#cama çıkmış
Explore tagged Tumblr posts
Text
Evin önüne kurmuşum, aşkımın sofrasını
Sermişim kapın önü, anamın gül bohçasını
Bir duysa beni eve bağlar, kısmetim dağlar
Anam almazsa bu gidişle, valla sen alacan canımı
#sallaya sallaya#bu aşkın mendilini#ömrüm tükendi ah#bir bilsen şu halimi#değmedi elime ellerinden başkası#görmedim#bilmedim#valla senden başkası#cama çıkmış#el sallar#havalar havalar#bende mevsim kışken#onda bi yazlar yazlar#spotify
0 notes
Text
welcome to the new sin city
“O hep böyle mi?” Juliet, yutkunarak bir kadınla flörtleşen Dean'e baktı. Kadın ellerini Dean'in göğsüne yerleştirmişti. Dean kadının kulağına bir şeyler söylerken ikiside gülüşüyordu. Sam yüzünü buruşturdu.
“Üzgünüm, böyle.” Juliet başıyla onaylarak oturdukları bar masasındaki gazetelerden birini aldı.
Kansas'a gidiyorlardı. Bir kasaba çileden çıkmış gibi davranıyordu. İşin tuhaf yanı bir kaç sene önce bu kasabanın en dindar ve temiz kasaba seçilmesiydi. Şimdi her yerde cinayetler ve fuhuş vardı. Audria içkileri masaya koydu.
“Biraz daha şu yaşlı bunağın beni kestiğini görürsem, şu lanet şişeyi onun kıçına sokacağım.” Öfkeyle oturdu. Juliet ve Sam, o adama döndü.
Sam alayla konuştu.
“Senin tipine benziyor.”
Audria yüzünü buruşturdu.
“Benim tipimi bile bilmiyorsun.”
"Öyle mi? Neymiş?”
Dean ve Juliet'in hapisten çıkmasından yaklaşık 4 ay geçmişti ve Sam hala Audria'ya borçluydu.
Juliet masadaki iki şişeye baktı.
"Sen içmiyor musun?”
"İçmediğimi biliyorsun.”
"Reşit duruyorsun." Sam konuştu.
"Tabii ki reşitim, aptal. Sadece içmiyorum. Sarhoş ya da çakırkeyif olamam. Çok güvensiz hissettiriyor.”
“Bağımlıydın.” Juliet ona bakarak mırıldandı.
"Bunun hakkkında konuşmak istemiyorum.” Audria bunu dediği sırada Juliet'in telefonu çaldı. Bir numara arıyordu. Juliet kaşlarını çattı ve diğerlerine baktı. “Bir kaç dakikaya geliyorum.” Telefonunu aldı ve barın arka kapısından çıkarak karanlık sokakta durdu. Telefonunu açtı. Bir süre diğer tarafın konuşmasını bekledi.
“O kasabaya gitmeyin.”
"Lucia? Siktir git. Hangi yüzle arıyorsun?” Juliet homurdandı.
“Size o kasabaya gitmeyin dedim Juliet. Bu...riskli.”
"Ne? Şimdi bizi mi düşünüyorsun? Sen bir şeytansın.”
"Flinn sizi nereye gönderdiğini bilmiyor! Gözü dönmüş durumda! Oradan uzaklaşmalısınız!” juliet bir süre durdu.
"Gözü dönmüş durumda?” Mırıldandı. Fakat telefon yüzüne kapanınca sinirle telefonunu sıktı ve bir süre karanlıkta durdu. Köşeden bazı sesler geldiğini duyunca kaşlarını çattı ve yavaşça köşeye doğru yöneldi. Aklına bir kaç sene önce aynı şekilde Audria ile tanıştığı geldi.
Köşeyi dönünde öpüşen bir çift gördü ve yüzünü buruşturarak hızla geri döndü. Bara, diğerlerinin yanına geldi. Kendine ait çantayı hızla toplarken diğerlerine bakmadan konuştu. “Ben motele geri dönüyorum.”
Çıkarken göz ucuyla Dean'e ve öpüştüğü kıza baktı ve kapıyı çarparak çıktı ve motele doğru yöneldi.
___________________________________________
“Bu tehlikeli Flinn.” Castiel cennetteki toplantı odasında otururken Flinn'e bakarak mırıldandı.
"Bunun tehlikeli olup olmadığını söylemek senin işin değil. Ne yaptığımı biliyorum. Aksi olsa bile onlar sadece piyon.” Flinn sertçe konuştu.
“Onlar insan. Bizim görevimiz insanları korumak.”
"8 milyar kişiye karşı 4 kişi Castiel. Bu bana gayet kârlı bir anlaşma gibi görünüyor. Şimdi çıkabilirsin.” Flinn otoriter şekilde konuştu. Castiel kaşlarını çattı ve tek kelime etmeden odadan çıktı.
Flinn derin bir nefes alarak toplantı odasındaki şöminenin karşısına geçti. Melekler üşümezdi. Şömine sadece şık bir görünüm içindi. Şöminenin yanındaki kitabı çekti ve yandan bir kapı açıldı. Kısa sürede gözden kayboldu ve kapı ise daha önce hiç orda olmamış gibi gözden kayboldu.
Şimdi ise bir okuldaydı. Gülüşerek birbirini kovalayan çocukları izlerken bir çocuk ona çarptı.
Çocuk korkuyla mırıldandı.“ Özür dilerim hanımefendi.”
Belki de korkmasının nedeni Flinn'in çocuğa tepeden bakmasıydı. Boy farkı çok komikti. Flinn yavaşça gülümsedi ve elini çocuğun yanağına koyarak okşadı. “Önemli değil, çocuğum.” Çocuk gülümseyerek arkadaşlarının yanına dönerek Flinn çevresine bakmaya devam etti.
___________________________________________
“Bu kasaba çok iğrenç gözüküyor.” Juliet yüzünü buruşturarak kasabanın girişinin fotoğrafını çekti.
"Ne zamandan beri fotoğraf makinen var?” Dean impalayı sürerken yanındaki Juliet'e baktı.
"Ölüm kapımızda. Anıların sadece zihinde kalmasını istemiyorum.” Juliet kafasını cama yaslarken mırıldandı.
"Geldik mi?” Audria uykusundan uyandığını belirterek konuştu. İmpala'nın durduğunu hissederek uyanmıştı.
"Evet.” Sam okuduğu kitaptan başını kaldırmadan konuştu. Ve devam etti.
"Pekala, bu günahların bir insan şekline girdiğini biliyoruz. Burasının resmen bir günah şehrine dönüştüğü belli fakat bence bunu halledebiliriz. Yani bunu belli edecek bir iz var. Bizde varolan pentagram dövmeleri gibi dövmeleri bulunuyor. Ve basit bir şeytan çıkarma ile hallolabileceğini düşünüyorum.”
"Bize kesinlik lazım, Sammy.” Dean arabadan inmeden önce konuştu.
“Hayatımızds hiç bir şey kesin değil, Dean.” Sam'de arabadan çıktı.
___________________________________________
“Cehennem köpeklerini geri çek Crowley, ben geldim.” Lucia ceketinin yakasını düzeltirken taht odasına girdi.
"Asayı aldın mı?” Crowley viskisini yudumlarken konuştu.
“İyiyim teşekkürler, Sen nasılsın?” Lucia gözlerini devirdi.
Crowley viskisini yandaki işlemeli tepsiye koydu ve ayağa kalktı.
“Asa.Lucia.”
"Bizde. Endişelenme.” Lucia konuştu.
"Winchesterlar ne yapıyor?” Crowley tahtına geri yönelirken konuştu.
"Şehre gittiler. Konuştuğumuz gibi onları uyardım. Ama çok inatçılar. Kahraman rolünü oynamaya devam etmek istiyorlar.”
"Onları izle.”
Lucia başıyla onaylayarak odadan çıktı ve Crowley'i yalnız bıraktı.
___________________________________________
“Bu bir kaç saat önce konuştuğumuz rahip değil mi?” Juliet şaşkınlıkla sarhoş ve kadınların kollarındaki rahibe baktı.
“Biraz önce baş rahibeyi tuvalette bir kaç kişiyle çok uygunsuz bulduğumu söylemiş miydim?” Dean içkisini tekte içerken konuştu.
"İğrenç. Kesinlikle normal olmayan bir kasabadayız.” Audria yüzünü buruşturdu.
Sam gerginlikle parmaklarını masaya vurarken konuştu.
"Ölen kadın, komşusu tarafından öldürülmüş. Köpeğinin gürültüsü komşusunu kızdırmış ve komşusu kadını ve köpeği öldürmüş.”
Devam etti.
“Bu ve bunun gib yaklaşık 10 cinayet daha var ve bunlardan önce bu kasabada cadı avından beri hiç cinayet olmamış.” Sam gözucuyla Audria'ya baktı.
Audria barda kendinden geçen kasaba halkına yüzünü buruşturarak bakmaya devam ediyordu.
