#ülke gerçekliği
Explore tagged Tumblr posts
Text
İmge Kalıyor Geriye
Bir imge çıkıyor. Tümden, bariz ve muallakta kalmayacak kadar cerahatin dibine gömülü halde bir ülkenin sınırları belirleniyor. Belirgin bir halde, yalın bir tehdit sarmalından tam da eksiksiz bir yıkıcılık ekseninden bildirilen bir yerin görünürlüğü artıyor. Tümüyle açık ara bariz belirsizliklere doğru koşar adım giden bir ülke var ediliyor. Belirsizlik kesintisiz bir halde günden güne imal edilirken yolun / yordamın / anlamın çürütüldüğü menzilin en kestirmeden hakikati ile günler geçiriliyor. Bir fecaat sarmalı ki içinden dışına çıkılamaz, asla düşünülemez diye ilan ediliyor. Mahvın kısır döngüsü içerisinde ne o yan ne bu yan söz konusu edilsin isteniyor. Güllük gülistanlık bir cennet vatan imgesinden bahisler ardıl sıra açılıp dururken çürümenin ortasına demirlemiş bir yerin imgesi yok sayılıyor. Hemen her gün apayrı cerahatin, her şey bir kokuşmuşluğa esir. Vatanımız dediğimiz sahnenin de giderek elden kaydığı, yok edildiği bir ataletin ortasında günler geçirilip duruyor, masal ne hakikat ne söz ne! Her şey çürümenin, ruhsal bir kıyamet ortamında gerçekliğin zayi edilmesinden mülhem bir yer gerçeğe dönüştürülüyor, tek gerçeğe.
Bugün alışılageldik deneyimlerin laf kılındığı bir zeminde, gerçekliğin bunca yalın, afaki ve doğrudan cürümlerle ilerlediği bir zeminin hakikatinden kim bahis açacaktır ki! Kısa, kestirmeden gündelik bir yıkıcılık ekseninde yol yürünürken olmakta olanın cehennemin ta kendisine evriminden kim bahis açacaktır. Günbegün var edilenlerle yaşam ihtimalinde onarılması imkansız yaraların gedikleri açılırken cürüm hayatı, kötülük tüm anlamlarıyla bedenleri sarıp sarmalarken var edilmiş olanın korkunç sureti temsilinin ayırtına kim nasıl varacaktır? Gündelik olan bir mefhum, düzenli kullanılan ilaçların zamlanacak olmasının bildirilmesinin hemen ardından çıkagelen ilaç yok lafzı misal bir örnek olarak var edilebilir. Avrupa Para Biriminin çarpanının yeniden belirlenmesi neticesinde 25 Aralık tarihinde yüzde 25 civarında zamlanacak ilaçlar haftası öncesinden sırra kadem bastırılırken ne gibi bir imge var edilebilir çürüten yerden gayri. Aspirin’den, antibiyotik ya da kimi hayat memat meseli olagelen düzenli kullanılması elzem ilaçların yok denile gelmesinin utancını, hastalara kim anlatabilecektir? İnsanlarının canının paradan çok daha elzem / önem atfettiği bir düzlemi sormak / görmek, halen imkansız mıdır? Uzak bir hal midir, bunca yalın kepazeliklerle birlikte bir imge var edilirken, devlet insanını da mı gözden çıkartır, çıkartmıştır, nedir yani?
Her gün aşıyoruz, uçuyoruz kaçıyoruz denilirken dünyaca ünlü bir simsar çete çatıdan çıkagelen şu haber mesela ol imgenin suretini kesintisiz bildirmektedir. Halin perişanlık dolu temsilini göz ardı edip, bitiyoruz, yok oluyoruz diye söyleyenlere inat ilerliyoruz, güçlü ülkeyiz diye lafza giren baş efendinin karşısında, sermaye tüm kartlarını açık oynar. Olabildiği kadar açık nefretiyle sıradan insanların hayat hakkının lağvedilmesinin nasıl da o sermaye / çark / düzen için elzem olduğundan dem vurulur. Evrensel Gazetesinden haberi aktaralım: “ABD merkezli uluslararası kredi değerlendirme kuruluşu Moody’s, Türkiye ekonomisine ilişkin hazırladığı rapor ile ‘sert bir ekonomi politikası’ istedi. Faiz, ücret, büyümeye ilişkin uluslararası sermayenin taleplerini dile getiren Moody’s, uluslararası sermayenin Şimşek politikalarından memnun olduğunu kaydetse de, sermayeye güvenin henüz tesis edilemediğini kaydetti. Hazırlanan raporda Türkiye’nin kredi notu yine durağan olarak kaydedildi.
Uluslararası sermayenin taleplerini dile getiren Moody’s, Türkiye’nin kredi notundaki iyileşmenin asgari ücret zammına bağlı olduğunu kaydetti. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası eliyle politika faizinin yüzde 8.5’ten yüzde 40’a yükseltildiğine işaret eden Moody’s, “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının da etkisiyle, ortodoks para politikasına dönüş kesinlikle olumlu” dedi.
Moody’s, IMF’nin aksine ‘aşırı’ ücret artışlarına bağlı olarak artan talebin enflasyonist baskı ve risk yarattığını savundu. Raporda, “Yakın vadede önemli bir risk talebe bağlı enflasyonist baskıları daha da artırabilecek aşırı ücret artışlarıdır” denildi. Moody’s, ücret artışlarının TCMB’nin enflasyon hedeflerine paralel yapılması gerektiğini savundu.
TCMB, asgari ücretteki yüzde 10’luk artışın manşet enflasyona yaklaşık 2 puan katkı sağlayacağını tahmin ediyor.
Uluslararası Sermaye Hâlâ İkna Değil, Daha Fazla Faiz İstiyor
Yüksek faize dayalı sıkı para politikası uygulanan Türkiye’de hükümet politikaları ‘uluslararası sermayenin’ taleplerini yeteri kadar karşılayamadı. Raporda, “Cumhurbaşkanı gücünün yoğunlaşması” nedeniyle yüksek faiz politikasından dönülme ihtimalinin azımsanmadığını kaydeden Moody’s, “Önümüzdeki ay sınırlı bir politika faizi artışı bekliyoruz” ifadelerine yer verdi.
Daha Çok İşsizlik Önerildi
Raporda ücretlerin reel olarak geriletilmesine bağlı olarak iç talepte gerçekleşecek daralmanın, Türkiye’nin cari açık sorununa da olumlu yansıyacağı kaydedildi. Cari açıktaki daralmanın büyük oranda ithalatta gerileme ile mümkün olacağı belirtildi.
TÜİK verilerine göre gerçekleştirdiği ithalatın yüzde 75’i ham madde, yüzde 13.8’i sermaye malı, yalnızca yüzde 10.3��ü tüketim malı olan Türkiye ekonomisinde ithalatta yaşanacak gerileme, üretimin azalmasına ve dolayısıyla işsizlikte artışa neden olacak. Türkiye’de halihazırda 8 milyondan fazla işsiz bulunuyor.
Halkın Tasarrufu Faize Gidecek
AKP tarafından hazırlanan orta vadeli programa göre 2023 yılında faiz harcamalarının 663.6 milyar liraya çıkacağı öngörülürken devletin yatırım harcamaları 789.8 milyar lira olacak.
2024 yılında faiz harcamaları yatırım harcamalarını aşacak. Faiz harcamaları 1 trilyon 276 milyar liraya; yatırım harcamaları 1 trilyon 108 milyar liraya çıkacaktır. Böylece faiz harcamalarının yatırım harcamalarına oranı yüzde 115’e kadar çıkacak.
2025 yılında da söz konusu ivme sürecek. Faiz harcamaları 1 trilyon 833 milyar liraya, yatırım harcamaları 1 trilyon 350 milyar liraya çıkacak. Faiz harcamalarının yatırım harcamalarına oranı yüzde 135’e çıkacak.
Böylece devlet, yatırımdan çok faiz harcaması yapacak.
IMF: Enflasyonun Nedeni Ücretler Değil, Şirket Kârları
IMF’nin son raporuna göre Avrupa’daki enflasyonu en çok artıran kalemlerin başında son iki yıldır şirket kârları geliyor.
Bunun ana nedeni ise şirketlerin fiyatları, roket hızında yükselen enerji ithalatı maliyetlerinden daha fazla artırması.
IMF yetkilileri, Avrupa Merkez Bankasının 2025 için koyduğu yüzde 2 enflasyon hedefinin tutturulması için şirketlerin daha düşük kâr oranlarını kabul etmeleri gerektiğini söylüyor.
IMF Analistleri Niels Jakob Hansen, Frederik Toscani, Jing Zhou’nun 23 Haziran tarihli raporuna göre 2022’nin başından bu yana fiyatlardaki artışın yüzde 45’i şirketlerin kâr artışından kaynaklı.
“Daha yüksek enflasyon, daha yüksek kârları ve ithalat fiyatlarını yansıtıyor” diyen analistlere göre ithalat, yüzde 40 oranında, işçi maliyetleri ise yüzde 25 oranında enflasyona etki ediyor. Vergilerin ise çok az miktarda bir deflasyonist etkisi var.”
Katma değerin hiç edildiği, iç etmek için paraları / rantı, milyonlarca yobaz / hırsız / çakal sürüsünün, o sermaye diye çıkagelen temsilin aportta beklediği bir zeminde görünen köye kılavuza ne hacet vardır. Bir imge çıkıyor. Tümden, bariz ve muallakta kalmayacak kadar cerahatin dibine gömülü halde bir ülkenin sınırları güncelleniyor. Yoksulluk bütün bütün bir ülkenin tek ortak değeri haline dönüştürülürken, sermayenin kapısında el pençe divan duranların sayıklamaları arasında ezdirmedik, yedirmeyeceğiz lafzı dışında pek de bir şey geriye kalmaz. Bir imge ortaya çıkarken, cürmü her şeyin üstüne konumlandırıp duran bir aklın, tahakkümünü nasıl da benzersiz bir halde şekillendirdiğini görürüz. Bu istikametin ol sermayenin ana temsilcilerinde nasıl yankı bulduğu zaten moody’s’den çıkan görünüm raporundan da anlaşılabilecektir. Tümüyle alt sınıfı enikonu ortadan kaldırmak, daha da fazla kemer sıkarak, geleceksiz kılmanın yollarında sadakaya muhtaç hale koymanın adı ne zamandan beridir bir kurtuluş reçetesidir.
Bay Şimşek bir kere daha konuşur: “Bakanlığının 2024 yılı bütçesini TBMM Genel Kurulunda anlatırken, ‘’Biz hiç kimseden para istemedik. Türkiye’nin paraya ihtiyacı yok. Arzuladığımızdan daha fazla para girişi zaten var” dedi. Şimşek ayrıca ekonomide işlerin düzelmeye başladığını, uygulanan program dışında Türkiye’nin başka bir seçeneği olmadığını söyledi.
Şimşek’in bu sözlerine muhalefet milletvekillerinden sert eleştiriler geldi. CHP’li Burcu Köksal, “Paraya ihtiyacınız yoksa niye halktan çifter çifter vergi alıyorsunuz. Neredeyse bir nefes vergisi almadığınız kaldı. Konuşmanıza bakıyorum hac farz olmuş, kasaya bakıyorum zekata muhtaç” dedi. DEM Milletvekili Meral Danış Beştaş da, “Madem paraya ihtiyacınız yok o zaman niye insanların istediği maaş zamlarını vermiyorsunuz?” diye sordu.”
Bir imge çıkıyor. Tümüyle belirsiz bir geleceğin sınırlarında, az buz değil basbayağı noksan, eksik gedik kılınan hayatların temelleri sağlama alınıyor. Kimseden borç istenmeyen bir güzergahta, yaşamın normatif halleri altüst ediliyor. Her güne içkin kriz hali, aralıksız darboğaza mahkum edilmiş milyonlarca insanın iki gıdım umudunun köküne kibrit suyu dökülmesi cafcaflı sözlerle süslenerek giydirilmeye çalışılıyor. Nizam, düzen, kendi yolunda ilerleyen insanlara bu hallerinden çıkmaları, tıpkı kendileri gibi arsız, yalancı, hırsız olmalarının salık verildiği bir ülke gamı profil olarak kanıksatılmaya çalışılıyor. Daha yakın geçmişte bir araba laf yemiş bir suretin bugün bakan koltuğunda oturabildiği, yönetim olgusunun şeffaf falan değil tastamam sarayın teslimiyet bayrağının var ettiği sınırlar içerisinde güncellendiği bir ülke yeniden dizayn ediliyor. Gelecek karanlık, gelecek simsiyah bir ülkenin imgesi artık olağan, vaka-ı adiye kılınıyor. Normalin zayi edildiği bir zeminde hakikat bir yerlerden sökün etmeye devam ediyor. Belirsiz bir gelecek şablonunun tek bilinen denklemi olarak yoksulluk paylaştırılmaya devam ederken bilinen tek şey bu karanlık oluyor. Bir habis döngüde debelenip duruyor koca ülke. Ne günü gün, ne yarını yarın, ne sonrası belirli. Bitimsiz bir iktidar pratiğinin ol orta yerinde cerahatin kucağına terk edilmiş olanların hayatları mahva mahpus kılınıyor. Ötesi berisi lamı cimi yok, bir imge çıkıyor meydana. Yeni yüzyılı falanı filanı hepten hikaye, rezillik, kepazelik. Bir imge çıkıyor meydana dört yanda feryat figan, avaz avaz, imdat imdat!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Einkaufsstraße In Istanbul © Chris MCGRATH – Getty Images – Zeit
#meram#arzihal#tahayyül#denge#tr#ülke gerçekliği#başka türkiye vardır#ekonomik#buhran#kötülük ekonomisi#paradigma#sessizlik#şimşek#ekonomi#yıldırı#biiyopolitika#hayat memat#mücadele#asgariucret#siyasa#çürüme#izler#mesel#anlık#kısa yazı#notlar#anlam
2 notes
·
View notes
Text
Bir ülkeyi tanımak istiyorsan, nasıl yaşadıklarına değil, nasıl öldüklerine bak.
Ölümün sessiz çığlığında saklıdır o ülkenin tüm kirli sırları. Düşünsene, bir sokak arasında yığılıp kalmış, kimsenin dönüp bakmadığı bir beden…
Kimin umrunda?
O beden ne zaman son nefesini verdi, hangi acılarla kıvrandı, kimse bilmez.
Ya da belki de bilmek istemezler.
Çünkü her ölüm, bir aynadır aslında; o toplumun üzerine tuttuğun karanlık bir ayna.
Bazı ülkelerde insanlar, açlıktan ölür.
Ekmek kırıntıları peşinde sürüklenirken, hayatlarını yitirirler.
Çöplerden yemek ararken can verirler.
Bir lokma ekmek bile bulamayan insanlar, o ülkenin ruhunu gösterir.
Bir başka yerde ise savaşın gölgesinde ölürsün. Kimin düşmanı olduğunu bilmeden, kimin için savaştığını anlamadan, sadece bir kurşunla yere düşersin.
Neden öldüğünü bilemezsin, bilsen bile, anlamsız gelir.
Üstün bir emirle, sessiz bir ölüme gönderilirsin. Devletin savaşıdır, ama ölen hep sen olursun.
Bir ülkeyi anlamak için binalarına, sokaklarına bakmana gerek yok.
Ölüm şekline bakacaksın. Öyle ya, adaletsiz bir ülkede insanlar ya açlıktan, ya hastalıktan ya da sessizce intihara sürüklenir.
Çünkü yaşamları, ölüm kadar bile değer görmez. Fakirsen, işin daha da zor.
Yoksulluk sadece aç bırakmaz seni; yavaşça öldürür.
Bir hastalığın pençesinde, ilaç parasını denkleştirmeye çalışırken, yaşamının ellerinden kayıp gitmesini izlersin.
Ve kimse fark etmez seni.
Birileri, bir yerlerde lüks içinde yaşamaya devam ederken, sen sessizce toprağın altına gidersin.
Adil mi bu?
Hiç de değil.
Ama sistem böyle kurulu.
Yaşamak, zenginlerin ayrıcalığı gibi.
Ölümler ise her yerde, hepimiz için aynı görünse de, aslında asla eşit değil.
Ve bir de ölüme giden yollar var.
Çoğu zaman, ölmek bile özgürlük değil.
Ötenazi bile yasak çoğu yerde, çünkü devletin bile ölümüne karışacak hakkı var.
Hasta yatağında, acı içinde kıvranırken, sana "yaşamak zorundasın" diyorlar.
Yaşamaksa, bir ceza gibi sunuluyor.
Hani derler ya, ölüm bile bazıları için bir lüks.
İşte öyle bir ülke düşün; ölmeye bile izin verilmeyen.
En acısı da şu: Bir toplum, insanların nasıl öldüğüne kayıtsız kalıyorsa, orada insanlık ölmüştür zaten.
Ölüme alışmış bir toplumda, yaşamın ne anlamı kalır ki?
Bir ölüm haberi duyarsın, geçersin.
Bir bomba patlar, haberlerde görürsün, sonra kanalı değiştirirsin.
O ülkede insanlar sadece ölmüyor, insanlık da her ölümle birlikte biraz daha toprağa gömülüyor. Mezarlıklar doluyor, ruhlar kararıyor.
Yaşayanlar ise bu ölüm sessizliğinde, aslında hayatta kalmakla ölü olmak arasında ince bir çizgide yürüyor.
Sonuçta herkes bir gün ölecek, bu kaçınılmaz. Ama nasıl öldüğümüz, nasıl yaşadığımızı anlatır. Bir ülke, insanlarının nasıl öldüğüne ne kadar kayıtsız kalıyorsa, işte o ülkenin maskesi orada düşer.
Ve aslında ölmek bile o toplumun bir yansıması olur.
Çünkü ölüm, sadece bir son değildir.
Her ölüm bir iz bırakır, bir gerçekliği ortaya çıkarır. O yüzden bakacaksın, nasıl yaşadıklarına değil, nasıl öldüklerine...
3 notes
·
View notes
Text
EY MİLLETİM !
Lütfen artık çıplak gerçekliği görelim; "ezan, bayrak, vatan, millet" nutukları eşliğinde, tencerenin dibini sıyıracak kadar hepimizi soyup soğana çevirdiler.
