakınlarındaki Alzey’de dünyaya gelmiştir. Almanya’da bir süre yaşadıktan sonra, 1986’da ailesiyle Türkiye’ye dönen Tarkan, lise hayatına Karamürsel Lisesi’nde başlamıştır. Liseye başlamadan önce de kendine Çınarcık’ın çay bahçelerinde konkenci ev hanımlarından oluşan bir kitle edinerek müzikten ufak ufak para kazanmaya da başlamıştır. Tarkan pop müzik ile ilgili eserler yapmak istediği için ilk önce Karamürsel İleri Musiki Derneği’nde Türk sanat müziği eğitimi alarak sesini daha da geliştirmiştir.
Tarkan; yıllar sonra ailesi ile birlikte İstanbul’a taşınmıştır. Ve burada Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde eğitimine devam etmeye başlamıştır. Eğitim almaya devam ederken de birçok mekanda sahne almaya başlamıştır. Tarkan Tevetoğlu; liseden mezun olmuştur ve istediği üniversite bölümünü kazanamamıştır. Bunun üzerine Almanya’ya gitme planlarını uygulamak için harekete geçmiştir. Ancak öyle bir tesadüf oluyor ki; Karamürsel’de yaşayan ve en yakın arkadaşlarından birisi olan Alpay Aydın aracılığı ile İstanbul Plak şirketinin sahibi ve aynı zamanda bir prodüktör olan Mehmet Söğütoğlu ile tanışmıştır. Ve bunun sonucunda bir albüm anlaşmasına imza atmıştır.
Bunun üzerine Alpay besteleriyle yön verdiği müziklerini, Tarkan da sözleri ile toplamda 15 şarkı hazırlamışlardır. Hemen ardından da 1992 yılının Aralık ayında piyasaya “Yine Sensiz” isimli ilk albümünü çıkarmıştır. Tarkan’ın özellikle en iyi çıkış yapmış olduğu parça ise “Kıl Oldum Abi” olmuştur. Ve bu şarkı ile birlikte albümü toplamda 900 bin adet satmıştır. Müzik yaşantısına çok iyi çıkışlar yaparak giren Tarkan, Sezen Aksu’nun da desteği ile birlikte 1994 yılında “Aacayipsin” isimli ikinci albümü ile adeta zirveye oturmuştur. Tarkan, albümleri ile adeta müzik piyasasını kasıp kavuruyordu. Bu başarıların üzerine bir yenisi daha 1997 yılının Temmuz ayında “Ölürüm Sana” isimli albüm ile geldi. Tarkan bu albüm ile tam olarak 3 milyon satış yakalamıştır. Bu çıkıştan sonra Berlin, Londra ve Paris üzerinde birçok konser vermiştir. Öte yanda dünyanın en büyük firmalarından Polygram, “Ölürüm Sana”nın hit parçası “Şımarık” şarkısının single’ını piyasaya sürerek, anında sonuç elde etmiştir. “Şımarık” Fransa müzik listelerinde üçüncü sıraya, Belçika müzik listelerinde ise bir numaraya kadar yükselmiştir. Bugün hala daha İngiltere başta olmak üzere birçok gece klübünde dünyanın her yerinde çalmaktadır.
Tarkan Tevetoğlu, Çek Cumhuriyeti, Kanada, Rusya ve daha birçok ülkede tanınmıştır. Bütün bunların yanında Tarkan; Güney Amerika ile bağlantıya geçmiş olan tek yıldız olmuştur. Bunların yanında Tarkan’a destekler de sürekli devam etmiştir. Avrupa basınında “Türk tatlısı”, “Boğaz’ın yakışıklısı” gibi başlıklarla manşetlenmiştir. 1999 Word Music Awards’tan “Yılın En Çok Satan Ortadoğulu Şarkıcısı Ödülü”’nü almıştır. Bunun yanında 199 yılında, piyasaya sürdüğü toplama albümü Tarkan, çeşitli ülkelerden platin ve altın sertifikalar kazanmıştır. Tarkan, 14 Ocak 2000’de 17 Ağustos depremzedeleri yararına bir konser vermek ve 15 Ocak’ta bedelli askerlik yapmak amacıyla birliğine teslim olmak üzere Türkiye’ye döndü.
2001’in son aylarında yayınladığı dördüncü albümü Karma’da yine listeleri allak bullak eden ‘‘Kuzu Kuzu’’ , “Hüp” ve “Verme” şarkılarını kliplendirdi. Bu kasetteki bütün besteler Tarkan Tevetoğlu’nun kendisine aittir.
