#bizzat ben yazdım!
Explore tagged Tumblr posts
Text
E haydi gezelim o zaman. Yabancı tuğlaların aralarında gezelim! Gezelim ki gençliğimizi kırık dökük harabelerde heba etmeyelim. Sahillere inelim, tepelere çıkalım, şu sahafa girelim, sonra da şu kerpiç evlere. Görelim tüm yaşanmışlıkları, birbirimize kurumuş çiçeklerin arasından hikayeler getirelim. Ufuğun gözünde içelim kahvemizi, bulutların ellerinden dolduralım suyu. Büyüyelim, gençtik o zamanlar, yaptık bir şeyler diyelim...
#postlarım#tumblr postları#benimgeceninkaranligi#sevgi#gençlik#ruh#sahil#ufuk#harabe#yazılar#bizzat ben yazdım!
1 note
·
View note
Text
Şimdilik ümitvarım çünkü henüz bilmiyorsun beni. Bilmeni istiyorum o ayrı mevzu. Bil, sende sev beni.. Beraberliğimize şaşırsınlar ama bir o kadar da mutlu olsunlar. ''Gerçekten ikisi de birbirinin layığıydılar.'' desinler ardımızdan.
Hep yanımda, yoldaşım ol. Öğrendiğin vakit şaşır, çok düşün, aklın fikrin ben gibi karman çorman olsun ama sonucunda sende beni sev... Şaşır benim sevgimi görünce.. 'ne zamandır bu halde gönlün?' diye sor mesela bana! Bende anlatayım tabii.. misal: Sen kahve gözlerime bak bende senin yeşillerine dalayım; fotoğraftakinden daha anlamlı, daha dermanlı, daha canlı bakıyorlardır eminim. Çok merak ediyorum o yeşiller beni severse nasıl bakarlar. Ya da hayalimdeki seni anlatayım; fotoğraflarındaki naifliğin ve kibarlığını.. 'Kibarlığın da alıyor beni benden' diyeyim sana. Açık açık anlatayım içimdeki seni sana. Sonra parmağındaki yüzüğüne dokunayım. Her fotoğrafında genelde orta parmağına bazen ise yüzük parmağına taktığın siyah taşlı yüzüğüne... Sana çok yakıştığını söyleyeyim, başkalarına değil! Bizzat sana söyleyeyim. O anın mutluluğunu yaşayayım, sende gör gözlerimdeki o çocuksu heyecanı. Sonraa.. sarı olduğunu düşündüğüm kıvırcık saçlarına bakayım, kirli sakallarına... Asla kumral mı sarışın mı ayırt edemem bu yüzden bu sefer konuşan sen ol. Ten rengini sen söyle bana. sarışın veya kumralım de bana...
Senden hemen aşık olmanı bekleyemem. Ama bize fırsat vermeni isterim. Belki normalde sevmiyordun beni, ama tanımaya fırsatın olmadığı içindir. O yüzden bırak sana içimdeki aşkı iliklerine kadar hissettireyim ondan sonra karar ver. Bu gecelik de diyeceklerim bu kadar. Bu yazımda da sana söylemek istediklerimi, sana anlatır gibi yazdım yine.. Ama umudum, her şeyi bir gün çocukken vurulduğum o güzel yüzüne söylemekten yana.. İyi geceler <3
" Kendini bana teslim et.
Seni yüzüstü bırakmayacağım.
Seninle yaşlanmak istiyorum.
seni öpmek,
seninle vakit geçirmek,
sırlarını tutmak,
her anınla ilgilenmek istiyorum. "
#disfruto#edebiyat#şiir#aşk#sevda#acı#hudutsuz sevda#yürekten#geçmişin izleri#kara sevda#aşk acısı#sevgi#sevmek#seventeen#delta squad#null arcs#republic commando#repcomm#seven deadly sins#severus snape#fi skirata#spotify#aşka dair#çocukluk#geçmişe özlem#geçmiş zaman#mutluyum ama birazdan geçer#SoundCloud
11 notes
·
View notes
Text
4 Eylül 2024
"Bu gerçek dışı bir algı. Beyin sen ne söylersen ona inanır. Beynimiz biraz saftır. Söylediğin her şeye insanıverir. Eğer sen 'Bütün insanlar kötüdür.' dersen beyin bunu kabul eder ancak bu mümkün değildir.
Kötü insanlar bile tamamen kötü olamazlar. İyi yanları vardır. İyi insanlar da tamamen iyi olamazlar, kötü yanları vardır. Sana kendinle alakalı şunu sorsam:
'Ben iyi bir insanım.' cümlesine ne kadar inanırsın?"
"Çok..."
"Ben kötü bir insanım cümlesine ne kadar inanırsın?"
"İnanmam."
"Peki şöyle söylesem: Ben iyi bir insanım ancak zaman zaman hatalar yapabiliyorum."
"İnanırım."
"Hangisine daha çok inanırsın peki? Tam olarak yüzde yüz inandığın hangisi olur?"
"İkincisi..."
"Çünkü bu daha gerçekçi öyle değil mi? Görüyorsun, insanlar aslında yaşadıklarından dolayı hastalanmazlar. Yanlış düşünce yapılarından hastalanırlar. Burada yapmaya çalıştığımız şey bu yanlış düşünce yapılarını fark edip düzeltmeye çalışmak."
"Peki neden insanlara bu kadar kolay bağlanıp çok zor kopuyorum?"
"Dünyadaki herkesin kötü olduğuna inanan birisi ne yapar? İyi bir şey bulduğunda ona sımsıkı sarılır öyle değil mi? Çünkü dünyada iyi bir insan olduğuna inanmıyor, bulduğu şeyi imkansız bir şey olarak görüyor."
Kafamın içinde kocaman bir ampul yanmıştı o an sanki. Gerçekten bana azıcık iyi gelen herkesi tanrılaştırıyordum gözümde ve terapistim bana bizzat bu cümleyi kurdu.
Söylediklerini düşünmemeyi tercih ettim o gün. Spora gittim, arkadaşlarımla oturdum ve eve döndüm. Ahmet aramadı. Ben araba kullanırken aradığımda kısa bir konuşma geçti aramızda. Eve döndüğümde mutsuz hissetmeye başladım. Ev sessizdi ve ben Ahmet'le konuşmak istiyordum. Yemeği yaptıktan sonra üzerime mutsuzlukla birlikte çöken ağırlığı atmak için uyumak istedim.
"Ahmet, ben yoruldum erken yatıyorum iyi geceler."
Asıl merak ettiğim şey uyumadan önce beni arayıp aramayacağıydı.
"Tamam fıstık iyi geceler."
Bu mesajı görünce daha da mutsuz hissettim. Uyuyarak kaçmak istiyordum ancak gerçekten mutsuz olduğumda uyumak pek becerebildiğim bir aktivite değildi.
İzlediğim filmi açıp biraz devam ettim. Film beni daha çok üzüyordu. İlk film olan Before Sunrise çok hoşuma gitmişti. Bana Eskişehir'de geçirdiğim büyülü günü hatırlatmıştı.
Ancak bu ikinci film gerçekçiydi. Birbirlerine bir günlüğüne aşık olan bu kadın ve adam tekrar karşılaşmış ve evlenmişlerdi ancak gerçek hayatta gördüğüm çiftler gibi sürekli kavga edip birbirlerine kırıcı şeyler söylüyorlardı.
Uyumadan önce tekrar Ahmet'e yazdım. Eve dönmüş olsaydı aramak istiyordum ancak dönmediğini söyledi. Biraz kırgın hissetmiştim. Terapiye gittiğimi biliyordu ve nasıl geçtiğini sormamıştı. Bunun benim için zor bir şey olabileceğini düşünmemişti muhtemelen. Zaten yarası olan insanları yalnız yarası olanlar anlar. Sıradan insanların akıl sır erdirebileceği psikolojide kişiler değiliz.
Nasıl uyumayı başardığımı hatırlamıyorum. Çok yorucu rüyalar gördüm. Uyandığımda onları da unuttum. Ahmet'ten günaydın mesajı yoktu ve saat sekiz buçuğu geçmişti. Tekrar uyumayı tercih ettim. Gözlerimi bir sonraki açışımda günaydın demiş olur belki diye...
Tekrar uyandığımda "Günaydınn" yazmıştı her sabahki gibi. Ancak ben çok yorgun ve mutsuz hissediyordum.
"Günaydın." dedim. Daha fazlası içimden gelmedi. Suyumun kesildiğini görünce biraz öfkelendim kendi kendime. Aslında benim hatamdı su saatini kontrol etmemek.
Su kartım muhtemelen annemlerde kalmıştı. Su yüklemek için önce onların evine gitmem gerekiyordu. Bu daha da zor olduğu için iyice huysuzlandım. Üzücü bir iki şarkı dinleyip bir sigara içtim. Ardından sıkılmış olsam da filmin sonunu merak ettiğim için tekrar izlemeye koyuldum.
Bazı şeyler sonunu görene dek anlamsız kalıyor. Bu bütün hayatımız için geçerli. Filmin sonunda adamın kadına söylediği sözler beni çok etkiledi.
"Bu gerçek hayat! Evet kusurlu ama gerçek aşkı soracak olursan bu o."
O an terapistimle konuştuğum konular geldi aklıma. Evet, ilk filmdeki gibi büyülü değildi hayatları çünkü her şeyin başlangıcı büyülü hissettirir insana ancak bir süre sonra alışılır. Alıştığımız şeyleri hiç kaybetmeyeceğimizi sanarız. Yahut zaten var oldukları için onların varlığının ne derece önemli olduğunu fark etmekte zorlanırız. Bu, yaşadığım şehre benziyordu. İnsanlar burayı görmek için farklı kıtalardan, dünyanın diğer ucundan geliyorlardı ancak ben çarşıya inip manzarayı görmeye zahmet etmiyordum ve ne zaman o manzarayı görmeye gitsem şaşırıyordum.
"Ben dünyanın en güzel şehrinde yaşıyorum. Nasıl buraya sık gelmem?"
Elimin altında olan bir şeyin ne kadar kıymetli olduğunu fark etmek daha zordu çünkü.
Aşk da buna benziyordu muhtemelen. Ben de tıpkı filmdeki kadın gibi bir masal diyarında yaşamayı hayal ediyordum hep ancak kusurlu da olsa bu gerçek dünyaydı. Gerçek dünya masalsı değildir yine de sevip sevilebiliriz ve yanı başımızda duran mutluluğu görmeye çalışabiliriz.
"Herkes her şeyi yapabilir." derdim lise zamanlarımda. "Kimseye karşı bir beklentiye girmemek gerekir."
Aslında mutlu olmak bu kadardı. Kendi hayatımla ilgilenip kendim için yaşarken zaten var olan her şey mutluluk vericiydi. Kimsenin bana günaydın demesine gerek yoktu. Gün zaten ayıyordu. Kimseyi yargılamadan özgür hissederek geçirdiğim günlerde gerçekten de mutluluk soyut bir kavram olmaktan uzaktı. Aslında bu kadar basitti: Kendin ol ve kimseye karışma.
#gece kuşu#günlük#güzel alıntılar#bu kalp seni unutur mu#felsefe#kendime düşünceler#düşüncelerim#düşünseli#film#hayattan alıntı#blog#postlarım#yazılarım#kendi kalbine yazar#tumblr yazılı post
4 notes
·
View notes
Text
Keşke Sırbistan mı galip gelseydi?
Aaah, ah! Ne talihsiz başımız varmış bizim. Bizim. Yani dindarların arkadaşım. Osmanlı’yı ceddi bilenlerin. Kelime-i Şehadet getirenlerin. Müslüman oğlu/kızı müslümanların. Niye böyle söyledim, a dostlar, izah edeyim: I. Cihan Harbi’nde olanları okumuşsunuzdur. Hani ilkokuldan beri ders kitaplarında anlatılır: “Biz yenilmedik. Ne münasebet? Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık.“ Hepten de yanlış değildir ha söylenen. Fakat Almanya yenildikten sonra bizim de savaşı sürdürecek gücümüzün kalmadığını itiraf etmede eksiktir. Nihayetinde o kadar devletle birden tek başımıza başedemezdik. Her neyse... Mağlubiyetin mâkul bir tarafı var yani. Birşey demiyorum. Her girdiğin kavgayı kazanacaksın diye bir dünya yok. Takım arkadaşın yenilmişse sen de yenilmiş sayılabilirsin.Mevzuun bu tarafını kavrıyorum da, arkadaşlar, geçenlerde başımıza gelen mağlubiyeti bir türlü kavrayamıyorum. Kavrayamıyorum, niye, çünkü bu defa bizzat kendi devletimiz kazandığı halde biz yine kaybettik. Evet. Hatırladınız tabii. Malum, kadın milli voleybol takımımız, her ne kadar kadronun tamamı kendisini kadın gibi hisseden kadınlardan oluşmasa da, Sırbistan’a karşı bir zafer elde etti. Zaferden sonra epey bir süre Türkiye bayrakları sallandı. İstiklal marşı okundu. Zafer nârâları atıldı Türkçe. “Vay!” dedik, “Herhalde bu sefer biz kazanmış oluyoruz!” Parasında gözümüz yok efendim. Afiyetle yesinler. En azından azarını işitmeyelim. Fakat o da ne? Dedim ya: Başımız talihsizdir. Sosyalmedyayı açınca bir baktık. Ohooo! Osmanlı yine kaybediyor. Sarıklıyı gömen mi dersin. Çarşaflıyı ezen mi dersin. Fese tokat atan mı dersin. Kıçından gökkuşağı çıkan mı dersin.
Allah Allah! Yüzbin kere Allah Allah. Biz yine kaybetmişiz yahu. Sırplarla hiçbir ittifakımız bulunmamasına rağmen yine golü bizim kalemize atmışlar. Müslüman oğlu/kızı müslümanlar bir harpten daha mağlup çıkmışız. Vay arkadaş. I. Cihan Harbi’nden beri başımızda dönen karabulutlar bahtımızı hiç terketmiyor. Nitekim, Kurtuluş Savaşı’nda da böyle olmamış mıydı, a dostlarım! Cephede ‘Allah Allah’ diyerek, halifeyi-İslam’ı kurtardığını sanarak, şehitliği düşleyerek, çarşaflısı-sarıklısı onca mücadele ettikten sonra, netice ne olmuştu? Yunanlılar mı denize dökülmüştü? Yok yahu. Yunanlılar birkaç sene sonra takıp takıştırıp geri döndüler. Venizelos Beyler İsmet Paşa’nın hanımını da koluna takarak etrafı gezdiler. Asıl yurdun üç tarafındaki denizlere dindarlar döküldü.