“Pekala, dağılalım. Ben ve Juliet bardakilere bakacağız. Sizde sokaklara ve şu ilerdeki gece kulübüne bakın. Küçük bir kasaba. Şanslıyız.” Dean ceketini giyerken konuştu.
Juliet ayağa kalktı.
“Ben Sam ile giderim. Sen Audria ile git.” Juliet konuştu.
“Ben Audria ile giderim.” Sam Dean ve Juliet'in kavgasından bıkmışcasına iç çekti.
"Hain ors-” Juliet sinirle mırıldandı. Sam omuz silkti ve Audria ile birlikte kalktı.
"Isırmam Juliet. Tabi eğer istiyor-” Dean ona baktı ve konuştu.
"Kapa çeneni. İşi bitirelim ve siktir olup gidelim burdan.”
Bir kaç dakika sonra büyük barın köşesinde buluştular. Juliet baktı. “Sanırım buldum. Şu kadın, sarı saçlı. Şehvet olmalı. Tuhaf bir dövmesi vardı. Sam'in söyledikleriyle uyuşuyor.”
Dean başıyla onayladı.
“Yanındaki alkolik olmadığına şaşırdığım adam, oburluk olmalı.”
Kadın ve adam birbirlerine bakıyor ve etrafa bakıp sinsice sırıtıyorlardı.
Juliet Dean'e döndü. “Pekala onların dışarı çıkmasını bekleyelim. Herkesin içinde yapamayız.”
Dean kadın ve adamı izlemeye devam ederken başıyla onayladı.
___________________________________________
"Gece kulübu temiz.”
"orası gece kulübu. Nasıl temiz olabilir?”
"En azından bizim çapımızda bir tuhaflık yok Sam. Sadece ot, uyuşturucu ve fahişeler.” Audria gözlerini devirdi.
Sam ve Audria sokaktaki bankta oturmuş insanları izliyordu. Gece yarısı olmasına rağmen neredeyse herkes dışardaydı. İkiside farkınsa olmadan aynı şeyi düşündü. 'Bu iğrençlikten etkilenmeyenler var mıydı?'
"Bu devirde insanların hala köleleri mi var?” Audria köşeyi dönüp onlara doğru gelen bir adam gördü elinde bir tasma vardı fakat köpek yoktu. İnsan vardı.
“İğrenç.” Sam yüzünü buruşturdu.
"Umarım en kısa sürede bu kasaba normale döner. Tanrım, vegas'ın bile bir sınırı vardı.”
“Vegas'a hiç gittin mi?” Sam şaşkınlıkla ona baktı.
“Yaptım.” Audria omuz silkti.
"Ben seni daha çok...örgü ören büyüler yapam bir cadı olarak gördüm.”
"Öyle bir cadı gerçekten varsa lütfen bana söyle.”
Audria gözlerini devirdi.
Sam omuz silkti.
"Mary Poppins yapıyordu.”
Sonra Audria'ya döndü fakat Audria'nın o tasmalı adama dikkat kesildiğini gördü. Gözlerini kısmıştı ve dikkatlice o adamı izliyordu.
Sam'de farketti.
"Kibir.”
___________________________________________
"Pekala Sam. Dediğin gibi şeytan çıkarma bunlarda işe yarıyor.” Juliet konuştu.
Motel odasında son durumu değerlendiriyorlardı.
Dean kanepede yayılarak aldığı sandviçi yiyordu.
Juliet tekli koltukta oturmuş gerginlikle bacaklarını sallıyordu.
Audria masada bıçağını bilemeye devam ediyordu.
Sam ise odanın içinde volta atıyordu.
"Başım döndü, şunu kes Sammy!” Dean sandviçinden bir ısırık alırken bağırdı.
Audria konuştu.
“Şehvet, oburluk ve kibir gitti. Açgözlülük,haset, tembellik ve öfke kaldı.”
Juliet parmağını kaldırdı. “Tembellik gitti. Gelirken onu halletmiştik.”
"Evet, doğru. Onu Dean ile karıştırdım.” Audria gözlerini devirdi ve alayla mırıldandı.
“Hey! Kibar ol!” Dean kaşlarını çatarak Audria'ya baktı. Sandvicini bitirmişti ve kağıdı buruşturarak odanın köşesindeki çöp kutusuna fırlattı. Tam isabet.
“Evlere bakmalıyız. ” Sam konuştu.
“Ben Audria ile olucam. ” Juliet hızla atıldı.
“Sam ile olurum. Teşekkürler.”
“Hainler. ” Juliet sinirle ayağa kalktı ve masanın üzerindeki bıçaklardan ve silahlardan alarak ceketinin içine yerleştirdi.
“Hızlı halledelim.”
___________________________________________
“Bu sonuncuydu.” Dean derin bir nefes alarak alnındaki kanı sildi ve Juliet'e baktı.
“Benim kanım değil.”
Juliet onu duymamıştı bile ruhsuzca yere, son günaha bakıyordu.
“Hey? Jules? İyi misin?” Dean parmağını şaklatarak onu uyandırmaya çalıştı.
Juliet, Dean'e döndü ve sanki içinde başka bir şey varmış gibi konuşmaya başladı. Tuhaf bir dildi. Dean pek bir şey anlamadı. Okudukları kitaplardan buna benzer bir şeyler hatırladığına yemin edebilirdi. Hızla telefonunu çıkarttı ve ses kaydı almaya çalıştı.
“Venit finis. Tenebrae oriuntur. Aetas verfuum incipit. Morietur ac redibit. Idem non erit.”
Juliet bunu nefes alamayacak derecede hızla tekrarlamaya başladı. Yere bakmaya devam ediyordu ve birden kesildi. Sessizlik sürdü. Dean gerginlikle mırıldandı.
“Jules?”
“Dean? Hadi eve dönelim. Burası iğrenç kokuyor.” Juliet hiç bir şeyden haberi yokmuşçasına bıçağını aldı ve ceketine silerek ceketinin içindeki cebe geri yerleştirdi.
Dean gerginlikle yutkundu ve Juliet'i takip etti.
_____________________________________________
“Dediğim gibi Castiel. Kolaydı ve onlar halletti. Şimdi büyük plana geçebiliriz. ”
“Lilith'i durduramıyoruz Flinn. Onu takip edemiyoruz. O çok hızlı hareket ediyor.”
“Evet, biz mahşerin atlılarını takip edeceğiz.”
_____________________________________________
3 notes
·
View notes
Text
"bu şarkıyı her dinlediğimde aynı duygular sarıyor her tarafımı. ne illet bir şey değil mi bu insanın hafızası? buz gibi havada cama çıkmış, şarkıları zaptarken bir anda denk geldim bu şarkıya. bir an duraksadığımı biliyorum, öylece kalakaldım. bu hislerden nefret ediyorum ama elim bir türlü o değiştirme tuşuna gitmedi, gidemedi. yapamadım. senelerce ruhumu saran sensizlik hissinin kollarına attım kendimi en baştan. yanaklarımdan tane tane düşen damlaların bile bir önemi kalmadığı saatlerdeyiz belki de. içeriye geçip yattın, suratıma bile bakmadın içeri girdiğinde. senelerdir çektiğim sensizlik hissini hâlâ en derinlerimde hissediyorum, oysaki bir tarafım yanıma geldiğinde her şeyin düzeleceğini zannediyordu. meğer kaçırdığım nokta bambaşkaymış benim, ben senin fiziksel olarak yanımda olmayışına yanıyorum sanarken aslında beni bu hislerin koynuna atan ruhunun beni bırakışıymış. fiziksel olarak sarıp sarmalamak yetmiyormuş işte, gerçi şu an ona bile tenezzülün yok. muhtaç mıyım sana? gurur mu kasacağım sandın, gururum mu kaldı benim? canımın yangınıyla baş etmek için artık en ufak bir heyecanım, gücüm yok. hayatın her türlü silsilesiyle başbaşa kalmanın verdiği bir bitkinlik var bende, omuzlarımda ölü bedenlerin yükü var; o yükün yarattığı derin sancılar. anlayamıyorum, algılarımı da yitirdim sanki. sen miydin bana karanlık hayatımdaki aralığından ışığı görebildiğim umut kapılarını acımasızca yüzüme çarpan yoksa hayatın ta kendisi miydi? gerçi, bundan sonra bana ne fark eder? ha hayat, ha sen. ikisi de aynı şey benim için.
dimitri, içimdeki çığlıkları hâlâ duyabiliyorsun; değil mi?"
-2013.
1 note
·
View note
Text
Nefes al. Nefes al benimle adam. Bana ait ol, bana ait kal, beni hisset, beni öp, beni sev, beni sar, ben. Her zerreni bana ait yap mesela ikide bir sar sarıl mesela, öp mesela, kucakla mesela.
