#başka bir ülke?
Explore tagged Tumblr posts
Text
Masallar Anlatılırken...
Bir masal anlatılıyor. Yalana, dolana bulanmış, riya ve kötülüğe sahne kılınmış her şeyin fecaat üstünden güncellendiği bir yerde hakikatin yerine yalanların var edildiği ‘masallar’ anlatılıyor. Biteviye bir cerahat sarmalı olan yerde hayat güllük gülistanlık bir yerdeymiş gibi aksettiriliyor. Yaygın medyanın yönlendirilmesiyle muktedirin ağız birliği içerisinde o cerahatli sahneye dair güzellemeler alıp yürüyor. Ekonomik darboğazın, “kemer sıkma” politikalarının boyundaki ilmiği sıkıştırarak var edildiği bir yerde var edilene icraat / atak ya da hamle diyebilmektir mesela masal diye var edilen. Sosyo-ekonomik, sosyal politik tezahür dahilinde hiç kimsenin ötekisine saygı duymadığı, yaşamına önem göstermediği bir hakikat / sabit olunurken medeniyet beşiği ülkeyiz bahsine sarıp sarmalanıp, birörnek basmakalıp laflar geçiştirilen güncelliktir mesela, masal kabilinden kafamıza kakılmaya devam olunan. Tahakküm hamleleri, demokratikleşme, baskıcı rejim pratikleri, belirgin bir modernleşme bildilirken tek adam rejiminin kanun / kararnameleriyle yönetilen sınırı belirsiz muğlak bir devletli öngörüsünün tamamı da masallarla çıkagelir. Yeni liberalizm doktrinlerine sıkıca tutunup, her günü zapt eden, sıradanın temsil halini günbegün yıkarak yol arayan / açan bir menzilde kuşatma güncellenirken aktarılanlardır masallar. Sıradana o masallar anlatılırken yıkıcılığın ta kendisi hakkaniyetli kabuslarla donanmış düzlem her bireye pay edilir.
İnsan hakları mefhumunda ilerlemek bir yana, var edilmiş olanın dahi yerle yeksan olunduğu bir zeminde çürümenin icraat kabilinden duyurulmasının utancı vardır misal o masallarla örtülmek istenen. Cürmün peşi sıra koşa durulurken, anayasa mahkemesinin karşısında yargıtayın var edilerek, onların eziciliği ile mutlak / kesin doğruların, hukukun karşısında zorbalığın at koşturduğu bir ülkenin imali söz konusu edilir. Hukukun garabet bir halle düzenin esiri kılınmış, devletlinin olur verdiği / işaret ettikleri ile birleşen tavrını esareti adalet diye dayatmalarının var ettiği ucubelik halleri sorgulamak imkansız kılınsın istenir. Bir nefes gibi elzem olan adalet kavramının çöpe basılmasının ol yalın gerçekliğinden destan çıkartmak da yaygın medyanın boşa doluya sözlerinde, yayın diye çıkagelen propagandist tavrında okunur. Bu hallerle, böyle bir ülkede yurttaşın açık, evrensel olan insan haklarına erişimi söz konusu olur mu, bunca yalan dolan arasında sahi ama sahiden?
Mezopotamya Ajansından aktaralım: “Cumartesi Anneleri, ısrarlı mücadeleleri sonucunda 5 buçuk yıldır kendilerine yasaklanan Galatasaray Meydanı’na yeniden girip açıklama yaptı. 28 yıl önce kaybedilen Abdülkerim Yurtseven, Mikdat Özeken ve Münür Sarıtaş'ın akıbetini soran kayıp yakınları, meydana meydana karanfiller bıraktı.
Gözaltında kaybedilen ve katledilen yakınlarının akıbetini sormak ve faillerin yargılanması talebiyle her hafta Galatasaray Meydanı’nda bir araya gelen Cumartesi Anneleri/İnsanları, eylemlerinin 972'incisini gerçekleştirdi. Kayıp yakınları ile insan hakları savunucularının yer aldığı bu haftaki eyleme, Türkiye İşçi Partisi (TİP) İstanbul Milletvekili Ahmet Şık ve HEDEP Merkezi Yürütme Kurulu (MYK) üyesi Musa Piroğlu ve İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Eren Keskin de destek verdi.
Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) verdiği “ihlal” kararına rağmen, 2018’de yaptıkları 700’ünci hafta eyleminin ardından 5 buçuk yıl boyunca Galatasaray Meydanı’na girişleri engellenen Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın 972’inci hafta eylemine bu kez izin verildi.
5 Buçuk Yıl Sonra Meydandalar
Kayıp yakınları, böylece ısrarlı mücadeleleri sonucunda kendileri ile özdeşleşen meydana yeniden kavuştu.
Ellerinde karanfiller ve kayıplarının fotoğraflarının taşıyan Cumartesi Anneleri, kendileri ile özdeşleşen Galatasaray Meydanı’nda basın açıklaması gerçekleştirdi.
Açıklamayı yapan kayıp yakını İkbal Eren, kayıplarının buluşma mekanı olan Galatasaray Meydanı’na 2018 yılından bu yana geçen 5 buçuk yılın ardından ilk kez çıktıklarını hatırlatarak, bu süreçte yanlarında olan tüm herkese teşekkürlerini sundu.
Devlet tarafından kaybedilenlerin akıbetini öğrenmek ve cezasızlık politikalarına dikkat çekmeye ilişkin Cumartesi Anneleri olarak bugüne kadar ki en uzun adalet mücadelesini yürüttüklerini belirten Eren, bu haftaki eylemlerini de 28 yıl önce kaybedilen Abdülkerim Yurtseven, Mikdat Özeken ve Münür Sarıtaş’ın akıbetini öğrenmek ve faillerin yargılanmasını talep etmek için yaptıklarını söyledi.
Abdülkerim Yurtseven, Mikdat Özeken ve Münür Sarıtaş’ın 27 Ekim 1995 yılında Yüksekova’ya bağlı Ağaçlı Köyü'ne gelen askerlerin köydeki yurttaşları işkence ile köy meydanına toplamasının ardından rastgele seçilerek gözaltına alındığını söyleyen Eren, “73 yaşındaki yürüme zorluğu çeken Abdülkerim Yurtseven, 18 yaşındaki Mikdat Özeken ve 13 yaşındaki Münür Sarıtaş gözaltına alınarak askeri araçla Yüksekova İlçe Jandarma Tabur’una götürdü. Onları sormak için tabura giden ailelere. Binbaşı Yurdakul, ‘24 saat gözaltında tutulacaklar’ dedi. Aileler tekrar tabura gittiğinde ise ‘kimseyi gözaltına almadık, bir daha buraya gelmeyin’ dedi. Ailelerin yaptığı başvurular sonuçsuz kaldı, üç köylüden bir daha haber alınamadı” diye belirtti.
Faillerin Yargılanması Talebi
Eren, yaşanan durumun Hakkari Ağır Ceza Mahkemesi kayıtlarına, “Sanık Yurdakul’un komutasındaki birlik, Ağaçlı köyünden Şemsettin Yurtseven, Mikdat Özeken ve Münür Sarıtaş adlı köylüleri dövmüş, yaşlı olan Yurtseven yediği tekmeler sonucu ölmüştür. Bunu gören Yurdakul, diğer iki köylünün tanıklık edeceğini düşünerek öldürülmesi kararı vermiştir. İki köylü daha sonra tabura ait eğitim sahasında bir çukur içinde tarandıktan sonra benzin dökülerek yakılmıştır” şeklinde geçirildiğini aktardı.
Eren, devamında şunları söyledi: “Ancak tanık beyanlarına rağmen, suça iştirak edenlerin itiraflarına rağmen açılan dava kesin beraat hükmü ile sonuçlandı. İç hukuktan sonuç alamayan aileler, AİHM’e başvurdu. AKP Hükümeti AİHM’e yaptığı savunmada suçu kabul ederek, üç kişinin kaybolması nedeniyle üzgün olduğunu belirtti ve kayıplarla ilgili etkin soruşturma yürütmeyi taahhüt etti. İhlali kabul ederek tazminat ödeme yoluna gitti.”
Eren, Cumartesi Anneleri/İnsanları olarak eylemlerinin 972’nci haftasında, Yurtseven, Özeken ve Sarıtaş’ın yanı sıra tüm kayıplarının faillerinin yargılanmasını talep ettiklerini ifade etti.
Yapılan açıklamanın ardından Cumartesi Anneleri/İnsanları Galatasaray Meydanı’nı karanfiller bırakarak eylemlerini sonlandırdı.”
Masallar türetilirken, hakikatin yalın iç yakıcı hallerinden bir gerçek kesit aktarılır tümü ile Galatasaray Meydanında bir kere daha. 2018 yılından bu yana engellemeler, gözaltı furyaları, darp etmeler arasında bir meydanın yakınlarını arayan / akıbetlerini sual eden insanlara reva görülen muamelenin yalın kötülüğünü bir kere daha görmek mümkündür. Bu defa devletlinin karşısında insanlık mefhumunun direnişi bir dönemeci var eder. Tüm o iktidarın bir zamanlar oy geleceğini umarak sahiplendiği, oysa siyaset üstü olması elzem olagelen bir yara / yıkım sürekliliği için hesap sorulmasının hangi ara suç kılındığı meseli konuşturulmaz. Unutturulur nasılsa denilerek var edilmiş olan cerahatli toplamın karşısında, bir avuçtan az biraz fazla insanın dokuz yüz yetmiş iki haftadır sürdürmeye gayret ettiği şey o masallarda anlatılmayan korkunç Türkiye gerçekliğinden bir kesiti sual etmektir. Tümüyle yok sayılanların geri dönüşü, evlerinden uzakta onca zamandır sürdüre durdukları inatla / ısrarla birlikte bir yanıta kavuşabilmeleri temenni ettiğimizdir. Eşitlik ve adaletten bahisler açılırken masalların donatıldığı bir zeminde hakikatin ta kendisinden de bir kere olsun söz edileceği bir ülke var edilebilecek midir, meselemizdir.