Denize dökülmeyen kısmın üstüne de beton döküldü. Medreseler kapatıldı. Ezan yasaklandı. İslam harfleri kapıdışarı edildi. Asayofya puthaneye çevrildi. Camiler ahır yapıldı. Türbeler yıkıldı. Sarık-çarşaf berhava edildi. Frenk fotörüne dönüldü. Sanki savaşı kazanan başkasıymış gibi, yahut da kaybedeni bizmişiz gibi, her ne edildiyse müslüman oğlu/kızı müslümana edildi. Belki biraz da bu yüzden Kadir Mısıroğlu merhum şöyle bir laf etti: “Keşke Yunan galip gelseydi!” Herkes bunu yanlış anladı. Ben doğru anladım arkadaşım. Biz kazanınca başımıza bunlar geldiğine göre, belki de, karşı taraf kazanınca biz kazanmış sayılacaktık? Oyunun kuralı başka türlüydü de biz kendi taşımızı ütmüştük. Maçın başında kaleleri şaşırmış da olabilirdik? Yaşananların başka açıklaması var mıydı?
İşte, sosyalmedyada kopan kıyameti görünce, ben de içimden dedim: “Keşke Sırbistan galip gelseydi!” Ama içimden dedim. Ben Kadir Mısıroğlu değilim. Onun kadar yiğitlik edemem. Sonra kim sahip çıkar bana? Bu kadar suratlarına tükürülmesine rağmen zaferi(!) tebrik eden İslamcı yazarlar mı? Peh. Buradan başka hiçbir yere yazmadım elbette. Sizden başkası da okumadı. Peki niye yazdım böyle birşeyi? Zira Kurtuluş Savaşı’ndan sonra başımıza gelenlerin bir benzerinin başımıza getirildiğini gördüm. O zaman Bediüzzaman’a birkez daha hakverdim. Hani o bir yerde diyor:
“Tarik-i gayr-ı meşru ile bir maksadı takip eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür. Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru muhabbetin âkıbetinin mükâfâtı, mahbubun gaddârâne adâvetidir.”
Sen misin Allah’ın razı olmadığı şekillerde muvaffakiyetler bekleyen? Sen misin bir de bunlara ‘milli gurur’ falan filan gözüyle bakan? Sen misin, hanımı gibi Lut aleyhisselamın salih arkadaşlığını boşverip, Lûtîlerden yarenlik uman? Oh olsun sana işte. Az bile tükürdüler yüzüne. İnşaallah, daha da çok tükürsünler. Çarşafını, sarığını, Abdülhamid’ini, Osmanlı’nı, dindarlığını, namazını, orucunu, duanı... Hülasa: İslamlığınla övündüğün ne varsa hepsini çalçaput edip üzerinde bir güzel tepinsinler. Tepinsinler ki eşekliğinden bir nebze kurtulasın. En azından kurtulman ümit edilsin. Zira eşek bile, körkütük eşekliğine rağmen, sırtına ağır yük vurulunca huysuzlanır, çiftelenir, yürümez, inat eder. Senin de uğradığın hakaretler sayesinde gayr-ı meşru muhabbetlerinden ayılman beklenir. Yok, ayılmadın mı, o zaman semerin sana hayırlı olsun. Senin gibi eşeğin sırtına daha çoook binerler. Hem de revadır sana. Çünkü, izzetsizliğinde öyle bir eşeklik saklanmıştır ki, semercinin parasını da sen verirsin. Kıçına kamçıyla vuranların ellerini öpersin. Böyle eşeğe eşekler bile acımaz. Kul niye acısın?
2 notes
·
View notes
Text
Bölüm 252: Eğer gitmezsen ölüm bizi ayırana dek seninle kalacağım
Ç/N: Başlık 沈杰 Shěn jié《绝句 juégōu》 şiirinden kısa bir alıntı.
Gitmez, vazgeçmezsen ölüm bizi ayırana dek seninle kalacağım Ola ki gidersen, atıp kendimi denize, canıma kıyacağım Bir tehlike anında olsun canım senin uğruna feda Turnayı batıya da sürsen, sadakatim sarsılmaz burada
***
"Göğün istemi ve imparatorun buyruğuna kulak verin: ben, güncel raporlardan öğrendim ki Huainan'daki hırsızlar ve haydutlar insanları kandırmış, halkın aklına girmiş, şer maksatlar edinmiş, krallığı tehlikeye sokmak adına anlamsız bir çabaya girmiştir. Ben, bundan derin keder duydum. Çeşitli tavsiyeler sonucu kanunu esneterek bir lütufta bulunmaya, özel bir af çıkarmaya karar getirdim. Çalışma Bakanlığının taş bir plakete oyması için bir imparatorluk fermanı yazdım. Bu taş plaketin gidişi, benim bizzat gitmeme denktir. Bu meselenin ağırlığını göstermek adına özel olarak İmparatorluk Eşi'm Qi Yuanjun'u imparatorluk fermanıyla beraber Huainan'a gidecek denetmen gruba liderlik etmesi için gönderiyorum. İnsanların düşüncelerini dinlemesi, öfkesini yatıştırması, hain ve şeytanları ortadan kaldırması ve adaleti sağlaması için. Bu operasyondaki büyük-küçük her mesele tamamıyla Qi Yan'ın idaresi ve yetkisi altında olacaktır. Qi Yan'a, Huainan'daki yetkililerin ve halkın canları üzerine tam yetki verilişini simgelemesi için imparatorluk kılıcını veriyorum. Meclis yanlış yoldan dönenleri soruşturmayacak, lakin yanlışlarını fark etmeyi reddedenlere elbet yıkıcı hamleler serbest olacak. Bir milyon kişilik muazzam ordu şafakla beraber yola çıkıp gün batımında varacak. Bu olduğunda dört bir yana yüz binlerce ceset serilecek, oluk oluk kan akacaktır. İşte o zaman günah benden gitmiş olur. Herkes ince eleyip sık dokusun! Hepsi bu kadardı."
Qi Yan araçta dikilerek bu imparatorluk emrini sesli bir şekilde okumuştu. Görüş açısındaki herkes yere dizlerinin üzerine çöküp üç defa uzun ömür dileklerini sundu.
Qi Yan İmparatorluk Eşi'ne ait soluk sarı meclis kıyafetini giyiyordu, belinde ise imparatorluk kılıcı vardı. You vilayetinden gelmiş beyaz tilki kürkünden paltosu omuzlarından aşağı sarkıyordu ve siyah saçları başının tepesinde altın ejder-anka kuşu bir meçle düzgünce toplanıp topuz yatay duran metal bir tokayla sabitlenmişti. Hoş ve cesaretli bir görünümü vardı.
Kafilenin en önünde dört kişilik bir araç duruyordu, içinde Nangong Jingnu'nun yazdığı imparatorluk fermanının oyulduğu taş plaket vardı. Bu aracın arkasında ise Qi Yan için tahsis edilmiş iki kişilik at arabası vardı.
Onun arkasındaki araçlar eşlikçi yetkililer içindi, en arkada da yolcu eşyaları duruyordu.
Qi Yan imparatorluk emrini saygıyla kaldırdı, ardından kalabalığa ayağa kalkmasını emretti. Bir kâse şarabı havaya kaldırıp meydana doğru savurdu. Göklere ve yeryüzüne saygısını sunduktan sonra kollarını iki yana açarak bağırdı, "Emredildiği üzere yola çıkıyoruz!"
Nangong Jingnu Qi Yan'ı uğurlamaya gelmemişti. Bir yandan çift daha yeni bir münakaşa yaşadığı içindi, diğer yandan Qi Yan da Nangong Jingnu'nun güvenliği için endişe duyuyordu. Her ne kadar başkent şu an oldukça sakin olsa da sinsi sinsi dolaşan suikastçıların olup olmadığını kimse bilemezdi. O yüzden ikisinin arasında bir kez daha sözsüz bir anlaşma yapılmıştı. Biri yanına gelmesini istememiş, diğeri de yanına gitmemişti.
Bu esnada Nangong Jingnu her zamankinin aksine, meclis toplantısına katılmamıştı. Bir kereliğine meclisi durdurmuş ve sarayların güneyine gidip yüksekteki bir seyir noktasına çıkmıştı. Yalnızca kafilenin uzaklaşıp kaybolan bayraklarını görebilmişti.
Qi Yan gong sesiyle yolun açtırılmasını emretmiş ve yol boyunca bağırması için özel olarak gür sesli birkaç kişi seçmişti: "Majestelerinin lütfu yücedir; Majesteleri halkının fikirlerine kulak verip bizzat bir imparatorluk fermanı çıkararak Huainan güruhuna af çıkardı!"
Huainan'daki savaşın söylentileri başkente az ya da çok yayılmıştı, fakat meclis hâlâ buna karşı duruşunu ortaya koymadığı için halktan insanlar düşüncesizce yorumda bulunmaya cesaret edememişti. Ama epeyce insan kendi kendine bir tahmin yürütmüştü: bu mesele halledilene kadar muhtemelen çok kan akacaktı. Ne de olsa isyan her zaman suçluların tüm ailesini de dahil eden, büyük bir suç olmuştu ve kadınlar ayrı bir tahammülsüz olurdu. İsyancı ordunun kendisine böyle bir ad seçmesi elbette yeryüzünden silinmelerine yol açardı.
Nangong Jingnu'nun kararının herkesin beklentilerini aştığı söylenebilirdi. Qi Yan yol aldıkça rotaları üzerindeki insanlar hep bir ağızdan kadın imparatora yüce gönüllülüğü için övgüler yağdırıyor, tarihe hayırsever bir imparator olarak geçeceğini söylüyorlardı.
Kafile şehir sınırlarının dışına çıktığında gonga vuran ve bağırarak duyuru yapan görevliler arka taraftan at arabalarına atladı. Qi Yan da kendi aracından indi ve Jinhuaiwu'ya bindi. Elini sallayarak işaret verdi, "Tam yol ileri!"
Ve böylelikle, denetmen grup anca bir kale şehrinden geçecekleri zaman yavaşlayarak yol almaya başladı. Bir kale şehrindelerken Qi Yan biraz dinlenmek için aracına dönüyor, gongçular yolu açıyor ve ulaklar kadın imparatorun yetenek ve bağışlayıcılığını dünyaya duyuruyordu. Şehirden çıktıklarında tekrar tam hız ilerlemeye başlıyorlardı.
Bu esnada Nangong Jingnu kendi başına Kıdemli Dul Ya'nın sarayı olan Chengen Sarayı'na gelmişti, Jiya'nın adresine.
Gitme izni olan bütün saray cariyeleri çoktan gitmişti. Nangong Jingnu yumuşak kalpli biriydi, çocuğu olmayanları imparatorluk mozolesine kovmamıştı. Bunun yerine onları geri alması için ailelerini çağırmış ve ailelerine onların rahatça geçinebilmesi için cömert bir taşınma ve yerleşme parası tahsis etmişti. Artık saraylar bölgesinde bir tek oğluyla beraber Arka Saray'da yaşamaya karar veren Dul Hanımefendi Li ve Luo'nun kuzeyinden gelen Hanımefendi Kıdemli Dul Ya kalmıştı.
Nangong Jingnu yukarıdaki "Chengen Sarayı" yazan plakaya baktı. Göze kaçınılmaz bir şekilde nahoş görünüyordu. Önceden fark etmemişti ama Jiya'nın saray odasının adı Qi Yan'ınkinden sadece bir karakter farklıydı.
Bu yüzden yanında duran bir hadıma dönüp, "Bu isim hoş değil, az sonra birilerine söyle tabelayı indirsin. İç meclisten biri yeni bir tane hazırlayıp assın buraya," dedi.
Hadım: "Anlaşıldı. Majestelerinin buraya bahşetmek istediği bir ad var mı?"
Nangong Jingnu pek umursamadan, "İç meclisten biri Kıdemli Dul Ya için iyi bir saray ismi seçiversin," dedi.
Hadım: "Anlaşıldı."
Nangong Jingnu: "Hepiniz burada bekleyin. Kimse benim iznim olmadan içeri girip bizi rahatsız etmesin."
Hadım: "Emredersiniz."
Bir saray hizmetçisi gelip Kıdemli Dul Ya'nın odasında tek başına olduğunu bildirdi.
Nangong Jingnu saray hizmetkarlarının yolu göstermesine izin verdi, yatak odasının önüne geldiklerinde ise, "Hepiniz gidebilirsiniz, ben çağırmadan kimse girmesin," diye talimat verdi.
Saray hizmetçileri: "Anlaşıldı."
Nangong Jingnu kapıyı itip içeri girdi. Sesi duyan Jiya'nın sinirli sesi geldi, "Gelip beni rahatsız etmeyin diye kaç defa daha diyeceğim?"
Nangong Jingnu kendinden emin bir tavırla odanın iç kısmına yürüdü, ardından Jiya'ya bakarak soğukça, "Ne kadar da buyrukçu bir tavır, Kıdemli Dul Ya," dedi.
Nangong Jingnu'nun geleceği Jiya'nın hiç aklına gelmemişti, bu yüzden uğraştığı işi toplayıp kaldıracak vakti olmamıştı. Aceleyle dokuma tepsisinin içine attı ve bir kumaş parçasıyla üzerini örttü. Telaşı hareketlerinden okunuyordu, yüzünde de gergin bir ifade vardı.
Bu elbette Nangong Jingnu'nun gözünden kaçmamıştı. Jiya'nın yapmakta olduğu şeyi de görmüştü. Neredeyse bitmiş bir çift küçük bottu ve yapmak için kullandığı malzeme genelde Wei Krallığı'nda kullanılandan biraz daha sert gibi görünüyordu. Öküz derisi olabilirdi.