★ ★ ★ ★ ★ ★
Evdeydi küçük. Ama evinde değildi. Olduğu evin her bir santimini biliyordu ama burası evi değildi burası başkaydı. Başka bir eve ihtiyacı vardı, başka bir yatağa, başka bir şeye. Düşündü, düşündü. Üzerinde bir şey yoktu, iç çamaşırların'dan başka. Dolabın önünde durdu. Bu soğuk havaya rağmen etek giydi, üstüne sweatshirt. Sweatshirt'ün üstüne polar alıp botlarını giydi ve koşa, koşa, koşa evden dışarı çıktı. Hemen arabasına bindi, sürmeye başladı. Kısa süre sonra onun evine geldi. Koca adamın evine. Hızlıca indi arabadan, anahtarını ve telefonunu ceplerine sıkıştırdı. Kapısından girmek yerine aklına gelen bir fikirle camına tırmandı. Cama çıkmış kedi gibi yayıldı cama, düşmemek için bir nevi direniyor gibiydi. Telefonunu çıkartıp koca adama yazdı. Gayet rahat bir şekilde konuşurken koca adam camda olduğunu öğrenir öğrenmez camı açtı. Camda ki kediyi görür görmez kollarını açtı. Küçük başta şaşırmıştı, ne yapacağını bilemedi. Ardından bir ses duydu, "Ne bakıyorsun kedi! Gelsene!" Kafasını iki yana sallayıp kollarını boynuna uzattı ve sımsıkı şekilde sarıldı. Koca adam ise hemen kolunu beline doladı ve camı kapatıp, içeriye yürümeye başladı. Küçüğü yatağa bıraktı ve baktı. Donmuştu, donuyor'du. Korktu koca adam, çok korktu çünkü üşüyor'du. Hızla üzerine bir battaniye attı, hemen sardı ve küçüğü kucağına yatırıp, kollarını sıvazlayarak saçlarına öpücükler kondurmaya başladı. Uykusu gelmişti, hep olduğu gibi. Küçük döndü ve koca adama kollarını açarak baktı. Dizlerinin üzerine çıkarak yaklaştı, koca adamın kucağına yerleşti. Koca adamsa, bozuntuya vermeden sarıldı hemen.
★ ★ ★ ★ ★ ★
Bir saate yakın böyle durdular. İkisi de mayhoş olmuştu. Hatta küçük, uyudu uyuyacak haldeydi. Koca adam kendisini arkaya doğru attı, ve sadece gözlerini kapattı.
★ ★ ★ ★ ★ ★
Kapat gözlerini, gülümse.
- Y.
.
.
.
.
1 note
·
View note
Text
Manhattan | 02.00
Beyaz ve ortalama bir erkeğin kalbini bu kadar kırması, kadının aşamayacağı bir şeydi. MJ ilişkilerinde kendini ilk defa güvende hissetmiş, kendini birine teslim etmişti. Boşuna geçen üç senenin sonunda, adamın yatağında beyaz bir saç teli buldu. Üstünden üç hafta geçmişti, bugün tek başına bir bara çıkıp yanına yaklaşan ilk yabancıyla eve gitmek istedi. Ama yapamadı. Onuncu tekila shotından sonra bardan topuklu ayakkabılarını elinde tutarak çıkmış ve bir taksi çevirmişti. "Oscorp." dedi önündeki adama sakince. Kısa bir süre sonra gökdelenin önündelerdi. Çantasında kalan son onluğu sürücüsüne uzatıp, taksiden indi. Makyajı akmış, elbisesi kırışmıştı, belki de en kötüsü sarhoştu da. Güvenlikten nasıl geçtiğini bilmiyordu, ama kendini şehire bakan cam asansörde buldu. Kafasını cama yaslayıp önündeki büyük şehri izledi. Birinci kat. İkinci kat. Onuncu kat. Otuzuncu kat. Doksanıncı kat. Asansörün kapıları arkasında yavaşça açıldı. Harry, uzun siyah masasının arkasında oturmuş, bilgisayarında bir şeyle ilgileniyordu. MJ, adamı neredeyse beş yıldır tanıyordu ve Peter'ın en yakın arkadaşı olmasına rağmen kendisinide arkadaşı gibi hissettirmişti onca senedir. Üç haftadır, Harry'i hiç görmemişti ve şu an bir arkadaşının desteğine ihtiyacı vardı. Topuklu ayakkabılarını asansörün kapısının önünde bırakıp biraz yelpeleyerek duvardan duvara cam olan ofise girdi. Adamın kafasını kaldırmasını bekledi, hem davetsiz gelip hem de işini bölmek en son istediği şeydi.
18 notes
·
View notes
Photo
Derinden gelen, saç köklerinden kirpiklerine kadar hissettiği bir baş ağrısı ile uyandı. O kadar şiddetliydi ki gözlerini açmadan bir süre daha yatakta kalmak istedi. Zaten haftayı kapatmıştı. Dinlenmek için koskoca iki günü vardı. Huzurlu bir sabah kahvaltısı yapacak, acele etmeden kahvesini içecek, pijamalarıyla güzel bir gün geçirecekti. Bunları düşünerek gülümsedi ve duvar tarafına doğru döndü yatağın. En azından öyle düşünüyordu. Orada duvarın olmadığını yere düşmesiyle fark etti. Bu ani düşüşle açtı gözlerini. İşte kâbus o anda başladı. Kalp atışlarını dışarıdan duyarken, kurumuş bir boğazla sordu kendi kendine: Neredeyim ben?
Beton bir zemindi ilk hissettiği. Gördüğü ise sıvası dökülmeye başlamış, hiç tanıdık gelmeyen eski bir tavan. Yavaşça doğruldu. Belki de bugüne kadarki en boş, en ne olduğunu anlamaz bakışlarla etrafına bakındı. Kapısı yarıya kadar açık demir bir dolap, hemen yanında biraz önce üstünden düştüğü ranza, musluğu damlatan bir lavabo, üstünde yarısı kırık bir ayna. Duvarların boyası yer yer dökülmüş, her tarafında yazılar, çentikler. Hemen karşıdaki pencereyi fark etti; dışında parmaklıklar, parmaklıkların da dışında tel örgü. Nerede olduğunu anlamak için cama koştu. Kocaman avluyu gördü, arkasını göremeyeceği kadar yüksek olan duvarları. ‘Hayır cezaevine girmiş olamam, dün eve geldim yattım neler oluyor!’ diye bağırdı ellerini başına götürüp. Soğuk soğuk terlerken odanın içinde hızlı adımlarla yürümeye başladı. Dün gece neler olduğunu hatırlamaya çalışıyordu yürürken. Adrenalin sağılıklı düşünmesini engelliyordu. İşten çıkmış, arkadaşlarıyla buluşmak için her zamanki mekanlarına gitmişti. Koyu bir sohbet olmuştu, çok gülmüşlerdi her zamanki gibi. Muhabbeti yine yönlendirmişti. Çok eskiden yaşanan olayları tüm ayrıntılarıyla anlatmış, arkadaşları yine bu kadar gereksiz ayrıntıyı nasıl aklında tuttuğuna şaşırmıştı. Soğuktan üşümeye başladıkları saatlerde yavaştan kalmışlar arkadaşlarının otobüs durağına kadar yürümüşlerdi. Onların evlerinin şehir merkezine olan uzaklığı ile ilgili espriler yapılmış ve dağılmışlardı. Sonrasında usul usul eve yürümüştü kafasında bin bir düşünce ile. Ne kadar sıkıldığını düşünmüştü; yaşadığı şehirden, sıradanlıktan, her gün aynı şeyleri yapmaktan. Her gün aynı yerde oturup aynı yolu yürümekten. Hatta her gün ne kadar sıkıldığını düşünmekten bile sıkılmıştı. Eve vardığında saat gece yarısını geçmişti. Evet bir sıkıntı yoktu. Her şeyi çok net hatırlıyordu eve girdiği ana kadar. Şu an burada olması çok mantıksızdı. Demir kapıya yöneldi. Dışarıya doğru bağırdı: Kimse yok mu? Cevap derin bir sessizlik. Çıt yoktu. Tek bir kelimeye dahi razı iken çıt dahi yoktu. ‘Ben sanırım delirdim’ diye düşündü. Çünkü yaşadıklarının gerçek olma ihtimali yoktu. Yatağa uzandı, gözlerini kapadı. İçinden ona kadar sayıp gözlerini açtığında hepsinin biteceğini, kendisini yatağında bulacağını düşündü. 1,2,3,4,5,6,7,8,9,10. Usulca açtı gözlerini. Olmadı. Tekrar tekrar denedi; hepsinde aynı sonuç. 1,2,3,4,5,6 derken sert bir ses ile gözlerini açtı: vakit geldi, arkanı dön ve ellerini duvara yasla!