Bianet’ten aktaralım: “Zonguldak’ta dün (10 Kasım) öğle saatlerinde ormanlık alanda yakılmış halde 50 yaşlarında bir erkek cesedi bulundu.
İhbar üzerine olay yerine giden Jandarma delil topladıktan sonra cenazeyi kimlik tespiti için cesedi Atatürk Devlet Hastanesi morguna kaldırdı.
Araştırma yapan Jandarma, ölen kişinin iki gündür kendisinden haber alamadığı için ailesinin kayıp ihbarında bulunduğu 50 yaşındaki Afganistanlı Vezir Mohammad Nourtani olduğunu belirledi.
Yapılan ön otopside, Nourtani’nin 9 Kasım’da öldüğü, vücudunda çok sayıda kırık olduğu tespit edildi. Nourtani’nin cesedinin de olay yerine sonradan getirildiği saptandı.
Soruşturmada ifadesi alınan tanıklardan birinin Nourtani’yi son olarak kaçak olduğu iddia edilen bir maden ocağında hareketsiz gördüğünü söylemesi üzerine Jandarma soruşturmayı derinleştirdi.
Bunun üzerine Jandarma, Nourtani’nin çalıştığı maden ocağının sahibi Enver G. ile birlikte ona yardım ettiği iddia edilen beş kişiyi gözaltına aldı.
800 göçmen işçi çalışıyor
Zonguldak’ın yerel gazetelerinden Pusula, Nourtani’nin üç haftadır, üç arkadaşıyla birlikte aynı madende çalıştığını yazdı.
Nourtani’nin iş cinayeti sonucu öldüğünü belirten gazete, kaçak ocağın sahibi Enver G.’nin cenazeden kurtulmak için ormanlık alana taşıdığını belirtti.
Gazete ayrıca Nourtani gibi en az 800 göçmenin kaçak maden ocaklarında çalıştırıldığını aktardı.
Denetim yapılmadığını belirten gazete, kömür üretiminde çalışan göçmenlerin yasal statüsü olmadığı için kaçak sayıldığını bu nedenle de yasal hak talep edemediklerini ifade etti.
Haberde görüşlerine yer verilen bir kişi de “Afganistan uyruklu işçiler, kömür işletmecileri için bulunmaz nimet. Yasal statüde çalışan bir işçiye en az iki asgari ücret, ona göre sigorta ödeniyor. Afganistan uyruklu işçilere asgari ücreti bile zor veriyorlar. Sigorta yok. Hiçbir hakları yok” dedi.”
Sözün nihayetini katledilen 50 yaşındaki Vezir Muhammed Nourtani'nin 37 yaşındaki 4 çocuk annesi eşi Kamergül Maliki’ye bırakalım: “Bir Müslüman Müslümana insan insana bunu yapar mı ? Kocamı hastaneye götürmek yerine neden yakarak öldürdüler? Eşimi bir yol kenarına bile bıraksalardı bir araba gelir onu hastaneye götürdü. Bu vahşeti işleyenler sadece eşimin öldürmediler, çocuklarımın da geleceğini yok ettiler. Beni böyle dul, çocuklarını da babasız bırakan insanların cezalarını çekmelerini istiyorum. Bu devletin ve adaletin vereceği bir karar. Ama benim isteğim ya idam ya ömür boyu hapis. Şu an karşımda olsalar onlara, onların Müslüman olamayacağını söylerdim. Çünkü Müslüman Müslümana bunu yapmaz. Onların da benim gibi eşi çocukları var. Evimizde çalışan da yok. Yaptıklarıyla ne bana ne de çocuklarıma yaşayacak bir gelecek bıraktılar.”
Büyüklere masallar anlatılırken, var edilen cerahatli ülkenin ta kendisinin her nasıl da bir istikamette sürekli güncellendiği meseli Nourtani’nin katledilmesi sonrası çıkagelir. Artık hiçbir umudun kalmadığı bir cerahat sarmalına dönüşmüş, herkesin bir ötekisine alenen ya da gizlice düşmanlık beslediği, yersiz, yurtsuz kılmak dışında, emek sömürüsünün yanı sıra bir de cana / mala / insaniyete saldırdığı bir zeminin gerçekliğinde kim neyin hesabını verecektir, ikiletmeksizin. Kaçak maden işletmecisi ve diğer iki kişi tutsak edilince adalet yerini bulmuş olur mu? Bütünüyle dibine kadar çürümüşlüğü arşınlayan modern zamanın var ettiği kural tanımazlık, yok edicilik, sonuna kadar tüketicilik hallerinin insanı celladın ta kendisine dönüştürmesinin hesabı ne olacaktır ki? Bütünüyle bu sahnede yaşamaya mecbur kılınmış herkesin sorması elzem olan yaşamın biricikliğinin bu kadar afaki bir hal ile çalınmasının meselesi ne olacaktır, kim verecektir sahiden tek satır açıklama.
Bir masal anlatılıyor. Baş efendi seslendiriyor, beraberindeki korosu, teslimiyet bayrağını çoktandır çekenler onamak için birbirlerini ezercesine harekete geçiyor. Bütünüyle yaşam eylemi, sorgusu, meselesi tarumar. Dünyaya akıl fikir, düşman bilinenlere gözdağı verilip durulurken kendi içinde en olmayacak şeylerin olur kılınmasının yolu güncelleniyor artık. Masallar anlatılırken günbegün ortaya çıkan tablonun ürkütücü hali, çoktandır bir menzildeki yaşamsal idenin / hakkaniyet kavramının da nasıl boşa düşürüldüğünün örneği olur. Dehşet dolu bir ülke pratiğinin kıyısında hakkaniyet, hukuksal eşitlik, adaleti herkes için eşit kılma tahayyülünün bir kenara terk edildiği zeminde mutlak otoriter düzenin hali, var etmek istediği istikametle birlikte demokrasinin de, insan haklarının da tastamam belli bir hezimete uğramasının yolu aralanır. Bu hallerin varlığı karşısında yerli ve milli tiradı ile çıkagelen önalma halleri, taraf değiliz hakemiz çıkışlarıyla birlikte bariz ve bütünlüklü bir dönüşüm var edilir. Bütünüyle yıkımın, yıldırının, tehdit ve tahakkümün hakim kılındığı bir yerde hakikatten bahsi kim açacaktır, nasıl?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Turkey’s Choice – Patrick CHAPATTE via Le Temps
#söz hakkı#meram#mesel#kalıt#durum#anlam#türkiye gerçekliği#başka bir ülke?#yorum#demokrasi#adalet#tahakküm#yıldırı#düşmanlık#ırkçılık#kayıp yakınları#vezir muhammed nourtani#afgani#cinayet#yara#yıkımçürüme#siyasa#biyopolitika
0 notes
Text
Bir ülke hayal edin; toplumun ahlakını sıkı sıkıya korumak ve güvence altına almak isteyen, bunu sağlayabilmek içinse defalarca şikayet edilmiş sapık, takıntılı ruh hastalarının peşinden koşup onları sokaklardan temizlemek yerine dönüp "Bu sosyal mecra halkımızı zehirliyor, bu uygulama vatandaşımızı kötü etkiliyor." diyerek uygulamaları kapatmaya çalışan bir ülke. Peşinden tehditlerle koşan takıntılı psikopatlara karşı elinden polise şikayet etmekten başka bir şey gelmeyen yüzlerce kadını görmezden gelip birçoğunun mezarını daha ölmeden kazmış bir ülke. Aynı suçu defalarca işledikten sonra mahkemede takım elbise giyip pişman olduğunu söyleyen insanları "Al sana bir fırsat daha veriyorum, yarım bıraktığın işi tamamla." dercesine tekrar özgür bırakan bir ülke. Her gün "Daha kötü başımıza ne gelebilir?" diyen kadınlara daha da kötüsünü gösteren, bunu durdurmak yerine göz yummayı tercih eden bir ülke. Şimdi açın gözlerinizi ve ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'ün biz kadınlara "Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürüklenmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın." diyerek bıraktığı ülkemizde düştüğümüz duruma bakın. Sınırlardan gelen mültecilerin sahip olduğu kadar bile can güvenliğimizin olmayışına, bunun için kimsenin çabalamayışına ve gün gün ölüme terk edilişimize bakın.
Bugün İkbal'in, Ayşe'nin; önceki gün Narin'in ve öncesinde buraya yazmaya çalışsam sığmayacak kadar fazla kadının başına gelenlerden ne zaman ders çıkartılacak? Daha kaç masum kadının katledilmesi gerekiyor? Olayın etek boyunda, evden çıktığı saatte olmadığını kıt zekalı insanların beynine sokabilmemiz için daha kaçımız öleceğiz?
Üzülerek söylemek zorundayım ki bu ülkede bir kadının canının çöp kadar değeri kalmadı. Ve daha büyük bir üzüntüyle şuna da dikkat çekmek istiyorum, kızlarım eğer peşinizde sizi öldürme potansiyeli taşıyan bir takıntılı ruh hastası pislik varsa polise defalarca şikayet etseniz bile sizin canınıza kıyılmadan o insanın gerçekten bir suçlu olduğuna ülkemizin polisleri inanmamaya devam edecek...