Son zamanlarda da olduğu gibi; "14 Mayıs Batının siyasi darbe girişimidir" veya seçimi kazanınca "şampanya patlatmak" ve "secdeye kapanmak" şeklindeki beyan ve kıyaslarla hepimizin aklıyla alay ediyorlar...
LÜTFEN DİKKAT !
Yanaşma Düzeninin görünür ve görünmez organize menfaat şebekeleri tarafından idare edilen bir ülke ve ekonomide hukuk içinde ve kendi dinamikleriyle çalışan herhangi bir PİYASANIN VARLIĞINDAN ve yurttaşların refahından BAHSEDİLEMEZ...
2 notes
·
View notes
Text
Geçenlerde medyada dolaşıma sokulan bir video vardı.
Afganistan'lı kadınlar, İranlıları uyararak, kendi yakın tarihlerinden örnekler veriyordu. Yıkılmış ve artık ayağa kalkması çok zor olan ülkelerinin halini örnek gösteriyorlardı.
Bunu, son iki aydır "Kadına Özgürlük" sloganıyla İran devleti üzerinde baskı kurmaya çalışan Batılı Devletlerin gerçek niyetlerine dikkat çekmek için yapıyorlardı.
Zira ABD, Kanada, Fransa ve İşgal Rejimi İsrail, bizzat Başkanları düzeyinde destek sunuyordu İran'da Yönetim Değişikliği'ne...
Irak, Suriye ve Libya'da da öyle yapmamışlar mıydı sanki?
"Özgürlük, İnsan Hakları, Demokrasi" diye girdikleri o ülkelere bıraktıkları ölüm, kan ve yıkım göz önüne alındığında Afganistanlı kadınlar haklı değil miydi?
Ayrıca mesele, "Kadın Özgürlüğü" ise eğer, koskoca bir ülkeye adını veren Suud Aşiretini ayakta tutan Batılılar, bu ülke rejiminin kadına yönelik ağır baskıcı tutumu karşısında niye sessizler de, İran'da "Kadın Özgürlüğü" için milyar dolar bütçesi olan bir "Hibrit Savaşı" başlatmış durumdadırlar?
Sahi gerçekten İranlı kadınlar için mi, şimdi bu protestolara destek?
40 yıldır o kadınların ülkesine yönelik bunca saldırı, ambargo neydi öyleyse? İranlı kadınlar, kimyasal gaz yedikleri için binlerce sakat çocuk doğurmadı mı? Sahi Kimyasal gazı kim vermişti Saddam'a? Bu gazı kullanmanın suç olduğunu, kullanımının tazminat gerektiğini, BM Genel Kurulu'nda engelleyen kimlerdi? ABD kadar İran kadınına zulüm eden ikinci bir ülke var mı ki, şimdi Başkanı Bıden "İran kadınları için" tweet atıyor, vido çekiyor?
İranlılar, en basit ilaç, tohum, makine ekipmanı, hastahane ekipmanı tedarikinden mahrumdu. Zira başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler, İran'a bu malları satan ülke ve şirketlere ağır ambargolar uyguladılar/uyguluyorlar.
Düşmanı iyi tanımak zorundadır bu coğrafyanın insanı. Gözünün içinden tanımalı onu. Nefesinden, sesinden... Yapamazsa bunu, kanı boşalır da haberi olmaz. Evini yıkmak için hazırlanan dozere kendisi yol gösterir. Yıkılınca anlar, kendi evi olduğunu...
Bugün Iraklılar bizim çöp bidonlarımızdan naylon poşet topluyorsa eğer, o gün Bağdat meydanına giren Amerikalı Coni'nin postalını öptükleri için...
Suriyeli gittiği ülkelerde eğer hergün hakaret yiyorsa, parya muamelesi görüyorsa; dünyanın dört bir yanından ülkesine üşüşen ruh hastalarına ispiyonluk yaptığı için...
Ya Libyalı?! Batılıların gerçek niyeti gördü ama iş işten geçti artık...
Gerçek acı da olsa, gerçekliği değişmez.
Afganistanlı Kadınlar, işte bu tecrübe ışığında İranlılara mesaj gönderiyor. Gerçi İran, Direnişin Karargahı bir ülke. Halk, tüm bu hadiseleri biliyor ve hatta çok çok iyi biliyor... O yüzden Batının orada başarılı olma şansı yok denecek denli...
Ancak ülkemizde bir takım "ABD dolmuşunda Alinejad dinleyen zevat"a sözümüz:
Batılılar, hazırlığı iyi yapılmış iki sefer de saldırdılar İran'a.
Birincisi, ateşli silahlar cephesinden oldu, Irak'tan... Öyle ki, şimdi alıp Arnavutluk'a götürdükleri Halkın Münafıkları Örgütü, hem içeride sabotaj ve suikast yapıyordu, hem de Saddam'ın tanklarının içinde Irak askerleriyle beraber kendi ülkelerine karşı savaşıyorlardı. Öyle çok iş çıkardılar ki o zaman. O kadar çok elit insan öldürdüler ki, düşmanları İran'ın belinin bir daha asla düzelemeyeceği şekilde kırıldığına inanıyordu. Ancak olmadı, dedikleri.
İkinci saldırı için bu sefer çok beklediler. Renkli Devrim veya Yumuşak Savaş'da denilen Soros Projesi'ni uygulamaya koydular. Bunun için siyasi tansiyonun yüksek olduğu 2009/Mir Huseyn Musevî ile Mahmud Ahmedinejad arasında geçen seçimi beklediler. Sonuçları manipüle ederek "Oyum nerede?!" başlığıyla bir sosyal çalkantı yaratıp, bunun üzerinden yumuşak geçişi denediler. Devrimciler, konuya vakıf olduğu için bu hesap da tutmadı.
Şimdi ise üçüncü yolu deniyorlar; Şimdi yaşanan da aslında bir savaş...
2022 Hibrit Savaş Konsepti uygulanıyor halihâzırda.
Hibrit (Karma) Savaş, mahiyeti itibarıyla tek boyutlu değil. Yani toplumun bir kesimi üzerinden veya bir etnik, mezhebi boyuttan değil. Çoğulcu bir saldırı sözkonusu...
İnkılap sözcüleri, protestoculara, "lideri olmayan hareket" derken, aslında işin bu boyutuna dikkat çekmek istiyor. Hibrit Savaş'ta lider ol(a)maz. Zira liderin, tüm bileşenleri temsil etme durumu yoktur.
Protestoları başlatma butonu Mehsa Emini adlı bir kızın ölümü idi mesela. Ona basarak başlattılar savaşı. Bizim ülkemizde bile bir kesimin "öldürdünüz kızı" diyerek koroya katıldığı döneme dönersek eğer mesele sanki bir kadının saçının teli göründüğü için öldürülmesi idi...
Peki ya gelinen nokta? Şimdi o kadını hatırlayan var mı? Ya da ölüm sebebi; gerçek miydi, yalan mıydı, ilgilenen var mı? (Selahaddin Demirtaş'ın kazıttığı saçları çıkmış mıdır acaba?!)
Kadın seçmişlerdi.
Kadını, Kürt olandan seçmişlerdi. Zira en kullanıma hazır terör örgütü o bölgede PEJAK'tır. Onun eliyle görecek işleri olacaktı.
Kadın ama kadının başörtüsü seçilmişti. Zira sol, seküler, liberal kesimi, kurdukları koroya dahil etmek için başörtüsü iyi bir argümandı...
Şimdi gelelim Hibrit Savaşın ikinci aşamasına.
Sistan-Belucistan'dan da saldırı başlattılar bu arada, kendilerine dahil ettiler. Ki, o bölgede asla başörtüsü konuşamazsınız. Halk oldukça mutaassıptır. İslami şekil üzerinde oldukça hassastır. Ama o halkı da sürece dahil ettiler. Nasıl mı, mezhep üzerinden... Sünni oldular orada.
Kirmanşah'ta "Kürt Halkının hakları zayi olmaktadır" diye Kürtçü oldular.
Tebriz'de Türkçü oldular. "Azerbaycan'a dahil olmak niye olmasın?" diye Azerbaycan üzerinden dahi sayfa açtılar.
Tahran'da kadın, Şiraz'da Demir-Çelik İşçileri, İlam'da Esnaf oldular...
Düşmanı tanımak çok önemlidir...
İran halkı, bu hamlelerin hiçbirine prim vermedi. 90 milyonluk İran'da, 9 bin adamın bir araya toplandığı bir fotoğraf veremediler bu protestolarda. Veremeyince bu fotoğrafı, en büyük açığı Tebriz'deki GAMOH'çu azınlık vermiş oldu. Halka karşı "bîşeref/şerefsizler" diye bağırmaya başladılar... Ve son bir haftadır da silaha sarıldı "barışçıl göstericiler..."
Gündüz çıkamadıkları sokaklara gece çıktılar. Rastgele sağa sola ateş açtılar, sabotaj ve suikastler yaptılar.
İran'da bunlar olurken, Türkiye'ye de Taksim'den geldiler. "Amerika'nın başsağlığını kabul etmiyoruz" diye de bir cevap aldılar.
Umarım halkımız Amerika'yı; onun oyunlarını, sinsiliklerini, ona piyon olup halklarımıza ihanet edenleri tanımakta en teyakkuz halini alır artık.
"Kahrolsun Amerika!" bir slogan değil, yaşam biçimidir.
3 notes
·
View notes
Text
TMMOB ve İKK ‘Doğal ve Yapay Afetlere Karşı Tedbir Çağrısı’ yaptı
https://pazaryerigundem.com/haber/179348/tmmob-ve-ikk-dogal-ve-yapay-afetlere-karsi-tedbir-cagrisi-yapti/
TMMOB ve İKK ‘Doğal ve Yapay Afetlere Karşı Tedbir Çağrısı’ yaptı
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Bursa İl Koordinasyon Kurulu (İKK) tarafından düzenlenen “Doğal ve Yapay Afetlere Karşı Tedbir Çağrısı” açıklaması gerçekleşti.
ESMANUR GÜLBAHAR/HERKES DUYSUN
“Doğal ve Yapay Afetlere Karşı Tedbir Çağrısı” Mimarlar Odası Bursa şubesinde gerçekleşti.
Ülkemizin doğal (deprem, seller, su taşkınları, toprak kaymaları, kaya düşmeleri, çığ, fırtınalar, hortumlar, volkanlar, yangınlar vb.) ve insan kaynaklı olan yapay (nükleer, biyolojik, kimyasal kazalar, taşımacılık kazaları, endüstriyel kazalar vb.) afetlerin sıklıkla yaşandığı bir ülke olduğunun altını çizerek konuşmasına başlayan Bursa Mimarlar Odası Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek, “Ülkemizin konumlandığı coğrafya nedeniyle, üç tarafı fay hatlarıyla çevrili olduğundan özellikle Kuzey Doğu Anadolu’da, Doğu Anadolu’da ve Ege’de depremler; Karadeniz bölgesinde aşırı yağışlar sonucu seller, heyelanlar; Doğu Anadolu’da ağır kış koşullarında çığ düşmeleri gibi meteorolojik afetler sıklıkla yaşanmaktadır.” şeklinde konuştu. Bu durum artık salt meslek odaları tarafından dile getirilen değil, devletin tüm kurumları, yerel yönetimler tarafından da hatta yurttaşlarca da bilince taşınması gereken bir gerçeklik olduğunu belirten Başkan Rodoplu Şimşek, “Devletin tüm kurumlarının, stratejilerini, planlamalarını, uygulamalarını bu gerçekliği dikkate alarak yapmaları da bir zorunluluktur.” şeklinde konuştu.
Artan afetlerin sonucunda yaşanan mal ve can kayıplarının ülke kalkınmasına zarar verdiğini dile getiren Başkan Rodoplu Şimşek, “Tüm ülkenin en önemli sorunlarından olan hızlı ve plansız kentleşme, kentlerdeki nüfus yoğunluğu, çevresel tahribatlar ve iklim değişikliğinin etkisiyle artan afetler ve sonucunda yaşanan can ve mal kayıpları ülke kalkınmasına da zarar veren önemli sebeplerdir. Kalkınmanın sürdürülebilir olması için ülkemizde afet risklerinin anlaşılması, risk azaltıcı tedbirlerin alınması ve çoklu tehlikelere karşı hazırlık kapasitesinin artırılması çok önemlidir. Yakın zaman önce yaşadığımız ve asrin felaketi olarak literatüregeçen 6 Şubat 2023 tarihinde gerçekleşen Kahramanmaraş merkezli depremlerden Adana, Adıyaman, Diyarbakır, Elazığ, Gaziantep, Hatay, Kahramanmaraş, Kilis, Malatya, Osmaniye ve Şanlıurfa illerimizde yaşayan yaklaşık 14 milyon yurttaşımız etkilenmiştir. Deprem bölgesindeki illerde toplumsal ve sosyal yaşamın yanı sıra ekonomik ve mesleki faaliyetler de durmuştur. Depremde 20 binden fazla yurttaşımız hayatını kaybetmiş ve yaralı sayısı 50 bini aşmıştır. Bölgede yaklaşık 113 bini yıkık ve ağır hasarlı olmak üzere toplam 365 bin bina hasar görmüştür. Başta Karadeniz Bölgesi’ nde olmak üzere artık Ülkemizin pek çok yerinde kuvvetli yağışlar nedeniyle yaşanan su baskını, heyelan felaketleri de kaygı verici boyuta ulaşmıştır. İklim anormalliklerinin de etkisiyle son on yıldır giderek artan bu felaketlere karşın, yerleşim yerlerinde yıkımlara sebep olan ve yıllardır uygulanan yanlış ve/veya eksik alt yapı, kentleşme ve yapılaşma politikaları bunca yaşanan acılara ve kayıplara rağmen sürdürülmektedir. Yine gerek ormanlarda gerekse artık sanayi alanlarında sık sık görmeye başladığımız şehir içi yangınlar da ciddi kayıplara sebep olan bunun yanı sıra ayrı çevre sorunlarına yol açan felaketler olarak ilk sıralarda yerini almıştır.” şeklinde konuştu. TMMOB olarak başta deprem olmak üzere tüm felaketlere karşı mevcut durumu ve yapılması gerekenleri her fırsatta dile getirdiklerini vurgulayan Başkan Şirin Rodoplu Şimşek, “Şehirlerimizin ve yapılarımızın afetlere hazırlıklı hale getirilmesini sürekli olarak tekrarlıyoruz. Yaptığımız tüm uyarılara, yayımladığımız tüm raporlara, gerçekleştirdiğimiz tüm bilimsel etkinliklere rağmen bugüne kadar afetlere hazırlık konusunda yeterli adımlar atılmadı.” ifadelerini kullandı.
İMAR AFLARIYLA SAĞLIK VE GÜVENLİK KOŞULLARI BELİRSİZ YAPILAR MEŞRULAŞTI!
Riskli yapıların son yıllarda meşru hale geldiğini ifade eden Başkan Şimşek, “Son 20 yılda 2,7 milyar metrekare alan için inşaat izni verilerek 2 milyon 144 bin 656 yeni yapı ruhsatı düzenlendi. 13 milyon 348 bin 492 konut üretildi. Bu konutlardan ne kadarının doğru zemin etüdü, uygun mimarlık, mühendislik proje süreçlerini ve gerekli denetimi gördüğü belirsizdir. Çıkarılan imar aflarıyla afet riski altındaki alanlarda olup olmadıklarına, kıyı alanları, tarım arazileri, orman alanları, içme suyu havzaları ve tarihi, doğal, arkeolojik sit alanları üzerine inşa edilip edilmediklerine bakılmaksızın; 3 milyon 119 bin 947 kaçak ve imara aykırı yapı için 26 milyar 151 milyon 389 bin 263 TL yapı kayıt belge bedeli alınarak riskli yapılar meşru hale geldi. Yapı güvenliği olmayan, planlama, mimarlık ve mühendislik süreçlerinden geçmemiş, teknik olarak sağlık ve güvenlik koşulları belirsiz toplam 7 milyon 393 bin 413 bağımsız bölüme kullanma izni niteliği taşıyan belge düzenlendi.” dedi.
KENTSEL DÖNÜŞÜM, AMACINDAN SAPTIRILDI!
Son 11 yıl içerisinde ülke genelinde sadece 238 bin civarında riskli yapıya “Kentsel Dönüşüm” adı altında müdahale edilerek yenilenmesinin sağlandığına dikkat çeken Başkan Şirin Rodoplu Şimşek şu ifadeleri kullandı:
“TBMM’nin Kahramanmaraş depremlerinden sonra çıkarttığı Mayıs 2023 tarihli raporuna bakıldığında 2012 yılından bu yana ülkede riskli olduğu düşünülen yapı miktarının sadece %3-4 civarındaki kısmı yenilenebildi. Kentlerin yeniden yapılandırılması ve depreme dayanıksız binaların yenilenmesi için gerekli olan ‘Kentsel Dönüşüm’ uygulamaları özellikle son yıllarda amacından saptırılarak inşaat firmalarına kaynak aktarılmasının, kentsel rantların belli kesimlerde toplanmasının bir aracı haline getirildi. Kent merkezlerinde bulunan afet toplanma alanı statüsünde park, bahçe ve meydanlar yapılaşmaya açılarak afet sonrasında yaşamı sürdürmeye olanak verecek güvenli alanlar ortadan kaldırıldı. Deniz kıyıları, dolgu alanları, dere yatakları ve çevreleri de ciddi bir riskle karşı karşıyadır. Okullar, hastaneler, itfaiye binaları ve diğer kamu binalarının deprem güvenlikleri belirsizdir. Ulaştırma yapıları, su yapıları, alt yapı şebekeleri, su arıtma tesisleri, doğalgaz, enerji ve haberleşme ağları risk altındadır. Tarihi ve kültürel yapılar büyük bir risk altındadır. Kentlerimizdeki benzin istasyonları, yanıcı, zehirleyici ve kirletici maddelerin işlendiği, depolandığı ve dağıtıldığı yerlerde ciddi bir risk vardır. Bu tür aktiviteler çoğu kez iskân alanlarıyla iç içedir.”
DEPREM YAPISAL YIKIMLA BERABER KİMYASAL FELAKETLERİ DE GETİRECEK!