2003 yılındaysa “Dudu” adl�� albümü Rusya’da 900 binden fazla satış rakamına ulaşarak bu hızlı çıkışı aynı zamanda reklam tekliflerini de beraberinde getirmiştir. 2006 yılında ilk ingilizce albümünü çıkartan Tarkan, “Come Closer” adını vermiştir. Böylece Avrupa listelerine giriş yapmıştır. “Bounce” ve “Start the Fire”, isimli şarkılar bu albüm içerisinde çıkmış olan single parçalarıdır. Tarkan, bir yıl sonra altıncı stüdyo albümü Metamorfoz’u yayımladı. Albümdeki şarkıların sözleri, Türk Dil Kurumu tarafından takdir edildi. 2010 yılında yedinci stüdyo albümü Adımı Кalbine Yaz dinleyiciyle buluşmuştur. Bunun üzerine de Türkiye’de en çok satan albüm olmayı da başarmıştır. Öte yandan 2001 yılında Pepsi, 2004 yılında Opet, 2006 yılında ise Avea olmakla birlikte birçok firmanın da reklam yüzü olmayı başarmıştır.
Tarkan, 2014 senesinde Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde yaptığı konserler ile 9 gün boyunca hayranlarına çok güzel anlar yaşattı. Ve bir ilke imza atmış oldu. Ayrıca “Kayahan’ın En İyileri 1” albümünde seslendirdiği eski ve çok sevilen “Yemin Ettim” şarkısını da ilk kez bu konserlerde söylemiştir. Ardından da bu konserlerde bir video görüntüsü de hazırlamıştır.
Tarkan; yalnızca müzikal projelerde değil, birçok sosyal sorumluluk projesinde de görev almıştır. Sonradan Türk basını ona Megastar ismini, dünya basını ise “Popun Prensi” olarak anmaktadır. Tarkan Tevetoğlu; günümüze kadarki süreçte 15 milyonun üzerinde albüm satışı yapmıştır. Dolayısıyla ödülleri de bir hayli artmıştır. Bunların arasında 14 adet Kral Müzik Ödülü, 6 adet Altın Kelebek Ödülü ile 1 adet Dünya Müzik Ödülü bulunmaktadır.
Tarkan, son 10 yıldır birçok doğa projesiyle gündeme gelmektedir. Bu projelerin arasında; Hasankeyf, Gediz Deltası, Ergene Nehri, Burdur Gölü, Allianoi Antik Kenti gibi projeler bulunmaktadır. Ayrıca Tarkan Seferihisar Doğa Okulu’nun da kurucularındandır. Hem öğrenmenin hem de yaşamın, öğrenci ile öğretmenin hiçbir ayrımının olmadığı, geleneksel ve akademik bilginin birlikte düşünülerek, yeni bir öğrenim anlayışını amaç edinen bu okul, doğa kültürünün Türkiye ve dünyada yeniden yaygınlaşması için çalışmaktadır. Tarkan Tevetoğlu, bu okul için 4 Eylül 2014 Harbiye’de ve 11 Eylül 2014’te Seferihisar’da “Doğa Sensin” isimli iki konser vermiştir.
Tarkan Tevetoğlu’nun Albümleri nelerdir?
Tarkan 2018 yılına kadar 10 albüm çıkartmış olup, devamlı Türkiye’nin en çok dinlenenleri arasında olmuştur.
Yine Sensiz (1992)
Aacayipsin (1994)
Ölürüm Sana (1997)
Karma (2001)
Dudu (2003)
Come Closer (2006)
Metamorfoz (2007)
Adımı Kalbine Yaz (2010)
Ahde Vefa (2016)
10 (2017)
Tarkan’ın Bugüne Kadar Söylemiş Olduğu Şarkılar Nelerdir?
Tarkan’ın Yeni Albümü 2016 Şarkıları Sözleri
Tarkan Cuppa Sözleri
Tarkan Türk Sanat Müziği Albümü Şarkıları
Tarkan Zeytin Gözlüm
Tarkan Veda Busesi
Tarkan Söyleme Bilmesinler
Tarkan Sevmekten Kim Usanır
Tarkan Rindlerin Akşamı
Tarkan Olmaz İlaç Sine-i Sad Pareme
Tarkan Nasıl Geçti Habersiz
Tarkan Kara Bulutları Kaldır Aradan
Tarkan Kadehinde Zehir Olsa
Tarkan Islak Daha Islak Öp Beni
Tarkan Enginde Yavaş Yavaş
Tarkan Aşk Bu Değil Mi
Tarkan Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine
Tarkan Şarkıları
Tarkan Acımayacak
Tarkan Adımı Kalbine Yaz
Tarkan Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine
Tarkan Arada Bir
Tarkan Arar Buluruz
Tarkan Aşk Bu Değil Mi