96 notes
·
View notes
Text
Bilmeyenler için ben liseyi Yabancı Dil bölümümde tamamladım, Hacettepe Üniversitesi’nde İngiliz Dili Edebiyatı okudum, üniversite öğrencisiyken çeviri yapmaya başladım ve çok uzun bir süre devam ettim, şimdi yine iki dil arasında gidip geldiğim bir işte çalışıyorum. Lisans eğitiminin ilk senesinde “Britanya tarihi” dersleri alıp ikinci yılda “Britanya’da kültür ve toplum” şeklinde ilerledikten sonra “İngiliz Dili” olayına giriş yaptım, yaptık. “Dil aslında tarihtir, dil toplumdur, kültürdür” demenin güzel bir örneğidir bu sıralama. Tam da bu yüzden hayatımın yarısı İngilizce ağırlıklı geçmiş olmasına rağmen Türkçeme sahip çıkmaya, onu yozlaştırmamaya, başka dillerin kelimelerini dilime dahil etmemeye, kısacası “başkasının tarihine, kültürüne, toplumuna hizmet etmemeye” çalışıyorum elimden geldiğince. Bu zor bir şey çünkü insan beyni gün içinde kullandığı iki dili birbirinden ayrı tutmak için fazladan efor sarf etmeyi gerektiriyor (benim hafızamda bir de Fransızca için ayrılmış bir bölüm var, neyse ki İngilizcede olduğu kadar egemen değil). Zaten beni bu nedenden ötürü iki dili birbirine karıştırarak konuşan veya yazan insanlara “salak” derken görebilirsiniz. Aslında bunu ben demiyorum, bilimsel bir gerçek bu; kimisinin beyni bunu yönetecek kadar gelişememiş, en temiz özeti bu.
Bir dönem şeylerle çok dalga geçiliyordu ya, TDK’nin “alttan ittirmeli üstten tüttürmeli çok oturgaçlı getirgeçli götürgeç” gibi türetimleriyle. İşte güncel ve popüler bir örnek olarak; selfie kelimesini özçekim olarak değiştirdi falan. Aslında bunların hepsi bir dil kurumunun tarihi, kültürü ve toplumu koruma çabasından ileri geliyor. Dilin bu hususlardaki önemi hayal edemeyeceğiniz kadar büyük çünkü.
Mesela ben etimoloji içerikli gönderilerde “bu kelimeyi bin sekiz yüz bilmem kaç yılında falanca dilden almışız” diyorum ya, bu direkt Türk tarihiyle bağlantılı bir durum. O yıllarda o yöreyle savaşmışız, orayı işgal etmişiz veya ora tarafından işgal edilmişiz ve o yörenin diliyle etkileşime girmişiz. Aldığımız o kelime döktüğümüz kanların, verdiğimiz çabanın nişanesi gibi düşünün. Başka bir ülkeyle ittifaka girmiş, omuz omuza mücadele vermişiz ve oradan da belirli kelimeler ve deyişler almışız. Türkçenin dünya üzerindeki en zengin dillerden biri olması, tarihinin ve kültürünün ne kadar zengin olduğuyla bağlantılı.
Bir topluluğu parçalamak, ayrıştırmak ve çökertmek istiyorsan önce onun diline kastedersin. Örneğin, İngiltere’nin Afrikalı sömürgelere kendi dilini konuşturmamasının nedeni tam olarak bu. Kendi değerleri üzerinden örgütlenmesinler, değerlerini ifade edemesinler ki toplumsal bilinçleri yükselmesin, köklerini dile dökemesinler… Kürtlerin kendi dillerinde eğitim görememelerine vb bu kadar içerlemelerinin sebebi de aynı. Jazz müzik mesela, kendi dillerinde konuşmalarına izin verilmeyen kölelerin tarlada inşaatta köpek gibi çalışırken, “şarkı söylüyorum” ayağına yatarak kendi dillerinde birbirleriyle haberleşebilmeleri için ortaya çıkardıkları bir janra. Tarihe baktığınızda bölünmeler ve bölme girişimleri hep dille başlar. Dil senin tarihinin özetidir, tarihini silmek isteyen, önce diline kasteder.
Ben Selanik’te Osmanlıların son derece kanlı girişimlerinin olduğu Beyaz Kule’yi ziyaret ettiğimde, kapıdaki görevli içeride Türkçe konuşmamamızı rica etmişti. Belki hatırlayan çıkar, burada o konuda bir yazı yazmıştım. Dile yöneltilen bu alınganlık, yine dilin ne kadar önemli ve korunması gereken bir değer olduğunu kanıtlar nitelikte. Tarihte kanlı bıçaklı olduğumuz çoğu ülke Türkçeden deli gibi korkuyor. Zaten pek çoğunun dilinde Türkçe kelimeler yoktur, almazlar, reddederler. Alırlarsa bile inkar edip, “Yunanca bu kelime” falan derler çünkü bizim dilimiz, tarihimizin şanını onlara hala dün gibi hatırlatıyor.
Takip ettiğim YouTube kanallarından birine cevap vermelerini hiç ummadığım bir yorum yazmıştım “dilimizin ağzına sıçmak yerine sahip çıksanız” minvalinde. O kanal bana dedi ki “her şey gibi dil de evrenselleşiyor, ne var bunda?” O kadar ama o kadar tehlikeli bir söylem ki bu, İngiltere / Amerika hegemonyasını besler türden. Sen bu ülkeleri “evren” olarak kabul ediyorsun böyle düşünerek, söyleyerek. Hangi hadle? Böyle bir boyun eğiş, teslim oluş olabilir mi?
Dil konularına her girdiğimde yaptığım gibi yine 1984’e atıfta bulunacağım. Ben Orwell’ı yalnızca bir yazar olarak değil, dile bilimsel ve kuramsal yaklaşımından ötürü büyük bir hayranlık duyuyorum. Kitapta linguist bir karakter var, topluma dayatılacak olan yeni dilin sözlüğünü yazıyor. Dilden milyonlarca kelime çıkarılıyor; yerine zıt kelimeler konuyor. “İyi” diye bir kelime varsa, “kötü” diye bir kelimenin var olmasına hiç gerek yok. “İyi değil” dememiz kafi bu sözlüğe göre. Görüş yelpazesini, bireyselliği, ifade özgürlüğünü tamamen kısıtlayan bir teşebbüs; neticesinde de bu toplumun robottan farksız bir hale getirilmesi amaçlanıyor. Bu hale gelmiş bir toplumu dilediğin gibi yönetebilir, sömürebilirsin çünkü. İşte bu “evrenselleşme” dedikleri şey o denli tehlikeli.
Her şey “komplo teorisi bunlar komplooo” denemeyecek kadar bilimsel; size ne yapılmaya çalışıldığını ve ne yaptığınızı göremiyorsunuz. Gün içinde “gaslighting, vibe, hellooo” falan derken, sizin dilinize korku ve iğrenme dürtüsüyle yaklaşan bir kültürü beslediğinizi fark edemiyorsunuz. Türkçe öyle bir neslin salaklığıyla, iki neslin vurdumduymazlığıyla yok olabilecek kadar köksüz bir dil değil ama başlangıç aşamasını besleyenlerden biri belki de sizsiniz.
Türkçede diğer dillere çevirilmesi son derece güç, hatta imkansız olan yüzlerce kelime var. Bu ��u demek; “bizim kültürümüz o kadar biricik ki sizde bir karşılığı olamaz efendim.” Eğer sen “lovebombing” kelimesinin senin dilinde bir karşılığı yokmuş gibi konuşursan, aynı prestiji karşı tarafa tanımış olursun.
Dil seni toplumun kalanına bağlayan, toplumun bir parçası olmana olanak tanıyan en önemli şey. En basit örnekle “ghosting” dediğinde boş boş suratına bakan jenerasyonla aranda dev bir uçurum oluşuyor, parçalanmanın harika bir örneği değil mi? Türk’sen Türkçene sahip çık. Oturduğun yerden “toplumsal yozlaşma var yaaa” demek yerine nöronlarını yor, dilini koru ki oturduğun yerden yozlaşma ahkamı kesmeye hakkın olsun. Ağzınız bu kadar yavşamışken bunu yapmaya hakkınız yok. Türkçeyi katletmekten acilen vazgeçin, tabii kendi dilinde konuşmasından dahi rahatsız olunan bir medeniyetten, artık kendi dili kalmamış bir medeniyete dönüşmek istemiyorsanız. “Evrenselleşmek (!)” istemiyorsanız. Ne münasebet ulan, ne münasebet?