Yetişkinlerin giyebileceği büyüklükte değildi, fakat avuç çapından biraz daha uzundu. Muhtemelen yürümeye yeni başlamış bir çocuğa uyardı.
Nangong Jingnu Jiya'nın bunu neden yapıyor olabileceğini çok merak ettiyse de üzerine fazla kafa yormadı.
Jiya dokuma tepsisini yanındaki yuvarlak taburenin üzerine koydu ve ayağa kalkıp ellerini birleştirerek eğildi, "Majestelerine selamlar."
Nangong Jingnu: "Doğrulabilirsin."
Jiya: "Majestelerinin birdenbire yanıma gelmesine sebep olan nedir?"
Nangong Jingnu yüzü Jiya'ya dönük bir şekilde oturduktan sonra sakince, "Amacını söyle," dedi.
Jiya hafiften şaşırdı. Nangong Jingnu'nun bu kadar erkenden tuhaf bir şeyler sezmesini beklemiyordu, lafa dosdoğru girmesi ise onu daha da şaşırtmıştı.
Jiya: "Majestelerinin neyi kastettiğini anlamadım."
Nangong Jingnu'nun dudaklarının kenarları kıvrıldı, fakat gözlerinde herhangi bir duygudan eser yoktu. Tek bir kelime etmeden sessizce Jiya'ya bakıyordu.
Qi Yan haklıydı: Nangong Jingnu artık o dünyadan bihaber prenses değildi. O yüzden üzerinde aynı eski hileler kullanıldığında tamamen farklı bir etki yaratıyordu.
Nangong Jingnu Qi Yan'ın sözlerine gerçekten de kırılmıştı, fakat Gongyang Huai gittikten sonra önündeki ve arkasındaki noktaları birleştirmişti. Bir anormallik sezmişti.
Qi Yan'daki "anormallik" Huainan'la ilgilenme pozisyonuyla az ya da çok ilgiliydi, fakat Qi Yan'ın neden onunla pazarlık etmek yerine böyle bir yöntem kullandığını çözemiyordu.
Nangong Jingnu bunun Qi Yan'ın problemi olduğuna inanmak istemediği için işe Jiya'yla başlamıştı. Qi Yan'daki ani değişikliğe birinin kışkırtmasının sebep olduğunu düşünüyordu.
Artık Qi Yan başkentten ayrılmışken bu kişiyle oturup düzgünce konuşabilirdi.
Jiya'nın Nangong Jingnu'nun bakışlarının esiri olduğu süre gittikçe uzuyordu. Kalbi göğsünde düzensiz bir ritimle atıyordu.
Bir an gözlerinin önündeki kişinin Qiyan Agula olduğuna dair bir hisse kapılmıştı.
Ve bu kişi Agula'dan bile daha tehlikeli biriydi, onun yaşamını da ölümünü de elinde tutacak yetkiye sahipti.
Jiya zihnen bocalıyordu ve bu kadın imparator onun zayıf noktasını biliyordu. Ne kadar gururlu biri olsa da, başını önüne eğmekten başka şansı kalmadı, "Majesteleri sahiden de çok zeki."
Nangong Jingnu: "Söyle o halde, neyin peşindesin?"
Fakat Jiya bir saniye içinde artı ve eksi yönlerini tartmıştı. Her ne kadar Qi Yan'la bir fikir birliğine varmış olsalar da, yaşayacağına mı yoksa öleceğine mi karar verebilecek asıl kişi bu kişiydi. Ve böylelikle, hiç tereddüt etmeden Qi Yan'la olan iş birliklerine tek taraflı olarak son verdi.
İşte Jiya buydu— son derece parlak ve büyüleyici olmakla beraber tehlikeli bir çıkarcı.
Jiya için: Qiyan Agula ve o zaten kendi ihtiyaçları için iş birliği yapıyordu. Agula Jing ile Wei krallıkları arasında bir savaş daha görmek istemiyordu, o da bir savaş kurbanı olmak istemiyordu.
Ama artık işler değişmişti. Şu an eline daha iyi bir seçenek geçtiği için Jiya durup bir daha düşünmeden Qi Yan'ı terk etmişti.
İkisi de Çimenli Ovalardan geliyor olabilirdi ama, Chengli kabilesi ve Tuba kabilesi hiçbir zaman arkadaş olmamıştı.
Bu sırada Nangong Jingnu o ikisinden daha basit ve daha dolaysız bir yolla düşünüyordu: Qi Yan'ın bir sorunu vardı, ama bu onların hususi meseleleriydi. Jiya'nın burnunu sokmasına izin veremezdi.
Son birkaç gündür Nangong Jingnu kendi yaralarını hep kendi sarmıştı. Qi Yan'ın sözleri kalbini kırmıştı, fakat bir şeyden kesin olarak emindi ki: Qi Yan onundu. O... bir kadın olsa da, Nangong Jingnu'nun bırakmayı istemediği biriydi.
Nangong Jingnu aklından şunu bile geçirdi: bu işin ardındaki kişi Jiya değilse bile onu yine de Luo'nun kuzeyine kovabilirdi. Bakalım o zaman Qi Yan onunla nasıl uğraşacaktı.
Dolambaçlı yollardan geçtikten sonra başka başka fikirler, bakış açıları ve istekler taşıyan bu insanlar gizemli bir şekilde aynı hedefe doğru yol alıyordu.
Ve kim bilir tüm bunlardan haberi olsa Qi Yan ne düşünürdü?
Bu işi Qi Yan'ın mı çok karmaşık hale getirdiği yoksa Nangong Jingnu'nun mu fazla hafife aldığını ayırt etmek ise daha bir zordu.
Jiya: "Ben..." Jiya aniden durdu. Nangong Jingnu'ya bakarken aklına cesurca bir fikir geldi.
Jiya dudaklarını sımsıkı kapattı. Nangong Jingnu'nun yüz ifadesinde olabilecek herhangi ufak bir değişim arayarak aklından geçenlere dair bir ipucu yakalamaya çalıştı, fakat sonuç onu hayal kırıklığına uğrattı.
Sanki Nangong Jingnu olgunlaşıp ikinci bir Qi Yan'a dönüşmüştü. Lütuf karşısında da hakaret karşısında da sakin kalıyor, yüz ifadesini koruyordu.
Şu anki Nangong Jingnu kırılganlığını ve asıl halini sadece bazı zamanlar Qi Yan'ın yanındayken gösteriyordu.
Jiya biraz hüsrana uğramış hissetti. Kalbini sakinleştirerek, "Ben Majesteleriyle bir anlaşma yapmak istiyorum," dedi.
Nangong Jingnu: "Ah? Bakalım Kıdemli Dul Ya'nın elinde benim ilgimi çekebilecek ne gibi bir şey var."
Jiya: "Luo'nun kuzeyinde barış, Çimenli Ovaların nesiller boyu itaati. Majesteleri ne düşünüyor?"
Nangong Jingnu: "Bu koşul... zaten elimin altında sayılır."
Jiya güzel bir şekilde gülümsedi, az önceki gerginliği ve huzursuzluğu tamamen silinmişti. Güzel gözleri parıldarken gülümser bir şekilde Nangong Jingnu'ya baktı, "Hadi dürüst olalım. Majestelerinin Luo'nun kuzeyindeki mevcut durumdan gerçekten tatmin olup olmadığını en iyi yine Majesteleri biliyor."
Nangong Jingnu da gülümsedi, "Önce bundan ne çıkar elde edeceğini söyle."
Jiya artık daha da ışıltılı bir şekilde gülümsüyordu, "Kuzeyin dokuz vilayetinin Genel Valisi olarak Nagsi Anujin'in yerine geçmek, nesilden nesile aktarabilmek istiyorum."
Nangong Jingnu: "Amma iştahlısın."
Jiya: "Artık bir kadın imparator olduğuna göre neden bir tane de kadın Genel Vali olamasın? Ayrıca, kuzeyin dokuz vilayetinin Genel Valiliği Anujin'e benim Kağan babamdan geçti. Bir tek nesilden nesile aktarılabilirlik maddesi eksik."
Nangong Jingnu: "Ve sen benim için karşılığında ne yapacaksın? Spesifik olarak konuş."
***
0 notes
Text
Sessiz Bir Gece
“Efendim” sesi bıkkın geliyordu. Tüm hafta onlarla uğraşmamış gibi tatilinde de hala çalışmaya zorluyorlardı. “Evet biliyorum fakat şu an o konuyla ilgilenmek istemiyorum. Beni yeterince etkiledi tek istediğim sizden biraz izin.” Karşı taraf asla susmak bilmiyordu. “Davadaki kızın bir fotoğrafı bile yok. Sadece söylentileri yazdım bana bir bilgi vermediler.” Ne zaman telefonu kapatacaktı acaba? “İznimin bitmesine iki gün kaldı. Geldiğimde dosyaları incelerim. Belgin hanım da zaten bilgi toplayacaktır.” Her gün yeni bir kötü haber duymaktan bunları yazıya dökmekten ciddi anlamda yorulmuştu. İstifa etmeyi birçok kez düşünmüştü. “Anladım. Siz Belgin hanımla konuşun lütfen. O zaten iş başında. Benim bugün izin günüm.” Son cümlesini vurgulayarak söylemişti. Karşısındaki insan asla bunu anlayamıyordu. Sadece biraz dinlenmek, olaylardan uzak durmak istiyordu. Hep aynı sahne ve hep aynı oyunun sergilenmesinden bıkmıştı, kandırmak en basit eylemdi onlar için, gözlerinin içine bakıyorlardı, bir kukla misali kendi istediklerini yaptırıyorlardı, herkesin uyması gereken bu düzenin bozulması onların çöküşüne işaretti, herkes sadece sürüye uyuyordu, onun istediği bu değildi, yaşamaktı…. Cesaret edemediği için de esirdi.
Kadın telefonu kapattığında Defne de telefonu sonunda koltuğa fırlattı. Fırına doğru yürüdüğünde burnuna yanık kokuları geliyordu. Fırından yemeği çıkarıp lavabonun içine koydu. ‘Çok güzel!’ Diye söylendi. Aklı asla orada değildi. Aklı tamamen karışmıştı, bulanıktı fikirleri ve düşünceleri. Balkona geçip bir şeyler yazıp düşüncelerini özgür bırakmak istiyordu. Sehpanın üzerindeki kahve bardağını alıp balkona çıktı. Gözlerini kapatıp derince orman kokusunu içine çekti. Çiftliği seviyordu. Ağaçların rüzgardaki çıtırtıları, kuşların cıvıltıları, atların koşuşturmaları, köpek havlamaları, kedilerin şirinlikleri… Bunlar düşüncelerini dağıtmak için yeterli değildi ama şimdilik işe yarıyordu. Seviyordu yalnızlığı. Yalnızlığı hariç her şeyi paylaşabilirdi. Hayvanlarla ilgilenen bir Leyla teyzesi ve eşi haricinde tek insan kendisiydi. Onlar da zaten kaldığı evin yan tarafında küçük bir evde kalıyorlardı. Akşama kadar bahçeyle ve hayvanlarla ilgilenip akşam evlerine gidiyorlardı. Yaprakların uçuşu kısa da olsa bir anı hatırlattı ona, aklındaki sahneler hiçbir zaman durmuyordu, sürekli canlanan bu olaylar onu çıldırma noktasına getirecekti, gözlerini sıkıca kapadı, unutmak, o an unutmak istiyordu, aklında sıralanan düşünceler sürekli döngü halindeydi, aklını sustursa vicdanını susturamazdı, vicdanı onu rahatsız ediyordu, vücuduna yayılan bu acı aslında onu ayakta tutandı, acı çektiğinin farkındaydı, gözyaşları yavaş yavaş yanaklarında ilerlerken balkonun demirlerine sıkıca tutundu, bir an için aşağıya baktı, sadece bir an için düşündü, ama bu neyi düzeltecekti, ondan geriye ne kalacaktı, bir hiç olmak istemiyordu, bir ses bırakmak istiyordu bu dünyaya, ruhunun bu kadar acı çekmesini istemiyordu, gözyaşlarını silip derin bir nefes aldı. İçeri geçti, biraz etrafı toparladı ardından plak çalara baktı, en son çalan parça ‘Nocturne in C Sharp Minor’, Chopin’den en sevdiği parçaydı, onu çıkartıp, ‘Comptine d`un autre ete’ adlı parçayı koydu, tezgaha doğru döndü, kendine hızlıca bir şeyler hazırladı, sandalyeye oturup etrafı izledi, yemeğini bitirdikten sonra ilerleyip,plak çaların sesini yükseltti, tüm ev sanki onunla birlikte dans edecek gibiydi, dönmeye başladı, saçlarını açtı ve parmak uçlarında dans etmeye başladı, aklındaki sürü susmuştu, evin her tarafı camla kaplıydı, dışarısını görüyordu, tüm orman onu izlese de aldırmadı, merdivenlere doğru ilerledi, odasına geldi ve kendini yatağa bıraktı, bir gün daha sona ermişti, gözlerini kapayıp huzurlu bir şekilde uyudu… Uyanır uyanmaz aşağıya indi, balkonun camlarını sonuna kadar araladı ve güneşe bakıp tebessüm etti, mutfağa yönelip kendine güzel bir kahvaltı hazırlamaya başladı, mutfaktaki sesler ahenk içindeydi, kuşların cıvıltısı ise bu orkestraya eşlik etti, telefonu çaldığında doğradığı domatesleri tabağa bırakıp koltuğa doğru baktı, arayan Belgindi.