Olası bir Marmara Depremi’nde yapısal yıkımla beraber büyük kimyasal felaketlerinde beraberinde geleceğini açıklayan Başkan Şimşek, “Bursa özelinden bakarsak ilimiz sınırları içerisinde 17 adet organize sanayi bölgesi bulunmakta ve bu organize sanayi bölgelerinin büyük çoğunluğunun şehir merkezine çok yakın olduklarını düşünürsek, olası bir deprem durumunda yaşanacak olan kimyasal tehlikeler depremin yıkımını daha da şiddetli boyutlara taşıyacağı apaçık ortadadır. Kimyasal madde ve boya üreten fabrikaları, kimyasal tanklar, kimyasal malzeme depoları, benzin istasyonları ve kontrolsüz merdiven altı üretim yapan üretim atölyeleri doğal afet durumunda potansiyel tehlike kaynaklarıdır ve yıkımlarının sonuçları çok ciddi olacaktır.” dedi.
Deprem etkisiyle yaşanacak kimyasal kazalar, patlama, yangın, gaz ve kimyasal kaçaklar ciddi boyutta zehirlenmelere, ekolojik kirlenmelere ve ölüme sebebiyet vereceğini dile getiren Başkan Rodoplu Şimşek, “1999 depreminde Yalova’da bulunan Aksa Akrilik Kimya Sanayisi’nde deprem esnasında tank yırtılması nedeniyle 6500 ton akrilonitril suya, toprağa ve havaya karışmıştır. Deprem sonrasında yine tesislerden birinde tankların soğutması yetersiz kaldığından, aşırı basınç artışını önlemek amacıyla 200 ton kadar susuz amonyak havaya bırakılmıştır. Bu firmanın dizel jeneratörü olmasına rağmen, jeneratör kapasitesi sadece aydınlanma için tasarlanmıştır. Amonyak tanklarının soğutulması hiç düşünülmemiştir. 6 Şubat depreminde İskenderun Limanı’nda konteynırların devrilmesi sonucu çıkan yangın güçlükle söndürülebilmiş, Boğucu duman günlerce ilçenin üzerinde kalmıştır. Daha onlarca yaşanmış olan bu ve bunlara benzer pek çok endüstriyel kaza, sızıntı ve yangınlardepremler sonrası meydana gelmiştir.” dedi.
BÜTÜNCÜL VE BİLİMSEL BİR ANLAYIŞA İHTİYAÇ VARDIR!
Ülkemizde her yıl önemli kayıplara neden olan pek çok doğa olayının afete dönüşmesini önlemek için afet riski altındaki alanların sağlıklı ve güvenli yaşam alanları haline getirilmesi, yani “İnsan Odaklı ve Afet Direçli Kentler”in oluşturulmasının öncelikli ve acil bir ihtiyaç olduğunu açıklayan Başkan Şirin Rodoplu Şimşek, “Özellikle son 20 yıl içerisinde başta depremler olmak üzere tüm afetlere yönelik politikaların ve atılması gereken adımların tüm boyutlarıyla neler olması gerektiği konularında, başta kamu kurumları ve karar organları olmak üzere hemen her kurum tarafından raporlar, planlar hazırlanmış ve kararlar üretilmiştir. Ancak son depremler sonuçları itibarıyla göstermektedir ki, alınan kararlar ve yapılan çalışmalar büyük oranda palyatif kalmış durumdadır. Dolayısıyla öncelikle sağlam, kararlı ve istikrarlı bir siyasi irade ile kamunun ihtiyaç ve menfaatlerini gözeten, meselelere bütüncül ve bilimsel bakabilen politik bir anlayışa ihtiyaç vardır.” şeklinde konuştu.
Bursa Mimarlar Odası Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek, doğal ve yapay afetlere karşı alınması gereken tedbirleri şu şekilde sıraladı: *Devlet tüm yurttaşlara eşit, sağlıklı, güvenlikli yaşama koşullarında nitelikli yaşam çevreleri sağlamakla yükümlüdür. Salgın, afet ve kriz koşullarında başarılı iyileşme süreçleri için alınacak önlemlerin bilimsel ilkeler ve gerçeklerle, toplum yararı gözetilerek oluşturulması; afet yönetimi hakkında geliştirilecek politikaların bilim insanlarını, meslek odalarını, akademik kuruluşları ve ilgili uzmanlıkları dikkate alarak oluşturulması zorunludur. Bugüne kadar pek çok yurttaşın hayatına mal olmuş ve olmaya devam eden, büyük yıkımlara ve kayıplara sebep olan rant odaklı planlama, kentleşme ve yapılaşma politikaları terk edilmelidir.
*Yapı denetimi sistemi TMMOB ve bağlı odalar, üniversiteler ve ilgili kesimlerin katılımıyla kamusal bir anlayışla yeniden düzenlenmelidir. Yapılaşmadan kaynaklanan risklerin bertaraf edilmesi için doğru ve yeterli bir ‘risk yönetim’ sistemi oluşturulmalıdır. *Bölgesel ve kentsel ölçekte ‘sakınım planları’ hazırlanmalıdır. Ülke genelindeki yapılar incelenmeli, riskli yapılar tespit edilmeli ve güvenli hale getirilmelidir. Uygun olmayan zemin ve arazilerdeki yapılar derhal boşaltılmalıdır. Tüm yaşam alanlarımız bilimin ve teknolojinin rehberliğinde, insanların ihtiyaçları doğrultusunda ve doğayla barışık biçimde yapılandırılmalıdır. *Güvenli yapılaşmanın sağlanması ve tüm bu süreçlerin sağlıklı işletilebilmesi için meslek odalarının sürece etkin katılımını sağlayacak yeni bir planlama, tasarım, üretim ve denetim süreci modeli benimsenmelidir. *1938 yılından bugüne değiştirilmemiş olan 3458 sayılı Mühendislik ve Mimarlık Kanunu değiştirilmeli Meslek Odalarının kendi meslektaşlarını yetkinliklerine göre belgelendirme ve yetkilendirme hakkı getirilmelidir. Tüm dünyada olduğu gibi meslek içi eğitim, mesleki bilgiyi-deneyimi ölçme ve değerlendirme, mesleki faaliyetlerin ve meslek etiğinin takibi gibi süreçler ancak Meslek Kuruluşları aracılığı ile yapılabilir ve sürekliliği sağlanabilir.
*Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, gerek kamu kurumlarının, gerekse kamusal alanların ihtiyaç duyduğu nitelikli mühendislik hizmetlerini tanımlarken Meslek Odalarının belgelendirme sistemlerini baz almalıdır. İmar Kanunu, Yapı Denetim Kanunu, Afetlerle ilgili Kanunlar, İhale Kanunu gibi yapılaşmayı belirleyen pek çok kanun ve bağlı yönetmelik, şartname ve tebliğlerinde tarif edilmeye çalışılan mühendislik, mimarlık ve planlama hizmetleri Meslek Odalarının vereceği belgeler ile tanımlanmalıdır. *38 yıl önce, yürürlüğe giren ve “Amaç” başlı��ı altında dahi afet güvenliğini göz ardı etmiş olan 3194 sayılı İmar Kanunu günümüz şehircilik, planlama, yapı üretim ve denetim hizmet ihtiyaçlarına yanıt veremez ve ulusal afet mevzuatıyla kopuk bir durumdadır. İmar yasasının BM 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri arasında yer alan “İnsan Odaklı Dirençli Kentler” yaratılmasına hizmet edecek, afet mevzuatı ile uyumlu, mevcut planlama sürecindeki karmaşayı giderecek şekilde yeni bir “İmar Kanunu” hazırlanmalıdır. *Afet öncesi önlemlerin de afet sonrası iyileştirme süreçlerinin de yeni yerleşimlerin de bu bağlamda bilimsel ilkeler gözetilerek, bilim insanlarının, meslek odalarının, akademik kuruluşların ve ilgili uzmanlıkların görüşleri dikkate alınarak toplum yararı doğrultusunda oluşturulmalıdır. “Odalarımızda da afetlere karşı doğru planlama ve kentleşme vb. konularda yoğun çalışmalar olmuş, bu bağlamda kongreler, çalıştaylar düzenlenmiş, raporlar hazırlanmış; kamuoyunu aydınlatacak, farkındalığı ve bilinci artıracak çalışmalar yapılmıştır.” diyerek konuşmasına devam eden Başkan Şirin Rodoplu Şimşek şu ifadeleri kullandı:
“Yıllara dayanan bu çalışmalar birleştirilerek strateji ve eylem planları üretilmiştir. Dolayısıyla deprem riski altındaki ülkemizde ve özellikle ilimizde yapılması gerekenler kadar yapılmaması gerekenler de çok nettir. Ayrıca T.C. İçişleri Bakanlığı, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın 29.12.2020 tarih ve 2020/2 sayılı Genelgesi uyarınca ilimizdeki afet risklerine yönelik olarak; Bursa İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü koordinesinde, kamu kurum/kuruluşları, yerel yönetimler, üniversiteler, özel sektör temsilcileri, sivil toplum kuruluşları ve meslek odalarımızın değerli katkılarıyla hazırlanan Bursa İl Afet Risk Azaltma Planı (Bursa İRAP) 30 Eylül 2021 tarihinde Valilik Makamı Oluru ile yürürlüğe girmiştir. Ancak bu eylem planında yapılması tanımlanan pek çok çalışma eksik kalmış ve eylem programı kapsamında görevli kurum ve kuruluşlar gerekleri yerine getirmemiştir. Sonuç olarak; Bursa Valiliği başta olmak üzere tüm Kaymakamlıklara, Bursa Büyükşehir Belediyesi’ ne, İlçe Belediyelerine, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’ ne, Organize Sanayi Bölgeleri Müdürlükleri’ ne toplumun sağlığını ve can güvenliğini tehlikeye atan kentsel gelişmelere yol açacak, doğa olaylarının afete dönüşümüne ve pek çok insanın hayatını kaybetmesine neden olacak uygunsuz ve kaçak yapı üretiminin durdurulması, işlevine bakılmaksızın konut, ticaret ve sanayi fonksiyonlu mevcut tüm yapı stoğunun tespit edilmesi, güçlendirilmesinin ve/veya dönüşümünün sağlanması elzemdir. Dolayısıyla dirençli kent oluşumu için yeterli eylem planlarının üretilmesi, doğal ve yapay afetlere karşı öncesi, afet anı ve sonrası için gerekli tüm tedbirlerin alınması ve gerekli çalışmaların ivedilikle yapılması için çağrıda bulunuyoruz. Bursa için hazırlanmış Bursa İl Afet Riski Azaltma Planı’ nın eksiklerinin giderilmesi ve uygulanması için tavizsiz bir irade konulmasını bekliyoruz.”
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
Nasılsın?
Bana nasılsın diye sorulduğunda “iyiyim” demek zorunda kalıyorum. Ancak doğru cevabım “Ucuz Halıfleks Modelleri gibi”. olmalı. Üzeri toz tutan, süpürdükçe tozları daha derinlerine çeken halıfleks…
Ev hanımlarının baş düşmanıdır kendisi, ırz düşmanı gibi değil ama bu halıfleksler de illallah ettirir. Ev hanımlarının kocalarına “ya şu halıfleksleri kaldıralım bey, parke yaptıralım” tarzındaki karşılıksız isteklerin muhatabbıdır halıfleks.
Ucuz, iş görür, tozu göstermez ama dandiktir. Bu gerçekliği hiç bir halıfleks uzmanı inkar edemez. Etse ne olacak sanki? Ülke geneli ve özellikle Yozgatlı ev hanımları buna elit bir baş kaldırı gösterir. Bu nedenle bu konuda dikkatli olunması ülkenin beka problemi açısından son derece hassastır.
Güneydoğu Anadolu Halıfleksçiler Federasyonu Başkanı, Fahri Konsolos, Öz Yapı Ltd. Şti Onursal Başkanı Gökhan_81
0 notes
Text
Zilanın mektubunu özgür halk dergisinde okumuştum hemde haftalarca tekrar tekrar okudum
Okudukça. Zilanlaşmının ne demek olduğunu daha iyi anladım. Uzun ama inanıyorum hiç birinize sıkmıyacaktır. Bir fedainin şehadetinden sonra görev çıkarmamız ders almamız için. Geriye sorumluk içinde. Bir şeyler yazar Zeynep kınacı (Zilan) seni saygı ile selamlıyorum mucadelen yolumuzdur
ZİLAN (ZEYNEP KINACI) ARKADAŞIN MEKTUBU
1972 Malatya merkez doğumluyum. Adım Zeynep Kınacı’dır. Aslen Malatya merkeze bağlı Elmalı köyündenim. Çevrede Mamureki olarak tanınırız. Malatya İnönü Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bölümünden mezun oldum. Saflara katılmadan önce Malatya Devlet Hastanesi’nde röntgen teknisyeni olarak çalışıyordum. Evliyim. Eşim Amed’in Eğil ilçesine bağlı Xlıya köyündendir. Kendisi de üniversiteden aynı bölümden mezundur. 1995 kışında Adana’da cephe faaliyetleri yürütürken düşmana esir düştü. Ailemin geçim durumu orta hallidir. Ailemin sosyal yapısı bir yanıyla feodal etkileri taşırken, bir yanıyla da küçük burjuva Kemalist anlayışı vardır. Kardeşlerimin mücadeleye sempatileri vardır. Eşimin ailesi ise ekonomik olarak zengindir, feodal bir aile yapıları vardır, yurtsever değildirler Lisede okurken sol düşüncelere ve Kürtlüğe ilgim gelişti. Yaşamı irdelemem bu yıllarda başladı, ancak herhangi bir çizgiye yakınlık duymadım. Üniversite yıllarında sol düşünceler arasında bir netleşme ve özellikle PKK’ye bir sempatim gelişti. Kürtlüğe ilgim ailemin geri bir temelde de olsa, önce ulusal özelliklerini belli ölçülerde taşımasından kaynaklanıyordu. Yurtsever arkadaş ortamı örgütlü değildi. Öncülük yoktu. Yine ailemin ekonomik sorunları gibi nedenler uzun bir dönem netleşmemi engelledi. Süreç içerisinde belli bir netleşme ve olgunlaşma sonucu saflara katıldım.
1994’te Adana’da cephe faaliyetleri yürütmeye başladım. Bir yıl kadar bu faaliyetlerde kaldım. Ciddi bir eğitim sürecinden geçmedim. Ardından yönetim düzeyinde yakalanmaların olmasından dolayı yeterli bir desteğin sağlanmaması, bireyi sivilleştiren etkisi gibi nedenler, yine kişilik dönüşümü yapamamam gibi nedenlerle aslında çok istekli olmama rağmen, fazla bir gelişme ve başarının sahibi olamadım.
1995’te Dersim’de ordu saflarına katıldım. Ordu safları içerisinde olduğum süre içerisinde geçmişe oranla kendi kişiliğimi tüm yönleriyle tanıyarak belli bir gelişmeyi sağladım. İddia, kararlılık, moral, netleşme gibi konularda güçlendiğimi belirtebilirim.
Partimiz PKK öncülüğünde gelişerek tüm insanlığa mal olan ve giderek ezilen halkların yüce sosyalizm yolundaki tek umudu haline gelen mücadelemiz, bir bütünen ulusal yok oluş sürecini yaşayan, soysuzlaşmanın eşiğine getirilen bir halkı, tarihte ilk defa yücelterek hak ettiği yere getirmiştir. Böylesi ulusal değerlerini, beynini, ruhunu, öz kimliğini düşmana kaptıran bir halkı yeniden diriltmenin ağır görev, sorumluluk, tarihi bilinç ve üstün öngörü, büyük cesaret ve fedakarlık, yüce azim gerektirdiği açıktır. Yurtseverlik rolünden uzak, düşmana tabi, vatansız, tarihi egemenler tarafından gerçek aydınlarını ve önderlerini istenilen düzeyde çıkaramayan yitik bir ülke ve halk gerçekliği karşısında PKK ve onu var eden Başkan APO, aleyhte gelişen bu gelişmeyi ters yüz ederek sadece kimliği değil, beyni de egemenler adına çalışan, ona hizmet eden, onun için savaşa ve giderek hayvanlaşmanın eşiğine getirilen ve emperyalizmin de hizmetine sunulan Kürt halkını ölüm uykusundan uyandıran, dirilten, kendi özgürlüğü için savaşan, savaştıran bir konuma getirmiştir. Büyük Kürt şairi Ahmede Xani “Eğer bizim de dürüst, namuslu bir önderimiz olsaydı, Arapların, Acemlerin ve Türklerin kölesi olmazdık” diyor. Kendi bireysel, aşiretsel çıkarlarını esas alan, ulusal gerçeklikten kopuk, Kürdistan tarihindeki sahte önderlerin varlığı bu lanetli gerçeğin uzun bir süre devam etmesine neden olmuştur.
Her halkın tarihine bakıldığında özellikle devrim süreçlerinde mücadele veren, başarıya ve kurtuluşa götüren, yaşadıkları döneme damgasını vuran önderleri vardır. Tarih öndersiz hiçbir ulusal ve sınıfsal hareketin gerçek anlamda başarıya gitmediğini doğrulamaktadır. Önder, yaşatılmak istenen yenilik ve gelişmeleri en üst düzeyde temsil eden, yani yeni insan, yeni toplum düşüncesine denk, bütün yaşamını bir halkın yaşamına göre düzenleyen, kendi kaderini halkın kaderinde bulan ve o halkın acılarını, duygu ve taleplerini en derinden yaşayan ve kurtuluş için pratik görevleri en üst düzeyde omuzlayandır.
4 notes
·
View notes
Text
Böyle Bir Ülke Var!..
Bu yüzyılın başında hayatını kaybeden demokrat Türk şairi Tevfik Fikret, oğlu Haluk’a adadığı şiirinde şöyle yazmıştı:
… dünya dönecek cennete insanla, inandım.
… ben o hayale de bin canla inandım…
Bu şiirleri daha bir okul çocuğuyken dinlemiştim. Edebiyat öğretmenimiz okurdu. Kısa boylu, zayıf, gözlüklü, ağarmış sivri sakallı, yaşlı bir adamdı. Öfkeli, hayatın yaraladığı bir insandı, gençliğinde muhtemelen o da hayal kurmuş, ama o hayallerinden biri bile gerçekleşmemişti.