70 notes
·
View notes
Text
Bir şeye açıklık getirmek istiyorum. Ben insanları dinine, diline, cinsel tercihine veya yaşam tarzına göre değerlendirmiyorum. Kimseye hüküm vermeye hakkım yok hüküm Allah'ındır. Bana göre sadece iki tür insan vardır, iyi insan ve kötü insan. Özellikle dindarlık arkasına saklanarak insanlara hakaret eden kendini ahlak bekçisi gibi sanan ( dine göre gıybet yapıyolar ve günah ama dinden bi haber oldukları için haberleri yok ) insanlardan hoşlanmıyorum. Ayrıca siyasi görüşü ne olursa olsun bu ülkeyi kuran, hayatını milleti için harcamış, krallığını ilan edebilecekken milletine seçme seçilme hakkı vermiş, Avrupa'dan bile önce kadınlara en büyük değeri vermiş, dünyada çocuklar için ilk kez bayram ilan etmiş, şuan ortadoğu gibi kan revan içinde bir ülke değilsek onun sayesinde olan yine de yediği kaba pisler gibi düşmanlık güttükleri ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'e saygısızlık yapan, iftira atan insanları sevmiyorum. Düşüncelerine de saygı duymuyorum. Kulaktan dolma kendi gibi tiplerden duydukları şeyleri sanki kendi oradaymış gibi iftira atarak paylaşan üstüne bi de dindar olduğunu sanan tiplerden nefret ediyorum. Dine sizler kadar zarar veren başka bir insan topluluğu daha yok. Keşke deli gibi savunup millete iftira atacağınız yerde açıp kitabı okusanızda yaptığınızın dine göre günah olduğunu görseniz. Ama ben biliyorum bu gibi insanlar düzelmez malesef ki varsınız. Size dini bir cevap vererek bitiriyim. Allah sizi ıslah etsin..
@kitapkontu
#kitap tavsiyesi#kitaplik#kitaplar#kitaplık#kitap#kitaplardan kesitler#kitaplardan alıntılar#kitaplığımdan#kitaplayasamak#atatürk#kitap alıntıları#kitap alintilari#kitap alıntısı#alıntı#ataturk#mustafa kemal atatürk#mustafa kemalin askerleriyiz#mustafa kemal paşa#postlarım#my post
67 notes
·
View notes
Text
NELER OLUYOR?
TÜRKİYE’YE NASIL BİR TUZAK KURULUYOR?
Şuan Türkiye’de;
1-Van DEM Parti adayı Abdullah Zeydan’ın mazbatasının verilmemesinden çok daha öte şeyler yaşanıyor.
2- Van’da başlayıp Siirt, Batman, Diyarbakır, Adana, İstanbul ve daha bir çok il ve ilçelerde başlayan olayların, seçimden sadece iki gün sonra bu kadar yayılmasının başka sebepleri de var. Bence bunların acilen dikkate alınması lazım.
3- PKK’nın direk sokak çağrıları, Kobani olaylarının ilk anlarını andıran protestolar daha da yayılabilir, Çok ciddi güvenlik krizine hatta İstanbul dahil, bir çok yerde sokak terörüne dönüşebilir.
4- 31 Mart yerel seçimlerinde CHP-HDP ortaklığının kazandığı moral üstünlük Türkiye’yi çok ciddi iç bölünmelere, çatışmalara hatta bölgesel krizlere sürükleyebilir. Bunun işaret fişeği ateşlendi. Bu ortaklık sadece demokratik tercihler için kurulmadı.
5- Aslında bu olayların başlayacağını zaten biliniyordu, bekleniyordu. Abartmıyorum, bekleniyordu. Neden? Anlatalım:
6- Türkiye’den Basra Körfezi’ne uzanan, bölge ülkelerini ekonomik, güvenlik hatta siyasi yakınlık olarak birbirine bağlayacak Güney Koridoru inşa ediliyor. Türkiye ve Irak, gecikmeli de olsa, bu konuda anlaştı.
7- Bu Koridor, Çin’den Londra’ya uzanan, Türkiye’yi ana eksenlerden biri yapan Orta Koridor’un benzeri. Sadece ekonomik değil, coğrafya inşasının da önemli bir parçası.
8- Bu kapsamda, Irak’ın Kuzeyi’nde tarihin en büyük operasyonlarından birine hazırlık yapılıyordu. Koridorun güvenliğini tehdit eden ne varsa bölgeden temizlenecek.
9- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bu yaz Irak’ın kuzeyinde PKK’nı kalıcı olarak bitireceğiz. Ölümcül darbe indireceğiz” cümlesi bunun açık ilanıydı. O bölgede PKK tamamen temizlenecekti.
10- Türkiye ve Irak yönetimi, Koridor güzergahının güvenliğinin kalıcı olarak çözülmesi için kapsamlı anlaşmaları yaptı. Sadece ne zaman başlayacağı tam tarih olarak bilinmiyor. Ancak Nisan sonu-Mayıs ayı içinde bekleniyor.
11- Seçimlerden sonra, işte bu büyük operasyonun engellenmesi için Türkiye içinde, PKK’nın öncülüğünde, CHP’nin koruması altında çok büyük kitlesel hareketlerin, tepkilerin örgütleneceği hatta şehir terörünün yeniden devreye alınabileceği zaten biliniyordu.
12- PKK bu tepkiyi Van’daki “Mazbata olayı” ile başlatmış oldu. O olmasa da başlayacaktı, belki biraz daha geç başlayacaktı. Aslında bu olayla, güvenlik krizi erkene alınmış oldu.
13- PKK’nın burada iki amacı var: Birincisi; Irak’ın kuzeyinde başlayacak büyük operasyonu içeride büyük krizleri hatta terörü ateşleyerek durdurmak. İkincisi; Güney Koridoru’nun inşasını engellemek.
14- İkinci madde tamamen bölgesel ve küresel güç denklemleri bağlantısını ortaya koyuyor. Hangi ülkelerse (bir çoğunu tahmin edersiniz) bu projeyi baltalamak için harekete geçmiş görünüyor.
15- Bu ülke ve çevreler, PKK’yı en etkin ve en kirli bir şekilde kullanacak. Her şeye hazır olunmalı. Yine bu ülke ve çevreler, CHP’yi en etkin bir şekilde kullanacak, buna da hazır olunmalı. Seçim sonuçları 2 gün içinde güvenlik şantajı olarak Türkiye’nin önüne sürülmüştür!
16- Bu iş, Kobani olaylarının bile ötesine geçebilir. Çok daha yaygın bir krize dönebilir. Türkiye içeride ağır bir bunalıma sokulabilir. Bölgesel etkinlik alanının daraltılması için harekete geçilmiş olabilir.
17- Peki Türkiye tedirgin olup geri adım atar mı? “Terörle terbiye” gibi geleneksel yaptırıma boyun eğer mi? “İçeriden vurup dışarıda durdurma” silahı bu sefer işler mi?
18- Eğer boyun eğerse, “Türkiye’nin bölünebilirliği”, uzun bir aradan sonra yeniden tartışma alanına taşınacak. Bölgesel nüfuz alanındaki genişlemede gerileme dönemi başlatılmış olacak. Bunlar olursa zaten “iç güvenlik” diye bir şey artık bir daha asla mümkün olmayacak.
19- Türkiye boyun eğmemeli. Dışarıda birileri “Türkiye’de iç savaş çıkar” söylemlerini yeniden servis etmeye başladı bile. Bu bile aslında neler olduğunun, olabileceğinin bir göstergesi.
20- Seçim sonuçları ne olursa olsun, “Dirayetli Ülke, Güçlü Devlet” pozisyonu asla terkedilmemeli. İçeride, bunun tam tersi “mantıklı gerekçe” sunanların bu oyunun bir parçası olabileceği asla akıldan çıkarılmamalı. Kim olursa olsun…
21- Önümüzdeki 1, 2, 3 yıl içinde bütün bölge, Doğu Avrupa, Rusya, Pasifik, Doğu Afrika savaş bölgesine dönebilir. Bütün ülkeler buna hazırlık yapıyor ve bu gerçekten de bekleniyor.
22- Böyle bir dönemde her devletin öncelikleri değişmiştir. Bu değişikliği yakında Avrupa ülkelerinde göreceksiniz. Kimse kimsenin gözünün yaşına bakmayacak. Her devlet ayakta kalmak için olağanüstü tedbirlere gidecek.
23- Böyle bir atmosferde Türkiye asla “zayıf ülke, zaaflar devleti” olamaz. Terörle, siyasi şantajlarla, “iyi niyetli nasihatlerle” hizaya sokulursak, küresel bunalımda biz de ayakta kalamayız.
24- Türkiye’nin üstünde hiçbir siyasi önceliğin meşruiyeti yoktur!
İbrahim KARAGÜL
62 notes
·
View notes
Text
Sevgili Bilge, bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de.
Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla.
Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi de geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslında bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı, “bu satırı da neden yazdım?” diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa, sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terk edinceye kadar gidip gelen aziz varlık masalına kimse inanmayacaktır.
Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. Ben ölmek istemiyorum. Bu nedenle, sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim.
26 notes
·
View notes
Text
Büyükelçi Nasıl Olunur, Büyükelçi Maaşları 2024
Büyükelçi Nasıl Olunur, Büyükelçi Maaşları sıkça merak edilen konular arasında. Büyükelçi Kendi ülkesini temsil etmek amacı ile gerekli toplantılara, etkinliklere, uluslararası organizasyonlara, kulüplere katılım sağlayan kişilere denmektedir. Aynı zamanda diplomat niteliği de taşımaktadırlar. Büyükelçi tanımlanırken, bir ülkenin başka bir ülkedeki en üst düzey diplomatı tabiri de sıklıkla kullanılmaktadır.
Büyükelçilerin Görevleri Nelerdir?
Büyükelçilerin atanması bir güven mektubu ile gerçekleşmektedir. Bu güven mektubunda büyükelçinin temsil ettiği ülkenin devlet başkanının imzasını taşınmaktadır. Daha sonra düzenlenen özel bir törenle birlikte tören sonunda büyükelçi resmi olarak göreve başlamaktadır.
Büyükelçiler, bulundukları ülke ile kendi ülkeleri arasındaki uluslararası ilişkilerin sürmesi ve kontrolü için görev almaktadırlar. Bu ilişkiler içerisinde askeri, siyasi, sosyal ve kültürel pek çok alan bulunmaktadır. Büyükelçiler, bulundukları ülkede yapmış oldukları çalışmalarla, vatandaşları olduğu ülkeyi temsil etmektedirler.
Kaynak: https://bildigimhersey.com/buyukelci-nasil-olunur-buyukelci-maaslari-2024/
97 notes
·
View notes
Text
Bu ülkede en çok sermayeden faydalanan cemaatler ve din adamları. Hepside mersedesle gezip yaptıkları tek şey fakire şükretmesini öğretmek. Ve başka hiç bir işe yaramıyorlar. Onun yerine eğitime yatırım yapıp, atanamadiğı için pazarda, inşaatta çalışan öğretmenler atansaydi daha uygar bir ülke olabilirdik. Emekliye, işçiye hakkını verip, daha örnek bir ülke olabilirdik. Çiftçiye destek sağlayıp, daha zengin bir ülke olabilirdik..
Gerçekler acıtır.. ama gerçekleri bilmek kadarda tatlı birşeyde yoktur..!!
28 notes
·
View notes
Text
israil'in asıl hedefi Türkiye denir iken;
Ben bir vatandaş olarak kahvehanede ,evde, sokakta bunu söyleyebilirim. israilin asıl hedefi Türkiye diyebilirim ki bu bir sır değil ki? israil'in sözüm ona vaat edilmiş toprakları içinde ülke'nin bil bölümü de var, bunu bilmeyen var mı.?ancak tek tehdit sadece israil midir? tüm abd,avrupa, yunanistan, rusya ve çin'in zaten gözleri üstümüzde değil midir?ki o tehdit ne zaman masadan kalktı ki..?biz ne araplara, ne acemlere, nede başka milletlere benzeriz. İsrail'e sabah girer akşam çıkarız. Çünkü Türk kasırgadır yıldırımdır, Türk Tanrıdan kut almış bir milettir. Türk Tanrının yeryüzünde ki en onurlu savaşçılarıdır.Türk peygamberin övgüsüne Mazhar olmuş aziz ve pak bir millettir. Türk'e kefen biçecek olan tabutunuda yanında getirecek getirmesede bizde ceset torbası çok sıkıntı olmaz. Türk milleti Alp Er Tunga'dan, Metehan'dan, Bilge Kağan'dan, Alparslan'dan, Fatih'ten ve Mustafa Kemal Atatürk'ten güç alır. şanlı tarihine gururla bakar, bayrağına selâm durur. değil bir karış toprağını bir çakıl taşını bile vermez. ölürde namusunu toprağını çiğnetmez. yani işin hülasası bir cumhurbaşkanı israil'in asıl hedefi Türkiye diyemez, yapılması gerekeni ivedilikle yapar ve herkes boyunun ölçüsünü alır. korkuyla, hamasetle, mahalle ağzı bir takım jargonlar kullanarak ülke yönetilemez. diplomatik dil bilmek önemli eğer bu dil iyi bilinirse hedeflerinize savaşmadan da ulaşabilirsiniz.
21 notes
·
View notes
Text
Kuşatılan Hayat Meseli
Sınırsız bir tahakküm veçhesi ile memleket sarıp kuşatılıyor. Erk, muktedir, iktidarın ol suna geldiği her tahayyülün bir biçimde tehdit, terör ve lince evrildiği bir zemin tahakküm hudutsuz kılınıyor. Behemehal var edilenler, sonsuz bir karanlık döngüyü imal ediyor. Bir biçimde yenilendiği söylenen ülke doğrudan kesintisiz bir eğri çizginin üstünde ilerliyor. Yenilendiği söylenen menzilin var ettiği her şey doğrudan bu pespaye tahayyülün afaki, gerçekçi Yenilendiği söylenen menzilin var ettiği her şey bu pespaye tahayyülün gerçekçi bir hal / yönelimi olarak sunulur. Haddi hududu kalmamış bir tahakküm hali içinde tüm o biyopolitik cerahatin yönü kesintisiz kılınır. Baş amir ve baş faşistin sunduğu, var ettiği, dönüştürdüğü bir buna hamle ettiği yerde cerahat aslında herkesi kuşatır. Bütün o tehdit, tahakküm bu veçhe bahsinin toplamında zor, bet ve feci olanı birleştirir. Yönelimini tam da o yıkımdan el alarak güncelleyen, bütünüyle müştereklerimizin bozgunuyla gününü gün eden, geleceği de kapkaranlık bir iklime rehin eden yerin meselesidir tahakkümün o hudutsuz kılınan eylemselliği. Sanılanın ötesinde bir hızla yaşam eylemi tarumar ediliyor. Bugünlerden artakalacak olan yegane hakikat bu meseldir, ezcümle.
Devletlinin, bugünün şartlarını var eden aklın, tümüyle bir odaktan iktidarıyla, muhalefet nam çatı altında yer alanların düpedüz var ettikleriyle bir biçimde zor olanın yolu da yönü de açık edilir. Bir ülkenin çepeçevre kuşatılmasının zemini sağlama alınır. Gündemi akla seza nice şeyle donatıp, duraksamadan bir biçimde her sorun ötelenmeye devam edildiği müddetçe daha uzunca bir süre daha o kuşatmanın bariz devamlılığı sağlama alınacaktır. Laf diye değil, baş amirin, baş faşist ve öteki zümrelerle kurduğu koalisyonun bütünüyle o Evren nam haysiyetsiz zibidinin izinde yürüyen bir akılla bütünleştirildiği yerin meseli az çok ortadadır. Tehdit dilini, tahakküm hamlelerini, zorbalığı, hizada tutmak için var edilen her türden şok doktrinleriyle birlikte bir menzildeki çepeçevre kuşatma gündelik o yaşam istemini tarumar eder. Yüzüncü yılını arşınladığı, sivilleşen bir ülke iminin anıldığı zeminde olmakta olan daha büyük, bütünlüklü bir cerahatin var edilmesidir. Karanlıktan imal olunan bir habis döngünün ta kendisiyle cürümlere rehin edilen ülke gerçek kılınır gerçekten gerçek.
Mezopotamya Ajansından aktaralım: “Basa ilçesine bağlı Bana köyü 2 aydır asker ablukasında. Köy sakinleri, 90’lı yılların uygulamalarının devrede olduğuna işaret ederek, hayvanlarını farklı bir köye götürdüklerini ve tarlalarına gidemediklerini belirtti.
Şirnex’in Basa (Güçlükonak) ilçesine bağlı Bana köyü yaklaşık iki aydır asker ablukasında. 1990’lı yıllardan bugüne kadar yurttaşlara koruculuk dayatılan ve iki kez boşaltılan köydeki ablukanın nedeni askeri operasyonlar. Köy sakinleri, ablukadan kaynaklı tek geçim kaynakları olan tarlalara gidemiyor, hayvanlarını burada otlatamıyor. Köy sakinleri bu nedenle hayvanlarını Kereşa ve Şerefan köylerine götürmek zorunda kalıyor. Abluka altındaki köyde iki ayrı nokta bulunuyor. Yurttaşlar burada kimlik kontrolünden geçiriliyor. Gece saat 12.00’dan sonra ise yurttaşların evlerinden çıkmalarına izin verilmiyor. Köydeki abluka sürerken, valilik yeni bir “yasak” kararı aldı. Valiliğin 15 gün süreyle giriş çıkışlara yasakladığı 5 bölge arasında Bana köyü kırsalı da bulunuyor.
'Pirinç Tarlaları Kuruyacak’
Köydeki ablukayı anlatan yurttaşlardan Muhammed Ali Ece (75), "Hayvancılık ve pirinçle geçimimizi sağlıyoruz. Valilik 15 gün süreyle sokağa çıkma yasağı ilan etti. 15 gün sonra pirinç tarlalarımız kuruyacak. Köyün hayvanları da köyden çıkarıldı. Hayvanlarımızı yaylaya çıkartıp otlatmamız lazım. Bugün bu köy 1990'ların politikalarını yaşıyor” dedi.
Köylülerden Meryem Özkan (53), yasağa ve ablukaya tepkili. Özkan, abluka nedeniyle evlerinden çıkamadıklarına işaret ederek, “Komşularımıza kadar gidemiyoruz. Koyunlarımızı köyden çıkarıp Kereşa köyüne göndermek zorunda kaldık. Tarlalarda meyvelerimiz ve ağaçlarımız var. Ama gitmek yasaklandı. Bu yasağın ve ablukanın kaldırılmasını istiyoruz. 15 gün içinde ağaçlarımız ve pirinçlerimiz kurumuş olacak. O zaman ne anlamı kalacak?” diye sordu.
‘Gelip Görün’
Köylülerden Abdullah Özkan (70) ise, yasağın ve ablukanın sona ermesini istedi. Özkan da benzer endişeleri dile getirerek, şöyle konuştu: “Herkesin buraya gelip görmesini istiyoruz. Binbir emekle ektiğimiz pirinç tarlalarımız kurumadan sesimizi duysunlar. Tarlalarımız kuruduktan sonra kimse gelmesin. 15 günlük yasaktan önce kimliğimize bakıp sabah saat 10.00'da tarlaya gider 16.00’da dönün diyorlardı. Bu şekilde tarlalarımızı, bahçelerimizi sulamamıza izin veriyorlardı. Ancak iki gün önce camide yapılan anonsla bu da yasaklandı. Bir haftadır askerler, köyün girişinde durup gelen geçen herkesi kontrolden geçiriyor.”
Hayatın hudutsuz bir biçimde kuşatılmasına yetkin bir örnektir Şirnex’in Bana köyünde yaşatılanlar. Tümden nobran bir tahakküm etme halinin kıyısında yaşatmamak için eldeki tüm imkanların seferber olunduğu bir zemin görünür kılınır. Terör bitti, geçti gitti, dağda şu kadar insan kaldı, her yer artık süt liman falan denilirken cerahatin günbegün varlığını kesintisizleştirmek bir baskı unsuru olarak köylüleri kuşatmak yaşama ket vurma gailesini savunmak değilse nedir ki var edilen? Normalini çoktan zayi etmiş bir ülkedeki bu katran karası şiddet / baskı / hiddet üçlüsünün o terör olarak anılandan ne farkı vardır ki? Devlet, kurumsallaştırılmış mekanizmaların ürettiği terörün varlığı bunca kesintisiz kılınırken her gün yeniden açmazlara rehin edilen bir yerde hayat sahiden nasıl savunulabilir? Daha yeni 12 Eylül 1980’ün var ettiği yıkıcılıkla yüzleşildiği söylenirken, son kırk üç yılı sahici bir cehennem pratiği kılan o düşük yoğunluklu savaş pratiklerine bir son vermek ne zamandır hangi zaman? Yolun, meramın, sözün ezildiği, yaşam akdinin paramparça edilip durulduğu bir zeminde yaşatmayan ev bir vatan olmayı sürdürebilir mi, düşünür müydünüz?
Bianet’ten aktaralım: “İzmir'de Tarım-Sen'e katıldıkları için işten çıkarılan Agrobay Seracılık işçileri, işyeri önünde sürdürdükleri direnişin 25. gününde basın açıklaması yaparken jandarmanın saldırısına uğradı.
Tarım-Sen Başkanı Umut Kocagöz ve işçilerin yanısıra gazeteciler Berkcan Zengin, Zeynep Kuray ve Cemal Kara da gözaltına alınanlar arasında.
İşçiler muhatap arıyor
İşten çıkarılan işçilerin örgütlendikleri bağımsız Tarım-Sen Başkanı Umut Kocagöz, basın açıklaması yaptığı sırada "yolu trafiğe kapatıyorsunuz" diyen jandarma tarafından engellendi.
Kocagöz, açıklamasında direnişleriyle tazminatları da dahil hiçbir haklarını alamayan işçilerin muhatap bulmaya çalıştıklarını anlattı.
Sendikalaştıkları için işten çıkarılan üyelerinin haklarını almak üzere işyeri önünde direndiklerini anlatan Tarım-Sen başkanı "Verin haklarımızı, işe dönmek isteyenler işlerine dönsün, 1 saniye bile burada durmaya niyetimiz yok," dedi. "Ama haklarımız verilmediği sürece değil 25 gün 255 gün de burada olacağız."
"Patronların yalanları"
Kocagöz, köle gibi çalıştırılan işçilerin haklarını almak için sendikalaştıklarında işveren tarafından "performansları düştü", "hırsızlık yaptılar" türünden karalamalarla işten çıkardıklarını açıkladı.
Başkan, "18 yıldır 'performansı düşmeyen', 'hırsızlık' yapmayan işçi sendikalaşınca başına bunlar geliyor. Sendikalı olmak işçinin hem Anayasal hem de yasal hakkı. Kolluk güçleri niçin onları koruyor? Biz hakkımızı almak için buradayız" diyerek sözlerini sürdürürken Jandarma, "yoldan çekilin" ihtarıyla Başkan ve diğer işçileri gözaltına almak üzere harekete geçti.
Başkan gözaltında, yaralanan kadın işçiler var
Sendika Başkanı'nın gözaltına alınmasını protesto eden 3 kadın işçi de Umut Kocagöz ile birlikte gözaltına alındı. İşçileri desteklemek üzere Agrobay Seracılık önüne gelen yerel emek örgütleri temsilcileri de gözaltına alındılar.
Gözaltı işlemi sırasında zor kullanılınca başını yere çarparak fenalaşan işçiler Şirin Yıldırım ve Şehriban Kapaklıkaya hastaneye götürürken, diğerleri iki otobüsle Bergama Jandarma Komutanlığına götürüldü.
Gözaltına alınanlar arasında Bağımsız Tarım-Sen Genel Başkanı Umut Kocagöz, Agrobay Seracılık işçisi Mehmet Aksoy, Ayten Yavuz, HDP İzmir Eş Başkanı Çınar Altan, Emek Partisi üyesi İbrahim Kayan, Gazeteci Berkcan Zengin, Zeynep Kuray ve Cemal Kara olduğu öğrenildi.
Arka plan
İzmir'de Bayburt Grup'a bağlı Agrobay Seracılık'tan Tarım-Sen'de sendikalaştıkları için işten çıkarılan 30'u aşkın işçi Bergama'daki Agrobay serası önünde sürdürdükleri direnişin 17. gününde tartaklanarak gözaltına alınmışlardı.
Çoğu kadın olan tarım işçilerinin birinci talebi tazminatlarını, ödenmemiş ücretlerini almak ve sendikalı oldukları için çıkarıldıkları işlerine iade edilmek.
İşçiler "yüz kızartıcı suç işledikleri" gerekçesiyle işten çıkartılmalarını protesto ederken "günlerdir konuşacak muhatap aradıklarını" söylüyor.”
Hudutsuz bir tahakküm veçhesi ile memleket sarıp kuşatılıyor. Sınırları muğlak kılınmış o tehdit döngüsü / sarıp / kuşatma hallerinin gündelik yaşamı her nasıl yıkıcılığa rehin ettiği artık çok daha belirgin bir haldedir. 12 Eylül 1980’den bu yana süre giden işçi düşmanı bizatihi sermaye dostluğunun bugünlerde her nasıl var edilebildiği Elon Musk ile baş amir buluşmasındaki şen kahkahalarla değil agrobay seracılık emekçilerinin başına getirilenler ile çıkagelir. Göstere göstere hak gasbının her nasıl var edilebildiği artık uzak öte bir mesel değil doğrudan güncellikte her gün yeniden zorbalığa tutunarak var edilir. Hakkın da hukukun da yere çalındığı bir zeminde otuzu aşkın insan gözaltına alınır. Tek pratikleri doğrudan talep ettikleri haklarının karşılığı sermaye eliyle devletlinin önüne atılmaktır. Dımdızlak, yalın öylesine kapkaranlık bir ülke halinin sadece agrobay seracılıkta değil artık memleket denilenin her yanında emek sarf edilen her yerde söz konusu olduğu bizatihi yaşatılanlardan barizdir. Haftada minimum altı gün, en az altmış – altmış beş saat çalışmanın dayatıldığı / istendiği bir zeminde bir gıdım hak, biraz da olsa nefes alabilmek için çabalar sekteye uğratılırken, ümidin yerle yeksan edilmesi gayreti zaten o hudutsuz / sınırsız tahakküm veçhesini izah etmiyor mudur? Hala mı? Bitimsiz bir kısır döngüde mutlak ve kalıcı kırımların / kırılmaların izinde yürünürken tahakkümle bir hayata varılabilir mi, soruyor musunuz kendinize, vicdanınıza!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Kavan The Kid via The Inspiration Grid
#arzihal#meram#söz hakkı#cürümler#ülke gerçekliği#siyasa#biyopolitika#türkiye#başka bir evrende#çürümüşlük#tahakküm#akp#baş efendinin sahnesi#kötülük sarmalı#karanlık çağ#cerahat#yol nereye?#emek mücadelesi#hak gaspları#insan hakları#geleceksizlik#vicdan
0 notes
Text
Biz nasıl bir ülke olduk, aklım almıyor gerçekten. Bizi, “keşke araba kazasında ölseydi” diyecek hâle getirdiler. Bir anneyi “çok acı çekmiştir kızım, keşke kurşunla öldürselerdi” diyecek hâle getirdiler. Biz ne yaşıyoruz ya? Biz gerçekten ne yaşıyoruz? Bazı şerefsizler çıkıp katili tebrik ediyorlar, bazı salaklar çıkıp İkbal'le Ayşenur'a suç atıyorlar. Bazı pislikler çıkıp 'ben daha kötülerini yapıcam' diyorlar. Bunu rahatça söyleyebiliyorlar, korkmuyorlar çünkü aynı şerefsizliği kanlarında taşıyan başka caniler çıkıp serbestçe dolaşıyorlar, niye korksunlar ki? Ama biz korkuyoruz. Biz güpegündüz yolda yürürken bile korkuyoruz. Biz evimizde bile korkuyoruz. Biz artık uyurken bile korkuyoruz. Biz her gün 'acaba' diyoruz. 'Acaba sıradaki ben miyim, acaba o sayılara ben de eklenecek miyim, acaba benim de fotoğraflarım siyah beyaz yayınlanacak mı ekranda?' ve 'acaba' diyoruz, 'ben de yarın öbür gün canice öldürülüp, ailemin yüreğine kor düşürecek miyim, benim de katilim serbest dolaşacak mı acaba?' Bize bu soruları sorduran, tedirgin hissetmemize neden olan, onların değil bizim korkmamızı sağlayan, annelerimizin elini endişeden sürekli yüreğinde bırakan ve kızlarımızın, kadınlarımızın, çocuklarımızın, masumlarımızın öldürülmesine sebep olan herkesin Allah belasını versin.
19 notes
·
View notes
Text
AĞUSTOS 4.1
Ağustos'un ilk haftası ne kadar hızlı geçmiş, inanamıyorum. Temmuz ne kadar yavaşsa bu ay o kadar hızlı akıyor. Temmuz'un son günleri köt�� geçti benim için, özel hayatımda ilişki sorunları çok yoğundu. Ağustos'ta biraz toparlarız umarım çünkü kalbim kırık biraz.
Her gün için notlar almıştım, beklediğimden uzun oldu. Yine de hatıra, hatıradır.
1 Ağustos Perşembe - Merağın Yok mu Böyle Şeylere?
(Merak tweetini neden kimse bilmiyor ya :)
● Yeni başlangıçlar için yeni bir defter. Ve bazı kopuşlar, ve kalp kırıklıkları... Bu da geçecek inşallah.
●Markette "ay tuzlu kiraz yazmışlar, olleyy vişne buldum" diye sevinip zoete kelimesinin zoute olmadığını eve gelince daha doğrusu vişneyi(!) yiyince fark etmek. Kim kirazı "tatlı kiraz" diye betimleme ihtiyacı duyar ki? Hiç unutmayacağım yeni kelime: Zoete!
●Sadece kayboldu beyanıyla başka hiçbir şeye gerek kalmadan yeniden gönderilen 29 parçalık kargo...
● Bu Ağustos listesini hiç görmeden yaptığım geçici dövmeler. Önce bulutu görmüştüm, Hollanda'nın bulutu... sonra ise domatesi; o da Türkiye'nin... İkisi bir arada olmuyor gerçek hayatta.. Böyle serin yaza böyle tatsız domatesler... Henüz burada kimseyle "bana türkiyeden bir tane yaz domatesi getirir misin?" diyecek kadar samimi değilim ama şu yeşilli kırmızılı yaz domateslerini çok özledim.
● Ve sonunda televizyonumu değiştirmeye geldiler. Önüne masamı çekip cheesy şeyler izlerken tez yazma zamanı. Kime diyorum, hey!!!
2 Ağustos Cuma - Rotterdam
●Rotterdam Tumblr buluşmasıııı. Uzun zamandır bu kadar eğlendiğim bi gün olmamıştı. Karşımıza çıkan insanlar da dünyadaki rızkımıza dahil gerçekten 🥲 Rotterdam da "tekrar ziyaret edilecekler" listesine girdi.
● İkinci dünya savaşında yıkılmayan nadir binalardan birisi olduğu için belediye binasına gittik. Orada Hollandayla ilgili sorduğum bi soruyla bütün çalışanları kilitledim sanırımfkfffk, hepsi soruma cevap aramaya çalıştı ve bunun üstüne düşünmemiştik dediler. Çalışanlarsan birisi de hiç duymadığımız bir ülkeden Belucistan'danmış. Sonra baktım ki ülke değil orası..Neyse karışık işler.
● Binaya girdiğimizde üst kata çıkmak yasak diyen görevli sonra bizi üst kata çıkarıp bir sürü tarihi ve kültürel bir şeyler anlattı. Üstüne de belediye meclis toplantılarının yapıldığı salona götürdü. Ama sürekli hollandaca konuştu ve kendimi bu ülkede ilk kez bu konu hakkında bu kadar kötü hissettim.
● Vee köyümüze dönerken trende önce bağlaç olan de,da'lara yönelik test çözdük. Sonra da Dutch alfabesi ve telafuzu çalıştık. Harika bi yolculuktu :)
3 Ağustos Cumartesi - Aachen
● Bugün Almanya'nın Aachen şehrine gittik. Gecenin bir körü uyanıp Aachen katedrali hakkında 50 dklık belgesel izleyip not almıştım. Aachen katedral rehberliği yaptım arkadaşıma :)
● Ben olsam benim gibi bir gezi arkadaşım olsun isterdim amaa kendi gezi arkadaşım da çok iyi çıktıkgkkgl. Nerd ve hafif çatlak insanlara bayılırım. Ve de nazik...Köyümüze döndüğümüzde yürüyen merdivenlerde bana dönüp "çok güzel bir geziydi, teşekkür ederim" dedi. Asıl ben teşekkür ederim ya. Ben sadece Aachen'a gitmek istediğimden bahsetmiştim bir süre önce ve o ise günü ayarlayıp hafta boyunca Aachen'la ilgili linkler gönderdi bana.
● Lindt'in çikolata outletiyle güne başladık. Sonra Aachen şehrini gezdik. Sonra da üç ülkenin sınırlarının birleştiği tepeye tırmandık. Biz Almanya üzerinden bir ormanın içinden tırmanış yaptık ve bizden başka kimse yoktu, yollar çok kötüydü ve bir ara ormanın içinde yoldan çıkıp biraz tedirgin olduk. Dönüşte ise Hollanda üzerinden medeniyetle yapılmış yollardan indik. Canım Hollandamın canım yollarıjgkgllf
●Ve sınıra o kadar yakın olduğu halde (yani 11 numaralı ev hollandaysa 13 numaralı ev almanya, o kadar aynı mahalle) sorduğumuz her soruya Almanca cevap veren Almanlar... Ama bunu Almanca konuş baskısıyla yapmıyorlar onu da hissettim burada.
● Aachen ve Rotterdam için ayrı bir hatıra yazısı yazmak çok isterim ama vakit bulabilir miyim bilmiyorum. Bunları sıcağı sıcağına öğrendiklerim ve yaşadıklarım hala tazeyken yapmam gerek. Dönüş trenlerinde bir yandan müzik dinleyip bir yandan hatıra yazmak tatlı oluyor aslında. 4 Ağustos Pazar- Dutch köyünde Hindistan Gecesi ve Bütün Özlediklerim Benden Ayrı Yaşıyor
● Sakin bir pazar. Bisikletle yeni rotalar keşfetme günü. Sıra sıra ağaç dolu bu sokağa bayıldım. Miso çorbası yapayım diye miso paste ararken alışveriş tikka masala alarak sona erdi.
● Çok sevdiğim bir arkadaşımla çok uzun zaman sonra zoom görüşmesi yaptık. Amerikanın bir yakasından diğerine taşındı artık aramızda okyanus artı Amerika kıtası var
● Gece gece çıktı almaya kampüse gittim ve dayanamayıp ormanın içinde bisiklet sürdüm. O adrenalini, hafiften korkmayı çok seviyorum. Veee havanın buzz gibi olmasını da
"bir yaz günüüü bir yaz günüüü, hiç bu kadar üşüdün müü?" 5 -6- 7 Ağustos : Bir Gece Ansızın Gelebilirim ve Yeni Hafta
● Yeni hafta gece 01:00'e gelirken ve uyumaya çalışırken şu böceğin sesiyle başladı. Böyle sanki CD cdroom'a sıkışmış gibi bir ses geliyor, sonra duruyor bi 5 dakika sonra tekrar, AY BU NE, BU NE?? diye çıldıracaktım böceği bulana kadar... Köy kızım burası, ne bekliyorsun? Alışacaksın.
● Veee sürekli ertelediğim ve gözümde büyüttüğüm iki adımı attım. Ve hiç de gözümde büyüttüğüm kadar zor olmadı. Ama erteleye erteleye geç kaldım biraz. Bunu düzeltmemiz niye bu kadar zorlu bir süreç sevgili jurnal?
● 6 Ağustos Salı : Bir arkadaşım Türkiye'den döndü. Hava 30 dereceydi. Ve hep birlikte parka gittik. Bisiklet parkının önünde dururken bi anda dengemi kaybettim ve bisikletten düştüm. İşte hayatımın örneği, bisikletle şehirler aşarım ama durduğum yerde düşerim.
● 7 Ağustos Çarşamba : Günleri tutamıyoruuum. Bugün de arkadaşımla ikinci el dükkanına gitmek için sözleşmiştik. Birlikte gaza gelip Hollandaca kitaplar aldık, ben bir çay fincanı aldım. Gitme amacımız ise bana siyah bir çerçeve bulmaktı, burası nerenin hazine haritası acaba? Arkasına baktım ama hiçbir şey yazmıyordu. Ve evet hayattan hala böyle şeyler bekliyorum, gizli bir harita, ya da bir yerde daha önce kimsenin bulmadığı bir Van Gogh tablosu bulmakkkgljllg.
...............
Peki neden "bu haftayı daha iyi geçirebilirdim, tam olarak istediğim gibi olmadı, hakkını veremedim" hissinden kurtulamıyorum hiç? "Tam olarak ne istiyordun bu haftadan?" sorusu gelirdi sanki terapide.
Bilmiyorum, şöyle şeyler mesela? Yepyeni bi Van Gogh tablosu bulmak, Hollandaca 1000 kelime öğrenmek, 400 km koşmak, 5000 kelime tez yazmak ve muz yerken çilek tadı almak.
Ne? Zor mu sanki? Tamam muz yerken çilek tadı almasam da olur.
Ağustos 2024 - Tilburg
36 notes
·
View notes
Text
Gittiği hiç bir yerde 10 günden fazla kalmazmış o, kök salmasın ruhu diye. Uğradığı her deniz kenarından bir avuç kum doldururmuş boş şişesine. Bu yüzden şişe doluymuş cepleri. Sadece bir sırt çantası varmış kendine yük bildiği. İnsanlar onu “ hey sırt çantalı bayan” diye çağırırmış. Adını bile hatırlamayışı bundan. Bir sürü dil bilirmiş ama en son ne zaman “bunun fiyatı ne kadar” harici bir cümle kurdu hatırlamazmış. Bu yüzden severmiş deniz kenarlarını, basitleştirilmiş cümlelerini heba etmesi gerekmezmiş ona bakarken. Ya da ona karşılık vermesini beklemesi gerekmezmiş denizin. Sahip olduğu çok az şeyi varmış. Bu yüzden kaybetmekten çok korkarmış. Hayatı sırt çantasının içine sığdırmayı başarırmış o. Bir sürü ülke gezmiş, bir sürü şehir görmüş ama hiç bir somut anı saklamamış kendine, bir avuç kumdan başka. Kimliği olmasa belkide ismini bile hatırlamazmış bir zaman sonra. Şehirler aşmış hatta ülkeler aşmış ama bir türlü kendi engellerini aşamamış. Kök salmaktan öyle korkmuş ki bir fidan bile olamamış. Olmak istemezmiş zaten.
73 notes
·
View notes
Text
Başıboş muhalefet sorunu
Köpek popülasyonu son beş yılda 4-5 kat artmış.
Bu veri de belediyelerin görevini tam manasıyla yapmadığını gösteriyor.
Belediyeler görevini (kısırlaştırma ve rehabilitasyon) layıkıyla yapmış olsaydı bugün bu sorunu konuşmuyor olacaktık.
Bugün bu sorun varsa ne yapılmalı?
Tabi ki önlem alınmalı…
Önlem almak adına TBMM’de bir yasa teklifi hazırlandı.
Yasada neler var?
Kanunun amaçlarına "insan, hayvan ve çevre sağlığı gözetilmek kaydıyla" ifadesi ekleniyor.
Sokak hayvanlarına ilişkin yürütülecek çalışmalarda, "tereddüte mahal verilmemesi, kedi ve köpeklerin sahipli hayvan statüsüne alınabilmesi için Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu kapsamında Tarım ve Orman Bakanlığı veri tabanına kaydedilmesi zorunluluğu bulunduğundan ‘sahipli hayvan’ ve ‘sahipsiz hayvan’ kavramları" açık bir şekilde tanımlanıyor.
Tedavi edilemeyen salgın bir hastalığı veya saldırganlık durumu söz konusuysa uyutulma işleminin uygulanacağı da taslakta açıkça belirtiliyor.
‘Maddeler bu kadar açıkken ve tüm başıboş sokak köpekleri içerisinde bu oran büyük bir ihtimalle yüzde 1 seviyesini de bulmayacakken; bu kopan fırtına da neyin nesidir?‘ sorusu doğal olarak karşımıza çıkıyor.
Kopan fırtınanın birinci nedeni; Gezi Parkı’nda olduğu gibi insanları sokaklara dökerek yeni bir iç karışılıklığı tesis etmeye çalışmak…
İkinci nedeni ise; yasaya göre belediyelerin çalışmak zorunda kalacak olması…
Yasayı hakkıyla uyguladığınızda; zaten hiçbir sorun çıkmayacak.
Zaten büyükşehirler ağırlıklı olarak CHP’li belediyeler tarafından yönetiliyor.
Talimat verin ekiplerinize; yasayı bihakkın uygulasınlar.
Uygulanmazsa sorumlulara hapis cezasını da öngören bu yasadan neden korkarsınız?
Kendi belediyenize ya da çalışanınıza mı güvenmiyorsunuz?
Ya iş yapmaya gözünüz yok ya da ülkeyi yeni bir karışıklığa taşımak istiyorsunuz gibi bir sonuç ortaya çıkıyor…
Aksi takdirde yüzde 1’in altında uygulanabilecek uyutma durumuna odaklanıp, sorunu oluşturan yüzde 99’dan fazlasını gözden kaçırmanın başka bir izahı da olamaz.
Konser vermez, barınak yaparsan sorun çözülür.
Örneğin; İstanbul Büyükşehir Belediyesi tek seferde 553 milyon liralık konser ihalesi yapmak yerine barınak ihalesi yapabilir…
2019’dan bu yana 1 metrekare yapılmamış. Yapılan en son barınak Kadir Topbaş imzası taşıyor.
Üstelik bununla ilgili ödenek alınmasına rağmen…
Maksadı üzüm yemek olan herkes bu konuya böyle bakar.
Ama maksat bağcı dövmek…
Hem de maalesef dışarıdan alınan talimatlarla bunu gerçekleştirmek…
İş yapmaya gözü olan yapıyor.
AK Partili Gaziantep Büyükşehir Belediyesi sorunu çözmüş.
100 dönümlük bir alanı, doğal yaşama uygun biçimde sokak hayvanlarına ayırmış.
Köpekleri ‘sokak hayvanı’ olmaktan kurtarmış.
Hayvan hastanesi yapmış, tedavilerini üstlenmiş.
Yani işini yapmış.
Ve hayvanların ölmesine de gerek kalmamış.
İBB’nin Gaziantep Büyükşehir Belediyesi’nden kat kat fazla bütçesi var.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in yakın dostu Malatya Milletvekili Veli Ağbaba bakın ne diyor; “Hayvanseverleri büyük mücadeleye davet ediyoruz. Sokaklar sizin. Bu mücadele başarıyla sonuçlanacaksa bir araya gelerek sesimizi yükseltelim. Sokaksa sokak. Ne yapacaklar? İdam mı edecekler sizi? Bedel ödemeden bir şey elde edilemiyor. Bu ülke kurulurken bedel ödendi. Mustafa Kemal idamı göze aldı. Memleketi kurtardı. Ayağa kalkın mücadele edin.”
Sahipsiz köpekler ile ilgili yasayı ‘Kurtuluş Savaşı’ ile denk tutan bir yaklaşım…
CHP Eskişehir İl Başkanı Talat Yalaz, yasanın çıkması halinde sokakları yıkmakla, ateşe vermekle tehdit ederek; “İki ağaç kesildi diye sokakları nasıl inlettiysek, aynı şekilde mücadelemizi veririz.” ifadelerini kullanıyor.
Ne güzel siyaset…
Yahu büyükşehir belediyesi sizde, ilçe belediyelerinin büyük çoğunluğu sizde…
Belediyelerine yaptır barınakları, hayvanlar da insanlar da rahat rahat yaşasın…
Ayrıca Türkiye’nin derdi ile dertlenen bir muhalefet anlayışı; bu ekonomik zorluklar içerisinde yeni bir ‘Gezi Vakası’nın ülkeye nasıl bir faturası olacağını düşünür.
Ama dedik ya; başıboş muhalefet…
Başıboş sokak köpekleri yasasından önce; başıboş muhalefet yasası çıkarmak en doğrusu olacak sanki…
HABER7 YAZARI : Ferhat Murat 23.07.2024 08:46
36 notes
·
View notes
Text
🌱Günaydınlaaar🌱
🌱Senin gözlerinden başka bir ülke varmı 🌱
🌱Mutlu sabahlar🌱
215 notes
·
View notes
Text
En çok konuşmak istediğim konulardan birinin wattpade gelen erişim engeli olmasına rağmen bir haftadır bunun hakkında bir şey demedim çünkü benim inancım bu süre zarfına bu yapılan saçmalığın düzeleceğine dairdi. ta ki bugün AppStorede kaldırıncaya kadar. Burada konunun wattpade gelen erişim engeli olduğu kadar konunun başka bir yüzü var. Bugün bizim kitap okumamızı engelleyen insanlar öbür gün başka bir şeyi kısıtlamıyacağı ne malum. Özgür bir ülkede yaşıyoruz herkes istediği şeyi yasal olduğu süresince yapabilir. O kadar yetişkin içerikli film varken o filmler yerine o kitaplarında içinde bulunduğu uygulama kısıtlanıyor. Ve uygulamanın içinde gayet masum kitaplar varken. Hem kitap okuma özgürlüğümüz kısıtlanıyor hem de genç yazarların önü kesiliyor. Şu an yüzlerce genç yazarın hayali yıkıldı. Sebebi ise ülkemizin saçma sapan yasakları. Dünyada bu uygulamayı kısıtlayan ilk ülkeyiz. Biz gelişelim derken bu haraketlere daha da alçalıyoruz. Nerede görülmüş kitap okunan bir uygulamanın kısıtlandığı? Hem de kitap fiyatları bu kadar artmışken. Bugün bu ülkede bu olay hakkında sesini duyurmaya çalışan bir yazara saçma sapan bir mail geldi. Gerçekten biz ülkece bu kadar düştük mü ya? Daha cinsiyet ayrımcılığı konuşulan bir ülke de kitap okunan uygulamanın kısıtlanması ne kadar doğru? Wattpad yerine TikTok'a erişim engeli gelmeli diyen kişileri gördüm. Hiçbir linçleme olmadan diyorum ki galiba o kişiler olayın wattpadden ziyade bir uygulamanın kısıtlanması olduğunu anlamıyorlar. Ebeveynler eğer çok rahatsızsa bu uygulamadan kendileri çocuklarının eline telefon tablet verip onlarla ilgilenmemezlik yapmak yerine çocuklarının nelere girdiğine bakıp kendileri kısıtlasınlar. Eğer çocuklarına sözleri geçmiyorsa o da onların yetersizliğidir. Ben bir yetişkin olmayabilirim ama wattpad kullanan diğer yetişkinlerin hakları kısıtlanıyor. Onlar 18 yaşından büyük bireyler olarak istediklerini yapabilirler. Son olarak da ülkedeki tacizci tecavüzcü insan denmeye bin şahit olsa yine bir bok olmayacak insanları durdursak bence daha iyi şeyler olur.
#evimi özledim#Wattpad evim#wattpad açılsın#3391km#baldur's gate 3#3391kilometre#egeninışıkları#ömer ege zorlu#egeninincisi#egeninizmiri#egeizmirindir#uzak mesafe#izmiregenindir#izmirveege#izmirinegesi
18 notes
·
View notes