“Sabah güneşimiz doğmuş anlaşılan, günaydın.” diyerek açtı telefonu ve belini tezgaha dayadı, buzdolabına doğru yönelip biraz bakındı, ne zamandır alışveriş yapmadığını merak ediyordu. Belgin sekreterine elini kaldırıp odasını gösterdi, bu kahvemi getir demenin artık kalıplaşmış haliydi “Sen… Dün gece nerelerdeydin?” diye sordu Defne’ye. Defne buzdolabına alık alık bakıyordu, bir anda dalgınlığını bozup kapattı. “Mmm, düşünmek gerekirse, özel jetimle ekvatoru gezintiye çıkmıştım.” alaycı bir şekilde gülümsedi,“Bırak dalgayı da söyle bugün müsait misin?“ dedi Belgin, hala,ekreterine bakınıyordu, istediği o an olmayınca, bir an öfkesine yenik düşebiliyordu Belgin, disiplin onun hayatının olmazsa olmazıydı, iş yerindeki rolü oldukça baskındı ve bu da onu oldukça yoruyordu. “Sekreterime sormam gerek.“ dedi Defne yine alaycı bir tavırla. “Anlaşıldı senin keyfin yerinde, bahsettiğim dava hakkında bir şeyler yazabildin mi,basın benim için şu an önemli, dosyayı kapatmak istiyorlar buna izin veremem ailesine söz verdim.” Belgin sonunda bakışı ile sekreterinin getirdiği kahveden bir yudum aldı ve hemen dosyalara yöneldi, o kadar dava arasından hangi birini çözüme kavuşturacağını düşünüyordu.
“Artık yazmak istemiyorum Belgin, olay görmek istemiyorum,işin içinden çıkamıyoruz ve sürekli bir engel çıkıyor karşımıza.“ Tiksinerek söylemişti bunu Defne.
“ Bunun için geç kaldık Defne, hadi söyle gelirken bir şeyler alayım mı?“ Belgin bir an duraksadı ve derin bir nefes aldı, yine Defne’nin bir şekilde aklında kurduğu bu girdap onu adeta içine almıştı, üstüne gidemezdi, sakince onu o gidarptan çıkarması gerekiyordu ama bunun telefonla olmayacağını da biliyordu bu yüzden hemen konuyu geçiştirdi. Defne konunun değişmesinden anlamıştı Belgin konuyu ele alacaktı ama telefonda değil bizzat yanına gelerek.“ Biraz tatlı alsan fena olmaz.“ dedi ve konunun şimdilik kapatılmasını sağladı. Belgin bu cümleden anladığı ‘konuşmaya ihtiyacım var‘ demekti çünkü Defne duygularını ifade etmekte zorlanan bir insandı ve hemen her şeyi anlatmak istemezdi,ilk önce kendisi savaşır sonra atlattığını anlatırdı bu onu epey yaralardı ama onun tek bildiği buydu. “Tamam Defne, öpüyorum.“ Telefonu bırakıp çayı demlemeye başladı, yine o ürperti sardı vücudunu, zilin sesiyle dalgınlığını bozdu, o kadar uzun süre nasıl dalgın kaldığına şaşırdı, kapıyı açtığında, Belgin o güzel gülüşüyle karşısındaydı, sarılmak istedi o an, sarıldı. Şaşkın gözlerle Defneye bakan Belgin“Ben sana dedim, bak beni özlersin bu dağ başına taşınma dedim, şuna bak ahtapot gibi sarıldı.“ İkisi de gülümsedi, daha sonra içeri geçtiler. Belgin elindeki kutuyu Defne‘ye uzatarak “Al bakalım tatlını“ dedi. Defne onu gördüğü için mutluydu. Kafasını dağıtmaya ihtiyacı vardı. “İlk önce kahvaltı edelim“ Belgin içeri girerken panikle ‘‘Ay yok ben diyetteyim‘’ dedi fakat içeri geçip enfes masayı gördüğünde eline dilimlenmiş salatadan bir tane alıp, Defne‘ye dönerek ‘‘ Imm bunca yemeğe ayıp olmasın“ dedi. Defne gözlerini devirip gülümsemekle yetindi. Defne çayları koyarken Belgin de kızarmış ekmekleri getirdi. Belgin dışarıyı seyretti bir süre. Sanki bir tablonun içerisinde yer alıyordu, yeşile kaplanmış orman,kuş cıvıltıları, bulutların arasından yavaşça süzülen güneş,yaprakların hışırtısı… Defne’ye bakıp “ Bu manzara için buradasın değil mi?“ dedi. Defne alışıktı bu manzaraya ona çok da olağan gelmiyordu.“ Güzel, ama sıkıldım galiba.“ Deyip hemen önüne baktı.Yalan söylediği belliydi, o bu eşsiz manzaradan değil bulunduğu durumdan sıkılmıştı ama bir yandan da arkadaşına yardım etmek istiyordu. “Annen aradı mı?“ Belgin yine konuyu değiştimek niyetindeydi çayından bir yudum alıp karşıya baktı. Belgin bu sakinliğin tadını çıkarmak adına biraz bekledi. “Dün aradı, neşeliydi, yazlıkta keyifleri yerinde.“ ses tonu biraz daha iyiydi. Belgin“ Dün bana bıraktı sarmaları.“ diyerek hafifçe tebessüm etti. Defne gözlerini iri iri açıp inanamamışçasına belgine baktı. “Ama bu haksızlık.“ dedi dudaklarını büzerek biraz çocuklaşmak istiyordu Defne.“Deliye bak, gelseydin yerdin, dün gece yoksa bir kaçamak mı yaptın?“ diye imalı bir şekilde Defne’ye bakış attı ve göz kırptı.“ Evet dün toplantı vardı ormanda, neymiş arılar mahsullerinin yenmesinden şikayetçiymiş, ayılar da biz yiyeceğiz hakkımız dediler ortalık birbirine girdi, kurtların ciddiliği olmasa arılar o kadar sakin kalmazdı.“ Belgin bakışlarını değiştirerek“ Nasıl da dalga geçiyor benimle, selam söyle bir dahakine kurtlara en kısa zamanda dönüşüp bizi ısırsınlar.“ dedi. Defne gülüşünü fazla uzun sürdürmedi, biraz duraksadı. Karşıya bakıp sessizliğin tadını çıkardı.“Sadece biraz sakinlik istedim, telefonu kapatmadım, müziğin sesinden duymadım muhtemelen.“ Defne ellerin masadan çekip biraz geriye yaslandı. Belgin konuşmanın tam sırası diye düşündü ve yavaşça Defne’nin ellerini tuttu. “Biliyorum, gördüklerini unutmak istiyorsun ama inan bekleyen bir aile var,kızlarını bekleyen bir aile, ardında sadece bir mektup var, kızın yazısı eşleşmiyor bile mektupla ama olayı kapattılar,ben bu olayı çözüp aileyi savunmazsam, yardımcı olamazsam o zaman avukat olmamın bir değeri yok gözümde ve sen de bu gerçekleri yazıya döküp insanlara göstermezsen gazeteci olmanın bir anlamı kalır mı? Evet,benzer şeyler yaşıyoruz,insanlarla uğraşıyoruz, şahit oluyoruz ve…“ Belgin daha lafını bitirmeden“ Ve bazen de susuyoruz.“ Dedi. Gözleri dolmuştu bunu söylerken.“Dünyanın her bir köşesindeki ve her dakikada gerçekleşen vahşete ve kötülüğe engel olamayız, biz sadece ışık tutanlarız, insanların görmelerini sağlıyoruz, bilmelerini, yararlı olmaya çalışıyoruz, hepsine yetişemeyiz, insanız.“ Belgin Defne’ye bakarken görüyordu, yıprandığını ve yorulduğunu,Belgin acısıyla ilerleyenlerdi, ne olursa olsun güçlü durabiliyordu ama Defne tam tersiydi,içindeki sesi dışarı çıkartmaktan korkuyordu, oysa haykırsa, haykırsa içinden geçenleri belki de biraz olsun azaltacaktı bu yükü, yankısız duvarlarıyla beklemeyi tercih ediyordu.“Tüm bu korkum insanlıktan, bazı kelimelere kendimizi adadık, nefrete, sevgiye, merhamete, açgözlülüğe, sadakate ve güce. Oysa onlar sadece kelimeydi biz şekillendirdik, bizler anlam yükledik, keşfettikçe daha fazlasını istedik, güce ulaştıkça yükseldik, şimdi ise boşluktayız, belki de bu yüzden bunca kötülük, kendimizi bilmediğimizden, haddimizi bilmediğimizden…“ kendine gelerek söyledi bunu Defne. “ O vakit ne anlamı kalıyor insan olmamızın eğer duygularımız olmayacaksa, sen görmek istemiyorsun ama bu hep böyleydi, hep var olan bir şeydi, tarih boyunca savaşlar, katliamlar ve kötülükler vardı, akıl ve sağduyu ile ilerlemeliyiz, yeni şeyler türetmeliyiz, tekrar ediyorsa değiştirmeliyiz düzeni, iyileştirmek için çabalamalıyız değil mi? İnsanoğlu olarak bozulduysa düzeltmeliyiz, tüm bu olaylar sarsıntıya yol açmadan önlemeliyiz, bir böcek gibi kıvranmaktansa karınca gibi hareket etmeliyiz. Sen sadece bir kısmını gördün, daha çok var Defne, yolun yarısında bile değilsin, ettiğin sitem bir şeyleri değiştirmeyecek bunun yerine harekete geç, bulunduğun yeri iyileştir, bunun bilincinde olan herkes öyle yapıyor, sen de onlardan biri ol.“ Defne gözlerini yavaşça araladı ve bu sözcükleri tekrar tekrar tarttı kafasında. Sakin bir şekilde nefes aldı, Belgin haklıydı, bu hayatın endişe ve karmaşası içinde sürünemezdi.“ Minnettarım sana, ayak uydurmalıyım ben de, başka türlüsü güç.“ Dedi ve ayağa kalkıp tatlıları koymaya başladı. “Benim tanıdığım Defne hoş geldin, hadi balkona geçelim yeterince felsefe yaptık. Yarın da sen beni toplarsın.“ Belgin gülerek balkona doğru ilerledi. Oturur oturmaz ahvelerini yudumlayıp, eski anlardan bahsettiler, biraz güldüler, biraz hatırlamadığı detayları hatırlamaya çalıştılar. Sohbet o kadar koyuydu ki vaktin nasıl geçtiğini anlamadılar. Defne uzaklara bakarak “İzafiyet teorisi miydi?“ dedi.Belgin yaslandığı koltuktan doğruldu “Einstein’a geldiyse konu ben kalkayım artık.“ Geç oldu kal burada.“ “ Çok isterdim, ama sabaha yetişmesi gereken işler beni bekler.“ ayağa kalktı ve balkonun demirliklerine dayanıp Defne’ye baktı.“ Birlikte bitiririz burada.“ Diye ısrar etti Defne. Belgin yaslandığı yerden kalkıp hızlıca Defne’nin yanına gitti.“ Sen dur bakalım, sana bu hafta iş yükleyeceğim sen ilk önce onları bitir.“ Dedi.“ İşte buna dost kazığı derler.“ Arabaya kadar birlikte yürüdüler. Belgin etrafın ıssızlığından ürkmüştü. Defne’nin bu cesaretine hayran kalmıştı. Çiftlikte başkaları da vardı ama yine tenha bir yerdi.Belgin bahçe kapısına yakın yerdeki çiçekleri görünce bir an heyecanlanıp ”Bu çiçekler yeni mi?” diye sordu.” Evet yeni getirdim al kitap köşenin oradaki sehpaya koyarsın.“ Belgin hızlıca hepsine göz attı ve bir tanesini aldı. Belgin saksıyı arabaya koyduktan sonra sıkıca sarıldı, Defne de aynı içtenlikle cevap verdi. Bu sarılmanın uzun oluşunu farkeden Belgin” Biraz da yarına kalsın yoksa aşırı sevgiden öleceğiz.” Dedi.Belgin arabaya bindikten sonra Defne’ye baktı. Defne zarifçe gülümsedi. Belgin gittikten sonra artık hava tamamen kararmıştı. Gökyüzündeki ayın ışığından başka ışık yoktu çiftlikte. Biraz yürüyüş yapma fikri cazip geliyordu. Terliklerini de çıkarıp çıplak ayaklarıyla çimenlerin üzerinde yürümeye başladı. Dudaklarında bir şarkı mırıldanıyordu. Ellerini sallayarak parmak uçlarında geziniyor arada gökyüzüne bakıyordu. Evden yeterince uzaklaşıp ormana giriş yaptığını fark etmemişti bile. Ta ki bir çığlık duyana kadar. Aniden durdu ve etrafına bakındı. Tüm vücudunu tedirginlik kapladı. Korkuyla etrafına bakındı. Ağaçlar ve çalılıklardan başka bir şey yoktu etrafında. Tedirginlikle kafasını oraya doğru çevirdi. Bir hayvan sesi olabileceğini düşündüğü için içeri geçecekti ama içinden bir ses ağaçlara doğru yönelmesini söylüyordu. Evden uzaklaşarak ağaçlara doğru yürüdü fakat artık sesi bir daha duymadı. Tüyleri diken diken olmuştu. Ağaçlara yaklaştıkça karanlık onu içine alıyordu. İki adım sonra artık gözleri bir şey seçemez oldu. ‘Kimse var mı?’ Diye söylendi kısık bir sesle. Sesi tedirginlikten cılız çıkmıştı. Çalılıkların arasında bir şeylerin kıpırdadığını gördü. Gözlerini kısarak o karanlıkta bir şeyler seçmeye çalıştı ama artık iç sesi de oradan uzaklaşması gerektiğini söylüyordu. Aklına birçok şey geliyordu. Vahşi bir hayvan olabilirdi ama ayakları ondan bağımsız oraya doğru küçük adımlarla ilerliyordu, bir anda yerde yatan küçük bir kız çocuğu gördü. Üzerindeki elbisesi çamur ve kan içindeydi. Yüzü kirden gözükmüyor saçları birbirine girmişti. Defne onu gördüğünde şok içinde kaldı. Ona doğru eğilip “İyi misin? Ne oldu sana?” diye sordu. Küçük kız sesi duyduğunda irkilerek geriye kaçmaya çalıştı. “Hayır hayır hayır” kızın sesi boğuk ve anlaşılmaz çıkıyordu. Sürekli inliyordu. “Tamam, tamam sakin ol. Sana zarar vermem ileride evim var. Orada yaşıyorum” Defne küçük kızın kendisini anlamadığını fark etti. Dikkatlice onu kucağına alıp eve yürüdü. Her adımında kulağına “Sakin ol ben yanındayım” diye fısıldıyordu. Ne yapacağını kendisi de bilemiyordu. Nasıl gelmişti buraya? Şehirden çok uzaktaydı en yakın yerleşim yeri kaç kilometre uzaklıktaydı. Tüm vücudu dehşet içindeydi, ağır adımlarla ilerlerken kızı inceledi, her tarafı yırtık olan bu kıza ne olmuştu, bu yaralar nasıl olmuştu, sormak istediği sorulardan sıyrılıp kızı eve kadar getirdi. Tam içeri girerken kız inmeye kalkıştı, haklıydı, bu haldeyken bir yabancıya güvenmek onun için zordu ama başka seçeneği de yoktu.” Korkma, kimse yok, sadece ben yaşıyorum ,içeri girip polisi ararız, şu yaralarını temizleriz, merak etme hadi gel. Adın ne senin?” diyerek sakinleştirmeye çalıştı. Kız ”Arsen” diye fısıldadı ve yine aynı donuklukla Defne’ye baktı, bilincini kaybetmiş gibiydi, ayakta durmakta zorluk çekiyordu, Defne’ye tutunup içeri girdi. Adımları hem halsiz hem de temkinliydi, İçeri girip kızı koltuğa oturttu. Kızın en fazla 12 yaşında olduğunu düşündü Defne. C pozisyonunda oturuyordu kız kendini dış dünyadan soyutlamış gibiydi. “Her ne olduysa sana yardım edebilirim.” Ne söyleyeceğini bilemiyordu. Küçük kıza ne olduğunu nasıl bu hale geldiğini tahmin bile etmek istemiyordu. Çocuk onu duymuyordu bile. “Önce yaralarını temizleyeceğim tamam mı? Sonra da polisi ararız aile.” cümlesini bitirmeden kız ona korku dolu bakışlarla “hayır hayır hayır” diye sayıkladı. Susmuyordu sürekli tekrarlıyordu. Defne kızı izlerken gözlerinden yaşlar akmaya başladı. “Tamam, sakin ol ben yaralarınla ilgileneceğim. Ne yapacağımıza yarın karar veririz.” demekle yetindi. Kızın başından tutup onun yavaşça yatmasını sağladı. Küçük kızın Defne’nin her hareketinde tedirgin olduğunu fark ediyordu. Yukarıya ilk yardım çantasını almaya gitti. Hala ne olduğunu merak ediyordu. Odasına girip önce giyebileceği eşyaları hazırladı. Çarşaf ve pike de aldı yanına. Şu an polisi araması gerektiğini biliyordu ama küçük kızın tepkilerinden sonra bunu yarına erteledi. Mantıklı düşünemediğinin farkındaydı. Lavaboya girip elindeki eşyaları kenara bırakıp önce yüzünü yıkadı. Elleri titriyordu aynaya baktığında kendisinin de ağladığını gördü. Derin bir nefes aldı. Küçük kıza karşı bu durumda olamazdı. Banyodan da ilk yardım çantasını alıp banyodan çıktı. Merdivenlerden aşağı iniyordu ki yerde kan gölünü görmesiyle şoka uğradı. Koltuktan damlayan kanlar ve hemen yanındaki korkunç adamı görür görmez yukarı doğru koştu. Ellerindekilerin hepsini merdivende düşürmüştü. Odaya girip hızla kapattı kapıyı. Titreyen parmaklarıyla zorla kapıyı kilitledi. Aşağıdan gelen seslerden hiçbir şey anlayamıyordu. Tüm vücudu titriyordu. Her taraf ölüm sessizliğine bürünmüştü. Etrafına bakındı. Kaçacağı hiçbir yer yoktu. Odası çatı katında olduğundan tek yukarıda, gökyüzüne bakan bir pencere vardı ve boyu asla ulaşmıyordu oraya. Onu kırıp kaçabilirim miyim diye düşündü. Odada ne bulduysa kapının önüne sürükledi. Bunları zorlukla yapıyor, gittikçe gücü azalıyordu. Nefesi kesiliyordu. Aşağıdan adım sesleri geldiğinde artık bacakları onu taşıyacak gücü kalmamıştı. Gözleri kararıyor nefes almakta zorluk yaşıyordu. Sesini çıkarmamaya çalıştı. Nefesi kesik kesik çıkıyor elleriyle ağzını kapamaya çalışıyordu. Adım sesleri yaklaşırken bir yandan da demirin demire çarpma seslerini duydu. Eline bıçak mı almıştı? Kapının önünde hissediyordu onu. Sessizlik hiç bu kadar ürkütücü gelmemişti. Sürekli yutkunuyor midesine kramplar giriyordu. Kapının karşısında yığıldı kaldı yere. Sürekli dökülen kanları ve koltukta kafası kesilen kızı düşünüyordu. Kendisinin sonu da öyle olacaktı. Dehşet içinde dışarıdaki sesleri dinliyordu. Nasıl girmişti? Kapıyı açık mı unutmuştu? Milyonlarca düşünce geçiyordu kafasından. Beyni zonkluyordu. Artık dizlerinin üzerine çökmüş ağlıyordu. Sesini çıkarmamaya çalışıyordu. Nefesi kesik kesik çıkıyordu. Çığlık atmak istese de bir işe yaramayacağını biliyordu. Elleriyle ağzını kapattı, ağlamasını tutmaya çabalıyordu. Gözleri kararıyordu başı dönüyordu. Kapının önünde hissediyordu onu. Sessizlik hiç bu kadar ürkütücü gelmemişti ona. Merdivenlerden yukarı doğru gelen sesi dinledi. Kapının tam önüne yığıldı güçsüz vücudu, Sürekli dökülen kanlar ve koltukta kafası kesilen kızı düşünüyordu. Kendisinin sonu da öyle olacaktı. Kapıya bir darbe gelmesiyle çığlık kopardı. Kapıda küçücük bir delik oluşmasını sağlayan keskin bir demir vardı. Ağlaması şiddetlendi. Demir geri çekildiğinde ayağa kalkıp kapıya baktı. Kaçacak bir yeri yoktu. Kapının kırılan köşesinden baktığında adamın gözleriyle karşılaştı. Sürekli ağlıyordu. Bir kere daha çığlık attı ve eline geçen cam şişeyi kapıya fırlattı. Cam şişe bin parçaya ayrılırken arkadaki adamın geriye kaçtığını gördü. Böyle bir psikopatın korkması Defne'yi şaşırtmıştı. Onun şaşkınlığını fırsat bilip eline odadaki parfüm şişelerini alıp yukarıdaki cama attı. Camın parçalara ayrıldığını gördüğünde umudu çoğaldı. Yatağına çıkıp avazı çıktığı kadar bağırdı. “Yardım edin lütfen, lütfen. Duyun sesimi.” Çığlıkları boşunaydı. Dışarıda hayvan seslerinden başka hiçbir şey yoktu. Teyzesi ve eşi huzurlu bir şekilde çiftlikten uzakta uyuyorlardı. Defnenin boğazı tahriş olmuştu bağırmaktan. Kapıya bir darbe daha indi. Bir çığlık sesi daha yükseldi odadan. Kapıya doğru baktığında deliğin büyüyüp artık adamı kolaylıkla görebileceği şekile geldiğini gördü. Adamın kirli kıyafetleri ve korkunç görünümüyle karşısındaydı. Kanlı ellerini kapıya dayadı ve Defne’ye sinsice sırıttı. Sırıtış öylesine iğrençti ki Defne sesi kısılasıya kadar bağırdı. Çığlık attı, yardım istiyordu, yalvarıyordu. Ne yazık ki adamın haricinde kimse sesini duymuyordu. Sanki vahşi adamın nefesi ensesindeydi, sanki tüm gücünü emiyor ruhunu içine alıyordu. Gözünü kapattı ve sessizce ağlamaya başladı. Sürekli “Lütfen, lütfen, lütfen, lütfen…” diye sayıklıyordu. Kapıdan gelen ses bir bıçak sesiydi. Adam bir an durdu ve kapıdan kafasını içeri uzatarak “ Dışarı çıkma zamanı.” dedi. Defne hıçkırıklara boğulurken adam iki adım geriledi ve merdivenlere dayandı. Kapıdaki kırık artık onu bütünüyle görebilecek şekildeydi, adam kirli kıyafetleri ve korkunç görünümüyle ellerindeki kanı üzerine sildi ve kafasını yerden kaldırıp Defne’ye baktı ve sinsice sırıttı, Defne bağırdı, çığlık attı, yardım istiyordu ama kimse sesini duyamazdı, Göz göze bakışıyorlardı. Adam pis bir şekilde sırıtıp “Burada kim varmış, seni kimseler de duyamazmış…” dedi şarkı söyler gibi. Kalbi duracaktı. Terlemeye başladı. Korkudan artık bilincini kaybedecek gibi gözleri bir kararıyor bir etrafı görüyordu. Masaya baktığında bilgisayarını gördü ve zorla emekleyerek masanın yanına gidip eline bilgisayarını aldı. Hala kurtulma şansı vardı. Ölmek istemiyordu. Vahşice katledilmek istemiyordu. Hayatı sadece iki dakikalık bir görsel olarak sunulmasını ya da adının yazılmasını istemiyordu, hatta en acısı unutulacaktı, o da unutulup gidecekti, aklına gelen binlerce vahşi olaydan biri olacaktı, anlatılmazdı, açıklanamazdı, çok değil en fazla iki gün, iki gün sonra sessizlik bürüyecekti. Her şeyden önce insandı, bu şekilde ölümü hak etmek için hiçbir kötülüğü yapmamıştı. Karşısındaki adamı tanımıyordu bile. Titreyen ellerine baktı, çaresiz olan kendine, gözleri kan çanağı olmuştu, hala bir umudu vardı. Bilgisayarını açar açmaz gördüğü şey karşısında yıkıldı. Bu Defne’nin yazdığı haber yazısıydı.
“O bizden biri!
Dehşete düşüren cinayetlerin sonu gelmiyor. Seri katil aramızda. Aylardır kayıp iddiasıyla aranan A.C. yetkililerin bulduğu bir mektupla evden kaçtığı düşünülüyordu fakat grafolojiye göre küçük kızın el yazısıyla mektup eşleşmiyor. Olayın cinayet olduğu yönde şüpheler artıyor ve şimdiden bir seri katil bağlantısı olduğu düşünülüyor. Avukat B.G. bu davanın basına yansıması konusunda ısrarcı.“yazılan haber başlığını okuduğu an dondu kaldı. Bunu yazarken şüphelilerin dosyasına bakmıştı,hepsi tehlikeli ve sapkın insanlardı. Kapının ardındaki hangisiydi peki?
Fazla gecikmeden kapının açılma sesi geldi, Defne artık titremiyordu, müziğin sesini duyar gibiydi bu bazı yaşanmışlıkları silmek istersiniz ve tam o sırada dinlediğiniz bir müzik bunu unutmanıza yardımcı olmak için arka planda çalar ‘Johannes Bornlöf- The Rose and The Thorn’ gibi tam da aranan bir parçadır, o an bütün bu yaşanılanların önemsiz ve sıradan olduğunu anlarsınız. Fazla önemsediğiniz şeyler bir şarkı dinlerken önemini kayıp eder ve sıradanlaşır ya işte bu parça ve piyanist bunu fazlasıyla başarılı yapıyor. O an yankılandı bu ses, arkaya doğru dönmek istemiyordu, yaklaşan felaketi kalbinin derinliklerinde hissetti, arkasını döndü ve son kez çaresizce baktı o korkunç gözlere, yaşanılan en acı teslimiyet olacaktı belki de…
Fatma Korkut & Efsa Şener
#kısa hikaye#edebiyat#edebi yazılar#hikaye#kısa öykü#öyküler#korku hikayeleri#kurgu#blog#blog yazar?#yazarperest#yazar#yazarlar
15 notes
·
View notes
Text
Dün gece balkonda otururken, telefonuma gelecek bir mesajı beklerken ve gelmeyeceğine ikna olduğumda kendimi ikna etmem gereken şeylerin başına şunu yazdım; “Tutunamıyorsan, bırak.” Çünkü ben geçmiş günlerimde her neye tutunamadıysam, bizzat onun suçlusuyum. O son düşüş benim suçum. İnsanların elini itip "beni tutmadın." diyerek suçlamak şımarıklık ve evet ben çok şımarık bir adamım. Kendine tutunmayı beceremeyen bir zavallı olarak insanları suçlamaya ne hakkım var? “Tutunamamak” fikriyle ve sarhoş kafayla Selim Işık geldi aklıma. Dün gece telefonuma gelmesini çok arzu ettiğim o mesajın gelmeyeceğine ikna olup biramın son yudumun alırken Selim Işık’ın şu sözleri geçti içimden
“Beni sevenler nefret etmesin benden…”
5 notes
·
View notes
Text
âşiyan, eylül sonu.
sana hep gelmek istemiştim. belki isminin manâsının beni ekstra cezbedişinden, belki konumundan, belki tarihinden hep bir şekilde uğramak istedim sana. rüya gibiydin, çoğu sebepsizce kabus olan rüyalarıma hakaret olacak; sanki hayaldin. kulaklığımı takıp yalnız seni ve maviyi dinledim. iki bin yirmiden çekip aldın beni ve buna ne kadar ihtiyacım vardı sen bile bilemezsin.
maviye bakmak her vakit ruhumu besledi, bana yeni kapıları açmakla kalmayıp bizzat girişlerini parmakla gösterdi, ben anlatmadan çok evvel beni dinledi üstelik anladı ve çıkan pürüzleri bana kalmadan tedavi etti. öyle minnettarım ki.
yeniden hikayeler dinlemek ve o hikayelere ortak olabilmek, yeniden kitap okumak, yeniden zor olsa da galiba dönebilmek. kendime, anılara, geçmişe falan değil. büsbütün yeni ülkü’ye, büsbütün inşa etmekte olduğum zırha, o kapkalın, demirden sert zırhın kırılganlığına ve o kırılganlığı kabullenebilme sürecime dönebilmek. hiçbir vakit zihinsel olarak bu kadar yorulduğum, yorgunluktan ağladığım ama yorulmaya kendi isteğimle devam ettiğim, istisnasız her sabah mutsuzluğu mutlulukla nötrleyerek uyandığım, sonu yokmuş gibi gelen farkındalıkların canıma okuduğu bir dönem yaşamamıştım. karmaşıklık, fazlalık, yapmacıklık, yalan dolan midemi bulandırdı, zihnimi yordu. ben de hepsinden kaçtım.
yine sanki otuz yaş daha büyüyerek geldiğimi hissettiğim fakat enerjimden hiçbir şey yitirmemeye söz verdiğim bir an.
yalınlaşıyor, sadeleşiyor, öğreniyor, temizleniyorum. büyüyorum, biraz daha “ ülkü” oluyorum ve şu an hiç inanmıyor olsam da belki de yaşadığım en güzel süreçte sağa sola sapmadan, çizgimi bozmadan tek ve hür yürüyebilmek için yazdım bu satırları.
herkese merhaba.