Ne olduğunu sorgulamadı bile. Artık bir şeyler öğrenmek istiyordu. Sorgusuz sualsiz döndü duvara. Ellerini duvara koymasıyla sıvalardan biraz daha döküldü. Arkasında yavaş yavaş açılan demir kapının gıcırtısını duydu. Adım sesleri git gide yaklaştı. Bir çift eli paçalarında hissetti. Yüzünde bir gülümseme oldu. Daha ne olduğunu bile anlamamışken bir tehlikeymiş gibi üstünün aranması komik gelmişti. Arama sürerken bir şey dikkatini çekti: Duvardaki yazılar. Kasım 2014: dergi çıkarıyoruz. 17 Aralık 2014: doğum günün kutlu olsun kardeşim. Mart 2015: Abi donduk çayın taze mi? ‘ iyi de bunlar benim anılarım’ dedi. birkaç saniye geçmeden yazının da kendi yazısı olduğunu fark etti. Kafası karmakarışık olmuştu. Bunları ne zaman yazmıştı. Tam bunları düşünürken elleri bir anda arkada toplandı. Kelepçenin soğuk demirini bileklerinde hissetti. Biraz da sıkmıştı. Arkasındaki gardiyan olduğunu düşündüğü kişi onu kelepçeden tutup kapıya doğru çevirdi ve ‘yürü’ dedi. hiç itiraz etmedi. Şu anda tek istediği bu odadan çıkmak ve ne olduğunu anlamaktı. Kapıdan çıktılar. Nereye gittiğini görmediği uzun koridorda usul usul ilerlemeye başladı. Birkaç farklı duyguyu aynı anda yaşıyordu. Nereye gittiğini bilmemenin verdiği merak, ortamın ve olanların kasvetinin verdiği korku, bir şeyler olmasının verdiği sevinç. Bir bedene bu kadar yük çok fazlaydı. Kalp atışlarını dışarıdan duyabiliyordu. O koridor belki de o kadar uzun değildi ama sanki saatlerdir yürüyordu. Ve değişen hiçbir şey yoktu. Başından sonuna kadar milimetrik olarak aynıydı koridor. Ama hayır. İleride, koridorun sağ tarafında bir ayna vardı. En fazla on adımlık bir mesafe sonra yanından geçecekti. Geçerken başını usulca çevirdi ve aynaya baktı. Arkasındaki gardiyanı ilk defa orda gördü. Ve gördüğü bir saniye nabzını anlık durdurmaya yetmişti. Arkadaki gardiyan kendisiydi. Hayır bu olamazdı, imkansızdı. Ben benzettim herhalde diye düşündü. Sonuç olarak kafam karmakarışık sağlıklı düşünemiyorum. Gözlerim bana bir oyun oynamış olmalı. İyi de bu nasıl bir oyundu. Her şey hayal olmayacak kadar netti. Gardiyanın yüzü ise kendi yüzüydü. Yine de inanmak istemedi. Sadece benzettiğini kendine kabul ettirmek için içinde bir savaş verdi koridorda yavaş yavaş yürürken. Koridorun sonu göründü o sırada. Ahşap bir kapı. Geldikleri yol ve çıktığı hücrenin aksine yepyeni. Kapı yavaşça açıldı. Tam içeriye doğru yönelmişken gardiyan kulağına eğildi: Gözlerin sana oyun falan oynamadı, benim.
Gardiyan kelepçeyi açtı, yavaşça içeri yitti ve yapıyı çekti. Kelepçeyi açması hiçbir şey ifade etmiyordu. Söylediği ile zihnine öyle bir zincir vurmuştu ki; artık nereye giderse gitsin zihni tutsaktı. Başı önüne eğik bir şekilde ilerledi sanık kürsüsüne doğru. Ne için yargılanacağını, gardiyanın nasıl kendisi olduğunu, ve kafasındaki yüzlerce soruyu kendisiyle beraber kürsüye getirdi. Başını kaldırdığında ise gördükleri sıradan bir insanın aklını kaybetmesine yeterdi. Hakim, avukatlar, davacı, seyirciler. Salonda bulunan kim varsa hepsi kendisiydi. Aynı yüzden onlarcası. Kıvırcık saçlar, ela gözler, uzun kirpikler, kızıl sakallar. Onlarca insan, tek bir beden. Gözlerini ovuşturdu, nasıl bir rüyanın içinde olduğunu çözmeye çalıştı. Artık yaşadıklarının gerçek olmadığına emindi. Ya bir rüyanın içindeydi, ya da aklını çoktan kaçırmıştı.
Mahkeme başladı. Davacı, davalı, ikisine de kendi adı okundu. Artık duruma yavaş yavaş alışıyordu. Tek merak ettiği şey vardı şimdi: Suçum ne? Sorusunun cevabını çok geçmeden aldı. Yaşadığı hayattan şikayetçi olmuştu. Davacı kendisi, hakim olan kendisine durumu açıkladı. Kendi kendisine kendi yaşamını şikayet etmişti. Davacı tek tek anlattı neler yaşadığını. Hayatının tek düzeliğini. Aynı şehirde aynı şeyleri yaparak geçirdiği yıllarını. Değişmeyen mekanları, değişmeyen alışkanlıkları. Şehrin artık onu nasıl boğduğunu. Bir değişikliğe her şeyden çok hasret olduğunu tek tek anlattı. Kendisini dikkatlice dinledi. Kendisine hak verdi çoğu yerde. Evet bıkmıştı. Bıkmıştı ama bıkkınlığı bu kadar büyük seviyede değildi ki. bir mahkeme salonunda konuşulacak mevzular değildi bunlar. Söz kendisine verildi. Söylenenlere karşı bir itirazı, bir savunması olup olmadığı soruldu. O an dünya onun için durdu. Ne diyeceğini bilemedi. Elini yüzüne götürdüğünde boncuk boncuk terlediğini fark etti. Korkusu anlatılanlar değildi. Böyle bir davanın sonucu ne olurdu onu asla kestiremiyordu. Kararın yaşantısını tamamen etkileyeceğini kestirebiliyordu sadece. Hepsini kabul etti. Çünkü biraz önce davacı kendisinden duydukları, her akşam evine yürürken kendi kendine konuştuklarıydı. Bu defa yine kendi kendine konuşmuş, ama kendine kendine söylediklerini ikinci bir ağızdan dinlemişti. İtiraz edecek bir şey yoktu, davacı kendisi haklıyıdı. Bir an durdu ve düşündü. Buradaki herkes kendisiyse, hakimin vereceği kararı da kendisinin vereceğini fark etti. Rahatladı. İnsan kendisi için kötü bir karar verir miydi hiç? ‘Gereği düşünüldü’ dedi hakim gür sesiyle. Ardından tek bir cümle döküldü dudaklarından. ‘ Davalının eski hayatının idamına karar verilmiştir!’. Ne demekti bu? Eski hayatın idamı da neydi. Salona baktı. Bir kısım sevinç çığlıkları atarken bir kısım ise kedere boğulmuştu. Kederliler de, sevinenler de kendisiydi oysa. Kafasının içinde onlarca sese ve olanlara daha fazla dayanamadı. ‘Hayır!’ diye haykırdıktan sonra daha fazla ayakta duramadı, olduğu yere yığıldı kalktı.
Gözlerini açtığında kaç saattir baygın yattığını bilmiyordu. Nerede oluğunu da. Mahkeme salonunda kapattığı gözlerini bir odada açmıştı. Bembeyaz bir oda. Hiçbir şey yok. Eski odasıyla benzeyen en ufak bir yanı yok. Ne bir yatak var, ne kırık bir ayna, ne de duvardaki yazılar. Sonsuz bir bilinmezlik. Kıyafetleri de değişmişti. Aynı şekilde bembeyaz. En ufak bir desen,leke, hiçbir şey yok. Bu bilinmezlik bir insanı delirtmeye yeterdi. Sonsuzluğun ortasındaydı adeta. Nereye giderse gitsin, hangi tarafa yürürse yürüsün değişen hiçbir şey yoktu. Olduğu yere çöktü kaldı. Şu an ilk uyandığı odaya gitmek için her şeyi yapabilirdi. O eski dolap, yatak için. O eski boyası dökülen duvarlar için. Eski hayatın idamı bu mu demekti? Her şeyin bir anda yok olması mıydı? Evet belki. Çünkü şu an tam olarak sıfır noktasındaydı. Hiçbir şey yoktu, hiçbir şey. Bunları düşünürken bir sesle kendine geldi: Ziyaretçin var!
Sonsuz beyazın ortasından adım sesleri duymaya başladı. Kimin geleceğini çok iyi bildiğinden kafasını kaldırıp bakmadı bile. Ziyaretçinin de kendisi olacağını artık çok iyi biliyordu. Usulca yaklaştı, yanına oturdu.
- Ne oldu şimdi, neden buradayım?
- Bunu sen seçtin, sen istedin.
- Hayır! Bunu ben istemedim, burada olmayı da bunları yaşamayı da ben istemedim.
- Gördün, yaşadıklarından sen şikayetçi oldun, sen anlattın her şeyi, kararı da sen verdin.