Bize bu dizeleri okuduktan sonra şunları söylemişti:
- Böyle hayal etmiş şair. Ama işte o, hayal ettiği için bir şair. Ben ise Tevfik Fikret’in hayallerinin günün birinde gerçekleşeceğine inanmıyorum.
Yurduna ve insanlığa faydalı olmak için iyiliğe, insan sevgisine dair hayaller kuran ve henüz çok genç olan bizlerin, öğretmenimizden duydukları işte bunlardı. Avrupalı emperyalistlerin bir sömürgesi olan Sultan Türkiyesi’nin hazin gerçekliği, bir insanın hayallerini gerçekleştirmesine izin vermemişti.
Ancak bence en iyi düşünürlerin, şairlerin ve bilim insanlarının hayalleri her zaman gerçekleşir. Gerçeklik, Türk şairin en cesur hayallerinin bile sınırını aştı. – evet doğru, henüz tüm yerkürede değil. Ama sadece genel olarak bir halkın değil, ayrı ayrı her bir insanın en güzel hayallerinin gerçeğe döndüğü, o en parlak en mükemmel toplumun insanların elleriyle inşa edildiği bir ülke artık var. Bu ülke büyük Sovyetler Birliği’dir.
Sosyalizmin tüm insanları gibi Sovyet gençleri de çalışmalarında elde edecekleri her başarının, dünya barış, demokrasi ve sosyalizm cephesinin başarısı olacağını, bu başarılarla faşizm ve savaş kampına darbe vuracaklarını biliyor. Sovyetler Yurdu’nda milyonlarca genç erkek ve kadın eğitim görüyor, ustalaşıyor ve gelecek için çalışıyor. Her biri, tüm dünyadan iyi niyetli insanların umutla gözlerini diktiği çelikten barış kalesinin çelik bir parçasıdır.
Geçenlerde Bulgaristan’ı ziyaret etmiştim. Orada Bulgar halkının lideri yoldaş Vılko Çervenkov’un Sovyet heyetinin onuruna verdiği davete katıldım. Dost meclisindeydik. Bulgar arkadaşlar Sovyet arkadaşlardan izlenimlerini anlatmaları, zengin deneyimlerini paylaşmaları hususunda ricada bulundu. Sovyet bilim insanları, sanatçıları teker teker ayağa kalktı; anlattılar, övdüler, eleştirdiler ve her biri kendi alanında değerli pratik öneriler sundular.
Ancak sonra yirmi iki, yirmi üç yaşlarında orta boylu genç bir adam kalktı yerinden. Tüm ciddiyetiyle ve meseleye dair derin bilgisiyle, Sovyet emekçilerinin deneyimi, Bulgar işletmelerinin çalışmasında fark ettiği eksiklikler ve öncü Sovyet işçilerinin deneyiminin benimsenmesinin gereği gibi hususlarda konuşmaya başladı. En çetrefilli teknik ve toplumsal meseleleri tartışan bu genç adamın kim olduğunu sordum. Bana onun akademisyen ya da mühendis değil, sıradan bir Sovyet işçisi, tornacı Çikiryov olduğunu söylediler.
Birkaç saat sonra onunla Sofya’dan Moskova’ya giden uçakta karşılaştık. Bana çalışma yöntemini anlattı, eşi görülmemiş kesme hızlarını nasıl hayal ettiğinden ve bu hayalinin nasıl gerçekleştiğinden bahsetti. Sonra bizimle beraber yolculuk yapan küçük bir kızı dizlerine oturttu ve bukleleriyle oynayarak gelecekteki hayat planlarından, gelecek için, halkı için, dünya için neler yapacağından bahsetmeye başladı.
Sosyalizm ülkesinin bu emekçisi yeni, dünyada henüz eşi görülmemiş Gerçeğe Dönen Hayaller Ülkesi’nde büyüyen genç neslin timsaliydi benim için. Bu gençlik, gökyüzünde en önde uçan genç doğan sürüsü gibi tüm yolların kendilerine açık olduğu gençliktir. Bu gençlik, daha okul sıralarındayken büyük Sovyet şairi Mayakovskiy’nin sözlerini işiten gençliktir:
… Yarat,
hayal et,
dene!
Bu gençlik, hayallerinin gerçekleşeceğinden emin olan gençlik. Tüm gücünü barış davasına veren özgür ve mutlu gençlik. Ve böylesi bir gençliğin var olduğu gerçeği, Sovyet devlet sisteminin en parlak ve dikkate değer başarılarından biridir. Bu gençlik dünyanın henüz tanımadığı, insanlığın en iyi zihinlerinin hayalini kurduğu komünizmi, benzeri görülmemiş bir toplumu inşa eden gençlik. Ve ben onları kıskanıyorum.
Altı aydan fazla zamandır Sovyetler Birliği’nde yaşıyorum. Benim bile hayallerim fevkalade hızla gerçekleşmeye başladı. Her zaman, istediğim gibi bir oyun yazmak ve onu istediğim gibi sahneye koymak istemişimdir. Şimdi, daha önce hayal etmeye bile cesaret edemediğim iki oyun yazma ve bunları tiyatrolarda sahneleme imkânım oldu.
Eğer Sovyetler Birliği’nde insanların arzuları bu kadar çabuk gerçeğe dönüşüyorsa, bunun nedeni, komünizmin Stalin ve Bolşevik Parti önderliğinde inşa edildiği ülkede, gerçekliğin en cesur hayallerin bile önüne geçmesidir.
Çevirisini Yasin Çalış'ın Rusça aslından yaptığı 'Böyle Bir Ülke Var', Smena Dergisi'nin 1952'de yayımlanan birinci sayısında yayımlanmıştır. İlgili sayı toplamda 120.000 adet basılmıştır.
SoL
16 notes
·
View notes
Photo
Kitaplarım hakkında gelen bazı yorumlar şu şekilde: “Açık fikrim şu yönde bence senin çok ciddi psikolojik sorunların var ve en kısa sürede tedavi edilmeli. Düşünceye her zaman saygı durmama rağmen bu denli afişte edilmesi takdir edilesi değil kusura bakma ama ne yazık ki bu kitap toplum gençlerimizin nereye doğru gittiğinin kanıtıdır. Aklı fikri bel altında olan ve dinsiz bir genç toplum ne yazık ki. Böyle bir kitabı yazacak olgunluğa ulaştıysan en kötü eleştiriyi de değerlendirip, tartıp, düşünecek olgunluğa da ulaşmışsındır.Düşünen insanlara saygı duyarım ama senin yaptığın sadece düşünmek değil, senin yaptığın düşüncenin ötesinde olan bir şey ve yaşadıklarını düşüncelerin ile sınıflandırman -hele ki bu kadar aykırı sınıflandırman korkunç bir şey. Bazı şeyleri güzel açığa vurmuşsun, toplumu çok güzel kaleme almışsın ve bunun haricinde dönen olaylardan çıkardığın sonuçları da çok güzel anlatmışsın. Bu açıdan seni tebrik ederim. Ama dediğim gibi, bir an önce psikolojik tedavi alman sana daha iyi gelecektir. Kitabın boğuyor.” “Yaşından yola çıkacağım. Aklıma takılan soru şu; Bu yaşta nasıl bu kadar yoğun kitap yazabildin? Aklıma takılan en büyük soru da şu; Bu yaşta bu üsluba nasıl ulaştın? Nasıl yaptın bunu bilmiyorum ama kötü yapmışsın. Yine de şunu belirtmekten çekinmeyeceğim; ilk roman kitabın olmasına rağmen bu yaşta bu kadar iyi yazman tebrik edilecek bir durum ve bu kadarını beklemiyordum. İnsanları intihara sürükleyecek bir kitap diyebilirim… Ölümü o kadar çok güzel anlatmışsın ki bir an kendimi dördüncü kattan aşağıya atasım geldi fakat bu isteğim diğer cümleyi okuduktan sonra bitti. Harika bir üslup ile harika bir kitap yazmışsın genç! Devamını bekliyoruz…” “Kitabı cuma günü öğleye doğru bitirdim. Daha sonra arkadaşıma verdim okuması için hatta onda hala kitap. Benim için çok güzeldi. Hayata sürekli aynı pencereden bakmak yerine farklı bir yerden bakmayı gördüm diyebilirim kitabında. Yada aynı pencereden baksam dahi farklı şeyler görebilmeyi. İnsanların beklediğimiz şeyler yapabileceğini, yada beklemediğimiz insanların çok şeyler yapabileceğini. Ön yargıların insanları tanımaya engel olduğunu ve onların kişiliklerini yeterince anlamayıp kendi doğrularına göre yargılamanın , onları kendi düşüncelerimize göre kalıba sokmanın yanlış olduğunu gördüm. Arkadaşıma göreyse. hikayelerde bir konu bütünlüğü olsaydı ve olay örgüsü takip etseydi daha güzel şeyler ortaya çıkabilirmiş. Hatta senin çok güzel öyküler yazacağını düşünüyor. Sana selamlarını iletmemi istedi. Bir arkadaşımda kitap özeti ödevi için senin kitabını seçti. Kitabın bana da çevreme de iyi şeyler kattı. Teşekkürler Timur ,devamını bekliyoruz. Bunları göremeyen insanların seni vazgeçirmelerine izin verme ve biliyorum sen vazgeçmezsin.”
“Tanrı’m… Hiç intihar etmeyi düşündün mü?” diye soracak kadar aciz ve bir yandan bir o kadar da tutkulu, öfkeli, gezgin ve serseri. Kitabın inanılmaz bir şekilde akıcı ve su gibi yuttum. Ancak şunu belirtmeliyim ki sen tam anlamıyla bir delisin. Kliniğe yatırılman şart. İlerleyen zamanlarda sadece yazarak topluma inanılmaz derecede zarar vereceğini düşünüyorum. Kitaplarının yasaklanmasını da olumlu buluyorum. Hayır, bunu kendi açımdan söylemiyorum. Bende kitabın olağanüstü bir yerde. Sadece bu ülke bu kitabı kaldıracak seviyede değil. Kitap yazarak insanları delirtmekten başka bir işe yaramazsın kanımca.“
"Öncelikle tebrik ederim. Eh, aslına bakarsan ben de bazı cümlelerin yüzünden biraz rahatsız oldum, açıkça söylemek gerekirse. Dini açıdan değil, hayır, yahut toplumsal açıdan da değil; sırf kitabının kapağıyla toplum eleştirisi yapmayı uygun bulmuyorum. Ancak, yaşam hakkında böyle düşüncelere sahip olman (ve elbette, ölüm hakkında), bu tarz düşüncelere zamanında sahip olmuş biri olarak bende "eski ben"i hatırlatan kötü bir etki bıraktığını itiraf ediyorum. Bu yorumu yazmamda dahi hafif bir tereddüte düşürmedi değil. Yine de, düşünceler değişir. Sadece, düşüncelerinin mutlak doğru olduğuna inanmamalısın; zira kimsenin düşüncesi tüm gerçekliği kavrayacak kadar düzgün değildir. Düşünmeye devam ettikçe -ki eğer bu şeyleri düşünebiliyorsan, zekanın belli bir seviyede olduğunu kabul ediyorum- yeni şeyleri fark edecek ve bazı fikirlerden kurtulacaksın. Dilerim ki dediğin gibi bağnaz bir kişiliğe -ve kibirli bir kişiliğe- sahip değilsindir. Tüm bunlara rağmen, seni tekrar tebrik ediyorum: Kendi düşüncelerini toplayarak bir kitap haline getirmek ve bunu yayınlatacak cesarete sahip olmak herkesin harcı değildir. Muhtemelen ben böyle bir eser yazsam, bir yayınevine gönderemezdim; en sonunda da raflarımın birinde çürürdü. Yeni kitaplarını da görmek dileğiyle.”
“Yeraltı edebiyatının Türk yazarlarından biri gibi gözüküyorsun.Hayatının kimsede bulunmayan bir bunalımla geçtiğini mi düşünüyorsun? Kadınlar, tanrı, ölüm. Kadınlar hariç diğer ikisine, ne kadar bakmıyorum desende, romantik bir şekilde bakıyorsun. Bilir misin bilmem. Filmlerde karakterler ve tipler vardır. Karakterlerin filmde kendine has özellikleri vardır. Tipler her olağan filmde bulunur ve özellikleri hep aynıdır. Benim etrafımı izlenimim ve konuştuğum kişileri varsayarsak sen tip kategorisine giriyorsun. Hayat romantik eylemlerden epey uzakta kalıyor. Daha yazacağım çok şey var ancak elbet başından savacak bir şey bulacaksın.” “Tüm detaylar üstünde az da olsa yorum yapmak istiyorum. Dedikleri gibi kitap yeraltı edebiyatına kayıyor biraz. Kitabın içeriğinden dolayı bir hayli eleştiri almışsın. Bunlar gayet normal. Nasıl üçüncü sınıf aşk hikayeleri benim midemi bulandırıyorsa senin yazdıkların da başkalarının midesini bulandırabilir. Ama yazdıkları otobiyografi şeklinde olsa da insanları yargılamamak gerektiğini düşünüyorum. Kimi yazılarını beğendim, bazılarıysa sıkılıp öteki yazıya atlamama sebep oldu. Farklı, tuhaf bir tarzın var. Kotu değil, sadece alışılmışın biraz daha dışına çıkmış gibisin. Noktalama işaretlerini kullanış tarzın gözümü rahatsız etti biraz. Demek istediğim "Sigarasını yaktı , ölümü düşündü . Ne yapacağına karar veremiyordu .” yerine “Sigarasını yaktı, ölümü düşündü. Ne yapacağına karar veremiyordu.” şeklinde olsa daha iyi olabilirdi. Umarım anlatabilmişimdir aklımdakini.
Genel olarak son bir yorum yapmam gerekirse iyi gidiyorsun. Yazmaya devam et, ne kadar istiyorsan o kadar yaz. Ve kimseyi umursama. Eleştirilere açık ol; ama seni kısıtlayanlara değil, yolunu açanlara. Belki yazıların çok da benim tarzım değil; fakat beğenerek okuduklarım da oldu başta dediğim gibi.“
"Hepsinin ana noktası aynı bence. Tanrı ve ölüm. Hayata karşı bu kadar soğuk aslında kendini öldürmüş ama hala intihara teşebbüs etmeyi düşünen, bileklerini çoktan kesmiş ama farkında olmayan veya farkında olsa bile nefretini hala tam anlamıyla kusamamış biri gibi görünüyor. Hayatta daha bizlerin tatmadığı acılar, zorluklar olmasına rağmen yaşamaya, ayakta kalmaya çalışıyorken gencecik birinin Tanrı olarak bildiği ve üstüne kumarlar oynadığı, insanların inançlarına bu kadar belaltı yaklaşması bence kişilik bozukluğunun göstergesidir. Bir insanın bu kadar nefret dolu olması hayata karşı duruşunun bu kadar ölü olması. Yaşamaya ve yaşayanlara karşı bu kadar karşı olması kişide büyük problemlerin olduğu göstergesidir. Evet Goth_Stone'nun dedikleri de düşünülesi bu durumda. Ailesinin maddi durumundan dolayı her istediğine sahip olmuş bu yüzden de bu denli isyankar görünebilir. Ya da hayatın ona gösterdikleri onun ruhsal yapısının kaldıramayacağı şeyler olduğu için ölmeye ve hatta öldürmeye sempati duyuyor olabilir.” Sonuç itibari ile basılmış bir kitap. Tebrikler. Şahane fikirleri olan kişilerin maddi zorluklar veya sansasyon yaratmaz ön yargısıyla kitaplarını bastıramadıkları bir ülkede sen bunu başarabilmişsin. Nasıl ya da ne şekilde olduğu önemli değil. Kitabın olası iki geleceği var. Birincisi sabah kadın programlarında kitap tartışılır psikologlar veya çeşitli bu dalda ün kazanmış bir kaç doktor bu konuyu konuşur. Haberlerde mikrafon uzatılan halk kınar ve kitap binlerce satar. Yazar kazanır. İkinci olasılık; kitap yazan kişinin yakın çevresi tarafından alınır. Okunur veya bir yerden sonra aşırılık yüzünden raflarda çürümeye bırakılır. Alınan her kitaptan yazar kazanır.“ "Tartışılacak tek şey ailenin bu kitabı okuyup ta seni takdir edip etmediğini merak ediyorum. Benim oğlum yada kızım, kardeşim veyahut arkadaşım hiç fark etmez bu tarz bir kitap yazsa elbette okurum ama kolundan tutup kenara çeker problemlerini, neden bu şekilde bitik olduğunu sorar ve doktora götürürüm. Bence birazda yazar ilgisiz ve amaçsız kalmış dünyada. Çok fazla ikinci plana atıldığı için kendini ön plana almanın bir yolunu bulmuş kendisince. Kalabalık bir ortamda kendi haline bırakılmış ilgisiz bir çocuğun tutarsız bir şekilde ilgi çekmek için vazo yada bir benzeri eşyayı kırması gibi geliyor bana.”
Ben yine de eleştirimi koyayım buraya. Okursa okur; okumazsa kendisi bilir. Timur, yeraltı edebiyatı dahi yazacak olsan yazacağın dile hâkim olman her şeyden önemlidir. Aksi türlü kendine “yazar” diyemezsin. Yazı yazmayı seven, yazacak çok şeyi olan, hayata bakış açısı farklı, biraz da bunalım takılan her gencin girişebileceği şey değildir edebiyat. Üzgünüm ama sert eleştireceğim: Şu ana kadar izlenimim berbat. Türkçe nedir, edebiyat nedir, bilmiyorsun. İmlâ berbat, üslup yerlerde… Yalnızca kaba, argo sözcükler kullanarak, ilgisiz, sıkıntılı, bunalımlı görünerek bir yere varamaz, yazın dünyasında yükselemez, adını duyuramaz, yeraltı edebiyatında dahi seni takip edecek şuurlu bir kitle oluşturamazsın. Sana baktığımda sadece saldırgan, ilgisiz, sorunlu, kasvetli, Türkçesi iyi olmadığı hâlde kitap çıkartacak kadar küstah birisi görüyorum. Seçkinci gibi görünebilirim fakat konu edebiyat olduğunda okuyucular olarak da yazarlar olarak da hepimiz seçkinci olmak durumundayız. Bir yazarın ne anlattığı ne de anlatma şekli hoşuma gidiyorsa ben o yazarı neden okuyayım? Sen daha noktalama işaretlerinden önce boşluk bırakılmaması gerektiğinden bihaberken kalkmış kitap yazıyorsun. Rahatsız edici bir kapak, sinir bozucu bir arka kapak yazısı… Tumblr hesabını inceledikten sonra içerik hakkında da biraz fikrim oldu doğrusu. Sövgü sözcükleriyle, bunalımla, kasvetle dolu, “post-modern” şeyler yazmışsındır. Yeni zamanların modası da bu: Düzene, kurallara, eskiden yazılmış şeylere uymayan, kafasına göre takılan, karanlık yalnızlık edebiyatı. Edebiyata adımını atmadan önce “edebiyat” kelimesinin anlamını öğren. Sana, yazdıklarına baktığımda hissettiğim tek şey “rahatsızlık”. Üzgünüm. Bu şekilde devam edeceksen ben yazmaman taraftarıyım. Çünkü sana baktığımda yazın dünyasının Ajdar'ını görüyorum. Rahatsız edicilikle dikkat çekeceksen hiç çekme.
Açıkçası, ben arkadaşın kitabını okumadım. Araştırdığım kadarıyla izlenim edindim, sizin yazdığınız yorumlardan yola çıkarak mesaj yazma gereksinimi duydum. Oturduğunuz yerde yazdığınız kelimelerin arkasında o kadar anlam keşvettim ki, o kadar itici yorumlara ev sahipliği yaptı ki gözüm. Karamsar, dinsiz, terbiyesiz, küfürbaz, ergen ve daha nicesi. Ahlaksızlık denilen kavram nedir kim bunu açıklayabilir? Küfür etmek mi? Karşı cinsle gönül eğlendirmek, bunu göstermek midir ahlaksızlık? Sizin dinsiz kelimesini hakaret olarak kullandığınız bu forumda edebiyata gönül vermiş insanların, özgürce kendi iradesinden çıkmayarak bir şeyler paylaşması ne kadar doğru olur? Ben arkadaşın kitabını okumadım. Kaçımız okudu ki zaten? Sadece arkada yazana bakarak, fotoğrafa odaklanıp bu sıfatları rahatlıkla kullanarak halkımızın seviyesini belli etmiyor musunuz zaten? Ön yargıya kucak açmıyor musunuz? Benim eleştirim ise gereksiz betimlemeler kullanarak cümlenin anlam akışını bozmaktan bir adım öteye gitmez. Neden mi? Arkadaşım sen okumadığın, sonunu görmediğin emeğin karşılığını vermediğin bir kitaba karşı nasıl bu kadar ağır cümleler kullanırsın? Ön yargıyı nasıl evine çağırırsın. İlk önce ahlaksızlık kavramının ne kadar ağır bir terim olduğunu arıştırmanızı tavsiye ederim. Yoldan geçen bacılarınıza sarkan kişilerdir ahlaksız, terbiyesiz. Yaratıcıyı sorgulayan değildir. Kapak fotoğrafından bende rahatsız oldum. Ama bu şekilde bıraktım duygularımı. Bir adım öteye giderek aşağılamadım, soyutlamadım arkadaşı. Bu onun fikri vardır bir bildiği diyerek geçtim. Siz bayağı iyisiniz bu meslekte anlaşılan. Hepiniz eleştirmensiniz arkadaş. Hepiniz terbiyeli, günlük namazını kılan, tanımadığı kızlara bakmayan, ilgi duymayan aklından hiç AHLAKSIZ kelime geçirmemiş kişilersiniz. Sen nasıl böyle bir kapak fotoğrafı çekinirsin? Bizi rahatsız ediyorsun derken aslında bu ne öz güven demek istiyorsunuz belli. Söylemek istemediğiniz şeyleri, üstünü hakaret dolu kelimelerle kapatarak vurguluyorsunuz. Bu söylediklerim sadece kitabı okumamış, oturduğu yerden pijamasıyla yorum yapan arkadaşlar için geçerlidir. İlk olarak SAYGI kelimesini öğreninde, daha sonra ahlaksız, dinsiz kelimeleri üzerinde yoğunlaşırsınız arkadaşlar. Ha son olarak, benim size yaptığım bu eleştiriye karşı “ haklısın, olabilir, halledeceğim, kendime dikkat edeceğim” gibi kelimeleri kendinizde bulamazsınız yaptığınız eleştirilere karşı yapılan cevapları bir gözden geçirin derim ben. Belki mertlik kavramınıda öğrenmiş olursunuz. Hadi kolay gele.
Yav benim anlamadığım, sizin bu kitabı normal bir kitap; yazarını da normal bir insan olarak değerlendirip buna göre eleştiri yapmanız! Ulan herif zaten kendini belli ediyo. Psikolojisi bozuk, sorunları olan, belki biraz sosyopat belki de psikopat bi insan. E kitabını da tanıtmış “Yeraltı Edebiyatı.” Siz buna rağmen kalkmış diyorsunuz ki, bu adam ahlaksız, terbiyesiz, kötü örnek, efendim işte benim evladım, kardeşim böyle bi eser verse okurum ama kolundan çekip sorunun ne diye sorarım da da da da. Merak etme senin evladın asla böyle bir başarıya imza atamayacak çünkü senin gibi bir ebeveyne sahip. Kalkmışsınız bu nasıl ahlaksız bir kapak. Yok ergen, yok tüysüz çocuk. Zart zurt! Onca eleştiri arasından birkaç tanesinin haricinde tek bir tane bile yapıcı yorum görmedim. Ya bu yorumcular yeraltı dünyasından bihaber, ya da ülkemiz bu akımı reddediyor. Adamın kitapta kullandığı noktalama işaretleri bile eleştrilmiş. Yuh dedim artık Yuhhhh!!! Timur'un o imla hatalarını kasti olarak yaptığını anlamayabilirsin tamam bir şey demiyorum ama kardeşim yayınevinin editörleri de mi düzeltmeyecek bu hataları. Bu noktada uyanmanız lazımdı. Herif marjinalliğini diline yansıtmış, anlamıyor musunuz!!?? Hiçbirinizin kitabı okumamış olmasının yanı sıra (ki ben de okumadım) böyle destursuz yorumlar yapmış olmanız esas kınanacak noktadır. Timur'u zengin züppe ilan edenlerdir kınanacak insanlar! Kurtulun artık ön yargılarınızdan. Ajdar demiş yukarıda bir arkadaş. Ajdar'ın nesi var? Ajdar'daki özgüven kimde var, sorarım size? Adamın yeteneği yok belki ama kendine inanıyor ve yolundan da dönmedi helal olsun. Ama belli ki bu tartışmanın sonu yok. Ülkemiz hala köhne, tutucu, yıpranmış zihniyetlerle dolu ve uzun bir süre de öyle kalacak gibi. Türkiye tam olarak bilinçlendiğinde, özgürleştiğinde ve modernleştiğinde Timur ve Timur gibi insanlar kıymete binecek. Ama şimdi değil, bu zamanda değil!..
Tepkim aynen"Ne oluyor lan böyle?“ oldu. Kardeşim sen benim bilmediğim bir kabahat işledin de benim mi haberim yok? Yapıcı eleştiriden çok, senin kişiliğine, aile yapına ve ruh sağlına yapılan yorumlar beni üzdü. Ben senin yerinde olsam o yorumları böyle sükunet ile karşılamazdım bu yüzden seni tebrik ederim. Kitabını okumadım. Okumayı da düşünmüyorum zira ilgimi çeken bir tarz değil.(Yani kişisel bir şey değil zaten olamazda) ama yapılan yorumları haklı bulmuyorum. Bir kendini bilmez Ajdar demiş, noktalamaya bilmem neye laf etmiş. Arkadaşa öncelikle edebiyatı araştırmadan önce-yeraltı edebiyatını- araştırmasını öneririm. Post-modern hakkında bilmediği şeyleri, bu tarzı kullanarak kendi tezini savunması, nasıl bir ironi içinde olduğunun kanıtıdır. Takma sen o kendini bilmeze. Bugün okuduğum bir yazı geldi aklıma kısaca yazayım tam bu başlık için. Ünlü bir ressamın çırağı artık kendi eserlerini yaratmaya karar verir. Ustası da "ilk resmini çizdiğinde kalabalık bir yere bırak onu ve yanına kırmızı kalemle bir not bırak” der. Notta hatalı yerlere çarpı koyun yazmaktadır. Ertesi gün resmin çoğu yerinde çarpılar görür. Ustası bu kez aynı resmi aynı yere tekrar bırakmasını ister. Lakin bu kez boya ve fırça bıraktırır. Bu kez notta"hatalarımı düzeltin" yazmaktadır. Ertesi gün resmin hiçbir değişikliğe uğramadığını görür. Çünkü ilkinde herkes kendince hata bulmuştur lakin ikincisinde hatayı düzeltecek birikimleri olmadığından bu işe kalkışmaya cesaret edememişlerdir. İşin aslı eleştiri çok olur. Her alanda bu böyledir. Sen yapıcı eleştirileri dinle, onlara kulak ver. Neyse yine söylüyorum umarım istediğin noktalara erişirsin ve bizde buna şahit oluruz. Biraz uzun oldu kusura bakma. Hadi kal sağlıcakla Edit: O arkadaş şöyle bir cümle kurmuş.“Yazı yazmayı seven, yazacak çok şeyi olan, hayata bakış açısı farklı, biraz da bunalım takılan her gencin girişebileceği şey değildir edebiyat” Aksine tamda budur edebiyat. Herkes ilk romanında Tolkien, Hemingway veya Lack London olmuyor dostum. Yazdıkça kendini geliştirirsin ve topluma kendini kabul ettirirsin. İşte bu yüzden güzeldir edebiyat. Senin düşüncenle yola çıksaydı herkes piyasa da bir tane yazar bulamazdın. Eleştiri yapıyorsan bari mantıklı yap.
Timur Karaca'yı üç yıldır tanıyorum. Hakkında yazılanları okuyunca dayanamadım siz ne kadar şerefsiz ne olduğu belli olmayan orospu çocuklarısınız. Bu çocuğun yapmış olduğu şeylerin yüzde kaçını yaptınız acaba gerçekten merak ediyorum. Biz dışarıya çıkıp partylerde eğlenmeye giderken bu çocuk kendini eve kilitleyip saatler boyunca kitaplardan kafasını kaldırmıyordu. Biz paintball oynamaya gideceğimiz vakit bu çocuk sokak çocuklarına okuma yazma öğretmek için uğraşıyordu. Kimsesiz çocuklar yurtları için kütüphane oluşturmak adına kampanyalar başlatıyordu. Yazıklar olsun bu ülkeye. Hangi birini, bunları siktir edin lan siz ne yaptınız bu hayatta? Söyleyin de bilelim. Namussuz şerefsizler.
Hakkında yazılanları okuyunca kötü oldum. Ne istiyorlar senden bilmiyorum ama sen benim hayatımda tanıdığım en temiz insanlardan birisin. Umarım yazılanları umursamıyorsundur. Yolundan şaşma, sen hep yaz.
Şu sıra görmeye başladığım tek şey sürekli bir şeylerle dalga geçildiği. Arkadaşlar, gerçekten sakin olun önce. Bu bir. İkincisi, hepimiz “eleştirmeyin beni” kafasındayız. Pekala, hepimiz kendimizi olduğu gibi ifade etmek isterken neden bunu deneyen insanlara karşı bir düşmanlık beslemek? Yok şu kadar yaşında, yok bu ergen, yok şöyle de böyle… Bir şeyleri anlamamak onu saçma veya kötü yapmıyor. Bahsi geçen kişinin yaptığı şey de fikrimce edebiyattan çok öte. Kalıpların dışında yaşamayı savunan genç nesilin bir şeyleri bu kadar kalıplar ve aşılanan klasik algılar içerisinde eleştirmesi beni üzdü mü desem, güldürdü mü… Kimsenin avukatı değilim de, hanginiz gerçekten bu derece duyarlı veya gerçekçi olabiliyor merak ediyorum. Hiç araştırıp okumuyor musunuz anlamıyorum, ama ben gördüğüm kadarıyla konuşayım, bilgeler için iyi veya kötü yok. Sadece gerçeklik varolur. Ve bazı şeyleri yeri geldiğinde sertçe sunabilen birilerine bu düşmanlığınız nedendir? Bu derece eleştirebiliyorsanız, lütfen elinize kağıdı ve kalemi alın da sizi görelim. Ne denli “hissederek” yazacaksınız çok merak ediyorum. Gerçek hayatta iki cümleyi kurmak için yoğun çabalar sarf ederken… Kimse annesinin karnından “mükemmel” çıkmıyor ya. Ki mükemmellik algısı da kime ve neye göre demek düşüyor içime… Fazla görebilip, fazla hissedip de kendince bunun savaşlarını verebilen ve yansıtmaktan korkmayan birisidir benim gözümde Timur Karaca. İçinde bulunduğunuz sürüye ters düşüyor diye onu lanetlemek gerçekleri değiştirmiyor. “sürüden ayrılan koyun her zaman daha değerlidir çobanın gözünde”. Ve yine, bana göre, cevaplardan önce soruların derinliğini önemseyen birisidir. İnsan beyni/ruhu çok karışık. Bazen kelimeler yetemez. Bunu da herkes anlayamaz. Bakınca “komik” görünür belki size, yeteri kadar hissedemediğiniz içindir.
#Sizler de kitaplarım hakkında destursuz yorum yapmak isterseniz şöyle buyrun:#https://www.idefix.com/Kitap/Yatagimdaki-Ayna/Edebiyat/Denemeyazin/urunno=0000000445595?gclid=Cj0KCQjw_OzrBRDmARIsAAIdQ_Ko95HdAVPWhlN0zRWDXo#https://www.idefix.com/Kitap/Sansur-Beynini-Yalamak-Istiyorum!/Timur-Karaca/Edebiyat/Deneme-Yazin/urunno=0000000664993?gclid=Cj0KCQjw_OzrBRD
239 notes
·
View notes
Text
ŞİMDİ DE İRAN TEHLİKESİ!..
Türk milletinin başına nasıl bir çorap örülüyor? Nasıl bir kıskacın içerisine alınmak isteniyor belli değil! Sanki tarihin en zorlu sınavından geçiyoruz. Nereye gidiyoruz anlamak zor!
Biz, ailemiz ve gençliğimiz üzerinde planlanan korkunç oyunlara aylardır dikkat çekmek isterken yeni bir proje karşısında bir kez daha sarsıldık!
Aslında bu proje de uzunca bir süredir devam etmekte imiş. Demek ki fark ettirmeden yürütülüyormuş! 2019 yılının son günlerine girilirken patlak verdi.
Malum Diyanet’in İran’la yaptığı iş birliği protokolünden bahsediyorum.
Protokole büyük tepki yağınca Diyanet açıklama yapmak zorunda kaldı. Açıklama sırasında bir ifade çok dikkat çekiciydi! Kendilerini aklamak isterlerken bilhassa İran ile Diyanet arasında ilk iş birliği protokolünün 27 Mayıs 2010 yılında imzalandığına vurgu yapıldı.
Peki, kim vardı o dönemde Diyanet’in başında? Mehmet Görmez.
Bir FETÖ projesi olan "Kutlu Doğum Haftası"ndan, Başkanlıktan alınacağı belli olduğu hâlde geri adım atmamıştı. Diyanet’te Dinler Arası Diyalog Dairesi’ni kaldırmayarak sinsice Dinler ve Kültürler Arası İlişkiler Daire Başkanlığı olarak değiştirmişti. Bir anlamda; ifsad projesi aynı kalırken, sadece isim değişti!
Şimdi de “Kuramer” denen bir kuruluşta eski başkanlardan Ali Bardakoğlu ile birlikte Kur’ân-ı kerimi kafalarına göre yorumlamaktalar.
��u hususu Sayın Cumhurbaşkanımıza bir kez daha hatırlatıyorum: Geliniz FETÖ’cülerden daha fazla FETÖ projelerine odaklanılsın! Zira bugün milletin başını ağrıtan, kanını donduran ne kadar proje varsa başlangıcı bunların en etkin oldukları döneme gidiyor.
İstanbul Sözleşmesi diyoruz 2011 yılına uzanıyor. İran ile anlaşma diyoruz 2010 yılına varıyor! Tesadüf olabilir mi bu?!.
Sayın Cumhurbaşkanımız bir köprüye Yavuz’un adını vermek için uğraşırken ne intikam planları hazırlanıyormuş. Hem de Diyanet eliyle!
Bir taraftan dönemin Diyanet görevlilerinden bazıları Yavuz’un kaftanını Pensilvanya’ya kaçırmaya çalışırken diğer taraftan bazıları ise İran ile iş birliği yaparak Yavuz’un kemiklerini sızlatmakta imiş...
Bakınız Yavuz Sultan Selim Han, İran’a darbe indirirken milletine şöyle sesleniyordu:
Milletimde ihtilaf u tefrika endişesi
Kuşe-i kabrimde hatta bî-karar eyler beni
İttihad oldu hücum-ı hasmı def’e çaremiz
İttifak etmezse millet dağdâr eyler beni
Selim Han’ı anlamak...
Tarih bilmeyenler tarih yazamaz! Tarihten ibret almayanlar geleceğe projektör tutamaz! Tarihi doğru okumayanlar milletinin saadetine yol bulamaz!
Millî Eğitim bunun için mi tarihi seçmeli yapıyor? Anlamak mümkün değil!
Diyanet bu sebeple mi Yavuz Sultan Selim’i tanımıyor?
Türk’ün her zaman ana kalesi durumundaki aile yapısı bu sebeple mi tırpanlanıyor?
İran’ın, İslam dünyasındaki sadece siyasi değil dini tahribatını da anlamak için tarihi iyi okumak ve Yavuz Sultan Selim Han’ı hakkıyla bilmek lazım. Nitekim İran seferi öncesinde Edirne’de divan toplantısı yapan Yavuz Sultan Selim Han, Şah İsmail’in yaptıklarını bir bir sıralayıp haklarından gelmek istediğini bildirirken onların düşünce yapılarını şöyle anlatmıştı:
“Trabzon tahtında iken onlara yakın olup durumlarını biliyordum. Zaman elverip devletleri yardımcı olursa, yeryüzünden İslam’ın tarz ve usulünü kaldırıp, doğru inananları saf dışı ederler. Muhammed’in apaçık dinini bırakırlar küfürden daha kötü bir yola giderler... Kâfirlerin sapık dinleri bellidir. Kâfirin günahı sırf şirk (eş koşma), bunların maksatları ise temiz dinin saf suyunu kirletmektir... Kâfirin en büyük günahları Âlemlerin Efendisi’nin peygamberliğini inkâr, bunların sonu sapıklık olan niyetleri Server-i Kâinat’ın mağara dostu dert ortağı arkadaşıyla beraber büyük sahabelerine kin ve düşmanlıklarını ortaya atmalarıdır... Kâfirin suçu Kur’ân-ı Azime muhalefet, bunların maksadı mutluluk sıfatlı apaçık dine muhalefettir... Kâfirin en derin arzusu İncil’in hükümlerini yaymak, bunların en büyük gayretleri Kur’ân’ın prensiplerini bozmaktır... Kâfirlerin ümitleri haç tertibini gözetmek, bunların arzuları sevgili Peygamberimizin dinini bozup küçümsemektir... Mademki bu topluluk doğru yola girip tevbe etmiyorlar. Anadolu’da karışıklık ve fitne çıkarmaya devam ediyorlar, öyleyse onların üzerine yürümemiz gerekir!..”
Selim Han’ın İran üzerine yürümesinin maksadı bu idi.
Protokol dinî mi siyasi mi?
Selim Han, İran’ı Anadolu’da fitne tohumları ekmekle suçluyordu. Son on senedir de Suriye’de Irak’ta Yemen’de Libya’da fitne tohumları eken İran değil midir? Sünni İslam dünyasını paramparça ederken Batı’nın ekmeğine yağ sürmüştür.
Buna rağmen Diyanet’in İran ile iş birliği protokolüne imza atarken, “fitne ateşini söndürebilmek amacıyla” diyerek açıklamada bulunması tam bir aymazlıktır. Zira maksat siyasi fitne ise bu ateşi söndürmek devlet adamlarının meselesidir. Diyanet, siyasi işleri mi görüşecektir? Oysa maddelerde böyle bir hüküm söz konusu da değildir.
Şayet siyaset diyecek olsa Diyanet’in öncelikle şu hadiseyi unutmaması lazım:
2010 yılında BM Güvenlik Konseyi, İran'a nükleer programı nedeniyle yeni ve sıkı yaptırımlar getiren karar tasarısını kabul ederken bu karar Brezilya ile birlikte İslam dünyasında ikiliği gidermek isteyen dönemin başbakanı olan Sayın Erdoğan’ın liderliğindeki Türkiye karşı çıkmıştı. O gün Türkiye’nin yanında sadece Brezilya yer almıştı. İran Türkiye’nin bu jestini görmemişti bile. Zira tarihinde olduğu gibi bundan sonra da bütün hamlelerini Türkiye’nin ve bilhassa Sünni İslam dünyasının mahvolmasına yönelik olarak atacaktı...
Şimdi de Diyanet’in şu suallere cevap vermesi gerekir:
Yıllardır PKK’yı yüreklendiren ve destekleyen İran değil midir?
ABD ile birlikte Halep, Felluce, İdlip ve Ramadi’deki katliamlarda kimin parmağı vardır?
Türkiye’nin Suriye’deki katliamları durdurma uğruna mücadele verirken İran nerede duruyordu?
Türkiye’ye karşı Macron’la hangi iş birliğinin içerisinde bulundu?
Şayet bütün bu bilgi ve sualler karşısında "biz din adamları ile görüşeceğiz ve onların desteğini kazanacağız" derseniz bu daha büyük gaflettir. Zira İran’ı zaten Mollalar idare etmektedir.
Siz sadece bu ülke içerisinde fitnenin daha büyük bir şekilde intibahına yol açarsınız. Fitneyi önlemek derken fitnenin baş unsuru olursunuz. Geliniz yol yakınken bu sevdadan dönünüz. "On yıl önce böyle bir anlaşma yapılmış" ucuzluğuna kaçmayınız!.. Ona da yanlışa ortak olmak, destek vermek denir!
Bu arada İran’dan fıkıh veya dini bir ders almayacağınızı vurguladınız. Bu açıklama da maalesef tam bir garabet. Neden almayacaksınız söyler misiniz? Şayet yolları bozuk derseniz o zaman yanlarında din adamı olarak ne işiniz var? Ayrıca faaliyetleriniz de bunun tam tersini söylemektedir.
Şayet sözünüzde samimi iseniz buyurun Ehl-i sünnet âlimlerinin eserlerini İranlı âlimlerle birlikte Farsçaya kazandırın! Ahmed İbni Kemal Paşa ve Mevlana Sarı Görez’in eserlerinin hem Farsçaya ve hem de günümüz Türkçesine çevrilmesini sağlayınız!
Bakınız Mevlana Sarı Görez risalesinde Yavuz Sultan Selim Han döneminde İranlıların itikadını şöyle naklediyordu:
“Onların din-i İslama aykırı pek çok bozuk itikatları ve hareketleri vardır ki şahsen benim katımda ve diğer âlimlerin katlarında açık ve kesin bir şekilde bilinmektedir. Onlar görünen bu hareketleri ile dinimizin hükmüne ve kitaplarımızın bildirdiğine göre mülhiddirler (dinden çıkmışlardır). Herhangi bir kimse dahi onların batıl olan dinlerini beğense ve rıza gösterse mülhid olur.”
Neden açıklamıyorsunuz?
Aslında Diyanet’in, 2010 yılından beri yapılan uygulamaları tam anlamıyla gözden geçirmesi gerekmektedir.
Nitekim Diyanet Vakfı’nın yayınladığı Şii yazar Zeynelabidin Rahnuma’nın -haşa- Allahü teâlâya, Resulüne, Eshabın büyüklerine ve Peygamber efendimizin hanımları olan müminlerin annelerine iftiralarla dolu “Hazreti Peygamber” isimli çeviri kitabı ne kadar basıldı ve satıldı?
Bu eserin hazırlanmasını büyük övgü ile dile getiren ve çeviri dalında ikincilik ödülü veren Bülent Arınç Bey ne yapmak istiyordu!..
2015 yılında vizyona giren “Hazreti Muhammed Allah’ın Elçisi” filmi (ülkemizde 2016) de yine İranlılarındı. Maalesef o dönemde Diyanet heyeti bu filmi incelediğinde izlenmeye değer bulmuştu. Bunların hepsi muhtemelen 2010 yılında yapılan protokolün yansımaları idi.
Diyanet yetkililerine tarihî bir gerçekliği daha hatırlatmak istiyorum!
Osmanlıların İran’la yaptığı savaşlar sonunda anlaşma imzaladıklarında en mühim madde olarak şu husus göze çarpmaktaydı:
“Camilerinizde Hazreti Aişe validemize ve üç büyük halifeye din-i seb (küfür) edilmeyecek!..”
Şu madde dahi İran’daki Ehl-i sünnet ve Eshab-ı kiram düşmanlığını göstermeye yeterlidir.
Günümüz hadiseleri de göstermektedir ki, İran dinî emellerinden ve zihniyetinden asla taviz verecek bir yapıda değildir.
Dolayısıyla şimdi Diyanet'e soruyorum! Yenilediğiniz veya geliştirdiğiniz protokolle, İslam’da fitne unsuru görevini yapmakta olan bir güç ve iktidarla hangi fitneyi önleyeceksiniz belirtiniz! Yapılan protokolü dahi üzerinden on gün geçtiği hâlde açıklayamadınız!
Mademki fitneyi durduracak müthiş bir protokole imza attınız(!) öyleyse zevkle mutlulukla açıklamanız gerekmez miydi?
Demek ki işin içinde başka hususlar başka niyetler var!
İran tarafı ise hiç beklemeden açıklamayı sızdırdı.
Bu durum İran heyetinin anlaşmadan büyük memnuniyet duyduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Şurası muhakkak ki İran böyle bir durumda Türkiye’ye göre on kat daha eli güçlüdür.
Zira İran’da; Şiiliği resmî mezhebi olarak kabul etmiş ve dünyaya pazarlamak isteyen bir devlet var.
Türkiye ise laik bir ülke olması hasebiyle bu noktada muhafazasız kalmaktadır. Devletimiz Şiiliğin yayılmasını nasıl durduracaktır? Bırakın karşı durmayı Sünni yapıyı bozmak için çırpınan İlahiyatçılar mı karşı duracaktır?
2010 yılında yapılan protokolün neticesi olarak lise kitaplarımıza Caferilik beşinci mezhep olarak girmiştir.
Hâlbuki bin yıldır bu coğrafyada Müslümanlar itikatta Ehl-i sünnet vel cemaat ve amelde dört mezhep inancına sahiptir.
Peki, İran resmî dinî eserlerinde Ehl-i sünnet mezhepleri nasıl anlatılmaktadır. Açıklayabilecek kimse var mıdır?
Humeyni iktidara geldiğinde “Şah'ın zulmü Ömer’in zulmünü geçmişti” sözü ile Eshabın en ileri gelenlerine duyduğu derin nefreti göstermişti. Ne değişti söyleyebilirler mi?
Yapılan protokol açıklanmayacak ve bütün bu suallere cevap verilmeyecekse soruyorum: Diyanet nereye koşuyor?
TEFEKKÜR
Bir zamana kalmışuz, sanman bu sözde kâzibüz
Mâilim Hakka diyen sadık değil davasına
Prof. Dr. AHMET ŞİMŞİRGİL
10.01.2020
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/611662.aspx
18 notes
·
View notes
Text
Set Çekilen Hayatlar
Yaşam aksiyonunun önüne setler biriktiriliyor. Yaşam deneyimi tastamam sakatlanırken o cerahatle kendisine yeni yönler açtığı iddiasında olan devletli mekanizması her günü açık, aleni bir biçimde dar ediyor. Düpedüz yalanlarla, aralıksız bir şiddet sarmalıyla yaşam hal ve istemi tarumar ediliyor. Gündelik yaşam pratikleri gölgelenirken, bir cerahat gibi artık bu sahnenin ayrışmaz bir parçası olagelen şiddet mefhumundan herkese payına göre afaki bir taksimat yapılır. Şiddet kesintisiz bir düzleştirici, bir düzlemdeki hiza bildirici olarak bu sahnenin her gününe konumlandırılır. Cerahat yaygınlaştırılırken hiçbir şey olmadığını deklare etmeye çabalayan bir yaygın medya şablonu var edilir. Ajitasyona gerek kalmaz bir biçimde yorgun düşürücü, tekmili birden iç kıyıcı bir ülke realitesi var edilir. Yoksun, eksik, yarım, her dem bir biçimde birbirine düşman, aralıksız nahoş, sonsuz bir girdabın ortasına itilip, uçurumun kenarında tutulan bir yurttaş gerçekliği kesintisiz kılınıyor. Açık bir biçimde yaşam pratiğinin mahvına devam diyor erkan-ı muktedir. Hal midir, gidişat gidişat mıdır?
Kütlesel nefret edimi güncellendikçe, yaygınlığı sağlandıkça yaşam aksiyonun önüne set çekmek de kolaylaştırılır. Bugünün yepyeni ülkesi olarak deklare edilen, paylaşılan saha, yerde olan biten az biraz da budur. Her güne yaralarıyla bir başına konulan insanların en ufak bir sorunun dahi çözülmediği, çözümsüz kılındığı bir yerde o tahakküm aparatları her durumda yaşamı daha derin, kalıcı bir biçimde ayrıştırır. Un ufak edilen hayatlarımız bizatihi müştereklerimiz meselidir. Bir oyun kabilinden görülen, sistematik bir biçimde her durumda aynı / benzeş görülenin kıyısında yaşamın nasıl bir normatiften uzak kılınıp kuşatıldığı / setlerle neyin var edildiği zaten az çok açıktır. Bugünün ülkesinin her nasıl fasık bir biçimlendirmeyle beraber mutlak / keskin dönemeçlerle beraber öğütücünün ta kendisine evrildiği zaten örneklenebilir. Bizatihi baş efendi, yancısı baş faşist ve onlarla birlikte olmadığını zikrederken dahi aynı / bir örnek tahayyülleri seslendirmeye devam eden doksanların içişleri bakanlığı koltuğundaki cerahatli / eline kan oturmuş Asena’sı bu denklemde pekala anılabilir. Sağcı pragmatizminin var ettiği her şeyi bir oturuşta koca bir memleketi söğüşlemek bu arada da masalları anlatırken hayatı çitlemek olduğunu bildiren ve paylaşan nice ibretlik örnek yaşatılır. Bir örneği geçtiğimiz haftanın gündeminin satır aralarında yer bulur, aktaralım:
“İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Sivas'ta yaptığı açıklamada Ankara'da 30 Aralık 2022 tarihinde uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürülen eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş ile ilgili konuşmasında "Biz geçmişimizde siyasi cinayetlere şahit olduk ama mertçeydi. Onun için de hiçbirimiz korkmadık ama o çocuğun babasını katledenler torbacılar, torbacılar." sözlerini sarf etti.” Ajanslara düşen açıklamanın fecaati bir yandan o hayat / yaşam aksiyonunun nasıl da bile isteye zehirlendiği ve onu yok edenlere her nasıl sağ cenahın halen sahip çıkmalara doyamadığını görmek düşündürücü değil midir? Bir biçimde doksanlı yıllarda Bakur Kürdistan’ı sathı mahallinde var edilmiş olan her bir yok etme / cinayette izlerin devlete, devletin yönetim katından askerinin üst kademelerine kadar çoğaldığı bir zeminde / bilindiği bir yerde ne mertliktir! Cinayetin mertçesi her ne demektir? Evrensel Gazetesi’nden aktaralım: “Pervin Buldan Akşener'in açıklamasını alıntılayarak "Namertçe" tepkisini dile getirdi.
Buldan'ın eşi Savaş Buldan 1994'te kaçırılarak öldürülen Kürt iş insanlarının arasında yer alıyordu. Savaş Buldan'ın cenazesi İstanbul'da Yeşilköy'de bir otelin çıkışında kaçırıldıktan iki gün sonra 3 Haziran 1994 tarihinde bulunmuştu. Mahkeme tutanaklarında Savaş Buldan ile aynı gün öldürülen Adnan Yıldırım ve Hacı Karay'ın isimlerinin "Öldürülecek Kürt İşadamları Listesi"nde olduğu ortaya çıkmıştı.
3 Kasım 1996'daki Susurluk kazası sonrası hazırlanan Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş'ın 1998 tarihli raporunda, "Susurluk olayının başlangıcı belki de zamanın Başbakanı Çiller'in bir cümlesinde gizlidir. 'PKK'ya yardım eden iş adamlarının listesi elimizde' diyordu. Sonra da infazlar başladı. İnfazların kararını kim veriyordu? Bozulmanın başlaması ve vatan - millet hesaplarının yerini kişisel hesapların alması kaçınılmazdı ve öyle oldu" yazıyordu.
Şırnak Barosu: "Mertçe" Cinayetler İle İlgili Bilgiler Açıklanmalı
Barosu, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in sözlerine tepki gösterdi. Baronun X sosyal medya hesabından yapılan açıklamada, “Şırnak Barosu olarak, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener'i bu vahim açıklamasından dolayı kınıyor, devletin var oluşunun nedeninin öncelikli olarak insanların can güvenliğini sağlamak olduğunu dile getiriyoruz” denildi.
"Mertçe’ Dediği Cinayetleri Açıklasın"
Açıklamada şunlar belirtildi: “Türkiye’nin yakın tarihinde kara bir leke olarak adlandırılan faili meçhul cinayetler Akşener’in de bir dönem İçişleri Bakan’ı olduğu 90’lı yıllarda büyük oranda tırmanışa geçmiş ve bugüne kadar failleri bulun(a)mayan 17 bin kişi bu ‘siyasi cinayetlerle’ katledilmiştir. O döneme dair kısmen açılan soruşturmalara ilişkin cezasızlık politikası süregelmiş ve dosyaların büyük bir kısmı gelinen süreçte zaman aşımına uğramıştır. Bu dosyalarda etkili soruşturma yürütülmemiş, faillerin belirlenmesi yerine, faillerin korunduğu, mağdurların daha da mağdur edildiği bir anlayış içerisinde olunmuştur. Hukuk devleti; açıklık, hesap verilebilirlik ve denetlenebilirliğin hakim olduğu rejimin adıdır.
Şırnak Barosu olarak, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’i bu vahim açıklamasından dolayı kınıyor, devletin var oluşunun nedeninin öncelikli olarak insanların can güvenliğini sağlamak olduğunu dile getiriyoruz. Bununla beraber Akşener’in konuşmalarında adı geçen ve bilgisi dahilinde olan bu ‘Mertçe’ siyasi cinayetler ile ilgili bilgilerini kamuoyuna ve yasal mercilere açıklamasını bekliyoruz.”
Açıklama şu şekilde çıkagelir: “Ben dün Sinan Ateş’in katledilmesiyle ilgili mertlik ve cinayet sözünü kullandım, suikast değil. Orada da dedim ki, ‘bizim geçmişimizde.’ Geçmiş dediğiniz zaman hangi yıllar akla gelir, bizim öğrencilik yıllarımız, 1970’li yıllar gelir. O zaman bu tür işler oldu, cinayet kötü bir şey, onu övmek mümkün değil. Cinayet acı bir şey, onun yanında durmak mümkün değil ama dedim ki ‘O günlerde yapılırdı’, acı bir şey fakat, ‘mertlik vardı’ ve sonuç itibariyle korkmazdık.”
Cumartesi Anneleri / İnsanlarından da ilgili açıklamaya yönelik doğrudan sorgu / itiraz gelir. Bianet’ten Evrim Kepenek’in haberinden aktaralım: ““Failler cezalandırılsın, kayıplar bulunsun” sloganı ile eylem yapan Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın 982. hafta buluşması bugün Galatasaray Meydanı'ndaydı.
Haftanın açıklamasını İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi (İHD) Başkanı Avukat Gülseren Yoleri okudu.
Yoleri, açıklamayı okumadan önce İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in 18 Ocak Perşembe günü partisinin Sivas Belediye Başkan adayı Mehmet Ceylan’ı açıkladığı buluşmadaki ‘siyasi cinayetler’ açıklamasına tepki gösterdi.
Yoleri, şunları söyledi: “Meral Akşener yaptığı açıklamada, 90’larda işlenen siyasi cinayetlere işaret ederek mertçe ifadesini kullandı. Biz bu açıklamanın fecaat olduğunun altını çizmek istiyoruz. O yıllarda karanlık içinde karanlık güçler tarafından yapıldığını iddia bugüne kadar bu şekilde açıklanan bu siyasi cinayetlerin kayıpların mertçe istendiğini söylemek o gün işlenen suçların aynı zamanda övülmesidir.”
“Eğer mertçe işlendiyse neden halen bu suçlar karanlıkta. Neden failler kendilerini açıklamaktan korkuyorlar neden halen yargılanmaktan korkuyorlar. Neden biz 28 yıldır hakikatlerin açığa çıkması faillerin yargılanması için mücadele ediyoruz? Her hafta hakikatlerin katillerin kamuoyu önünde açıkladığımız için baskılarla yasaklarla susturulmak isteniyoruz? Bunu kamuoyu önünde sormak istiyoruz."
Daha sonra açıklamayı okuyan Yoleri, “Abdullah Canan için adalet istemekten vazgeçmeyeceğiz” diye seslendi, şöyle dedi:
*Bu topraklarda yaşanan gözaltında kaybetmelere ve bu suça eşlik eden cezasızlık olgusuna karşı kamuoyunu bilgilendirmek ve haklı taleplerimizi duyurmak amacıyla 982 haftadır barışçıl buluşmalarımızı sürdürüyoruz.
*Cezasızlık; suç işleyen kişilerin işledikleri suçun hukuki sonuçlarından muaf tutulması durumu olarak karşımıza çıkmakta ve adalet sisteminin zayıf bir halkası olarak hukuku etkisizleştirmeye, Türkiye’yi evrensel demokrasi ilkelerinden uzaklaştırmaya devam etmektedir.
*982. haftamızda bir kez daha hatırlatıyoruz: Hukukun temel değerlerine olan inancı sarsan, toplumun huzur ve barışını tehdit eden cezasızlık son bulmadan hukukun üstünlüğü korunamaz ve herkes için adil bir yargı sistemi sağlanamaz.
*982. haftamızda bilinen failleri cezasız bırakılan Abdullah Canan için adalet istiyoruz.
Üç kuşak Abdullah Canan’ı arıyorlar
Açıklama sonrasında Abdullah Canan’ın oğlu Vahap Canan da konuştu, şöyle dedi:
“90’lı yıllardaki cinayetlerde babasını yitiren biri olarak söylüyorum. Mertçe olarak dediğiniz cinayetler, lanetli cinayetlerdir. O yıllar lanetli yıllardı. Sayın Akşener bunlar namertçe cinayetlerdir, bunlar geleceğimize ipotek koyan cinayetlerdir. Babamız için açılan davada gördük katil Mehmet Emin Yurdakul olduğunu gördük."
"Yüksekova çetesini aklamaya çalışanlar vardı biz bunları da lanetliyoruz. Bizi buraya 10 kişilik bir grupla sıkıştırmaya çalışıyorlar, biz burada tüm kayıplarımızın sesiyiz sesi olmaya devam edeceğiz. Bizden öncekiler ve sonraki kuşaklar hak arayışından vazgeçmeyecek. ‘Dünya karanlığın tamamı birleşse dahi mum ışığını söndüremez’. Bizi kimse söndüremez. Biz bu ülkenin mum ışığıyız. Katil Mehmet Emin Yurdakul’u lanetliyoruz.”
Düzenin var ettiği kütlesel nefret edimi artık kimin hayatının öncelikli, kimin hayatını dikkate değer olduğunu ayırt edebilir bir eleğe dönüştürüldü. Akşener’in durup dönüp lafı değiştirme çabasına rağmen, kendisini dönemin içişleri bakanlığı koltuğuna taşıyan küme, yapının var ettiği hazin geçmiş, o cinayet silsilesine dair tek satır bir açıklamayı var etmeyen, Cumartesi İnsanlarının değindikleri gibi, karanlığın müsebbibi olup onu yok sayıp, her itiraz edeni, sorgulayanı terörle iltisaklı kılarak hangi sorun çözülebilir. Failleri ifşa etmekten kaçınarak ne elde edebilir ki, derin bir sessizlikten gayri? İnsanların yas tutma haklarından, bir naaşa sahip olabilme ihtimalinden, can kayıplarını hatırlatacak tek bir anıdan dahi mahrum koyarak, demokratik bir düzlemde, iyileşmiş bir sistemden bahis açılabilir mi? O çok önemsenen dış dünyanın, ekonomi politiğinde yol belirleyiciliğinden dem vurulan sermaye gruplarının dahi önce insan hakları diye çıka geldikleri bir zeminde onca ağır yaranın, bu yıkımları var ederek yaşam eyleminin önüne kurulan setlerin, yok etme çabalarının akıbeti ne olacaktır? Ne zaman Türkiye bir insan hakkının var edilebildiği bir zemin olacaktır, ne zaman hangi ara, düşünür müydünüz?
Cinayetler tarihine dönüşmüş bir hikayenin ev sahipliğinde, gündelik yaşamın pratikleri elinden çalına durulan insanlara bu ülke ne verebilecektir sahiden. Yaşam aksiyonunun önüne setler biriktirilirken, sığ, sağcı pragmatizmden mülhem onu savunup içselleştiren artık gizlisi olmadan ünleme halleriyle ırkçılığı dominant bir biçimde savuna gelen bir yeni nesli söz konusuyken hangi yaralar iyi edilebilir. Cumhuriyet deneyiminin yüzüncü yılı geride bırakılırken, demokrasi eşiğinde pek çok atılımdan mevzubahis olunurken bu hallerle bu yönelimlerle bir tek iyi gün var edilebilir mi? Sorular, yepyeni sorulara çıkıyor. Bütünüyle yanıtsız konulmuş olagelen habis yaralarla, yıkımlarla, cinayet tahayyülü ve eylemleriyle, kasıtla ama hep bir biçimde bilinçle bir yer yurt, cinnet vatana dönüştürülüyor. Yaşamın ezildiği, üstünde lafının dahi geçirilmediği bir zeminde hiç kimse en başta da bu ev bizim siz kimsiniz diye gönençlenip, nefretini saklamadan hınç almalara girişenlerin ta kendisine de bir ülke bırakılmıyor. Yaşam bunca rahatça zehirlenirken tüm o tanıklıklar, yaşanmışlıklar bir şeyleri anlatırken, susun buyruluyor, cehennemin bu sureti temsiline alışın buyruluyor, alışıyor musunuz? Varılan eşiğin korkunçluğunu sahi anlıyor musunuz...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Cheap Street Art Collective via Collateral Magazine
#düzen#yok edicilik#hayat hakkı#biricik#yaşamak#hayat eylemi#dönüşüm#kör karanlık#yıkıcılık#asimilasyon#fena#cerahat#ırkçılık#90lar#kürdistan#faşizm#ülke gerçekliği#başka türkiye vardır#biyopolitika#anlamak#mesel#insan hakkı#hayat101#sözler#gerçeklik#gerçek kesit#tanıklık#cumartesi anneleri#hizip#ayrımcılık
1 note
·
View note
Text
Bireyselliğin Gölgede Kaldığı Bir Dünya
Orbis Cumhuriyeti. Bir zamanlar zengin kültürü, sanatı ve düşünce özgürlüğüyle tanınan bu ülke, şimdi geçmişinin gölgeleri arasında kaybolmuş durumda. İnsanlık tarihinin en karanlık sayfalarından birini yazan Orbis, bireyselliğin sistematik olarak yok edildiği bir rejimin egemenliğinde yaşamaya mahkûm. Burada, iktidar önce zihinlerde duvarlar inşa eder. Gerçekliği kontrol etmek, önce düşünceleri manipüle etmekle başlar; sonra diller değişir, en sonunda ise hafızalar silinir. İnsanlar, kendi zihinlerinde hapsedilmiş kölelere dönüşür.
Orbis'te düşüncelerine pranga vurulmuş bir toplum, özgürlüğün sadece bir illüzyondan ibaret olduğu bir yerde yaşar. Tıpkı Orwell’in distopyasında olduğu gibi, gerçeğin ne olduğunun bilinemediği bu dünyada, bireysellik tehlikeli bir suç sayılır. Büyük Gözetleyici her yerde, her zaman izler; ancak belki de en korkuncu, bir süre sonra buna bile gerek kalmamasıdır. Orbis halkı, kendi kendilerini gözetlemeye başlar.
Bu baskıcı rejimde, insanlar kendi düşüncelerine bile yabancılaşır. Bir gün fark edersin ki, zihninde dönüp duran kelimeler bile sana ait değildir. "Orbis Konuşması" adı verilen yeni dil, kelimeleri yavaş yavaş anlamsızlaştırır. Sevgi, bağlılık, isyan gibi güçlü kavramlar yerini boş, anlamsız ifadelere bırakır. Gerçek, sürekli değişen bir tasarımdan ibarettir; dün neye inandığın, bugün artık var olmayan bir şeydir.
Ama Orbis’te bile, her şeye rağmen, bazıları bu duvarların arasında özgürlüğü aramaktan vazgeçmez. İçlerinde, baskıya boyun eğmeyen küçük bir alan yaratırlar ve orada yaşarlar. Onların direnişi, sadece bir rejime değil, insan ruhunu zapt etmeye çalışan her türlü güç yapısına karşıdır.
Bir zaman gelir, bireyselliğin tamamen kaybolduğu Orbis'te bile, insanlığın özünden bir şeyler kalır. Çünkü en sert baskı bile insanın içinde yanan o küçük kıvılcımı tamamen söndüremez. Orbis’in bireyleri, özgürlüğü arayan bu varlıklar, her zaman bir çıkış yolu bulur. Yeter ki, gerçeğin ne olduğunu hatırlayalım; yeter ki, bu karanlıkta bile kendi ışığımızı aramaktan vazgeçmeyelim.
Belki de kurtuluş, zihnin özgür kılınmasında yatar. Bu özgürlük, bedenin zincirlerinden daha güçlü olan zihinsel zincirleri kırabilmektir. Çünkü ne kadar baskı altında olursa olsun, insan ruhu her zaman bir yolunu bulur. Gölgelerin ardında kaybolan gerçeği bulmak, dilin içine saklanan özgürlüğü keşfetmek, bireyselliği yeniden kazanmak—bunlar, her şeyin ötesinde Orbis’te insan olmanın anlamını taşıyan şeylerdir.
Siz anlıyorsunuz orbis neresi..
1 note
·
View note
Text
Cemal Süreya’nın Mahasamadhisi / Bora Ercan
Türkçe’nin kendine özgü dilini kurabilmiş büyük bir şairidir Cemal Süreya. Bu yazıda, Cemal Süreya şiirine pek de bakılmamış bir açıdan bakmaya çalışacağım. Bu açı, şairin bilgeliği üzerinedir. Aslında bu (ruhani) bilgelik hali sadece Süreya’ya ait değil bütün büyük şairler için de geçerlidir. Şairlerin gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemi şiirlerine bu açıdan bakılabilir.
Bununla birlikte, yazarı bilinsin ya da bilinmesin bütün eski yazıtların, destansı metinlerin birer şiir olduğunu söyleyebiliriz. Gılgamış Destanı, Vedalar, Bhagavadgita, Odyssea birer şiirdir. Bu metinleri yazanlar birer şair ve bilgedirler.
Cemal Süreya’ya, bundan sonra imzasındaki gibi sadece Süreya dememde umarım bu sakınca yoktur. Süreya’nın, döneminin birçok şairi gibi ideolojik olarak sol / sosyalist düşüncede olduğunu, bu durum ‘Doğu Öğretileri’yle ilgilenmeye engel olmasa bile, belki de kaynak azlığından ve anlaşılabilir önyargılardan dolayı, şairin bu öğretilere pek de yakın olmadığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte, şiirlerinin bir çoğunda, bir Zen şiir formu olan Haiku’ya biçimsel değil, ama içerik olarak olarak yakınlık da söz konusudur. Örneğin, Yeni Yaprak Dergisi’nin Ocak 1989 sayısında yayımlanan ‘kısa’ adlı şiiri, 5-7-5 haiku hece formatında olmasında tam bir haiku tadındadır.
Hayat kısa, Kuşlar uçuyor.
Süreya 1931 doğumludur. Bu şiiri yayımladığı yaşı, günümüz için çok da ileri bir yaş değildir. Bununla birlikte, bu şiirin yayımlanmasından bir yıl sonra yaşamını yitirmesi başka türlü düşünmemizi sağlayabilir. Bu, nasıl olur bilinmez elbette, ancak şair bir şeyler hissetmektedir, bu açıktır.[1] Bir yanda uçarılık bir yanda hayatın kısalığının farkındalığı…
Süreya, acının ne olduğunu bilir. Küçük yaşta yurdundan sürgün edilen şairde bu izlek her dizede neredeyse derinden fark edilir. İnsanın kendisinin ölümü pek de gerçek bir şey değildir. Bunu, Epikür ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum, diyerek çok da güzel açıklamıştır. Ölüm yaşayanlar için vardır ve bu da başkalarının ölümüdür. En zorlusu da evlat, kardeş, eş, anne, baba ölümüdür. Türkçe’nin en çarpıcı şiirlerinden birinde bu konu şairde şu şekilde dile gelmiştir:
Sizin Hiç Babanız Öldü Mü?[2]
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Söylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?
Bu şiiri, İslami ritüelller gereği babasının cansız bedenine su ve sabun dökmek durumunda kalan erkekler çocuklar daha iyi anlayacaktır. (Elbette bunun anne / kadın durumu da benzerdir, ama bilemiyorum işte…)
Şairin Ölüm adlı şiiriyse şöyledir:
Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gövdesine sarılıyorum.[3]
Günümüzde, özellikle sosyal medyayla dünyada popüler olan ağacın gövdesine sarılma eylemini şair yıllar önce öngörmüş. Ağaç; köklenme, güven, dinginlik, bilgelik ve uzun ömürle (normal şartlar altında) ilişkilendirilebilir. Şair, ölüme karşı bir ağaca sığınmaktadır.
‘Düşüncesi değil kendisi’ başlıklı şiirinde bir dörtlük şairin Doğu’daki ölüm hakkındaki düşüncelerinin ifadesidir:
‘Ölüm güney yarımkürede Çok sığ ve sonsuz geniş Bir ırmaktır Ganj da derler ona’[4]
Süreya’nın Hint ellerine gittiğini sanmıyorum. Ganj halkındaki bilgisi, yanılmıyorsam kulaktan dolma, galiba Ara Güler’in fotolarından, anlatılarından… Ganj, güney yarımkürede değil tabii ama bu bir şiir, şiirin kendi gerçekliği vardır, mantıkla düşünürsek çok da haz alamayız şiirden. Ganj ve Hint altkıtasındaki birçok akarsu kutsaldır. Doğuda ölüm daha çok geçiştir. Bu geçişkenliği de yakma törenleri ve küllerin Ganj’a atılması bütünler. Sadece ölü yakma değil bütün bir yıl boyunca Hindular için önemli bir hac yeridir Ganj. Her gündoğumu ve batımı ateşler dualarla suya bırakılır, o suya girilir, arınılır. Su aynı zamanda anne’dir. Ganj da anne olarak anılır. Süreya’nın annesini yedi yaşında kaybettiğini burada belirtelim.
Aralık 1989’da geldiğimizde Yeni Yaprak’ta yayımladığı şiir şöyledir:
Ölüm mü, Bir gölün dibinde durgun uykudasın. Denizler? Tanrılar karıştırır durur denizleri..
Burada iki kavram ön plandadır: Ölüm ve Tanrı.
Göl daha çok durgunluktur. Belki de güvenli bir yuva. Uyku ise şüphesiz ölümle bağlantılıdır. Tanrılar ise denizleri karıştırırlar, denizler daha güvensizdir, bu yaşamın devingenliğini işaret eder. Burada, ayrıca, yine az önceki su ve anne imgesi belirebilir. Belki de içten içe bir reenkarnasyon düşüncesi…
Maha, Sanskrit dilinde büyük demektir. Samadhi ise birçok anlama gelmekle birlikte mükemmel zihin, zihnin zirvesi, zihnin son mükemmel halidir. Birçok Samadhi aşaması vardır. Mahasamadhi ölüm aşaması ve ölümdür. Bilgeler öleceklerini anlarlar, çoğu da meditasyon halinde geçiş yapar.
Süreya’yı 59 yaşında, Ocak 1990’da kaybettik. Yaşasaydı daha ne şiirler yazacaktı. Olsun biz eldekilerin değerini bilelim ve olur olmaz yerde, facebook’ta mesela, kaynak göstermeden şiirleri paylaşıp, deforme etmeyelim. Şair’e saygı, bilgeye ve bilgiye saygı lütfen.
Gelelim bilgemizin son şiirine. Bu şiir o dönem için ülke çapındaki bir şiir dergisi olan Yeni Yaprak’ta yayımlandı. Bu satırları yazan kişinin de ilk şiiri o dergideydi. Bu nedenle, Süreya için her ocak ayında kendimce bir şiir ritüeli yaparım. Kimse bilmez bunu. Bu yazıyla, bu yıl otuzuncu yılda başka bir borç ödendi sanki. Aşağıdaki şiirde bakın şair nasıl hesaplaşıyor Tanrı’yla ve gönlü rahat, huzur içinde, zaten rakı masalarında da hep hesabı fazlasıyla ödermiş. Böylece yazıyı sözünü ettiğim yayımlandığı son şiirle bitiriyor, bundan sonrasını size bırakıyorum:
Üstü Kalsın
Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir
Üstü kalsın
[1] Burada şairin o çok sözü edilen ailevi, özel sorunlarına hiç girmek istemiyorum.
[2] Sevda Sözleri, S. 26.
[3] Sevda sözleri S. 183.
[4] Sevda Sözleri, S.230.
7 notes
·
View notes
Text
Karbağın işgali, aynı zamanda Ermenistan'a da kurulmuş tuzak!