33 notes
·
View notes
Text
Allowed myself to be vulnerable
Yoksa ben artık konuşmuyor muyum?
Zaman çabuk geçmiş, geçmiş yani ki geçsin demiştim.
Neden artık buralarda daha az cümle kurduğumu biliyorum, kurduğum cümleler iyi olmayacaktı - İyi bir yazı yazmaktan da söz etmiyorum üstelik. Düşüncelerin akışından, düşüncelerimle kendime seslenişimden memnun olmayacaktım. (Kendini acındırır gibi mi? Şikayet eder gibi mi? “Senden daha zor durumda olan bizzat sana en yakın insanlar var? Bu arada zaman geçiyor ve sen napıyorsun?” gibi mi?) Yani tabii bazen her şey şaka gibiydi, artık dalga mı geçiyorsun hayatım benimle gibiydi. Hatırlıyorum. Konuşamadığım ve sadece yaşadığım şeyleri anlatıyorum şimdi azar azar. Anlatsam ne fark eder? Eskiden bir görülme kaygısıyla yazardım ama çok eskiden, 8-10 sene önce falan belki.
Ne diyecektim, lafa daldım unuttum yine.
Geçmişe gittik. Kendimi görüyorum. Sokaklarda yürüyorum, dertliyim. Dekanlığa giden yolda çiçekler açmış, durup fotoğrafını çekiyorum ama berbat haldeyim. Sevdiklerimden birinin düşük tansiyonuyla sınanıyorum o dönem, bir güvercin kadar tedirginim, bir güvercin tedirginliğinde yaşıyorum. Geri kalan tüm sorunları at çöpe, hiçbiri bunlar kadar acil değil, hayat kurmak, plan yapmak hiçbiri olamaz. Sokaklarda yürüdüğümü hatırlıyorum nasıl ofluyorsam, nasıl oflayarak yürüyorsam. Bu sırada kendimi uyutmaya da çalıştım tabii ama çok yürüdüm o sokaklarda.
Sonra aradan zaman da geçti. Şişhane sokaklarında da yürüdüm. Artık yorgun ve yine tedirgin. Yine telefonlar açmalar. Kahve alıp önündeki küçük defterlere yazmalar. Bugün baksam bakamam herhalde o defterlere. O yazmak değil kusmaktı içimdeki acıyı. Artık hayatın benle dalga geçip geçmediğini anlama çabasıydı.
Tabii sonra bunlar geçti. Hem ben düzeldim hem de hayat, yalan olmasın şimdi. Olanlar iyi değildi ama ben de iyi değilmişim. Her hissettiğimde de haklıydım (Hissettiğinde haklı olmak da ne?) Proportionate bir depresyon.
Tabii bu sırada hayat ilerlemiş. Şimdi sen anlat, iç dünyanla dış dünyan arasındaki farkı unutmadan anlat, nasıl geçti zaman ne yaptın anlat. Geçen zamanı açıkla. Açıklayabilecek misin? O ince dengeyi tutturabilirsem açıklayacağım.
Bu yazıyı neden yazdım, yani buraya neden yazdım, onu da çok bilmiyorum. Ama şunu anladım, sen kendini uyutmaya çalışırken zaman geçiyor. Geçsin. Life happened. There was almost nothing I could do.
Sanırım şöyle, acı çekmiş olduğumu görün istedim. Ben kendimi gördüm; o sokaklarda yürüyordum, o hastane odalarında oturuyordum, o kötü telefonları alıyordum, o son vedaları ediyordum. Samimi söylüyorum zaman boşa geçmedi, çok acı çektim. O acıyı tanıyorum. Keşke telefonum hiçbir zaman çalmasa, telefon çalmıyorsa kötü haber de yoktur acısını.
Bazen hayat öznel olarak devam etmez işte, yani nesnel olarak günler aksa da, etmesin zaten; ben de hiçbi zaman kendim odaklı bir insan olmadım. Bazen zamanımı geçirmek istedim. Kime ne? Bırakın o kadar da zaman kaybedeyim. İnsanlar hayatını kaybediyorlar. Sevdiğim insanlar bile.
O yüzden neşem kırpıldı ve git gide biraz daha sustum zaten.
Karar verdim. Bu yazıyı da o acı çektiğim günlere saygı duruşu olarak daha iyi günlerimden yazdım.
--
Yazdıklarımı okudum, çok daha uzun yazdığımı sanmışım. Belki de yazarken yeniden yaşamışımdır da ondan öyle gelmiştir bana.
3 notes
·
View notes
Text
⭐⭐⭐⭐⭐
Sevgililer günüymüş bugün ne kadarda komik geliyor bana... Bugün Risale-i Nur dersinden sonra eve geldik annemle birer kahve yapıp şöyle sohbet etmek için karşılıklı oturduk ana kız. Ona sevgililer günü hakkında ne düşündüğünü sordum. ama facede paylaşacağım sözlerini dedim. Annemin instegramı var ama facesi yok... Biraz gönlü olmadı zorla ikna ettim. Evimin çatısından izin almalıyım dedi... Babam pek sevmez anlamaz sosyal medyadan ama benim ısrarıma peki dedi ...
Paylaştığım video daki tabiki benim ailem değil... Annem amcanın kasketini pek sevmedi ama ben aralarındaki muhabbetten dolayı o videoyu seviyorum 🤗😊.
Anneme sordum sevgililer hakkındaki düşüncelerini... Kelimesi kelimesine o söyledi ben yazdım...🤗😊
💥 Bak yavrum Nikâhsız karşı cinsle el ele kucak kucağa gezip tozan kişi ALLAH Teala'nın, indinde kalitesi düşük insandır.
Sevgililer günü, evlilik dışı nikahsız ilişki yaşayanların fasık ve münafıkların işidir. Müminiz biz seversek evleniriz. Öyle sevgililer günü diye batının icadı olan saçma şeylerle vaktimizi harcamayız yavru kuşum.
Evlenince her günümüz sevgi aşk olur. Eşimize olan sevgimizi sosyal mecralarda değil bizzat kendisine ifade ederiz... Biz sevgimizi göstermek için sevgililer günü diye bir saçmalığı gözetmeyiz.
Eşimize yemek yaparız, tatlı yaparız güler yüzlü saygılı oluruz yemek sonrası kesemize bereket deriz. ALLAH razı olsun deriz. Hayır dua ederiz, araç kullanırken hız yapma dikkat et deriz, arkasından Felak-Nas okuruz.
Canı sıkkınsa bir kahve yaparız. Kalkıp annesini arar hatrını sorarız. Evini malını namusunu koruruz.
Seni seviyorum diyemez her erkek. Ama seviyorum demenin başka yolları da vardır. Evden çıkarken ALLAH'a emanet ol der, eve girerken selam verir günün nasıl geçti der... Ellerine sağlık der. Bizde o mübarek elleri öperiz... (annem zaten her gün öper babamın ellerini bahsetmiştim daha önce)
Siz seviyorsunuz diye sevdiğin meyveyi alır, kendine dikkat et der, hava soğuk sıkı giyin der namazını kıldın mı der.
Gece birlikte kilmak için teheccüde söz alır, Misafir gelince erkek tarafına çayı servis eder, yoruldun biraz dinlen der bırak mutfağı sabah toplarsın der ben sana yardım ederim der. Kızım sevgi yaşanarak hissedilir... Erkek söyleyemesede onu kadın hisseder..
Sevgililer günü sevgiyi katlettiği gündür yavru kuşum... öldürmek ister gerçek sevgileri ... uzun uzadıya olmasını istemez sevgilerin. çarçabuk harcansın sık sık değiştirilsin ister. Elinizden yüreğinizden tutup sizi sonsuza götürmesine izin vermez. Hep sahte sevgileri geçici olanı dayatır size.
Sevgililer günü evlilik düşmanı bir inancın günüdür. Gençlere evliliğin kötü olduğunu anlatanların günüdür.
Sevgililer günü ahlakı, hatayı, örf ve adetleri İslam inancını yıpratmaya yönelik çirkin bir zihniyetin günüdür yavrum...
Zinadır. İffetinizi koruyun erkek ve bayan kardeşlerim.
🌸İşte bu sözleri alabildim o mübarek anamdan... Sonra eşinin yanına geçti gitti. Bu nasıl bir kadın Allahım sanki bal damlıyor.. Hayranım yaa.. Bir insan bu kadar mı hakim olur eşine ve yuvasına ... bu kadar mı sevdirir kendini.. Bu kadar mı babamla uyum içinde... maşaallah sizin sevginize .
Sevgi Ve Huzur Dolu Akşam Geçirmeniz Dileği ile... 🌺
________________°🌺💞🌸°_________________
🎀
12 notes
·
View notes
Text
Bu postu yazarken ev, böcek ilacı mı, doğalgaz mı karar veremediğim bir gaz kokmaya başladı. Mutfakta lavaboya arkam dönük oturuyordum. Kafamı bir çevireyim bakayım dedim, lavabo deliğinden duman sızıyor. Fabrika bacası gibi böyle geliyor oluk oluk. Bir şey yanıyor sandım. Bakıyorum, yanan bir şey yok. Suyu açtım duman gitsin, yanan bir şey varsa sönsün diye. Kapatınca tekrar başladı duman gelmeye. Kardeşimi çağırdım hemen. O da şoklar içinde. "N'oluyor lan?" diyoruz. Neyse banyoya girdi o. Bana bağırdı hemen "Ablaa koooşş!" diye. Ana! Bi gittim banyo nargile kafe gibi duman altı. İçine girdim, gözlerim bile yandı çıktım. Ulan bayağı da soludum gazı. Ciğerlerim sızlıyor şu an. Kesildi duman artık, evde tüm pencereler açık havalandırıyoruz. Neyin nesi bu anlamadım.???!!!!?? Ya Dilovası'ndaki fabrikalar bacalara filtre taktırmak yerine bizim evin tesisatına bağladılar bacalarını ya da bizim Körfez Belediyesi nüfus azaltma politikasına girişti. Evlerin su borularından biyolojik gazla hepimizi böcek gibi öldürecekler.
Eğer varsa bu konuda bi bilgisi olan, bilgilendirin lütfen. Doktora gideyim mi ben şimdi? Gece falan salarlar mı gazı? Doğalgaz, su borusundan sızar mı? Patlayıp geberir miyiz?
Çk krkyrm!!!???
Bu alttaki de yarım bıraktığım postum. Yazdım o kadar silemem. Gif bile arayıp bulmuşum yani yazıktır.
8 sezonluk That' 70s Show da bitti. Merlin'den sonra bir de bunu bitirince ayyyy! bir boşluğa düştüm ki sormayın. Her güzel dizi gibi final sezonu kötü olsa da final bölümüyle ortamı ısıttı. Bu dizi de seyirci karşısında çekilen sit-comlardan. Yani gülme efekti eklenmemiş, bizzat gerçek reaksiyonlar. Gerçi illa ki vardır ufak tefek hileli efektler.
9 notes
·
View notes
Text
üniversiteden mezun olduktan sonra çevremdeki herkesle ilişiğimi kesip yaşayacak başka bir yer, mensubu olacak başka bir yaşam bulma umuduyla yollara düşmüştüm. beni herhangi bir yere bağlayan herhangi bir şey yoktu. bulunduğum yere ait hissedemiyor; hergün gördüğüm, temas ettiğim insanları sevemiyor, onlarla sorunsuz, sağlıklı bir iletişim kuramıyordum. insanların güldüğü şeylere gülemiyor, hüzünlendiği şeylere hüzünlenemiyordum. konulduğu her yerde eğreti duran bir eşya gibi uyumsuz, biçimsiz hissediyor; kendimi ne kadar zorlasam da herhangi bir topluluğun mensubu olamıyordum. bu durumda yapılması gereken en iyi şeyi yaptım sonra, yola çıktım. kendimden ve zihnimdekilerden uzaklaşabilmek umuduyla günlerce, haftalarca, aylarca yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm... yürüdüğüm sokakları tanımıyor, uyuduğum adresleri ezbere bilmiyordum. bir yere varmak gibi bir derdi yoksa, nerede olursa olsun kaybolmuş gibi hissetmiyor insan. üç ay bu hissiyatlarla şehir şehir gezdim sırt çantamla. çok şey öğrendim, çok insan tanıdım. iyi insanların varlığına inandım. tekbaşınalığın getirdiği iyi ve kötü her duyguyu iliklerime kadar yaşadım. yaşamımı, öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayıran bir süreç oldu bu dönem benim için. otostop yolculuklarında, insanlardan kendim için bir şey talep edebilmeyi öğrendim. yemek seçmemeyi; aslında herkesin eşit ve ortak haklara sahip olması gereken bu dünyada karşılaştığım iyiliklerin karşısında minnet duymamayı, kısmen de olsa öğrendim. bir iki yer de buldum hatta varoluşuma uygun. sonra şanssızlığım hasıl oldu. ülkede darbe oldu. başka problemler de oldu tabii. bilirsiniz, problemler her zaman olur. özellikle de yeni bir başlangıca meyil ettiyse insan...
sonra yeniden yaşama başladığım sokaklara döndüm bir şekilde. kendimi evde olma duygusunun huzuruna bıraktım. derken zaman geçti; işsizliği, parasızlığı ve gerçek yalnızlığı tanıdım. gerçek yalnızlık diyorum, yani hayatınla ilgili aldığın ve alacağın tüm kararların bedelini yalnız başına ödemekten, yardım çağrısında bulunacağın, bulunsan da bu çabanın nafile olacağını ezbere bildiğin bir süreçten, böyle bir yaşamın mensubu olmaktan bahsediyorum. insanlar yalnızlığı sevgilisizlik falan sanıyorlar. ne saçma. şu dakika ölse, kimseyi yalnız bırakmayacak; yokluğu, olmayışı dünyada dönen hiçbir çarkı sekteye uğratmayacak insanlar tanıdım. ailesiz, dostsuz, çaresiz insanlar... derdimden kederimden utandım birkaç kez. -ki dert ettiğim şeyler hiç de öyle yabana atılacak şeyler değildir-
çocukluğumdan bu yana türlü türlü şeyler yaşadım. herkes gibi, herkes kadar. ama gerek yaşama başladığım yerden ötürü gerekse bizzat kendi enayiliğimden burnumu boktan çıkartamadım bir türlü.