- Bunların hepsi bir hayal değil mi?
- Belki de. Ama aynı zamanda bunların hepsi senin gerçeğin.
- Ben usulca evime gittim ve yattım nasıl bunlar gerçeğim olabilir.
- Yapma ne olur. Onların üstünden seneler geçti biliyorsun.
Ziyaretçi cebinden bir düzine fotoğraf çıkardı ve ona uzattı. Fotoğrafları aldı ve tek tek bakmaya başladı. Eskiye dair onlarca kare. Gece yarılarına kadar yaptığı muhabbetlerden kesitler, atılan kahkahalar, sıkıntılı geçen günler, kütüphanede çalışılan dersler, üniversite bahçesinde, her zamanki mekanlarında yaşanılanları gösteren onlarca fotoğraf. Ziyaretçi elini usulca omzuna koydu:
- İlk oda senin geçmişindi. Orası da aynı burası gibi bembeyazdı. O şikayetçi olduğun odayı santim santim sen inşa ettin. Her bir köşesini anılarınla sen doldurdun. Duvarları gördün. Her köşesinde senin yazdığın anılar vardı. Şikayet ettiğin her şey o odadaydı. Zamanında seni güldüren, yaşamının temelini oluşturan şeylerdi. Sen şikayetçi oldun, sen istemedin onları. Sen yargıladın kendini. Kararı da sen verdin, hepsini sen geride bırakıp geldin buraya. Aşina olduğun ne varsa geride bırakıp kendini bu bilinmezliğin içine sen bıraktın. Yaşadığın şehri, dostları, her şeyi gerçeklikten çıkarıp bir anıya sen dönüştürdün. Artık senin gerçekliğin burası.
- İyi de ne yapacağımı bilmiyorum. Burada nasıl yaşanır bilmiyorum ben.
- Öğreneceksin. Burayı da dolduracaksın yaşantılarla. Değişen bir şey olmadı aslında. Burada olacaklar da senin elinde.
- Peki eski odam, orada yaşananlar ne olacak?
- Bu fotoğraflarda kaldı işte onlar. Dilersen bir köşeye asıp baktıkça hatırlarsın. Yapacağın bu.
- Tekrar soruyorum. Bir rüyadayım değil mi?
- Evet. Ama rüyanda gerçeğin ta kendisini başka bir boyutta görüyorsun sadece. Yani uyandığında da çok bir şey değişmeyecek. Benden bana bir tavsiye. Geçmişine bak, geleceğini yönlendir. Ben geçmişteki senim. Şimdi çıkıp ait olduğum yere, anılarına döneceğim. Her zamanki yerimizde dostlarımla oturacağım. Senin sıkılıp anıya çevirdiğin eski günleri tekrar tekrar yaşayacağım. Odan yeni olsa da, geçmişin orada duruyor. Arada çık gel olur mu? Hepsi bir anı da olsa, geçmiş günler seni çok özledi, senin onları özlediğin kadar.
Odada yine tek kaldı. Fotoğraflara uzun uzun baktı. Yüzündeki gülümsemeyle kapattı gözlerini. Yeniden açtığında evindeydi. Bambaşka bir şehirdeki , yeni hayatındaki evinde. Gördüğü rüya normal bir rüya değildi. Hayata yeniden bakmasını sağlayacak, her günü ilk günmüş gibi yaşamasını sağlayacak bir rüyaydı. Usulca doğruldu yatağından. ‘haydi’ dedi. ‘En güzel anılarla yeniden inşa edelim şu odayı. Madem yeni bir odayı ben istedim, kıymetini bilemediğim eski odayı bu oda için geride bıraktım, bu oda eski odanın resimlerinin de olduğu, eskisinden çok daha güzel bir oda olsun.Hayat benim, kararlar benim, sonuçlar benim, inşa ettiğim başlangıç benim. Bu başlangıç her şeyin en güzeli için olsun’.
6 notes
·
View notes
Text
⭐⭐⭐⭐⭐
"Hiçbir şeyi olduğundan farklı düşünmez misin?" diye soruyordu Annecim belliki hep tefekküre sevk ediyordu...
Onbeş gün önce, evde kaldığım günlerden sonra yağmurlu bir havada dışarı çıkmıştım.
O ân gökyüzünde güneşin görüntüsünü düşledim, bu repliği tâ içime işledim. Hayal etmeye en ihtiyaç duyduğum günlerden biriydi belki de. Güneşi, Kâinatı ve elbette insanları özledim.
Haftasonu da yağmur vardı. Kuş seslerini daha iyi duymak için pencereye koştuğumda, cama tane tane dizilmiş yağmur damlalarını gördüm. Günlerdir güneşli gün hasreti çekerken, bir ânda pek sevimli geldi bana o manzara.
"Kim bizim için camları bile süsleyebilir ki?.. İstesek zor dizeriz bu camlara inci tanesini... Ama birisi, sayısız güzelliği buraya kondurmuş ve öyle zarif tutturmuş ki, usul usul akıp gidiyor vakti gelen de..."
İçimden bunlar geçti, derinden bir şükür hissi... Evet, güneşli gün insanıydım, enerjim artıyordu gün ışığıyla ve lakin yağmurdan da görebileceğim güzellikler vardı. Kara bulutlara bakıp, rahmeti görebiliyordum ancak bugüne kadar camları süsleyen inci taneleri olduklarını keşfetmemiştim. Bu ilhamı için de Yaradana teşekkür ettim, mutlu mutlu kapadım pencereyi.
Bugün bir mükafat gibi, güneş çıkmış sahneye. Günlerdir ara ara göstermişti yüzünü, birkaç dakikalığına evimize uğrayıp, bizimle selamlaşıp gitmişti. Güneş ile farklı ve tatlı bir bağımız, biraz 'mucizevî' anılarımız var. Tüm gün yağışlı geçerken ailemle ne zaman sofraya otursak, bir anda güneş bulutların ardından sıyrılıp şov yapar gibi "Ta-da!" diyor adeta. Yahut yine yağışlı bir günde biraz olsun hava alıp gelelim diye niyet edip ne zaman yürüyüş için giyinip kuşansak, daha evden çıkmadan güneş çıkıyor!
Öyle de rahmet dolu ışıklı hediyeler, şükürler olsun...
Dün ben yağmur damlalarını pencerelerimize dizilen, evimizi süsleyen inci taneleri olarak yorumladıktan sonra yemek için sofrayı kuruyorduk. Tahmin edin, n'oldu?
Güneş sanki yeniden doğdu!
Ortalık nasıl ışıdı bir ânda, sanki sabahtan beri yağmurun yağdığı o gün gitti, başka bir gün geliverdi. Şaşırmadım dedim gülerek.
Alıştık bu ikrama, şükrettik hissederek...
Güneş bizi öpüyor, yağmur camı süsleyip bir de müzik yapıyor.
Görebilirsek, duyabilirsek... İnşallah...🌞🤗😊
Güzellikleri Görebilmek Onları Hissedip Ruhumuzda Can Buldurmak Ümidi İle...
Hârika Günler Diliyorum...🌺
________________°🌺💞🌸°_________________
🎀
14 notes
·
View notes
Text
sevgili(?) komşularımızın biri balkona diğeri de cama çıkmış bu saatte bağırarak uzaktan birbirleriyle konuşuyo üstelik ben uyumak üzere yatağıma yattım
3 notes
·
View notes
Text
Şu anda dışarı da koskoca adamlar kavga ediyor ve herkes cama çıkmış seyrediyor insanları hiç anlamıyorum başkalarının kavgası sizi ne kadar ilgilendirir cidden yaa
1 note
·
View note
Text
Otobana çıkmış, yolculuğa başlamıştık 10 dakika geçti ya da geçmedi ki siyah dacia duster otobüsün önünde firen yaptı.
Kalbim hızlanırken otobüsde uğultular başladı,herkes bir ağızdan konuşuyor kimin yolu kesitiğini merak ediyordu.
Ben eğilip ön cama bakarken, aracın kapısı açıldı..
Bir genç adam, takım elbiseli. Arabadan indi.
Çaprazımdaki koltukta oturan sarı saçlı kadın ayağa kalktı doğruca orta kapıya doğru gitti, şoförlerin haberi olmalıydı ki sakindiler,kapı açıldı genç kadın adamın boynuna sarıldı.
Adam aniden diz çöktü.
Daha sonrasını izlemedim onun yerine kulaklıklarımı taktım ve rast gele bir şarkıyı son ses açtım. Biraz sonra da insanların ayağa kalkıp alkışladıklarını fark ettim, kadın evet demişti sanırım. Yeniden cama baktığımda kadının arabaya bindiğini ve muavinlerin kadının valizlerini adama verdiğini gördüm.
1 note
·
View note
Text
Polikarbon Sistem Neden Tercih Edilir?
Birçok alanda kullanıma uygun olan polikarbon, ışık geçirgenliği ve dayanıklılığı nedeniyle tercih edilirken aynı zamanda oldukça şık bir görünüm de sunar. Şeffaf bir malzeme olmasının yanı sıra farklı renklerde kullanıcıya sunulabilmektedir. Birçok avantajı olması sebebiyle çok fazla tercih edilen polikarbonat levha hem şık, hem dayanıklı olmasından ötürü, ekonomik bir çözüm olarak ortaya çıkmış ve kabul görmüştür. Kullanıldığı mekanda uzun yıllar kalabildiği için ekonomik bir çözümdür. Güvenli, kolay kurulabilen, ekonomik bir ürün olmasından dolayı çok geniş bir kullanım alanına sahiptir. Zamanla ürünün kullanım alanı da artmıştır. Zira, bu ürünler, ışığı cam ile aynı oranda geçirdiği halde, cama nazaran çok daha hafiftir. Aynı zamanda, cama kıyasla daha dayanıklıdır.
Polikarbonat Levha Çeşitleri Nelerdir?
Birçok alanda kullanılan ürünler için farklı kullanım alanlarına özel ürünler üretilmiştir. Oluklu polikarbonat levha; en uygun fiyatlı levhalardır. Aynı zamanda uygulaması kolaydır. Oluklu levhalar, çatılarda, seralarda ve kış bahçelerinde kullanılır. Bunların dışında, havuzun üstünün kapatılması, otobüs duraklarında, spor salonlarında kullanılır. Yaya geçiş alanlarında reklam sektöründe, çatı ve fabrika ışıklıklarında kullanılır. Su izolasyonu konusunda avantaj saplar. Yüksek mukavemete sahiptir. Isı yalıtımı sağlar ve alev yaymama özelliğine sahip olması ile öne çıkar. Cam kadar geçirgen olmasına rağmen hem camdan daha dayanıklı hem de camdan 6 kat daha hafiftir. Farklı iklim özelliklerine dayanıklıdır. 40 derece ile 120 derece sıcaklıklar arasında sorun çıkarmadan işlevini yerine getirir. Bunun yanı sıra solid polikarbonat levhalar vardır.
Solid Polikarbonat Levhalar Hangi Özelliklere Sahiptir?
Solid levhalar, camdan çok daha hafiftir. Aynı zamanda kırılmaz özelliğe sahiptir. Bunlara ek olarak, zararlı UV ışınlarını geçirmediği için hem iç hem de dış mekanlarda cama alternatif olarak kullanılan bir üründür. Bronz veya şeffaf renkleri tercih edilebilir. Solid levhalar, dış ortamdan etkilenmezler. Solid levhalar da, alev almama özelliğine sahiptir. Bu levhalar, ses bariyer sistemlerinde, iş güvenlik ekipmanlarında, çatı aydınlatmalarında ve alışveriş merkezi, okullar gibi alanlarda kullanılmaktadır. Bu türden levhalar, şıklık ve sağlamlığın birleşimdir. Solid polikarbonat levhaların özellikleri, camın yarı ağırlığındadır. Camdan yaklaşık 300 kat daha mukavemetlidir. Zararlı UV ışınlarına karşı dirençlidir. Kolay uygulanabilir, esnek bir malzemedir. Yüksek oranda ses yalıtımına sahip bir malzemedir.
Kilitli Sistem Polikarbonat Nerelerde Kullanılır?
Bu tür ürünler, yüksek seviyede ışık geçirgenliği ile öne çıkan malzemelerdir. Uygulanması en hızlı malzeme türüdür. Ateşe dayanıklı olmasının yanı sıra oldukça dayanıklıdır. Bu levhalar, uygun bağlantı aksesurlarla bağlanırlar. Termal yalıtım konusunda üstün özelliklere sahiptir. Birbirine eklemlenebilen bu tür levhalar, uzun alanlarda kullanıma uygundur. Kilit sistemler, sağlam ve dalgalanmayan yapılarından dolayı, benzin istasyonlarında ve oto yıkama yerlerinde kullanılmaktadır. Opal, şeffaf ve bronz renkleri vardır.
Polikarbon Sistem Neden Tercih Edilir?
Çizilmeye, darbeye dayanıklı olmasının dışında ışık geçirgenliği noktasında cam ile eşit bir malzeme olan polikarbon birçok alanda fayda sağlamaktadır. Alev yaymama özelliği sayesinde öne çıkan bu malzemenin şeffaf, gri ve bronz, kırmızı, yeşil, mavi, beyaz, seçenekleri ile piyasaya sunulmaktadır. Her türlü iklim koşullarında işlevini yerine getirebilen bu ürünler, bu özelliği nedeniyle farklı coğrafi bölgelerde ve hava koşullarında maksimum verim sağlar. Isı yalıtımında fayda sağlaması nedeniyle seralar bu malzemeyle kaplanır. Seralar dışında, kış bahçelerinde de oldukça verimlidir. Önceleri daha ziyade endüstriyel alanda kullanılan bu ürünler, zamanla malzeme kalitesinin gelişmesi sonucu, evlerde de kullanılmaya başlanmıştır. Su geçirmeyen bir malzeme olmasından ötürü, balkon ve teras kaplamalarında da kullanılmaktadır.
1 note
·
View note
Text
Yazacak bir şey bulamayan ayyaş bir sokak serserisinin esrarının çarşafına döktüğü birkaç kelimeyi hırsla ciğerlerine çekerken sararmış gözlerini omuzlarıma dikip savurduğu küfürleri kucaklayıp gidiyorum her zamanki boşluğuma. Önünden geçtiğim dükkanların kapı altlarından yalnız insanların sesleri düşmekte ayak uçlarıma. Çoğunun üzerine basıp geçiyorum, acıdıklarımı kenara itekliyorum ayakkabımın boyası çıkmış yanıyla. Sırtına çocuğunu sarmış bir çingene kadın geçiyor caddenin karşısından, durup onları izliyorum. Çıplak kapkara iki ayağın sallanışını. Ceketime iyice sarınıyorum. Çocuğun yerine üşüyorum zangır zangır. Yüzümü ayaklar altına alıp kaçar adım uzaklaşıyorum tüm çıplak ayaklı çingene çocuklardan. Mavi ışıklı rakamlarla çalışan şehir içi minibüsüne el kaldırıyorum can havliyle, içeride hep isimlerini bilmediğim aynı tanıdık yüzler. Aklıma kuşları getiriyorum hemen mavi, kocaman kanatları olan kuşları. Uçuşuyorlar korkularımın üzerinde. En arkaya gidip bir insanın sığamadığı koltuklardan birine oturmaya çalışıyorum. O kadar yalnız o kadar kimsesizim ki ben o koltuğa sığıyorum. Hepimizin nefesi birbirine karışmış camlarda buğu oluşturuyor. Bir tek minibüsün şoförü görebiliyor dünyayı. Parmağımı uzatıp cama koyuyorum, ilkokulda yaptığım çiçeklerden çiziyorum. Artık dünyaya bir çiçeğin yapraklarından bakabiliyorum sevgilim. Yağmur çiselemeye başlıyor, camdan kayıp giden su taneciklerine dalıp gidiyorum izlerken.
Şu an burada olmamalıydım biliyorum. Senin yanında da olmamalıyım. Hepsi birer tercihten ibaret. Yorgunum. Hiç bilmediğim bir sokak ağzında inmek istediğimi söylüyorum şoföre. Dikiz aynasına astığı gözleriyle bakıyor bana. Yolun tam ortasında yeşil bir türbe var ve sonrasında ilerleyen iki ayrı sokak. Sola yöneliyorum, kaldırım yok. Uzunca tek parça bir duvar yürüdükçe bütünlüğünü kaybetmeden ilerliyor. Uzanıp dokunuyorum duvara, parmak uçlarım kırmızı kiremit tozuna bulanıyor. Bir limon dalı sarkmış duvarı aşıp, başımı eğerek geçiyorum dalın altından. Ayaklarımda belirgin bir ağrının biriktiğini hissediyorum. Yürümek zor geliyor adım attıkça. Hem hastayım hem yorgun. Ulaşmam gereken hiçbir yerin olmadığını düşünüp duruyorum. Ağır hareketlerle kaldırıma oturuyorum. Sokağın türbenin arkasından sonra birleşip tek olduğunu düşünüyordum. Yürürken fark ediyorum ki bambaşka tarafa ilerleyen bir kol bu.