Tarkan Aşk Gitti Bizden
Tarkan Aşk
Tarkan Asla Vazgeçemem
Tarkan Ay
Tarkan Ayrılık Zor
Tarkan Bam Teli
Tarkan Başına Bela Olurum
Tarkan Bekle
Tarkan Beni Anlama
Tarkan Bir Ben Bir Allah Biliyor
Tarkan Bir Oluruz Yolunda
Tarkan Biraz Nezaket
Tarkan Biz Nereye
Tarkan Bu Gece
Tarkan Bu Şarkılarda Olmasa
Tarkan Çat Kapı
Tarkan Çok Ararsın Beni
Tarkan Dedikodu
Tarkan Delikanlı Çağlarım
Tarkan Dilli Düdük
Tarkan Dudu
Tarkan Durum Beter
Tarkan Enginde Yavaş Yavaş
Tarkan Eyvah
Tarkan Firuze
Tarkan Gecenin Ürkek Kanatlarında
Tarkan Gelip te Halimi Gördün Mü
Tarkan Gitme
Tarkan Gitti Gideli
Tarkan Gül Döktüm Yollarına
Tarkan Gülümse Kaderine
Tarkan Gün Gibi
Tarkan Hatasız Kul Olmaz
Tarkan Hepsi Senin Mi
Tarkan Her Nerdeysen
Tarkan Her şeye Rağmen
Tarkan Hop Hop
Tarkan Hüp
Tarkan İkimizin Yerine
Tarkan İnci Tanem
Tarkan İşim Olmaz
Tarkan Islak Daha Islak Öp Beni
Tarkan İstanbul Ağlıyor
Tarkan Just Like That
Tarkan Kadehinde Zehir Olsa
Tarkan Kara Bulutları Kaldır Aradan
Tarkan Kara Gözler
Tarkan Kara Toprak
Tarkan Kayıp
Tarkan Kıl Oldum Abi
Tarkan Kimdi
Tarkan Kır Zincirlerini
Tarkan Kış Güneşi
Tarkan Kudurmuyorum
Tarkan Kuzu Kuzu
Tarkan Love Speak
Tarkan Mass Confusion
Tarkan Milli Takım
Tarkan Mine
Tarkan Nasıl Geçti Habersiz
Tarkan Oldu Canım Ara Beni
Tarkan Olmaz İlaç Sine-i Sad Pareme
Tarkan Ölünce Sevemezsem Seni
Tarkan Ölürüm Sana
Tarkan Ona Sor
Tarkan Öp Öp
Tarkan Over
Tarkan Özgürlük İçimizde
Tarkan Pare Pare
Tarkan Rindlerin Akşamı
Tarkan Sabret
Tarkan Salına Salına Sinsice
Tarkan Sarıl Bana
Tarkan Şarkıları
Tarkan Selam Ver
Tarkan Sen Başkasın
Tarkan Sen Çoktan Gitmişsin
Tarkan Sevdanın Son Vuruşu
Tarkan Sevmekten Kim Usanır
Tarkan Şeytan Azapta
Tarkan Sıkıdım
Tarkan Şımarık
Tarkan Taş Olurum
Tarkan Unutmamalı
0 notes
Photo
Büyük Veli Seyyid Sıbgatullah-i Hizani “kuddise sirruh” hazretlerine, bir gün sevdiği bir genç; - Efendim muvaffak olmanın sırrı nedir? diye sordu. Cevabında; - Başarının sırrı, kızmamaktır, buyurdu. Kızan kaybeder. Delikanlı sordu: - Başka efendim? - Güler yüzlü, tatlı dilli olacaksın. Kimseyi üzmeyeceksin. Kalb kırmayacaksın. Ahiret yolcusunun gönül alması lazım, kalb kırmaması lazım. Ve özetledi: - Bizim yolumuz, önce ahiret, sonra dünyadır. Bir hadis-i şerifte; (En iyiniz, yanına yaklaşılması en kolay olanınızdır) buyuruldu. Ve ilave etti: - Bunun tersi, yanına yaklaşılması en zor olan, en kötünüzdür, demektir. Velhasıl, her halimizle dinimizi sevdirmeliyiz. Bu da, kendimizi sevdirmekle olur. Cihat, Allah için hizmettir Bir gün de sohbetinde; - Bedenin sıhhati yemekle, ruhun sıhhati vermekle olur. Cihat, Allah için hizmettir. Bu hizmetin kolay tarafı yoktur, buyurdu. Ve şöyle devam etti: - Bu hizmet ihlas ister, müdara ister, kısacası güzel ahlak ister. Bu hizmet memurlukla mukayese edilmez. İzin, mesai, gece ve gündüz mefhumları düşünülmez. Ve ekledi: - Bu hizmette sıkıntıları nimet bilmek gerekir. Çok çalışan, çok sıkıntı çeken, çok nimete kavuşur. Gayemiz, bir kişiyi kurtarmak Bir gün de; - Kardeşlerim, bir kişinin kurtuluşuna sebep olmak, peygamberlik görevi yapmaktır, buyurdu. Ama nefsi için yapmayacak. Nefsi için olursa, hiç kıymeti yok. İlla ki Allah için yapmak lazım. Ya ilim öğretmek için giderse, daha çok sevap kazanır. Ve ilave etti: - Marifet, çok para kazanmak değil, çok sevap kazanmaktır. Gönül Sultanları https://www.instagram.com/p/B-B0w9vl9zn/?igshid=18an8crw4gt2v
0 notes