Azerbaycan'a ait Karabağ'ın işgalden nasıl kurtarılabileceğiyle ilgili dostlara şunu söylüyorduk: Bu mesele İngiltere, Fransa ve ABD üçlüsünün Ermenistan'ın hülyasında var olan o "Büyük Ermenistan" tarafından avlanıp, bu coğrafyaya hem başağrısı, hem de karınağrısı edilme hadisesidir.
Başağrısıdır;
Çünkü Ermenistan'ın SSCB'den ayrıldıktan hemen sonra Anayasasına yazdırılan "Batı Ermenistan'ın kurtarılması" maddesi, tamamen Türkiye'ye yönelik "Anayasal Düşmanlık" manasındadır. Onların "Batı Ermenistan"ı, bizim Doğu Anadolu'muzdur. Ayrıca diğer yandan "Sınır kapılarını niye açmıyor Türkiye?" diyenler, bu Devletin "1915 Soykırım iddiası" ile ilgili hangi dolapları çevirdiğini de bilmelidir. Ermenistan, kendi ipini kendi geçirmiştir boğazına, çıkarmakta kendi elinde. Yapamıyorsa başağrısı hep olacaktır elbet! 3 milyon nüfusu, yeraltı ve üstü fakirliği bu derece büyük bir oyunu oynayacak sahayı ona vermez, sadece Faşizmin kurbanı olur. Sıkışmışlık, batılı devletlerin onu coğrafyada kullanmalarını sağlayacak derecede gevşetilir. Yoksa, bir ülke- bir hapishane!
Karınağrısıdır;
1991'de Karabağ'a saldırıp buradaki Türk-Müslüman nüfusu Bakü'ye sığınmaya zorlaması, Türklerin katılmadığı referandumla burada özerklik ilan ettirmesi, daha sonra Hocalı'da soykırım uygulaması Azerbaycan dengesini tamamen bozdu.
Bununla da durmadı. Gitti Rusya'yla "Savunma İşbirliği Antlaşması" yaptı. Onun arkasında şimdi. Bu, Türkiye'yi de zorlayan bir durum. Türkiye bu durumda direkt müdahalede bulunma şansından yoksun. Uluslararası ilişkiler bir satranç gibidir. Şah'ta, Mat'da zihnin ürününü. Sıçramak için durmayı bilmek gerektiren...
Peki Azerbaycan ne yaptı bu arada? Uluslararası bir denklem oluşturabildi mi? Herhangi bir pakta dahil olabildi mi, hayır? Ermenistan, Uluslararası arenada ABD, Fransa, İngiltere'nin; savunma sahasında Rusya'nın arkasında iken, Azerbaycan maalesef yaslandığı ABD-İsrail ekseninde istenilen kabulü görmedi.
Dünyada etkin olan Ermeni lobisini karşısına almak istemeyen bu devletler Azerbaycan'ı oyalamaktan öteye gitmediler. Silah satışını sağlayacak kadar da el çekmediler tabi. Bu arada medya sektöründe de bir numara oldular.
"Rus-Fars" denkleminde tamamen hamaset kokan; halkı, gerçekliği olmayan politikalara angaje etmek te işin diğer tarafı...
Ermenistan sıkıştığı alanda kendine bir alan yaratırken, Azerbaycan hem halkının dini ve kültürel değerini hem de politik uluslararası gücünü maalesef kıymetlendiremedi.
Şimdi gelinen noktada gönlümüzün istediği 48 saat içinde o toprakların işgalden kurtarılması olsa da, gerçekleşmemesinin sebebinin Rus kalkanına denk gelmek olduğu gerçeğini bilmemiz kime ne diyeceğimizi söylüyor aslında.
Bilmek sorumluluktur, bilinsin istedim...
1 note
·
View note
Text
İçgörü coğrafyasında yolculuk:
Geçtiğimiz hafta sonu meditasyon hakkında pek çok konuştuğumuz ve uygulamalar yaptığımız bir süreçteydik. Aynı zamanda 3 hafta önce de benzer süreci yine aynı grupla deneyimledik. Bu kez eğitmen ve yönetmen koltuğunda olma cesaretini gösteren bendim. Desteklerim ise Dada ve Bora Ercan oldular. Kendilerine tüm kalbimle bir kez daha teşekkür ediyorum. Süreç henüz bitmedi, Ağustos sonunda Hintli yoga hocamız Dada ile birlikte bir Meditasyon inzivası yapacağız. Sonra kendimizle kalma ile bir araya gelme pratikleri içinde bir süre gidip geldikten sonra yaşam alanlarımıza geri döneceğiz.
“Bizler bu dünyaya doğmadık, bizler bu dünyadan doğduk.” Stuart Avery Gold’un bu sözleri yaşadığımız gezegenden aslında hiç ayrı olmadığımızı ne güzel anlatıyor. Oysa geldiğimiz noktaya baktığımızda, tüm sosyo-ekonomik sistemin dışlama ve ötekileştirme üzerine kurulduğu aşikar olsa da biyo-psiko-sosyal olarak bireyi suçlamak da çözüm olmaya yetmiyor.
Aslında biz insanoğlu diğerleriyle bir araya geldiğinde mutlu olan bir sisteme sahibiz. Dünyanın gidişatını belirleyecek kadar büyük politikaları yönetenler her ne kadar “güç” için savaşa ve savaşmaya yatırım yapsa da artık hiç bir ülke halkı savaşmak istemiyor. Çünkü güç ve iktidar geçtiğimiz yüzyılın ele geçirmeye çalıştığı bir şeydi. Daha eski yüzyıllarda, bilginin en büyük silah olduğu zamanlarda vardı. Oysa şimdi insanlar artık bilgiye kolayca ulaşıyor ve silah ve güç içinse yerinden bile kıpırdamak istemiyor. Bir araya toplanabileceğimiz meydanlar daraldıkça, sosyal mecra meydanları çığ gibi büyüyor. Yeni neslin arayışı ise daha çok göz önünde (görünür) olmak, parlak olmak ve en iyi olmak üzerine diyor ilgi ile izlediğim bir psikyatr olan Agah Aydın.
Üstelik bu yeni yüzyıldan doğan yeni nesil yepyeni gerçekliği ile gülümsüyor dünyaya. Çünkü yeni nesilde bu dünyadan doğdu ve bu dünyanın geleceğini belirleyecek olanda yine onlar.
Güçlü stratejileri belirleyen dünya devlerini artık kimse istemiyor, rekabeti kendi ile yeni gelen neslin. Hataya hiç yer vermeyen ve güçlü olanın ayakta kaldığı bu sistem kendi kendini yok ederken tüm dünyaya da korkunç zararlar veriyor.
Tam bu noktada insan, geldiği noktanın zihinsel karışıklığından kurtulmak için kendine yeni yollar ararken, zorla yönlendirilmeye çalıştığı dış dünyadan kendi iç dünyasına doğru bir bakış atma ihtiyacı duymaya başlıyor. Dışarıda olan her şey içimizde de mevcutken ve iyileşme de içeriden dışarı doğru mümkünken, bu doğal yönelime doğru çekilmeye başlıyor. Artık gücü, bilgiyi değil en iyi olmayı arayan yeni yüzyılın teknolojiye bağımlı hale getirilmeye çalışılan genç ve yetişkin bireyleri yaşamlarında bir şeylerin yanlış gittiğinin farkındalar.
İçgörü insanın, kendine rağmen, yaşamındaki yolunda gitmeyen şeylerin nedenlerini bulabilmek için kendi içine bakabilme becerisidir. “Tibet’te 7 yıl” filmini izlediniz ise bilirsiniz, başrol oyuncusu yaşamında yolunda gitmeyen şeylerden kaçınmak için bir yolculuğa çıkar ama çıktığı bu yolculuğun sonunda kendi içine bakabilme ve maskelerini indirebilme cesaretini gösterebildiği oranda huzuru bulur. Mutlu olmaz belki ama huzurlu olur. Filmdeki karakterin neyse o olduğunu anlamaya cesaret gösterdiği filmde yaşadığı hayal kırıklıklarına katlanabildiği ölçüde huzuru bulduğunu görmek bana da iyi geldi. 2004 yılından bu yana yaptığım içe dönüş çalışmalarım - sistemin bireysel gelişme kandırmacası adı altında bizlere yaptığı“sen yaptıklarınsın, seçtiklerinsin, ulaşılmaza ulaşabilirsin” kodlamalarına rağmen- kendi içgörü coğrafyamın haritasını doğru okumama yardım etti.
Tüm bedensel ve ruhsal semptomlarımın, zihnimin, içimde oluşmuş olan tüm boşlukları doldurmak için giriştiği telafi edici durumlar olduğunu anlasam da başlangıçta bunun acısına katlanmama yetmedi. Ancak süreçteki düzenli meditasyon ve farkındalık çalışmalarım ile bir arada olduğum insanlar beni her zaman destekledi.
Çünkü yaşamımız başkalarına rağmen değil, “içgörü” müzün coğrafyasında, kendimize rağmen kabul edebileceğimiz bir yolculuktur. Bunun içinde kendimizi bulmak için önce kaybetmeyi göze almayı başarma cesaretini göstermemiz gerekiyor. “Çünkü yapılacak en anlamlı ve en zor yolculuk kendi iç dünyamıza yapacağımız yolculuktur” diyor Stuart Avery Gold.
Bu durumda başta kendimizi ama özellikle de yeni nesil gençleri yargılamadan önce bir kez daha düşünelim diyorum. Bu dünyadan doğan yeni nesle kendi geçmiş yüzyılımızın doğrularını empoze etmeye çalışıp, bu doğrular üzerinden yargılamadan nereye doğru evrildiklerini ve neye ihtiyaç duyduklarını kendilerinin anlayacağı bir alan tutarak yine kendi içgörü’lerini bulmalarına yardım etmek bu dünyayı kurtaracak olan şey olabilir diyerek sözümü noktalıyorum.
1 note
·
View note
Text
Sansar Salvo ve Türkçe Rap’in Nostalji saplantısı.
Türkçe Rap kitlesi 2013’ten bu yana bir çok durumu yavaş yavaş kabul etti, sindirdi. Ancak Türk toplumunun sanatçı algısının yamukluğu, bir durumu kesinlikle neredeyse imkansız ve zorlu kılıyor. Durum şu; Sanatçı kendi perspektifi ile durumları yorumlayan, ne olursa olsun kreatif tarafta kimseyi dinlemek zorunda olmayan bir canlı. Dünya’da bu böyle. Ancak Türkiye, televizyonda yayınlanan dizi karakteri ölünce insanların üzüldüğü bir ülke. Somut dünya ile Sanatsal dünya arasındaki geçimsizlik bir çok noktada ülkemizde tıkanmış bir durumda. Bu konunun Türkçe Rap özelinde En büyük örneği ise; Sansar Salvo.
Sansar Salvo, kariyerinin en parlak dönemini 2007 – 2017 arasındaki 10 yıllık dönemde yaşadı, Kariyerinde tutturduğu ve kendi Myspace’inde, sözlerinde belirttiği “Duygusal Müziğe Sert Söz” tarzı, Türkçe Rap’in toparlanma döneminde onu Rap dinleyen tayfa dışında bilinen bir isim haline getirdi, özellikle 21 Gram Mixtape çalışması, Saian ve Karaçalı’nın “Battle Royale” albümü ile bir klasik haline geldi. Fakat Sansar Salvo’nun bir mentor ve sanatçı kimliğinin henüz oturmadığı, oldukça genç olduğu dönemde şekillendirdiği, 2. Bandrollü çalışması “Seremoni Efendisi”ne kadar devam ettirdiği tarz, hayranları tarafından kendisinden ve kimliğinden daha çok benimsendi.
Ancak öncesinde bu “tarz”ı biraz açmak gerekiyor, Bu dönem yarattığı ve kullandığı tarz, sert vokaller ve sert sözlerden, mahalle argosundan oluşuyordu. Kaş çatan sözlere sahip bu Sansi Salvo Kafiyesi, dönem içerisinde zaten kullanılan vokallerden çok, hayranları tarafından “sert ve kin dolu salvo” olarak tanımlandı, sahiplenildi. Aslında bu, Türk Halkının sanata “Eşzamanlı” olarak bakışından ibaret.
“Eşzamanlı yöntem = Dil olaylarını belirli bir süre içinde ve tarihî değişme ve gelişmelere bağlı olmadan durağan (statique) olarak inceleme”
Türk halkı sanatı olduğu gibi kabul etmek istiyor. Orada hep aynı, bildiği şekilde durmasından yana, bir çok noktada olduğumuz gibi sanat alanında da muhafazakar bir yapıya sahibiz. Bu muhafazakar yapı tekrar söylemek gerekirse, Türkçe Rap’te en çok Sansar Salvo örneğinde görünüyor. Türkçe Rap dinleyicisi Sansar Salvo’nun psikolojik durumu, hayatında başına gelenler ne olursa olsun, aynı içeriği tekrar ve tekrar üretmesini bekliyor. Hayatının birçok alanında olduğu gibi, aynı şeyi istiyor.
“Keder ve mutluluk gibi, nostalji de evrensel bir duygudur. Bu hissi tüm ırklardan, tüm kültürlerden ve tüm yaştan insanlar paylaşır. Her ne kadar aynı geçmişi paylaşıyor olmasak da, hepimiz geçmişe karşı nostalji hissederiz.” -Lauren Martin
Bugün, Sansar Salvo “markası” ve personası düzenli üretim sürecinde birden fazla şey deniyor, kimi noktalarda oldukça sert ve sabit eleştiriler alsa da, hala ne kadar başarılı ve güzeldir ki, yeni yollar aramaya devam ediyor. En son DJ Suppa ile beraber “İlelebet” parçası da bu yeni yolların bir gösterimi, tıpkı bir önceki single’ı “Şehir Arabası” gibi, diğer üretimlerinden farklı bir sound arıyor. Bu benim gözümde sanatçının açlığının bir tezahürü. Ancak Bu saplantı hali, Salvo’nun kariyerini aşağıya çekmeye neden devam ediyor ? bu sorunun cevabı; Sansar Salvo’nun üretim sürecinin yavaşlığı ile alakalı olabilir. Bir önceki yazıda Server Uraz örneğindeki arayış neden piyasadan böyle bir tepki çekmedi ancak Sansar hayranları “Psikopat Yazar” personasını bu kadar şiddetle geri istiyor ? Server Uraz üretimi Salvo kadar yavaş tutmadı.
Bu durum Eminem özelinde de yaşandı, bir dönem Eminem hayranları “Slim Shady” personası için ölüp bitiyordu ve ne yaparsa yapsın Albümleri eleştirmenler, dinleyiciler ve diğer rapperlar tarafından eleştiriliyordu, ardından aniden “KAMIKAZE” geldi ve tekrar üst seviye övgülere mazhar oldu Em. Peki onun bu durumda stratejisi neydi ? Kendisi albümden sonra kanalında yayınladığı “Kamikaze Özel Röportajı”nda şöyle açıklıyor:
youtube
“Albüm aniden çıktı çünkü doğru havanın bu olduğunu hissettim, eğer insanlara yeterince düşünme zamanı verirsen şöyle şeyler düşünmeye başlıyorlar “Umarım şöyle bi şarkı vardır, Umarım X gibi yapmıştır, Umarım Y gibi yapmıştır, Şunun hakkında rap yapsa iyi olur” Bunun hakkında düşünmek istemedim, o durumda albümün içine girdiğinde hep “bu boktan olabilir” düşüncesine sahip oluyorsun. Revival’ın albüm listesi gökten düştü internete ve çıkış zamanı yaklaştıkça insanların albüm için düşünceleri çoktan hazırdı.” – Eminem Kamikaze Özel Röportajı (TÜRKÇE)
Salvo’nun dinleyicisine şarkılar öncesi -doğal olarak- verdiği haber, “Psikopat yazar geri gel, gelicem tabii” durumunu harlıyor ve yukarıdaki düşünceye sahip oluyorlar, bu durum Sansar Salvo için zorlayıcı olmasıyla beraber, hayatın gerçekliği ve hesaplanamaz akışından bi’ haber Türkçe Rap kitlesinin en büyük sorunlarından bir tanesi. Bunun sebebi doğrudan doğruya, Türkçe Rap kitlesinin eğitim ve yaşıyla açıklanabilir, Türkiye’nin eğitim sistemi veya sosyopolitik düşünce durumu ile de açıklanabilir. Ancak Müzik açısından bakarsak, Yakında Sans’ın hayranları için yutulması zor bir lokma olduğunu kabul etmek gerekir ve Salvo bu deri değişimini piyasanın istediği yöne değil, kendi istediği yöne gitmekle, ancak hızlı adımlarla bu yöne gitmekle başarabilir.
Şahsen Chill beatler ve yorgun vokali, yani Olgun Salvo benim kişisel olarak listemde çok daha yer verdiğim bir persona, evet 21 Gram, Son Nesil, Adrenalin Türkçe Rap’in köşe taşları olabilecek albümler, fakat Salvo’nun şahsımca müzikalite olarak bu hali çok daha oturaklı ve kompozisyona sahip bir üretim halinde. “Peki”, “Bildiğin Gibi”, “Akasyalar” ve özellikle “Bu Dünyada…” gibi parçalar bir noktadan bir noktaya varmaya çalışan ve bir “Anlatım” durumuna sahip şarkılar. Bu, benim açımdan Türkçe Rap’in liriksel gelişimi için çok önemli bir nokta, kariyerinde yapacağı kötü şarkılar olabilir, lirikal olarak bu bahsettiğim duruma sahip olmayabilirler. Ancak bu başlangıç paragrafına geri döndürüyor bizi, Sanatçı bu serüvende tüm kararlarını bir birey olarak veriyor ve geminin kaptanlığını yapıyor. Varacağı adalarda gördükleri ve beğendiklerini biz beğenmeme hakkına sahibiz, ancak o da bu yolculuğu yapma hakkına sahip.
#makale#türkçe rap#rap müzik#rap music#rap#hip-hop#hiphop kültürü#hiphop müzik#2pac#eminem#eko fresh#Ice Cube#Wu Tang#Rap yazıları#Rap Müzik Yazıları#Sansar Salvo#Pit10#Kamufle#Kool Savas#The Chronic#HipHop Yazıları#Hip-Hop Yazıları#BreakDans#Break Dans#Aga B#AgaB#Ezhel#Ais Ezhel#server uraz#keişan
4 notes
·
View notes