şimdi düşünüyorum da, tıraşsız tarafları ağırlıkta olsa da, yine de fena bir yaşam değilmiş aslında bu eskittiğim. insanın başına bir silah namlusunun dayanmış olmasının tedirginliği de biliyorum, sevdiği insanın göğsüne başını yaslamış olmanın huzurunu da. karakolların, hastanelerin kokusunu da içime çektim, masmavi kıyılarda baharın gelişini de. her neyse. kafamın neden bu kadar karışık olduğunu anlamışsınızdır işte. benim hayatım herkesinkinden biraz farklı cereyan etti. denk geldiğim şeyleri anlatsam bir çoğunuz "kesin yaşanmıştır bu" dersiniz hatta.
ama gelin görün ki, hayatımda ilk kez kendimi bu kadar işsiz, amaçsız ve çaresiz hissediyorum. hayatımda ilk kez kredi borçlarım var. -ki faturalarımın olması bu dünyada beni en çok korkutan şeylerden biridir- ben şimdiye kadar, "yaşamımı bir yerden bir yere taşımak istediğimde beni herhangi bir yere bağlayan herhangi bir şey olmasın" düşüncesine yaptım tüm yatırımımı. ama işte bu haldeyim. korktuğum, kaçtığım yerlere kök saldım artık. olmaktan korktuğum, her fırsatta eleştirdiğim insanlara dönüşmekten başka çıkar yolum kalmadı. öğrendim ki insanların arasında bir yerin olmasını istiyorsan, onlara benzemek zorundasın. aksi bir kabulleniş mümkün değil. kimse kimseyi farklılığıyla sevmiyor. bizi daha iyi biri gösterecek hikayeler uydurmayı seviyoruz sadece.
velhasıl; epey gezdim, epey gördüm, epey yaşadım. defalarca ölümle burun buruna da kaldım, hayatı doruklarında yaşadığım anlar da oldu. sevdim, sevildim. alelade bir şeyler yazdım, binlerce insan okudu, takdir etti. ölüme yaklaştığım gecelerden birinde, yaşama tutunmamı sağlayacak bir şeyler haykırdım, odadaki kanepelerden başka duyan olmadı. kokusundan nefret ediyorken, 24 yaşından sonra sigaraya başladım. günde bir asgari ücret kadar kazandığım zamanlar da oldu, günlerce yemek parası dahi bulamadığım zamanlar da.
ve öğrendim ki her şey insan için. tanıdım ki üç aşağı beş yukarı hepimiz aynı kişiyiz. yaşantımız ne olursa olsun, korkularımız, kaygılarımız hemen hemen aynı. bizi farklı kılan karakterlerimiz değil, yalnızca koşullar.
ve artıkt üm bu yolların, yaşantıların, tecrübelerin sonunda, özgürlüğüne aşık biri olarak şu kanıya vardım:
konacak bir dalı olmayan kuşların hapsidir gökyüzü.
yalnız insanların yüküdür şan, şöhret, para, statü...
niteliği ne olursa olsun, paylaşamadığı her şey yüktür insana.
insana kendini bir yere ait hissettiren rutinler, yolunu kaybetmiş, amacı olmayan bir özgürlükten çok daha iyidir.
ve yine öğrendim ki;
içsel arayışları olan, ussal bir gelişimin, dönüşümün imkanını zorlayan; kendini, varoluşunu anlamaya, anlamlandırmaya ve dünyayı tanımaya adayan birinin bu hayatta "mutlu" olma şansı yokmuş. en azından yaşama benim başladığım yerden başladıysa...
perdeler goethe ile kapansın bu gece:
"bu dünya hassas kalpler için bir cehennemdir."
271 notes
·
View notes
Text
Farklı dünyalar: Ash (1)
1. kısım - 2. kısım - 3. kısım
Meta metayı doğuruyordu…
Ash’in babasıyla ilgili düşündüklerimi yazayım diye yola çıktım. Oradan Banana Fish başlamadan önce olan olayları Ash’i merkeze alarak incelemek icap etti. Sonra Griffin ve Ash’in yıllar sonra nasıl bir araya geldikleriyle ilgili ipuçlarını derlemek lazım dedim. Bu arada Ash’in neden yalnız olduğuna yakından baktım. Nihayet James Callenreese hakkında içimde ne varsa döktüm. Şimdi de sıra geldi James’in Ash’in psikolojisi üzerinde yarattığı tahribata.
James Callenreese her açıdan kötü bir baba. Ama Cape Cod polisi gibi 7 yaşındaki oğlunun istismarcısını ayarttığını iddia edecek kadar aşağılık değil kesinlikle. Ash, babasının onu tecavüze uğramasından sorumlu tutmadığının farkında. Dolayısıyla, bu olaydan ötürü kendisinin değil onu istismar eden yetişkinlerin hatalı olduğunu biliyor ve hiçbir zaman maruz kaldığı tacizin sorumluluğunu kendinde aramıyor. Sonuç olarak, asla tacizi “hak ettiğini” düşünmüyor.
Ancak Ash’i en az uğradığı taciz kadar derinden etkileyen bir diğer olay da işlediği ilk cinayet. Burada da dediğim gibi gerek babası olsun gerek polisler olsun, onu koruyup kollamakla yükümlü yetişkinler görevini yerine getirmeyince iş başa düşüyor ve 8 yaşındaki Ash istismarcısını öldürerek mağduriyetine kendisi son veriyor. Bu olaya ilişkin tüm ayrıntılar mağduru (tekrar ediyorum, 8 yaşındaki mağduru) herhangi bir külfet altında bırakmayacak nitelikte olsa bile Ash bu olayın sorumluluğunu tamamen üstleniyor.
Demek istediğim şu: Ash sebebi ne olursa olsun “Ben bir insanı öldürdüm” demekten çekinmiyor. Bu olayı sadece bir kere bir tek kişiye, Eiji’ye, anlatıyor ve fark ettiğiniz üzere hiç “ama” ya da “çünkü” demiyor. Sadece olanı söylüyor. Bu niye önemli? Şu yüzden: Ash o yaşta o adamı öldürerek ‘kirlendiğini’ ve bir daha dönüşü olmayan bir yola girdiğini düşünüyor.
İşte bu sahnede öldürmenin Ash için ne kadar büyük bir travma olduğuna şahit oluyoruz. Burada Ash yavaş yavaş insanlığını kaybettiğini fark ettiği için gözyaşı döküyor. Karşısındakini neden öldürdüğünden bağımsız, içten içe aldığı canların hesabını vermesi gerektiğini hissediyor. Dolayısıyla, kendisi için başka türlü bir hayatın mümkün olabileceğini düşünmediği gibi daha “normal” bir hayatı hak ettiğini de düşünmüyor.
Ben Ash’in böyle düşünmesinde ta en başta babasının parmağı olduğunu düşünüyorum. Ash’e babasının ilgisizliğinden daha çok zarar veren bir şey varsa o da Ash’in babasında mazur gördüğü acizliği. James oğlunu tacizi hak etmekle suçlamıyor belki ama Ash’i “bela” olmakla suçladığını biliyoruz.
Benim gözümün önünde şöyle bir sahne canlanıyor: James oğlunun başına gelen olayların vahameti karşısında eziliyor. Peş peşe gelen talihsizliklerle nasıl başa çıkacağını bilmiyor ve o çaresizlik haliyle Ash’e “Bütün belalar da seni buluyor” ya da “Ne kadersiz çocuk çıktın sen de” gibi laflar ediyor. Düşünmeden söylenen bu sözler ne yazık ki küçük Ash’i derinden etkiliyor ve hayat boyu aklından çıkmıyor. Daha doğrusu ben öyle olduğunu farz ediyorum.
Bunun üzerine Ash her türlü şiddete maruz kaldığı acımasız bir hayata sürükleniyor ve hep bir gün daha hayatta kalmak için bu zalim hayatın kurallarına göre mücadele ediyor. Kendinin ve çete üyelerinin can güvenliği için insan öldürüyor. Bu öldürmelerin öz savunmadan toplu infazlara doğru evrildiğini Arthur’un çetesiyle olan “kan davası”nda gördük.
Arthur’un aksine Ash güç sahibi olup suç dünyasında yükselmenin peşinde değil. Başkalarını kendine rakip görüp onları alaşağı etme hırsıyla yanıp tutuşmuyor. Ash sadece avlandığı için avlıyor. Çete politikaları onu sadece etrafındakilerin güvenliğini sağlamak açısından ilgilendiriyor. O bu hayatı istemiyor. Ancak şunu da unutmamak lazım: Ash bu hayatın dışında bir hayat bilmiyor. Hiç başka türlü yaşamasına fırsat verilmemiş çünkü. İpin ucunu kaçırdığının da farkında. Onun için istemese bile bu hayata mahkum olduğunu düşünüyor.
Bu, haliyle çok yıkıcı bir mantalite. Eiji hikayenin başlarında bunu fark ediyor ve Ash’i bu kısır döngüden kurtarmaya çalışıyor. “Sen leopar değilsin. Kaderini değiştirebilirsin,” diyor. “Benimle Japonya’ya gelsene. Orada istediğin her şeyi yapabilirsin,” diyor. Bu ihtimaller gündeme geldiğinde Ash hep bir şaşırıyor. Sanki birinin sırf onun iyiliğini düşünüp ona yol göstermesi çok olağandışı bir şeymiş gibi. Ancak bu ihtimaller aynı zamanda Ash’e çok uzak geliyor. Onun için bu mevzu açıldığında Ash acı acı gülümsüyor. Ama Eiji’yi tam olarak da geri çevirmiyor; sadece konuyu havada bırakıyor. Bunu Eiji’yi kırmak istemediği için yapıyormuş gibi görünse de bence o anlarda Ash kendine hayal kurmak için müsaade ediyor.
“Ash neden Eiji’ye bu denli bağlandı?” sorusunun cevabını hepimiz biliyoruz. Özetle, Ash’in dünyasına ait olmayan Eiji onu bir insan gibi, kendi yaşıtı bir arkadaş gibi gördüğü için ve karşılığında hiçbir şey beklemeden ona kendinden bir şey verdiği için. Bu şekilde Eiji farkında olmadan Ash’in içinde kalan insanlığa sesleniyor. Hikayede birçok kez kuşlarla ve uçmakla özdeşleştirilen Eiji, Ash için özgürlüğü simgeliyor. Ash’in Eiji’ye bu kadar bağlanması onun aslında içten içe ruhunu özgürleştirmek, geçmişinden arınmak ve kendini affettirmek istediğini ortaya koyuyor.
Fakat olaylar hiç de Eiji’nin sözlerini destekler şekilde gelişmiyor. Bela Ash’in peşini hiç bırakmıyor, hatta giderek Eiji’yi de tehdit eder hale geliyor. Ash, Eiji’nin onun yanında kaldıkça tehlikelere daha açık hale geldiğini, hatta bir süre sonra doğrudan hedef alındığını fark ediyor. Eiji’nin en sonunda vurulup ciddi şekilde yaralanması ise Ash için bardağı taşıran son damla oluyor.
Daha önce RED’in incelemesinde de yazdığım gibi, Ash o an “bencillik” edip Eiji’den ayrı kalmaya dayanamadığı için onun ölümün kıyısından dönmesine bizzat kendisinin sebep olduğu “gerçeğiyle” yüzleşiyor (Ben bunun bir gerçek olduğunu ya da Ash’in bencillik ettiğini düşünmüyorum ama Ash’in böyle düşündüğünü varsaydığım için bu kelimeleri tırnak içinde yazdım). Blanca da, sağ olsun, hiç yardımcı olmuyor.
Ash’in başka türlü bir hayatının olamayacağını düşünmesinin kaynağı babasıysa, bu inancı en fazla perçinleyen de Blanca olsa gerek. Neden? Çünkü Ash’i güzel bir hayvana veya vahşi bir canavara benzeten, alınıp satılabilecek kullanılıp atılabilecek bir eşya gibi gören Golzine gibi bilumum aşağılık heriflerin aksine Blanca, Ash’in güvendiği biri ve o bile Ash’in normal bir hayat süremeyeceği kanısında. Bunun sebebi haliyle kendi geçmişinde olanlar. Blanca hikayede ilk ortaya çıktığında Ash’e “Vaşakla tavşan arkadaş olamaz,” diyor. Kısacası Ash’e Eiji’nin söylediklerinin tam aksini tembihliyor. Onların dünyasıyla bizim dünyamız ayrı, demeye getiriyor.
Ancak Blanca, Ash’in hissettiklerini çok iyi anlıyor. Onun için Ash düşmanlarıyla yüzleşmeden önce Eiji’ye son kez “sayonara” desin diye onu Eiji’nin yattığı hastaneye götürüyor. Eiji’yi bilinci kapalı halde yatarken görünce hayatındaki en değerli varlığı kaybetmeye ne kadar yaklaştığı Ash’in yüzüne adeta tokat gibi çarpıyor. Böylece Ash, Eiji’yi güvende tutmak için onu bir daha görmemeye karar veriyor. Banana Fish olayı açığa çıktıktan sonra Central Park’ta Blanca’ya açık açık böyle söylüyor. Bu konuşma resmen Ash’in, Eiji’nin ona hissettirdiği duygulara tutunma arzusuyla bunların hiçbirini hak etmediğine dair inancının bir çarpışması niteliğinde.