Uyanıyorum. Dirseklerimin üzerinde durup odaya bakıyorum. Şakağımdan bir ter damlası hızlıca akıp çene kemiğimden yatağa damlıyor. Camı ve perdeyi aşıp odanın içine dolan gün ışığı ince bir çizgi olarak odanın içini katedip duvara yansıyor. Sol omzumun üstüne dönüp yatmaya devam ediyorum tekrar. Gözlerimi kapattığım anda türbenin önünde buluyorum kendimi. İri iri açıyorum yaşadığım şeyden korkarak kirli sarı, pütürlü duvara gözlerimi. Kırpmaya korkuyorum. Yere düşmüş kağıt parçasına bakıyorum göz ucuyla. Bir numara yazılı sadece, ne isim var ne de başka bir şey. Bunu ne zaman yazdığımı düşünüyorum ama olmuyor, hatırlayamıyorum. Yazım yabancı geliyor bana. Doğrulup odadan çıkıyorum. Avuçlarımın içerisine dolan soğuk suyu yüzüme vurduğumda açılmaya başlıyor dünyanın kendi rengi. Mutfağa gidiyorum, pencerenin kenarına bıraktığın kültablasının yanına oturup yarım bıraktığın izmaritle konuşmaya başlıyorum.
“Günaydın sevgilim, erken kalkmışsın”.
1 note
·
View note
Photo
Veda
Sevmem ben ayrılmayı. Pek beceremem de.
Ne söyleneceğini bilemem.
Hiçbir söz teselli değildir çünkü.
Bir sessizliğe gömülüp o acıyı yalnız başıma çekmeyi tercih ederim.
Şimdi bir istasyondayız.
Ben gidiyorum.
Ayrılmak denildiğinde benim gözümün önüne hep aynı görüntü gelir.
Eski siyah beyaz Fransız filmlerindeki tren istasyonları.
Kalabalık bir peron, trenin bacasından çıkan kalın dumanlar, tekerleklerin arasından fışkıran buharlar, çan sesleri, gürültüler ve sessizce birbirine bakan kederli iki insan...
Söylenecek o kadar çok söz ve bunları söyleyebilmek için o kadar az zaman vardır ki kimse bir şey söyleyemez.
Kalabalığın ortasında iki kişilik bir sessizlik büyür.
Arada bir kısa, kesik, manasız cümleler söylenir.
Ve birbirinden hiç ayrılmak istemeyen iki insan, bir an önce tren kalksın, bu huzursuz sessizlik bitsin ve derin acılarına gömülsünler diye beklerler.
Acının, birkaç dakikalığına da olsa bir sıkıntıya bürünmesi, onları biraz sonra çekecekleri acıdan daha fazla kederlendirir.
Sonra düdük çalar.
Tren olduğu yerde kımıldanır.
Aralarından biri trene biner.
Tren yavaşça hareket eder.
Kalan, trenin yanında yürümeye çabalar.
Giden, cama dayanır.
Birbirlerine bakarlar.
Öyle bakarlar.
Tren hızlanır.
Aralarından biri "Seni seviyorum" diye bağırır ama artık çok geçtir, kelimeler rüzgara karışıp kaybolur.
İstasyon boşalır.
Issızlık ve yalnızlık basar.
Sonrası derin bir keder.
Sevmem ben ayrılmayı.
Pek beceremem de.
Ne söyleneceğini bilemem.
Hiçbir söz teselli değildir çünkü.
Bir sessizliğe gömülüp o acıyı yalnız başıma çekmeyi tercih ederim.
Şimdi bir istasyondayız.
Ben gidiyorum.
Birçoğunuzla belki bir daha hiç buluşmayacağız.
Bu, birbirimizi gördüğümüz son yazı olacak.
İsterim ki bu beraberlikten bir iz kalsın sizde.
Öyle bir söz söyleyeyim ki onu unutmayın.
Ama öyle bir söz bilmiyorum.
Tren istasyonunda trenin kalkmasını bekleyen adam gibi söyleyecek anlamlı bir söz de aklıma gelmiyor.
Size öyle bakıyorum.
Tren hareket etsin diye bekliyorum.
Yazdığım her kelime, yazdığım her satır, ayrılığa biraz daha yaklaştırıyor bizi.
Bilmem kaç vuruş sonra ayrılacağız.
İki sene boyunca yazılar yazdım size buradan.
O yazıların her biri, her birinize yazılmış bir mektup gibiydi.
Kaç yazı yerine ulaştı, kaç yazıda sizlere dokunabildim, bilmiyorum.
Öyle yazdım işte, haftalarca, aylarca, yıllarca yazdım.
Alıştım size.
Şimdi gidiyorum.
O iflah olmaz yazar kibriyle biraz üzülmenizi istiyorum doğrusu.
Giden trenin ardından bir an da olsa bakıp iç geçirmenizi.
Ben üzüleceğim.
Ama size söyleyeceğim son sözü, tren iyice ayrıldıktan, yazı bittikten, rüzgar sözlerimi dağıtmaya başladıktan sonra söyleyeceğim ve siz onu duymayacaksınız.
Benim de sizi duymayacağım gibi...
Birbirimizi duymayacağız.
En duymak isteyeceğimiz sözcükler kaybolup gidecek.
Genellikle de öyle olmaz mı zaten ayrılık zamanlarında?
Esas söylenmek istenenler bir türlü söylenemez.
Bir tutukluk gelir insana.
Nedendir bilmem.
Belki son anda söylenecek bir sevgi sözcüğüne istenildiği gibi bir cevap alınmayacağı endişesinden, belki de o kısacık zaman parçasında anlatmak istediğini anlatamayacağın korkusundan.
Ben beceremedim hiç ayrılmayı.
Söylemek istediğim halde söyleyemediğim o kadar çok cümle biriktirdim ki...
Kaç uçağın, kaç arabanın arkasından öyle baktım...
Gözlerime rüzgar doldu.
Kendi yüzüm öyle anlarda nasıldı, bilmiyorum ama ayrılığın kederini geçenlerde genç bir adamın yüzünde gördüm.
Bir sabah kapım çalındı.
Biri genç, biri orta yaşlı iki adam duruyordu.
Genç olanı sessizdi.
Daha yaşlı olanı anlattı ne istediklerini.
Genç adamın karısı kaybolmuştu.
Çocuğuyla birlikte evden çıkmış ve bir daha dönmemişti.
Son olarak iki adamla birlikte görülmüştü.
Genç adam karısının "kaçırıldığına" inanıyordu ve gazetelerin bunu yazmasını, karısını bulmasına yardım etmesini istiyordu.
Elimden geldiğince yardım etmeye çalıştım.
Sokağa çıktığımda, genç adamı akrabalarıyla birlikte bir apartmanın bahçe duvarına dayanmış dururken gördüm.
Akşam döndüğümde gene oradalardı.
Sonra günler geçti.
Kadın ne döndü ne bulundu.
Genç adamın yanındaki akrabaları yeniden geldikleri yerlere, apartmanların alt katlarına döndüler.
Şimdi genç adamı her akşam eve dönerken, o alacakaranlıkta bir ağacın altında yapayalnız beklerken görüyorum.
Tek başına bekliyor.
Sokağın köşesine bakıyor.
Dümdüz bakıyor.
Herkes ümidini kestiği halde o ümitle ilerdeki köşeye bakıyor, belki beklediği kadının köşeyi dönüp ona doğru yürüdüğünü hayal ediyor, belki içinden onunla konuşuyor, belki kızıyor, belki kendisiyle hesaplaşıyor, belki cinayet hesapları yapıyor.
Bilmiyorum.
Bir kadından değil hayattan ayrılmış gibi yüzündeki ifade.
Ağacın altında duruyor.
Sabah kalkıyorum, orada.
Akşam, hava kararıyor, orada.
Bekliyor.
Yüzünün çizgileri hep aynı ama gözleri...
Ben öyle yalvaran gözler görmedim, Tanrı’ya, hayata, insanlara, kadere o kadını geri getirmeleri için yalvaran gözler.
Hiçbir şey söylemiyor.
Duruyor öylece.
Böyle bir acı görmedim.
Böyle bir çaresizlik.
Böyle bir yakarış.
Böylesine canlı tutulmaya çalışılan bir ümit.
O kadından başka hiçbir şey düşünmüyor.
Uykularından uyandığını biliyorum.
Benim yüzüm de hiç onun yüzü gibi oldu mu acaba diye merak ediyorum.
Olmuştur belki de.
Kaybettiğini özlemek zor iştir.
Ben çok özledim.
Çaresizce özlediğim zamanlar oldu.
Ağacın altında bekleyen çocuk gibi bir odanın içinde beklediğim, adım seslerinin kapıya yaklaştığını hayal ettiğim, öfkelendiğim, acı çektiğim zamanlar.
Bazen yaşlandığıma seviniyorum.
Beyazlaşan sakallarımın beni koruyacağına inanmaya çalışıyorum.
Aslında size söylemek istediklerim bunlar değil bir veda yazısında.
Başka cümleler, asla söylemeyeceğim, yazmayacağım cümleler dolaşıyor aklımda.
Bir tren istasyonunda trenin kalkmasını bekler gibi yazının bitmesini bekliyor, asıl söyleyeceğim cümleler yerine "Paltonu almayı unutmadın, değil mi" gibi anlamsız cümleler söylüyorum.
Ayrılmayı kimse pek doğru dürüst beceremez zaten.
Zor iştir.
Üstelik fevkalade tatsız bir zamanda, ölümlerin, acıların, öfkelerin hayatımızı tren dumanları gibi kapkara doldurduğu bir zamanda ayrılıyoruz.
Böyle zamanlarda insanlar sevdiklerinden ayrılırken onları birisine emanet etmek isterler.
Kime emanet edeceğim sizleri?
Siz beni kime emanet edeceksiniz?
İlk düdük sesi duyuldu.
Ayrılacağız birazdan.
Tren hareket edecek.
Ardınızdan bir iki adım daha atacağım.
Uzaklaşacaksınız.
Macbeth’in girişindeki şarkı gibi, "biz bir daha nerede buluşacağız, fırtınada mı, yıldırımda mı, yağmurda mı?"
Aslında fırtınada, yıldırımda, yağmurda ayrılıyoruz.
Dumanlarla dolu bir peronda.
Kompartıman kapıları kapanıyor.
Tekerlekler dönmeye başlıyor.
Ben artık ayrılacağım.
Gidiyorum ben.
Yarın sabah o genç adamı gene o ağacın altında göreceğim...
Ve bir sabah onu görmediğim zaman onu merak edeceğim.
Uzaklaşıyorsunuz...
Ben artık gidiyorum...
Söylemek istediklerimi rüzgar sesimi dağıttığında, artık duyamadığınızda söyleyeceğim size...
Benden son duyacağınız sadece tek bir kelime olacak:
"Allahaısmarladık..."
Ahmet Altan, Veda (Hürriyet / Pazar 28 Ekim 2007) Fotoğraflar: Ana kare (1) Werner Bischof, Fransa / 1945. diğer kareler (2-3-4-5-6-7) Henri Cartier-Bresson. son kare (8), Bruce Davidson, İngiltere / 1956.
#ahmet altan#veda#werner bischof#fransa#paris#henri cartier-bresson#allahaısmarladık#hoşçakal#gitmek#tren#gar#station#train station#bruce davidson
187 notes
·
View notes
Text
saat 00.30 yine cama çıkmış yağmuru izliyorum ve seni düşlüyorum.
107 notes
·
View notes
Video
Yiğit Okan Seslenen Şiir - Sen benim 17 yaşımsın Cover
Sözleri: Sen benim Onyedi yaşımsın, deli çağımsın Sen benim Ayakkabılarımın arkasına ilk basışımsın İlk cigaram, ilk ıslığım, ilk kızgınlığım İlk aldanışımsın Sen benim İlk ütülü beyaz gömleğim İlk şiirim ilk kavgam yaşamı ilk farkedişimsin Sen Benim onyedi yaşımsın
Yazlık sinemanın kapısında Saçları taralı bir oğlan Cebinde iki gazoz parası Gönlüne tarifsiz rüzgarlar dolan İki filim bu akşam Birinde Yılmaz Güney oynuyar Birinde Fikret Hakan Bak Suat Sayın söylüyor cızırtılı plaktan Rüyadır gördüğüm bütün ümitler Gözlerin aklımı perişan eyler Aşk masalından şarkılar söyler Beni hülyalara salan gözlerin
Yazlık sinemanın kapısında Saçları taralı bir oğlan Bir külah çekirdeği Mangal gibi yüreği var bilesin
Sen benim Onyedi yaşımsın, deli çağımsın Aynaya ilk bakışım, babamla ilk kavgam Evden ilk kaçışımsın Serçeleri sevdimse senden Minibüslerde muavinlik ettiysem Bir teselli veri dinlediysem Orhan Gencebaydan Emirganda çay içtiysem Tophanede sabahçı kahvelerini öğrendiysem Nerden bildiysem Şiirlerini Ümit Yaşarın Pazar sabahları kapının önünden geçtiysem İçimde kıpır kıpır bu soluk nerden
Sen benim onyedi yaşımsın Okulu ilk asışım İlk kez birine gümüş kolye alışımsın Sen benim İlk sakarlığım, ilk tuhaflığım, ilk yakalanışımsın Sen benim onyedi yaşımsım
Mahallenin delikanlısı elleri ceplerinde Dudağında ıslığı Başında kavak yelleri Şarkılar mırıldanıyor Zalimin zulmü varsa Sevenin Allahı var Yeni çıkmış piyasaya Hayri Şahin ortalığı kavuruyor Mahallenin delikanlısı, cebinde iki gazoz parası Yüreğinde garip bir pıtırtı Alışmaya çalışıyor sana alışmaya Akşamları işportaya çıkıyor Bir defter, bir kalem bir de çakı alana Aynayı bedava veriyor Yani günler geçiyor Onyedi yaşının bütün tadıyla
Sen benim Onyedi yaşımsın, deli çağımsın İlk maça gidişim Cemil Turanı ilk seyredişim, ilk sevincimsin Ben anamın muskasını nasıl astıysam göğsüme Öyle güvendiğimsin
Sabahları eskici geçiyor kapıdan Karşı komşu Nafile Teyze bakkaldan ekmek istiyor Çocuklar top kovalıyor mahallenin arsasında Bir bakıyorum cama da iki güvercin konuyor iyi mi Her şey güzel oluyor Bu hengane nasıl yakışıyorsa İstanbula Bana da aşk öyle yakışıyor Anam koş kapa diyor muslukları Üç gündür akmayan sular geliyor Ben onyedi yaşındayım Hayat benden yana duruyor
Sen benim Onyedi yaşımsın, deli Çağımsın Sen benim Ayakkabılarımın arkasına ilk basışımsın İlk cigaram, ilk ıslığım, ilk kızgınlığım İlk aldanışımsın Sen benim İlk ütülü beyaz gömleğim İlk şiirim ilk kavgam yaşamı ilk farkedişimsin Sen Benim onyedi yaşımsın Sen benim, sen benim, sen benimsin Sen benim her şeyimsin Hiç bir şeyimsin Hiç bir şeyimsin Youtube'da dinlemek için tıklayın.
#müzik #şarkı #cover #canlı #akustik #şiir #edebiyat #ibrahimsadri #yiğitokan #senbenim17yaşımsın
(via https://youtu.be/bWaZUa58yFM)
5 notes
·
View notes
Text
MODA’DA ZOO
Zoo Kadıköy
Bahariye caddesinin hiç rahatsız etmeyen kalabalığı, cadde üzerindeki yüz yıllık kunduracılar, antikacılar sokağı, barlar sokağının sokaklara taşan asi ruhu, Moda’ya doğru çıkarken gelen huzur hissi, apartman girişlerindeki kedi çeteleri, Modalı teyze ve amcaların birbirleriyle ile olan camdan cama sohbetleri....
Dış detaylarıyla farkını ortaya koyan bir mekan olan Zoo, içerisindeki hayvan figürleriyle yaptığı dekorasyonla da Kadıköy’ün en ilgi gören mekanlarından biri...
Başlangıçta “ Zoo “ ismi nereden çıktı diye soracak olursanız… Mekan sahipleri başka isimler düşünürken çevreden gelen öneriler üzerine “ Kadıköy’ de hayvan ismiyle bu kadar çok mekan varken biz neden hepsini bir araya toplamıyoruz… “ demişler ve böylelikle Zoo isimi ortaya çıkmış… Mekana girdiğiniz zaman sizi yuvarlak ahşap bir masa karşılıyor. Solunuz da ise duvara yaslanmış oturma birimleri kullanılmış. Sağınız da bar modeli tasarlanmış.
Tasarım eşyaların satıldığı orijinal bir yer olan Çiçek İşleri yerini Zoo’ ya bırakıp hemen karşıya taşınmış. Zoo’ nun ve Çiçek İşleri’ nin işletmecileri aynı. Mekana girdiğiniz ilk an bu detaylar gözünüze ilişiyor. Mekan organik formlar üzerine tasarlanmış. Çiçek İşleri’ nde gördüğünüz hayvan figürleri burada da bulunuyor.
Üst kata geçtiğimiz zaman ise mekanın dil birliğinin burada sürdürüldüğünü görüyoruz… Ahşap zemin, boyasız bürüt duvarlar, geniş pencere açıklıkları ve bitki aşağıdaki kullanımların tekrarlarını oluştururken kahverengi mermer masalar, kitaplıklar farklılığı konuşturuyor… Mekanda genel olarak loş bir aydınlatma tercih edilmiş.
Organik formların kullanıldığı mekanda üst katın oturma birimlerinden birinde organik formlar daha net bir şekilde ortaya konulmuş… Keskin olmayan hatlara sahip olan bu oturma birimi ahşap olup ağacın yapısına bağlı olarak kabuklu bir dokuyla tasarlanmış.
Rahatlığın ve huzurun zemindeki halılardan bile net bir şekilde anlaşılacağı mekan olan Zoo’ nun çalışanlarıyla, tatlarıyla, dekorasyondaki detaylarıyla gidip bir görmeniz ve deneyimlemeniz gerek...
0 notes