Hikayenin bütünü ve özellikle de sonu göz önüne alındığında bu çarpışmada kazanan taraf çok belli.
...değil mi?
Metanın devamı burada.
10 notes
·
View notes
Photo
Güle Güle 2018.
Bu dönem 100’ün üzerine ödev yüklemişiz. Ayıptır söylemesi ben epey uzun yazarım her ödev için yaklaşık 5 sayfa yazdığıma eminim. Bu demek ki 500 sayfa yazı yazmışım 3 ay içerisinde. Keşke aklımdakileri yazsaydım bu geçtiğimiz bir yıl boyunca. Belki şimdi bir kitabım olacaktı.
Çok yazı yazdım bu yıl. Geneli ödevlerim içindi. Günlüğün başına geçtiğim zamanlar ise hep bunaldığım zamanlar oldu. Yıl sonları yazılarımı ise bir başka seviyorum. Burada yazmadan önce yılın son günü günlüğüme yazıyordum ve madde madde tek cümlelik notlar oluyordu bunlar. Akademik yazıya alıştığımdan mıdır bilinmez ne zaman uzun bir yazı yazacak olsam kafamda hemen bir taslak beliriyor. Önce ana iskelet sonra ara başlıklar ve onların destekleri. Geçen yılımı değerlendirdiğim yazım için yine bir taslak belirdi kafamda. Yoksa hayatta dökemem içimdekileri. Haydi başlıyorum:
Kendimi çok sevdim.
Eğer bir gün hayatınızda ki en büyük pişmanlığınız ne deseler dört yıllık lise hayatım derim. Allah başka pişmanlık vermesin elbette. Bir dört yıl daha geçti ben mezun olalı. Ama bomboş geçen o dört yılımın üzüntüsü hiç çıkmıyor içimden. Hep geçmişe bağlı bir insan oldum. Hep. Odamın her biri köşesi hayatımın belli başlı dönemlerinden fotoğraflarla dolu. Ama liseden bir fotoğraf dahi bastırıp asmak istemedim. Çok üzdüm kendimi. Çok yıprattım. Çok canımı acıttım. Çok hırpaladım. Hepsini bizzat ben kendime yaptım. Halbuki öyle imkanlar içerisinde yüzüyordum ki. Şimdi düşününce aklım şaşıyor. Gittikçe düştüm, düştüm düştüm. Sonra bir gün dünyanın en klişe sözü ben de işe yaradı. Bu dünyada bir tane mutlufil var. Aiy cümlenin basitliğine ve klişeliğine bir bakın. Komik. Sonra. Sonrası yok. Söylemesi kolay ama yapması zor bir süreç. Her şeyini sevmek. Hatalarımı, eksikliklerimi, artılarımı, çabuk sinirlenişimi, çok duygusal oluşumu, kalabalıklardan kaçışımı, sessizliği sevişimi, saçımda sayısı gittikçe ve ciddi şekilde artan beyazlarımı, belirli günlerde çıkıp beni deli eden sivilcelerimi, küçükken düştüğüm iki metrelik çukur sonrası eğilmiş burnumu, gülünce kısılan gözlerimi, utanınca bozulunca sinirlenince saliseler içerisinde kızaran yanaklarımı…. Hatalarımı çok sevdim mesela. Yaptığımda beni deli eden, ben bunu nasıl yaparım, şimdi ne yapacağım dedirten hatalarımı çok sevdim. Her biri sayesinde yeni bir şeyler katmaya çalıştım kendime. Eksikliklerimi de çok sevdim. Hala tamamlayacak parçalarım var çünkü. Bir tek çok kırılgan oluşumu sevemedim ben bu yıl. Çok yıpratıyor beni. Öyle böyle değil. Bazen sabahlara kadar düşünüyorum, duş alırken, yemek yerken, yürürken. Hiç çıkmıyor kırıldıklarım içimden. Bir türlü kaba tabirle salmayı öğrenemedim. Kendini sevmek çok uzun bir yol. Hep sevebileceği bir şeyler buluyor insan kendin de. Bu yol devam edecek gibi. Etsin de zaten.
Güzel kitaplar okudum.
Evinde kütüphaneyle ve kitapları seven bir aile de büyümüş olmak hayatta şükrettiğim en büyük nimet. Küçük bir ilçede yaşadık. Tatillerde Ankara’ya geldikçe elimizde kitap poşetleriyle gittik eve. Birbirinden güzel klasikleri çok erken yaşta okuyabildim. Kitaplar hakkında konuşacak bir çevrem oldu. Kitapçılara gidip, kendi okumak istediğim kitapları seçebildim. Hep çok şükrediyorum bunun için. Bu yıl çok kitap okuyamadım fakat okuduğum sayısı hayli az olan kitaplar öylesine güzeldi ki. Hepsi de harika zamanlar da çıktılar karşıma. Okuduğum cümlelere en çok ihtiyacım olan zamanda. Bir Kendime Düşünceler okudum mesela. Beni sarsan, kendime getiren. Bir İnsan Olmak okudum. Hatalarımı sevmeyi biraz da onunla öğrendim. Halil Cibran okudum. Üzerimdeki yükleri tek tek atmaya çalıştım. Bu böyle gider. Çok teşekkür ederim Allah’ım kitap sevgisini bana aşılayan, televizyon saatlerimizin yerine okuma saatlerimizin olduğu bir evde büyüdüğüm için.
Zaman yönetimi beni üzdü.
Üç yıldır düzenli ajanda kullanıcısıyım. Bir güne başlarken yapacağım iş bellidir. Aylık planlarım vardır. Fakat gelin görün ki bir türlü zamanımı verimli kullanmayı öğrenemedim. Bu yıl o kadar savaştım ki erken kalkmak, sabahın güzel saatlerini kullanabilmek için. Gece rahat uyuyayım diye denemediğim çözüm kalmadı. Kendimi başarısız saydığım tek konu olabilir. Ama yok vazgeçemem. Bu zaman yönetimi işini çözmeliyim. Sabahlarla barışmalıyım.
Bir insan hiç mi spor yapmaz.
Ben koşardım. Yürürdüm. Yüzerdim. Kısacık boyumla çok güzel basketbol oynardım. Kilomdan yana bir problemim yok olsa da kendimi seviyorum sloganından sonra gözüme batmadı. Fakat kendimi çok hantal hissediyorum. Bazen yataktan çıkarken sanki bir tuğla olmuşum gibi hissediyorum. Okula gidip gelirken ve kampüs içerisindeki yürüyüşlerimi saymazsak bu spor açısından utanılacak bir yıl yaşadım. Beni en çok yoran şeylerden birisi sürekli fiziksel olarak yorgun ve bitkin hissetmemdi. En azından hatamın farkındayım diyerek bir süre kendimi kandırmayı seçiyorum ama bunu da bir çözüme kavuşturmam gerek.
Güzel etkinliklerdi ama.
Hem de nasıl. Bu yıl birbirinden harika etkinliklere katıldım. Çok güzel oyunlar izledim, operaya gittim. Çok güzel filmler seyrettim. 25’ten önce 25 listemdeki bir maddenin üstünü canım Mabelciğimin konseriyle çizdim. Tek başıma sinemaya gittim. Kendimi dinledim. Tek başına iki yolculuğa çıktım. Çok güzel yerleri gördüm. Hepsini tüm hücrelerim tadını çıkarana kadar doya doya yaşadım.
Arkadaşlarım için çok teşekkür ederim.
Her gün şükredilecekler listesi ilk beş maddeden biri. Arkadaşlarım. Nicelik olarak az fakat nitelik olarak dünyalara bedel arkadaşlarım. Planlı olmayı, hayatta mutlu olacak şeyleri görebilmeyi, nefes almayı, gerektiğinde ara vermeyi, sevmeyi, gülmeyi, hayaller kurmayı, biz bunu yaparız demeyi öğrendiğim arkadaşlarım. Yanlarında sınırlarından kurtulmuş bir ben olabildiğim arkadaşlarım. Bu yıl bana çok iyi geldiniz. Teşekkür ederim.
Dağ evi.
Canım F. bu başlık senin için. Birbirimize komşu olduğumuz dağ evimizi hatırlıyorsundur. Seninle ilgili ne yazsam sonunda ağlarım. Sevgili Çikolatalı kurabiye, komşu olduğumuz dağ evimizde bir ikindi vakti beş çayımızı içmek dileğiyle. İyi ki yanımdasın.
Ortaya karışık.
Ben çok büyüdüm bu yıl. Peşinden koştuğum boş hevesleri bir bir balon gibi patlattım. Aklımdan çıkarmakta zorlandığım yüklerimi, bir bir sırtımdan atmaya çalıştım. Daha çok çocuk oldum. Daha çok yetişkin oldum. Çok fazla ağladım. Çok fazla güldüm. Zehirlendim. Sabaha kadar klozet başında ağlayarak geçirdiğim, su içmenin, yemek yemenin zulüme döndüğü gün yaşamın korkunç ciddiyetini öğrendim. Annemin acilen ameliyata alındığı, telefon başında delirmiş gibi haber beklediğim gün kaybetme ihtimalinin ürkütücü gerçekliğiyle tanıştım. Hakkımı daha çok savundum. Hataları daha çok gördüm. Daha çok eleştirdim. Daha çok yapıcı oldum. Yaptığım işin en iyisini yapmak için daha çok savaştım. İnsanların ne kadar kolay iftira uğrayabileceklerini başıma böyle bir olay gelince anladım mesela. İnsanların ne kadar tehlikeli olabileceğini de. Hırsın ne kadar korkunç bir şey olduğunu da. Bu konuda dua etmenin önemini de.
Muhtelemen yazacağım daha tonlarca şey var. Ama onlar günlüğüme. Belki bir gün kitap olurlar.
30.12.2018
57 notes
·
View notes
Text
Tam alttaki yazıyı yazdım. Paralel evrenden canım kiracım aradı. Evi boşaltmış.
Eylülde mahkemeye verdim . Eylül de kira mahkemesinin kendisi tahliye için ortalama süre olarak 450 gün biçiyordu. Daha uzun olabilir ama ortalama süre diyorlardı.
Biraderin biri 4 yıl biçiyordu. Kiracı 4 yıl bedava oturur artık diyordu.
Kiracının kendisi iki yıl biçiyordu.
60 günde çıkmış oldu. İki ay.
Tabii bu geçen aylarda binbir rezillik etti, elinden gelen alçaklığı etmeden çıkmadı. Ama nerden saldırırsa saldırsın eli boşa çıktı.
Boş bi özel hayat hikayesi olarakta bunu anlatmayacağım.
Yalnız bir tartışma sırasında nasıl olsa hayatımı bilmediğini bilerek, “Ben hukuk dahil 3 üniversite bitirdim” dedim. Bi parça doğru ama bir parça doğru. Tam doğru değil.
Herifte gururla “Ben de ilkokul terkim, okuma yazmayı ancak beceriyorum keh keh keh” dedi, güldü.
Ama bunu öyle mutlu öyle gururlu söylüyor ki.....
“Kurnazlığımla seni alt ettim. 3 değil on üniversite bitirsen benden aptalsın” inancıyla, o inançtan duyduğu mutlulukla söylüyordu.
Bu gün anlamıştır üç üniversite bitirmenin boşa olmadığını.
Sanırım tarihçilerden biriydi: Cahiller önceden de çoktu aama iktidarın başarısı onları örgütleyip kendilerine güven vermek oldu.. gibi bir laf etmişti.
Bizzat yaşayarakta gördüm ben o sözün doğruluğunu.
0 notes
Photo
Che'nin fotoğrafını çekmek isteyen Nagehan Alçı ile işletme sahibi arasında tartışma: 'Snob' bile denilemeyecek kadar vasat' Rize'nin Fındıklı ilçesinde bir dondurmacıya giren Nagehan Alçı, duvarda asılı Ernesto Che Guevara posterinin fotoğrafını çekmek istedi. Ancak işletme sahibi Ş. Aksoy buna teki göstererek Alçı'nın fotoğrafı çekmesine izin vermedi ve kısa süreli bir tartışma yaşandı. İşletme sahibi Aksoy, o anlarda yaşananları anlattı. ''Ben Nagehan Alçı’dan ve eşinden hiç hazzetmem. Ben merkezci, üsttenci, 'snop' bile denilemeyecek kadar vasat insanların hayatımızı yönlendirmesine karşıyım. Birden benim dükkana girdiler, eşim de o an tanıyamadığı için dondurma vermiş. Nagehan Alçı da Che’nin fotoğrafını çekmeye çalıştı. Onu görünce ‘Siz, katil dediğiniz bir insanın neden fotoğrafını çekmeye çalışıyorsunuz?’ dedim. ‘Dünyaya aittir, ben de İstanbul Sözleşmesi ile ilgili yazılar yazdım’ gibi cümleler kurdu. 'Yazabilirsiniz ama o sizin Che’ye, Deniz Gezmiş’e katil demenizi değiştirmez' dedim. Her devrin adamları bunlar. Ben o fotoğrafı çok karanlık zamanlarda astım. Bize yapılanları, ötekileştirilmemizi, yok sayılmalarımızı unutmamalıyız. Bu toplumu çürütmelerine ve vasatlıklarını itiraz etmeliyiz. Bank Asya’dan kredi alıp da üstüne yatmamış gibi... Gerçekten itibarı hakediyorlar mı? Bu topluma ne verdiler?'' CHE İÇİN YAMYAM DEMİŞTİ 2011'de CNN Türk ekranlarında yayınlanan bir programda Enver Aysever ve Nagehan Alçı arasında bir tartışma çıkmıştı. Tartışmada Aysever'in "Che ve Deniz Gezmiş gibi isimler hakkında uluorta konuşmak haddin değil" demesi üzerine Alçı, Che için "Bu adam bir barbardır, bir yamyamdır. Binlerce insana, muhalifine kendi bizzat hakimlik yaptı, katletti" ifadelerini sarf etmişti. https://www.instagram.com/p/CdNr0nQL1Ol/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes